Bölüm 22 - Şehrazad'ın Masalları
"Beyaz bir yaz günüydü. İlk o gün görmüştüm onu.
Bu ânı böylesine net hatıra edinmiş olan zihnim, sonrasını hatırlamıyor. Nasıl oldu da tanışmıştık, ben mi onun yanına gitmiştim yoksa o mu benim yanıma gelmişti, bilmiyorum.
Bildiğim, bir yabancıya, bir ötekine yakınlık duymuştum. Esmer tenli, beyaz gülüşlü bir öteki.
En az benim kadar sessizdi. Benden de sessizdi. Kendi sessizliğimi bir kenara koyup, onun bana dokunan sessizliğini kırmaya çalışırdım.
Bir şey hoşuna gittiğinde gülümserdi.
Gülümsediğinde dünyada beyaz bir delik açılırdı.
Ben o yaz o beyaz delikten içeri atladım."
-Birhan Keskin
-
*-
ALPARSLAN
"Duygu hemen eve dön." dedim sakin kalmaya çalışarak. "Diğerlerini de yanına al, bir dakika içerisinde hepiniz içeri girmiş olun."
"Alparslan bak-"
"Planım var Allahın cezası." diye söylendim. "Yürü çabuk!"
Bu kez sözümü ikiletmedi. Kenan'ın önünden çekilip eve doğru ilerlerken omzumun üstünden abimin dört vasıfsız adamına bir bakış attım. Zannedersem eğitime bütünüyle kapalı değillerdi, zira bu kez sorgulamadan söylediğim şeyi yapmaya koyuldular. Vasıfsız dörtlü kapının önünde bekleşen kadınları ite kaka içeri sokarken bahçe kapısının yanına konumlanmış Serhat'a ufak bir el işareti yaptım.
"Ahıskalı uzatma istersen!" diye bağırdı dışarıdaki adamlardan biri. "Üçe karşı yirmi, biz bu maçı alırız!"
Tam sayıyı verdiğin için teşekkürler, geri zekalı...
"Beyler tekrar söylüyorum, yarrağımı alırsınız!" diye seslendim kapıdakilere. Homurdanma sesleri yükselirken birkaç tanesi silahını yerden kaldırmıştı. Kadınları eve göndermem onları işkillendirmiş olmalıydı. O nedenle Serhat'ın yanımıza geldiğini görünce Kenan'a dönüp direkt konuya girdim.
"Adamların yerlerini ve kaç tanesinin dolu olduğunu tespit ettiniz mi?"
Dolu derken kastettiğim şeyin silahlar olmadığını biliyordu. Adamların hepsinin elinde silah vardı fakat çatışma anında tecrübesiz insanların bir çoğu saklandığı mevziden başını çıkarıp da ateş edemezdi. Kenan'a kaç tanesinin ateş edebileceğini sormuştum.
"On dördü dolu yirmi kişi var." dedi hiç teklemeden. "Yalnız gri arabanın önündeki ikiliyle dört yönünde kalan herif epey tecrübeli."
"Öyleyse ateş etme riskine girmezler." diye söylendim. "Her halükarda önce boş olan altılıyı indireceğiz, anlaşıldı mı?"
Çünkü diğerleri tecrübeliydi ve kendi içlerinden birini vurma riskini düşünerek ateş etmekten kaçınacaklarını biliyorduk. Boş olanlarsa panik anında bunu akıl etmeyi bile başaramayabilirdi. Gelişigüzel ateş etme potansiyelleri yüksek olduğu için önce onları temizlememiz gerekiyordu. Neyse ki benim embesil dörtlü bu tarz stratejilere aşinaydı, normal zamanlarda saçma sapan sorularla tepemin tasını attırsalar da kriz anlarında leb demeden leblebiyi anlıyorlardı.
"Abi bu arada Ufuk da burada." diye lafa girdi Serhat. "Şu arabaların arkasında bekliyor. Ama merak etme, Aykut telsizden planı kodlamış ona. Durumu biliyor yani."
Al buyur... Ufuk'un silahlı çatışmalara girmesini yasaktı. Aslında benim dörtlüde sadece Kenan'ın çatışmaya girme izni vardı, diğerleri mecbur kalmadıkça silah kullanamazdı zira bu çocukları kişisel korumalarım olarak görmüyordum. Bu dörtlü benim çekirdek ekibimdi ve hepsinin belirli bir görev tanımı vardı. Aykut Kara Harp Okulu'ndayken Elektrik Elektronik Mühendisliği okuduğu için dijital ve elektronik işlere bakıyordu. Serhat istihbarat ve takiple alakadardı. Kenan çatışma ve baskın planlama gibi işlerden sorumlu saha adamıydı. Ufuk da benim sağ kolumdu. Fakat Aykut'la Serhat'ın aksine ona doğrudan silah kullanmayı yasaklamıştım zira sicili temizdi çocuğun. Üstelik ordudan kendi isteğiyle ayrıldığı için gelecekte geri dönme şansı da vardı. Eğer burada kalmakta inat ederse önünde sonunda sicilinin kirleneceği ortadaydı ama o gün gelmeden babasıyla olan problemi her neyse çözüp legal dünyaya dönmeyi kabul edeceğini umuyordum.
Fakat bugün benim de silahlı çatışmaya girmek gibi bir niyetim yoktu. Üstelik adamlar sayıca epey fazlaydı. Üç kişiyle mevzuya gitmektense dört kişi olmayı yeğlerdim.
"O zaman her zamanki gibi herkes kendi yönündeki dörtlüyü halledecek." dedim iç çekerek. "Beş tane kör herifi halledersiniz bence-"
"ONA KADAR SAYACAĞIM AHISKALI!" diye böğürdü kapının dışından bir ses. "GİDİP KIZI GETİRECEĞİNİ SÖYLEMEZSEN ON SANİYE SONRA ATEŞ AÇMAYA BAŞLAYACAĞIZ!"
Bu kez tahrik edici bir cevap vermedim zira on saniyeye ihtiyacım vardı. "Gidin hadi." dedim yanımdaki ikiliye. "Silah sesini duyunca gözlerinizi kapatmayı unutmayın."
Başlarını sallayıp telaşsız fakat ivedi bir şekilde yerlerine seğirttiler. Bu esnada dışarıdaki salaklardan biri yeni yıl kutlaması yapar gibi ondan geriye saymaya başlamıştı. Bahçedeki ışıklarla kırılan karanlığın ortasında beklerken dışarıda kadınlardan kimsenin kalmadığından emin olmak için omzumun üstünden son kez arkaya bir bakış attım.
Dışarıda kimse yoktu. Sadece evin pencerelerinin ardından belli belirsiz gölgeler seçiliyordu. Yalının camları kurşun geçirmez olduğu için kafam rahattı fakat az sonra şahit olacakları olay yüzünden onların epey endişeleneceklerinin farkındaydım.
"Altııı!" diye böğürdü dışarıdaki aptal. "Yediii-"
Adamlara doğru dönüp gözlerimi yumdum. Silahımı havaya kaldırıp bir el ateş ettim.
Ve etrafım aniden güçlü bir ışıkla aydınlandı.
Gözlerim kapalı olduğu için görmemiştim ama göz kapaklarımın ardındaki aydınlanmayı hissedebiliyordum. Yaklaşık on beş tane güçlü projeksiyon aydınlatması tek bir noktaya toplanıp eş zamanlı olarak açılmıştı. Kapının dışındaki heriflerin gözünü almış olacak ki öfkeli söylenmeler çalındı kulağıma. Onlar gözlerinin ışığa alışması için beklerken sessizce saymaya devam ettim.
Bir. İki. Üç.
Birkaç yüz metre öteden ufak çaplı patlama sesi yükseldi. Gözlerimi açtım.
Her yer zifiri karanlıktı.
-*-
Tüm semtin elektriği kesilmişti. Bunu biliyordum zira trafoyu sabote etmesi için Aykut'u yollayan da, Deniz'e yalının üst katından projeksiyon ışıklarını açıp kapattıran da bendim.
Yurterlerin geleceği haberini alınca abimin dört işlevsiz adamı ve benim üçlüyle istesem de bir çatışmaya giremeyeceğimi anlamıştım. Bir şekilde avantajı ele geçirmemiz ve silahsız bir şekilde herifleri paketlememiz gerekiyordu. Havanın karardığını görünce aklıma ilk gelen şey adamları nişan almalarını imkansız hale getirecek bir karanlığa gömmek olmuştu. Öncesinde gözleri güçlü ışığa alışırsa bize sağlam bir avantaj verecek kadar uzun süre kör kalmış olacaklardı. Merdivenlerden inerken Aykut'a mesaj atıp aklımdaki planı kısaca izah etmiş ve Deniz'i bulup ona da ufak bir görev vermesini istemiştim.
Ondan sonrası Deniz cadısıyla Aykut'a kalmıştı. Biz aşağıda heriflerle uğraşırken Deniz yengemlerin Elif'le nişan törenimizi bahçede yapabilmek için aldığı led projektörleri yalının ön bahçeye bakan odalarından birine taşıyıp bir araya gruplandırmıştı. Aykut ise birkaç sokak ötedeki trafoyu semtin elektriğini komple kesecek şekilde sabote etmekle meşguldü.
Havaya ateş açtığımda Deniz tüm projektörleri aynı anda açıp bahçeyi güçlü bir ışığa boğmuş, heriflerin gözü üç saniye boyunca ışıkla kamaştıktan sonra da Aykut devreye girip etrafı zifiri karanlığa gömmüştü. Bu süreçte Serhat, Kenan, Ufuk ve ben gözlerimiz kapalı halde beklerken karanlığa çoktan alışmış haldeydik.
O nedenle kapının dışındaki adamlardan öfkeli sesler yükselirken hiç beklemeden saldırıya geçtim. İlk herifin ensesine silahın kabzasını geçirdiğimde geldiğimi anlamamıştı bile. İşimi garantiye almak için bir kez de dirseğimi geçirdikten sonra elindeki silahı alıp adamın yere devrilmesine izin verdim. Silahlarını alıp bahçedeki ağaçların arasına fırlatırken üçüncü adam ürkütücü sandığı bir böğürtüyle ileri atıldı fakat etrafını seçemediği için ben zannederek kendi kuzenine saldırdı. İkisinin boğuşarak harcadığı birkaç saniyeyi beşinci dallamayı yere devirmek için kullandım.
"Abi iki tanesi kaçıyor!"
Kenan'ın sesini duyunca başımı çevirip sokağa baktım. Haklıydı. Karanlıkta koşarak uzaklaşan iki silüet seçebiliyordum fakat önceliğimiz kaçanlar değildi. "Önce burayı temizleyin!" dedim herifin biri kafamı kolunun altına kıstırmaya çalışırken. Karnına yediği tekmeyle birlikte elleri çözüldü, kolunun altından sıyrılıp doğrulmasına fırsat vermeden dirseğimi boynuna geçirdim.
Bu esnada dördüncü herif de saldırıya geçmişti. Bir ara silahının namlusu bir anlığına kafama dayanır gibi oldu fakat son anda yana attım kendimi. Dirseğimi geriye savurarak yüzüne geçirdiğimde öteki herif belimin sol yanına ikinci bir tekme indirdi. Silahlı olanın kafasını tutup yere eğdim, sonra ondan güç alarak iki ayağımı birden havaya kaldırıp diğer herifi tekmeledim.
Bir silah patladı.
Yalının içinden bir çığlık koparken beşinci adamın üzerine atıldım. Sesin onun tabancasından geldiğini biliyordum zira sıktığı kurşun sağ kaburgalarımın üzerindeki eti sıyırarak geçmişti. Tenim cayır cayır yanmaya başlarken "ULAN BİRİNİZ DE KAFAYA SIKIN BE!" diye bağırdım öfkeyle. "GÖMLEK BIRAKMADINIZ OROSPU ÇOCUKLARI!"
Neyse ki silahla vurulmak genelde filmlerdeki gibi insanı bir anda yere deviren bir şey değildi. Başta fark etmiyordunuz bile. Eğer hızlı hareket edersem acı iflahımı kesmeden önce beşinci herifi de yere devirebileceğimi biliyordum.
"Abi iyi misin?!" diye seslendi Ufuk. "Yardıma geleyim mi?"
"Gel, senin de belanı sikeyim!" diye bağırdım dizimi herifin çenesine geçirirken. "Ben sana o teröristin başından ayrılmayacaksın demedim mi lan?!"
"Bu itlerin geleceğini duyunca duramadım abi, özür dilerim!" diye seslendi bir gümbürtü sesi eşliğinde. "Hem zaten yemeğine uyku ilacı koymuştum, ben dönene kadar uyanmaz!"
Güldüm. Bu çocuk harbiden Ayşe manyağının dilinden anlıyordu.
Belimin sağ tarafındaki keskin acı giderek artarken bir tekme geçirdim üstüme çökmeye çalışan adama. Dengesini kaybedip gerilerken çelme takıp yere devirdim. Ardından var gücümle ayaklanarak ikinci tekmeyi suratına indirdim.
Ve nihayet nakavt oldu. Gövdesi gevşeyip hareket etmeyi keserken silahı ayaklarımın önüne düşmüştü. Refleksvari biçimde eğilip silahı almaya yeltendim fakat böğrüme saplanan keskin acı beni durdurdu. Sikeyim ya...
Neyse ki diğerleri de kendi payına düşen herifleri halletmişti. Birkaç adım gerileyerek sırtımı bahçe duvarına yaslarken Serhat'ın karanlığın içinden koşturarak geldiğini gördüm. Bir şey dememe gerek kalmadan yerdeki adamın silahını alıp yalının ön bahçesine fırlattı, o esnada Ufuk ve Kenan da yanımıza koşturmuştu.
"Kenan, sen evdeki dört adamla birlikte bu itleri paketleyeceksin." dedim acıyla yutkunarak. "Serhat, sen de Aykut'la birlikte hayvan barınağına mı gidersin, hayvanat bahçesinden ödünç mü istersin bilmiyorum ama bir saat içerisinde beş tane büyük kafes bulup getiriyorsun. Bu adamları kafeslerin içinde Bayraktar'ın kapısına götürüp bırakın."
Kenan önce gömleğime yayılan kırmızılığa ufak bir bakış attı, kurşunun sıyırıp geçtiğini anlamış olacak ki soru sorma gereği duymadı bile. O başını sallayıp koşar adımlarla eve seğirtirken Aykut'la Serhat da lafımı ikiletmeden arabalarına yönelmişti. Üçünün gidişiyle birlikte sokağın kısa bir sessizliğe büründüğünü fark ettim. Ki bu durumun uzun sürmeyeceğini biliyordum zira dağ başındaki ıssız bir arazide değil, şehrin içindeydik. Birilerinin silah seslerini duymaması imkansızdı, trafo sabotajı nedeniyle kimsenin olayı gördüğünü zannetmiyordum fakat polisi aradıklarına emindim. Ekipler gelmeden önce kapının önündeki herifleri toplayıp etrafı temizlememiz gerekiyordu.
Bahçe duvarından destek alarak doğrulduğumda Yapay Zeka harekete geçti. Kolumu omzuna atıp beni eve doğru yönlendirmesine izin verdim. Bu esnada Kenan beraberinde üç korumayla birlikte koşarak geri dönüyordu. Dördüncüsü de telefonunun flaş ışığını açmış, adamlardan alıp ön bahçeye fırlattığım silahları toplamaya koyulmuştu. Bir elimle belime tampon yaparak yürürken Ufuk'un tedirgin bir sesle konuştuğunu duydum.
"Abi Aykutlara söylediğin şeyde ciddi miydin?" diye sordu. "Bayraktar'ın kapısına kafes mi yollayacaksın gerçekten?"
"Bunun yanlış bir karar olduğunu mu düşünüyorsun?"
"Fevri bir hareket." diye cevap verdi Ufuk. "Dündar Bayraktar yeraltı dünyasındaki düzeni kafes sistemiyle sağlıyor dememiş miydin abi? Apaçık meydan okumak bu."
Kafes sistemi Bayraktar'ın imzası haline gelmiş bir yönetim stratejisiydi. Kurduğu düzende birbirine denk güç odakları müttefik olamazdı, zira kafes dövüşleri vardı. Bayraktar dönem dönem iki ayrı bölge liderini veya iki ayrı şehir liderini kafese kapatır, taraflardan biri yok olana dek kafesin kapısı açılmazdı. Bizim aile iki senedir Semercilerle kafesteydi fakat abim Mersin'deyken Bayraktar'ın geçici olarak kafesi açtığını söylemişti bana. O nedenle şu an ne biz onlara saldırabiliyorduk, ne de onlardan bize yönelik bir tehdit vardı. Zira Bayraktar kafesi açmışken saldırıya geçmek de bir çeşit isyan demekti.
Yurterleri kafese koyup Bayraktar'ın kapısına göndermenin de epey cüretkar bir davranış olacağı ortadaydı. Fakat bu işten Bayraktar'a biat etmeden sıyrılmak için başka bir şey gelmiyordu aklıma. Zira ihtiyarın Yurterler konusundaki kararı henüz belli değildi. Zaten nasıl olacaktı ki? Abim geçmişte Bayraktar'ın biri veya bir aile hakkındaki kararını ancak uygulamaya konduğunda öğrenebildiklerini anlatmıştı bana. Akıbeti belirsiz bir mafya lideri evinde ölü bulunursa Bayraktar infaz emri vermiş demekti, eğer adam yaşamaya devam ediyorsa Bayraktar henüz infaz emrini vermemiş demekti.
"Başka şansım yok Ufuk." dedim acıdan dişlerimi sıkarak. "Eğer Yurterleri öldürürsem insanlar Bayraktar'ın infaz emri verdiğini, benim de onun tetikçiliğini yaptığımı düşünür."
"O zaman adamları bağlayıp öyle götürelim Bayraktar'a."
"Evimize baskına gelmiş adamları hediye paketi gibi Bayraktar'ın kapısına bırakırsam da ona jest yapmış olurum. İnsanlar Bayraktar'ın Yurterler için henüz infaz emri vermediğini ve benim de kralın izni olmadan böyle bir şey yapmaya cesaret edemediğimi düşünürler."
"Düşünsünler abi!" diye söylendi Yapay Zeka. "Bu mafya bozuntularının senin hakkında ne düşündüğünün bir önemi var mı?"
"Kastettiğim insanlar buradakiler değil." dedim derin bir nefes alarak. "Balkanlardaki güç odaklarından bahsediyorum. Bayraktar'a biat ettiğimi düşünürlerse başlarına geçmeme izin verirler mi sence?"
Kısa bir sessizliğin ardından "Haklısın." dedi. "Ama yine de bu yaptığın şey dikkat çekecek abi. Dikkatleri üzerimize çekecek."
"Gölgede kalmak her zaman dikkat çekmemek için doğru strateji değildir Ufuk." diye söylendim. "Gerektiğinde gövde gösterisi yapmazsan buna ihtiyaç duymayacak kadar güçlü olduğunu düşünürler. Kör Kütüphaneci kadar güçlü değilsen ara sıra gölgeden çıkman gerekir. Anlıyor musun?"
Sessizliğe büründü birden. Kafasının karıştığını görebiliyordum, düşüncelerinin yeniden şekillendiğini de. Bu çocuğu gerçekten tanıyan az sayıda kişiden biri olarak bunun o kadar da basit bir şey olmadığını biliyordum. Zira Ufuk'a Yapay Zeka dememin tek sebebi onun duygulardan arındırılmış gibi görünen tavırlarıyla dalga geçmek değildi. Zihninde hiç durmadan stratejiler geliştirdiğini, buz gibi bir mantıkla olasılıkları değerlendirerek yol haritaları çizdiğinin de farkındaydım.
"Kaldı ki, Bayraktar bu mesajı çoktan hak etmişti." diye devam ettim sözlerime. Acıdan adımlarım yalpalamaya başlamıştı. "O herifin bizi soktuğu kafeste benim abilerimi öldürdüler. Kuzenlerimi öldürdüler. Yengemin hala hayatta olduğuna inandığı üç oğlunu öldürdüler."
Cevap vermedi ama kaskatı kesildiğini hissettim. Zira bunu söyledikten hemen sonra evin kapısı açılmış, yengem gözyaşları içerisinde bize doğru koşmaya başlamıştı. Onun peşinden dışarı fırlayan kızı görünce bakışlarımı gecenin karanlığına çevirdim. Kahretsin... Ne halt etmeye basıp gitmemiştim ki? Ölümcül bir yara değildi sonuçta, dikiş attıracak bir yer bulana dek kan kaybından gebermezdim. Hatta belki de fırsatım varken dönüp gitmem daha hayırlı olacaktı, Aykut'un başarılı sabotajı sayesinde semt karanlığa büründüğü için yaralı olduğumu fark ettiklerini sanmıyordum. Onlar da bizi belli belirsiz silüetler şeklinde görüyordu muhtemelen.
Fakat dönüp gitmek için her anlamda geç kalmıştım.
Deniz denen işgüzar olayların sona erdiğini tahmin etmiş olmalıydı. Zira çok geçmeden projeksiyon ışıklarından birkaç tanesi yeniden açıldı, bahçe hatırı sayılır miktarda aydınlığa boğulurken kana bulanmış gömleğimle birlikte açığa çıktım. Bir an sonra yengemin attığı ufak çığlık çalındı kulaklarıma. Onun sesini diğer yengelerimin kopardığı küçük çaplı yaygara izledi.
Başımı kaldırıp seslerin kaynağına baktığımda ilk gördüğüm şey Elif oldu. Birkaç metre vardı aramızda, üzerimdeki kanı görünce gözlerinin korkuyla irileşmesine şahit oldum. Fakat çabucak toparladı kendini, yeniden harekete geçerken çehresinde soğukkanlı bir ifade vardı.
"Ne oldu?"
Bunu panikten deliye dönmüş bir nişanlı gibi değil de, olay yerine yeni intikal etmiş bir sağlık görevlisi edasıyla sormuştu. Cevap vermemi beklemeden Ufuk'u kenara itip mesnetsiz bir tavırla kolumun altına giriverdi. Derin doku hasarından ötürü gömleğimin yarısı kandan sırılsıklam olmuştu, belimin sağ tarafındaki yara kezzap dökülmüş gibi acıyordu ve bu acı olay anının şoku geçtikçe katlanarak artıyordu; fakat yine de vücudunun sıcaklığı karşısında gerilen tüm kaslarımın bir anlığına gevşediğini hissettim.
O da hissetmişti ve galiba bunu güçsüz düşmeme yormuştu. Zira yere devrilmemi önlemek ister gibi ani bir hareketle sarıldı bana. Bir kolunu sırtıma uzatıp destek olmak için kürek kemiklerimin arasına elini bastırmıştı, diğer koluysa karnıma sarılarak yaralı bölgeye uzanmıştı. Eliyle yaramı yoklamaya çalışırken yüzünde son derece ciddi ve katı bir ifade vardı. Dışarı çıkan kadınları görünce onu uyarmadan edemedim.
"Elif bizimkiler bakıyor."
"Ee?"
"Nişanlıymışız gibi davranman gerek." diye çektim. Acıdan sesim teklemişti. "Yalandan ağlayamıyorsan bile şoka girmiş gibi davran."
"Ağlayacağım." dedi tüm soğukkanlılığıyla. "Seni iyileştirdikten sonra."
Başka bir şey söylemedim zira canım hakikaten çok acıyordu. Kulağa şaka gibi gelecek ama yazın çiftlikte vurulduğum zaman -iki kurşundan biri delip geçmişti- canım bu kadar yanmamıştı. Acaba kurşun saplanmıştı da ben mi fark edememiştim? Zaten kan da gereğinden fazlaydı. Bilincimi kaybedecekmiş gibi hissetmiyordum ama her ihtimale karşılık müdahaleyi başkası yapsa iyi olacaktı. Geberip gidersem Elif'in çekeceği vicdan azabını falan düşünmüyordum, bir zahmet çeksin amına koyayım. Ama bizimkilerde sanki beni o iyileştirememiş gibi bir algı oluşabilirdi, sırf bu yüzden ona sırt dönmelerinden korkuyordum. Yaparlar mıydı acaba böyle bir şuursuzluk?
Ne düşündüğümü fark edince çaresizlikle iç çektim. Biliyordum böyle olacağını... Bildiğim için de en baştan beri ondan uzak durmaya çalışıyordum fakat önünde sonunda tam da korktuğum yere gelmiştim işte. Ben geberirsem ona ne olacak kaygılarının başladığı yere... Kahretsin.
Eve girdiğimizde yürümeyi bırakıp omzumun üstünden arkaya baktım. Yengem hala endişeliydi fakat kriz anlarında güçlü kalabileceğini biliyordum. Elif inatçı bir tavırla beni çekiştirmeye çalışırken "Fuat Bey'i çağırın." dedim yengeme. "Ben üst katta-" Duraksayıp kararsız bir bakış attım merdivenlere. Yukarı çıkamayacağımı anlayınca sözlerimi düzelttim. "Abimin çalışma odasında olacağım. Elif sen de yengemlerle içeri geç."
"Alparslan saçmalama!" diyerek kollarını daha sıkı sardı bana. "Yarana müdahale etmeden hiçbir yere gitmem!"
"Güzelim şoktasın şu an."
"Ben şokta değilim ama bu hızla kan kaybetmeye devam edersen sen şoka gireceksin!" diye bağırdı öfkeyle. "Basit bir sıyrık değil bu, anlamıyor musun?!"
"Anladığım için Fuat Bey gelsin diyorum zaten... Sen henüz öğrencisin, o adam ise diploması olan bir hekim."
"Veterinerlik diploması olan..." diye ekledi yengem.
"Yenge!"
Beni tınmadı bile. Tek cümleyle ortalığı karıştırmayı başarmıştı. Elif var gücüyle beni çekiştirmeye çalışırken acıya odaklanmadan düşünmeye çalıştım fakat merdivenlerde beliren ayak sesleri buna engel oldu. Deniz'in neşeli bir el çırpmasıyla "Operasyon başarıyla tamamlandı!" diye şakıdığını duydum. "Bence artık bana silah vermenizin zamanı geldi dayıcım-"
Kana bulanmış gömleğimi gördüğünde çığlık attı. Kahretsin! Deniz'in bize doğru koşarken ağlamaya başladığını görünce daha fazla diretemedim. Direniş de üst kattaydı, yeğenlerimin beni bu halde görmesini istemiyordum. Mecburen Elif'e dönüp başımı salladım.
"Tamam, yap müdahaleni. Ama sadece kanı durduracaksın, dikişi Fuat Bey gelince halleder."
"Hıı, tabi." diyerek çocuk avutur gibi başını salladı. "Sen ne istersen onu yapacağım, elbette. Yürü hadi içeri."
İç çektim. Ve beni sürüklemesine izin verdim.
"Seni bir yabancı gibi karşıma alıp
Bunun dayanıklı bir şey olmadığını
Sürekli kılınmadığını, çünkü aşkın
Yapılan bir şey olmadığını,
Başlangıçta bir melek konduğunu
Sonunda bir kelebek öldüğünü,
Yani kısacık sürdüğünü, oysa hayatın,
Bir korkular ve alışkanlıklar bütünü olduğunu,
Bütün bunları sana
Nasıl anlatacağım?"
- Birhan Keskin
-*-
ELENA
Uyandığımda kirpiklerim hala nemliydi.
Uykumda da ağlamış olmalıydım. Belki de gözümdeki yaşların kurumasına aman vermeyecek kadar kısa bir uykuya dalmıştım. Şüphesiz, ortada bir cevap vardı ama peşine düşmedim. Yalının duvarlarının ardında çalkalanan dalgaların sesi duyuluyordu, işitmedim. Evin alt katından kalabalık ailelere özgü, hiç dinmeyen, fakat alışınca insanı rahatsız etmeyen bir gürültü yükseliyordu, fark etmedim. Mahmurluğumu yanıbaşımda uyuyan adamın odadaki mahrem sessizliği kıran nefes alışlarını dinleyerek, kuytusuz bir karanlığın içinde tükettim. Kuytusuz bir karanlığın içinde, tükendim.
Kapalı göz kapaklarımın ardında flaş parlaması gibi beliren görüntüler vardı. Nasıl silecektim onları? Görüntüleri silsem dahi farkına vardığım gerçekleri nasıl unutacaktım? Bugün kendi gözlerimle görmüştüm. Son derece doğal bir şey yapar gibi, ardında bir intihar niyeti bile taşımaksızın, akşamüstü kumsalı süpüren dalgalar kadar zahmetsiz bir şekilde ölüme yürüyebiliyordu bu adam. Onu kaybetmenin çok da uzak bir ihtimal olmadığı gerçeğiyle nasıl başa çıkacaktım?
Son ana dek sezinlememiştim bile. Diğer kadınlarla birlikte camdan dışarıyı izlerken onlardan çok daha az endişeliydim. Alparslan kapıdaki heriflerle sözlü atışmaya girişince asıl niyetinin İzzet abi gelene dek adamları oyalamak olduğunu sanmıştım. Aklından geçenleri çözdüğüme öylesine emindim ki, diğer kadınların endişesi gözüme anlamsız geliyordu.
Belki de bu yüzden Alparslan havaya ateş açtığında içlerinde çığlık atan tek kişi ben olmuştum. Diğer kadınlar da endişeliydi fakat benim gibi gafil avlanmamışlardı. Daha çok 'korktuğum başıma geldi' der gibi bir dövünme hali içindeydiler. Bense onun kendini öldürtmeye çalışması karşısında dehşete düşmüş haldeydim. Bahçe aniden gündüz misali aydınlığa boğulurken bu dehşet büsbütün büyümüştü. Yirmi küsür silahlı adam vardı dışarıda, Alp ise spot ışıklarının merkezinde tek başına duruyordu. Öldürtecek kendini diye bağırdığımı hatırlıyordum. Dışarı çıkıp engel olmazsam kurşun yağmuruna tutacaklar, anlamıyor musunuz?
Beni zaptetmeye çalışmışlardı. Alparslan'ın illa ki bir planı olacağını söylemişti birileri, elektrikleri onun kestirmesi ihtimalinden, adamları kazasız belasız defedeceğinden falan bahsediyorlardı. Gülendam abla bile onun yirmi küsür silahlı adamla baş edebileceğine ve tehlikede olmadığına ikna olmuştu. Söyledikleri şeyler doğru çıktığı için muhtemelen fikirleri değişmeyecekti ama benim fikrim de değişmemişti. Alparslan ölebilirdi.
Başka bir kahrolası planı olan elektrik kesintisi gerçekleşmeyebilirdi mesela. Veya gecikebilirdi. Aykut birkaç saniye geç kalsa, trafoda bir sıkıntı çıksa, aklıma bile gelmeyen ve milyonda bir yaşanabilecek bir terslik yaşansa silahına davranan adamların hepsi ateş edecekti. Bir siperin ardına sığınmaya bile fırsat bulamadan yirmiyi aşkın kurşun dağlardı bedenini.
Tüm semt karanlığa gömüldükten sonra da ölebilirdi. Adamlardan biri paniğe kapılıp etrafa rastgele ateş açabilirdi. Açmıştı da. Bugün tam olarak bunu yaşamıştık ve vurulduğunda ölümcül hasar almaması mucize gibi bir şeydi. Hem de ikinci kez gerçekleşen bir mucize... Fakat kurşun birkaç santim sola denk gelebilirdi, kemiğe çarpıp oradan sekerek kalbine saplanabilirdi, akciğerini yırtabilirdi, aort damarına, vena cavaya, onu enfeksiyon yüzünden öldürecek bağırsaklara veya herhangi bir atardamara isabet edebilirdi. Bugün Alparslan ölebilirdi.
Kirpiklerimdeki ıslaklık artarken gözlerimi araladım. Yalının üst katında, onun eski odasındaydık. Başım kendi kollarıma, kollarım da yatağın üzerine yaslanmıştı. Kalçamsa tekli koltuktaydı hala. Belimin bükülmekten ağrıdığını hesaba katınca uykuya yeni dalmadığımı anlamıştım. Bu da Alp'in birkaç saat içinde kendine geleceğini gösteriyordu. Sözlü mevzusundaki yalanlarıma ne tepki vereceğini kestiremiyordum fakat dikiş atmadan önce onu yine oyuna getirip bayılttığım için bana epey kızgın olacağı kesindi.
İç çekerek doğrulup koltuktan kalktım, yatağın kenarına oturdum. Hala kendinde değildi fakat bir şeylerden huzursuz olmuş gibi görünüyordu. Elleri yumruk halindeydi, kaşları hafifçe çatılmıştı. Alnının kırıştığını, çenesinin kasıldığını görebiliyordum. Hafifçe üzerine eğilirken "Neyin var Alp?" diye mırıldandım beni duymayacağını bile bile. "Nedir seni uykularında bile huzursuz eden şey?"
Belli belirsiz bir şeyler homurdanarak başını diğer tarafa çevirip yutkundu. Boğazında hareket adem elmasını izlerken umutsuzca iç çektim. Doktorun verdiği ilaç acısını dindirmemiş miydi yoksa? Belki de ateşi çıkmıştı, belki de enfeksiyon kapmıştı yarası, ben dikiş attıktan sonra İzzet abi yanında bir doktorla gelip tekrar muayene ettirmişti ama hadi doktorun gözünden bir şeyler kaçtıysa?
Belki de benim varlığımdan rahatsız olmuştu. Yanında başkası varsa uyuyamayacağı şeklinde bir iddiası vardı ama bugüne dek pek ciddiye almamıştım bunu. Çünkü çiftlikteki gece buluşmalarımızda uyuyakaldığında yanına uzanıp onu izlediğim olmuştu. Bazen parmaklarımın ucuyla yüzüne, saçlarına dokunuyordum korka korka. Koluna dokunduğum da olmuştu ama bu tamamen tıbbi bir merakla alakalıydı, anatomik açıdan ilgimi çeken bir vücudu vardı bu adamın.
Fakat şimdiki amacım ne bir deney yapmaktı, ne de anatomisine yönelik bir meraktı. Bu kez engel olamadığım bir şefkat dürtüsüyle elimi yüzüne uzattım. Önce elimin dış kısmını alnına dokunarak ateşini kontrol ettim. Vardı, ama çok yüksek değildi. Sonra kopamadım çehresinden, parmaklarımın eklem yerleriyle şakağından inerek yanağına ulaştım. Yüzünü keskin bir köşeyle boynundan ayıran çene kemiklerini sevdim.
Garipti aslında. İki kez öpüşmüştük fakat yüzüne ilk kez böyle dokunuyordum. Belki de bu iki öpüşmemizin de karşılıklı olarak kayışı kopardığımızda başlayan şuursuzluk anlarında yaşanmasıyla ilgiliydi. Onu öperken ayaklarımın yerden kesildiğini inkar edemezdim ama içten içe yanlış bir şey yaptığımızı bildiğimiz için öpüşürken ona rahat rahat dokunamamıştım. Günlerce aç kaldıktan sonra açlığı dindirme telaşıyla, lokmaları çiğnemeden yutarak yemek yemek gibiydi biraz. Çok zevkliydi, fakat tadına varamadan bitmişti.
Huzursuzluğunun diner gibi olduğunu fark edince yüzüme ufak bir tebessüm yayıldı. Görünüşe bakılırsa dokunuşum onu rahatlatıyordu. Yatakta biraz daha üzerine eğilirken elimi çenesinden yanağına sürükledim. Bu kez parmaklarımın ucuyla korka korka dokunmadım, avucumun içiyle doya doya yüzünü okşadım. Her gün tıraş olma alışkanlığı üç dört gündür sekteye uğradığı için sakalları kirli sakal olacak kadar uzamıştı. Teni beklediğimden daha sertti, yeni çıkmaya başlamış sakalları hafifçe bileğimin iç kısmını çiziyordu ama garip bir şekilde bundan hoşlanmıştım.
"Günaşırı tıraş olursan cildin sertleşir tabi..." diye söylendim hafifçe gülerek. "Her halinle yakışıklısın zaten, ne gerek var bu asker disiplinine?"
Söylediklerimi duyuyor muydu bilmiyorum, bazı insanlar uyurken yanında konuşulan şeyleri duyardı ve nadiren de olsa uyanınca hatırlardı. Fakat şu an Romence konuştuğum için beni duyup hatırlasa bile ne söylediğimi anlamayacaktı. Hatta muhtemelen ona küfür ettiğimi sanacaktı. Sahildeyken öyle sanmıştı mesela, sonra da ettiğim küfürü bana iade etmek için söylediğim şeyi tekrarlamıştı.
"Küfür edeyim derken bana ilanı aşk ettiğini bilsen nasıl kudururdun ama..." diye sırıttım kendimi tutamayıp. Ardından bir şeyler kırıldı içimde, kendimi tutamayıp konuşmaya devam ettim. "Sonra da kesin savunmaya geçerdin. Bana karşı ilgi duymayı bile kendine yediremiyordun o zamanlar. Bana abi diyeceksin diyordun, yetti senin şımarıklıkların diyordun, önce evimin kabataslak çizimlerini görmek isteyip, sonra da sadece planlara göz atmak istiyorum ama o evi senin için yapacağımı sanma sakın diyordun. Köşeye sıkışınca da düğününde sana hediye olarak verecektim diyordun. Birkaç saat geçmeden beni öpüyordun, sonra da yaşanan şey senin hatan değil, sakın suçluluk hissedip de sözlünden ayrılmaya kalkışma diyip gidiyordun. Sonra dayanamayıp geri dönüyordun, beni çiftlikten kurtaracağını söylüyordun ama seninle değil, başkasıyla evleneceğim diyordun. Şimdi de dürüstlük bekliyorsun benden, hem de sırf mecbur kaldığın ve babanın mirasına ulaşmak için bir araç olarak kullanacağın evliliğimiz yüzünden... Ah, Alparslan. Ben seninle nasıl başa çıkacağım?"
Sözlerim sona erdiğinde rahatlayacağımı sanmıştım fakat öyle olmadı. Ona olan kırgınlıklarım hayatı için duyduğum endişenin altında ezilmişti sanki. Allak bullak haldeydim.
Tam eğilip onu öpecektim ki odanın kapısı hafifçe tıklatıldı. Panikle elimi çekip doğrulduğumda Alp'in homurdandığını fark etmiştim. Elimde olmadan sırıttım yeniden. Fakat odanın ucuna ulaşıp kapıyı açtığımda yüzümdeki gülümseme hızla solup gitti.
Duygu'ydu gelen. Küçük gelin Gülşen'in kız kardeşi... Buraya geldiğim günden beri ondan negatif bir enerji alıyordum fakat diğer tavrını gelinler gibi bana yönelik bir dışlama zannetmiştim. Bugün yaptığı şeyden sonraysa fikrim değişmişti. Alp'i korumak için dışarı fırlayıp kurşunların önüne siper olmaya yeltenmişti resmen. Böyle bir şeyin sebebini tahmin etmek çok zor değildi.
"Bir şey mi oldu?"
"Gitmeden önce Alparslan'ı görmeye geldim." dedi beni şaşırtmayarak. Ardından beni kenara çekip içeri girmek üzere hamle yaptı. "İzin verirsen-"
Önüne geçerek ona engel oldum. "Veremem."
"Ne demek veremem?"
"Dinlenmesi gerek." dedim kararlı bir tavırla. "Şu an kimseyle görüşemez."
Bu konuda yalan söylemiyordum. Birkaç saat önce İzzet Abi geldiğinde onun da içeri girmesine izin vermemiştim, başını kapıdan uzatıp kardeşini uzaktan görmekle yetinmişti. Duygu'ya gelince, onun başını kapıdan uzatmasına bile izin veremezdim. Abisini içeri almamışken yengesinin kız kardeşini mi alacaktım? Hah. Çok beklerdi.
"Biliyorum ama konuşmam gerek onunla." diye ısrar etti. "Zaten uzun sürmez, bizimkiler aşağıda beni bekliyor. Uyanmazsa kapıdan bakıp çıkarım."
Ev nihayet boşalıyordu demek... İzzet abi birkaç saat önce gitmişti zaten, Sena'dan duymuştum. Gülendam ablanın nerede olduğunu bilmiyordum ama Alp vurulduktan sonra iyi olduğunu öğrenince yine ortadan kaybolmuştu. Çiftlikteyken vurulduğunda da günlerce onun yüzüne bakmadığı için bu duruma pek şaşırmamıştım. Şimdi de yengeler gidiyordu, daha doğrusu Duygu öyle söylüyordu.
"Ölüm kalım meselesi değilse yarını beklemesi gerek." dedim tekrar kızın önüne geçerek. "Hem şu an içeri giremezsin zaten. Alparslan'ın üstü müsait değil."
Hakikaten de müsait değildi. Gömleği yoktu bir kere. Elin kızının içeri girip onu yarı çıplak görmesine niye izin verecektim ki?
"Merak etme, kendisi çok mahremiyet düşkünü biri değildir." diyerek gözlerini devirdi. "Hem sana ne oluyor ya? Zaten adamı apar topar üst kata taşıttın, aşağıda herkes merak içinde. Sen kimsin de ailesinden koruyorsun onu?"
Kızın diğer laflarını idrak etmem biraz zor oldu, zira çok mahremiyet düşkünü değildir lafında takılı kalmıştım. Aralarında eski bir münasebet olabilir miydi acaba? Alparslan'ın çapkınlığını taa Mersin'deyken duymuştum ama aile içinden, sürekli yüz yüze geleceğimiz biriyle geçmişi varsa bunu kolay kolay sindiremezdim. Allah kahretsin ya...
"Ben onun müstakbel karısıyım." dedim çenemi dikleştirerek. "Asıl sen kimsin? Hangi akrabalık bağına dayanarak Alparslan'ın ailesi oluyormuşsun? Yengesinin kız kardeşi olarak mı? Yoksa benim bilmediğim başka bir yakınlığın mı var?"
Duygu duraksadı. Birkaç saniye şaşkınlıkla yüzümü inceledikten sonra ufak bir kahkaha attı. Aniden keyfi yerine gelmiş gibiydi.
"Aptal şey..." dedi gülmeye devam ederek. "Ben de neden diye- Neyse, bir şey demiyorum... Rezil et kendini."
Bunu söyledikten sonra sırtını dönüp merdivenlere ilerledi. Arkasından bakarken kızın cüretine şaşırmıştım. Yine de fevri davranmaya niyetim yoktu. Bu konuda Alparslan'a hesap sormadan önce Duygu'nun derdinin ne olduğunu çözmeliydim.
Kendi kendime söylenerek içeri geçip kapıyı kapattım, sonra içeriden anahtarla kilitledim. Alparslan hala uyuyordu, önümüzdeki birkaç saat boyunca uyanacağını zannetmiyordum. Bu arada ben de bir duş alsam iyi olacaktı. Üzerimdeki kanlı tişörtü çıkarıp Sena'nın getirdiği bir tişörtle değiştirmiştim fakat tenimde hala kan kokusu vardı.
Odanın içindeki banyoya girmeden önce hızlı adımlarla Alp'in yanına gidip tekrar kontrol ettim ateşini. Sonra dayanamadım, eğilip alnına ufak bir öpücük bıraktım. Belli belirsiz bir şeyler söylenerek iç çekti. Bilinci yerinde değilken nasıl da kolaydı onunla başa çıkmak...
Yüzümde ufak bir tebessümle birlikte odanın diğer ucuna yürüyüp dağ evinden getirdiğimiz kıyafet poşetini aldım. Banyoya girdikten sonra alelacele soyunup kendimi sıcak suyun altına bıraktım. Doktor normal şartlarda sabaha kadar uyumasına yetecek dozda ilaç verdiğini söylemişti ama bünyesi tahmin ettiğimden güçlüyse birkaç saat içinde de uyanabilirdi. Kendine geldiğinde yapacağı ilk şeyin odadan çıkmaya çalışmak olacağını tahmin edebiliyordum.
Aşağıdayken yarasını muayene edebilmiştim sadece.Tedavi aşamasını kapının girişine doluşmuş endişeli kalabalığın gürültüsü eşliğinde yapmak pek mantıklı gelmemişti. Zaten İzzet abinin çalışma odasında müsait bir alan da yoktu. Ben de onu üçlü koltuğa iki büklüm yatırıp tedavi etmektense üst kata nakletmeye karar vermiştim.
Ne var ki, hastam pek makul bir insan değildi. Gülendam ablanın getirdiği ecza kutusunda lokal anestezi ilacı bulamayınca onu uyuşturmadan dikiş atmamı buyurmuştu. Bilincini kaybetmek istemiyordu. Sonra bu buyuruğundan da vazgeçip veteriner sayıklamalarına geri dönmüştü. Fuat Bey sevdasıyla baş edemeyeceğimi anlayınca hiç değilse veteriner gelene kadar acısını hafifletecek bir şeyler yapmama izin vermesini istemiştim. Bana pek güvenmediği için başta ona da itiraz etmişti, ona bilincini kaybettirecek bir ilaç vermeme asla ve kati suretle izin vermeyeceğini söylemişti, bir ara kapıya toplaşmış endişeyle bekleyen kadınlara çatmıştı, Fuat Bey'in nerede kaldığını sormuştu, çok fazla vakti olmadığından ve bir an önce yarasını diktirip gitmesi gerektiğinden bahsetmişti, fakat yapacağım iğnenin ağrı kesici olduğuna da güvenmiyordu, o yüzden ona genel anestezi yapmadığıma dair yemin etmemi istemişti. Muhtemelen genel anestezi derken lokal anestezi olmayan bilinçsizlik durumunu kastediyordu ama sonuçta benden genel anestezi için yemin etmemi istemişti. Ben de tüm dürüstlüğümle ona genel anestezi yapmayacağıma dair yemin etmiştim. Bunun üzerine bana doğru eğilmiş, diğer insanların duyamayacağı bir sesle "Hangi dürüstlüğünle?" diye fısıldamıştı. Şırıngaya ilaçları enjekte etmekle meşgul olduğum için cevap verme gereği duymamıştım. Fakat bu tepkisizliğim onu büsbütün öfkelendirmişti. Sözlülük mevzusuna dair söylediğim her yalanı burnumdan fitil fitil getireceğine dair kısık sesli tehditler savurmaya başlamıştı. Ben de ona dönüp sakin bir tavırla elini tutmuş, şaşkın bakışları arasında elimdeki iğneyi damar yoluna saplamış, ve Propofol'ü dayayıp çenesini kesmiştim.
Kendinden geçtiğinde sadece ben değil, evdeki herkes derin bir nefes almıştı. Küçük gelin Gülşen doğrudan bana hitap ederek ellerine sağlık bile demişti. Aslında onu duymazdan gelmem gerekirdi ama soğuk bir tavırla başımı sallamıştım kendimi tutamayıp. Neyse ki ondan başka beni muhatap alan olmamıştı, böylelikle korumaları çağırıp Alparslan'ı üst kata naklettirmiştim.
Sonrası daha kolaydı. Gömleğini kesip önce kurşunun sıyırdığı yarayla ilgilenmiştim, ben dikiş atarken Alp ilacın etkisiyle sedasyon halindeydi. Analjezik de verdiğim için canı acımıyordu, bilincini tümüyle yitirmemişti ama pek kendinde olduğu söylenemezdi. Bazen uykuya dalar gibi oluyor, sonra sıçrayarak uyanıp dalgın tavırlarla bana bir şeyler anlatıyordu. Anlattıklarının çoğu birbiriyle alakasız şeylerden, ilacın etkisiyle kapıldığı öforik ruh halinden kaynaklanan edepsiz laflardan ve ciddiye almamam gerektiğini bildiğim sözlerden ibaretti. Geri kalan şeylerse mantıksız değildi, uyandığında sedasyon anlarını hatırlamayacağını bildiğim için onu dinlerken rahat rahat ağlayabilmiştim.
Çok geçmeden İzzet abi yanında bir doktorla birlikte gelmişti zaten. Muayenenin ardından -ki o esnada Alp kendine gelmeye başlamıştı bile- onu sabaha kadar uyutacak bir ilaç vermesini rica etmiştim doktordan. İzzet abi de destek çıkınca gitmeden önce birkaç ilacı karıştırıp bir iğne yapmıştı. Böylelikle Alp yeniden ve bu kez derin uykuya dalacak şekilde bilincini kaybetmişti. Ben de yatağın yanındaki koltuğa oturup onu izleyerek ağlamaya devam etmiştim.
"Aahhh!"
Duştan çıkmak üzereyken içeriden yükselen acı dolu inleme düşüncelerimi yarıda kesti. "Alparslan!" diye seslendim panikle suyu kapatıp. "İyi misin?!"
Cevap vermeye bile tenezzül etmedi. Telaşla etrafta durulanmak için bir havlu ararken sorunun doktorun ilaç dozunu ayarlamayı becerememesinde mi, yoksa Alparslan'ın bünyesinde mi olduğunu merak etmiştim. Çünkü sabaha kadar uyuması gerekiyordu bu adamın, gecenin köründe ayağa dikilmesi değil! Bir an evvel yanına gidebilmek için telaşla diğer dolabı açtım fakat o esnada içeriden önce bir şiddetli bir çatırtı sesi, ardından Alp'in acı dolu bağırtısı yükseldi.
"AAHHHH!"
Onun bağırtısını şiddetli bir çarpma sesi izleyince havluyu boşverip duşakabinden dışarı fırladım. Kahretsin, kapıyı kırmaya çalışıyordu! Duygu ya da bir başkası ben duştayken odaya girmesin diye kapıyı kilitleyip yanıma almıştım anahtarı. Alparslan'ın bu kadar erken uyanıp odadan çıkmaya çalışacağı aklıma bile gelmemişti. Dikişlerini patlatma ihtimalini düşününce büsbütün panikledim, duşakabinle banyo kapısı arasındaki kısa mesafeyi bir saniyeden kısa sürede geçip kapının önüne ulaştım. Neyse ki kadın anatomisinin çıplaklığı unutmamıza engel olacak unsurları vardı, sallanan memeler gibi. Sayelerinde son anda duraksayıp kapı koluna astığım kıyafet poşetine uzandım. Bu esnada içeriden boğuk bir inleme sesi daha yükselmişti.
"Hareket etme, aptal!" diye bağırdım çantadan giyecek bir şey çıkarmaya çalışırken. Bunlar biz dağ evindeyken Gülendam ablanın yolladığı kıyafetlerden arta kalanlardı. Bana uygun olanları oradayken giyip sonra da muhtemelen kirli sepetinde bırakmıştım. Gerçi şu an derdim düzgün bir gecelik bulmaktan ziyade iç çamaşırı bulmaktı fakat içeride öküzün teki odanın kapısıyla kavga ettiği için elim ayağım birbirine dolaşıyordu. En sonunda sinirle öfleyerek iç çamaşırlarından feragat ettim, onları beş dakika sonra giymek bana bir şey kaybettirmezdi. Dışarıdan gürültüler yükselmeye devam edince "Kahrolası kapı kilitli işte, anlamıyor musun?!" diye bağırdım öfkeyle. Ardından elime gelen ilk geceliği alelacele üzerime geçirip dışarı fırladım. "Bekle geliy- ALPARSLAN!"
Karşıma çıkan manzara karşısında aklım başımdan gitti. Ayaktaydı, giyinmişti, var gücüyle kilitli kapıyı zorluyordu. Ya da kapıya tutunmaya çalışıyordu. Kapıyla bir derdi olduğu kesindi ama ne yapmaya çalıştığını tam olarak çözememiştim. Zaten bir önemi de yoktu, zira odadaki ışıklar kapalı olduğu halde üzerindeki tişörtün kana bulandığını görebiliyordum. Kahretsin, sahiden de tüm dikişlerini patlamıştı!
"Alp tampon yap hemen!" diye panikle ona doğru seğirttim. "Bakma bana öyle, dikişlerin patlamış görmüyor musun?!"
Hiçbir şey söylemedi, bakışlarını benden ayırmadan sol kolunu uzatıp şifoniyerde duran abajürü açtı. Odadaki karanlığın yeri loş ışıkla dolarken rahat bir nefes aldım. Dikişleri patlamamıştı. Zira tişörtteki kan eskiydi zaten, gömleği halihazırda kana bulandığından yarasına tampon yaparken temiz bir tişörtünü kullanmıştım. Uyanır uyanmaz en yakınındaki giysi parçasını üstüne geçirip ayaklanmış olmalıydı.
"Ödüm patladı senin yüzünden!" diye çıkıştım aramızdaki mesafeyi kapatırken. "Gerçekten merak ediyor, gecenin köründe nereye gitmeye çalışıyordun?"
Sakince yanıtladı. "Seni aramaya."
"İçerideydim zaten!" dedim ters bir tavırla. "Hem sen ne yapacaksın ki beni?"
"Gel göstereyim."
Ne olduğunu anlayamadım bile. Yanına vardığımda aniden kolumdan tutup beni kendine çekti. Hasiktir... Yüzündeki ifadeye bakılırsa beni gerçekten gebertmek istiyordu ve salak gibi kendi ayağımla onun yanına gitmiştim. Can havliyle ondan uzaklaşmaya çalışırken "Boşuna çırpınma." dediğini duydum. "Abimlerin odası yalının diğer ucunda, ikisi de bizi duymaz. Ailenin geri kalanı çoktan evlerine dağılmıştır. Korumalara belki sesini duyurabilirsin ama onlar da gelip seni benim elimden almaz. Kısacası canını kurtarmak için önünde iki seçenek var. Ya kaçacaksın..."
O ana dek elinde olduğunu fark etmediğim bir şeyi, kırık kapı kolunu, bir anda ahşap zemine fırlatınca yerimde sıçradım. "Ki kaçamazsın, çünkü siktiğimin kapısı yüzünden odada mahsur kaldık."
Hayvan. Ev yalı olduğu için kapılar epey eskiydi fakat yine de kapı kolunu kırdığına inanamıyordum. Kilidi açsak bile kapıyı açamazdık artık, birilerinin gelip bizi kurtarması gerekiyordu. Daha doğrusu birilerinin gelip beni kurtarması gerekiyordu çünkü Alparslan ilaçların da etkisiyle ekstra agresifti.
"Peki diğer seçenek?" diye sordum çaresizce. "Sakinleşmen için ne yapmam gerekiyor?"
Öfke yüzünden kendine zarar vermesinden korkuyordum. Bir de şu an çırpınacak halde değildim pek, uygunsuz durumumu fark etmesin diye mümkün mertebe ona temas etmemeye çalışıyordum.
"Konuşacaksın." dedi tehditkar bir tavırla. "Ama bu sefer masal dinlemek istemiyorum, anlaşıldı mı? Yoksa sabah da bırakmam seni, elimden kurtulamazsın. Eğer Şehrazat gibi davranmaya devam edersen binbir gece bu odada kilitli kalırız."
Uysal bir tavırla başımı salladım. Fakat aklımdan bambaşka bir soru geçiyordu.
'Peki sen binbir gecenin sonunda bana aşık olacak mısın?'
Selamlar.
Bölümün bazı kısımları aceleye geldi maalesef, son günlerde hayatımda birtakım şeyler oldu ve o kısımlar son günlerde yazıldığı için üsluptan hevessizliğimi hissetmiş olabilirsiniz. Zaten ben sahneleri kronolojik sıralamayla yazmıyorum, parça parça yazıp bölümü yollarken birleştiriyorum. Elena'nın Alp'i tedavi ettiği kısımlar da sahne olarak bölümde yer alacaktı ama sizleri daha fazla bekletmemek adına o kısımları Elif'in düşüncelerinde anarak geçmek zorunda kaldım. İlerleyen bölümlerde belki flashback olarak yer veririm.
Sevgilerle, Nilü. <3
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro