Bölüm 14 - Yol
"Yenildim ben, unutuldum ve üzgün
değilim inan.
Büyüktü çünkü onların dünya arzusu,
Benim otların sesiyle kaplı kalbimden.
Söktüm atımı söğüdün gölgesinden,
Şimdi yol benim, yeniden."
-Birhan Keskin
-*-
Bu topraklarda kadınların kaderi kefle yazılır.
Henüz Türkiye'ye adımımı bile atmadan sezinlemiştim bu gerçeği. Mađio beni babama götüreceğini söylediğinde kumpanyadaki fahişelerin verdiği tepkiden... Fakat kaderi değiştirilen tek kişi olmadığımı, çok az kadının doğduğu insan olarak öldüğünü, geri kalanlarınsa ya öldürüldüğünü, ya da kefle yazılmış bir kadere reva görüldüğünü anlamam seneler sürdü. Tek bir harf değişince kaderin neye dönüştüğünü de...
Keder... Kedere dönüşüyordu.
Çünkü kadın olmak yalnızca kader değil, aynı zamanda da bir kederdi bu coğrafyada. Belki de bu yüzden zulme karşı koyamıyorduk, onu kaderimiz sandığımız için. Hem özgür irademize el koyup, hem de yaşadıklarımız yüzünden suçlu olduğumuza bizi inandırmayı başarmışlardı. O saatte orada ne işimiz vardı? Niye minik etek giymiştik üzerimize? Kesin biz kuyruk sallamıştık, hırsızın asla günahı olamazdı. Öyle olsa bile bu da bizim suçumuzdu, öyle herifleri seçtiğimiz için yaptıkları her şeyi hak ediyorduk. Eğer o herifleri biz seçmediysek de...
Hayır, elbette karşı taraf suçlu değildi. Asla. Haklıysak bile susmalıydık çünkü bu bir sınavdı. Bizi uçurumdan aşağı itip bunu Tanrı'nın bir sınavı olduğuna inandırmaya çalışacak kadar yüzsüz yaratıklarla nefes alıyorduk. Onları biz doğuruyorduk. Biz seviyor, koruyor, büyütüyor ve yine onlar tarafından en az bir kez, fizikten ya da ruhen, hepimiz katlediliyorduk.
Sahi, acaba nerede hata yapıyorduk?
Ben uzun yıllar hatayı çok yanlış birine yüklemiştim. Annemin ölmeden önce bizi emanet ettiği adamı, manevi babam Mađio'yu suçluyordum yaşadıklarım yüzünden. Annemin emanetine sahip çıkmamıştı, beni sözde iyiliğim için getirip cehennem gibi bir çiftliğe bırakmış, sonra da bir kez bile yanıma uğramamıştı. Oysa yanılıyordum. Mađio'nun yaptığı tek hata, kumpanyada onları gizlice dinlediğim akşam fahişelerin sözüne kulak asmamış olmasıydı.
Fakat o akşamı anlatmadan önce kumpanyadan bahsetmek istiyorum. Hayatımın en mutlu günlerini geçirdiğim o neşeli, cıvıl cıvıl, zihnimde yalnızca güzel yönleriyle iz bırakmış topluluktan. Ederlezi Kumpanyası'ndan...
Evet, ben hayata gözlerimi gezici bir gösteri topluluğunda açtım. Çocuk aklımla neden böyle bir kumpanyanın varlığına gereksinim duyduklarını anlayamazdım fakat ara sıra merak ettiğim oluyordu. Üç ayrı sirk, iki tiyatro topluluğu, yazlık sinema ekibi, sihirbazlar ve hokkabazlardan oluşan bir ekip, yiyecek içecek satanlar, bu gruplarda görev alan insanların aileleri ve elbette biz... Mađio'nun Güzelleri...
Kumpanyayla birlikte seyahat eden fahişelerin lakabıydı bu. Onlara Mađio'nun Güzelleri denirdi çünkü fahişeler topluluğunun idaresinden o sorumluydu. Gerçi annem bana onun yalnızca fahişeleri koruduğunu söylemişti. Kimseye zorla bir şey yaptırmıyordu, isteyen istediği zaman işi bırakıp gitme özgürlüğüne sahipti. Yine de onun tam olarak ne yaptığını anlayamamıştım. Sonuçta kadınlar bedenini satıp para kazanıyordu, Mađio bu işin neresindeydi ki?
Bunu sorduğumda annem Mađio'nun kumpanyadaki kadınların güvencesi gibi bir şey olduğunu söylemişti. Kendi başlarına bedenlerini satmaya çalışırlarsa elde edebilecekleri tek şey tecavüze uğramak olurdu, müşterilerin onlara ödeme yapmasını ve istemedikleri şeylere zorlamamasını Mađio'ya ve onun tabancasına borçlu olduklarını anlatmıştı.
O günden sonra Mađio benim gözümde kahraman gibi bir şey olmuştu. Fahişelerin Koruyucusu ve kötü insanlara korku salan cesur bir şövalye... Türkiye'ye geldikten sonra bu mesleğin sandığım gibi kahramanca bir şey olmadığını öğrendim elbette. Fakat gariptir ki, Mađio'nun gözümdeki yeri hiç değişmedi.
Halbuki kumpanyanın geri kalanı epey korkardı ondan. Belki de sahiden korkutucu bir adamdı ancak ben bunu anlayamayacak kadar çocuktum. Ve her çocuk gibi tüm dünyaya devasa bir lunapark gözüyle bakıyordum. Her şey bir oyundu benim içindi, fahişelerin ne yaptığı konusunda az çok bir fikrim vardı ama bedenini satmanın ne olduğunu anlayamıyordum. Bir akşam ateşin başında hep birlikte otururken "İyi de neden erkekler size dokununca bedeninizi satmış oluyorsunuz ki?" diye sormuştum saf saf. "En fazla bir saat dokunmuyorlar mı? Bu kiralamak olur, satmak değil..."
Hepsi kahkahalarla gülmüştü bana, öte yandan argümanıma da hak veriyorlardı. O gece hep birlikte fahişelerin bedenlerini kiraladığına, bedenini satanların evli kadınlar olduğuna kanaat getirmişlerdi. Bense çocuk aklımla evli kadınlara üzülmüştüm, fahişelerin en fazla bir saat katlandığı şeye onlar ömür boyu katlanıyordu.
Evet, seksin katlanılması zor bir ızdırap olduğunu o yaşlarda fark etmiştim. Aslında fahişeler bunu anlamamam için epey uğraşmıştı. Müşteriler geldiğinde içlerinden biriyle kumpanyanın sirk bölümüne gönderiyorlardı beni, bazen de o esnada bulunduğumuz şehri gezdiriyorlardı. Etrafta benimle ilgilenecek kimse olmadığı zamanlardaysa boş karavanlardan birine geçip bazen tek başıma, bazen de diğer çocuklarla oyun oynuyordum. Bu oyunlar sırasında diğer karavanlardan yükselen sesleri duymamak elbette mümkün değildi. Gerçi duyduklarımız genelde komik şeyler oluyordu, komik olmayanları da kendi aramızda komik bir şekilde taklit ederek eğlenceye çeviriyorduk.
Fakat her zaman değil... Bazen karavanın birinden, bir grup şamatacı çocuğun bile oyuna çeviremeyeceği sesler yükselirdi. Dayak sesleri, acı dolu çığlıklar, yakarışlar... Öyle zamanlarda oyun oynamayı bırakıp birbirimize sokulur, boş karavanın bir köşesinde göçmen kuşlar gibi sessizce bekleşirdik. Sadece biz değil, herkes beklerdi. Karavandaki kadın Mađio diye bağırana dek kimsenin müdahale etmemesi gerekiyordu. Bu kelimeyle yardım çağırmak fahişelerin kendi arasında şifreli anlaşma yöntemi gibi bir şeydi, oldukça da işe yarayan bir yöntemdi. Tabi, yardıma ihtiyacı olan fahişenin ağzı bağlı değilse...
Galiba bu detay benim büyümekle birlikte gelen sayısız farkındalığımdan biri oldu. Zaman akıp geçerken hepimizden bir şeyler eksiltiyordu, bazen eksilen bizzat içimizden biri oluyordu. Sayımız azaldıkça ve yaşımız büyüdükçe boş karavanlarda oyunlar oynadığımız günleri geçmişin soluk renkleri arasına bırakmıştık. Henüz altı yaşımı bile doldurmamıştım fakat bazı şeylerin oyundan ibaret olmadığını anlamaya başlıyordum.
Zaten eskisi günlerdeki neşeden eser kalmamıştı kumpanyada. Ağlayan kadınlar vardı, kasvetli bir hava inmişti insanların yüzüne, sanatçılar aileleriyle birlikte kumpanyadan temelli ayrılıp gitmeye başlamıştı. Bense bir yandan insanlar gittiği için üzülüyor, diğer yandan da gidenlerin tesadüfen ablama rastlama ihtimalini düşünerek kendimi avutuyordum. Kumpanyadan ayrılmaya karar veren tüm sanatçılara söz verdirmiştim, ablamı görürlerse muhakkak benim yanıma yollayacaklardı. Adar'ı merak etmiyordum, zira ikisinin birlikte olduğuna emindim. Üstelik biraz da kızgındım ona. Ablamı aramak için bir gece gizlice kumpanyadan kaçıp bir daha geri dönmemişti.
Bense böyle bir imkana sahip değildim, onların gidişinden bu yana kumpanyada işler epey değişmişti. Fahişelerin ve Mađio'nun gözü sürekli üzerimdeydi. Müşteriler gelince eskisi gibi beni şehri gezmeye götürmüyorlardı, kumpanyanın içindeyken bile özgürce dolaşamıyordum. Eskiden altı ayda bir şehir değiştirirdik ama son zamanlarda bu düzen de bozulmuştu. Gecenin bir yarısı uykudan uyandırılıp apar topar yola koyulduğumuz zamanlar oluyordu.
Müşterilerden biri fiyatımı sorduğunda altı yaşındaydım ve bu olay Mađio'nun hayatımı değiştiren o kararı almasına sebep oldu; beni babama götürecekti. İşte o gece gizlice dinlediğim tartışmanın konusu buydu. Garip olansa, sanki bu olay uzun zamandır devam eden bir davayı karara bağlamış gibi konuşmalarıydı. Kadınlardan birkaç tanesi müşterinin sapığın teki olduğunu ve bu olayın tekrar yaşanmayacağını iddia ediyordu. Hiç değilse ergenliğe girene kadar kumpanyada kalmaya devam edebilirdim.
Diğerlerine göreyse adamın niyeti hiçbir şeyi değiştirmezdi, her halükarda artık kumpanyadan ayrılma zamanım gelmişti. Orada kalmaya devam edersem büyüdüğümde insanların bana fahişe gözüyle bakacağını söylüyorlardı. Türkiye'de iş yapmış olan kadınlarsa büyümeme bile gerek olmadığını, eğer birkaç yıl daha kumpanyada kalırsam ergenliğe girdiğimde beni babama götürseler bile onun kabul etmek istemeyeceğini düşünüyorlardı. En sonunda Mađio öfkelenip "Tek sorun bu mu?!" diye bağırmıştı kızlara. Sonra da benim onları dinlediğimi fark edip konuyu kapatmışlardı.
O gece sabaha kadar ağladığımı hatırlıyorum. Gitmek istemiyordum elbette, Mađio beni karşısına alıp durumu izah ettiğinde son derece yaşıma uygun bir şekilde yaygara koparmıştım. Fakat çok kararlıydı, burada kalmaya devam edersem büyüdüğümde bana fahişe diyeceklerini bu kez de yüzüme söylemişti.
"Desinler!" diye sızlanmıştım. "Ben de doktor değil, fahişe olurum."
"Hayır Elena, fahişeler bedenleriyle para kazanırlar." demişti bana. Sonra eliyle kafamı göstermişti. "Senin hazinen işte burada. Hem hani söz vermiştin? Doktor olduğunda olduğunda ilk benim astımımı tedavi edecektin. Unuttun mu yoksa?"
Unutmamıştım. Bir şövalyeyi iyileştiren kişi olmak bence çok onur vericiydi, hem doktor olmam ne kadar sürerdi ki zaten? Mađio'nun beni sık sık görmeye geleceği sözlerine de inanınca mızırdanmak için pek fazla sebebim kalmamıştı. Böylelikle apar topar eşyalarımı toplamış, sırf ileride namusumu sorgulamasınlar diye yedi yaşına girdiğim gün onunla birlikte Türkiye'ye gelmiştim.
Hesap edemediği tek bir şey vardı. Bu ülkede yalnızca kadınların değil, kız çocuklarının da namusu sorgulanıyordu.
Gerçi başlarda bunu anlamamıştım. Çiftliğe gittiğimizde Mađio beni doğruca dedemin yanına götürmüş, sonra da tekrar görüşeceğimizi söyleyip ortadan kaybolmuştu. Birkaç güne geri geleceğini sandığım için arkasından ağlamamıştım bile. Zaten etrafım bir sürü yabancı insanla çevriliydi, hepsiyle kısaca tanışmıştım ama akrabalık bağları benim için bir anlam ifade etmiyordu. Yabancı bir ortama giren her insan gibi ben de doğal olarak ilk tanıştığım kişiye, dedeme güveniyordum. Ne var ki, dedem çoğunlukla çiftlik dışında oluyordu. O yokken yeni annem olduğunu öğrendiğim Havva Abla'nın dizinin dibinde oturuyor, küçük bir çocuğun merakıyla neyin içine düştüğümü anlamaya çalışıyordum.
Fakat anlayamıyordum. O yaşa kadar nerede ve kimlerle yaşadığımı öğrendikten sonra çiftlik halkının tavırları büsbütün garipleşmişti. Herkes durmadan hadi başıma bir şey geldiyse'yi konuşuyordu ama başıma ne geldiğini çözemiyordum. Bunun tek sebebi Türkçemin zayıf olması mıydı? Hiç sanmıyorum.
En sonunda bir kadın beni karşısına alıp açık açık konuşacağımızı, korkmadan her şeyi anlatmamı söyleyip "Orada sana bir şey yaptılar mı?" diye sormuştu. Ne yaptılar mı? Üstelik orası neresiydi? Ben bir sürü yerde bulunmuştum. Hatta demiştim ki isterseniz tüm şehirleri teker teker sayayım; ama kadın "Şehir değil," demişti, "Kerhaneden bahsediyorum."
Bu kelimeyi duyunca "Elbette," demiştim neşeyle. "Bir keresinde fahişelerle birlikte balık yemek için ünlü bir kerhaneye gitmiştik- Burada da kerhaneler var mı?"
Halamı dehşete düşüren bir yanlış anlaşılma zincirinin içindeydik aslında. Cherhane Rumencede balıkçı demekti, "ch" de k olarak okunduğundan balık lokantasından bahsettiklerini sanmıştım. Sonrasında mevzu çözülmüş ve balıkçı demeye çalıştığımı anlamışlardı fakat ben onların ne sormaya çalıştığını hala anlayamıyordum. Mecburen karı koca ilişkisi demişlerdi, cinsellik demişlerdi, biri orana bir şey yaptı mı demişlerdi. Yapmadı desem de tekrar tekrar soruyorlardı ve giderek daha açık konuşmaya başlıyorlardı. Biri içime bir şey sokmamıştı, emin miydim peki? "Eminim," diyordum "Bak mesela parmağımı ağzıma sokunca da içime bir şey girmiş oluyor ve ben bunun farkındayım. Orama bir şey girmiş olsa onu da bilirdim. Öyle değil mi hala?"
"Anlamıyor bu çocuk." demişti halamın kuzeni. Anladığıma inanmıyorlardı çünkü sordukları şeylere çok rahat cevap veriyordum, ürküp utanmıyordum. Anlamadığıma o kadar emindiler ki, halalarımdan biri beni ahıra götürüp çiftleşen hayvanları göstermişti; "Bak böyle."
Ne yalan söyleyeyim, hayatımda gördüğüm en komik görüntülerden biriydi. İki hayvan birbirinin üstüne çıkmaya çalışırken kahkahalarla gülüyordum. Halam kızmıştı bana, eve dönünce de "Görünce gülmeye başladı," demişti. "Normal çocuk olsa korkup ağlar, bu kız onların yanında kala kala..."
Bu kız ne? Yedi yaşındaki bir çocuk en fazla ne olabilirdi ki?
Mahvolabilirdi. O çocuk onların elinde mahvolur giderdi. Eğer dedem olmasaydı... Nereden haber aldığını bilmiyorum, zira o esnada babaannem ve babamla birlikte nüfus müdürlüğünde benim işlemlerim için uğraşıyorlardı. Fakat çiftliğe köyden ebe çağırdıklarını öğrenince apar topar geri dönmüş, ebeyle Zeliha Teyze beni yakalayıp yere yatırmaya çalışırken içeri girip ikisini de evden kovmuştu.
Fakat çiftlik ahalisinin geri kalanını kovamazdı. İki büyük halamla babam günlerce ikna etmeye çalışmıştı onu. "Baktıralım, içimiz rahat etsin." diyorlardı. "Hem yaşı küçük zaten, ne olduğunu bile anlamaz."
En sonunda ısrarın dozunu öyle çok kaçırmışlardı ki dedemin tepesinin tası atmıştı. Tüfeğini kapıp bahçenin ortasında havaya ateş ettiği günü hiç unutmuyordum. Bu mevzuyu bir daha açan, veya bana dokunmaya cüret eden olursa bir dahaki kurşunu ona sıkacağına dair büyük yemin vermişti.
Böylelikle dedemin ne kadar sözünün eri bir insan olduğunu anlamıştım. Zira ettiği yeminden sonra bir kişi bile ağzını açmaya cesaret edemedi. Zamanla olaylar da yatıştı ve çiftlik ahalisi mevzuyu ben büyüyünceye kadar rafa kaldırdı.
Rahatlamıştım zira büyüyünceye kadar orada yaşamaya niyetim yoktu. Mađio söz vermişti, eninde sonunda gelip alacaktı beni. O gelene dek çiftlikte uslu uslu oturmayı ve yeni hayatıma uyum sağlamayı planlıyordum. Bir yandan da okula gidecektim, ki bu kumpanyada sahip olamayacağım bir fırsattı. Eskiden altı ayda bir mekan değiştirdiğimiz için kumpanyadaki çocuklar her dönemi başka yerde okumak suretiyle okula gidebiliyordu. Ancak ablamın gidişinden sonra bir yerde o kadar uzun süre konaklayamaz olmuştuk. Son durumu bilmiyordum ama ben Türkiye'ye gelmeden önce bile kumpanyada sık sık tartışma çıkıyordu.
Buradaysa babamın nüfusuna geçer geçmez sınava girip okula yazılmıştım. Okuma yazmayı çoktan söktüğüm ve basit cebir işlemlerinde hiç zorlanmadığım için direkt ikinci sınıftan başlamamı uygun görmüşlerdi. Sosyal bilgiler konusunda biraz eksiğim vardı fakat okul müdürünün gözü beni epey tutmuştu, birkaç dil bildiğimi fark ettikten sonra öğretmenler arasında epey ünlenmiştim. Dedem ne zaman eğitim durumumu öğrenmek için okula gelse gururdan omuzları kabarmış halde çiftliğe dönüyordu.
Bu esnada yeni bir isim uygun görmüşlerdi bana, artık Elif diye çağırılıyordum. Bu ad değiştirme mevzusu bizzat dedemin emriyle gerçekleştiği için yeni adımı çok sevmiş gibi görünmekle meşguldüm. Bir tek dedeme değil ki, herkese kendimi sevdirmek için çeşitli oyunlar çeviriyordum. Fakat masumdu benim oyunlarım, insanları zaman zaman manipüle etsem de onlara zarar vermiyordum.
Ne yazık ki herkesin beni sevmesi imkansızdı. Okulda gösterdiğim başarılar dedemi gururlandırıyordu ancak ablalarımı benden uzaklaştırıyordu. Halalarım çocuklarını durmadan benimle karşılaştırdığı için kuzenlerimin gözünde düşmandan farksızdım. Havva Abla başlarda bana iyi davranmıştı fakat annesi Zeliha Teyze kabus gibi bir insandı. Başta kendi kızı olmak üzere etrafında kötülük yapmadığı tek bir insan dahi yoktu, üstelik zevk alıyordu bundan.
Yoksa bir insan neden ilkokul çocuğuna kerhane düşkünü derdi ki? Dördüncü sınıfa geçtiğim yılın temmuz ayıydı. Zeliha Teyze o gün elinde bir tepsi halka tatlıyla gelmişti çiftliğe. Normalde onun getirdiği şeylere elimi sürmeme izin vermezdi fakat bu kez kendi elleriyle tabağa koyup getirmişti "Özlemişsindir, al." diyerek.
O kadar ucuz bir kötülüktü ki, seneler sonra tesadüfen oralarda halka tatlıya kerhane tatlısı dendiğini öğrenince kahkaha atmıştım. Kadıncağız o kadar uğraşıp bana kötülük yapmaya çalışmıştı ama yöre kültürünü bilmediğim için hepsi boşa gitmiş, durduk yere bana tatlı yedirmişti. O gün onun zavallılığına epey gülmüştüm. Ama o günden sonra da bir daha asla o tatlıdan yemedim.
Geçmişe bakıp düşünüyorum da, ben o evde en çok laf yedim galiba. Dedem beni fiziksel şiddetten koruyordu ama psikolojik şiddet görünmez bir kabus bulutu gibiydi. Yediğim laflar gözle görülür hasar bırakmıyordu bedenimde, maruz kaldığım zorbalıkların çoğu günlük hayatın akışına sıkıştırılmış anlardan ibaretti. Yaşandıktan bir an sonra her biri ispatı imkansız sanrılara dönüşüyordu. Sanırım iftiracı damgasını da ilk kez o yıllarda kazanmaya başladım.
Çiftlikteki dördüncü senemin sonunda artık öfkelendiğim anlarda ortaya çıkan aksanım hariç kusursuz bir Türkçem vardı. Derslerimde de çok iyiydim. Çok hızlı öğreniyordum, çok fazla kitap okuyordum, her dönem sonu takdirname ve onur belgesi getiriyordum. Yetişkinlerin gözüne girmeme, çiftlikteki yaşıtlarımınsa beni dışlamasına sebep olan başarı belgelerim vardı.
Beni sevmeleri için her yolu denedim sanırım. Onlara yaptığım karşılıksız iyilikler, bilhassa Sümeyra ve Mehtap'ı mutlu etme girişimlerim, sevilmek için gösterdiğim her değişim onların gözünde biraz daha değer kaybetmeme sebep oldu. Ayşe Ablam dışında hiçbiri konuşmuyordu benimle. Ne yazık ki o da en fazla liseye kadar dayanabildi.
Çünkü en güvendiğin insan bile olsa, yüz kere iftiraya uğradığında ondan şüphe duymaya başlarsın. Hele ki, çevrendeki herkes atılan iftirayı doğruluyorsa... Bazı zamanlar ben bile sorguluyordum kendimi. Acaba şizofrendim ve bunun farkında değil miydim? Belki de kriz geçirdiğim esnada yapıyordum söylediklerini. O anları sonradan hatırlayamıyordum ki...
Evet, benim krizlerim vardı. Böyle bir öfke nöbetine ilk kapıldığımda ortaokuldaydım sanırım. En büyük ablam Mehtap'a saldırmıştım, benim okuldaki oğlanlara eteğimi kaldırdığımı iddia ediyordu. Yakasına yapışıp onu sarsmaya başlamış, susmayınca da "Abla yalvarırım yapma!" diyerek çığlık çığlığa ağlamıştım.
Oysa o bir şey yapmıyordu ki. Daha doğrusu büyükler geldiğinde onlara söylenen yalan buydu. Diğer çocuklar da onaylamıştı üstelik, oynadığımız oyunda kaybedince hırsımdan ablama saldırmıştım, zavallı kızın saçı başı yolunmuştu.
Büyükler bunun doğru olmadığını elbette anlamıştı. Çünkü her ne kadar hazzetmeseler de benim öyle bir çocuk olmadığımı biliyorlardı. Bu olayın benzeri ikinci kez yaşandığında da halalarım kuzenlerimi kenara çekip azarladı. Üçüncüde benim de biraz kendime hakim olmam gerektiğini söylediler, bu kadar büyütecek ne vardı? Dördüncüde şüpheler başladı. Sonra beş. Sonra altı. Sonra yedi.
Ve bir gün herkes bana olan güvenini kaybetti.
Zira durduk yere öfke nöbetine kapılıp etrafa saldırmaya başlayan bendim. Havva Abla'nın annesi Zeliha Teyze bunu kerhanede yaşadıklarımı hatırlamaya başlamış olmama yormuştu. Zamanla diğerleri de buna inandı sanırım. Bazen çok alakasız bir yerden çıkan uydurma bir iddia, beklenmedik bir şekilde gerçekmiş gibi benimsenebilir. İşte benim hayatımı yakan da Zeliha Teyze olmuştu.
Fakat asıl kabus dedem öldükten sonra başladı. Hayatım çok daha kötü bir hale gelmişti. Dedemin yokluğunda çiftlikte nefes alamıyordum. En sonunda baskı öyle bir noktaya geldi ki öfke nöbetlerim giderek sıklaştı. Ve sonra aniden bitti.
Tamamen içe kapandım. Zaten çiftliğe geldiğimde de sorunlu bir çocuktum, zannedersem annem öldükten sonra başlamıştı bu sessizlik nöbetleri. Elbette benim hiçbirinden haberim yoktu, çevremdeki insanlardan duyduğum kadarıyla biliyordum. Zaman zaman aniden donup kaldığımı, kendi içimde bir yerlere kapandığımı söylüyorlardı. Biri bana dokunursa çığlık atmaya başlıyor, kendime geldiğimdeyse hiçbir şeyi hatırlamıyordum. Çiftliğe geldiğim dönemler dedemin benim için tuttuğu doktorlar ve etrafıma ördüğü sevgi bariyeri sayesinde sessizlik nöbetlerim bir daha tekrarlanmamıştı fakat o gittikten sonra başa dönmüştüm. Üstelik bu kez kitap okuyarak...
Sıradan bir kitap okuyarak gerçeklerden kaçma eyleminden bahsetmiyorum. Normal şartlarda kitap okuyarak kaçılabilecek stresin bir sınırı vardır, o sınırın ötesinde insanın gözü kitabı da görmez. Bense intiharın eşiğindeyken hiçbir şey görmemeye, duymamaya ve nöbet sonrasında anımsamamaya başladım. Stresi kaldıramaz hale geldiğimde üç gün çölde kalmış bir insan gibi etrafta yana yakıla bir kitap arıyor, bulduğumda da bir yere oturup okumaya başlıyordum. Okurken etrafı duymuyordum, gördüklerimi çoğu zaman hatırlamıyordum, birileri kitabı elimden almaya çalışırsa çığlık çığlığa bağırmaya başlıyordum. Kitapla arama girebilecek her dış etkene korkunç bir tepki gösteriyordum.
Nöbet bittiğindeyse çoğu zaman hatırladığım tek şey okuduklarım oluyordu. O nöbetlerin bazılarında birinin beni dizine yatırıp başımı okşadığını hissetmiştim fakat elbette bu da bir hayalden ibaretti. Zira kriz geçirirken bana dokunabilecek tek kişi Ayşe'ydi ve o da yatılı okuduğu için çiftlikte değildi. Onun dışında, canımdan çok sevdiğim babaannem bile kriz esnasında yaklaşamıyordu bana.
Bu iki kişinin dışında kalanlarsa imkanı olsa bile yapmazdı. Yaşımız büyüdükçe çocuksu kıskançlıklar geride kalmıştı, örneğin Sümeyra ablam artık ilgilenmiyordu benimle. O doğrudan varlığımı yok sayıyordu. Mehtap ise büyüdükçe anneannesine dönüşmüştü. Zihniyle dış dünya arasında yükselerek empati kurmasını önleyen bir bariyerle yaşıyordu resmen. Ona ulaşıp kendimi sevdirmem de, onu o bariyerin dışına çıkarmam da imkansızdı.
Babama gelince... Oldum olası sevmemişti beni, babasının zoruyla nüfusuna geçirdiği için evladı yerine koymadığını biliyordum. Neyse ki tüm kötülüğüne rağmen fazlasıyla inatçıydı ve galiba okula devam edebilmemi bu inada borçluydum. Zeliha Teyze ve Mehtap bu durum karşısında çileden çıkıyordu fakat işe yaramıyordu. Ne iftira atarlarsa atsınlar "Vasiyet." diyordu babam. "Bu kız orospu da olsa okuyacak."
Ki orospu olacağıma da herkes kesin gözüyle bakıyordu. Daha üniversiteye gelmeden kasabada gencinden yaşlısına bir sürü kişiyle adım çıkmıştı. Babam çareyi en sonunda beni çiftliğe kapatıp bir çoğunun yüzünü bile görmediğim o adamlardan uzak tutmakta buldu.
Yaşım büyüdükçe yediğim laflar da değişiyordu tabi. Halalarım Havva Abla'yı sevmezdi, sırf onun canını yakmak için beni görünce güzelliğimi övmeye başlarlar, içlerinden biri "Maşallah bu kız yabancılara benziyor." derken diğeri de "Canım, kanında var normaldir." diyerek annemi ortaya atardı.
Ablalarım onların yeğeniydi ama sırf annelerini üzmek için kendi yeğenlerini de kötülerlerdi. En çok da dış güzellik üzerinden vuruyorlardı. Yaptıkları psikolojik baskı yüzünden sadece Havva Abla değil, üç ablam da çirkin olduklarına inanmaya başlamıştı. Oysa hepsi çok güzeldi, bilhassa Sümeyra peri kızı gibi bir şeydi.
Galiba biraz da halalarım yüzünden Havva Abla'dan nefret edemiyordum. Bir de, çiftliğe ilk geldiğim günlerde bana iyi davrandığını unutamıyordum. Belki halalarım ve durmadan onu dolduruşa getiren annesi Zeliha Teyze olmasaydı o çiftlikte farklı şeyler yaşanırdı. Belki de kötülük yine bir bahane bulurdu kendine, ezilenler yine ezildiğiyle kalırdı.
Tıp Fakültesi'ni kazandığımda biraz rahatlar gibi oldum. Ne çiftliktekiler ne de ablalarım orada bana ulaşamıyor, okuldaki çevremi manipüle edemiyordu. Nihayet insanların gözünde fahişe olmadığım bir yer bulmuştum. Gerçi beni derslere babamın şoförünün götürüp her ders çıkışı okuldan alması biraz dikkat çekiyordu ama en azından kampüsün içinde kimse bana zarar veremiyordu. Beş yıl boyunca bu sayede ayakta kaldım.
En çok da bu yüzden anlam veremiyorum. Neden yaptılar? Beşinci sınıftım zaten, Mađio beni almaya gelmese bile mezun olduktan sonra ya seve seve ya da kaçarak o evden gidecektim. Bunu babam dahil herkes biliyordu. Neden gitmeme izin vermediler ki? Neden bir sene daha dayanmadılar? Neden anne?
Eğer bu soruyu sormasaydım muhtemelen bu mektubu asla yazmazdım. Tüm ömrüm bir bekleyişle, asla gelmeyecek bir kurtuluşun umuduyla geçer ve o umudun hiç var olmadığını bile bilmeden ölüp giderdim. Fakat sordum, ve nihayet bir cevap buldum.
İşte beni ölüme götüren şey, o cevap oldu.
"Hayırdır, neye ağlıyorsun sen?"
Mehtap'ın sesini duyunca gözyaşlarımla ıslanmış mektubu katlayıp sütyenimin kenarına sıkıştırdım. Odamın kapısında durmuş, yüzünde küçümser bir tebessümle izliyordu beni. Şaşırmıştım, zira onu burada görmeyi beklemiyordum. Babaannemin günlerdir süren dedemin mezarını ziyaret etme ısrarı neticesinde herkes köye gitmişti.
"Yalnız bırak beni Mehtap."
"Yoksa amacına ulaşamadığın için mi mutsuzsun?" diyerek güldü. "Ne bekliyordun ki? Alparslan'ın o kadar yolu sana evlenme teklifi etmek için geleceğini falan mı?"
"Çok da umurumdaydı o herifin edeceği teklif!" diye bağırdım birden. "Oradan bakınca Alparslan'la evlenmeye niyetli gibi mi duruyorum ya? Ne hali varsa görsün!"
"Eh, zaten niyetli olsan da o dediğin imkansız. Çünkü kendisi bu sabah bana evlenme teklifi etti."
Yüzüme tokat yemiş gibi hissettim. Bu kadar çabuk muydu? Ben önce abisiyle yengesini ikna etmeye çalışır diye düşünmüştüm oysa... Gerçi ikna etmediği ne malumdu ki? Dün gece babama teste gideceğimi söyleyerek hamile olmadığımı da ispat etmiştim. Bu saatten sonra beni gelin almak için diretmelerine gerek yoktu, bir anlık gurura kapılarak kendi ellerimle Alparslan'ın Mehtap'la evlenmesinin önünü açmıştım.
"İyi o zaman keyfini sür." diyerek omuz silktim. "Yalnız fazla heveslenme, kendisi iki gün sonra da Sümeyra'ya teklif edebilir."
"Merak etme canım, iki gün sonra biz çoktan evlenmiş olacağız." Bir anlığına duraksadı. "Bu arada gözün arkada kalmasın, senin ufaklık da bundan sonra bana emanet... Neydi adı? Defne miydi?"
Gözlerindeki ifade hiç hoşuma gitmemişti. Sırf benden nefret ettiği için Defne'ye kötü davranır mıydı sahiden? Aklıma ziyan olmuş çocukluğum gelince kanımın damarlarımda buz kestiğini hissettim. Elbette davranırdı. Mehtap birine zarar vermek için sebebe ihtiyaç duymazdı ki...
"Sakın..." dedim tıslayarak. "Defne benim gibi sahipsiz değil Mehtap. O çocuğa değil zarar vermek, kötü bir söz dahi etsen Gülendam Abla'yla İzzet Abi seni kapının önüne koyar."
"Sonsuza dek yaşayacak halleri yok." diyerek burnunu kıvırdı. "Ayrıca o aptal velede neden zarar vereyim ki? Kendi çocuklarımız olduğunda Alparslan onu hatırlamaz bile."
Yanılıyordu. Alparslan'ı babamla karıştırıyordu fakat Ahıskalı ailesi bizim gibi değildi. Defne onların sadece kanı değil, aynı zamanda da emanetiydi. İleride kendi çocukları olsa bile Alparslan'ın onu hep el üstünde tutacağını biliyordum. Bu durumun Mehtap'ın hiç hoşuna gitmeyeceğini de... Defne'yi kendine rakip olarak görmesi en fazla ne kadar sürerdi ki? O noktadan sonra elinden geleni ardına koymayacak, küçük kızı arkaplana atabilmek için benimkine benzer bir çocukluk yaşatacaktı.
Defne katlanabilir miydi buna? Onu yıllar sonra elinde zehir dolu bir şırıngayla hayal edince göğsümün sıkıştığını hissettim. O çocuk benden çok daha saf ve temiz bir kalbe sahipti. El üstünde tutulmasına rağmen hiç şımarmadığını fark etmiştim. Çevresindeki insanlara asla emir vermiyordu, bir şey isteyeceği zaman dili döndüğünce rica ediyordu, yaşıtlarını kıskanmıyor, haksızlığa uğradığında hemen affediyordu. Bu kadar narin bir kişiliğin Mehtap'ın manipülasyonları altında ezilmesine izin veremezdim.
"Asla evlenemeyeceksin Alparslan'la!" diye çıkıştım birden. "Anlıyor musun beni? Buna asla izin vermem!"
Yüzünde ürkmüş gibi bir ifade belirdi. "Niyeymiş o? Y-yoksa onunla sen mi-"
"Elbette hayır." diyerek alaycı bir kahkaha attım. "Alınma ama, onunla evlenmek isteseydim bunu çoktan yapardım. Denizde fazlasıyla yakındık birbirimize, üstelik bu yakınlığın sebebi ben değildim. Anlayacağın ablacığım, sizin evlenmenize engel olmak için onu ayartmama bile gerek yok."
"En fazla ne yapabilirsin ki?" dedi temkinli bir bakışla. "Bana evlenme teklifi etti diyorum! Alparslan sözünü çiğneyip geçecek bir adam değil-"
"O sözü ona yedirirler." dedim kendimden emin bir şekilde gülümseyerek. "Benim onunla evlenmek gibi bir niyetim yok, ama beni öptükten sonra gidip ailemden biriyle evlenmesine de izin vermem. Anlayacağın, sen o işi unut Mehtap. Git köy okulundaki müdürle falan evlen, hem anneanne de yakın olursun."
"Yalan söylüyorsun!" diye öfkeyle bağırdı bana. "Ama ne yaparsan yap, bu kez mutluluğuma engel olamayacaksın. Oynadığın oyunlar senin başına bela olacak Elif!"
Hafifçe omuz silktim. "Göreceğiz."
Arkasını dönüp hışımla odadan çıkarken ufak bir kahkaha atmayı ihmal etmedim. Senelerce bu şeytanlarla uğraşmaktan az çok ben de bir şeytana dönüşmüştüm. Fakat onları ayırmak için bir şeytanlık yapmama bile gerek yoktu. Hemen bugün intihar etmem de yeterli olurdu...
Eğer şimdi intihar edersem o teste gitmekten korktuğum için bunu yaptığımı düşüneceklerdi. Belki ölmeden önce ardımda başka bir mektup bile bırakırdım. Bir intihar mektubunun doğruluğunu kim sorgulardı ki? Denizde aramızda geçenleri anlatsam Alparslan ablalarımın yanına dahi yaklaşamazdı.
Bu da beni başladığım yere getiriyordu.
Ağır adımlarla kıyafet dolabıma yürüyüp tahta bir kutunun içine sakladığım ilacı çıkardım. Bu ve müştemilattaki döşemenin altına sakladığım şişeyi ahırdaki ecza dolabından almıştım. İki sene evvel atlardan birinin bacağı kırıldığında veteriner çağırıp uyutmuştuk hayvanı. Aynı şey tekrar yaşanırsa diye babam ecza dolabına sodyum pentobarbital de koydurmuştu. Veteriner ilacın insanlara ötenazi yapılırken de kullanıldığını söylediği için normal zamanlarda dolabı kilitli tutuyorduk fakat Alparslan vurulduğunda geçici süreliğine ecza dolabının anahtarı benim elime geçmişti. O ara ne olur ne olmaz diyerek üç şişeden ikisini alıp saklamıştım.
Elbette bunun riskli bir yöntem olduğunu biliyordum. İdamın yasal olduğu ülkelerde infaz sırasında üç ayrı kimyasal kullanıyorlardı ve sodyum pentobarbital bunlardan yalnızca ilkiydi. Bazı yerlerde tek başına kullanılsa da tıp dünyasında süregelen birçok tartışma vardı. Bazı vakalarda barbitüratların kişinin saatlerce can çekişmesine sebep olduğu görülmüştü, bazılarındaysa bilincin kapanmadığı oluyordu ve ölene dek her şeyin farkında oluyorlardı. En kötüsü ise bu kimyasalın öldürme yöntemiydi. Bir hocamız barbitüratların respiratuar arreste sebep olduğunu söylemişti, bu da boğularak öleceğim anlamına geliyordu. Eğer bilincim kapanmazsa dakikalarca nefessiz kalacaktım.
"Ne olursa olsun bitecek." diye mırıldandım tahta kutuyu yatağımın üstüne bırakırken. "Sonsuza dek sürmeyeceğini biliyorsun."
Ellerimin panikten titrediğini fark edince böyle gitmek istemediğime kanaat getirdim. O nedenle banyoya gidip abdest aldım önce, ardından babaannemin tülbentiyle seccadesini bulup tekrar odama geçtim. Namaz kılarken gözyaşlarım yumuşak örtüyü ıslatmaya başlamıştı bile. Son kez secdeye vardığımda gözlerimi yumup tüm kalbimle ve tüm çaresizliğimle Tanrı'ya seslendim.
"Allah'ım affet beni..." derken boğazımdan bir hıçkırık koptu. "Çaresizliğimi görüyorsun, kimsesizliğimi en iyi sen biliyorsun. Senelerdir onca iftiraya, onca zulme, onca haksızlığa rağmen pes etmedim, senin verdiğin cana kıymayı aklımdan bile geçirmedim ama dayanamıyorum artık! Huzuruna böyle başım önde gelmek istemezdim ama yüreğim daha fazlasını kaldırmıyor... Yalvarırım geri çevirme beni, çünkü sevgisizlikten kemiklerim sızlıyor!"
Orada öylece kaç saat ağladığımı ben de bilmiyorum. Tek bildiğim şey sabahın erken saatlerinde kapandığım secdeden alacakaranlık çökerken kalktığımdı. Artık gözlerimden yaş akmıyordu, karanlık yalnızca odaya değil, ruhuma da çökmüştü sanki. Garip bir hissizlik ve sükunetle donanmıştım.
Sakince seccadeyi toplayıp kaldırdım. Başımdaki örtüyü çıkarıp evden ayrılırken sahte bir panik takınmıştım üzerime. Nefes nefese korumaların yanına koşturduğumda beni gördüklerine şaşırmadılar, sanki kötü bir haber bekliyormuşcasına diken üstündeydi hepsi. Babamın onları köye çağırdığını söylediğimde apar topar ayaklandıklarını fark ettim. Normal koşullarda benim tek bir lafıma dahi itimat etmeyecek adamlar birdenbire arabalara koşturmaya başlamıştı. Tanrı sahiden de işimi kolaylaştırıyordu bu kez.
Korumalar hareketlenirken ben de tekrar eve döndüm ama kapının önünde beklenmedik bir misafir vardı. Dobby... Babam onu bulmasın diye sakladığım yerden çıkıp babaannemin evinin önüne gelmişti, beni görünce havlayarak yanıma koşturdu.
"Ce faci aici Dobby?" diyerek kızdım ona. "Du-te repede la pădure!"
Takmadı bile. Eve yürürken havlayarak önüme geçmeye çalışıyor, eteğimin paçalarını ısırıp beni geri çekmeye çalışıyordu. Onun olacakları hissettiğini anlayınca içimde bir şeyler koptu sanki. Elbette farkındaydı, intihar edeceğimi sezinlediği için bana engel olmaya çalışıyordu.
Yere eğilip başını okşadım şefkatle. "Iartă-mă fiule..." dediğimde koca kafasını yana yatırıp başıyla elimi okşadı. "Nu te voi lăsa aici, înțelegi? Vei merge la İstanbul cu Alparslan."
Alparslan'ın adını vermekle hata etmiştim, Dobby pek hoşlanmıyordu ondan. Ayağa kalkıp eve doğru yürürken tekrar havlamaya başladı. Ne yazık ki onu sakinleştirmek için zamanım kalmamıştı, korumalar köye gidip de onları kimsenin çağırmadığını öğrenince tekrar çiftliğe dönecekti. Kimse gelmeden önce bu işi halletmek zorundaydım.
Bu sefer çok zor olmadı. Eve girdiğimde içimi saran anlamsız ürpertiden başka bir şey hissetmedim. Gün boyunca dökebileceğim tüm gözyaşını dökmüştüm zaten, korkum bile beni terk edip gitmişti. Acılı ya da acısız, her şekilde on dakika geçmeden ölmüş olacaktım.
Yatağa oturup sakince tahta kutuyu açtım. İlacı şırıngayı enjekte ederken ellerimin titremesi durmuştu, dünyaya dair tüm kaygılarımdan arınmıştım. Bu nedenle yeni bir mektup yazmakla bile uğraşmadım. Kutuyu bir kenara koyup yatağa uzandım...
Sonra iğneyi göğsüme sapladım.
✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧
"İnsanlar sizin düşüncelerinize, içtenliğinize, acılarınızın önemine, siz öldükten sonra inanırlar ancak. Siz yaşadıkça, durumunuz kuşkuludur."
-Albert Camus, Düşüş
-*-
Kapı açık, der Epiktetos. Neyi bekliyorsun?
Yeryüzünde acı çeken ruhlar için her daim var olan bir kurtuluş yolunu hatırlatır bu satırlar; intiharı. Henüz umudu tükenmemiş birine bu kapı dehşet verici bir surette görünür, düşüncesi bile hayli korkunçtur. Fakat ben tek damla gözyaşı dökmeden yürüdüm o kapıya. Önceden yazıp hazırladığım mektupları yanıma bile almamıştım, eşiğinde durup sonsuzluğa baktığım kapının azameti geride kalan her şeyi önemsiz hale getirmişti.
Filmlerdeki gibi elimde şırıngayla birilerinin yetişip bana engel olmasını beklemedim. Soğukkanlı bir tavırla dışarı çıkıp korumaları gönderdim önce. İğneyi yaptıktan birkaç saniye sonra kurtarılmamın imkansız olacağını biliyordum ancak yine de işimi sağlama almak istemiştim. Sonra eve dönüp yatağıma oturdum ve iğneyi kalbime sapladım.
Hepsi bu.
Bitmişti artık, onlar kazanmıştı ve ben yenilgimi de alıp uzun, çok uzun bir yola çıkıyordum. Heybem hafif, vicdanım rahattı. Hayatın akışının önünde set oluşturmayı bırakınca omuzlarımdaki ağırlık bile kaybolmuştu. Garip... Yıkılıp gitmenin bu kadar güzel hissettireceğini kim bilebilirdi ki?
Gözlerim kararırken hayal meyal evin dışından yükselen sesler duydum fakt kaynağını merak etmedim bile. Gelen kişi kim olursa olsun, içeri girdiğinde cansız bir beden bulacaktı. Bense ardımda kalanların pişmanlığının bile ulaşamayacağı kadar uzak bir yerde olacaktım. Ne yaparlarsa yapsınlar geri dönmeyecek, dönemeyecek, sonsuz bir uykuya dalıp bir daha asla uyanmayacaktım.
Fakat uyandım.
İlkin cama vuran yağmurun sesi doldu kulaklarıma. Vücudum sıcacık bir huzurla çevrelenmişti, üzerimde aşina olduğum yorganımın güven veren ağırlığı vardı. Belki de ölmeden hemen önce görülen bir çeşit rüyanın içindeydim. Zira ölüm bu kadar güzel hissettiren bir şey olmamalıydı. Üstelik mezarlar tek kişilik olurdu. Benim saçlarımdaysa bir başka insanın nefesi vardı.
Yattığım yerde kıpırdanmaya çalışınca yabancı bir bedeni okşadı ellerim. Başımın hemen üzerinde uykulu bir homurtu yükselirken avucumun altında bir insanın gerilen kaslarını ve hareket eden kürek kemiklerini hissettim. Bir erkekti bu. Ses tonu bana haddinden fazla tanıdık gelen bir erkek...
"Elif..."
Tüm halsizliğime rağmen gözlerimi aralamayı başardım. Bakışlarımın ötesinde uzanan esmer ten duyduğum sesle örtüşen bir cevaptı. Gerginliğimi hissetmiş gibi omzumu okşuyordu bir eliyle, diğer eliyse kalçamı kavramıştı.
"Alparslan..." diye mırıldandım güçlükle. "Biz ne-"
"Hmm..." diyerek homurdanmakla yetindi. Yüzünü görebilmek için kendimi geri çekmeye çalıştım fakat büsbütün huzursuzlandı uykusunda. Bir elini sırtıma bastırarak beni iyice kendine çektiğini fark ettim. Karşı koyamıyordum zira zihnim anlık bir şekilde uykuya dalıp ayılıyordu. Kafamın içinde öyle sisli bir bulanıklık vardı ki, nerede olduğumu bile idrak edememiştim.
"Alp..." diye sızlandım bu kez. "Bırak beni..."
Uykuyla uyanıklık arasında söylendi. "Sen kimsin?"
Aşağılık herif... Ölmeden önce gördüğüm son rüyada bile canımı yakmayı başarıyordu. Öfkenin verdiği anlık bir güçle tırnaklarımı göğsüne geçirdim. Onu kendimden uzağa iterken sesim tıslar gibi çıkmıştı.
"Müstakbel ecelin!"
Uykulu bir sesle güldü. İçimdeki öfkenin iki katına çıktığını hissettim fakat onu yeniden itecek kadar takatim yoktu. Aksine iyice tükenmişti gücüm, kolumu kaldıracak halim bile kalmamıştı. O nedenle Alparslan hareket etmeye başlayınca tepki veremedim.
"Elif?"
Bedenimi saran kollar çözülüp uzaklaştı benden. Üzerimdeki örtülere rağmen garip bir soğukluk tenimi kesiyordu. Göz kapaklarımı aralamaya çalışırken Alp'in bir şeylere sövdüğünü duydum. Sonra iyice üzerime eğildi ve omuzlarımdan tutup "Elif uyan!" diyerek sarsmaya başladı beni.. "Birileri gelmeden giyinmemiz lazım!"
Ha?
Sesindeki telaşı duyunca tüm gücünü toplayıp kirpiklerimi araladım. Yüzü yüzümün birkaç santim ötesindeydi, siyah bakışları endişeyle büsbütün kararmıştı sanki. Rüya olamayacak kadar gerçekçi göründüğünü fark edince içimde bir paniğin uyandığını hissettim. Ne yapıyorduk biz yatakta?
"Alparslan!"
İzzet Abi'nin gök gürültüsünü andıran sesi odayı doldurunca zihnimde uyuklayan tüm hücreler gözlerini açtı. Alparslan üzerime kapandığı için hiçbir şey göremiyordum fakat bunun bir rüya olmadığına emindim artık. Sahiden de yataktaydık...
"Alp n-ne oluyor?"
Sesim korku dolu bir fısıltı halinde çıkmıştı. Alparslan duyduysa bile cevap vermedi soruma, hala abisinin sesinin geldiği yöne bakıyordu. Neler olduğunu çözemeyince tüm gücümü kullanarak yerimde doğrulmaya çalıştım fakat hareket etmeme izin vermedi.
"B-bırak beni!"
Cılız isyanımı duymuş olacak ki başını hafifçe bana doğru çevirip "Elif dur..." diye fısıldadı. "Hareket etme, çıplağız."
"Ne?"
Başımı eğip vücuduma göz attığımda dehşetten nefesim kesildi. Sahiden de çıplaktık... Çırılçıplak olmadığımı biliyordum, altımda iç çamaşırım vardı fakat sütyen yoktu üzerimde. Bu halde ona sarıldığımı fark edince ilk verdiğim tepki kendimi geri çekmek oldu. Omuzlarımı bükerek ondan uzaklaşmaya çalışırken öfkeli bir sesle "Sana dur dedim." diyerek aramızdaki mesafeyi kapattı. Ağırlığını üzerime bıraktığında yatağa çivilendiğimi hissettim.
"ULAN NE OLUYOR BURADA?!" diye bağırdı İzzet Abi. "KİM VAR YANINDA EŞŞOĞLUEŞŞEK?!"
Korkuyla nefesimi tutarken bir başka tanıdık ses karıştı araya. "Elif nerede?"
Babam...
Çığlık atmamayı son anda başardım. Korkuyla yattığım yerde büzüşürken olanlara anlam vermeye çalışıyordum. Ne işim vardı bu yatakta? Hayır, benim burada olmam doğaldı. Zira bu yatakta intihar etmiştim. Sahi, sodyum pentobarbital dolu bir şırıngayı kalbime saplamıştım ben. Neden hala hayattaydım? Neden yanımda Alparslan vardı? Neden çıplaktık?
"Abi yemin ederim göründüğü gibi değil." dediğini duydum onun. "Ne olduğunu biz de bilmiyoruz-"
"LAN SİZ KİMSİNİZ? ÇEKİL KENARA İT HERİF!"
"Çekilemem, ben-"
"HAVVA ELİF NEREDE DİYORUM?!" diye bağırdı babam.
"Eeeh! Belli değil mi nerede olduğu?" diyerek cevap verdi Havva Abla. "Elin adamının altında işte!"
Allah'ım neden ölmedim? Neden almadın canımı?
Öfkeli ayak sesleri yaklaşırken Alp'in göğsüne saklanmaya çalıştım fakat yine de Havva Abla'dan kaçamadım. Elini saçlarıma dolayıp başımı arkaya eğdiğinde ufak bir çığlık koptu dudaklarımdan. Hemen ardından Gülendam Abla'nın hayret dolu nidası odada çınladı. Babam öfkeyle bağırmaya başlamıştı, İzzet Abi'yse onu zaptetmeye çalışıyordu sanırım. Alparslan'ın Havva Abla'yı savuşturmak için hareket ettiğini hissedince panikle yapıştım gövdesine. "Bırakma beni." diye fısıldadığımı duyunca birden duraksadı, ardından başını diğer tarafa çevirip bağırdı.
"Yenge al şu kadını başımızdan!"
Babam ağza alınmayacak küfürler savurmaya başlamıştı. İzzet Abi'nin de ona bağırdığını duyunca bastıramadığım bir hıçkırık koptu boğazımdan. Ağlamıyordum, fakat nefes alış verişlerim boğazlanan bir hayvanı anımsatacak kadar şiddetli hale gelmişti. Gürültüye Alparslan ve Havva Abla'nın tartışma sesleri de eklenince son nefesimi vermek üzere olduğumu anladım. Muhtemelen ölümcül bir panik atak geçiren ilk insan olacaktım.
Fakat sonra odada bir silah patladı.
-*-
Gülendam Abla'ydı.
Alp'in kolunun altından onun çantasından silahı çıkarıp havaya kaldırışını görmüştüm. Sonra silahı kocasıyla babama doğru çevirdi ve ortalık büsbütün karıştı. Havva Abla'nın elleri saçlarımdan çözülürken Gülendam Abla'nın korkunç bir gazapla babamları odadan kovduğunu fark ettim. Hemen ardından yanımıza gelip Havva Abla'yı çekiştirdi kenara. İkisi arkasını dönerken öfkesinden bu kez biz nasibimizi aldık.
"Giyinin çabuk!"
Alparslan'ın aceleyle doğrulduğunu görünce gözlerimi yumdum. Bir dakika bile geçmeden yatak yeniden onun ağırlığıyla sarsıldı. Gözümü açıp açmamakta kararsız kalırken yüzümü ellerinin arasına aldığını hissettim.
"Elif bak bana." dedi fısıldayarak. Kirpiklerimi araladığımda siyah bakışlarında güven veren bir ifade vardı. "Neler olduğunu bilmiyorum ama söz veriyorum çözeceğiz. Sen sadece sakin kalmaya çalış, olur mu? Kimseye bir şey açıklamaya çalışma, şu an ne dersek diyelim bize inanmazlar-"
"Alparslan!" diye bağırdı Gülendam Abla. "Giyindiysen düş önüme!"
Hala korkudan titriyordum fakat başımı sallayarak onu onayladım. Birilerinin bizi oyuna getirdiğine şüphem yoktu. Eğer yatakta birlikte uyandığım kişi başka bir erkek olsaydı doğal olarak önce onu suçlardım fakat Alparslan'ı tanıyordum. O bana böyle bir kötülük yapmazdı.
Yengesiyle birlikte dışarı çıktıklarında yorgana sarınıp ben de ayağa fırladım. Kıyafetlerim yere saçılmış vaziyetteydi zaten, Havva Abla ise sinirli bir vaziyette hazırlanmamı bekliyordu. Üzerimi giyindiğimde yanıma gelip koluma girdi, ardından beni çeke çeke dışarı sürükledi.
Babamın yüzünü gördüğümde yere bir çukur kazıp içine girmek istedim. Diğerlerine bakamıyordum bile, sadece neler olduğunu çözmeye çalışıyordum. Fakat aklımı toplamam mümkün değildi, zihnim hala puslu bir bulanıkla bezeliydi. Bakışlarım Alparslan'a takılınca onun da benzer durumda olduğunu fark ettim. Şişedeki sodyum pentobarbitali değiştiren kişi her kimse Alp'i de bayıltarak yanıma getirmiş olmalıydı. Bu da bize oyun oynayanın bir erkek olduğunu gösterirdi. Zira ben şırıngayı kendime saplarken Alparslan çiftlikte bile değildi. Onu bayıltan kişinin bir arabaya bindirip buraya getirmesi, sonra da benim yanıma yatırması gerekiyordu.
Anlamadığım tek şey, bir yabancının Dobby engelini nasıl aştığıydı. Birileri onu da etkisiz hale getirdi desem... Az evvel dışarıdan yükselen havlama sesini kendi kulaklarımla duymuştum. Belki de Alp kendi gelmişti çiftliğe, sonrasında birileri onu bayıltmıştı. Sahiden kafayı yemek üzereydim. Keşke Alparslan'la baş başa konuşma şansım olsaydı, muhtemelen parçaları birleştirerek problemi çözebilirdik.
"Kırk gün!" dedi babam öfkeden titreyen parmağını kaldırarak. "Kırk gün sonra gelip bu kızı isteyeceksiniz. Şimdi çekin gidin evimden!"
Başımı kaldırıp şaşkınlıkla babama baktım. Ne kırk gününden bahsediyordu? Ayrıca neden yüzü bu haldeydi? Deli gibi öfkeli olması normaldi fakat gözlerindeki kızarıklığa bakılırsa bir şeylere ağlamıştı. Sadece babam değil, yengem ve İzzet Amca da aynı durumdaydı...
Derin bir nefes alıp zihnimi toplamaya çalıştım. Bir şeyler ters gidiyordu. Babamın söylediği şeyleri pek takmamıştım. Kırk gün sonra değil, yarın akşam gelip beni istemelerini söylese bile bir önemi yoktu. Nasılsa yalnız kaldığım anda yeniden ve bu kez kesin bir şekilde intihar edecektim. Şu anda utançtan yerin dibine girmiyor oluşumun sebebi bile en kısa zamanda kurtulacağımı bilmenin verdiği güvendi.
Fakat kırk gün detayı... Orada beni rahatsız eden bir şeyler vardı. Normal bir kafayla hemen anlam vereceğimi bildiğim ancak şu anda çözemediğim bir detay...
"Abi biz bir şey yapmadık."
Alparslan'ın konuştuğunu duyunca başımı kaldırıp ona baktım. Ellerini sımsıkı yumruk yapmış, onu kapıya doğru çekiştiren abisine bakıyordu. İzzet Abi bir an için kardeşine vuracakmış gibi göründü, fakat babam ondan önce davranmıştı. Öfkeli bir boğa gibi ileri atılırken elini havaya kaldırdığını gördüm.
"ULAN YATAKTA BASTIK SİZİ!" diye bağırarak yumruğunu Alparslan'ın çenesine çaktı. "BU İŞTEN YIRTABİLECEĞİNİ Mİ SANIYORSUN?! YA BU KIZI ALIRSIN-"
Alparslan'ın "Almayacağım!" diye bağırdığını duyunca gözlerimi sımsıkı yumdum. "Biz hiçbir şey yapmadık diyorum, bunun nesini anlamıyorsunuz? Birileri ikimizi de oyuna getirdi!"
"Kes sesini Alparslan!"
"Abi yemin ederim biz bir şey yapmadık! İnanmıyorsan Elif'e sor!"
İzzet Amca bana dönünce başımı sallayarak onayladım. Başka ne yapacaktım ki? Alparslan "Almayacağım!" diye bağırdığında dizlerimin bağı çözülmüştü sanki, dışarıdan belli etmesem de içeride kıymık kıymık bir şeyler tenime batıyordu. Kendimi oradan oraya atılan defolu bir mal gibi hissediyordum. Aşık bir genç kızdan evvel bir insan olarak daha fazla aşağılanmaya tahammülüm kalmamıştı.
"Yapmadınız, öyle mi?!" diye bağırdığını duydum Havva Abla'nın. Elinde bir çarşafla odadan çıkmış, öfkeyle kapının eşiğinde dikiliyordu. "Bu ne öyleyse?!"
Babamın önüne fırlattığı çarşafı görünce yer ayaklarımın altından çekildi sanki. Bana ait olmadığına emindim, sahiden de bir şeyler yaşamış olsaydık bilirdim bunu. Alparslan'a baktığımda onun da hayretten kalakaldığını gördüm. Biri bize sahiden çok fena bir oyun oynamıştı.
Gözümün ucuyla babama baktığımda bunu izah etmemin imkansız olduğunu anladım. Bana öyle büyük bir kinle bakıyordu ki İzzet Abiler gittikten sonra intihar etmeme bile gerek kalmayabilirdi. Ona yaşattığım utancın hesabını çok sert bir şekilde soracağına emindim. Belki de intihar edemeyecek kadar elden ayaktan düşmeme sebep olacaktı. Nasılsa şu saatten sonra İzzet Abilerin beni gelin almama şansı yoktu. Babamın beni onlara tekerlekli sandalyede vermeyeceğini kim garanti edebilirdi ki?
"DEFOLUN EVİMDEN!" diye bağırdı babam yeniden. "KIRK GÜN SONRA BU KIZI İSTEMEYE GELMEZSENİZ ANDIM OLSUN Kİ-"
"Ne kırk günü be?!" diyerek lafa karıştı Havva Abla. "Değil kırk gün, bu yosmayı bir gün bile evimde tutmam ben! Giderken yanlarında götürsünler!"
Hayır, hayır, hayır...
Benim için sakat kalmak kadar korkunç bir şeydi bu. Onlarla birlikte gidersem nasıl intihar edecektim ki? Defne vardı İstanbul'da, onunla aynı çatı altında kalırken asla kendime zarar vermezdim. Evlendikten sonra illa ki Alparslan'la beni baş başa bırakırlardı ancak o zamana dek aşağılanmayı nasıl kaldıracaktım?
Babamın "Olmaz öyle şey!" dediğini duyunca rahat bir nefes aldım. "Nikahsız kız mız alamazlar bu evden!"
"İmam nikahı kıydırıp gönder o zaman!" diye üsteledi Havva Abla. "Kırk gün boyunca ev dolup taşacak Şevket, onca derdin arasında senin ahlaksız kızınla uğraşamam ben!"
"Allah aşkına sırası mı şimdi Havva?!"
"Ya insanlar çiftliğe gelmeden nikahını kıydırıp bu kızı yollarsın, ya da herkesin ortasında rezil ederim bu kevaşeyi!"
"Havva!"
"G-gitmem..." dedim cılız bir sesle. Ardından cesaretimi toplayıp babama doğru döndüm. "Hiçbir yere gitmem ben! İster inanın ister inanmayın bizim aramızda bir şey geçm-"
Suratıma yediğim okkalı tokatla birlikte sesim kesildi. Başım diğer tarafa dönerken dişlerimi sıkmakla yetindim. Yumruklarımı da. Gerçek şu ki, şiddet görmek bana hiçbir zaman güçsüz hissettirmemişti. Baskıya maruz kalınca ezilmiyordum. Hor görüldükçe başımı daha dik tutuyor, kırıldıkça daha sert bir şeye dönüşüyordum. Dışarıdan gelen her darbe bende daha büyük bir iç direnç yaratıyordu.
İkinci kez patlayan dudağımdan süzülen kanın ince bir sızı gibi çeneme süzüldüğünü hissettim. İzzet Abi çoktan müdahale edip beni kenara çekmişti, Alparslan'ın babama doğru atıldığını görünce Gülendam Teyze de araya girdi. Hengameden sıyrılıp her zamanki gibi bir köşe seçtim kendime. Hırgürle büyümüş her insan gibi ben de kaosun ortasında bile kendime sakin bir liman bulabilme yeteneğine sahiptim. Eğer Havva Abla da bu yeteneğe sahip olmasaydı belki de kaosu fırsat bilip sessizce sıvışır, müştemilatta bıraktığım diğer şırıngayı alıp tüm bu kargaşayı sonlandırırdım. İçimde hala bunu yapacak kadar güç vardı. Çünkü dediğim gibi, dışarıdan gelen darbeler beni hiçbir zaman zayıflatamamıştı.
Fakat içeriden gelen darbelere karşı dayanıksızdım.
Havva Abla'nın kavganın arasından sıyrılıp sessizce yanıma geldiğini görünce çaresizliği iliklerimde hissettim. Gözlerinde çocukluğumdan bu yana aşina olduğum o ifade vardı, o kendinden emin bakış... Ne kadar direnirsen diren kaderin benim elimde demekti bu, ben ne dersem o olacak. İşin kötü tarafı, sahiden de oluyordu. Babamın kaba kuvvetle kıramadığı direncimi bakışlarıyla un ufak edebiliyordu bu kadın. Çünkü bana nereden vuracağını hep çok iyi biliyordu.
"Bu çiftlikte artık sana yer yok." dediğini duydum usulca. Sesi sakindi. "Aklın varsa bir an evvel nikahını kıydırır, cenaze gelmeden çıkıp gidersin. Eğer kalırsan kırk gün sonra buradan ancak cesedin çıkar."
Duraksadım. "Ne cenazesi?"
"Babaannenin cenazesi." diyerek en içten bir darbe indirdi bana. "Bir saat önce son nefesini verdi rahmetli."
-*-
"Şimdi acının ne olduğunu gerçekten biliyordum. Ayağını bir cam parçasıyla kesmek ve eczanede dikiş attırmak değildi bu. Acı insanın yüreğini paralayan, sırrını kimseye anlatmadan birlikte ölmesi gereken şeydi. Kollarda, kafada en ufak güç bırakmayan, yastıkta kafayı bir yandan öbürüne çevirme cesaretini bile yok eden şeydi."
-Şeker Portakalı, José Mauro de Vasconcelos
-*-
Babaannemin ölüm haberini aldıktan sonra olup bitenlerle pek alakadar olamadım. Zihnim bir heyulanın içinde yüzüyordu sanki, tüm hislerimden arındırılmış vaziyette şeffaf bir şok balonuna hapsolmuştum. Gülendam Abla beni kendine çekip sımsıkı sarıldığında tepki veremedim. İzzet Abi bir şeyler söyledi fakat dinlemedim. Sonra Havva Abla kolumdan tutup banyoya götürdü beni. Çocukluğumdaki gibi tabureye oturtup yıkarken sebebini bile merak etmedim.
Oysa binlerce soru vardı boğazıma düğümlenen. Babaannemin nasıl öldüğünü sormak istiyordum. Son zamanlarda fazla halsizdi, sürekli uyuyordu ve köye gidip dedemin kabrini ziyaret etmeyi kafasına koymuştu ama onun niyetinin temelli gitmek olduğu aklıma bile gelmemişti. Halbuki doktor olacaktım ben. Gözlerimin önünde ömrünün son günlerini yaşayan bir insanı nasıl fark edememiştim?
Banyodan çıkınca yine Havva Abla giydirdi beni. Önüne oturtup saçlarımı tararken boğazımdaki düğümlere geçmişten gelen anılar da eklenmişti. Çiftliğe ilk geldiğim günler... Dedem beni Havva Abla'nın yanına götürüp "Bak bu anne." demişti tane tane. "Anne nedir biliyorsun, değil mi?"
Biliyordum. Anne şefkat demekti, sevgi demekti, sıcacık bir kucak demekti. O nedenle dedem bana yeni bir anne verince dünyalar benim olmuştu. Yeni annemin de beni kendi annem gibi sevip sarmalayacağını sanmış, uzun bir zaman Havva Abla'nın eteğinin dibinden ayrılmamıştım. Çoğunlukla azar yiyip öteleniyordum fakat etrafta kimseler yokken bana iyi davrandığı da oluyordu. Sonra giderek azalmıştı o iyilik kırıntıları. Fakat ben inatçıydım, her şeye rağmen uzunca bir süre ona anne demeyi bırakmamıştım.
Ta ki, okkalı bir tokat yiyene dek... Peşinde dolanıp durduğum günlerin birinde onu odasındaki bir sandıktan çıkardığı kolyeye bakarken görmüştüm. Yarısı göğe, yarısı yerin altına uzanan iki gövdeli bir ağaç vardı ucunda. Beni fark edince kolyeyi görüp görmediğimi öğrenmek için epey hırpalamış, görmedim diye yalan söyleyince de tokadı basmıştı. Annesizliği ilk kez o vakit iliklerime dek duyumsamıştım. Annem yerine koyduğum bir kadından tokat yediğim zaman...
"Kalk hadi, geldiler."
Kolumdan tutup çekince lafını ikiletmeden ayağa kalktım. Sofaya geçerken zihnim hala geçmişin içinde debelenip duruyordu. Şimdiyi düşünemiyordum zira şimdide beni bekleyen korkunç bir ızdırap vardı. Geçmişse küllenmişti artık, on beş yıl öncede kalan hatıralar canımı çok yakamazdı.
O nedenle diğer insanlarla birlikte yerde bağdaş kurmuş oturan imamı fark etmedim. İzzet Abi'yle Gülendam Abla'nın endişe yüklü bakışlarını, babamın öfke ve nefretle gerilen suratını, Alparslan'ın bakışlarını yüzümden bir an bile ayırmadığını...
"Elif?"
Bana seslendiklerini duyunca geçmişten sıyrılıp şimdiye ulaştım. Halının üzerinde diz çökmüş oturuyordum. Başımda kimin taktığını hatırlamadığım bir tülbent vardı, karşımda köyün imamı, yanımdaysa...
O olduğunu anlamak için başımı çevirip bakmama gerek yoktu. Karşılaştığımız gün gözlerine bakarken içime yerleşmiş bir his vardı, ince bir sızı gibi... Sonrasında ne zaman yakınıma gelse, orada olduğunu bile bilmeden, içimdeki sızı sayesinde anlıyordum varlığını. Şimdi bile simsiyah bakışlarının dikkatle yüzümde gezindiğinin farkındaydım. Ne için? Boğulduğumu bilse yardım eder miydi bana?
Ederdi. Boğulduğumu bilse peşimden gelir, beni kurtarır, sonra da terk edip giderdi.
"Bahri oğlu Alparslan, Şevket kızı Elif'i karın olarak kabul ettin mi?"
"Şevket kızı Elif Elena'yı karım olarak..." diye mırıldandığını duydum Alparslan'ın. Ardından diğer insanların da duyabileceği bir sesle devam etti. "Kabul ettim."
Boğazımdaki düğüm daha da sıkılaştı sanki. Önceden olsa, çok değil bir ay öncesinde, yaptığı şeyle içimde bir kuş sürüsü kanat çırpardı. Şimdiyse kapkara bir boşluk vardı orada. Göçmen kuşlardan geriye yalnızca koparılmış kanatlar kalmıştı.
Biraz da bu yüzden bir an evvel çekip gitmek istiyordum. Çiftliğe geri döndüğü akşam bu işi ertelemiş ve neticesinde tamir edilemez bir şekilde kırılmıştım. Eğer o gece canıma kıysaydım hiç değilse onu anlayarak gitmiş olacaktım. Beni sevmediğinden değil, aile kurmaya korktuğundan İstanbul'a döndüğüne inanıyordum. Fakat geri gelip de ablamla evlenmek istediğini söyledikten sonra bu bahaneye sığınmama imkan bırakmamıştı. Öylesine tüketmişti ki umutlarımı, benim artık bu adama kırılmaya bile mecalim kalmamıştı.
Sıra bana geldiğinde hocanın dediklerini halsiz bir sesle tekrarladım. Birkaç ritüel daha yapıldı, ardından imam karı koca olduğumuzu beyan ederek nikahı kıydı. Ayağa kalkmam gerektiğini ancak Alparslan'ın bana uzanan elini görünce anladım.
Elini tutmadım.
Yerden destek alarak doğrulduğumda Gülendam Abla yanıma gelip koluma girdi. Nihayet istediği olmuştu onun da. Beni gelin alabilmek için çevirdiği onca dolaptan, başıma açtığı onca işten ve en kötüsü, Alparslan hakkında bana verdiği tonla içi boş umuttan sonra bir alkışı hak ediyordu. Günün birinde hislerimi geri kazanırsam bu kadını muhakkak tebrik edecektim.
Ve elbette kocasını da... Kapıda göz göze geldiğimizde İzzet Abi de bakışlarını kaçırdı benden. Halbuki bana kalırsa onun da istediği olmuştu. Kardeşinden hamile kalmış olabilecek bir kızı ortada bırakmamışlardı işte. Gerçi Havva Abla'nın önlerine attığı çarşaftan sonra bir aydır günahımı aldığı açığa çıkmıştı fakat ne önemi vardı ki? En sonunda kardeşiyle yatakta basılarak onu haklı çıkarmamış mıydım?
Bakışlarım son kez sofaya takılınca hepsi önemini yitirdi. Hakkımda ne düşündükleri, yargısız infazları, entrika ve planlarıyla tüm insanlardan soyutlanıp içimde oluk oluk kanayan yarayla karşılaşmıştım. Babaannemin yokluğuyla...
"Elif?" dediğini duydum Gülendam Abla'nın. "Yanına almak istediğin bir şey var mı?"
Kemikler... Ormanda gömülü kemikleri almak isterdim fakat nerede olduklarını bile bilmiyordum. Kitaplarımı almak isterdim fakat sayıları bir seçim yapamayacağım kadar çoktu. Bu çiftlikte bana ait olan tek şey yüzüğümdü, o da parmağımdaydı zaten. Ve bir de...
"Dobby..." dedim dalgın bir tavırla. "Dobby'yi alacağım."
Bunları kendi kendime mırıldanır gibi bir sesle söylediğim için benden başka kimse duymamıştı. Yüksek sesle söylemem lazım dedim içimden. Yoksa Dobby burada kalır.
Fakat buna gerek kalmadı. Tam Gülendam Abla'ya dönmüşken müştemilatın arkasından bir havlama sesinin yükseldiğini duydum. Hemen ardından ağaçların arasında biricik dostum belirdi. Telaşla koşmasına bakılırsa beni arabaya bindirdiklerini görmüştü. Muhtemelen zorla götürüldüğümü sanıyordu, ki haksız sayılmazdı. Ya da onu ardımda bırakacağımdan korkmuştu.
İşte bunu asla yapmazdım.
"Dobby buraya gel!" diye seslendim ona el ederek. Bir yandan da Gülendam Abla'nın kolundan sıyrılıp köpeğe doğru yürümeye başlamıştım. Hala hiçbir şey hissedemiyordum fakat attığım her adımla birlikte o şok balonu daralıyordu sanki. Dobby de bunu hissetmiş olacak ki tekrar havladı korkuyla. Tüm gücümü toplayıp "Sakin ol oğlum!" diyerek onu yatıştırmaya çalıştım. "Seni asla burada bırakmam-"
Her şey bir anda oldu.
O ana dek babam unutulmuş bir detaydı benim için. Nikah kıyıldıktan sonra bana uzattığı elini havada bıraktığımı bile fark etmemiştim. İmamın cenaze varken nikah kıyıyor oluşumuzu kınayan sözler ettiğini, babamın yüzünün bu sözler karşısında büsbütün karardığını, benden hıncını bile alamamışken çiftlikten çekip gidişimin ona yarattığı öfkeyi görmemiştim.
"Demek birlikte gideceksiniz, öyle mi?!" diye kükrediğini duyunca boş boş baktım o yüzden. "Yaptığın orospuluk yüzünden anamın ölüsü açıkta beklerken o itle güle oynaya gitmene izin verir miyim sanıyorsun?!"
Öfkeden mosmor kesilmiş bir suratla elini beline götürdüğünde tepki bile veremedim. Alparslan adımı haykırırken korkuyla havlayarak bize koşan köpeğe doğru yürümeye devam ediyordum. Bir an sonra güçlü bir kol karnıma sarılıp beni geri çekti. Nefesim kesilirken diğer koluyla gözümü kapatmaya çalıştığını hissettim. Fakat başarılı olamadı.
Sonra bir silah tepkisizliğimin orta yerinde patladı.
Silahtan çıkan mermi köpeğin başını delip geçerken şok balonumun paramparça olduğunu hissettim. Bu kadarı fazlaydı. Arka bahçedeki kemikler... Dedemin başına inen tırpan... Babaannem... Annemin garip bir biçimde bükülmüş, kanlar içindeki görüntüsü... On beş yıl boyunca bu çiftlikteki acımı, yalnızlığımı, örselenmişliğimi paylaşabildiğim tek canlının gözlerimin önünde can çekişen bedeni...
Bu kadarı çok, çok fazlaydı!
"Dobby..." dedim yerde inleyen köpeğe hayretle bakarak. "Alparslan Dobby yere düştü..."
"Elif bakma!" diyerek başımı çekip göğsüne bastırdı. Ardından Gülendam Abla'ya dönüp seslendiğini duydum. "Yenge gel Elif'i tut!"
"Gülendam sakın!" diye bağırdı İzzet Abi. Sanırım kardeşinin belinden silahını çıkardığını fark etmişti. "Alparslan Elif'i arabaya götür hemen!"
O ana dek bedenime sımsıkı sarılmış kolların farkında bile değildim ancak İzzet Abi'nin sesi beni kendime getirdi. Neyi bekliyordum ki? Yaralıları iyileştirebilirdim ben, senelerce bunun eğitimini almıştım. Sakin kalıp hızlı hareket edersem Dobby en fazla bir süre yatağa mahkum kalırdı. Onun kadar hareketli bir köpek için bunun ölümden beter olduğunu biliyordum ama...
"Bırak beni!" diyerek panikle ittim Alparslan'ı. "Onu iyileştirmem lazım!"
Daha sıkı sarıldı.
"BIRAKSANA BENİ ALPARSLAN!" diye bağırdım bu kez. "DOBBY'YE YARDIM ETMEM LAZIM- DERDİN NE SENİN?!"
Boşluğa tekmeler atarken Dobby'nin sesi giderek kısılmaya başlamıştı. Sonra kasılmaları da yavaşladı ve en sonunda... Tamamen durdu.
"B-bayıldı..." dedim başımı kaldırıp Alparslan'a bakarak. "Gidip t-tampon yapmam lazım başına. Bayıldı çünkü o-"
"Bayılmadı Elif." dedi bir sır verir gibi fısıldayarak. "Öldü."
"Hayır, bayıldı!" diye bağırarak yakasına yapıştım. "B-bayıldı işte, niye ölsün?! DOBBY NEDEN ÖLSÜN Kİ? ONUN HİÇBİR SUÇU YOKTU!"
Gülendam Abla hıçkırarak ağlamaya başlamıştı, Alparslan beni sakinleştirmek için bir şeyler söylüyordu fakat duyamıyordum. Babama bakıyordum yalnızca... Onun nefret dolu yüzüne, tiksintiyle beni izleyen gözlerine, duruşuna sinmiş soğukkanlı gaddarlığa bakıyor ve bir insanı neyin bu hale getirebileceğini merak ediyordum.
"Baba neden?" dedim elinde silah tutan adama hayretle bakarak. "Onun bir suçu yoktu ki..."
Cevap vermedi. Yerde son nefesini veren canın masumiyetini göremiyor muydu gerçekten? Bu kadar mı kördü? Hatta belki de sağırdı... Belki sesimi duyar umuduyla "Onun bir suçu yoktu!" diye seslendim yeniden. Ardından gırtlağım yırtılırcasına bağırdım. "BABA ONUN BİR SUÇU YOKTU!"
"Alparslan Elif'i arabaya götür!"
"KONUŞSANA BABA!" diyerek çırpındım. "NEDEN ÖLDÜRDÜN ONU? NEDEN BENİ DEĞİL DE ONU?!"
Oysa bendim ölmesi gereken. Odamın sessiz kuytusunda tüm sabahı ağlayarak tüketmiş, sonra da bir şırınga dolusu zehri göğsüme enjekte etmiştim. Zira beklemek her şeyi daha da korkunç hale getiriyordu, bekledikçe daha çok kaybediyordum.
Babaannemin yüzü gözümün önüne gelince canhıraş bir feryat çıktı boğazımdan. Yüzümdeki morluklar yüzünden köye götürmemişlerdi beni, son anlarında bile yanında olamamıştım. Orada olsam belki bir şey yapardım, hiç değilse elini tutup benimle kalması için yalvarırdım.
"BABAANNE!" diye haykırdım boğazım yırtılırcasına. "BABAANNE NE OLUR BIRAKMA BENİ!"
Acaba nasıl ölmüştü? Dobby gibi can çekişmiş miydi o da? Dedem gibi üç gün boyunca korkunç acılar çekerek hasta yatağında mı kıvranmıştı? Yoksa onu da mı babam öldürmüştü? Babam onu da mı öldürmüştü?
"KATİL!" diyerek avazım çıktığı kadar bağırdım babama. "ŞEREF YOKSUNU BİR KATİLSİN SEN!"
Yüzünde bir katilin tiksinti dolu ifadesi belirdi. Neden bahsettiğimi biliyordu. Kimden bahsettiğimi çok iyi biliyordu! Hiçbir şey söylemeden arkasını dönüp çiftlik evine doğru yürüdüğünü görünce öne doğru atıldım yeniden. Peşinden gidip onu yakalamak, suçsuz yere aldığı her can için ayrı bir parçaya ayırmak istiyordum. Ellerimle kalbini sökmek istiyordum o piç kurusunun!
"BIRAK BENİ ALPARSLAN!" diyerek son bir kez çırpındım. "ÖLDÜRECEĞİM ONU!"
İzzet Abi öfkeyle kükredi. "ALPARSLAN ŞU KIZI ARABAYA GÖTÜR!"
"ÖLÜRÜM DE GELMEM!" diye bağırdım adama dönüp. "GEBE DEĞİLİM BEN SENİN KARDEŞİNDEN, TAMAM MI?! DÜŞÜN ARTIK YAKAMDAN!"
Tüm gücümle Alparslan'a bir tekme geçirdiğimde etrafımdaki kolları çözülür gibi oldu. Ne yaptığımı bile bilmeden belindeki silahı söküp aldım, ardından onu iterek kendimden uzaklaştırdım. Ne yapacaktım? Köye gitmem gerekiyordu, babaannem oradaydı hala. Nasıl gidecektim? Dobby bensiz çiftlikte duramazdı ki, onu bırakıp gidemezdim. Korku ve panik tüm şiddetiyle üzerime hücum ettikçe nefesim kesiliyordu. Göğsümün bir körük gibi inip kalktığını hissediyordum, gözlerimin önündeki her şey çalkantılı bir derya gibi sallanıyordu. Öylesine köşeye sıkışmıştım ki Alparslan bana doğru bir adım atınca hiç düşünmeden silahı ona doğrulttum. Düşünebilsem kendi kafama doğrulturdum zaten...
"SAKIN YAKLAŞMA!" diye bağırdım karşımdaki bulanık görüntüye. "BABAANNEME GİDECEĞİM BEN!"
"Elif bizimle gelmen ger-"
"SİZİNLE HİÇBİR YERE GELMEM BEN BABAANNEMİN YANINA GİDİCEM!"
Derin bir nefes aldı ve... Pes etti.
"Tamam, git." dediğini duydum dalga geçercesine bir sakinlikle. Ardından geri çekilip eliyle yolu işaret etti bana. "Git hadi, peşinden gelmeyeceğim."
İnandım. Alparslan'ın birini inandırmak için tutarlı yalanlar uydurmasına gerek yoktu ki. Onu tanıdıkça zaman zaman açığa çıkan, muhtemelen kendisinin bile bilmediği güven verici bir tarafı olduğunu fark etmiştim. Küçük bir çocuğun babasına duyduğu güven gibi pürüzsüz ve tertemiz bir inanç aşılıyordu insana. Öyle ki, tüm sakinliğiyle ve kendinden emin bir şekilde karşınıza dikilip size havada durduğunuzu söylese ilk tepkiniz eğilip ayaklarınıza bakmak olurdu.
Koşulsuz şartsız bir inançla bahçe kapısına doğru yürümeye başladım. Silah hala elimdeydi, belki de çoktan yere düşmüştü, bilmiyorum... Bakışlarım avlunun ortasında yatan köpeğin cansız bedenine takılınca nefesimin düğümlendiğini hissettim. Onun iyiliği için artık endişelenmiyordum, Dobby sonsuza kadar iyi olacaktı. Fakat babaannemin iyiliği hala bir muammaydı, öldüğünü kendi gözlerimle görmeliydim. Ondan sonra ben de iyi olacaktım.
Bu düşünceye tutunarak ilerlemeye çalıştım. Arkamda bir kadının ağlama sesi duyuluyordu, bir adam düşeceğimi söylüyordu birilerine.
Öteki adam "Düşsün," dedi güven dolu sesiyle. "Düşsün, ben tutarım." Sesi çok yakından geldiği için tedirgin olmuştum. Fakat arkama dönmeye mecalım kalmamıştı. Attığım her adımla birlikte yer ayağımın altında konum değiştiriyordu. Neyse ki Alparslan sözünü tuttu, yalpalayarak kapıya ulaşmaya çalışırken kimse beni durdurmadı. Nihayet özgürdüm.
Ve sonra düştüm.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro