Bölüm 15 - Yangın
"Bir kelebek ağrısıydı,
Vakit dardı, mevsim hicazdı,
Yetişmem gereken bir ölüm,
Kaçmam gereken bir hayat vardı."
-birhan keskin
✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧
ELİF
Işık neden doğudan yükselir sanıyorsunuz?
Bağrında bir yangın var da ondan.
Yandıkça büsbütün karanlığa gömülüyoruz...
Çünkü yakıtı odundan değil, kadından!
Ben o ateşi ruhumda taşıdım tam on beş sene. Ne gariptir ki, ruhumdan geriye bir avuç kor kalana dek yandığımın farkına bile varmamıştım. Bir yerlerde özgür iradesi olmayan, erkek egemenliğine boyun eğmiş, kaderine razı gelmiş kadınlar olduğunu elbette biliyordum. Onlar için üzülüyordum, bazen öfkeleniyor, bazense onlara acıyordum. Fakat onlardan biri olduğuma hiç inanmamıştım. En kötü ihtimalle diye düşünüyordum bazen, en kötü ihtimalle kendimi öldürürüm. Buna kim engel olabilirdi ki?
Şimdiyse o kor parçalarının arasında yapayalnız oturuyor ve merak ediyordum. Küllerimden tüten ince duman kimin nefesiydi? Kim harlamıştı perde perde göğe uzanan bu yalımları? Ve en önemlisi benden sonra ateşe kimi atacaklardı?
"Elif..."
Karanlıktan kurtulduğumda gözümü başka bir karanlığa açtım. Neredeydik? Bayıldıktan sonraya dair tüm anılarım kesik kesik görüntülerden ve seslerden ibaretti. Alparslan'ın beni kucağına alıp arabaya bindirdiğini anımsıyordum birinde, yanıma yengesini oturtup kendisi ön koltuğa geçmişti. Başka bir hatıra feryatlarıma bulanmıştı, beni bırakmaları için ağlayarak yalvardığımı anımsıyordum. Sözlerimi ciddiye almak yerine şehirden çıkmadan önce hastaneye gidip bana sakinleştirici yaptırma kararı almışlardı ve galiba orada kayışı koparmıştım.
Muhtemelen hayatımdaki en şiddetli sinir kriziydi. Çiftlikte on beş senedir maruz kaldığım tüm kötülükler, dedemin kanlar içindeki hali, yediğim dayaklar, Dobby'nin korkuyla bana doğru koştuğu anlar, başına saplanan kurşunla yere devrilip can çekişmeye başlaması, onun seğiren gövdesine bakarken idrak ettiğim başka bir felaket, babaannemin de öldüğü gerçeği ve uğradığım son iftirayla bir yanardağ misali infilak eden tahammül sınırlarım... O son damlayla birlikte kayışı sahiden koparmıştım. Babamın kin dolu yüzünü, maruz kaldığım haksızlıkları, ölmeme bile izin vermediklerini anımsadıkça öfkem bedenimi parçalayıp dışarı çıkmaya yelteniyordu.
Ettiğim beddualar arşa yükselirken pek sevgili eşim oralı bile olmamıştı, yediği tüm hakaretlere rağmen dikkati hep yoldaydı. Biraz da bu yüzden kin güdemiyordum ona, zira Alparslan hep dürüsttü. Bir kez olsun geleceğe yönelik bir vaat çıkmamıştı ağzından, babam kafasına silah dayadığında bile beni istemediğini söylemişti.
Fakat ailesi onun gibi değildi. İzzet Abi'nin o halim karşısında çaresizlikten deliye döndüğünü, beni yatıştırmak için çocuk avutur gibi teselli sözleri sıraladığını anımsıyordum. Halbuki iki gün önce, kardeşinden gebe kalmamdan korktuğu için çiftlikten ayrılamadığını söyleyen de kendisiydi. Gülendam Abla'ysa ağlıyordu. Ben kendimi parçalamaya çalışırken kollarını etrafıma sarmış, bile isteye bana verdiği onca zarardan sonra acımı paylaşıyormuş gibi hıçkırarak ağlıyordu.
Bir noktadan sonra Gülendam Abla benimle başa çıkmakta yetersiz kalıp ön tarafa geçmiş ve yerine Alparslan gelmişti. Hayır, yatıştırmak için değil... Bu saatten sonra onun sözleriyle yatışmayacağımı biliyor olmalıydı. Kollarını etrafıma sarıp hastaneye varana dek beni bedeniyle esir almıştı sadece. Hayal meyal Bahri Hoca'nın sesini duyduğumu da anımsıyordum fakat sonra bütünüyle karanlığa gömülmüştüm.
"Elif, uyan hadi..."
Biri omzumu dürtünce yumduğum gözlerimi tekrar araladım. Baktığım zifiri karanlığın sebebi üzerime örtülmüş palto olmalıydı, fakat kumaşı tutup çekecek gücüm kalmamıştı. Çünkü her insanın bir dayanma sınırı vardır. Bense bugün o sınırın çok ötesine geçmiştim ve şimdi ne dönüş yolunu bulabiliyordum, ne de içimde dönmeye dair bir istek duyuyordum.
"Elif, uyanman gerek." diye konuştu yeniden. Palto aralanınca karşıma arabanın tavanındaki cılız ışıklar çıkmıştı. Ön tarafta kimse yoktu, uzanarak uyuduğuma göre arka koltukta da yalnızca ben vardım. Ve bir de açık kapıdan içeri eğilmiş ısrarcı bir adam...
"Mola yerine geldik." dedi benden bir cevap alamayınca. "İstanbul'a çok yolumuz kalmadı ama bir şeyler yememiz gerek. Abimle yengem dinlenme tesisine gitti bile... Elif?" Birkaç saniye bekledikten sonra hafifçe iç çekti. "Biliyorum, berbat hissediyorsun ama burada kalmana izin veremem. Hem tesiste sana yeni kıyafetler de alacağız."
Yeni kıyafet mi? Eğer bir tepki verebilecek olsaydım muhtemelen kahkaha atardım. Kıyafet alışverişi yaparak kafa dağıtma olayını ben de biliyordum fakat sorun şu ki, benim kafam zaten dağılmıştı. Hem de öyle bir dağılmıştı ki, parçaların evrenin en uç noktalarına kadar yayıldığını tahmin ediyordum.
"Elif beni duyuyor musun?" Başını bana doğru eğip göz teması kurmaya çalıştı. "Elena?"
Gözlerine baktım.
Bana çocukluğumla seslenmişti. Tepkisiz kalmayı nasıl başarabilirdim ki?
Bakışlarımız buluştuğunda gözlerinin mutlak karanlığında evimi bulmaya çalıştım. Alp dağlarının yamacındaki şirin bir kulübe... Kumpanya'nın ışıltılı akşamları, müzik seslerine karışan kahkahalar, ablamla iki küçük kuş yavrusu gibi oradan oraya koşuşturmalarımız, Mađio'nun gevrek kahkahası, Adar'ın getirdiği erzak paketlerinden eksik olmayan çikolatalar, kamyonetin arkasında oradan oraya göç ederken manzarama dolan yepyeni şehirler, yeni kültürler, yeni insanlar, bir çocuğun meraklı zihniyle büyüleyici bulabileceği her şey... Ve annem. Yüzünü bile hayal meyal hatırladığım o kadının sıcacık, güven dolu kucağı...
Elena'ya dair her şey Alparslan'ın gözleri kadar karanlık bir geçmişte kalmıştı.
Üzerimdeki paltoyu kenara çekip yattığım yerde doğruldum. Alparslan dışarı çıkacağımı anlayınca rahat bir nefes alarak geri çekilmişti. Acaba bana gerçek ismimle seslendiği için kalktığımı falan mı sanıyordu? Halbuki kalkmamın sebebi tam tersiydi. Bana tekrar çocukluğumla seslenmesinden korktuğum için isteğini yerine getirmiştim. Eğer konuşacak takatim olsaydı bunu ona da söylerdim.
Arabadan dışarı çıktığımda birkaç şey aynı anda gerçekleşti. Dizlerimde duran palto yere düştü, bastığım toprak ayağımın altında dönmeye başladı ve çocukluk yıllarımdan bu yana hiç hissetmediğim dondurucu, kuru bir ayaz bedenime çarptı. Yalpalayarak tutunacak bir yer ararken birinin belimden kavrayarak beni tuttuğunu hissettim. Yolun diğer tarafındaki dinlenme tesisinin manzarası bir anlığına görüş hizamda belirmişti. Hemen ardından bir erkeğin geniş gövdesi araya girdi ve kollarını iki yanımdan uzatarak arabaya koyup beni olduğum yere hapsetti.
Üşümeyeyim diye mi yapıyordu? Başımı kaldırıp yüzüne baktığımda kararsız bakışlarla beni incelediğini fark ettim. Umarım beni öpmeye falan kalkışırdı. Bu sayede hem ona dair içimde kalan tüm saygı kırıntılarını yok etmiş olurdu, hem de belki bir şeyler hissederek tepkisizliğimden kurtulurdum. Mesela iğrenme. Acıma. Nefret. Alparslan'ın şu an bende uyandırabileceği tüm hisler bunlardan ibaretti.
"Paltoyu yerden alır mısın?" dediğini duyunca kafam karıştı. Bakışlarını kaçırıp benden uzağa dikerken sabırsız bir tavırla ekledi. "Ya da tesise arkanı dön, ben alayım. Hadi Elif."
Yere eğilirsem kusmaya başlayabilirdim, midem felaket bulanıyordu. Mecburen dediğini yapıp arkamı döndüm tesise. Dış dünyayla aramdaki engel kaybolunca ilk fark ettiğim şey yolun birkaç metre ötesinde uzanan karanlık tarla oldu. Ardından soğuk havanın göğsüme çarpıp karnımdan sarkan kumaş parçalarını uçuşturduğunu hissettim. Başımı eğip hayretle kendime baktığımda saçma bulduğum birçok şey anlam kazanmıştı.
Üzerimdeki giysiler parçalanmış haldeydi. Eteğim tek bir belirgin yırtık dışında hasar almamıştı fakat giydiğim tişört lime lime olmuştu. İyi de nasıl? Hafızamı biraz zorlayınca olanları açıklayan birkaç anı kırıntısı belirdi zihnimde. Ben yapmıştım... Sinir krizi geçirirken kendimi parçalamaya çalıştığımı anımsıyordum. Ne var ki bedenime verdiğim hasar göğsümden bağrıma uzanan birkaç sıyrıktan ibaretti. Olan kıyafetlerime olmuştu... Sütyenimin askılarından birinin de söküldüğünü fark edince panikle elimi sırtıma uzattım.
Bulmam çok zor olmadı. Arkamda duran adamın belimde salınıp duran askıyı alıp omzumun üstünden bana uzattığını gördüm. Elinden alıp askıyı tekrar sütyenime taktığımda çırpılan bir kumaşın sesi doldu kulağıma. Çok geçmeden kumaşın kendisi de omuzlarımda belirdi. Büyük siyah paltoyu kollarımdan geçirirken Alparslan ellerini önüme uzatıp paltosunun düğmelerini iliklemeye başlamıştı. Eğer eski Elif olsaydım tam şu anda sırtımı göğsüne yaslardım muhtemelen. Fakat içimden gelmedi, bedenine temas etmeden kollarının arasında sessizce bekledim. Yırtık kıyafetlerimi kamufle ettikten sonra arkamdan çekilip belimden tutarak beni kendine çevirdi.
"Yürüyebilecek misin?" dediğini duydum temkinli bir sesle. "Eğer başın dönüyorsa seni taşıyabilirim."
Belimde duran elini çekmekle yetindim.
Israr etmedi. Yan yana hiç konuşmadan tesise doğru yürümeye başladık. Yolun diğer tarafında uzanan iki katlı devasa bir binaydı. Üst kat restoranlarla doluydu, dondurucu soğuğa rağmen geniş terastaki masalarda oturan insanları görebiliyordum. Alt katsa bir sürü ayrı dükkandan meydana gelen eklektik bir yapıydı ve muhtemelen yiyecek içecek harici her şey orada satılıyordu.
Boş otobanı, seyyar satıcıları ve son olarak muavinlerin büyük bir şevkle yıkadığı yolcu otobüslerini geçerek tesise ulaştık. Havada bana çocukluğumu anımsatan kuru bir ayaz vardı, bedenimin nemsiz atmosferi yadırgadığını hissediyordum. Ne garip... Bunca yıl boyunca Akdeniz'e uyum sağlayamadığıma öylesine emindim ki, iklimine ne çok alıştığımı oradan ayrılana dek fark edememiştim. Bir ara tökezler gibi olunca Alparslan'ın elleri ivedilikle belimi kavradı. Bana kendimi değersiz hissettirmesine öyle çok alışmıştım ki, düşme ihtimalime karşı tetikte olduğunu tökezleyene dek fark edemiştim.
Dengemi sağlar sağlamaz yeniden uzaklaştım ondan. Yüzüme bakmadı, benimle konuşmaya da pek hevesli gibi görünmüyordu. Eskiden olsaydı bu tavrının altında binlerce farklı anlam arayıp her biri için ayrı senaryo yazardım fakat şimdi...
"Elif, Alparslan!"
Gülendam Abla'nın sesini duyunca dönüp bakmadım. Yoldan karşıya geçerken onun tesisin terasında belirip telaşla taş merdivenlere seğirttiğini görmüştüm. Nasıl affedecektim onu? Son iki aydır annemin boşluğunu dolduran, on beş senedir mahrum kaldığım şefkatle ruhumu sarmalayan bu kadına duyduğum kırgınlığı nasıl aşacaktım?
İzzet Abi'yi affetmem çok daha zordu. 'O kız gebe kaldı diye korkumuzdan çiftlikten gidemiyoruz bir aydır!' diye bağırdığı anı zihnimden söküp atamıyordum. Üstelik o bir ay boyunca müştemilatta kalmıştım ben. Onların gözünde sözlüsüne ihanet etmiş, kardeşinin hamile bırakıp gittiği bir kızdım ama gördüğüm ilgiyi sevilmeme yorduğum için dizlerinin dibinden ayrılmamıştım. Ne aptallık!
Muhtemelen yaptığım şirinlikleri, gösterdiğim yakınlığı, hatta belki de her akşam yemeğinden sonra İzzet Abi öyle seviyor diye cezvede yapıp yanlarına götürdüğüm bol köpüklü kahveleri bile yanlış anlamışlardı. Gözlerine girmek istediğimi, beni gelin almalarını sağlamak için uğraştığımı, kendimi onlara yamamaya çalıştığımı sanıyorlardı. Resmen paçalarına yapışmıştım insanların, beni bırakıp gitmesinler diye vicdanlarına oynamıştım. En azından dışarıdan böyle görünüyordu. Belki de görünmüyordu. Bilemezdim. Şu saatten sonra ikisinin de benim hakkımdaki düşüncelerinden emin olmam imkansızdı. Yaptıkları her şeyin altında vicdan azabı olup olmadığını merak edecektim.
"Yengecim sen istersen abinin yanına çık, biz Elif'le ufak bir alışveriş yapıp geliriz."
Gülendam Abla'nın önerisi karşısında Alparslan'ın duruşunun gevşediğini fark ettim. Sessizce merdivenlere yönelirken omuzlarından büyük bir yük kalkmış kadar olmasa da epey rahatlamıştı ve bunu gizleme gereği duymuyordu. Eskiden olsa canım yanardı fakat şimdi sadece hoşnut olmuştum. Alp çiftliğe geldiği günden bu yana bir kez olsun geleceğe dair bir vaatte bulunmamıştı bana. İlgisi olduğunu saklamıyordu fakat bu ilginin sınırları hep yaşadığımız anla çevriliydi. Şimdi bile onun benimle evlenmeye gönülsüz olduğunu açıkça görebiliyordum. Saklamıyordu çünkü. Bu yönüyle abisi ve yengesinden çok daha fazla güven vadediyordu bana.
"Elifcim gel biz de sana giyecek bir şeyler alalım."
Gülendam Abla koluma girdiğinde kendimi geri çekmedim. Ne söylerse yapıp bir an evvel arabaya dönmek istiyordum. Bir an evvel İstanbul'a gitmek istiyordum. Nereye gideceğimize dair en ufak bir fikrim yoktu fakat illa ki beni yalnız bırakacakları bir an gelecekti. Hatta şimdi bile tuvalete gitme bahanesiyle yalnız kalabilirdim ama en fazla kaç dakika? On dakika sonra kapının önüne geleceği kesindi, ses vermezsem de içeri girip kontrol ederdi. O kadar kısa sürede ölmeyi başarabileceğimi sanmıyordum. Büyük ihtimalle başarısız bir intihar girişimi olacaktı ve onları ayıktırdığımla kalacaktım.
Elbette sonsuza dek beni yalnız bırakmamayı başaramazlardı fakat ikna edilmekten korkuyordum. Bir kez daha geleceğe dair bir umuda kapılmaktan, sevildiğime inanmaktan, yaşamak için bir sebep bulmaktan deliler gibi korkuyordum. Tek atımlık kurşunum kalmıştı elimde. Onu İstanbul'a varana dek muhafaza edip geceyi beklemeli, insanlar uyuduktan sonra kullanmalıydım. Onları çiftlikten kurtuluş bileti olarak görmediğimi ispat etmek zorundaydım, bedelini hayatımla ödemem gerekse bile. Aksi taktirde beni götürdükleri yerde de sığıntı olacaktım.
Gülendam Abla bana giyecek bir şeyler alırken ses çıkarmadan bekledim. On dakika sonra elinde poşetlerle birlikte yanıma gelip mağazadaki soyunma kabinlerine götürdü beni. İçeri girip perdeyi çektiğimde kabinin hemen önünde dikildiğini biliyordum, o nedenle hızlıca üzerimdeki yırtık pırtık giysileri çıkarıp poşetleri elime aldım. İlkinden babamı öfke nöbetine sokabilecek türden bir skinny jean çıktı. Üzerime tam oturmasına şaşırmadım desem yalan olur, kadın resmen vücut ölçülerimi benden iyi biliyordu. İkinci poşette geniş yakalı, ince kumaşlı bol fakat kısa bir kazak vardı. Düşük belli bir pantolon giyseydim belimin birkaç santim açık kalacağı kesindi fakat entrikalar kraliçesi bunu da hesap ederek yüksek belli bir pantolon almıştı zaten. İkisini de giydikten sonra yırtık pırtık kıyafetlerimi poşetlerden birine tıkıp dışarı çıktım. Çöp kutusu arayarak etrafa bakınırken kraliçe elbette bunu da anladı, anlamakla kalmayıp bir de avantaja çevirdi.
"Şu ileride lavabo yazısı görmüştüm, orada çöp kutusu da vardır." diyerek koluma girip beni tekrar sürüklemeye başladı. "Hem orada yüzünü yıkayıp saçına falan çekidüzen verirsin belki. Dünden beri harap ettin kendini güzel kızım benim-"
Kolundan çıkıp geri çekildim aniden. Bana kızım demesine göz yumacak değildim. İkimiz de onun derdinin ne olduğunu biliyorduk, kıyafet seçerken de beni lavaboya götürürken de amacı güzel görünmemi sağlamaktı. Böylelikle yukarı çıktığımızda daha iki gün önce ablamla evlenmeye geldiğini söyleyen, yatakta basıldıktan sonra bile beni almayacağını haykıran adamı etkilemiş olacaktım. İçimden kahkahalarla gülmek geliyordu.
"Afedersin Elifcim." dediğini duyunca canım sıkıldı. Neden bana anlayış gösteriyordu ki? Lavaboya girdiğimizde hala onun çevirdiği entrikalar için açıklama yapmaya çalışmasını, beni öz kızı gibi gördüğünü söyleyerek şefkate boğmasını, en kötü ihtimalle olanlara nasıl da üzgün olduğunu anlatıp duygusal destek vermesini falan bekliyordum. Bugüne dek vicdan azabını dindirebilmek için bana zarar vermekten hiç çekinmemişti, şimdi neden benim acımı kendi vicdanının önüne koyuyordu?
Neyse ki tüm hislerimi yitirmiştim. O andan sonra Gülendam Abla beni hiç yalnız bırakmadı fakat gerekmediği müddetçe benimle iletişim kurmaya da çalışmadı. Birlikte lavaboya girdik, o çantasını bana bırakıp tuvalet kabinlerinden birine giderken ben de aynada gördüğüm yüze anlam vermeye çalıştım.
Her zamankinden daha solgun görünüyordum. Babamdan yediğim dayağın izleri kaybolmaya yüz tutmuştu. Çenemin kenarında sarıya dönmüş bir morluk vardı, dudağım dün yeniden patladığı için hala şiş durumdaydı. Tenim şeffaf hale gelmişti sanki, yanağıma sert bir darbe yesem etrafa porselen kırıkları saçılacakmış gibi duruyordu. Ve bir de gözlerim... O ana dek hiçbir şey hissetmediğime emindim fakat aynada gördüğüm iki donuk mavi küre kederin anavatanı gibiydi. Hissetmediğim bir şeyi nasıl gözlerimde taşıyordum?
Bir kadavradan daha canlı görünmeyen çehremi aynada bırakıp musluğu açtım. Gülendam Abla çıktığında yüzümü yıkayıp saçlarımdaki dağılan topuzu açmıştım, güneşte sarıya döndüğünü bildiğim tutamlar parlak bir örtü gibi belime dökülüyorlardı. Islak ellerle saçlarımı toplamayı beceremeyince duvardaki havlu kağıt makinesine doğru ilerledim. Ellerimi durularken ardımda ufak bir feryat yükseldi.
"Ayy vallahi bilmeden oldu!" dediğini duydum Gülendam Abla'nın. "Özür dilerim Elifcim..."
Lavabonun kuru olan yerine koyduğum tokam yere düşmüştü. Islak zemine basılan çamurlu ayakkabılar yüzünden yer epey kirliydi. Tokayı alıp yıkasam mı diye düşünürken "Ah, saçların ne kadar da güzel..." dediğini duydum Gülendam Abla'nın. "Niye hep toplu tutuyorsun ki? Bırak böyle kalsın."
Babam. Babam sevmezdi öyle saçlarımızı savura savura dolanmamızı. 'Ya hepiniz Sümeyra gibi edebinizle örtüneceksiniz, ya da o saçlar hep toplu duracak.' derdi. Aslında ona kalsa hepimizi zorla kapatırdı ama Havva Abla engel oluyordu. Zamanla hepimiz saçlarımızı toplu tutmaya alışmıştık, açık bırakınca rahatsız oluyordum.
Ancak şu anda saç derdine düşecek halim yoktu. Başımı salladığımda Gülendam Abla sıcak bir tebessümle yanıma geldi. Havlu kağıt alıp ellerini kuruladıktan sonra birlikte dışarı çıktık.
Yürürken boşlukta salınıyormuş gibi hissediyordum. Aklım sislerle kaplı gibiydi, sakinleştiricinin etkisi hala üzerimde tütüyordu. Bir şeyler düşünmeye çalıştım fakat başaramadım. Bir şeyleri hissetmeyi denedim, içimde boşluktan başka bir şey bulamadım.
Sahi, ne için yaşamıştım bugüne dek? Geriye dönüp baktığımda mantıklı bir gerekçe bulamıyordum. Boş yere on beş yılımı heba etmiştim, boş yere yorulmuştum bu kadar. Senelerim babama masumiyetimi ispatlamaya çalışmakla geçmişti. Onun kötü insanların yalanlarıyla kandırıldığını, atılan iftiraları ispat edebilirsem büyük bir aydınlanma yaşayacağını, gerçekleri anladıktan sonra da suçluları cezalandırıp beni bağrına basacağını falan mı sanıyordum? Üstelik ben bu adamın kendi babasının başına tırpan sapladığı ana şahit olmuştum!
Fakat sonraki üç gün boyunca dedemi kurtarabilmek için canını dişine taktığına, o korkunç fırtınaya rağmen tek başına şehre inip doktor getirdiğine, babası öldüğünde hıçkıra hıçkıra ağladığına şahit olunca onun pişmanlık duyduğuna kolaylıkla ikna olmuştum işte. Hatta böyle bir pişmanlıkla yaşamak zorunda kaldığı için babama üzüldüğüm bile oluyordu. Belki de onca iftiraya rağmen beni okutmaya devam ettiği için yanılgıya kapılmıştım. Babamın okul inadını bana duyduğu bastırılmış sevgiye yoruyordum, içten içe başarılarımdan mutlu olduğunu, ama gururuna yediremediği için bunu açıkça söylemek yerine dedeme verdiği sözü bahane ettiğini sanıyordum.
Galiba ben babama haddinden fazla derinlik yüklemiştim. O kadar çok kitap okuyordum ki, olayları bir sebebe bağlamak bende alışkanlık haline gelmişti. Halbuki gerçek hayatın tutarlı olmak gibi bir zorunluluğu yoktu. Çehov'un silahı yalnızca romanlarda patlardı, gerçek dünyada insanın karşısına çıkan her şeyin ardında bir varoluş sebebi bulunmuyordu. Beyaz atlı prensleri masallarda, işler bir düğüm haline gelince gökten inen deus ex machina'ları yunan tragedyalarında bırakmalıydım.
Çünkü bazı düğümler asla çözülmezdi, yalnızca geçmişin bir köşesinde unutulurdu. Bazı insanların içinde hayatlarına yöne veren tutkular olmadığı gibi diğer insanlardan sakladıkları derin dünyalar da yoktu. Artık anlıyordum. Gerçek hayata dair pek çok şey ardında hiçbir sebep taşımaksızın, öylesine, var olurdu.
"Yauv nerede kaldınız Gülendam? Soğumasın diye siz gelene kadar yemek de söylemedik, iki saattir ayazda aç acına bekliyoruz!"
İzzet Abi'nin sesini duyunca şaşkınlıkla etrafa bakındım. Ne ara buraya gelmiştik? Kendi içime öyle çok dalmıştım ki onca yolu geçerken, merdivenlerden çıkarken, terasın korkuluklarına yaslanmış masada oturan adamların yanına giderken farkına bile varmamıştım.
Alparslan'la göz göze geldiğimizde o da bunu anladı sanırım. Bir anlığına bakışlarında garip bir ifadenin titreştiğini gördüm, sonra yeniden karanlık perdelerini çekip gözlerini başka tarafa çevirdi.
"Elifcim otursana hadi."
Gülendam Abla İzzet Abi'nin yanında sandalyeye kurulmuştu bile. Mecburen ben de geçip Alparslan'ın yanındaki sandalyeye oturdum. Yemek kokularını duyunca aç olduğumu hatırlamıştım, neredeyse iki gündür tek lokma bile girmemişti ağzıma. Ve bir de soğuktan donuyordum fakat bunun için yapabileceğim bir şey yoktu. İzzet Abi garsona seslenirken çenemi elime yaslayıp sessizce aşağıdaki insanları izlemeye başladım. Bir süre sonra öyle derine dalmıştım ki üşüme hissim bile kaybolmuştu.
Yemek gelene kadar bana tekrar ilişmediler. Ya da bir şey söyledilerse bile ben duymadım. Zira tam karşımda oturan Gülendam Abla'nın dürtmesiyle irkilince sahiden de dünyadan koptuğunu anladım. Omuzlarımda Alp'in paltosu vardı fakat koyarken fark etmemiştim bile.
"Sen bir şey söylemeyince sana da çorba söyledik canım," diyerek önümde duran tabağı gösterdi Gülendam Abla. "Şimdilik midemizi tutsa yeter, eve gidince güzel bir kahvaltı ederiz."
Bir şey demeden sessizce çorbayı içmeye başladım. Acaba kahvaltıdan önce ölmeye fırsatım olur muydu?
-*-
ALPARSLAN
Bir şeyi çok istemek tehlikelidir. Çoğu zaman istediğinizi elde edemeyip hayal kırıklığına uğrar; elde ettiklerinizle mutlu olma şansını da kaçırırsınız. Fakat bazen daha kötüsü olur. Bazen hayat acımasız bir ders verir gibi gerçekleştirir dilekleri. İstediğini elde etmenin insana mutluluk vermeyeceğini ispat etmek ister gibi...
Son bir aydır her günüm, İstanbul'daki evimde ve Elif'in başka bir erkekle evleneceğini düşünerek geçmişti. Duvarların ıssızlığında çaresizliğin ne demek olduğunu her gün yeniden keşfetmiş; bir şehre sığamamanın mecazi bir söylem olmadığını öğrenmiştim.
Şimdiyse Elif yanımdaydı, yakında karım olacaktı, fakat hala çaresizlikten kıvranıyordum. Gözlerimin önünde sahip olduğu her şeyi yitirmişti. Çiftlikte ona bir nebze değer veren herkesi, büyüdüğü evi, karşıma çıktığı gün gözlerinde gördüğüm haylaz neşeyi yitirmişti. Acılar içinde haykırışını izlemekten başka bir şey yapamamıştım.
Şu an bile seyirci olmaktan ötesine geçemiyordum. Yanımdaki sandalyede otururken kendi içinde kaybolup gitmişti. Gökyüzünü bana yeniden veren masmavi bakışları dibi görünmeyen bir göl kadar durgundu. Sessizce aşağıdaki kalabalığı izlerken garsonun masaya açtığı servisi fark etmemişti bile. Omuzlarında inceden bir titreme baş göstermiş olmasa mermerden bir heykele dönüştüğünü düşünecektim.
Evet... Omuzları titriyordu belli belirsiz. Üşüyor olmalıydı lakin bunun bile farkında değildi. Çaresiz bir iç çekişle ona doğru eğdim başımı.
"Üşüdüysen içeri geçelim mi?"
Cevap vermedi. Fakat bilinçli bir yoksayış değildi bu, dalgın gözlerle aşağıyı izlerken hakikaten beni işitmiyor gibiydi. İçimden bir ses ona gerçek adıyla seslenirsem duyacağını söylüyordu. Az evvel arabadayken ona Elena diye seslendiğimde karanlığa dalıp gitmiş bakışları yüzüme çevrilmişti. Fakat bundan hoşlanmadığını fark etmiştim. Sanki adını söylemekle ona kötülük yapıyormuşum gibi acıyla bakmıştı bana. Aynı acıyı gözlerinde tekrar görmek istemiyordum.
"Elif?" dedim yeniden. "Elif beni duyuyor musun?"
Hiçbir tepki vermedi. Çaresizlik içinde kıvranırken "Alparslan şimdi değil." dediğini duydum yengemin. Ses tonunda bana karşı nadiren kullandığı otoriter tını vardı. "Muhtemelen seni duymuyor bile. İzin ver, acısını yaşasın."
Başımı çevirip sitemle yengeme baktım, ancak haklı olduğunu biliyordum. Böyle durumlarla nasıl baş edilmesi gerektiğini ondan iyi kimse bilemezdi. Hayat bazen hakikaten tuhaf ironilerle dolu oluyordu.
Sessiz bir baş işaretiyle onayladım onu. Bunun üzerine benimle alakadar olmayı kesti, abime dönüp didişmelerine kaldıkları yerden devam etti. İçten içe bu didişmelerinin bir mizansen olduğunu sezinliyordum. İkisi de Elif'in ne kadar ağır şeyler yaşadığının bilincindeydi ve sanırım önemsiz şeylerden bahsederek onu yeniden gündelik hayata davet ediyorlardı. Bilemiyorum... Abim mezun olmayı başaramasa da, ikisi de psikoloji okumuştu neticede.
Bense sevdiğim insanın acısı karşısında onlar gibi profesyonel davranmayı beceremezdim. Elif'in bu haline kayıtsız kalmam olanaksızdı.
Oturduğum yerden kalkıp üzerimdeki ceketi çıkardım önce. Ardından Elif'in arkasına geçip ceketi usulca omuzlarına bıraktım. Çardakta yaptığı gibi bana yaslanacağını ummuştum ama mermerden bir heykel gibi duruşunu devam ettirdi. Beni yanında istemediğini kesinkes anlayınca pes ettim. Yerime geri dönüp bir gözümü Elif'ten ayırmadan bizimkilere verdim dikkatimi.
"Yauv Gülendam başlatma şimdi evdekilerden." diye söyleniyordu abim. "Hele o Nigar'ın bu mevzudan haberi bile olmayacak, duydun mu beni? Düğünden bir gün önce vatsaptan davetiye resmi yollarız. Yerebatasıcalara çok bile."
"Karışma işime İzzet! Ben sana mafya babalarına şöyle davran böyle yap diyor muyum?"
"Gül'üm halamın kızını benden iyi mi bilecen? Bak bu oğlan bile it kadar aklıyla tehlikeyi anlamış, Mersin'e gelmeden önce kayıkhaneye kapattırmış Nigar şeytanını... Harbiden lan, sen nasıl akıl ettin onu? Bu ailede benden başka kimse Nigar'ın bir tehdit unsuru olduğunu idrak edemez sanıyordum."
"Nigar abla mevzusunu Ufuk hatırlattı zaten." diye söylendim. "Ben de uğraşmamak için önlem olarak kayıkhaneye kapatın dedim."
Abim böyle bir cevap vermemi beklemiyor olmalıydı. Pek havamda olmadığımı anlayınca ufaktan bi' bocaladı. Ardından tipik öfke krizlerinden birini sergileyerek başka noktadan saydırmaya devam etti bana.
"Senin alacağın önleme tüküreyim Alparslan." dedi homurdanarak. "Oğlum o manyak oradan çıkmayacak mı? Çıkınca ne yapacak sence?"
Bıkkınlıkla iç çektim. "Nigar abla dedikodudan başka ne yapabilir abi?"
"Anasını çağırabilir geri zekalı!" diye yükseldi. "Nigar şeytan ama Zarife Hala özbeöz deccal lan! İstanbul'a gelirse ortalık mahşer yerine döner."
Haksız sayılmazdı ama şu an Ahıskalı ailesinin kaotik üyeleri için endişelenecek durumda değildim. Derdim Elif'ti benim... İşler bir anda öylesine karışmıştı ki, İstanbul'a gidince ne yapacağıma dair en ufak planım yoktu. Sadece Elif'in yeniden güldüğünü, konuştuğunu, hayata karıştığını görmeye ihtiyacım vardı.
Belki bir tepki verir umuduyla elimi usulca yüzüne uzattım. Parmaklarımın eklem yerleriyle yanağına dokunduğumda irkilerek uzaklaştı benden. Ve dalgın bakışlarla aşağıdaki kalabalığı izlemeye geri döndü. Hepsi bu.
"Ay İzzet tamam, abartma sen de." dediğini duydum yengemin. "Ayrıca git şu garsona sor Allah aşkına, iki saattir yemek bekliyoruz. Hava buz gibi zaten..."
"Bu it dururken ben niye gidiyorum yav?"
Yengem abime sessizce bakmakla yetindi. Aralarında ne geçtiğini anlamadım ama bir şekilde ikna etmiş olmalıydı. Zira abim homurdanarak sandalyesini geriye itip ayaklandı. Geciken yemeklerle ilgili bir şeyler söylenerek tesise doğru ilerleyip uzaklaştı bizden.
Onun gidişiyle birlikte yengemin bana döndüğünü gördüm.
"Rahat bırak o kızı." dedi doğrudan. Sesinde yine o otoriter tını belirmişti. "Seni duymuyor bile, farkında değil misin?"
"Farkındayım." dedim dişlerimi sıkarak. "Ama böyle anlarda yanında olmam ona iyi gelirdi. Dokunmamdan rahatsızlık duymazdı."
Şaşkın bir ifade belirdi yüzünde. "Olmazdı derken... Sen Elif'i daha önce bu halde gördün mü?"
"Bu kadar kötü halde değildi ama evet... İki gün önce de onu böyle gerçeklikten kopmuş vaziyette bulmuştum. Müştemilatta bizim konuşmalarımızı duyduktan sonra..."
"Elif o gece de mi kriz geçirdi?" diye sordu önce. Ardından derin bir pişmanlıkla gözlerini yumdu. "Ah... Kim bilir nasıl yorumladı duyduklarını? O gece çok kırıldı hepimize, çok..."
Sözlerindeki bir detay dikkatimi çekince geri kalanına odaklanamadım. "O gece de mi kriz geçirdi derken, Elif'in daha önce de kriz geçirdiğini mi ima ediyorsun?"
Başını sallamakla yetindi.
"Nasıl yani?" diye devam ettim iyice şaşırarak. "Senin Elif'in krizlerinden haberin var mıydı?"
"Elbette vardı. Defne'yle niye bu kadar bağlandılar sanıyorsun?"
"Bir dakika— Defne ne alaka?"
"Abin seni üç günlüğüne İstanbul'a yolladığında çiftlikte ufak bir olay olmuştu." diye iç çekti. "Babası tartakladı Elif'i biraz... Biz araya girip engel olduk tabi, zaten çok geçmeden herkes evlere dağıldı."
"Sonra?"
"Sonra benim içim rahat etmedi. Defne'yi de alıp Elif'i görmeye gideyim dedim. Munise ablanın evine gittiğimizde onu kitap okurken bulduk."
"Defne Elif'i o haldeyken mi gördü yani?"
"Aslında etkilenmesin diye hemen odadan çıkacaktım ama ısrarla Elif'in yanına gitmek istedi. Galiba kendi ağlama krizlerine benzetti onun durumunu..." Yüzünde ufak, hüzünlü bir tebessüm belirdi. "Munise abla Elif kriz geçirirken kimse ona dokunamaz demişti ama Defne'den rahatsız olmadı nedense. İkisini görmeliydin Alparslan... Defnem tatlı tatlı teselli etti Elif'i, yavru kuşlar gibi sarılıp uyudular."
Derin bir iç çekişle arkama yaslandım. Defne'nin Elif'e olan tavırlarının sebebi şimdi anlaşılmıştı. AVM'de Elif gözden kaybolunca endişelenmesi, ona sarılıp korkma diyerek teselli etmeye çalışması, Elif'e duyduğu sonsuz güven... Tüm bunların başlangıcı Elif'i kriz geçirirken görmesi olmalıydı. Benzer korkuları paylaştıklarını anlayınca bağ kurmuştu kızla.
"Bu kez durum başka yenge." dedim çaresizce. "Elif tamamen içine kapadı. Defne'nin varlığının onu geri getirmeye yeteceğini sanmıyorum."
"Zaten bunu yapması gereken kişi sensin." dedi yengem nazikçe. "Onu bu hale sen getirdin çünkü. Hepsi senin suçundu diyemem ama dün yaşananlar sadece senin suçun."
Başta Elif'le evlenmeyi reddedişimi kastediyor sandım. Sonra oyuna getirildiğimizi bilmediği geldi aklıma. Yatakta basılmamızdan bahsediyordu yengem. Onun gözünden bakınca onca şeyin üstüne Elif'i baştan çıkarmıştım.
"Yenge benim o konuyla ilgili sana bir şey söylemem gerekiyor." diyerek iç çektim. "İki dakika şuraya geçelim mi?"
Başımla birkaç metre öteyi, merdivenlerin bulunduğu yeri işaret ettim. Orada konuşursak Elif bizi duyamazdı. Gerçi şu anda da bizi duymuyordu ama bilinçli olarak duymaması, bilinçaltında duymayacağı anlamına gelmezdi.
Ne var ki o esnada abimin geleceği tuttu. Onu yanında garsonla birlikte terasın kapısında görünce gerisingeri yerime oturdum. Şu an kendimi temize çekmeye çalışmanın sırası değildi. Olan olmuştu bir kere. Elbette bu işin peşini bırakacak değildim ama önce İstanbul'a gidip kabaca hasar tespiti yapmalıydım. Olanların ardından Barbaros Abas'la iletişime geçme şansım bile olmamıştı. Esin yengemin cinayeti konusunda yeni bir pazarlığa girişmemiz gerekebilirdi.
Yorgun bir iç çekiş döküldü dudaklarımdan. Bir şeylerin içine sürüklendiğimin, yanımdaki günahsız kızı da kendimle birlikte sürüklediğimin farkındaydım. Barbaros Abas meselesinde ipler büsbütün kaymıştı ellerimden. Babam haklıydı, yaptığım planlardaki tüm değişkenler benim kontrolüm altında olmalıydı. İnsanlara güvenerek kalkıştığım hiçbir işten hayır gelmeyeceğini, başarıya ulaşsam bile birilerine borçlanmış olacağımı daha çocuk yaşta öğretmişti. Bugünleri görse yüzüme tükürürdü muhtemelen.
Bakışlarımı çorba tabağından alınca abimin bana baktığını gördüm. O da aklımdan geçenleri bilseydi tükürürdü yüzüme. Babamdan öğrendiklerimi unutup insanlara güvenmeyi öğrenebilmem için senelerce didinmişti, adeta karakterimi baştan yaratmıştı fakat her fırsatta ilk haline dönen bir şeyler vardı zihnimde. Geçmişten bir türlü kopamıyordum.
"İstanbul'a vardığımız zaman ikiniz de bu kızın yanına yaklaşmayacaksınız." dedi yengemle bana. "Hele sen, nikaha kadar bizim evin kapısından bile girmeyeceksin. Elif'e gidip evlenmek istemiyorum gibisinden bir şeyler söylediğini duyarsam canını alırım Alparslan."
Onun burada konuşmasına şaşırarak başımı çevirdiğimde Elif'in zaten bizi duyamayacağını fark ettim. Kollarını masaya koyup başını yaslayarak oturduğu yerde uyuyakalmıştı. Uyanık olmadığına emindim zira güzel yüzünde yalnızca uyurken beliren çocuksu bir huzur vardı.
"Elif sana ne derse desin alttan alacaksın," diye devam etti abim. "Egonu zedelese bile saldırıya geçmeyeceksin-"
Dayanamayıp isyan ettim. "Yahu ben ne zaman Elif'e böyle bir şey yaptım ki?"
"Garip olan da bu zaten." diye söylendi. "Sen bu kadar yüce ruhlu biri değilsin, Alparslan. Aşkından gebersen bile seni istemediğini söyleyen bir kızın peşinden koşmazsın. Gururunu kırmasına izin vermezsin, kibirin müsaade etmez buna. Ama Elif bunları bilmiyor, değil mi? O kız seni herkese karşı Defne'ye olduğun gibi biri sanıyor."
"Abi sende mesleki deformasyon olmuş, yemin ederim." diye kahkaha attım. "Cidden Elif'ten intikam almaya çalışacağımı falan mı düşünüyorsun?"
"Şu anda intikam almanı gerektirecek bir durum yok ki ortada." dedi ciddiyetle. "Elif sana bir yanlış yapmadı."
"Öyleyse sorun ne?"
"Ama ileride yapabilir." diye cevap verdi. "Ben malımı iyi tanırım. Sen şimdi o kızı çukurdan çıkarmak için debeleniyorsun ama yarın kendi elinle daha derinine atarsın."
"Saçmalama abi, yapmam öyle bir şey."
"Yaparsın." dedi ısrarla. "Sonra da o çukurun başında yas tutarsın. Niye biliyor musun? Çünkü Elif oradan çıkamaz, Alparslan. Güçlü duruşuna aldanma, o kız çok yorgun."
Hiçbir şey söylemeden kendi kabuğuma çekildim. Yusuf Abim öldükten sonra evi terk etmeme sebep olan sözleri daha yumuşak bir dille tekrar dile getiriyordu abim. Neyse ki artık bununla savaşmamam gerektiğini öğrenmiştim. Onun güvensizliği bana değil, kendi iyileştirme gücüneydi. Tamamlanmamış bir tablodan farkım yoktu İzzet Ahıskalı'nın gözünde.
"Beni ne sanıyorsun bilmiyorum ama düşündüğün kişi değilim abi." dedim bıkkınlıkla. "Benim tek derdim Elif'i korumak."
"O zaman onun yanında ol." diye cevap verdi. Ses tonu yalvarır gibi çıkmıştı. "Bak bu kız iyi değil oğlum, hele dün olanlardan sonra... Canına kıyarsa bununla başa çıkabilir misin Alparslan?"
Kurşun yemiş gibi irkildim. "Saçmalama abi. Elif yapmaz öyle şey."
Abim 'sen öyle san' der gibilerinden güldü fakat bir şey demedim. Elif benim gördüğüm en savaşçı insandı. Üstelik böyle bir şey yapacak olsa son bir ay içinde yapardı zaten. Ben İstanbul'da kendimi eve kapatmış onun nişan hazırlığı yaptığını sanarken her gün eziyet görmüştü çiftlikte. Dayak yemiş, aşağılanmış, onur kırıcı bir teste girmesi için zorlanmıştı. Tüm bunlara rağmen sapasağlam ayakta duran bir kızın tam da o çiftlikten kurtulmuşken intihar etmesi bana pek mantıklı gelmiyordu. Yine de zamanı gelince Şevket denen o piçten Elif'e yaptığı her şeyin hesabını soracaktım. Başına nasıl bir bela aldığından haberi yoktu henüz.
"Hadi kalkalım artık. Alparslan sen Elif'i alıp arabaya geç, Gülendam sen de onlarla git. Ben şu hesabı ödeyip geliyorum."
"Ben de seninle geleyim." diyerek abimin peşine takıldı yengem. "Şu hediye dükkanından bir şeyler de alacağım."
"Kadın sırası mı şimdi alışverişin?!"
"İki dakikacık yahu! Demin gördüm fıtık yastığı da satılıyormuş. Dizi izlerken boynum ağrıyor diyip duruyordun, bulmuşken alayım işte."
"Tabi canım, çünkü İstanbul'daki fıtık yastıklarına kıran girdi! Derdin şu iti kızla yalnız bırakmak falan değil asla..." Bir an durup ateş saçan gözlerle bana baktı. "Sanki yeterince yalnız kalmamışlar gibi!"
Al işte. Arabada Elif uyurken birkaç kez izah etmeye çalışmıştım ama ikinci cümleye gelmeden abim sinirden kıpkırmızı kesilip bağırmaya başladığı için susmak zorunda kalıyordum. Gerçi kim olsa uydurduğumu düşünürdü, anlatınca hakikaten de saçma geliyordu kulağa. Şimdilik tek umudum hastanede yaptırdığım kan testinin sonuçlarındaydı. Aslında Elif'e sakinleştirici yaptıralım diye önermemin esas sebebi de buydu. Hastaneye gidip beni bayıltan ilaç vücudumdan atılmadan önce kan testi yaptırmak istiyordum. Henüz failin kim olduğunu bilmediğim için abimle yengeme bunu söylemek istememiştim. İçten içe onların böyle bizi bir rezilliğe maruz bırakacağını pek düşünmesem de kimseye güvenim kalmamıştı. Onlar Elif'le uğraşırken vurulduğumda beni tedavi eden Bahri Hoca'nın yanına gitmiştim.
Fakat adamın verdiği tepki garipti. Kapıyı çalıp odasına girdiğimde onu dolu gözlerle bir kağıdı okurken bulmuştum. Beni gördüğünde büsbütün sarsılmış gibiydi, boğuklaşmış bir sesle "Elif..." diyebilmişti sadece. "Elif'e bir şey mi oldu?"
"Sinir krizi geçiriyor." demekle yetinmiştim. "Acile götürdük ama onu zorla kaçırdığımızı iddia ettiği için doktorlar sakinleştirici yapmayı kabul etmediler. Gelip müdahale etmezseniz polis çağıracaklar."
"Elif neden böyle bir şey iddia ediyor ki?"
"Çünkü onu zorla kaçırıyoruz." demiştim mecburen. "Çiftlikte kalırsa Şevket denen pezevenk Elif'i yaşatmaz. Üstelik bugün babaannesini de kaybetti. Üstüne Şevket kızın gözünün önünde köpeğini öldürdü. Zaten günlerdir dövüp duruyormuş, öğrenir öğrenmez İstanbul'dan geri geldim ama..."
Nasıl izah edeceğimi bilememiştim. Zira harbiden de kulağa palavra gibi geliyordu fakat başka şansım yoktu.
"Bakın saçma geliyor biliyorum ama biri bize tuzak kurdu. Babaannesi köyde vefat ettiği için Elif'ten başka kimse yoktu çiftlikte, köpeğinin çok telaşlı olduğunu görünce başına bir şey olmasından korkup evine girdim. Göğsüne saplanmış bir şırıngayla baygın yatıyordu, boş şişedeki yazıyı zar zor okudum ama sanırım soydum pentobarbital yazıyordu-"
Bahri Bey gülmüştü. "Mümkün değil. Öyle bir şey olsa Elif şu an yaşamıyor olurdu."
"Zaten bunu yapanların amacı onu öldürmek değilmiş." demiştim utana sıkıla. Ardından başımı çevirip boynumdaki morluğu göstermiştim. "Çünkü o anda biri arkamdan yaklaşıp benim boynuma da iğne sapladı. Bayıldıktan sonrasını hatırlamıyorum ama uyandığımızda yataktaydık, epey uygunsuz bir halde. Ailelerimiz bizi o halde görünce açıklama bile yapamadık, apar topar imam nikahı kıyıldı, sonra da Elif'i alıp oradan ayrılmak zorunda kaldık. Eğer oyuna geldiğimizi ispat edemezsem İstanbul'da resmi nikahla evlenmek zorunda kalacağız."
"Öyleyse size hemen kan testi yapalım." diyerek beni bir kez daha kurtarmıştı. Sonra oradan geçen bir hemşireyi yanına çağırmıştı. "Sade Hemşire! Beyefendiyi kan testi için örnek almaya götürür müsünüz lütfen?"
"Yalnız bu kan testinden kimsenin haberi olmazsa sevinirim."
"Hipokrat üstüne yemin ederim ki aramızda kalacak." diye gülmüştü. "Gerçi birazdan o yemine aykırı bir şey yapmak zorunda kalacağım ama olsun... Polisler gelmeden aşağı ineyim en iyisi."
Ve böylelikle sorunu çözmüştüm. Ya da hiç değilse çözeceğimi umuyordum. Zira doktor bana kan testinin insanın kanında hangi maddeler olduğunu öğrenmek için değil, testi yapanlarca belirlenen maddelerin var olup olmadığını ölçmek için yapıldığını söylemişti.
Öte yandan, test sonucunun bir şeyi değiştirmeyeceğini biliyordum. Elif'in babası sonucu görünce özür dileyip kızını şefkatle bağrına basmayacaktı, şu saatten sonra bunu yapsa bile Elif'i o çiftliğe gönderemezdim. Fakat bu bize oyun oynayan kişinin peşini bırakacağım anlamına gelmiyordu. Bu tuzağı kuran kişi her kimse esas niyetinin bizi evlendirmek olduğunu sanmıyordum, içimden bir ses birilerinin başka bir amaç için bizi yem olarak kullandığını söylüyordu.
Elif'in uyku kokan çehresine bakarken iç çektim. Sandalyenin üzerinde bükülmüş bedeni daha da ufalmıştı sanki, bu kanadı kırık halini gördükçe çaresizlik bir düğüm olup boğazıma yerleşiyordu. Uykusunda büzüştüğünü görünce o düğümü yutkunup üzerine eğildim. Bir elimle sırtından destekleyerek masaya koyduğu başını kaldırırken belli belirsiz bir şeyler sayıklayarak bana tutunmaya çalıştı. Diğer kolumu bacaklarının altından geçirip onu kucağıma aldım.
Yeniden doğrulduğumda başını göğsüme yaslamıştı. Uykusunda belli belirsiz gülümsediğini görünce ne yaptığımı bile bilmeden eğilip alnına bir öpücük bıraktım. Başımı kaldırdığımda gözlerim tesisin iç kısmındaki marketin devasa camlarının arkasında durmuş, yüzünde sıkıntılı bir ifadeyle bizi izleyen abime takıldı. Bir saniye bile geçmeden yengemin yanında belirip ilerideki rafları gösterek onu çekiştirdiğini gördüm. Dinlenme tesisinin marketinde olmaktan ziyade Disneyland'a gitmiş beş yaşındaki veletler gibi duruyordu. Ulan yenge...
Kucağımda Elif'le aşağı inip yolun karşısına geçerken bizi bekleyen tablo kafamda az çok netleşmişti. Abim resmi nikah kıyılana dek beni Elif'in yüz metre yakınına bile yaklaştırmayacaktı muhtemelen. İmam nikahı falan dinlemezdi o, bugünkü nikahı da Şevket olay çıkarmasın diye kıydırdığını biliyordum. Mehtap'ı babasından isteme talebimi de öyle kolay unutmayacaktı. O gün bana sinirle söylediği laflar yüzünden Elif onlara olan güvenini de yitirmişti ve kafama fırlattığı kumandanın kırılmasından bile beni suçlu gören abim, bu mesele yüzünden neler neler etmezdi...
Arabaya varınca Elif'i arka koltuğa oturtup yanına geçtim. Motor kapalı olduğu için içerisi de biraz soğumuştu. Restoranda sırtına örttüğüm paltoyu altından alıp üstüne örtebilmek için Elif'i belinden tutup kendime çektim yeniden. Normalde uykusu daha hafifti fakat sakinleştiriciler hala etkisini gösteriyor olacak ki iç çekerek başını göğsüme yaslamakla yetindi. Paltoyu altından alıp tekrar üstüne örttükten sonra kolumu omzuna sardım, çenemi başının üstüne yaslayıp ipek şelalesini andıran saçlarını okşamaya başladım.
Az evvel restoranda gördüğümde gözlerimi alamamıştım ondan. Denizdeyken bile ördüğü için saçlarının bu kadar güzel olduğundan da, beline kadar uzandığından da haberim yoktu. Şimdiyse ipekten tutamlar halinde parmaklarıma dolanmıştı, cama çarpan yağmur damlalarını izlerken mis kokusunu içime çekiyordum.
Yolun diğer tarafında abimle yengemin belirdiğini görünce uyuyormuş gibi gözlerimi kapattım hemen. Kulağa şaşırtıcı geleceğinin farkındaydım ama utanıyordum onlardan. Elif'le beni çok yüz kızartıcı bir biçimde yakalamışlardı, Havva Hanım'ın getirip yere fırlattığı çarşafı düşündükçe hala yüzüm kızarıyordu. Geçmişte çok gurur duyulacak şeyler yaptığım söylenemezdi ama hiçbirinde böyle utanç duyduğumu hatırlamıyordum. Bu biraz da benim gurur duyulacak bir adam olmayışımla alakalıydı galiba. Ne kadar ahlaksızsam o kadar ahlaksızlık yapmıştım, ne kadar acımasızsam o kadar can yakmıştım, kaldıramayacağım sorumluluklara yer yoktu sırtımda. Bir sürü hata yapmıştım fakat sonrasında başımı öne eğecek bir günaha asla kalkışmamıştım.
İç çektim. Galiba ilk kez sırtıma taşıyamayacağım bir yük almıştım. Bu kez, boyumdan büyük bir aşka kalkışmıştım.
-*-
İstanbul'a vardığımızda Elif hala uyuyordu. Abim başta söylenir gibi olmuştu fakat muhtemelen bir iki saatlik yolumuz kaldığı için bize ilişmemişlerdi. Zaten ilişilecek bir durum da yoktu ortada. Ben bir kolumu Elif'in omzuna atmıştım, o da başını göğsüme yaslayıp kolunu karnıma sarmıştı ve görünürde ikimiz de uyuyorduk. Hepsi bu.
Gerçekteyse uyuyan sadece Elif'ti. Benim zihnimin içinde acil durum alarmları çalıyordu boyuna, yükselip alçalan siren sesleri arasında düşüncelerimi toparlamaya çalışıyordum. Halbuki aksini yapmak ne kadar da kolay olurdu. İçimden bir ses "Akışına bırak gitsin." diye yalvarıyordu. "Kimin neden sizi tuzağa düşürdüğünün ne önemi var ki? Deliler gibi isteyip de alamadığın şeyi biri getirip kollarına bıraktı. Direnmenin manası ne?"
Sahi, manası neydi? Direnmeyi bırakıp da içimden geldiği gibi davransam nasıl olurdu acaba? Elif'in beni öyle kolayca kabullenmeyeceğini biliyordum. Neden kabullensindi ki? Şu ana dek hep kendi hislerimle savaştığım için onun bana karşı neler hissettiğini hiç sorgulamamıştım. Belki de bulacağım cevaplar korkutmuştu gözümü. Hislerimizin karşılıklı olduğuna kanaat getirirsem direncimin kırılmasından endişe etmiştim.
Şimdiyse ilk kez onun bana karşı neler hissettiğini merak ediyordum. Aramızdaki fiziksel çekimin karşılıklı olduğunu çok önceden anlamıştım ama ya duygular? Elif de merak ediyor muydu beni? İlgi duyuyor muydu? Mersin'deyken bir hapishane mahkumu gibiydi bu kız. Anlatmaya ve anlaşılmaya öylesine hasret kalmıştı ki, benimle arkadaşlık etmesinden daha doğal bir şey olamazdı. Fakat seçeneklerin sayısı arttığı zaman neler olacağını bilemezdim, Ben bir plaj dolusu yarı çıplak kadının arasındayken de ona kitlenip kalıyordum ama onun için de öyle miydi bakalım? İstanbul'a gider gitmez evlenerek onu bir esaretten alıp başka bir esarete mahkum etmiş olmayacağım ne malumdu?
Elif'in uykusunda bana sokulduğunu hissedince hafifçe iç çektim. Bunları düşünmenin zamanı değildi, önce Elif'in normale döndüğünü görmem gerekiyordu. Çok kırmıştık onu, çok kırmıştım, çok kırılmıştı. Bu kadar kırgın haldeyken onun mantıklı düşüneceğini nasıl garanti edebilirdim ki? Normal şartlar altında aklına getirmeyeceği şeylere kalkışabilirdi, abimin söylediği intihar ihtimalini düşünmek bile canımdan can koparıyordu.
Öyle ya da böyle onunla evlenmek zorundaydım, yeni bir plan yapmak için zamanımız kalmamıştı. Üstelik Barbaros Abas faktörü de vardı artık, eğer Şevket'in damadı olup Balkanlar'daki silah ticareti ağına ulaşmalarını sağlamazsam yengemi kimin öldürdüğünü de öğrenemezdim. Evet, katili öğrenmek yengemi geri getirmezdi ama Defne'ye bunu borçluydum. Hiç değilse ebeveynlerinden birinin hesabını sormuş olacaktım.
"Gülendam söyle şu ite, uyku numarası yapmayı bıraksın." dediğini duydum abimin. "Eve varmamıza az kaldı."
Abimin sesini duyunca gözlerimi araladım yavaşça. Bakışlarımı dikiz aynasına çevirdiğimde yüzünde öfkeli bir ifadeyle beni izliyordu. Üstelik daha benim Mehtap'a evlenme teklifi ettiğimden bile haberi yoktu. Acaba o ne yapacaktı olanları duyunca? Şerefsizce olduğunu biliyordum ama yüzünün alacağı şekli düşündükçe gülesim geliyordu. Eğer biraz aklı varsa olanları duyduğunda bu evlilik teklifini ortaya atmak gibi bir aptallık yapmazdı. Zira Ayşe denen terörist sayesinde benim de ona karşı bazı kozlarım vardı artık. Otelde alkolün dibine vurmaya hazırlanırken kapı çalmış, açtığımdaysa karşıma yapay zeka ile küçük terörist çıkmıştı. Bu iki alakasız unsurun -üstelik daha o sabah Ufuk kızın kafasına silah dayamışken- bir araya nasıl geldiğini bilmiyordum ama bizim itten ilk fırsatta hesabını soracaktım bu durumun.
Zira Ayşe şaşırdığımı görünce "Ne o, yoksa Mehtap'ı mı bekliyordun?" diye gülerek içeri dalmıştı. "Hiç heveslenme Arslanalp, ona attığın mesajı ben gördüm ve bil bakalım ne yaptım?"
Bıkkınlıkla cevap vermiştim. "Mesajı sildin?"
"Sadece o mesajı değil, önceki mesajlarda yaptığınız gerzek gelecek planlarını da sildim." demişti her zamanki puştluğuyla. "Tamam, senin aptal olduğunu biliyordum ama bu kadarı beni bile şaşırttı. Cidden Mehtap'la evlenmeyi mi düşünüyordun?"
Sonrasında bana neden bunu yapmamam gerektiğini izah etmişti kısaca. Görünüşe bakılırsa Mehtap'ın beni kandırdığını falan sanıyordu. Baş belası yaratıktan kurtulabilmek için ikna olmuş gibi yapmış, sonra da onu Ufuk'la birlikte tekrar köye yollamıştım. Verdiği bilgiler fikrimi değiştirmemişti elbette. Aksine işime yaramıştı, eğer Mehtap benimle evlenmeyi kabul etmezse onu tehdit etmek için kullanacaktım.
Fakat buna gerek kalmamıştı. Akşama doğru uyandığımda Mehtap'tan gelen ve onu aramamı söyleyen bir mesaj vardı telefonumda. Aradığımdaysa teklifimi kabul ettiğini ancak babasının rızasını almadan evlenemeyeceğini falan zırvalamıştı. Muhtemelen zaman kazanmaya çalışıyordu, köy okulundaki müdürle olan ilişkisini bitirmeden benimle kaçarsa adamın başına bela olacağını falan düşünmüştü. Ona küçük sırrından zaten haberdar olduğumu söylediğimdeyse panikleyip suratıma kapatmıştı telefonu. Ben de mecburen yüz yüze konuşmak için köye gitmeye karar vermiştim fakat... Gidememiştim.
Bakışlarımı camdan dışarı çevirdiğimde boğaz manzarasıyla karşılaştım. Sahiden de yalıya varmamıza az kalmıştı, eğer şansımız yaver giderse kimseyle karşılaşmadan eve girip Elif'i yukarı götürebilirdik. Hiç değilse birkaç gün kafasını dinlemesi gerekiyordu. Zaten bu yüzden dün hastaneden çıktığımızda yengem evi arayıp döneceğimizi haber vermiş, Elif'ten hiç bahsetmeden benim odamı hazırlamalarını söylemişti. Aksi taktirde haberin bir saat içerisinde tüm sülaleye yayılacağını ve biz eve varmadan önce herkesin yeni gelini görebilmek için yalıya akın edeceğini biliyordu.
Yalının arka girişine vardığımızda yengemin arkasına döndüğünü gördüm. Elif'in hala uyuduğunu görünce şefkatli bir ifade belirdi yüzünde, konuşurken ses tonu epey kısık çıkmıştı.
"Alparslan, sen Elif'i alıp doğruca yukarı çıkar yengecim."
Abim homurdanarak ekledi. "Sonra da hemen aşağı in."
"Ay nereye iniyormuş çocuk?" diye söylendi yengem. "O kadar yol geldik, bırak da uyusun-"
Abim dönüp öyle bir bakış attı ki yengem lafı kıvırmak zorunda kaldı. "Alt kattaki misafir odasında canım..."
"Gerek yok." dedim kapıyı açarken. "Ben Elif'i bırakıp kendi evime giderim yenge."
İkisi kendi arasında didişmeye devam ettiği için sözlerim havada asılı kalmıştı. Tekrar etme gereği duymadım. Arabadan indikten sonra içeri eğilip koltukta uyuyan kızı aldım kucağıma. Sabah ayazı vücuduna çarpınca kaşlarını çatarak söylenmeye başlamıştı.
"Odakle smo došli, mama? Suntem acasă?"
Dudaklarımdan fırlayan ufak gülüşe engel olamadım. Başımı eğip uyku kokan yanağına bir öpücük bıraktığımda iç çekerek kollarını boynuma sardı. Allah kahretsin, neden iyi hissediyordum? Halbuki çiftliğe gittiğimiz gün onu istemeye geldiklerini söylediği andan beri bir üzerimden atamadığım bir huzursuzluk vardı. Ondan uzak olduğumda, yakın olduğumda, en mutlu anlarımızda, hatta öpüştüğümüz anda bile için için kıvranıyordum.
Şimdiyse deliler gibi öfkeliydim, çaresizdim ve Elif'in halini gördükçe mutsuzluktan geberiyordum fakat o kıvranma hissi kaybolmuştu. Ortasına düştüğümüz korkunç açmaza rağmen zihnimin ilkel bir köşesinde huzur bulmuş bir parçam vardı. Sabahın ilk ışıklarında onu ilk gören kişi olduğum için, tek kelimesini bile anlayamasam da uyku sayıklamalarını ben duyduğum için, nihayet onu kendime alabildiğim için bencilce bir memnuniyet duyuyordum.
Başımı kaldırdığımda abimle göz göze geldim. Garip bir ifade belirmişti yüzünde, hem halinden memnun gibiydi hem de hiç olmadığı kadar kaygılı görünüyordu. Başıyla bana evi işaret ettiğini görünce hiçbir şey söylemeden yürümeye başladım. Elif iyice huzursuzlanmıştı uykusunda, her ne kadar onu sarsmamaya çalışsam da uyanmak üzere gibi duruyordu.
Bahçe kapısından içeri girdiğimizde kapıdaki korumalar telaşa kapılmıştı. İçlerinden biri eve haber vermek üzere telefonuna yeltenince abimin ufak bir el hareketi yaparak oğlanı durdurduğunu gördüm. Yengemse çantasından çıkardığı anahtarlarla birlikte önümüze geçip eve doğru koşturmaya başlamıştı. Ne yazık ki boşuna telaş ediyordu, evdekiler uyanmıştı zaten.
Kapının önüne vardığımızda Deniz'in "Direniş yavaş, düşeceksin!" diye bağıran öfkeli sesini duydum. Kendisi rahmetli Feride ablamla ailemizin çılgın komünisti Tansu Enişte'nin kızıydı, bu yıl lise son sınıfa başlayacaktı ve yeğenlerim arasında en baş belası olanlardan biriydi. Direniş ise Tansu Enişte'nin Feride ablam vefat ettikten seneler sonra TKP üyesi bir kadınla yaşadığı tek gecelik ilişkinin meyvesiydi. Annesi çocuğu doğurduktan sonra Tansu Enişte'ye bırakıp sırra kadem bastığı için ablası Deniz ve şu an askerde olan abisi Fidel'le birlikte ailemizin bir parçası olmuştu. Mersin'e gitmeden hemen önce Tansu Enişte yine tutuklandığı için çocukları alıp yalıya getirmiştim, babaları serbest kalana dek abimlerle kalacaklardı.
Sonra başka bir ses daha karıştı araya... Kahretsin, Nigar Abla! İkonik yüksek ökçeli ayakkabılarıyla evin içinde koşuştururken "Dikmen ne yapıyorsun?!" diyerek kocasına bağırdığını duyabiliyordum. Yengem anahtarla uğraşmayı bırakıp kapıyı çalınca sesi bir anlığına kesildi ve ardından yalının kahyası Zeliha Abla'ya seslendi. "Zeliş sen gel kahvaltıyı hazırla, kapıya ben bakayım- Ayy annemler Gümülcine'den erken geldi kesin!"
Hasiktir... Nigar Abla'nın annesi benim halam olurdu. Kendisi 1800'lerdeki Ahıska sürgünününden sonra sülalemizin Gümülcine'ye yerleşen kısmına mensup olduğu için buraya nadiren gelir, ve hepimizin canına okumadan da gitmezdi. Yengeme sorarcasına baktığımda onun da şaşkın olduğunu gördüm. Abimse "Bu sefer elimden almayacaksınız..." diyerek burnundan solumaya başlamıştı bile. "Eğer o Nigar cadısı Zarife Hala'yı buraya çağırdıysa var ya... Bu sefer Amerika'ya değil Mars'a yollacağım bu Yerebatasıcaları!"
Ve tam o esnada kapı pat diye açıldı. İçeriyi göremiyordum zira eşikteki üç basamağı çıkmayıp alçakta kalarak abimle yengemin arkasına saklanmıştım. İçeri girdiğimizde onlar Nigar Abla'yı oyalarken Elif'le birlikte merdivenden yukarı kaçmayı planlıyordum. Fakat bizimkiler eve girerken Elif'in uyandığını fark ettim, bir yandan ayılmaya çalışırken bir yandan da gözlerini kırpıştırarak etrafındaki gürültüye anlam vermeye çalışıyordu.
İçerideki manzara bir anlığına kadrajıma girdiğindeyse umudumu tamamen kestim. Zira hengame sandığımdan da büyüktü. Sadece Nigar Yerebatmaz ve çekirdek ailesi yoktu evde, öteki yengelerim de vardı. Asaf abimin karısı Gülşen yenge, onun kız kardeşi Duygu, Atilla abimin karısı Nurcihan yenge ve yengelerimle birlikte yalıya doluşmuş bir çocuk sürüsü...
Üstelik hepsi gelenleri karşılamak üzere girişe birikmiş durumdaydı. Deniz cadısı hala Direniş'i azarlamakla meşguldü, Nigar Abla'nın oğlu Enes heyecanla babasına sesleniyordu, mutfaktan Zeliha Abla'nın kızı Sena'nın sesi yükseliyordu, abim Nigar Abla'ya bağırarak ne halt etmeye annesini buraya çağırdığını soruyordu, yengem Zeliha Abla'yı kenara çekmiş evdeki gelişmelerle ilgili brifing almakla meşguldü, yetmezmiş gibi Nigar Abla'nın kocası Dikmen Enişte sırılsıklam olmuş pijamaları ve elinde sökülmüş bir lavabo borusuyla kalabalığın ortasında belirmişti. En sonunda abim öfkeden kıpkırmızı kesilmiş yüzüyle kükreyerek tüm gürültüyü bastırdı.
"YETEEER!"
Elif sıçrayarak boynuma sarılınca gülsem mi ağlasam mı bilemedim. Gerçi tek korkan o değildi, evdeki tüm curcuna bir anda dinivermişti.
"Alparslan geçsene içeri!" diye bağırmaya devam etti arkasını dönüp bakmadan. "O kızı da uyandırmadan yukarı götür hemen, tımarhaneye gelin geldiğini sanmasın garibim!"
Lafını ikiletmedim. Kucağımda Elif'le birlikte kapının eşiğinden geçerken yengemin bize bakarak dua okuduğunu fark etmiştim, hemen ardından maşallah diyerek üstümüze tükürdü. Nigar Abla gelin lafını duyunca sırılsıklam olmuş kocasını bile unutmuştu, tüm kanallarını dedikoduya açmış bir halde bizi izliyordu. Zeliha Abla ve Sena'nın gözlerinden kalpler çıkararak, yengeleriminse ok atmaya hazırlanan kirpiler gibi temkinli bir tavırla kucağımdaki kıza baktığını görebiliyordum. Gülşen yengemin kız kardeşi Duygu Elif'in boynuma sarılı kolunu görünce gözlerini kısmıştı, eğilip ablasına bir şeyler fısıldarken boynumdaki kolların çözüldüğünü hissettim. Ardından panikle beni itmeye çalıştı, onun bir şeylerden korktuğunu görünce ısrar etmeyip kucağımdan inmesine izin verdim. Bir adım gerileyip farkında olmadan arkama sığınırken yüzü bembeyaz olmuştu.
"Elif iyi misin?" diye fısıldadım başımı ona doğru eğerek. "Çekinmene gerek yok, evdeki herkes bizim aileden-"
Sonra anladım. Çünkü anlatmıştı bana. Gece buluşmalarımızın birinde çiftliğe ilk geldiği günden bahsetmişti. Hayatında ilk kez gördüğü bir sürü insanın ortasında dikilirken ne kadar tedirgin olduğunu, insanların onu bakışlarıyla ölçüp tartmasının nasıl kötü hissettirdiğini, bu yüzden bir ortama ilk kez dahil olacağı zamanlarda içeri sessizce girip oradaki insanlarla zaman içerisinde teker teker tanışmayı tercih ettiğini, zira aksini yapmanın ona çiftlikteki ilk gününü hatırlattığını biliyordum.
"Aa Elif de uyanmış!" dediğini duydum abimin. Ses tonu birden yumuşayıvermişti. "Madem uyandın, gel odana çıkmadan önce seni kısaca evdekilerle tanıştıralım kızım."
İşte bu kesinlikle olmazdı. O ana dek Elif'in tüm tepkilerine kayıtsız kalmış olabilirdim fakat neler hissedeceğini bile bile bu tanışma faslına izin veremezdim.
Onun ardımda bir adım daha gerilediğini hissedince düşünmedim bile. Kızı elinden tutup çekerken "Üzgünüm ama evdekiler biraz bekleyecek abi." demekle yetindim. "Merak etmeyin, birkaç güne döneriz."
Kapıdan çıktığımızda evdeki kalabalık şaşkınlıktan ağzını bile açamamıştı. Açıkçası ben de şaşkındım, zira böyle bir şey planlarımın arasında yoktu. Sadece, ona çocukluğunu yeniden yaşatmak istememiştim. Hele ki böylesine kırılgan bir haldeyken evdeki kalabalığın odağında olmasına müsaade edemezdim. Zira onu neden yanımızda getirdiğimizi sorgulayacaklarını biliyordum, yatakta basılma hadisesini öğreneceklerini de... Bu süreçte abim beni yalıya almayacağı için Elif tüm soruların ve yargılayıcı bakışların tek muhatabı olacaktı. Tıpkı o lanetli çiftliğe ilk gittiği günlerde olduğu gibi...
Basamaklardan apar topar inerken Elif'in ayaklarının birbirine dolandığını fark ettim. Zaten epey halsiz görünüyordu, şaşkınlıktan ne yapacağını şaşırmış gibiydi. Abimin arkamızdan geleceğini bildiğim için hiç düşünmeden eğilip kızı omzuma attım. Dudaklarından ufak bir hayret nidası fırlarken elleri panikle tişörtümü kavramıştı. Deli olduğumu falan düşünüyordu muhtemelen, haksız da sayılmazdı.
Bahçeyi geçip ana kapıya ulaşmamız birkaç saniye bile sürmedi. Nereye gideceğimizi düşünmemiştim, sadece buradan uzaklaşmamız gerekiyordu. Tam dışarı çıkarken abimin yeri göğü inleten bağırtısını duydum.
"ALPARSLAN GETİR O KIZI BURAYA!" diye kükredi öfkeyle. "GÜLENDAM VER ŞU TABANCAMI! YEMİNİM OLSUN BU SEFER- ULAN SİZ DE AVEL AVEL BAKMAYIN, DURDURUN ŞU İTİ!"
Korumalar koşuşturmaya başladığında arabaya varmıştım bile. Şaşkınlıktan donakalmış kızı omzumdan indirip araca bindirirken göz ucuyla benim dörtlünün de olay yerine intikal ettiğini gördüm. Abimin koruma ordusunun peşime takıldığını görünce hepsi birden silahına davranmıştı. Elif'in bulunduğu taraftaki kapıyı kapatırken "Tüm arabaların lastiklerini patlatın!" diye seslendim benimkilere. Zira az sonra tüm korumalar arabalara atlayıp peşime takılacaktı. Neyse ki benim dörtlünün kaos anlarında kafası iyi çalışıyordu, hızlıca karar alabilme yeteneğine sahiptiler. Bu yüzden dördü birden harekete geçerken hiç beklemeden kendimi sürücü koltuğuna attım.
Ve sonra, gaza bastım.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro