Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Bölüm 12 - Haymatlos

Valentina'ya...
İyi ki varsın Velo'm. ❤️

"Çöl çoğalır: vay haline, içinde çöller saklayanın."

-F.W. Nietzsche
Böyle Buyurdu Zerdüşt

-*-

Toprağından sökülen ağaçlarla, vatanından koparılan insanların kaderi aynıdır. İkisi de sonsuza dek göçerek yaşayamaz, zamanla çürüyüp yok olur kökleri. Eninde sonunda ya başka bir toprağa tutunup geldikleri yerin göçmeni olurlar, ya da haymatlosa dönüşüp mahşere değin savrulurlar.

Bense ne Aluşta'dan esen yellerde Kırım'ı aradım, ne de soyadımdan başka bir yerde Ahıska'nın izlerini taşıdım. Abim büyük dedemizin Kuvayi Milliye'de nam salmış bir komutan olduğundan, Kemal Paşa'nın hususi izinle bizimkileri buraya getirttiğinden bahsederdi çocukken. Gel gör ki babamın küçük kardeşi Selanik'te ölmüştü. Arkeoloji araştırması için orada bulunduğu söyleniyordu ve sanırım birine istihbaratçı demenin daha belirgin bir yolu bulunamazdı. Kısacası bizim kütük epey karışıktı.

Açıkçası atalarımın kim olduğu çok da umurumda değildi. Abim gibi tarihe ilgili olmadığımdan büyüyünce de geçmişi pek deşmemiştim, kimliğimde Ankara yazması yetiyordu. Diğer Ahıska Türkleri gibi resmi olarak Haymatlos değildim ben, zaten vatanımda doğmuştum.

Fakat hala savruluyordum.

"Uzun namluluları bagaja koydun mu Ufuk?" dedim peşimden koşturan korumaya. Her zamanki gibi askerlere özgü keskin bir baş hareketiyle onayladı beni. "Peki ya baban? Aradın mı tekrar?"

"Telefonu kapalı." diye cevap verdi. "Uçaktalar hala sanırım."

Eh, buna pek şaşırmamıştım. İki saat evvel Behram Abi'yi bizzat kendim arayıp Defne'yi de alıp İstanbul'a dönmesini söylemiştim zaten. Şimdiyse telefonumda yarım saat önce ondan gönderilmiş, uçağa bindiklerini ve bir buçuk saate geleceklerini belirten bir mesaj vardı.

"Bu arada İzzet Abi—"

"Bizimkilerden birini de Sirius'un başında bırak." dedim onu duymazdan gelerek. "Hatta köpeği alıp abimlerin evine geçsin doğruca, nasılsa çocuklar—" Aniden ona döndüğümde duraksadı. "Ufaklıkların hepsi yalıda, değil mi? Bak zaten bugün Ozan'ın kardeşine de bizim kadınlar göz kulak oluyor, o yalı biz dönene kadar en ufak bir tehditle dahi karşılaşmayacak."

"İç tehdit mi, dış tehdit mi?"

"Ne iç tehdidi lan?"

Ufuk ciddiyetle cevap verdi. "Nigâr Abla'yı unuttun galiba abi."

Kanlı Nigâr... Sülalemizin bir numaralı güvenlik açığını hatırlayınca bıkkınlıkla iç çektim. Nigâr Yerebatmaz yalnızca rahmetli Zarife halamın kızı değil; aynı zamanda da Zarif&Zarife Tüydiken çiftinin insan dünyaya nasıl bir miras bırakmamalı konulu ibretlik eserlerinden biriydi. Kendisi vaktiyle yengemin ona bulduğu tüm talipleri reddedip Dikmen Yerebatmaz'la soyunu birleştirerek daha da ileri taşımıştı bu sanatı. Abimin onlardan Yerebatasıcalar diyerek bahsetmesine artık alışmıştık. Laf söyleyen olursa da "Beddualarım tutsa bile bunlara bir şey olmaz ki," diye savunmaya geçiyordu hemen. "Zamanında Amerika'ya sürgüne gönderdim de ne oldu? İki ülke arasında diplomatik kriz çıkarıyorlardı az kalsın... Bumerang gibi bir şey bu yerin dibine batasıcalar, ne kadar uzağa fırlatırsam o kadar ağır hasarla dönüyorlar bana..."

Sülalemizin geri kalanı da bu tür marjinal ailelerle bezeli olduğundan normalde Nigâr Abla ciddi bir tehdit unsuru değildi benim için. Benzer şekilde Dikmen Enişte'yi de severdim. Fakat şimdi hiç de normal zamanlardan geçmiyorduk ve Kanlı Nigâr'ın kapıda koruma ordusunu görür görmez kaosun kokusunu alıp bir işler karıştırmaya başlaması riskini göze alamazdım.

"Emreleri ara, Nigâr Abla'yı bayıltıp yalının kayıkhanesine kapatsınlar." dedim en sonunda. Ufuk yüzünde çok nadir beliren hafif bir tırsaklıkla başını salladı, ki bu konuda son derece haklıydı. Fakat bu önlemi almak zorundaydık, Nigâr Abla mevzuya burnunu sokarsa nereleri karıştıracağını ondan başka kimse öngöremezdi. Kadının muazzam bir dedikodu ağı vardı.

Ufuk telefonla konuşurken arabaya doğru yürümeye başladım. Diğer korumalar araçlara doluşmuştu çoktan, bizim yola çıkmamızı bekliyorlardı. Embesil dörtlü bile sınamamıştı beni. Gerçi üç tanesi şu an burada değildi ama sorun yaratma ve sabrımı sınama konusunda adamlarıma güvenim tamdı. Gerekirse uzayzaman düzlemini büküp bir şekilde çileden çıkarırlardı beni.

Ve bunu dememe kalmadan yapay zeka dibimde bitti.

"Abi bir şey diyeceğim..."

"Söyle Ufuk."

"Biz şimdi böyle çiftliğe habersiz baskına gidiyoruz ya..."

"Ee?" dedim sabırsızlıkla. "Arayıp haber mi verelim? Müsait olup olmadıklarını mı soralım gitmeden?"

"Yok abi, öyle baskın mı olur?" dedi ciddi ciddi. "Ben sadece İzzet Abi de çiftlikte diye şey olamadım... Ne bileyim, onu basmaya gidiyormuş gibi olmaz mıyız?"

"Ufuk sana bir basarım, buhar türbini gibi sıcak hava üflemeye başlarsın. Bin ulan şu arabaya!"

Yavru köpek tutar gibi ensesinden tutup arabaya itelediğimde çenesini kesti. Sesli gülme yeteneğini Defne dışında tetikleyebilen henüz olmamıştı fakat yüzündeki ifadeye bakılırsa içten içe kahkaha atıyordu it herif.

Çok geçmeden yola koyulduk. Peşimizde korumalardan oluşan uzun bir araç konvoyu vardı, saymamıştım ama galiba yirmi küsür arabayla gidiyorduk Mersin'e. Şimdilik dikkat çekmeleri problem değildi fakat tüm yolu böyle gitmeye kalkarlarsa her aramada durdurulacakları kesindi. O nedenle şehirden çıktıktan sonra yavru ördekler gibi birbirlerini takip etmemelerini söylemiştim. Yarın öğlene kadar Mersin'e ulaştıkları sürece yol boyunca nerede durup nerede konaklayacakları onlara kalmıştı. Asıl bela dörtlü benimle birlikte yolculuk edeceği için bir sorun çıkacağını sanmıyordum.

Telefonlarını toplama gereği duymamıştım zira yola çıkmadan önce takip uygulaması yükletmiştim hepsine. Bir şekilde abime haber uçuran olursa bu sefer affetmeyeceğimi biliyorlardı.

Gerçi ben bu sefer abimi nasıl affedeceğimi de bilmiyordum.

Resmen günlerdir yalan söylüyordu bana! Her gün arayıp Elif'in sözlüsüyle ne kadar mutlu olduğundan bahsediyor, aklı sıra umudumu kesmeye çalışıyordu. Hatta bugün yanlışlıkla kızın sesini duymam bile muhtemelen abimin planıydı. Onun keyfinin yerinde olduğunu kulaklarımla duymamı istemişti. Ulan abi!

"Uçuş iznini almak üzereymiş bizim çocuklar." dediğini duydum Ufuk'un. "48 saat koşulunu bizim hatırımıza esneteceklermiş, hava açık olduğu için uçuş kayıtlarına yazmışlar direkt."

Evet, biz o özel hava taşıtı olan zenginlerdendik. Silah ve mühimmatla Türk Hava Yolları'nı kullanamayacağımız için seneler önce Yusuf abimin uçuş simülatörü oyunları yüzünden gaza gelip aldığı helikopterle gidecektik. Her halükarda kara yolunu kullanmaktan daha hızlı olacaktı fakat araya bin tane adam sokmamız gerekmişti. Sırf bu yüzden dizilerdeki zenginlerin uçağımı hazırlayın diyip bir saat sonra uçağa bindiği sahnelere bayılıyordum. Çünkü gerçek hayatta işler öyle karizmatik yürümüyordu. Ülkedeki hava harekat sahası aralıksız tarandığı için normal şartlarda o uçak kalkar kalkmaz iki tane F16 tarafından ortaya alınıp sike sike aşağı indirilirdi. Aşağı indikten sonraki sikişten bahsetmiyordum bile...

"Islak imzalı mali sorumluluk sertifikalarını da teslim etmişler." diye devam etti. "Uçuşa elverişlilik sertifikası, AOC, tescil sertifikası, gürültü sertifikası ve hava aracı telsiz lisansı da tamam... Yalnız uçuş amacı kısmına yazacak bir şey bulamamışlar abi, kız kaçırma yazalım mı oraya?"

Rezil esprisi karşısında kaşlarımı kaldırmakla yetindim. Yüzümdeki ifadeyi görünce "Tamam abi, tamam." diyerek rahat bıraktı beni. Ufuk radyoyu açarken ben de tekrar camdan dışarıyı izlemeye koyuldum.

Uzun araç konvoyundan ayrılıp iki araçla otoban yoluna sapmıştık az evvel. Diğerleri istese de bizimle gelemezdi. Helikopter dört yolcu ve bir pilot olmak üzere beş kişilik kapasiteye sahip olduğundan yanıma sadece dört koruma alabilecektim. 

Öteki korumaların gelmesi saatler sürecekti fakat başka şansım yoktu. Mersin'e kara yolu ile gidersek yarın öğlene ancak varırdık, benimse ne o kadar sabrım vardı, ne de yaylana yaylana gidilerek mekan basılırdı. En fazla iki üç saat içinde yalan yanlış haberler herkese ulaşmış olacaktı. Ağır silah yüklü yirmi küsür araçlık konvoyla çıkmıştık yola, korumaların hepsi güvenilir çocuklardı ama sayıları mutlak bir denetim altına alınamayacak kadar fazlaydı. Şimdiden telefonların çalmaya başladığına emindim, istihbaratçılar neyi dinleyeceğini şaşırmış olmalıydı.

İşte bana avantaj kazandıran şey de tam olarak buydu. Kargaşa.

"Yürü bre Demirci de Mehmet Efem dağlar yürüsün,
Hainleri, düşmanları korku da bürüsün.
Böylesi yürek nasip olmaz, olmaz her kula
Nazilli'nin dağları da neler söyler bir gelse dile, bir gelse dile."

Ufuk çaktırmadan radyonun sesini açarken cebimden telefonu çıkardım yeniden. Gelen mesajlara göz attığımda yanılmadığımı anlamıştım. Herkes Semercilere baskına gideceğimizi sanıyordu. Kafes açılmışken ve geçici ateşkes ilan edilmişken böyle bir şeye kalkışmak doğrudan krala isyan anlamına gelirdi. Piç kurularının nasıl heyecan yaptığını düşününce büsbütün keyiflendim. İhtiyar götveren bile hevesle kılıcını çıkarmış olmalıydı. Dündar Bayraktar'ı hevesi kursağında kalmış halde düşünmenin verdiği keyif beni gaza getirmişti.

Fakat tek sebep bu değildi elbette. Gaza gelmemin esas nedeni sürücü koltuğunda oturuyordu. Hiçbir şey yokmuş gibi davransa da bu itin ciğerini biliyordum ben, son yarım saattir açtığı şarkılar rastgele değildi. Pezevenk herif radyoyu hipnotik telkin amaçlı kullanıyordu resmen.

"Bas mavzerin tetiğine de cihan titresin
Düşmesin türkün dillerden namın bitmesin, namın bitmesin.
Yürü bre Demirci de Mehmet Efem dağlar yürüsün,
Hainleri, düşmanları korku da bürüsün."

"Hayırdır Ufuk, bir aydır dinlettiğin arabesk şarkılara ne oldu?"

"Gerek kalmadı abi." dedi utanmadan. "Elif Yenge'yi kaçırmaya gitmiyor muyuz nasılsa?"

Hafifçe gülmekle yetindim. Henüz çiftlikte neler olduğunu dahi anlayamamıştım fakat Elif'i kaçırsam bile onunla evlenemeyeceğim ortadaydı. Geberip gittiğimde ardımda bir aile bırakmaya niyetim yoktu. Bir ay önce verdiği cevabı bu yüzden hiç sorgulamadan kabullenmiştim. Belki de yalan söylemişti bana, belki de o herifi sevdiği falan yoktu, başka bir hayatta teker teker peşine düşeceğim bin farklı ipucu vardı bunu gösteren.

Fakat sorun şu ki başka bir hayatı değil, kendi hayatımı yaşıyordum. Ve bu hayatın sonu giderek yaklaşıyordu. Kafes geçici olarak açılmıştı, eninde sonunda tekrar kapanacaktı kapılar. Yengem umutsuzluğa kapıldığımı söyleyip kızsa da ben yalnızca gerçekçi davranıyordum. Rakip takımın beş sayı önde olduğu bir maçın 87. dakikasında olmaktan farkı yoktu durumun. Maç zaten sona ermişti, hepimiz bitiş düdüğünü bekliyorduk.

Üstelik yeraltı dünyasındaki herkes bunun farkındaydı. Sözde İstanbul sorumlusu bizdik ama son zamanlarda bazı sokak çetelerinin bile Halil Semerci'nin elini öpmeye gittiğine dair duyumlar alıyordum. Eskiden abimin götünde dolanıp duran tipler sessizce arazi olmuştu, hatta bana kalırsa bu yüzden kız bakmak için taa Mersin'e kadar gitmiştik. Öncesinde bizimkilerin başka girişimleri de olmuştu muhtemelen, ama kimse kızını vermek istemeyince bana duyurmak istememişlerdi. Şevket iti bile evlerine ne amaçla gittiğimizden habersizdi. O herifin konumunu bilmiyordum ama bizim yüzümüzden çiftliğine baskın yedikten sonra bizimle akraba olmak istemezdi herhalde.

Sokak çetelerindeki barzolardan kurtulmak, dost görünümlü puştlarla araya mesafe koymak ve Şevket'in damadı olamamak... İçeride öldürmeseler kafes çok da fena bir yer değildi aslında.

Radyoda Karyolamın Demiri çalmaya başlayınca iç çekerek gözlerimi kapattım. Ufuk halime acımış olacak ki Kahır Dolu Yapay Zeka Müzikleri işkencesine ara verip radyoyu kapattı. Hemen ardından sazı kendisi aldı eline.

"Abi?"

"Ne var?"

"Çiftliğe gidince ne yapacağız?"

Hafifçe güldüm. Sahi, ne yapacaktık? Bugüne dek hiç bu kadar plansız bir şekilde işe kalkıştığım olmamıştı, ilk kez bir belirsizlik denizinde yüzerek sonuca ulaşmaya çalışıyordum. Ufuk'a da bu sonucu söylemekle yetindim.

"Kızı alıp çıkacağız."

"Evlenecek misin yani?"

"Hayır." dedim net bir şekilde. "Ama sırf ben evlenmiyorum diye onu da orada bırakamam."

"Abi yanlış anlama ama... Eğer evlenmezsen babası Elif Yenge'yi—"

"Elif senin yengen mengen değil." diyerek ofladım. "Ayrıca kızı Türkiye'de bırakacak halim yok Ufuk. Babası olacak pezevenkten kurtardıktan sonra yurtdışına gönderirim, orada yeni bir hayatı kurar kendine."

"Peki ya gitmek istemezse?"

"Zorla götürürüm."

Ki yüksek ihtimalle öyle olacaktı zaten. Elif gurur yapıp gelmek istemeyecekti benimle, mecburen kızı zorla kaçıracaktım. Tabi bunu yaparken işimi sağlama almam gerekiyordu, babasını da sözlüsünü de gebertmeliydim ki kız yurtdışında sahiden özgür kalabilsin...

"Sonra ne olacak?" diyerek üsteledi Ufuk. "Hiç özlemeyecek misin? Hadi gidip görmek istersen? Hadi dayanamayıp karşısına çıkarsan? Hadi karşısına çıktığında evlenip aile kurmuş olursa?"

"O kadar uzun yaşayacağımı sanmıyorum." dedim kaygısızca. "Otuzuma bile gelmeden ölmüş olurum."

Uzanıp tekrar radyoyu açarken belli belirsiz mırıldandı. "Ya ölmezsen?"

Yeni şarkıyı duyunca boş zamanlarında bana eziyet etmek için özel Spotify listeleri hazırladığına emin olmuştum.

"Ne sen baktın ardına, ne ben
Hep ayrı yollarda yürüdük."

Başımı cama yaslayıp kızıl ışıklarla yıkanmış şehri izlemeye başladım. Elif'in yüzü gözlerimin önünde belirince geçmişin hayaletleri silikleşmiş, öfkem sırası geldiğinde tekrar alevlenmek üzere bir köşeye saklanıp geriye bir çift mavi göz bırakmıştı. Elif'le yollarımızın ayrı olduğunu biliyordum fakat bana güven veren şey de bu olmuştu zaten. Aynı yollarda olsaydık, onun imkansız olmadığını bilseydim bu noktaya bile gelemezdik. Ölüm döşeğindeki bir hastanın laflarına hoşgörü gösterir gibi Elif'in içime işlemesine müsaade etmiştim. Bu kadar kısa zamanda bu kadar derine kök salması benim için de beklenmedikti.

Bu kadar özlem de...

Çok özlemiştim onu. Bakışlarındaki haylaz parıltıları, dudağının kenarındaki minicik gamzeyi, umursamaz duruşunun altında yatan temkinli tavrı... Kimi zaman onu gerçekten görebildiğimi düşünüyordum. Tüm kırıcı sözleri, alaycı tavrı ve acımasızlığı bir kalkandan ibaretmiş gibi geliyordu. Sadece kendini benden korumaya çalışıyormuş gibi...

Ya da kendimi kandırıyordum, hepsi buydu. Olmayan anlamlar yüklüyordum Elif'e, görmek istediğimi görüyordum. Eğer gerçek buysa, bu kez de yengemin oyununa geldiysem ve çiftliğe vardığımda karşımda sözlüsüne sahiden aşık bir kız bulursam nasıl geri dönecektim? Elif başka bir adamın karısı olurken nasıl dolduracaktım günlerimi? Bir bekleyişten ibaret olan amaçsız hayatıma nasıl devam edecektim?

Ölümü beklemek kulağa hiç bu kadar zor gelmemişti.

"Sustu bu gece, karardı yine ay,
Kaldı geriye, cevapsız sorular.
Uyandığında onu ilk kim görecek?
Bıraktığım düşü kim büyütecek?"

✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧

"İntihar, akla düşen bir damla asittir. Onunla yıkanmasını bilmeyen delik deşik olur ve erir. Bu yüzden intiharın eşiğinden dönen yoktur. Oraya varan orada yaşar. Oraya varan orada ölür. Şimdi sen de o eşiktesin. O eşiğin altında. Ölene kadar. Korkma, sağlamdır yerin. Üstüne gökyüzü çökse, yıkılmaz zihnin. Çünkü durduğun yerde, umursamayacaksın insanlığı. Ama unutma, tırnağın kırılsa mermiyle dolduracaksın ağzını."

-Hakan Günday, Ziyan

-*-

ELİF
-bir ay önce-

Sahile vuran dalgaları izlerken huzurla iç çektim. Bu kez tek başıma oturuyordum kumlarda. Alparslan öğlen benimle konuştuktan sonra yengesine bile veda etmeden İstanbul'a dönmüştü. O gittikten sonra ben de bar tuvaletinden çıkıp dün akşam dans ettiğimiz yere gelmiştim. Denizin durulmasıyla birlikte dalgalar terk etmişti kıyıyı, alacakaranlık koyulaşsa da gümüşserviler dün akşamki gibi suya dökülmüyordu.

Giderek bir şeyler eksiliyordu manzarada.

Oysa daha bu sabah içimde kanat çırpan kuşlar vardı. Heyecanıma yenik düşüp hepsini kafesinden dışarı salmış, elimde kalan son umut kırıntılarını da göğe savurmuştum. Sahi, nereye kaybolmuştu o kuşlar? Alp benimle konuşurken az ötedeki kayalıklarda kanatlarını toplayıp sessizce bekleştiklerini hatırlıyordum. O gittikten sonra birer birer havalanıp gökyüzüne karışmışlardı. Koskoca sürüden geriye yalnızca üç kuş kalmıştı.

Öfkeli değildim, isyan etmeyi bırakalı çok uzun zaman olmuştu. Sadece, içimde ona karşı bir parça sitem vardı. Ne diye beni seçmişti mesela? Neyin eşiğinde olduğumu bilmiyordu fakat içinde bulunduğum koşulların ilk günden beri farkındaydı. Çiftlikteki yalnızlığımı bile bile neden ilgi göstermişti bana? Babaları tarafından sevilmemiş kızların sevgiyle sınanmaması gerektiğini bilmiyor muydu?

Belki de başlarda ondan uzak durarak dikkatini çeken bendim. Gittiği her yerde insanlardan ilgi görmeye alışmış biriydi, sahilde karşımıza çıkan kızlardan sonra İstanbul'daki hayatını tahmin bile edemiyordum. Belki de ona karşı koymam özgüvenini zedelemişti.

Zedelesin... Zedeleyiversin, ne olacaktı ki? İnsan başka birinin ağır hasar almaması için bir parça incinmeyi göze alamaz mıydı?

En çok da aptal gibi heveslenmiş olmak canımı yakıyordu. Alp beni öptüğüne göre hislerimiz karşılıklı diye düşünüyordum. Gülendam Teyze'nin geldiğini görünce de kafamda hemen senaryoyu yazıp onun benimle evlenmeye niyetlendiğini sanmıştım. Zira başkasıyla sözlüydüm şu anda, ancak bana talip olursa babam sözü bozmayı kabul edebilirdi. Hatalı bir önermenin üzerine hayali bir gelecek yazmıştım resmen.

Oysa gerçekte, Alparslan'ın benimle evlenmekkşp p oşk istemesi için hiçbir sebep yoktu. İstanbul'daki renkli yaşamını az çok biliyordum, Ayşe onun gece hayatındaki maceralarını sosyal medyadan bulup göstermişti bana. Üstelik sosyal medyaya yansımayan daha neler vardı kim bilir... İnsanların tatil beldelerinde yaz aşkı bulup üç ay sonra unutması gibi o da kendine bir Mersin aşkı bulmuştu anlaşılan. Renkli hayatına geri dönünce burayı hatırlamayacaktı bile.

Kayalıktaki üç kuştan birinin daha havalandığını görünce iç çektim. Annemdi bu giden... Geride kalan iki küçük kuşun hüsranla birbirine sokulmasından anlamıştım. Onları izlerken çayırda uçuşan iki küçük kız çocuğu geldi aklıma. Anılar yanmış bir defterin yaprakları gibi zihnimde uçuşmaya başlamış, sahildeki sessizliğin yerini geçmişten yükselen hüzünlü mızıka nağmeleri almıştı. Sesleri daha iyi duyabilmek için gözlerimi kapatıp kendimi akışa bıraktım.

Kendimi ilk bulduğum yer müziğin hiç susmadığı çocukluk günlerim oldu. Bu mızıka nağmelerinin de oradan geldiğini biliyordum. Hayatımın en mutlu günlerini geçirdiğim o neşeli, cıvıl cıvıl, zihnimde yalnızca güzel yönleriyle iz bırakmış topluluktan. Ederlezi Kumpanyası'ndan...

Önce Mađio'yu gördüm gülümseyen yüzüyle, kumpanyanın orta yerinde rengarenk macun teknesiyle duran Goran Dayı'yı, fal bakan Nadya'yı, ablam şarkı söylerken hayranlıkla onu izleyen Adar'ı... Sonra kumpanya yavaşça silinip yerini Alp Dağları'na bıraktı. Birinin beni dizine yatırıp saçlarımı okşadığını hissettim.

Annemdi bu. Üstelik dizine yatırdığı kişi yalnızca ben değildim. "Benim güzel küçüklerim..." diyerek birer buse kondurdu alnımıza. Sahiden de küçüktük, öyle küçüktük ki annemin tek dizine sığabiliyorduk. Diğer dizindeyse alçı vardı, sirkteki gösteride yanlışlıkla bacağı kırılınca bir süreliğine kumpanyadan ayrılmıştık. Gerçek bir evde yaşıyorduk artık, kumpanyayı özlesem de rahat yataklarda uyumayı çok sevmiştim.

Hem buradayken de bize çikolata getiren birileri vardı. Adar... Ona genelde lakabıyla hitap ettiğim için gerçek isminin bu olup olmadığını hiç düşünmemiştim. Annemin bacağı kırık olduğu için genelde erzak alışverişimizi o yapar, gelirken de bize çikolata getirirdi. Hatta bazen geceyi bizim evimizde geçirdiği bile oluyordu. Söylediğine göre bunu bizi korumak için yapıyormuş, kendisi yetişkin bir erkek olduğu için kötü adamlar o varken yanımıza yaklaşamazmış. Ablam onun yetişkin olduğunu kabul etmiyordu ama bence on onbir yaşlarındaki biri gayet yetişkin sayılırdı.

Zaten Adar da bir tek bana yetişkinlik taslıyordu, ablamla arkadaştı onlar. Hele ablam okula başladıktan sonra bana iyice ufaklık muamelesi yapmaya başlamışlardı. Bence ablam da ufaklıktı, ne diye ben daha ufak oluyordum ki?

"Anne?"

"Efendim küçüğüm?"

Alp dağlarına bakarak mırıldandım. "Ben kimle evleneceğim?"

Ciddi bir soru sormuştum ama ablam gülmeye başladı. Benimle dalga geçtiğini anlayınca suratımı astım. Onun için hava hoştu tabi, şimdiden kiminle evleneceğini bulmuştu.

"Bu da nereden çıktı Elena?" diyerek güldü annem.

"Merak ediyorum sadece." diye sızlandım. "Ablam Adar'la evlenecekmiş, ikisi konuşurken duydum—"

"Elena!" diyerek hışımla doğruldu ablam. Onun gözlerinden ateş saçarak bana baktığını görünce dudaklarımı büzüştürüp annemin dizine sarıldım. Niye kızıyordu ki? Yalan değildi söylediklerim, gerçekten de Adar'ı ablama gelecekte onunla evleneceğini söylerken duymuştum. Acaba patavatsızlık mı yapmıştım yine?

"Anne Adar o anlamda söylemedi," dediğini duydum ablamın. "Okul kitabındaki bir metni okuyorduk biz. Orada yazıyordu, Elena yanlış anlamış—"

"Hiç de bile!" diyerek kaşlarımı çattım. "Kitap falan okumuyordu! Hatta elini tuttu senin—"

"KES SESİNİ TAVŞAN DİŞLİ!" diyerek üstüme atıldı birden. "Ben sana demedim mi laf taşımayacaksın diye?!"

Kaba etime çimdik yiyince acıyla bağırdım. "ANNE ABLAMA BİR ŞEY SÖYLE YAA!"

Annem ablama benim daha çok küçük olduğumu izah etmeye çalışıyordu ama cadıyı bu kez fena kızdırmıştım. Hıncını çıkarmak üzere tekrar bana doğru atıldığını görünce ayağa fırlayıp koşmaya başladım çimlerin üzerinde. Ablamın bana vurmaya kıyamayacağını biliyordum fakat tepesi atınca fena hırpalardı.

Bu kez de öyle oldu, elbisemin arkasında uçuşan duyduk şaktan tutup beni yakaladığında heyecan dolu bir çığlıkla birlikte kendimi yere attım. Üstüme atlayıp gıdıklamaya başladı beni, güneş Alp dağlarının arkasında giderek alçalırken iki küçük kız çocuğu beyaz elbiselerimizle çimlerin üzerinde boğuşuyorduk.

Anılar yavaşça solup yerini gerçekliğe bırakırken kayalıktaki iki beyaz kuştan birinin kanatlanıp uçtuğunu gördüm. Alacakaranlığa bulanmış gökyüzünde kısa bir pike yaptı, ardından kuzeybatı taraflarına uçan bir kuş sürüsüne katıldı. Nereye gittiklerini anlayınca kendi kendime gülümsedim. Göçmen kuşlardı bunlar, önümüzdeki yaza değin geri dönmemek üzere uçuyorlardı.

Tuzlu bir damla sol yanağıma süzülürken kollarımı vücuduma sarıp ısınmaya çalıştım. Alacakaranlık akşama evrilmek üzereydi, sıcak yaz akşamları yerini yaklaşan sonbahara bırakıyordu artık. Hele bu akşam, havalar sanki birden soğumuştu. Belki de gülerken gözleri kısılan bir adamın yokluğuydu içimi soğutan, bilemiyorum...

Bakışlarım kayalıklara takılınca kaşlarımı çattım. Son bir göçmen kuşu kalmıştı geriye, o orada kaldıkça içimdeki son umut kırıntılarından da kurtulamayacakmışım gibi geliyordu. Sahi, niye gitmiyordu ki? Üstelik kayalıktaki kuş da halinden pek memnun görünmüyordu. Başını göğe kaldırıp çaresizce öttüğünü duyunca iç çekerek ayağa kalktım. Elbette kendi isteğiyle beklemiyordu orada, bir şeyler uçmasını engelliyor olmalıydı.

Dizlerime kadar suya batmadan kayalıklara ulaşamayacağım için babetlerimi çıkarıp kenara koydum. Islak kumlarda yürürken Alp'e olan sitemim de kaybolmaya başlamıştı. Zira o olmasaydı bunları asla yaşayamazdım. Alparslan sayesinde yıllar sonra özgürce çiftlikte dışarı çıkmıştım. Lunaparka gitmiş, koskoca AVM'de dolaşıp alışveriş yapmış, denize girip hayatımda ilk kez sarhoş olmuştum. Beni öptükten sonra terk ettiği için bile kızgın değildim ona. Gün ışıyana dek muhabbet ettiğimiz, kahkahalara boğulduğumuz, aynı yatakta fakat birbirimize hiç dokunmadan oturduğumuz o yedi gecenin hakkını nasıl ödeyebilirdim ki? Farkında olmadan içimde ukde kalan ne varsa yaşatmıştı bana. Çekip gitmesi bile benim için büyük bir iyilikti.

Çünkü her ne kadar kendimi ikna ettiğime inansam da içimde bir yerlerde, intihar fikrine tereddütle yaklaşan bir parçam vardı. Evlenip gitsem diyordum zaman zaman, en fazla ne kaybederim ki?

İşte Alparslan bana bu sorunun cevabını vermişti. Çok şey. Esaret altında kaldığım her an çok şey kaybediyordum. Özgürlüğün tadını unutmuştum çiftlikte kala kala, çocukluk hatıralarım zihnimde okuduğum kitaplar gibi kurgusal bir forma bürünmüştü. Denizin tuzlu kokusu, dalgaların huzur veren sesi, suya ilk girdiğimde karnımda hissettiğim o tuhaf altüst olma hissi... Birçok şey deneyimlemiş, birçok şey öğrenmiştim. Mesela sarhoşluk sınırsız bir cesaret hissini de beraberinde getiriyordu. Suya girmek sahiden de acıktırıyordu. İnsan tüm günü denizde geçirdikten sonra uykusunda bile sallandığını hissediyordu. Sevdiği adamı öptükten sonra da...

Tüm bunları yaşadıktan sonra hiçbir şey olmamış gibi esarete dönemezdim.

"Elif Hanım!"

Eteklerimi toplamış suda ilerlerken korumalardan birinin sesi sahilde yankılandı. Omzumun üzerinde baktığımda adamın suya dalmaya hazır bir tedirginlikle beni izlediğini gördüm. Ah, tabi ya... Dün geceki denize açılma maceramdan sonra bu konuda bana güvenmemeleri çok doğaldı.

"Gülendam Hanım sizi çağırmamı söyledi!" diye devam etti. "Az sonra çiftliğe döneceğiz!"

Ağzımda beliren acı tadı görmezden gelip "Hemen geliyorum!" diyerek neşeyle güldüm adama. "Şuradaki kuşun ayağı kayalıklara sıkışmış, onu çıkarıp döneceğim!"

Koruma başını sallayarak onayladı fakat geri adım atmadı. Ben sudan çıkana dek gitmeyeceğini bildiğim için önüme dönüp ilerlemeye devam ettim. Kayalıkla aramdaki mesafe azaldıkça bacağı sıkışmış kuş panikliyordu. Onu kurtarmaya geldiğime inanmamıştı anlaşılan, elimi uzattığımı görünce can havliyle benden kaçmaya çalıştı. Bunu yaparken sıkışmış bacağını daha beter yaraladığını fark etmiştim, bu yüzden kuşun yatışmasını beklemeden gövdesini avuçlarımın arasına aldım.

Korkudan deliye dönmüş bir halde minik pençelerinden biriyle saldırıya geçti. Elimin üstüne attığı façalara aldırmadan kayanın altına elimi sokup diğer bacağını yukarı ittirdim. Benimle başa çıkamayacağını anlayınca başını göğe çevirdi yeniden, arkadaşlarından yardım dilercesine acı acı ötmeye başladı. Oysa ikimiz de giden kuşların geri dönmeyeceğini biliyorduk.

"Hiç değilse bugün değil..." diye mırıldandım hayvanı kurtarıp göğsüme bastırırken. "Dönmenin bir anlamı varken değil..."

Belki birkaç mevsim sonra... Yakında sonbahar kızıl eteklerini toplayıp şehre çökecek, babaannemin evinin önündeki kayınlarla akçaağaçlar yaprak dökecekti. Ekim sonuna doğru yağmurlar başlardı, kasımın ortalarına doğru da dondurucu havalar gösterecekti yüzünü. Kara ayaz insanın tenini hançer gibi kesecekti, göç edememiş kuşları öldürecekti.

Yakında zemheri gelecekti.

"Balkanlar'a git, olur mu?" diye mırıldandım göğsümde sakince uyuklayan kuşa. "Alp dağlarının yamaçlarındaki küçük kulübeye... Ablamı bul, onu çok sevdiğimi söyle. Adar'ın yanına da git, eğer hala ablamı bulamadıysa onları bir araya getir." Bakışlarım parmağımdaki yüzüğe takılınca tebessümüm buruk bir hal aldı. "Birine daha söylemeni isterdim fakat o zaten benimle..."

Sanki sözlerimi anlıyormuş gibi avuçlarımın arasında sükunetle bekliyordu. Narin boynuna ufak bir öpücük bırakırken "Bu da Alp için..." diye mırıldandım. "Belki giderken onun evinin üzerinden geçersin..."

Ellerimi açtığımda avucumun içinde dönerek oyalandı bir süre. Gagasıyla az evvel elime açtığı kesikleri okşadığını görünce "Mahcup olunacak bir şey yok, aptal." diyerek kıkırdadım. "Hadi, git artık... Nasılsa buraya tekrar döneceksin."

Avucumu sarstığımda neşeyle cikleyerek tüylerini kabarttı. Ardından bembeyaz kanatlarını açıp gökyüzüne doğru havalandı. Göçmen kuşun karanlıkta süzülerek kaybolmasını izlerken "Ama bugün değil..." diye mırıldandım yeniden. "Dönmenin bir anlamı varken değil..."

Belki bir mevsim sonra... Havalar yeniden ısınıp erik ağaçları çiçek açtığında, yol kenarını papatyalar basıp Mersin'i mis kokulu portakal çiçekleri sardığında, geride onları bekleyen kimse kalmadığında, göçmen kuşlar kanadında ederleziyle birlikte dönüp yeniden kayalıklara konacaktı.

Bense zemheri gelmeden gitmiş olacaktım.

✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧

"Abi, çevirme var."

Ufuk'un sesini duyunca başımı camdan kaldırdım. Başıyla ileriyi işaret ederken yüzünde tedirgin bir ifade belirmişti. Bakışlarını takip ettiğimde tedirginliğinin sebebini anladım, sıradan bir çevirme değildi bu. Polis araçlarının hemen arkasında 06 plakalı siyah bir araç bekliyordu. Devlet bekliyordu.

"Çek sağa, anlayalım dertlerini..." diye homurdandım. "Bunlar genelde olay bitmeden müdahale etmezdi, ne oluyor amına koyayım?"

"İzzet Abi'ye haber verelim mi?"

"Hee Ufuk, ver haber." dedim ters ters. "Çiftliğe baskına geliyorduk ama derinciler yolumuzu kesti de, abim de Ankara'daki tanıdıkları arayıp teşekkür etsin."

"Haklısın Abi, kötü bir fikirdi."

Neyse ki feedback mekanizması vardı... Ufuk'a sövmekle meşgulken arabanın camı tıklatıldı, polisti elbette. Beni nazikçe 06 plakalı araca davet edince hiç uzatmadım, diğer görevli de Ufuk'u çıkarıp üstünü aramaya koyulmuştu. Göstermelik olduğunu biliyordum, eğer siyah araçta işler yolunda giderse bagajdaki uzun namlululara rağmen yola devam etmemize izin vereceklerdi. Ha, işler yolunda gitmezse, o zaman da silahsız olsak bile bir bahane bulup bileziği geçirirlerdi.

Mevcut istihbarat başkanıyla abimin arasının açık olduğunu biliyordum. Bu nedenle şimdiden bilezikleri bileklerimde hisseder gibiydim. Fakat siyah araca bindiğimde beklediğim kişi çıkmadı karşıma. İstihbarat Daire Başkanı değil, İstihbarat'ın gölge başkanı duruyordu araçta. Barbaros Abas...

Onu sakin sakin gazete okurken görünce ne halt edeceğimi bilemedim. İstihbarat derindi, fakat bu adam istihbarattan da derindi. Aras'ın babası Hakkı Amca'yla zamanında Silivri'de koğuş arkadaşı olduklarını biliyordum, abim bu adamın kolay kolay gerçek kimliğiyle ortaya çıkmayacağını söylerdi. Hoş, gerçek kimliğinin de ne olduğu belli değildi. Böyle bir herifin benimle ne işi olabileceğini tahmin edemiyordum.

Yanındaki koltuğa oturup kapıyı kapattığımda başını gazeteden kaldırmadan konuştu. "Haberleri takip ediyor musun?"

"Anlamadım?"

"Haberleri..." dedi elindeki gazeteyi göstererek. "Takip ediyor musun?"

"Evet ama o kaynaktan değil."

Sesimdeki imalı tınıyı duyunca hafifçe tebessüm etti. "Neden?"

"Çünkü gerçekleri saptırıyorlar."

İç çekerek elindeki gazeteyi yerdeki diğer gazetelerin üzerine bıraktı. Dikkatli baktığımda neredeyse tüm gazetelerin adamın ayağının dibinde olduğunu gördüm. En yandaş gazeteden en muhalif olana kadar hepsi vardı.

"Herkes gerçekleri saptırır, Ahıskalı." diyerek iç çekti. "Siyasette tarafsız görüşlere yer yoktur. Ama bakmasını bilen bir göz manipüle edilmiş bilgiyi analiz ederek gerçeği içinden söküp alabilir..." Eliyle bir hayvanın göğsünü söküp alıyormuş gibi bir hareket yaptı. "Sonra da birçok taraflı kaynaktan aldığın bu gerçekleri bir araya getirir ve kendi doğrunu yaratırsın. Akıllıca hareket etmenin tek yolu budur. Ne demek istediğimi anlıyor musun?"

"Pek değil." dedim sabırsızlıkla. "Daha doğrusu, bunları neden bana anlattığınızı anlamıyorum."

"Abin anlatmamış çünkü..." diyerek dudak büktü. "Ah senin şu abin... Ödü patlıyor babana dönüşeceksin diye. Korkmakta da haksız sayılmaz, duyduğum kadarıyla şimdiden deliliğinle nam salmaya başlamışsın. Yakında isyan eder diyorlar."

"Sizin kaynaklar biraz geriden geliyor sanırım." diye güldüm adama. "Ben abime isyanı edeli beş sene falan oluyor Barbaros Bey. Ama bakın, şimdi yine onun yanındayım."

"Abine demedim, Alparslan." dedi vesvese verir gibi. "Bayraktar'a isyan edeceğini söylüyorlar."

Yok ebenin amı.

Yeraltı dünyasındaki tiplerin gerizekalı olduğunu biliyordum ama bu kadarı beni de şaşırtmıştı. Dündar Bayraktar'ın tahtına oturmak bir çoğunun ıslak rüyası olduğu için herkesi kendileri gibi sanıyorlardı galiba. Benimse hayattaki tek gayem bu kaos ağacından kendimi ailemi kurtarmaktı. Bırak gövdesine geçmeyi, yaprağında bile gözüm yoktu.

"Cidden bunun için mi durdurdunuz beni?" diye söylendim. "Mafyacılık oynayan cahil heriflerin ne dedikodu yaptığı umurumda bile değil, Barbaros Bey. Size tavsiye, haber kaynaklarınızı değiştirin. Çünkü babamı gerçekten tanıyan biri onun hiçbir zaman Bayraktar'ın koltuğuna talip olmadığını bilirdi."

"Evet, ama ona biat da etmedi." diye cevap verdi. "Kralın topraklarında kendi kanunlarına göre yaşayan bir haymatlostu Bahri Ahıskalı... Bayraktar'a biat eden kişi abindi, Alparslan. Bunu biliyor muydun?"

Pek değil... Geçmiş kırık dökük, yarısı kayıp anılardan ibaretti zihnimde. Fakat adamın söylediği şeyin mantıksız olduğunu fark etmiştim. Zira babam silah ticareti de üretimi de yapıyordu, öğrencisi olarak bunu bilmemem imkansızdı. Öte yandan, ülkedeki silah kaçakçılığı ağının Dündar Bayraktar tarafından yönetildiğini de biliyordum. Babamın bu sektörde ona biat etmeden iş yapması mümkün değildi. Tabi, isyan bayrağını açmadığı sürece...

"Elbette biliyorum." diye yalan söyledim kendimden emin bir şekilde. "Bakın, beni buraya abimi size fişlemem karşılığında Bahamalar'dan ada vermek için çağırdıysanız boşa uğraşmayın. Ibiza'dan aşağısı olmaz."

Taşak geçiyordum çünkü başka şansım yoktu. İstihbaratçıların karşılıksız bilgi vermeyeceğini herkes bilirdi, adamın beni meraklandırma çabaları da bundandı zaten. Cevaplar karşılığında bir şey isteyecekti.

"Haklısın, Ibiza'da gün batımı daha güzel." diyerek başını salladı Barbaros Abas. "Ama abini fişlemen için sana Ibiza'ya gidiş dönüş uçak bileti bile vermem, Alparslan. Bayraktar sizin biletinizi zaten kesti."

Eh, bunu bilmeyen yoktu zaten. Bayraktar kafes dövüşlerini yeraltına uzanan ağacın gereksiz dallarını budamak için düzenlerdi. Ancak biz doğrudan ona bağlı yedi bölge içinde en büyük iş hacmine sahip olanı yönetiyorduk, kafese girmiş olmamız bile yeterince ciddi bir aşağılamaydı. İki yıldır kan kaybettiğimizi ben de biliyordum.

"Barbaros Bey, cidden manipülasyona ayıracak vaktim yok." dedim sabırsız bir nefes vererek. "Anlıyorum siz oyun kurucu falansınız. Belli ki şu anda da bir maşaya, tetikçiye ya da piyona ihtiyacınız var ama ben cidden meşgulüm. Try again later."

"Kız kaçırmakla mı? Ah, kızı kaçırmana pek gerek kalacağını sanmıyorum."

Adama dönüp ters bir bakış attım. Köstebek falan mı sokmuştu aramıza? Halbuki bir sürü önlem almıştım, korumaların telefonlarına bile el koymuştum yola çıkmadan önce. Nigâr Abla'yı da kayıkhaneye kapattırdıktan sonra dışarıdan birinin duruma ayıkması imkansız hale gelmişti. Gelmeliydi yani...

Nerede açık verdiğimi düşünürken Barbaros Bey "Merak etme, dışarı bilgi falan sızdırmadınız." diyerek aklımı okudu. "Telefonuna gizli numaradan fotoğraf geldiğini duyunca bir göz atmak istedim. Şu birlikte denize gittiğiniz kızcağızdı o, değil mi? Ertuğrul bahsetmişti geçenlerde... Açıkçası pek ihtimal vermemiştim ama kızın halini görüp de otuz arabayla baskına çıktığına göre sen sahiden de abayı yakmışsın, Alparslan."

Ağzım bir karış açık kalmıştı. "Ertuğrul Saral'dan mı bahsediyorsunuz? Benim denize gittiğimi size o mu söyledi?"

Aras'ın biricik(!) dayısıydı Ertuğrul Saral. Yeraltı dünyasının tahtı Dündar Bayraktar'a aitse, yerin üstündeki krallığın başında da Saral ailesi vardı. Abim bu iki aileden 'Çift gövdeli bir ağaç,' diye söz ederdi hep. 'Bayraktar'ın dalları yerin altına, Saral'ın dallarıysa gökyüzüne uzanır.'

Saral ailesinin lideri İbrahim Saral yirmi yıl önce ölmüştü fakat tahtta hala onun oturduğunu herkes bilirdi. Oğlu Ertuğrul ise henüz babası hayattayken her şeyden elini eteğini çekip veliaht olmayı reddetmişti. Saral Holding'in yönetimi bile yıllar boyunca bir yabancının, Özer Mabeynci'nin elindeydi. Ta ki, Saral'ın varisi büyüyüp dümeni eline alana kadar...

Bakışlarımı boşluğa dikip tüm bunların neresinde olduğumu çözmeye çalışırken Barbaros Bey'in ufak, neşe dolu bir kahkaha attığını duydum. "Evet, birtakım fotoğraflar da gösterdi." diyerek soruma cevap verdi. "Hanım kızımız pek güzelmiş."

Bense iki kat daha fazla şaşırmıştım. Ertuğrul Saral ile Barbaros Abas'ın ne alakası olabilirdi ki? Onları oturmuş benim deniz maceramın dedikodusunu yaparken hayal edemiyordum.

"Ertuğrul Saral ile arkadaş olduğunuzu bilmiyordum." dedim hafifçe omuz silkerek. "Eminim bunu Hakkı Karadağ da bilmiyordur. Pek sadık bir dost değilsiniz anladığım kadarıyla..."

Başımı kaldırıp adamın yüzüne baktığımda yanıldığımı anladım. Kanka falan olmamışlardı, Barbaros Bey'in az evvelki neşesi de sahteydi. "Sahiden de abin sana tek bir kelime bile öğretmemiş..." diye homurdandı. "Ertuğrul Saral ile arkadaş olmak, ha? Ona neden Kör Kütüphaneci dediklerini biliyor musun Alparslan?"

Biliyordum... Birincisi, kendisi kördü. Sahiden kördü, tıbben yani... İkincisi, dünyanın en değerli kütüphanelerinden birine sahipti. Fakat onun kütüphanesi kitaplardan değil, insanlardan oluşuyordu. Sırlar, skandallar, yakın gelecekte gerçekleşmesi planlanan eylemler, önemli belgeler, unutulmuş gerçekler ve saklanmaya değer her bilgi parçası... Kör Kütüphaneci tüm bunları toplar, belgeler ve yerini hiç kimsenin bilmediği kütüphanesinde arşivlerdi.

"Belli ki abin sahiden de seni bu işlerden uzak tutmak istemiş." diye devam etti Abas. Bir yandan da elindeki bir dosyayı kurcalıyordu. "Bak sen şu işe!" diyerek gevrek bir kahkaha attı her ne okuduysa. "Seninle aynı liseden mezun olmuşuz çocuk... Niye devam etmedin ki— Ah, atılmışsın. Sonra da Makina Mühendisliği okumuşsun, eminim abin bundan pek hoşlanmamıştır."

"Atılmadım, ayrıldım." dedim ikisinin hemen hemen aynı şey olduğunu bilsem de. "Ayrıca sadede gelir misiniz artık? Manipülasyonla boşuna zaman kaybediyorsunuz, açık konuşun lütfen."

"Pekala, bir de öyle deneyelim." diyerek dosyayı kapatıp kenara koydu. Ardından bana dönüp sakin bir tavırla konuşmaya başladı. "Uzun namlulu silahlarla kız almaya gittiğin çiftlik, Balkanlar'daki silah ticaretinin en kilit isimlerinden birine ait. Üstelik bu adam senin de vasin oluyor. Demem o ki, çiftliğe baskına gidersen bunun Franz Ferdinand'ın Sırbistan'a düzenlediği turistik geziden bir farkı olmaz." 

Birkaç saniye boyunca tek kelime bile edemedim. Balkanlar nereden çıkmıştı? Silah tüccarı dediği kişi Şevket miydi? Ayrıca o herif nereden benim vasim oluyordu? Mevzuyu çözmeye çalışarak adama bakarken hafifçe güldüğünü işittim.

"Ne o, yoksa abinin neden seni o çiftliğe götürdüğünü bilmiyor muydun?"

Cevap veremedim. Adamın sorduğu soru bir şeyleri tetiklemişti. Elif'in varlığıyla kör olmuşken gözden kaçırdığım detaylar zihnime hücum etmeye başladığını hissettim. Abimin dünürünü belirleyip evleneceğim kızı seçme işini bana bırakmasındaki mantıksızlığı neden fark etmemiştim ki? Şevket abimin akraba olmak isteyeceği türden bir adam değildi, öyle olsa senelerce görüşmemezlik yapmazlardı herhalde. Üstelik sadece asker arkadaşı olduklarını söylemişti bana, Şevket'i hayvancılıkla uğraşan basit bir çiftçi gibi tanıtmıştı, babamla Faysal Amca'nın can dostu olduklarını bile Munise Teyze'den duymuştum!

"Endişelenme evlat," dediğini duydum Barbaros Bey'in. "Tüm sorularının cevabını sana vereceğim."

Başımı kaldırdığımda adamın yüzünde anlayışlı bir tebessümle bana baktığını gördüm. İçine düştüğüm keşmekeşi anlamıştı sanırım.

Sebebini bilmediğin iyiliği kabul etme, Alparslan.

Zihnimde babamın sesi yankılanınca kendime geldim. Barbaros Abas'ın bana iyilik yapması için hiçbir sebep yoktu. Ya karşılığında benden bir şey isteyecekti, ya da ondan alacağım cevaplarla bir tetikçiye dönüşecektim.

"Teşekkürler ama gerek yok." dedim elimi kapının koluna uzatarak. "Abim bunları benden sakladığına göre öğrenmemin zararlı olacağını düşünmüş demektir. Ayrıca rahat olun, oraya gidişimin sebebi evlenmek değil—"

"Aslında tam olarak öyle olacak."

"Anlamadım?"

"Anlatayım." dedi koltuğun kenarından kırmızı bir dosya çıkararak. "Aslında bu dosyayı sana bir kıyak olsun diye getirmiştim ama galiba koz olarak kullanmam gerekecek. Denize gittiğiniz o kızla evlenirsen dosyadaki şeyin cevabını sana vereceğim. Sonrasında da ya bana güvenip işbirliği yapmayı kabul edeceksin..." Bir an duraksayıp çenesini sıvazladı. "Ya da ben senin önüne başka kozlar sereceğim. Neyse ki sizin aile insana hiç malzeme sıkıntısı yaşatmıyor."

Dosyayı bana atınca elimde olmadan yakalamaya çalıştım. Elbette içeriğine bakmayacaktım, niyetim kağıtta yazanlara bile bakmadan adama geri vermekti. Oysa bakmama gerek yoktu, sayfa düzeninden bunun bir otopsi raporu olduğunu anlamıştım. Fakat kimin? Aklıma dolan ihtimaller karşısında daha fazla dayanamayıp kağıdın tepesinde yazan isme göz attım. Korktuğum cevap orada beni bekliyordu.

"Evet, size verilen rapor sahteydi." dediğini duydum Abas'ın. "Yengen intihar etmedi, Alparslan. Ve katilinin kim olduğunu sana yalnızca ben söyleyebilirim. Tabi, öğrenmek istersen..."

✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧

ELİF

Hasret boynunu büker miydi ağaçların? Benim içinde güz yaprakları gibi dökülen bir şeyler vardı. Bugün akşama doğru, kayalıklardan uçup giden kuşlar gibi Defne de ellerimden uçup gitmişti. Behram Abi gelip çocuğu İstanbul'a götüreceğini söylediğinde İzzet Amca evde yoktu, adamın net tavrı karşısında biz de pek bir şey yapamamıştık.

Defne'nin olay çıkaracağını bildiğimiz için yatıştırıcısından içirmiştik öncesinde. Başlarda anlamamıştı, hatta amcasına gideceğini öğrenince epey sevinmişti. Fakat Behram Abi'nin kucağında evden çıkarken bizim geride kaldığımızı fark etmişti. Onu arabaya bindirip çiftlikten çıkarana kadar akla karayı seçmiştik. Gidişiyle birlikte ben de ağlamaya başlamıştım zaten. Defne'nin perişan halini hatırladıkça yeni hıçkırık düğümleri atılıyordu boğazıma.

İzzet Amca gözlerimi kuruladığımı görünce "O iti elime bir geçirirsem..." diye yükseldi yeniden. "Hayır, Behram ne demeye benden habersiz iş yapıyor ki? İstanbul'a bir gidelim, ona da benden habersiz iş yapmak neymiş göstereceğim!"

"Adamcağız kaç kez aradı seni." diyerek savunmaya geçti Gülendam Teyze. "O da Alparslan'a sen söyledin sanmış, nereden bilsin?"

"Yahu dibimdeki adama niye İstanbul'daki it vasıtasıyla emir vereyim ben?! Hem Defne'yi yollayacak olsam bir ay önce yollardım, daha kolay olurdu Elif'ten ayrılması... Şimdi biz buradayız, o çocuk orada perişan olacak!"

Yeni yeni dinmiş gözyaşlarım bu sözle birlikte tekrar yanaklarıma hücum etti. "Siz de gidin o zaman İzzet Amca," dedim burnumu çekerek. "Ben bir şekilde idare ederim babamı, olmadı babaannemi araya sokarım. Sizin burada kalmanıza gerek yok—"

İzzet Amca'nın öfkesi duruluverdi birden. Yüzünde çok büyük bir hakarete uğramış gibi bir ifade belirirken karısına dönüp beni işaret ettiğini gördüm.

"Gülendam ben mi yanlış duydum yoksa bu enik bizi çiftlikten mi kovdu demin?"

"HAYIR NE KOVMASI?!" diyerek ayağa zıpladım birden. "Ben Defne için söyledim İzzet Amca... Uçağa binebilsinler diye yatıştırıcısından içirdik ama uyandığı zaman daha da kötü olacak. Geceleri tek uyumaya korkuyor, biliyorsunuz. Alparslan Abi de yanında başkası varken uyuyamıyor— Laf arasında söylemişti de bana... Yani ben o yüzden- Yoksa sizin çiftlikten gitmenizi ister miyim hiç?"

Dilimi eşek arısı soksun bile diyemiyordum artık. Zavallı hayvanların harcadığı iğneye değmezdi, zaten yaptığım patavatsızlıklara da iğne yetmezdi. Alparslan'ın gece buluşmalarımızın birinde yaptığı tespiti hatırlayınca ona hak vermeden edemedim. Sahiden de ancak acı biber hakkımdan gelirdi benim.

Neyse ki İzzet Amca bunu diline dolamadı. Aklı başka bir yerdeymiş gibi görünüyordu, bakışları sabit bir noktaya takılıp kalmıştı. Zaten günlerdir çaktırmamaya çalıştığı bir tedirginlik vardı üzerinde. Zaman zaman kaygıyla bana baktığını fark ediyordum, bazen durduk yere kendimi nasıl hissettiğimi soruyordu. İçimden bir ses intihar planımı hissettiğini söylüyordu. Belki de çiftlikten gitmemeleri bile bu yüzdendi, yalnız kalırsam kendime bir şey yapmamdan korkuyorlardı.

Babamın intihar mektubumu görünce verdiği tepkiyi anımsadım ister istemez. O zamanlar şaşırmamıştım çünkü babam bunu ilk kez dile getirmiyordu. O yaratıkla evlenmektense kendimi öldüreceğimi söylediğimde de aynı cevabı vermişti bana.

"Bu çiftlikten ancak beyazlar içerisinde çıkabilirsin. Hangisini giyeceğin sana kalmış."

Bunu samimi bir şekilde söylediğini bakışlarındaki umursamaz ifadeden anlamıştım. Sahiden de ölüp gitmem bir anlam ifade etmeyecekti babam için, hatta belki de kolayına gelecekti.

Öte yandan, İzzet Amcalar çok üzülecekti. En çok da Defne... Annesinin intiharıyla yaşadığı travmayı biliyordum, eğer o buradayken ölürsem cenaze atmosferine bir kez daha maruz kalmış olacaktı. İşin içine yokluğum da girince ölen kişinin ben olduğumu hissederdi illa ki. Bir aydır erteliyor olmamın sebebi de bu değil miydi zaten?

Gülendam Teyze'nin "Gördün mü bak, üzdün kızı!" dediğini duyunca başımı kaldırıp onlara baktım. Suskunluğumu yanlış yorumlamışlardı anlaşılan. "Sen bu delinin laflarına bakma Elifcim," diyerek ters bir bakış attı kocasına. "Öyle demek istemediğini o da biliyor ama aklı sıra seninle uğraşıyor işte..."

"Canım Elif'le uğraşmayacağım da kimle uğraşacağım?" diyerek kendini savunmaya çalıştı İzzet Amca. "Tatlı dil ve güleryüz el için vardır, Gül'üm. Aile içinde sevgini göstermek için bunlara gerek duymazsın ki! Hayır, ben burada kafadan sallamıyorum, hepsi psikolojik kuram bunların... İnternette okuduydum geçen gün—"

Beni ailelerine dahil ettiğini duyunca daha fazla dayanamadım, boğazımdan kopan hıçkırıkla birlikte koşup İzzet Amca'ya sarıldım. Bu tepkime pek şaşırmış gibi görünmüyordu, eliyle sırtımı sıvazlarken "Ağlamaktan canın çıktı be güzel kızım..." diye iç çektiğini duydum. "İstersen hemen arayayım Behram Abi'ni, Defne'yi alıp geri getirs—"

"Yok yok, yapmayın!" dedim burnumu çekerek doğrulup. "Alparslan Abi en doğrusunu yapmış İzzet Amca. Defne bana daha fazla alışmasın..."

"Alıştı alışacağı kadar, hem ne olmuş alışmışsa?" diye söylenerek cebinden telefonunu çıkardı. "O it gelmese bile seni almadan buradan gitmeyeceğimizi biliyorsun, Elif. Her halükarda Defne'nin hayatında kalıcısın artık—"

"Bari sabah arayın." diyerek koluna yapıştım panikle. "Defne uyuyordur şimdi, gecenin bir yarısı yollarda perişan olmasın."

Kardeşiyle ilgili yaptığı imaya itiraz etmememe şaşırmış gibi görünüyordu. Zira bir aydır inatla karşı çıkıyordum söylediklerine, hele şu dediğinden sonra İzzet Amca'nın niyetini az çok anlamıştım. Beni İstanbul'a götürüp Alp'e evlilik için emrivaki yapmak niyetindeydi sanırım. Düşüncesi bile gururumu paramparça etmeye yetmişti.

"Canım yatıştırıcısından içirir Behram-"

"Ben de o yüzden diyorum zaten! Bir günde iki doz içmesin, zararlı olur İzzet Amca. Sabah ararsınız, eğer ağlıyorsa Behram Abi geri getirir. Olmaz mı?"

Yüzünde kararsız bir ifade belirmişti fakat karşı çıkmadı. Telefonunu tekrar cebine koyarken "O zaman sen de ağlamayacaksın!" diye söylendiğini duydum. "Söz ver bana, şimdi gidip güzel bir uyku çekeceksin. Sabah da Defne'yi getirmesi için Behram'ı arayacağım, yeğenini özleyen gelir burada görür! Anlaştık mı?"

Yutkunarak başımı salladım. "Siz nasıl isterseniz... Şey, ben bu gece babaannemin evine döneyim-"

"Hayır efendim, sen bizim gözümüzün önünden ayrılmayacaksın!" diye kükredi İzzet Amca. "Gülendam götür yatır şu eniği, sonra da aşağı gel, dizi başlayacak. Hadi bakayım!"

İçimin sımsıcak olduğunu hissettim. Az sonra kendimi öldürecektim fakat birilerinin beni önemsemesi hala mutluluk veriyordu.

Gülendam Teyze'yle birlikte yukarı çıktık. Onun üzerinde de adını koyamadığım bir tedirginlik vardı, hatta garip bir mahcubiyet... Halbuki onlar sayesinde babamın gazabından korunuyordum. Dünürler kasabadaki söylentileri duyunca sözü geçici olarak attıklarını bildirmişlerdi babama, eğer bekaret testine girersem beni almaya ikna olacaklardı. Havva Abla'nın annesi Zeliha Teyze'yle akraba oldukları için şimdilik köyde, onun evinde kalıyorlardı. Zeliha Teyze'nin içine düştüğünü durumu düşündükçe gülmemek için kendimi zor tutuyordum. Sen git, senelerce kızın biri hakkında dedikodu çıkar, sonra o dedikodular kızdan kurtulmana engel olsun... Şansa bak!

Onunla ve durmadan içine birilerini attığı dedikodu kazanıyla savaşmayı çok uzun zaman önce bırakmıştım. Çıkardığı söylentilere dayanak olarak başka söylentileri gösterdiği ve bu şekilde zincirleme bir dedikodu ağı yaratmaya bayıldığı için onunla baş edemezdim zaten. İftiralarının asılsız olduğunu görmenin tek yolu onları birbirine bağladığı zinciri sonuna kadar takip etmekti ve ne yazık ki bugüne dek tanıdığım hiç kimse bu kadar sabırlı değildi. Gülendam Teyze dışında...

Çiftliğe geldiklerinde ilk üç dört gün ondaki bu şok edici dedektiflik yeteneğini fark etmemiştim. Sonra Zeliha Teyze çiftliğe teşrif etmiş ve her gelene yaptığı gibi onlara da algı operasyonu yapmaya başlamıştı. Taktiği değişmiyordu zaten; Ayşe'yi kötüle, beni orospulukla itham et, Sümeyra'yı öv, Mehtap'ı göklere çıkar. Arada çiftliğin diğer kadınlarını da elden geçirirdi elbette. Onun sayesinde ben buraya geldiğimde sekiz ayrı haneyi barındıran çiftlikte küçük halam ve ailesi dışında kimse kalmamıştı.

Gülendam Teyze ise bu algı operasyonuna dünden razı gibiydi. Karşı çıkmak bir yana, arada üstü kapalı şekilde ithamlarına destek vererek Zeliha Teyze'yi iyice gaza getirip bana bir ömür yetecek iftiraya maruz kalmamı sağlamıştı. Zeliha Teyze gittikten sonraysa konuşulan her şeyi unutmuş, benim sözlenme hadisemi didiklemeye geri dönmüştü. Bu esnada kasabadaki eski tanıdıklara birkaç ziyaret düzenlemiş, arada Zeliha Teyze'nin peşine takılıp köydeki bazlama etkinliklerinde boy göstermiş ve tüm söylentilerin şeceresini çıkarmıştı. Zannedersem bu çiftlikte başa çıkamadığı tek şey benim inadımdı. Böyle bir kadın tarafından hala tam anlamıyla çözülememiş olmak bana onur veriyordu açıkçası.

Öte yandan, ben de Zeliha Teyze'nin neden müstakbel nişanlımın ailesine beni kötülediğini çözemiyordum. Bu nişan en başından beri onun arzuladığı bir şeydi, ne diye taş koyma gereksinimi duymuştu ki? Ne ben o teste girerdim, ne de karşı taraf bu saatten sonra geri adım atardı. Bitiş çizgisine varmak üzereyken yol tıkanmıştı bildiğin.

Evet, yol tıkanmıştı. Bir aydır hayat olağan akışında ilerlemiyordu, İzzet Amcalar çiftlikten ayrılamıyordu, babam bana eziyet edemiyor, akıbetim sonuca ulaşmadıkça kimse hayatına devam edemiyordu. Nehrin önündeki bir baraj duvarı gibi hayatı tıkayan o taş, bendim. Bekledikçe insanların sabrını tüketiyor, bekledikçe biriken suyun ağırlığı altında eziliyordum.

"Geç bakalım yatağa."

Puf terliklerimi çıkarıp pijamalarımla yatağa girdim. Gülendam Teyze beni yatağa yatırıp yorganı sıkı sıkı örttü üzerime. Defne buradayken yaptığı gibi yorganın kenarlarını sıkıştırınca bir şeylerin devasa bir okyanus dalgası gibi içimde yükseldiğini hissettim. Yerimden kalkıp dizine yatmak, ağlaya ağlaya ona gerçekleri anlatmak istiyordum.

"Biliyor musun, hep bir kızım olsun istemiştim..." diye mırıldandığını duydum. Bir yandan da nazikçe saçlarımı okşuyordu. "Senin gibi akıllı, cesur, iyi kalpli bir kız çocuğu... Defne var ama o henüz çok küçük, ben henüz yirmili yaşlardayken bir kızım olsun, ileride anne kız arkadaş gibi olalım isterdim."

"Teşekkür ederim Gülendam Teyze..." diyerek tebessüm ettim. "Ama eminim oğullarınız da sizinle arkadaşlık etmiştir."

"Ay Allah aşkına erkek çocuğu ne anlar arkadaşlıktan?" diyerek gözlerini devirdi. "Bunlarla dedikodu yapamazsın, alışverişe gidemezsin, ne duysalar yanlış anlarlar, kıskançlık triplerine girip insanı canından bezdirirler. Hele bizim sülalenin erkekleri yontulmamış kalas gibidir, Alparslan'dan pay biç! Gerizekalı şey kadere meydan okuyor aklı sıra... Aile kurmazsa kaybedecek kimsesi de olmazmış, mantığa gel!"

İçimdeki kıpırtıya engel olamadım. Bu ihtimal benim aklıma da gelmişti, Alparslan'ın sevdiklerini kaybetmekten korktuğunu az çok anlamıştım. Belki de bu yüzden İstanbul'a dönmüştü, aile kurmaktan korktuğu için... Fakat sonra onun buraya zaten kız istemeye geldiğini hatırlamıştım. Aşk evliliği olmasa bile yine de bir aile kuracak, elbet çoluk çocuğa karışacaktı.

Kendimi tutamayıp Gülendam Teyze'ye döküldüm. "İyi de siz buraya ona kız istemeye gelmediniz mi?"

"Sen ortada herhangi bir kız isteme olayı görebiliyor musun?"

"Hayır ama..."

"Alp buraya benim zorumla gelmişti." diyerek gülümsedi bana. "Çok kötü bir dönemden geçiyordum, ne istersem yapacağını söyleyince ben de aile kurmasını şart koştum ona. Hayata karışmasını istiyordum, bir yerlere kök salarsa gözü kapalı ölüme yürüyemez diye umuyordum ama başarılı olamadım."

Ne diyeceğimi bilemedim. Alparslan'ın neden buraya geldiğinde ablamlardan uzak durduğunu anlamıştım nihayet. Benimle vakit geçirmekten çekinmemişti zira sözlü olduğumu biliyordu. Aramızdaki elektriklenme onu da gafil avlamış olmalıydı. O yüzden beni öptükten sonra İstanbul'a dönmüştü. Aile kurmaktan korktuğu için.

Sevmediği için değil...

Ufak bir tebessümün dudaklarımın kenarında çiçek açtığını hissettim. Onu anlamak içimdeki kırgınlığı bir nebze dindirmişti. Fakat hepsi bu. Alparslan'ın durumu bende bir yardım arzusu yaratmamıştı, onun yaralarını saracak konumda değildim. İntiharın kıyısındayken onun neden gittiğinin de bir önemi yoktu. Her halükarda beni istemiyordu ve her halükarda intihar tek kurtuluş yolumdu.

"Gülendam Teyze senden bir şey isteyebilir miyim?"

"Elbette Elifcim."

"İstanbul'a döneceğiniz zaman Dobby'yi de yanınızda götürür müsünüz?" dedim gülümsemeye çalışarak. "Son olayı biliyorsun, babam artık asla çiftlikte barındırmaz onu..."

"Sen köpeği kaçırdıktan sonra epey bağırdı zaten." diyerek yüzünü buruşturdu Gülendam Teyze. "Hayvanı bulur bulmaz barınağa gönderecekmiş. Kuduz olduğunu düşündü sanırım."

Dobby kuduz değildi, sadece beni çok seviyordu. Daha ufacık çocukken dedem hediye etmişti onu bana. Kırık dökük Türkçemle herkesin dalga geçtiği yıllardı, anadilimi konuşmak istiyordum fakat kimse beni anlamıyordu. Dedem bir gün elinde yeni doğmuş bir yavruyla gelip "Al bakalım, bu artık sana emanet." demişti. "Yeni doğduğu için henüz hiçbir dili bilmiyor, yani istersen ona kendi dilini öğretebilirsin."

"Konujma bilir mi câinii?" diye sormuştum hayretle. "Umm... Konujma bilir mi çöpekler?"

Dedem kahkaha atarak beni kucağına oturtmuş, ardından hayvanların yalnızca onları seven insanlarla konuştukları sırrını vermişti. Yani ufak köpeği çok seversem benimle konuşacaktı. Artık yalnız kalmak zorunda değildim.

Fakat ben gidince Dobby yalnız kalacaktı. Dayak yediğimi görünce bacağından ısırmıştı babamı, o esnada İzzet Amcalar geldiği için kargaşayı fırsat bilip Dobby'yi ormana kaçırmıştım ama yokluğumu fark ettiği anda buraya geleceği kesindi. O zaman da babam hayvanı tuttuğu gibi kapının önüne koyardı. Ya da hep söylediği gibi barınağa gönderirdi. Yaşlı olduğu için onu kimsenin sahiplenmeyeceğini biliyordum, zaten Dobby de insanlara kolay kolay yüz vermezdi.

"Normalde asla birine zarar vermez." diyerek ikna etmeye çalıştım Gülendam Teyze'yi. "Yaramaz bir köpek de değildir. Eğer eviniz bahçeliyse bir köşede kendi kendine yaşar gider. Nolur götürün onu Gülendam Teyze. Barınaktaki koşulları siz de biliyorsunuz..."

"Elbette götürürüz Elifcim." diye güldü Gülendam Teyze. "Defne çok seviyor Dobby'yi. Zaten senden ayrı kalamaz o hayvancağız, biz götürmesek bile kendi düşer yollara."

Ah, harika... Neyse ki Defne'nin Dobby'yi sevdiğini o da fark etmişti, ben olmasam da köpeği götüreceklerine emindim. Bu nedenle daha fazla üstelemedim, eğer ben olmasam da götürmeleri için ısrar edersem bir şeylerden kuşkulanabilirdi.

Gülendam Teyze odadan gidince bir süre boş boş tavanı izledim. Bir aydır Defne var diye erteliyordum bu işi. Annesinin intiharı zaten onda travma yaratmıştı, bir kez daha cenaze atmosferine maruz kalmasını istemiyordum. Fakat Defne artık yoktu, Alparslan onu buradan çekip almakla en doğrusunu yapmıştı. Alparslan... Sahi, o da yoktu.

Neyi bekliyordum ki? Ayşe Abla'mla vedalaşacak kadar aptal değildim, hemen anlardı o. Son zamanlarda tepemden ayrılmıyordu zaten, çaresiz hissederse Gülendam Teyzelere bile durumu anlatabilirdi. Gerçi ben onun sadece bana sarılmasını isterdim. Fakat o böyle şeylerden pek anlamazdı, hele intihar mevzusunu öğrendikten sonra resmen bana düşman kesilmişti.

Yadırgamıyordum onu. Ayşe Ablam doğası gereği saldırgan bir insandı. İlkeleri asla şaşmazdı, ilkeleriyle ters düşen her şeye düşman gözüyle bakardı, duygusal zekası fazla kısıtlıydı. Olay çıkarmaya fazla meyilli olduğu için sayısız kez okuldan atılmanın eşiğine gelmişti, aramızdan babamdan en çok dayak yiyen oydu muhtemelen. Fakat aramızda iffetiyle babama en çok güven veren de oydu. "Hangi adam bakar ki buna?" diye söyleniyordu bazen. "Kız dediğin azıcık nazik olur, bu öküz bildiğin vahşi! Neyse, kızların biri de evde kalsın zaten... Yaşlanınca bize kim bakacak?"

Ve bu güven sayesinde babamın esaretinden geçici süreliğine de olsa kurtulmayı başarmıştı. Babam onun üniversitede iyice başa çıkılmaz hale geleceğini bildiğinden ablamı Baykar soyadını herkesin bildiği Mersin'de tutmak istememiş, İstanbul'a gitmesine izin vermişti. Ayşe ablam döndüğündeyse çiftlikte çok şey değişmişti.

İntihar mektubumu gördüğünde benimle empati kurmasını elbette beklemiyordum ama yapmıştı. Beni anlamasını da beklemiyordum ama anlamıştı. Sahiden kendini benim yerime koyduğunu biliyordum. Tek problem, beni vazgeçirmeye çalışırken kendini oradan çıkarmayı unutmasıydı. Bana öfkelenerek, zayıflığımı yüzüme vurarak ya da beni aşağılayarak gaza getirip vazgeçirmeye çalışıyordu. Sevgiye bu kadar muhtaç kalmışken onun saldırgan tavırları daha çok yoruyordu beni.

Üstelik ablamın da benim yüzümden çiftlikte kaldığını biliyordum. Mezun olup geldiği gün kalıcı olmadığını, yüksek lisans için geri gideceğini bildirmişti zaten. Babam eninde sonunda onun bahanelerinin biteceğini bildiği için buna pek ses çıkarmamıştı. Fakat intihar meselesini öğrendikten sonra yüksek lisans konusundan bahsetmeyi bırakmıştı Ayşe. Bekleyerek onun hayatına da engel oluyordum.

Yine de ona verdiğim sözü tutmuştum. Ablamla Adar'ı bulmak için elimden geleni yapmıştım ben. Ayşe mektubu bulduktan sonra neredeyse her gün çiftlikten kaçıp şehre inmiş, resmi dairelerde geçmişe dair bir iz bulmaya çalışmıştım. Önceleri ortalıktan kayboluşumu kulübe yapma olayına bağlıyordum. Elbette kulübe inşa ettiğim yoktu, babamlar ormandaki atölyede tahta çaktığımı sanırken genelde şehirde oluyordum. Ben şehirdeyken de Ayşe ablam kendini atölyeye kapatıp tahta çakarak hem olası bir baskında babama gösterebileceğim bir şeyler hazırlıyor, hem de çıkardığı gürültü sayesinde insanları orada olduğuma inandırıyordu.

İzzet Amcaların gelişiyle birlikte çiftlikte kaçmam daha da kolaylaşmıştı. Alparslan başlarda benden bayağı nefret ediyordu, geldikleri gün üzerine çay döküşümden sonra yüzüme bile bakmaz olmuştu. İşin ilginç yanı, diğer ablalarımla da ilgilenmiyordu. Ayşe Ablam bile hepimizi şaşkınlığa düşürerek birkaç gün ona sevimlilik yapmayı denemişti fakat sonuç aynıydı; müstakbel damat babam dışında kimseyle konuşmuyordu. Hatta babamla bile yalnızca akşam yemeklerinde konuşuyor, onun dışında çiftlikte pek vakit geçirmiyordu. Onun her sabah erkenden arabasına binip şehre indiğini, hava kararana dek çiftliğe dönmediğini fark etmiştim.

Fakat bunu benden çok daha önce fark eden biri vardı: Ayşe ablam. Alplerin gelişinin üçüncü günü "Çiftlikten kaçmak için yerlerde sürünüp duvarlara tırmanmana gerek kalmadı." demişti bana. "Sana çok daha güvenli ve konforlu bir kaçış bileti buldum."

Planı basitti; her sabah erkenden kalkıp Alparslan'ın arabasına gizlenerek onunla birlikte şehre inecektim. "Peki ya akşam nasıl döneceğim?" diye sormuştum haliyle. "Onun ne zaman arabasına döneceğini nereden bilebilirim ki?"

Ayşe ablam sinsi bir sırıtışla telefonunu göstermişti bana. "Merak etme, attığı adımdan bile haberimiz olacak. Sırf bu iş için üç gündür Mehtap gibi şirinlik yapıyorum elin herifine."

Kaşla göz arasında adamın telefonunu yürütüp içine takip uygulaması yerleştirdiğini öğrenince ağzım bir karış açık kalmıştı. Öte yandan, ablamın o herife gerçekten kur yapmadığını öğrenmek içimi ferahlatmıştı. Zira başlarda ben de Alparslan'dan pez hazzetmiyordum.

Fakat onu kaçış bileti olarak kullanmaya başlayınca bir şeyler değişmişti. İlk gün dışında bagaja hiç saklanmamıştım. Zira ikinci gün arabada çok daha avantajlı bir yer fark etmiştim; arka koltuğun arkasındaki minik boşluk... Arka taraftan binip koltuğun üstünden geçerek bir şekilde sıkışıyordum oraya. Özellikle gelip kontrol etmediği sürece beni görmesi imkansızdı.

Bense onun tüm telefon konuşmalarına kulak misafiri oluyordum. Aptal bir adam olmadığını fark etmem uzun sürmemişti, adamına göre muamele yapıyordu genelde. Ayşe'nin iddia ettiği gibi beş para etmez serserinin teki de değildi, ablam onu sosyal medya üzerinden stalklayarak bu sonuca ulaşmıştı fakat ben kulaklarımla şahit oluyordum. Bilhassa Defne geldikten sonra arkadaki köşemde otururken suratımda hep bir sırıtış oluyordu. Yeğenini ne kadar çok sevdiğini görmemek imkansızdı, araba kullanırken bir yandan da bebekle muhabbet etmesine bayılıyordum.

Elimden gelse akşama kadar onlarla birlikte dolaşırdım fakat yalnızca iki gün görevimi ihmal etmiştim. Biri Defne'yle birlikte Kız Kalesi'ne gittikleri gündü. Onlar sahile inince arabadan çıkıp şehre inebilirdim, akşam da her zamanki yöntemlerimle dönerdim çiftliğe. Fakat peşlerine takılıp ikisinin eğlenmesini izlemek karşı koyamayacağım kadar güzel gelmişti gözüme.

Bir diğeri de babaannemin emriyle şehre inip lunaparka gittiğimiz gündü. Neyse ki o gün cumartesiydi, devlet daireleri kapalı olduğu için vicdan azabı çekmeden doya doya gezmiştim. Zaten sonrasında her şey birbirine karışmış, Alparslan'a karşı hissettiklerim inkar edilemez bir hal almıştı.

Ah... Ona bu kadar kırgınken ve onu bu kadar çok severken nasıl gidecektim?

Gözlerimde biriken yaşlarla birlikte yorganı üzerimden sıyırıp kalktım. Bugün Behram Abi Defne'yi götürdükten sonra babaannemin evinde sakladığım şırıngayla minik şişeyi yanıma almıştım. Ayşe ablam orada olduğu için burada yapmak daha mantıklı gelmişti fakat henüz ilacı enjekte etmeye bile vakit bulamadan İzzet Amca gelmişti. Yakalanmaktan korkup ilacı, şırıngayı ve intihar mektubumu yerde döşemenin altına gizlemiştim. Büyük hataydı.

Ne diye onun sesini duyunca paniğe kapılmıştım ki? Beni yakalasa bile ne fark ederdi? İğneyi boynuma saplayacaktım zaten, onlar ne olduğunu bile anlamadan ölmüş olurdum.

Artık ne olursa olsun erteleyemezdim. Bekledikçe her şey sarpa sarıyordu, bekledikçe hiçbir şey düzelmiyordu. Düzelmeyecekti de. Alparslan'ın neden aile kurmak istemediğini anlamıştım, bana karşı bir şeyler hissetse bile geri gelmeyeceğine emindim artık.

Yataktan kalkıp altı boş olanı bulmak için yerdeki döşemeleri saymaya başladım. Ne yaptığımı düşünmemeye çalışıyordum, beynimdeki seslere kulak verirsem vazgeçmek için yeni bir sebep bulmaktan korkuyordum belki de. Bu yüzden dışarıdan yükselen sesler beni durdurmak yerine acele etmeye itti. Muhtemelen babam yine bir şeylere öfkelenmişti, gelip hıncını benden çıkarmaya kalkışırsa İzzet Amca'nın boş durmayacağını biliyordum. Dayak yediğimi öğrendiklerinde bile zor tutmuştum onları, engel olmasam babamla kavga edip beni çiftlikten götürmeye kalkışacaklardı. İzzet Amca "Gerekirse o itin kafasına silah dayar, evliliğe ikna ederim!" diyince kuyruğu dik tutmaya çalışmıştım fakat "Senin de kafana silah dayarım!" diye bağırmıştı. "Üç günlük enikler karşıma geçmiş gurur yapıyor yauv!"

Eğer bir olay daha çıkarsa onları yatıştıramayacağımı biliyordum. İzzet Amca muhtemelen önce babamla kavga edecek, sonra da beni kardeşine isteyecekti. Artık bir sözlüm olmadığı için babam buna seve seve razı olurdu zaten. Ve ben de beni istemeyen bir adamla yuva kurmak zorunda kalırdım.

Boş döşemenin yanına diz çöküp tahtayı kaldırmaya çalışırken sesler iyice belirginleşti ve müştemilatın kapısı yumruklanmaya başladı. Paniğe kapılıp var gücümle tahtayı sökmeye koyuldum, hafifçe ittirerek zorlanmadan kaldırmak aklıma bile gelmemişti. O esnada İzzet Amcalar kapıyı açmış olacak ki müştemilatın alt katından öfkeli bir kükreme yükseldi. Biri bağırıyordu.

Ve bu kişi babam değildi.

"SEN BANA DELİ DİYORDUN, DEĞİL Mİ?!" dediğini duydum Alparslan'ın. "GÖSTERECEĞİM BEN SANA DELİYİ!"

✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧

"Bir şey var adını koyamadığım. Kırılmaktan öte parçalanmak gibi. Toplamaya çalıştıkça dağılıyorum. Bir şey var, halledemiyorum."

-Turgut Uyar

-*-

Çiftliğe vardığımızda saat bire geliyordu. Kapıdaki adamlar beni tanıdığı için girmemize direkt izin verdiler. Zaten aracımızı aramaya kalksalar da bir şey bulamazlardı, çakı bile yoktu üzerimde. Polisler Barbaros Abas'ın emriyle tüm mühimmatı elimizden almış, bizi dımdızlak vaziyette Mersin'e yollamışlardı.

Bakışlarım çiftliğin girişinde nöbet tutan adamlara takılınca Ufuk'un öksürdüğünü duydum. Nöbetçilerin silahını almaya niyetlendiğimi tahmin etmişti anlaşılan.

"Abi aman diyeyim..."

Ona ters bir bakış atmakla yetindim. Barbaros Abas'la konuştuğumdan beri çatışmadan çıkmış gibiydim. Sadece otopsi raporunu göstermekle kalmamış, beni kaçtığım şeylerle de yüzleştirmişti. Kökenlerim, geçmişim, geleceğim... Bugüne dek elimden geldiğince Ozancılık oynamaya çalışıp kim olduğum gerçeğini yok saymıştım.

Çünkü Alparslan Ahıskalı olarak doğmayı kendim seçmemiştim, atalarımın yaptığı seçimler üzerinde de söz hakkım olmamıştı, yapmadığım seçimlerin bedelini üstlenmek yerine kendi yolumu çizmek istemem doğal değil miydi? Sıradan bir hayat sürüp sıradan bir şekilde ölmek istiyordum ben. Buna hakkım yok muydu?

Yengem ölene dek bunu az çok başarıyordum aslında. Abimin bana çizdiği yol haritasında bir takım sapmalar olmuştu, mühendislik okumam gibi... Bunun onu huzursuz ettiğini biliyordum. Eskiden sebebini anlayamasam da şimdi bu huzursuzluğun sebebi en başından beri oradaymış gibi geliyordu. Abim benim illegal dünyaya karşı dokunulmazlık kazanacağım bir meslek seçmemi istemişti. Fakat ülkedeki koşullar bizim beklentilerimize uygun ilerlemiyordu işte. Türkiye; uzun vadeli beklentilerde gözardı edilebilecek bir detay değil, en ince hesapları bile nonlineer diferansiyel denklemlere dönüştüren kaotik bir sistemdi.

O dönemler bunun da ayırdında değildim. Ömrümün büyük bir kısmı sorgulamakla değil, emre itaat etmekle geçmişti ve özgür irademi nereye koyduğumu ben bile hatırlamıyordum. Mühendislik fakültesi kantininde tek başıma oturmuş yalnızlıktan boğulurken kıvırcık saçlı bir kız masama oturmasaydı bir daha asla yüzeye çıkamazdım.

Fakat çıkmıştım ve yüzeyde yalnızca kaos vardı. Deterministik fakat öngörülemez bir denklemde savrulurken kendi irademle aldığım her kararın bir bedeli olduğunu anlamıştım. İşte tam da bu yüzden bugün olanlar bana hiç mantıklı gelmiyordu. Barbaros Bey Elif'i resmen bir hediye paketi gibi ellerime bırakmıştı. Onunla evlenmemi istiyordu, "Duyduğuma göre senin kızı başkasıyla sözlemişler ama dert etme," demişti arabadayken. "Devlet sözü değil ya, bozarız olur biter! Sen de hem sevdiğini almış, hem de görevini yerine getirmiş olursun."

Sıkıntıyla iç çektim. Anlamalıydım... Munise Nine babamla Faysal Baykar'ın can dostu olduğunu söylediğinde bir haltlar döndüğünü anlamalıydım. Elif öylesine kör etmişti ki gözümü, abimin askerlik arkadaşım diye tanıttığı herifin ailesiyle tanışıklığımız olmasını bile sorgulamamıştım.

Gerçi hala sorgulamak konusunda emin değildim. Arabada Barbaros Bey babamın bana bıraktığı işleri anlatmaya başlayınca durdurmuştum onu. Ne olursa olsun abime ihanet edemezdim. Söylediği yalanlara olan öfkem ona duyduğum sevgiyi de güveni de azaltmamıştı. Hem zaten şimdi babamdan kalan yasadışı işleri didiklemenin sırası da değildi. Önce Elif'i bu çiftlikten kurtarmak zorundaydım.

Elif... Sahi, onu nasıl ikna edecektim? Benim şartlarım planı Barbaros Bey'in düşündüğünden daha karmaşık hale getirmişti. O çiftliğe gidip Elif'i babasından istememi ve bir an evvel Şevket Baykar'ın damadı olup herifin Suriye'de çevirdiği dolapları öğrenmemi önermişti. Benim planımsa iki aşamalıydı. Ve sorunsuz bir şekilde gerçekleşmesi için aşamaların birbirinden bağımsız olması gerekiyordu. İşin içinde Elif varken bunun imkansıza yakın olduğunu biliyordum.

İçimden abime bela okudum bir kez daha. Eğer gerçekleri benden saklamamış olsaydı bu çiftliğe saplanıp kalmazdım. Geldiğimiz gün üç kızdan birini seçer, göçmen kızını henüz bir filizken içimden söküp atardım. Şimdiyse görmezden gelebileceğim bir detaydan çok daha fazlasıydı Elif. Telefonuma gelen fotoğrafı aklımdan atamıyordum, yüzündeki morlukları hatırladıkça gazabım yeniden alev alıyordu. Nasıl izin vermişlerdi buna? Babası kızı döverken abim niye müdahale etmemişti? Yengem Elif'i korumak için burada kaldıklarını söylemişti, demek ki bir aydır eziyet görüyordu bu kız. Abim olacak pezevenkse her gün beni arayıp mutluluk masalları anlatıyor, Elif'in güle oynaya nişan hazırlığı yaptığından bahsediyordu. Ulan abi!

Aracı ön bahçeye park ettiğimizde Ufuk'a arabada kalmasını söyleyip dışarı çıktım. Planım kızı alıp çıkmak olduğu için ötekiler diğer arabayla çiftliğin dışında bekliyordu zaten. Şükürler olsun ki çiftlik ahalisi çoktan zıbarıp yatmıştı. Böylelikle kimseyle yüz göz olmama gerek kalmadan ön bahçeyi geçip ağaçların arasına daldım. Müştemilat ve Munise Teyze'nin evi karşıma çıkınca adımlarım bir anlığına teklemişti fakat önce gidip abimlerle hesaplaşmam gerekiyordu, ondan sonra yengemle birlikte Munise Teyze'nin kapısına dayanırdım. Zira ne kadar gözüm dönerse dönsün o yaşlı cadının evini basacak kadar aptal değildim. Evin içine daldığım anda kurşunu alnımın çatına çakardı yeminle.

Tüm öfkemle birlikte müştemilata yöneldim ben de. Evin kapısını yumruklamaya başladığımda içeriden ufak bir küfür nidası yükseldi. Tam da tahmin ettiğim gibi dizi izliyorlardı. Çok geçmeden abimin ayaklandığını duydum, söylene söylene yürüdüğü için gelenin o olduğunu anlamıştım. Kapı açılmadan hemen önce vestiyerdeki çekmecenin kapanma sesi geldi ve adımlar iyice yaklaştı.

Kapıyı açtığı an yakasına yapıştım.

"Alparslan!"

"Sen bana deli diyordun, değil mi?" dedim elindeki silahı alıp onu içeri sürüklerken. "Göstereceğim ben sana deliyi, gerçek deli nasıl olurmuş göreceksin!"

Kapıyı tekmeleyerek arkamdan kapattığımda can sıkıntısıyla iç çekti. Onun bu sükuneti daha da çok öfkelenmeme sebep oluyordu. Puşt herif resmen bir aydır yalan söylüyordu bana! Her gün arayıp bin tane yalan sıralayarak aklı sıra umudumu kesmeye çalışıyordu. Hatta bugün yanlışlıkla kızın sesini duymam bile muhtemelen abimin planıydı. Onun keyfinin yerinde olduğunu kulaklarımla duymamı istemişti. Hem de Elif bu haldeyken!

"Hoşgeldin çocuğum."

Yengemin kapının pervazına yaslanmış keyifli bir tebessümle bizi izlediğini görünce pek şaşırmadım. Fotoğrafı o göndermişti sonuçta... Neden numarasını gizlemek gibi bir çabaya girdiğini anlamamıştım fakat abimle yengem dümen çevirmek için genelde bir sebebe ihtiyaç duymazdı. Karı koca ikisi de yalan makinası gibiydi resmen, entrikalarının içinde nefes alamıyordum.

"Yenge benimle gel, Munise Teyze'ye gidiyoruz." dedim abime ters bir bakış atıp. "O kadın tek başıma beni eve almaz."

Abim dayanamayıp söze karıştı. "Ne yapacaksın sen oraya gidip?"

"Elif'i göreceğim!" diye bağırdım en sonunda. "Sen böyle bir şeye nasıl göz yumarsın ya?!"

"Alpars—"

"Babası kızı o hale getirirken elin armut mu topluyordu?!" diye bağırmaya devam ettim. "Ya sen yenge? Elif'in fotoğrafını çekip bana göndermeyi biliyorsun, o morluklar olurken araya girmek aklına gelmedi mi?! Yoksa bu da tipik bir entrika mıydı? Kızla aramı yapmak için babasından dayak yemesine göz mü yumdunuz siz?!"

"Alparslan?"

Onun sesini duyunca donakaldım. Dışarıdan değil, içeriden geliyordu.

Tabi ben hayal görmüyorsam...

Ağır ağır arkamı döndüğümde merdivenin bir iki basamak üstünde durmuş şaşkınlıkla bana baktığını gördüm. Yüzü morluk içindeydi, dudağının kenarı patlamış, elmacık kemiklerinden biri hafifçe morarmıştı. Hayranlık duyduğum elektrik mavisi gözleri ağlamaktan kıpkırmızı kesilmişti. Bir aydır hayaliyle yaşıyor olsam da karşımda duran kızın gerçek olduğunu biliyordum.

Ben Elif'i böyle hayal etmezdim ki...

Kıza doğru yürürken abimin silahı elimden sıyırıp aldığını hissettim ama umursamadım. Elif şaşkınlığını atlatır gibi olunca gerilemeye başlamıştı. Gururla dikleştirdiği çenesine, çatılmış kaşlarına, yüzüne takındığı  küçümser ifadeye bakarken yaptığım tüm planları unutmuştum. Ben sadece bir ay boyunca nasıl dayandığımı merak ediyordum. Onu o kadar çok özlemiştim ki... Bu inatçı bakışını, dik duruşunu, öfkelenince kıvılcımlar saçan elektrik mavisi gözlerini...

"Uzak dur." dedi bir basamak daha yukarı çıkarken. "Sakın yaklaşm—"

Ona sımsıkı sarıldığımda sözleri yarıda kaldı. Ayakları merdivenden sökülüp boşlukta salınmaya başlamış, düşmemek için boynuma tutunmak zorunda kalmıştı. Başımı saçlarına gömüp kokusunu içime çekerken abimin de iç çektiğini duydum. Elif de onun sesini duymuş olacak ki başta geri çekilmeye çalıştı, ancak sonra her ne olduysa vazgeçti birden; kollarını boynuma dolayıp bana sımsıkı sarıldı. Başını boynuma gömdüğünde gözyaşlarını tenimde hissettim.

Ve birden aklım başıma geldi. Şu an bildiğin hasretle sarılıyordum Elif'e, dışarıdan karşı iki sevgilinin kavuşması gibi bir görüntü çiziyorduk. Yengemle abim hislerimi bilse de kendime çekidüzen vermeye bir yerden başlamalıydım. Artık bir sevgili gibi davranamazdım bu kıza.

Aklından ne geçtiğini bilmiyordum ama Elif kendini benden önce toparladı. Kollarını çözüp beni nazikçe ittiğinde karşı koymadım. Yüz ifademi çoktan kontrol altına almış, bakışlarımda haline duyduğum dostça bir üzüntüden başka bir şey bırakmamıştım.

Fakat yüzünü yakından görünce hepsi uçup gitti. Sol kaşıyla şakağı arasında son derece belirgin bir morluk vardı, dudağının kenarı patlamış olacak ki hafifçe şişmişti, alnının sağ köşesinde ufak bir yara bandı yer alıyordu. İçimde planı anlaşmayı siktir edip Şevket'in kafasına sıkmamla sonuçlanacak bir gazap büyürken hiç düşünmeden elimi uzattım yüzüne.

Ani bir refleksle geri çekilerek "Sen öyle birden çekince düşmeyeyim diye tutundum, kusura bakma." diyerek neşeyle güldü. "Yeniden hoşgeldin Alparslan Abi."

Pardon?

Ciddi ciddi abi mi demişti bana?

Yuh amına koyayım! Alınganlık edecek konumda olmadığımı elbette biliyordum. Sahilde konuşmasına bile fırsat vermeden kızı bırakıp giden bendim, olanları yaşanmamış sayması normaldi. Ama insan bir ay önce öpüştüğü adama da abi demezdi ya! Anlık bir öpüşme falan da değildi ki, sarhoş halde denizin ortasında olmasaydık bal gibi götürecektim hatunu.

"Hoşgelmedim Elif." dedim yüzündeki morlukları incelerken. "Hoş da bulmadım... Konuşmamız gerek seninle."

"Ah, emin ol konuşacağız." diyerek kaşlarını çattı hafifçe. Yanımdan geçip vestiyere yürürken söylenmeye devam ediyordu. "Defne'yi İstanbul'a yolladığın yetmezmiş gibi bir de orada yalnız bırakmanı konuşacağız mesela... Ama şimdi yol yorgunusundur, sabah konuşuruz. Hem ben de babaannemin evine döneyim artık. Tabi önce oradan temiz nevresimler getirip senin odanın çarşaflarını değiştirmem gerek, eşyalarımı da sabah gelip alırım. Sorun olmaz değil mi? Hatta iki dakika beklersen—"

Bıdır bıdır konuşurken bir yandan da vestiyerden spor ayakkabılarını çıkarıp giymişti. Müştemilatın anahtarını hırkasının cebine attıktan sonra tekrar ayaklandı. Onun dış kapıya seğirttiğini görünce kolundan tutarak durdurdum.

"Elif sen ne yapıyorsun?"

Bu sefer refleksleri daha hızlı devreye girdi. Bir an bile geçmeden kolunu kurtarıp aramızdaki mesafeyi yeniden açmıştı.

"Nevresimleri değiştireceğim?" dedi sorarcasına. "Bir daha dönmezsin sanıyordum, o yüzden bir aydır Defne'yle birlikte senin odanda kalıyorduk. Ama Defne gitti, sen de geri geldin-"

Elif tüm derdim buymuşcasına açıklama yaparken düşüncelerimi toparlamaya çalıştım. Eğer Barbaros Bey denkleme dahil olmasaydı kızı şimdi omzuma attığım gibi kaçırırdım ama artık işler değişmişti. Bu firarda payım olduğu anlaşılmamalıydı mesela. O nedenle onu bu gece kaçıramazdım, ben çiftliğe geldikten sonra ortadan kaybolması fazla zorlama bir tesadüf olurdu. Fakat...

"Bugün en son ne zaman müştemilattan çıktın?"

"Anlamadım?"

"En son ne zaman müştemilattan çıktın?" diye yineledim. "Abimle yengem dışında kimse gördü mü bugün seni?"

Bu esnada abimle yengeme yandan bir bakış attım ancak mutfakta kavga etmekle meşguldüler. Abim yengemin bana gönderdiği fotoğrafın hesabını soruyordu, yengemse her zamanki gibi suçunu inkar ediyordu. Klasik Gülendam İzzet çifti...

"B-behram Abi gördü, Defne'yi almaya geldiğinde..." dediğini duydum Elif'in. "Ama dünkü şeyden sonra hiç buradan çıkmadım..."

Sakin kalmaya çalışarak tamamladım. "Baban sana bunu yaptıktan sonra mı?"

Başını salladığını görünce derin bir nefes aldım. Aradığım çözüme ulaşmıştım. Elif ben geldikten sonra ortadan kaybolursa insanlar bundan kuşkulanabilirdi fakat ben gelmeden bir gün önce kaybolması, hele ki babası ona zarar verdikten hemen sonra kaybolması şüphe yaratmazdı. Onun durumundaki bir genç kızın evden kaçmasından daha doğal ne olabilirdi ki? Üstelik abimler ve Behram Abi dışında Elif'i gören yoktu, onlar da kızın dünden beri ortalarda olmadığını söyleyeceği için sıkıntı çıkacağını zannetmiyordum. Şimdi tek yapmam gereken, Elif'i buna ikna etmekti.

"Elif senden bir şey isteyebilir miyim?"

Meraklı bakışlarla başını salladı.

"Bir geceliğine kör olasıca inadını ve gururunu devre dışı bırak, olur mu?" dedim yalvarırcasına. Ardından tek nefeste derdimi dile getirdim. "Seni çiftlikten kaçırmamız gerek."

"NE?!"

Şaşkınlıktan ağzı bir karış açık kalınca lafa yanlış yerden girdiğimi anlamıştım. O kadar boktan bir yerde duruyordum ki başka bir şey gelmiyordu elimden. Belki abimler bizi duyar da kavga etmeyi erteler umuduyla sesimi yükseltip kızı bastırma taktiğini denedim.

"Baştan söyleyeyim, bana yine mutluyum masalları okumaya kalkarsan bozuşuruz. Onca yolu kalkıp da sana psikolojik destek vermeye gelmedim Elif. Stockholm Sendromu'na saygı duyuyorum ama yeter artık, bu saçmalık haddinden fazla uzadı!"

Cümleleri olabildiğince yuvarlıyordum çünkü gerçeği söyleyemezdim ona. İstesem de dilim varmıyordu. Planın ikinci kısmını Elif'i gönderene dek ertelemek için elimden geleni yapacaktım. Fakat o pek yanaşmıyordu buna, bastırma psikolojim bile ters tepmişti.

Elif'in sessizleştiğini fark edince bakışlarımı yüzüne çevirdim. Dudağının kenarına yuva yapmış minik bir tebessümle birlikte sakince beni dinliyordu. Bakışlarında az evvelki direnişten eser kalmamıştı, ince bir alay dışında tüm hislerinin önüne duvar çekmiş gibiydi.

"Onca yolu geldin, çünkü halime üzüldün." dedi buz gibi bir sesle. "Elbette bu son derece insani bir duygu. Fakat sen üzüntüyü ya da vicdan azabını dozunda bırakamıyorsun, tıpkı öfkeyi dozunda bırakamadığın gibi... Ve bu hisler eşliğinde aldığın fevri kararların benim için bir anlamı yok. Umarım anlatabilmişimdir."

Onu öfkeli olduğum için öptüğüm sonucuna mı varmıştı sahiden? Evet, o gece benim ilk düşündüğüm şey de bu olmuştu. Fakat Elif'i öfkemi ondan çıkarmaya çalışır gibi öpmemiştim ki, dudaklarına temas ettiğim anda hissettiğim tüm öfkenin aslında yoğun bir tutku olduğunu fark etmiştim. Çiftliğe geldiğimiz günden itibaren ona olan bütün öfkemin altında yatan sebep buydu.

Bu öfkenin artık bir son bulması gerekiyordu.

"Sahte bir kimlik ayarlayacağım sana." dedim söylediklerini anlamazdan gelerek. Bir yandan da telefonumu çıkarmış Ufuk'u aramaya hazırlanıyordum. "Normalde çiftlikten kaçarken kullandığın yer tam olarak neresi? Kabaca tarif etsen yeter, çıktığında bizim çocuklar seni oradan alır. Ondan sonrası kolay zaten, sabah çiftliktekiler uyandığında çoktan ülke sınırlarından ayrılmış olacaksın."

Elif'in yüzündeki tebessüm daha da alaycı bir hal aldı. Tam bir şeyler söylemeye hazırlanırken abimin sesini duydum.

"Alparslan ne oluyor evladım?"

Mutfaktan başını uzatmış bizi kontrol ediyordu. Hala burada olduğumuzu görünce bakışlarında beliren hayal kırıklığına ne desem bilemedim. Yengemle ikisi sahiden de dünyanın en dolandırıcı çiftiydi. Resmen kızı rahat rahat kaçırabileyim diye yalnız bırakmışlardı bizi.

"Alparslan Abi beni sahte kimlikle yurtdışına gönderme planını anlatıyor."

"NE?!"

Yengemle abim birden tartışmayı kesip mutfaktan çıktı. Az sonra nasıl çetin bir muhalefete maruz kalacağımı bildiğimden tüm gücümle kızı ikna etmeye koyuldum.

"Elif biraz mantıklı düşün! Sonsuza dek orada kalmayacaksın ki... Birkaç yıl sonra ortalık yatışınca ülkeye geri dönersin. Hatta okul kaydını İstanbul'a aldırırız, abimlerle birlikte yaşarsın mezun olana kadar. İstersen mezun olduktan sonra da onların kızı olarak yanlarında kalırsın, hem Defne de seni çok seviyor. Söz veriyorum seni hiçbir şeye zorlamayız, hatta gerekirse ben karşına bile çıkmam."

Bana kalırsa en fazla bir yıl sürerdi ama işlerin ters gitme ihtimalini de göz önünde bulundurarak süreyi uzun tutmuştum. Her halükarda Şevket'i gebertmem çok uzun sürmeyecekti. Fakat piç kurusunun gebermesi hiçbir şeyi değiştirmeyecekti, onu öptüğüm gece gördüğüm kabusun gerçek olma ihtimali var olduğu müddetçe Elif imkansız olarak kalacaktı benim için.

"Alparslan." dedi abim öksürerek. "Elif'i bu çiftlikten götürmek için ne yapman gerektiğini biliyorsun. Gidip şimdi uyandırırım Şevket'i, kimse karışamadan Elif'i de alır buradan ayrılırız."

Kahretsin... Elif'le evlenmemi söylüyordu.

"Buna gerek yok ki!" diye itiraz ettim. "Ben onunla aynı evde bile kalmayacağım, döndüğünde sizinle yaşayacak İstanbul'da—"

"Elif'in başımın üstünde yeri var ama her şeyin de bir adabı var Alparslan." diyerek diretti abim. "Ayrıca bahsettiğin sahte kimlik ayarlama işleri öyle dizilerdeki gibi yürümüyor. Şevket'in istihbarattan bir sürü tanıdığı var lan! İki günde bulur getirirler kızı."

"Üstelik Elif'in okulu var!" diye lafa atladı yengem. "Bir sene kaldı mezun olmasına evladım. Hayır, biz size aile kurun demiyoruz ki-"

"Yenge lütfen-"

"Bir yıl sonra hem Elif diplomasını eline almış olur, hem de sözleşmeli boşanma hakkınız doğar. Siz boşandıktan sonra da Elif'in bizimle kalmasına kimse söz edemez. Senin evin ayrı sonuçta-"

"Yahu çocuk oyuncağı mı bu?" dedim çıldırmama ramak kala. "Çok mu dizi izliyorsun sen yenge?!"

"Altı üstü bir imza atacaksın Alparslan." diyerek omuz silkti. "Madem Elif'i önemsiyorsun, geleceği hakkında kaygılanıyorsun, o zaman formalite icabı evlenin. İstemezseniz—"

"Yenge olmaz dedim."

"—aynı evde bile yaşamazsınız, Elif bizimle kalır."

"Hatta çok istiyorsa yine abi desin sana!" diyerek araya kaynak yaptı abim. "Boşanınca Elif yine bizim evin kızı olur, sen de yine bizim evin iti olursun."

"Abi espri yapmanın sırası mı sence?!"

"Alparslan bir imza atacaksınız be evladım..." diye ajitasyon modunu açtı yengem. "Söz veriyorum siz evlendikten sonra çöpçatanlığın ç'sini—"

"YETER!"

Yengemin sözünü kesen bu kez Elif olmuştu. Öfke dolu sesi evin duvarlarına çarpıp çınlarken pişmanlıkla gözlerimi yumdum. Kahretsin... Şu yaptığımız tartışma onun gururunu kırmaktan başka bir işe yaramamıştı. Başımı çevirip kıpkırmızı kesilmiş yüzünü gördüğümde düzelttim. Gururunu kırmaktan ve inadını tetiklemekten başka...

"Siz neyi tartıştığınızın farkında mısınız?!" dedi öfkeden titreyen sesiyle. "Benim Alparslan Abi'yle evlenmeyi kabul edeceğimi de nereden çıkardınız?!"

"Elif—"

"Peki ya sen?" diyerek bana döndü bu kez. "Sahte kimlikle yurtdışına gitmek istediğim kanısına nereden kapıldın ya?! Sen nasıl benim geleceğim hakkında planlar yaparsın? Hangi hakla?! Halimden memnun olabileceğimi hiç düşünmedin mi?!"

"Hangi halinden memnunsun?" diye sordum hayretle. "Bu halinden mi?"

"Evet bu halimden!" diyerek çemkirdi. "Çünkü ben burada güvende hissediyorum kendimi! Burada biri bana zarar verdiği zaman bunu kötü niyetle yaptığını biliyorum! Çiftlikte kaldığım sürece kimsenin vicdan azabıyla savaşmama gerek kalmıyor, Alparslan! Kayalıktaki göçmen kuşlar gibi tükenmiyor hiçbir şey! Sen bunu anlayamazsın. Göçmen kuşları beklemenin ne çok zor olduğunu bilseydin, sen de ilkbaharı yok etmek isterdin."

Hangi kuşlar? Göğsünden sapanla vurulmuş cansız kuşların cesedi gözümün önüne gelince yüzümü buruşturmamak için kendimi zor tuttum. Soğuk algınlığından geberirken içilen bir kase çorbanın mideden ekşi safrayla birlikte yukarı çıkışı gibiydi. Anılar, yüzeye varamasa bile gırtlağını yakarak geçiyordu.

"Senin bu yaptığın korkaklık." dedim yutkunarak. "Bana özgürlükten bahsettiğinde bunu gerçekten istediğini sanmıştım ama öyle değilmiş. Sen haklı ve mağdur olmayı özgür olmaktan daha çok seviyorsun Elif."

Bakışlarındaki öfke yeniden alevlendi. "Eğer esaret hoşuma gitseydi defalarca kez çiftlikten kaçmayı denemezdim."

"Öyleyse şimdi neden reddediyorsun kaçmayı? Sorun benim yardım etmem mi?"

Tam on ikiden. Gözlerine yerleşen kararsız titreşmeyi görünce onu ikna edebileceğimi anlamıştım. Kolay olmayacaktı ama tek kaçış yolunun bu olduğunun o da farkındaydı.

"Kimsenin bana acımasına ihtiyacım yok da ondan!"

"Sana acıdığım için mi yardım etmeye çalıştığımı sanıyorsun?" diyerek güldüm. "Beni zerre tanımıyorsun Elif. Defne'ye gösterdiğim yüzümü gördün sadece. Seni önemsememiş olsaydım kalkıp buraya gelmezdim. Bugüne dek hiç yardım etmeye çalışmadım çünkü senin sözlüne aşık olduğunu sanıyordum, böyle söyledin bana!"

Sözlerime inandığını görebiliyordum. Zira bakışlarında samimi bir ifade parıldamaya başlamıştı. Dudaklarına ufak bir tebessüm belirirken "Eğer Defne'ye gösterdiğin yüzü gördüysem senin gerçek yüzünü görmüşüm demektir." dediğini duydum. "Buraya kadar geldiğin için gerçekten çok teşekkür ederim, gösterdiğin çabanın bende çok büyük bir anlamı var. Ama kararım değişmeyecek."

"Elif—"

"Senden tek bir ricam var," diye devam etti sözlerine. "Bir kez olsun kararlarıma saygı duy ve İstanbul'a dön, ne olur. Burada kalarak bana yardım edemezsin, iyi niyetin için müteşekkirim ama sahiden kabul edemem. O yüzden benimle boşa zaman kaybetme, olur mu? Bir an evvel Defne'nin yanına git, onun şu anda sana daha çok ihtiyacı var."

Arkasını dönüp kapıya yöneldiğini görünce "Nereye gittiğini sanıyorsun sen?" diyerek peşinden seğirttim. "Elif gel buraya!"

Dönüp bakmadı bile. Müştemilatın kapısı çarparak kapandığında hakiki bir çatışmanın ne demek olduğunu anlamıştım. Hakiki çatışma, bu kızla benim karakterim arasında yaşanıyordu. Elif kayalıklara konan göçmen kuşları beklemenin, geri dönmeyeceklerini bilmekten daha zor olduğunu söylerken belli ki benim gördüğüm şeyi göremiyordu. İlkbahar var olduğu müddetçe kuşların hep geri döneceğini sanıyordu o. Oysa mevsimlere müdahale etmeye gerek yoktu.

Göçmen kuşları öldürmek de umudu yok etmeye yetiyordu.

✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧

Elbette Elif'in verdiği karara saygı gösterecek halim yoktu. Kendisi bugüne dek yengemle abime gösterdiği saygının binde birini bile göstermemişti bana. Hele son bir ayda bildiğin onların kızı olmuştu. Artık sadece yengem değil, abim de bizim evlenmemiz için böbreğini vermeye hazır gibi duruyordu. Sırf kızı burada bırakmamak için bana formalite evlilik yapmamı bile söylemişlerdi.

Gerçi abimin evlilik ısrarına anlam verebiliyordum. Onun amacı en başından beri hiç değişmemişti, abim Şevket'le dünür olmak istiyordu. Yanıma gelip mevzuyu anlattığı gün bile söylemişti bunu. Ve ben o gün bile şüphelenmemiştim, hatta Şevket'i tanıdıktan sonra bile abimin bu yobazla neden dünür olmak istediği sorusu hiç aklıma gelmemişti.

"Alparslan içeri geç, konuşacağız."

"Daha sonra abi," dedim yüzüne bile bakmadan. "Gidip Elif'le konuşmam gerek."

Eğer Barbaros Bey'le anlaşmamış olsaydım Elif'i kaçması için ikna etme işini sonraya bırakırdım. Onu kaçırdıktan sonraya... Şimdiyse peşinden gidip kızla güzel güzel konuşmak zorundaydım. Söylenerek abimin vestiyere koyduğu silaha uzandım. Fakat yarı yolda bir el koluma yapışarak engel oldu. Abimdi.

"Alparslan!" diye bağırarak salona iteledi beni. İçeri girince kapıyı örtüp böğürmeye devam etti. "Sen ne halt ettiğini sanıyorsun oğlum?!"

"Elif'i buradan kurtarmaya çalışıyorum!"

"O zaman evleneceksin onunla!" diye çıkıştı bana. "Yok sahte kimlik ayarlayacakmış da, yok yurtdışına kaçıracakmış da... Şevket kızı bulunca ne halt edeceksin gerizekalı?!"

"Bulamayacak." dedim kendimden emin bir şekilde. "Şevket'in bağlantıları olabilir ama farkındaysan biz de beyaz yakalı personel hayatı yaşamıyoruz."

"İşte tam da bu yüzden kaçıramazsın kızı! İstihbaratla aramız kötü, normal bir vatandaştan daha sıkı mercek altındayız şu anda. İmtiyazlarımız daha kısıtlı. Bilmediğin şeyler var Alparslan-"

"Anlat o zaman!" diye bağırdım kendimi tutamayıp. "Mühendisliği bırakıp aile işlerine yardım edeyim diye senelerce uğraşmadın mı sen? Geldim işte abi! Madem çağırdın, o zaman işlerin dışında tutma beni!"

"Ben seni mekanların başında dur diye çağırdım. Silah kaçakçılığıyla uğraş diye değil!"

Öfkeden delirmemek için kahkaha attım. Benden onun kuklası olmamı istediğinin farkında mıydı? Hem aileme yakın olmamı istiyordu, hem de ailem yok edilirken seyirci kalmamı bekliyordu. Asıl öfkelendiğim nokta da onun bu tutarsızlığıydı zaten. Beş sene önce ailemle bağlarımı tamamen koparmaya karar verdiğimde ortalığı ayağa kaldırmıştı. Sebebini sormamıştı bile, haklı gerekçelerime kulak tıkamaya bayıldığı için ben de ona derdimi anlatamamıştım.

Halbuki o dönemler bağlarımı kopardığım tek şey ailem ve onlardan gelen maddi destek değildi. Geçmişimle, potansiyel geleceğimle ve o günden, 19 Temmuz 2014'ten önce hayatıma aldığım tüm insanlarla ilişkimi kesip kendime sıfırdan bir başlangıç yapmak istemiştim. Suzan'ın ölümü benim için bir dönüm noktası yaratmıştı. Kimin için yaratmamıştı ki?

Fakat Suzan benim son kaybım değildi. Haliyle son dönüm noktam da olmamıştı. Benim ikinci dönüm noktam yengemin ölümüydü. Ozancılık oyunum o gün son bulmuştu. Fildişi bir kulede yaşamak güvenli olabilirdi fakat izlediğim manzara bir vahşet senfonisiydi. O kuleden aşağı inmemin sebebi savaşa seyirci kalmaktansa, dahil olup bir fark yaratmaktı. Abimse benden hem savaş meydanında durmamı, hem de kılımı bile kıpırdatmamamı istiyordu. İşte bu imkansızdı.

"Ayrıca o sahte kimlik işini de unut." diye söylendiğini duydum abimin. "El altından sahte pasaport hazırlayan tipleri polis bilmiyor mu sanıyorsun? Hepsini geçtim, o tipler sadece birini kaçak bir şekilde ülkeden çıkarmanı sağlayabilir. Yurtdışına gönderirler ama orada yaşamanı sağlayamazlar."

İşte bu dikkatimi çekmişti. "Nasıl yani?"

"Diyelim ki kızı çakma Alman pasaportuyla ülkeden çıkardın, peki ya sonra?" diyerek izah etti. "O sahte kimliği Almanya'ya nasıl kabul ettireceksin? Sen şimdi devlet sadece adımızı soyadımızı kayıt tutuyor sanıyorsundur ama çocukken olduğun zorunlu aşılardan tut, yazdırdığın ilaç reçetelerine kadar her şeyin kaydı var, gerizekalı. Ha eğer Alman İstihbaratı'yla muhabbetim var, hazırlattığım sahte Alman pasaportunu devlet veritabanına ekleyecekler diyorsan o zaman olur.—"

"İyi de abi ben zaten—"

"-Ama zaten sahte bir Türk pasaportu hazırlattın, değil mi?" diyerek lafımı kesti odada volta atarken. "O zaman da Elif'in gittiği ülkede barınma izni alabilmek için Türkiye'den bin tane belge götürmesi, bunların hepsini de elektronik ortamda doğrulatması gerekecek. Konsolosluk diye bir şey var mesela, duyduğum kadarıyla orada bayağı inceliyorlarmış insanı. Sen tutmuş sahte kimlik yaptırdım diyorsun... Sahte kimlikle sığınma talebinde bile bulunamazsın lan! Bu işi çözme ihtimali olan bir istihbarat var, ki onlarla aramız kötü. Bir de derin devlet var, onlar da—"

"Yahu onlar çözdü zaten!" diye patladım en sonunda. "Barbaros Bey ayarlayacak Elif'in kaçışını. İzin vermiyorsun ki konuşayım..."

Hayretle bana döndü. "Bi dakk— HANGİ BARBAROS BEY LAN?!"

"Derin devletçi olan... Hani ben vurulmadan önce Mersin'e gelmişti ya..."

"Senin o adamla ne işin var?" dedi tedirginlikle. "Görüşüyor musunuz yoksa?"

"Hee sık sık görüşüyoruz abi." dedim gözlerimi devirerek. "Her haftasonu halı sahaya gidiyoruz birlikte. Çıkışta da çorbacıda takılıyoruz—"

"LAN SİKTİRTME BELANI DÜZGÜN CEVAP VER!" diye böğürdü. "O adamla ne işin var senin? Ne bok yemeye senin işini görüyor?!"

"Yahu benim ne işim olabilir o adamla?!" diyerek üste çıktım. "Aras'tan rica ettim, o da gitti konuştu. Aras'ın babasıyla arkadaş o herif, Hakkı Amca Ergenekon döneminde Silivri'deyken ikisi koğuş arkadaşıymış."

"Ara çabuk Aras'ı." dedi yanıma gelirken. "Hoparlörü de aç, kulaklarımla duyacağım."

"Abi sen delirdin mi? Gecenin bu saatinde niye arayayım Aras'ı?"

"Teşekkür etmek için aradım dersin!" diye çıkıştı. "Yalnız kopya vermeye kalkarsan ağzına sıçarım. Mevzunun ne olduğundan bahsetmeden teşekkür edeceksin, anladın mı?"

Bak sen şu abime... Korkusunu görünce ona olan öfkem iki katına çıktı. Kim bilir daha neler saklıyordu benden? Barbaros Bey bizim ailede şantaj malzemesinin çok olduğunu söylemişti, abimin tepkisine bakılırsa sahiden de öyleydi.

"Bir dakika ya..." dedim saf ayağına yatarak. "Yoksa sen bana inanmıyor musun?"

"Elbette inanmıyorum!" diyerek enseme ufak bir şaplak attı. "Senin o herifin yardımına ihtiyacın olacak, o da bunu fırsata çevirmeyecek öyle mi? Yemezler—"

Hah şöyle, dökül bakalım...

"Ne fırsatı? O herifin benden ne gibi bir çıkarı olabilir ki?"

"Ulan illa ki bulur bir şeyler!" diye bocaladı. "Muhbirlik yapmanı ister mesela. Ya da tetikçi olarak kullanır... Bak bu işlerden uzak kalasın diye sana anlatmıyorum ama bizim alemde devlete yakın duran adam ya muhbirdir ya da tetikçi. İkisinin de ömrü uzun olmaz."

Alaycı bir tavırla güldüm. "O yüzden mi babam torunlarını bile görecek kadar uzun yaşadı?"

"Babamla sen bir misin ulan?!"

"Yahu o da sizin alemdendi, onu demeye çalışıyorum. Tamam, kurtulmaya çalışıyordu ama Bayraktar'a biat etmişti sonuçta. Öyle değil mi?"

Hatta sırf bu yüzden gece mekanı işine girmişti. Yavaş yavaş yerin üstüne çıkıp bu dünyadan kurtulmayı planlıyordu. Onun ömrü bunu yapmaya yetmemişti ama ben yapabilirdim. Bu işlerden uzak durup mekan işletmeciliğiyle uğraşırsam ailemi de yerin altından kurtarmış olacaktım. Abim ve masalları...

"Alparslan laf ebeliği yapmayı bırak, arkadaşını ara!" diye kükredi abim. "Yoksa şimdi gider Elif'i babasından isterim!"

Hay sikeyim ya... Abimin giderek şüphelendiğini görünce mecburen telefonumu çıkarıp rehbere girdim. Bu esnada abim kafasını uzatmış ekrana bakıyordu benimle birlikte. Artık neler saklıyorsa ödü bokuna karışmıştı herifin.

"Arkadaşına mevzudan bahsetmeyeceksin, telefonu açınca teşekkür etmek için aradım de sadece. Tamam mı lan?"

Battı balık yan gider diye düşünerek başımı salladım. Bir yandan da nasılsa Aras'ın telefonu açmayacağını düşünerek kendi kendimi teskin ediyordum. Abim başıyla hoparlörü işaret edince iç çekerek onu da açtım fakat bu esnada telefonu ağzıma yakınlaştırma bahanesiyle kaldırıp ekranı onun görüş alanından çekmiştim. Zira aradığım numara Aras'ın şirket hattı değil, özel numarasıydı. Bu saatlerde genelde çalışıyor olurdu o, bu numaradan arama geldiğini görse bile açmayacağını biliyordum. Onun yerine mesaj atıp önemli bir şey olup olmadığını soracaktı. Telefonum sessizde olduğu için mesaj sesi gelmezdi ama bildirim görünecekti.

Telefon meşgule düşmek yerine çalmaya devam edince iyice rahatladım. Puşt herif aramayı görmüyordu bile—

"Ne var lan bu saatte?"

Senin ben kafana sıçayım Aras.

"Kusura bakma ya, uyuyor muydun?" dedim abimin baktığını görünce. Karşı taraftan kısık sesli bir gülüş duyuldu.

"Alparslan benim başım bağlı."

Taşak geçmekte haksız değildi. Gecenin ikisinde herifi arayıp uyuyor muydun diye sormuştum bildiğin. Ulan abi...

"Mal mal konuşma be... Senin uykun hafif diye sordum, uyandırdıysam yarın konuşuruz diyecektim."

"Niye aradın o zaman oğlum?"

"Ya senden yardım istemiştim ya hani..." diye geveledim. "Arayayım da bir teşekkür edeyim dedim."

"Hangi konuda amına koyayım?" diye söylendi sesini alçaltarak. "Son zamanlarda benden yardım istemediğin bir gün olmadı ki! Maaşa bağla da işimi bileyim Alp, hiç değilse sigorta primim yatar."

Ulan Şeytan... Verdiğim mesajı anlamakla kalmayıp çok güzel kıvırmıştı. Zira uykusu hafif falan değildi bu herifin, aksine ölü eşek gibi uyurdu. Abime ne yapabilirim ki dercesine bir bakış attıktan sonra keyifle cevap verdim.

"Barbaros Bey'le konuştun ya sahte kimlik işi için, ondan bahsediyorum. Ayrıca sen niye kısık sesle konuşuyorsun?"

"Önemli değil Alpars— HASİKTİR YA!"

Arkada bir gürültü kopunca gülmemek için kendimi zor tuttum. Aras tam da tahmin ettiğim gibi "Senin edeceğin teşekkürü sikeyim!" diyerek çemkirdi bana. "Manitanın evine girmeye çalışıyorum, yakalanacağım senin yüzünden! SİKTİR GİT LAN BAŞIMDAN!"

Telefon yüzüme kapanınca omzumdan iki ton yük kalktı. Ardından başımı kaldırıp ters bir bakış attım abime. "Rahatladı mı için?"

Gözlerinde hala kuşkulu bir ifade vardı fakat rahatlamış görünüyordu. Öte yandan, benim mecbur kalmadıkça yalan söylemeyeceğimi de biliyordu. Saklamak istediğim bir gerçek varsa genelde çenemi kapalı tutarak bunu yapardım. Fakat bu yalan söylemeyi bilmediğim anlamına gelmiyordu, o nedenle abimin el kol hareketlerime dikkat kesilmesi boşunaydı.

Neyse ki mevzu uzamadı. Yengem kapıyı açıp başını içeri uzatınca abimle birlikte dönüp ona baktık. Yüzündeki ifadeden hala bana öfkeli olduğu anlaşılıyordu fakat mahcup gibi de duruyordu aynı zamanda. Beni buraya getirttiği için pişman mı olmuştu acaba? Neler döndüğüne bir türlü anlam veremiyordum ki...

"Ooo, entrikalar kraliçesi gel sen şöyle gel!" diye öfkeli bir kahkaha attı abim. "Madem Alparslan'a yediğin haltın fotoğrafını gönderdin, gel o haltın kendisini de anlat!"

Yengem içeri girip kapıyı örterken ona ters bir bakış attı. "Göndermedim ben fotoğraf falan!"

"Ne halt yemesi?" dedim araya girerek. "Siz yine neler çeviriyorsunuz?"

Yengem hiçbir şey söylemedi. Savunmaya bile geçmediğine göre bu sefer sahiden büyük bir halt yemiş olmalıydı. Mecburen abime dönüp baktım sorarcasına.

"Abi neler oluyor?"

"Bir düşün bakalım Alparslan... Sence Elif'in sözlüsünün ailesi neden kızı teste götürmek istedi?"

Şevket'in seçtiği dünür de kendi gibi yobazdır diye düşündüğümden hiç merak etmemiştim bunu. Öte yandan, yobaz olsalar bile neden şimdi böyle bir şeye kalkışacaklardı ki? Havva Hanım kıza iftira attı desem... Yapmayacağı şey değildi ama o kadın Elif'in sözlü olmasından pek şikayetçi gibi durmuyordu ki...

"Nereden bileyim abi?" dedim en sonunda. "Yengem tutup da kızı teste götürsünler diye dünürleri manipüle etmiş olamaz herhalde!"

"Cık, olamaz." diyerek güldü. "Yengenin salaklığı bunu yapacaklarını akıl edememiş olmasında... Sözü atıp giderler sanmış Gülendam Sultan! Sonra da almış kucağına Defne'yi, gitmiş oturmuş çardağa, dünürlerin yanında çocuğa sizin deniz maceralarınızı anlattırmış! Çocuk da amcam asansörde Elif'in yüzüğünü aşağı attı demiş, denizdeyken sarıldı Elif'e az kalsın Elif boğulacaktı demiş! LAN SEN ÇOCUĞUN GÖZÜNÜN ÖNÜNDE KIZA BUNLARI YAPTIYSAN DEFNE YOKKEN— ALLAH BELANI VERSİN ALPARSLAN!"

Şaşkınlıktan konuşamadım bile. Yaptığım planı daha ben çiftliğe gelmeden mahvetmişlerdi. Bu saatten sonra Barbaros Bey'le anlaşmamız imkansızdı.

"Alparslan Elif'le evlenmek zorundasın." dediğini duydum yengemin. "Ben kızı sana almak için bozdum sözü, eğer evlenmezsen benim yüzümden ortada kalmış olacak. Hiç değilse formalite evlilik falan yapın yengem, bak yemin ediyorum asla aranızı yapmaya çalışmayacağım. Siz ne derseniz o, yeter ki Elif'i burada bırakma."

"Yenge sen ciddi misin?!" diye bağırdım kendimi tutamayıp. "Bana sormadan nasıl bana kız almaya kalkarsın ya?! Nedir senin bu Elif takıntının sebebi?!"

Abim tekrar güldü. "Cevap ver bakalım Sultanım, hazır dökülmüşken niye kızı alalım diye tutturduğunu da söyle. Ben bunca zamandır seni saçmaladığına ikna edemedim, belki Alparslan eder."

"Ne— NE SAÇMALAMASI?!"

"Senin bu yengen Elif'i zorla evlendirdiklerine inanıyordu."

"Öyle zaten abi, görmüyor musun?!"

"Orası cidden öyleymiş ama yengenin buraya geldiğimiz günden beri aranızı yapmaya çalışmasının sebebi, kızı bizim yüzümüzden evlendirdiklerine inanması. Neymiş efendim, analığı kendi kızlarından birine rakip olmasın diye Elif'i apar topar sözlendirmişmiş. Tek dayanağı da ne biliyor musun? Kızı biz gelmeden bir gün önce istemeleri!"

Bu kez kahkaha attım. "Yenge sen iyi misin? Yahu bizim buraya ne niyetle geldiğimizi bile bilmiyorlardı! Havva Hanım bile kızlardan birini çoktan seçtik de istemeye geldik sanıyordu! Niye bizim yüzümüzden evlendirsinler Elif'i?"

"Ne belli öyle sandıkları?" diyerek tersledi beni. "Sen bilmezsin ama kız istemeye gitmeden önce karşı tarafı arayıp hayırlı bir iş için geleceğini bildirirsin. Evde birden fazla kız varsa da isteyeceğin kızın adını verirsin. Biz ne yaptık peki? Abin Şevket Bey'i arayıp 'Gülendam ve Alparslan'la birlikte sizi görmeye geleceğiz, müsaitseniz yatılı kalmaya niyetimiz var' dedi. Havva Hanım'ın yerinde ben olsam kız bakmaya geliyorlar diye düşünürdüm."

"Sen olsan kesin öyle düşünürdün!" diye yengeme çıkıştı abim. "Bu kadar hinliğe senden başka kimsenin kafası çalışmaz çünkü!"

Şaşkınlıktan ne diyeceğimi bilemiyordum. Sahiden de yengem yakmıştı Elif'in başını... Nasıl bu kadar düşüncesiz davranabiliyordu ki? Elif'in sözlüsü sadece sözü atıp gitse bile kızın başının belaya gireceğini bilmiyor muydu?

Acır gibi bir bakış attım yengeme. "Sen Elif'in yüzüne nasıl bakıyorsun ya? Nasıl açıkladın ona yaptığın kötülüğü?"

"Elif bilmiyor." diye cevap verdi pişkin pişkin. "Ben çardakta konuştuktan sonra dünürler hiçbir şey demeden kalkıp gittiydi. O Havva cadısı peşlerine takılınca anlamalıydım! Zaten dünürler bu kadının akrabasıymış, artık gidip ne söylediyse ertesi gün 'kasabada Elif hakkında bir sürü şey diyorlar, kızı bekaret testine götürmezseniz sözü atacağız' diye haber gönderdiler. Sinsi yılan... Kocasının kulağına giderse kızı bize vermek zorunda kalacaklarını biliyordu tabi!"

Şaşkınlıkla yengeme baktım. "Ne yani, Şevket'in deniz mevzusundan haberi yok mu?"

Abim başını sallayınca sevinsem mi üzülsem mi bilemedim. Şevket hiçbir şey bilmediğine göre planım hala çalışır durumda demekti. Zaten bilmesi de saçmalık olurdu zira adamın kafa yapısını az çok çözmüştüm. Eğer kızıyla aramda bir şeyler olduğunu düşünseydi bunu sindirip abimle dostluk etmeyi sürdürmezdi.

"Ne fark eder Alparslan?" dediğini duydum yengemin. "Babası bilse de bilmese de Elif'le evlenmek zorundasın. O kız bizim yüzümüzden bu halde!"

"O kız senin yüzünden bu halde yenge." dedim öfkeyle. "Merak etme, Elif'i bu çiftlikte bırakacak değilim. Sonuçta bugün sizden başka kimse onu görmemiş. Gerçi babaannesinin evine gitti ama kadın Alzheimer zaten, siz Elif'in sabahtan beri ortada olmadığını söylerseniz babaannesini kimse ciddiye almaz."

"Ulan ne alakası var şimdi?!"

"Kızı benim kaçırdığımı kimsenin bilmemesi gerekiyor abi." diyerek izah ettim. "Eğer ben geldikten sonra Elif ortadan kaybolursa şüphelenirler. Ama sabah kaçmış gibi gösterirsek herkes babası yüzünden kaçtığını düşünür, anladınız mı? Şimdi izin verin de gidip kızla konuşayım."

Yengem öfkeyle güldü. "Yahu sen Elif'i ikna edebileceğine inanıyor musun gerçekten?"

"Hayır." dedim dürüstçe. "O nedenle Ufuk arabada bekliyor, helikopter de havalimanında. Elif kabul etmezse kızı bayıltıp arabaya bindireceğim. Ufuk da helikopterle İstanbul'a götürüp bir yere saklayacak. Belgeler hazır olur olmaz bir bahane bulup ben de İstanbul'a giderim, Elif'i yurtdışına götürüp yerleştirdikten sonra geri dönerim buraya."

"Sen..." dedi abim tane tane. "Buraya ne için dönecekmişsin?"

Derin bir nefes aldım. Ardından gerçeği tek nefeste söyledim.

"Mehtap'ı babasından istemek için."

"NE?!"

"Niye şaşırdın ki yenge?" dedim soğukkanlı bir tavırla. "Beni buraya kızlardan birini seçeyim diye getirmediniz mi? Ben de Mehtap'ı seçtim. İçlerinde yaşı bana en yakın olan o, ağırbaşlı da üstelik, bizim aileye yakışır. Kızla çok kaynaşma fırsatım olmadı ama bunca yılım kızlarla kaynaşmakla geçti zaten—"

Omzumda bir çift el belirince sözlerime devam edemedim. Abim beni yakamdan tutup kendine çevirdi, hemen ardından yumruğunu ağzımın üstüne geçirdi. Yerinde olsam ben de aynı şeyi yapacağım için onu durdurmaya bile çalışmadım. Öyle çok öfkelenmişti ki, yere düşmemi beklemeden yakamdan tutup beni tekrar ayağa kaldırdı. Tüm hışmıyla gümüşlüğe çarptığında dolap kapağındaki camın sırtımda parçalara ayrıldığını hissettim. Yengem ufak bir çığlık atarak bize doğru koştururken sırtımda açılan bir iki kesik gömleğimi ıslatmaya başlamıştı. Görünüşe bakılırsa tek derdi Şevket'le dünür olmak değildi. Abim sahiden de Elif'i kızı gibi benimsemişti.

"Sikerim senin maymun iştahını!" diye kükredi tüm gazabıyla. "Kızlardan birini seçmişmiş... Elif'le evleneceksin, işte o kadar! Biz iki haftadır kız gebe kaldıysa diye çiftlikten ayrılamıyoruz lan! Dün Elif babasına ölürüm de teste gitmem dediğinden beri içim içimi yiyor benim! Zaten bizim yüzümüzden sözü de attılar, kız ortada kaldı—"

Abim sözlerine devam edemedi. Zira tam o sırada müştemilatın kapısı büyük bir gürültüyle kapandı. Başımı pencereye çevirdiğimde Elif'in silüeti çarptı gözüme, hızlı adımlarla bir yerlere yürüyordu. Bizi duyduğunu anlayınca damarlarımdaki kanın buz kestiğini hissettim.

"Yenge hani gitmişti Elif?!"

"Evet, gitmişti zaten!" dedi kapıya doğru koştururken. Abimin ellerinden sıyrılıp panikle peşine takıldım ancak yanıt zaten bizi koridorda bekliyordu. Yere düşmüş temiz nevresimler... Onları getirmiş olmalıydı, iki haftadır burada kaldığı için haliyle anahtarı da vardı. Kavga ederken onu duymamıştık bile.

Fakat şimdi duyuyorduk. Koridora çıktığımız anda karanlığın içinden Elif'in sesi yükseldi. Bağırıyordu...

"BABAAAA!"

Siktir... Çiftlikte olduğunu herkese duyuracaktı. Üstelik öpüştüğümüzü babasına söyleyerek... Sahildeyken uyarmıştı beni, eğer ablalarından biriyle evlenmeye kalkarsam aramızda geçenleri babasına itiraf edeceğini söylemişti. Üstelik hala sözlüydü o zamanlar, şimdiyse susması için sebep bile kalmamıştı.

'Söylerse söylesin.' dedi içimdeki ses. En baştaki planıma dönemez miydim? Şevket'i öldürüp Elif'i özgür bırakırdım, hem Mehtap'a katlanmama da gerek kalmazdı. Peki ya yengemin katili? Abime verdiğim söz? Üstelik Barbaros Abas benim Elif'e aşık olduğumu biliyordu. Adama kızlardan biriyle evleneceğimi ama o kızın Elif olmayacağını söylediğim anda anlamıştı. Gerçi o tek korkumun Elif'in yengemle aynı kaderi yaşaması olduğunu sanıyordu...

"BABA DIŞARI ÇIIIK!" diye bağırmaya devam etti Elif. "BABAAAA!"

"NE VAR ALLAH'IN BELASI?!"

Şevket'in sesini duyunca bittiğini anladım. Üçüncü bir seçeneğim kalmamıştı, ne kadar çabalarsam çabalayayım kendimi en sonunda yine o iki şıkkın önünde buluyordum. Ya ölüm, ya Elif'le evlenmek. Eskiden olsa kolaylıkla ilk şıkkı seçerdim ama şimdi bunu yaparsam yengemin cinayeti faili meçhul olarak kalırdı. Abime verdiğim söze bir kez daha ihanet edebilir miydim? Peki ya Defne? Onu annesinin başında kırmızıya dönmüş sarı hırkasıyla ağlarken düşününce göğsüm sıkışır gibi oldu. Ne olduğunu bile anlayamadığı kabuslarla savaşıyordu hala. Defne'ye o kabusları yaşatanlardan hesap sormam gerekmiyor muydu?

Fakat bir kabusun hesabını sorarken kendi kabuslarımın gerçeğe dönüşmesinden korkuyordum. İzzet Abimin kabusunun gerçek olmasından korkuyordum. Babama dönüşmekten korkuyordum. İnsanların yanında duygularını hiç belli etmeyen, gittiğimiz her yerde koca koca adamların etrafında pervane olduğu, dışarıdan bakıldığında dünyanın en güçlü adamı gibi görünen babama...

Biz bizeyken bir elinden rakı kadehi hiç eksik olmazdı, çoğu zaman diğer oğullarıyla karıştırırdı beni. O zamanlar bile babamın ayık kalmaya tahammül edemediğinden içtiğini biliyordum. Bir keresinde öyle çok sarhoş olmuştu ki, bardağını doldurmamı söylerken teker teker tüm abilerimin ismiyle hitap etmişti bana. Ben de sırf canı yansın diye her söylediği isme öldü demiştim. En son benim adımı söyleyince "Alparslan da öldü." diye terslemiştim babamı. "Ben komşunun oğluyum."

Kadehini yere fırlatıp üstüme atılmaya çalışmış, sonra da dengesini sağlayamayıp yere devrilmişti. Pantolonumun paçalarına yapıştığında beni öldürecek sanıp korkmuştum fakat yalnızca bağırıyordu. "Hayır, o gerçek değildi!" diyen öfkeli sesini hala duyabiliyordum. "Alparslan ölmedi! Kabustu o!"

"Hayır değildi Bahri Amca." demiştim ona. "Onu da sen öldürdün."

Kabuslarında bunu gördüğünü biliyordum babamın. Her gece uykusunda sayıklıyordu. Ve her sabah hiçbir şey olmamış gibi yüzüne duygusuz bir maske takıyor, yıkılmaz görüntüsüyle sadece insanları değil kendini de kandırıyordu. Fakat o gece söyleyecek yalanı kalmamıştı. O yüzden "Kes yalan söylemeyi piç kurusu!" diyerek suçu bana yıkmaya çalışmıştı. "Git Feride'yi çağır, benim güzel kızım babasına yalan söylemez! FERİDE! Affettim seni yavrum, yalvarırım gel artık!"

Sanırım Bahri Ahıskalı'yı hıçkıra hıçkıra ağlarken gören tek insan bendim. Ayaklarıma kapanıp en küçük oğlunun ölümünün bir kabus olması için yalvarırken öyle zayıf görünüyordu ki... Sonra tekrar ablama seslenmiş, bir cevap alamayınca da "Affet beni Feride'm..." diye yalvarmıştı. "Nasıl kıydılar sana gözümün nuru?"

O an sahiden de nefret etmiştim babamdan. Acı çektiği için değil, çektiği acı onun eseri olduğu için. Madem kaybetmekten bu kadar çok korkuyordu, öyleyse neden çocuk sahibi olmuştu? Neden kendine aile kurmuştu yıkılacağını bile bile? Madem kızının cenazesine bile gitmeyecek kadar kibirliydi, öyleyse neden arkasından ağıt yakıyordu? Babam gibi bir zavallı olmaktansa ölmeyi yeğlerdim.

Fakat Elif buna izin vermedi. Olacakları kabullenip ölüm fermanımı dinlemeye hazırlanırken "TESTE GİDECEĞİM!" diye bağırdığını duydum babasına. "PAZARTESİ ERKENDEN NEREYE İSTİYORSAN GİDELİM!"

İşte bu ölüm fermanımdan da beterdi.

✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧

Bölüm sonu notları:

1. Önceki bölümde Gülendam Alp'le oğulları hakkında konuşurken isimlerini Murat, Cihan, Umut olarak sayıyor ve Murat için "Karısının cenazesine bile gelmedi, istese izin alamaz mıydı cezaevinden?" diye dert yanıyor. O satırları hangi kafayla yazdığımı bilmiyorum ama +40 saat uykusuzlukla olduğu kesin. Çünkü birincisi, Umut Gülendam'ın oğlunun değil torununun adı. İkincisi, karısı ölen kişi Yusuf'tu, Murat ne alaka?

2. Ederlezi okumak için DMS okumak zorunda değilsiniz ama ileride DMS okumak gibi bir niyetiniz varsa o işi ertelemeyin çünkü burada hayvan gibi DMS spoiler'ı alacaksınız benden söylemesi.

3. Yazdığım notlarda şifre aramayı bırakın, o bir kere olur. Kıps.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro