Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Bölüm 11 - Sevda

Not: Uzun replikleri sarhoş stili yazarsam anlaşılmaz olurdu, bu nedenle ilerlerde replikler normale dönüyor. Siz onları zihninizde şeyapın. Mucks.

Bölüm şarkıları:
Yasmin Levy - Sevda
Gaye Su Akyol - Bir Yaralı Kuştum

"Oydu bir bakışta tanıdım onu
otursa ama ah, hiç oturmazdı ki
Dünyanın en güzel kadını bu oydu,
Saçlarını tarasa baştan başa Rumeli."

-Cemal Süreya

✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧

Geri döndüm. Ve peşine düştüm.

Hayat sahiden de tükürdüğünü yalatıyordu insana. Fakat sahile koşarken bu umurumda bile değildi. Onu canlı yakalarsam muhtemelen kendi ellerimle öldürecektim, şu anda tam bu kadar öfkeliydim. Eğer sırf bana lafımı yedirmek için ortadan kaybolduysa bu sefer öfkemi kusmak için buradan ayrılmayı beklemeyecektim.

Fakat cansız bedeniyle karşılaşırsam...

Düşüncesi bile göğsüme on yeni mızrak saplamaya yetmişti. O yüzden düşünmemeye çalışıyordum. Beş dakika içerisinde sahilden birinin teknesini ödünç alıp denize açıldık. Ufuk'la birlikte açıklara giderken çaresizlikten kafayı yemek üzereydim. Üstelik bu seferki çaresizlik diğerlerinden farklıydı, bu sefer kaybedersem katil ben olacaktım.

Karanlık dalgaları teknenin ışığıyla tarıyorduk fakat onu böyle bulmak çok zordu. Dibe dalmalıydım. Belki de tam şu anda dipte can çekişiyordu ve ben onu yüzeyde aradığım için-

"Ufuk sahile dön, dalış gözlükleri bulup geri gel." dedim kaptan köşkünden çıkarken. "Onu dipte aramamız gerek. Hadi çabuk ol!"

"Abi sen ne-"

"Ben suya atlıyorum."

Tekneden atladığımda su önce beni aşağı çekti. Yüzerek yukarı çıktığımda Ufuk hayretle ardımdan bakıyordu.

"ULAN NEYİ BEKLİYORSUN?!" diye bağırdım. "KIZIN ÖLMESİNİ Mİ?!"

Yüzünde çaresiz bir ifade belirmişti. "Abi benim kıyıya gidip malzemeleri bulup dönmem en az yirmi dakika alır."

"O zaman siktir git de yirmi beş dakika almasın!"

"Onu demeye çalışmıyorum." diye ısrar etti. Ardından derin bir nefes vererek ekledi. "Kimse suyun altında o kadar dayanamaz abi-"

"UFUK GİT DEDİĞİMİ YAP!" diyerek bağırdım duymamak için. "ORAYA GELİR KAFANA SIKARIM, YEMİN EDERİM YAPARIM BUNU! DEFOL!"

Şu anda beni sorgulamaması gerektiğini anlamıştı. Hiçbir şey söylemeden koşarak kaptan köşküne dönerken kendi etrafımda dönerek tekrar dalgaları taradım. Ufuk tekneyle yanımdan geçip giderken suya bir tane can simidi fırlatmıştı. Elif'le birlikte kıyıya döndüğümüzde bu simidi ona yedirecektim.

"ELİF!" diye bağırdım dalgalara doğru. "NEREDESİN GÖÇMEN KIZI?!"

Yoktu.

Can simidinin ipini belime bağladım çarçabuk. Böylelikle ben yüzerken o da arkamdan gelecekti. Karanlık dalgaların arasında ilerlerken bir yandan da bağırıyordum avaz avaz. Ufuk'un gidişinden yaklaşık beş dakika sonra bir ses duyar gibi oldum. Sanki biri bağırtıma karşılık vermişti.

"ELİF NEREDESİN?!"

Cılız sesi tekrar duyunca var gücümle o yöne yüzmeye başladım. Sahilde olmadığımız için dalgalar sessizce çarpıyordu birbirine. Denizin üstü alabildiğine boş ve karanlıktı. Aramızda yaklaşık beş yüz metre olduğunu biliyordum. Ufuk geri döndüğünde beni bulamayacaktı.

Ama Elif'i bulduktan sonra bir önemi yoktu zaten. Bu havada donarak ölmemiz imkansızdı, kaç saat sürerse sürsün onu kıyıya götürürdüm. Yeter ki karşıma çıksın...

"ELİİİF!"

"BUYRUN BENİM..." gibisinden bir sarhoş bağırtısı duydum. Bu onun sesiydi, emindim artık.

"BU TARAFA DOĞRU YÜZ!" diye bağırdım deli gibi kulaç atarken. "YANIMA GEL!"

"HAYIRRR!"

"ELİF BOĞULUYORUM!" diyerek yalan söyledim mecburen. "KURTAR BENİ!"

Hepsinden daha kuvvetli bir çığlık duyuldu. "ALPARSLAN!" diye bağırdığında yemi yuttuğunu anladım. "NOLUR DAYAN! GELİYORUM!"

Gel sen, gel...

Elif de bana doğru yüzdüğü için birkaç dakika sonra onu dalgaların üzerinde seçer gibi oldum. Birkaç dakika daha sonra karanlık suyun yüzeyine dağılmış beyaz elbisesiyle tamamen açığa çıktı. Ağlayarak yüzdüğünü duyunca öfkem hafifler gibi olmuştu ama yine de...

Kahretsin! Ben bu kıza neden kıyamıyordum?

"Alparslan geldim!" diye bağırdı yirmi otuz metre uzaktan. "İyi misin?!"

"İyiyim, iyiyim!" dedim ona doğru yüzerken. "Belanı sikersem daha iyi olacağım!"

"Ne-"

Aramızda on metre kala birden duraksadı. Korkunç bir öfke vardı yüzünde, ona doğru yüzdüğümü görünce haykırdı.

"YAKLAŞMA! YOKSA DİBE BATARIM!"

Ve durdum.

Suyun altı filmlerdeki gibi full HD değildi çünkü. Gündüz bile deniz gözlüğü olmadan yarım metreden ötesini göremezdiniz. Geceyse durum çok daha başkaydı. Aşağıda onu zifiri karanlığın beklediğini biliyordum, fakat en kötüsü oraya indikten sonra yaşanacaktı. Ay ışığı güneş gibi metrelerce delip geçmiyordu suyun altına, eğer aşağı inerse yüzeyin ne tarafta olduğunu bilemezdi. Sadece karanlık bekliyordu onu. Sadece karanlık...

"Tamam, yaklaşmıyorum!" diye seslendim ona. "Sen kendin gel, Elif! Gel de seni kıyıya götüreyim!"

"SEN NASSI BANA YALAN SÖÖLERSİN YA?! NEDEN BOULMA NUMARASI YABTIN AŞAĞALIK HERİF?!"

"Sen ne halt etmeye denize girip buraya yüzdüysen, ondan ötürü."

"Değil işte, ondan ötürü değil!" dedi ellerini suya çırparak. "Ben seni korkutmak için girmedim denize!"

"Niye girdin o zaman ruh hastası?!"

"Evime gitmek için!" diye haykırdı dili dolanarak. "EVE GİTÇEM BEN!"

Hay sikeyim... Bu bildiğin körkütük sarhoş olmuştu.

"Ben gittikten sonra içki mi içtin sen?"

"Eet ijtim! Senin votkanı ijtimmm!"

"Sen yarım şişe vodka mı içtin?! ELİF SENİN DERDİN NE?! NE İSTİYORSUN BENDEN?!"

"Senden biji istemiourm ben." diye hıçkırdı. "Hij istemedim. Çünkü bne seni hiçç sevmiorum annadın mı? Çok kötüsün sen!"

"Ben mi kötüyüm?! BEN NE YAPTIM SANA KAHROLASI?!"

"BU SABAH DEFNE'YE İNANMADIN! AĞLATTIN ONU!"

Konuyla alakası neydi anlamamıştım ama burası kavga etmek için uygun bir yer değildi zaten. Mecburen suyuna gitmeye çalıştım.

"Özür dilerim, Elif. Bir daha asla ona inanmamazlık yapmayacağım."

"Hadi be ordan!" diye bağırdı. "Sen nasıl yaparsın bunu ya?! Sen bugün bunu yapıyorsan yarın neler yaparsın Alparslan? Sırf o kızın gönlü olsun diye Defne'yi ağlatmayı göze aldın! Yarın bir gün Seçil gibi biriyle evlenirsen ne olacak? Aa duuuur, sen Seçil'le değil ablalarımdan biriyle evlenecektin, değil mi? Söylesene, hangisi için geldin? Tanımadan etmeden pazardan mal alır gibi kimi almaya geldin sen? Hiç düşündün mü onun Defne'ye ne yapacağını? Çocuklarınız olunca peki? Ya kendine eş diye aldığın kadın yeğenine el olursa?! Hangi Baykar kızının merhametine bırakacaksın Defne'yi?!"

Derdinin ne olduğunu gerçekten çözemiyordum. Sahilde ona yaptığım evlilik misillemesi yüzünden mi öfkeliydi? Yoksa derdi sadece Defne miydi? Allah kahretsin, ben bu kızı çözemiyordum!

"Onu kimsenin merhametine bırakacak değilim Elif." dedim sakince. "Evlendiğim zaman da şimdiki gibi ben bakacağım Defne'ye."

"Sen Defne'ye baktığını mı sanıyosun?!" diyerek kahkaha attı. "Onunla oyun oynuyorsun, vakit geçiriyorsun, ağlayınca kucağına alıyorsun falan... Bir çocuğun sorumluluğunu almak bu kadar basit değil! Bugün oynaştığın bir kız için ona haksızlık yaptın sen, Defne senin gözünde bu kadar kolay vazgeçilebilen bir şey! Şimdi onu pohpohlayıp aklın sıra ilgi gösteriyorsun ama ilerde kendi çocukların olunca umrunda bile olmayacak! Sen ileride de her söylenene inanacaksın, hep ağlatacaksın Defne'yi, masum olduğunu bilsen bile işine gelmediği için suçlanmasına göz yumacaksın..."

Hayır ya...

Ne sabahki olay, ne de yaptığım misilleme değildi derdi. Onun derdi kendisiyleydi... Şu anda da bağırdığı kişinin ben değil, babası olduğunu görebiliyordum.

"Sonra ne olacak biliyor musun?" diye devam etti öfkeyle. "O çocuk senin kandırıldığını sanıp durmadan iftiralarla savaşacak, günün birinde suçsuz olduğunu ispat ederse onu savunacağını sanacak, çabalayıp çırpındıkça daha da dibe batacak, o çocuk çok yorulacak Alparslan! Ama eninde sonunda gerçekle karşılaşacak... Söylesene bana, yıllarca bir hiç uğruna savaştığını anladığında o çocuktan geriye ne kalacak?!"

"Elif kalacak." dedim boğuklaşan sesimle. "Tabi Defne bunları yaşarsa... Sana söz veriyorum yaşamayacak Elif, ben baban değilim."

"Evet değilsin..." dedi hıçkırarak ağlarken. "Sen daha kötüsün!"

Suya gömüleceğini anlayınca can havliyle ona doğru atıldım. "ELİF SAKIN YAPM-"

Kaybolmuştu bile. Ardında bıraktığı boşluğa bakarken tepeden tırnağa endişeyle dolduğumu, panikten nefesimin kesildiğini hissettim. Ya ona bir şey olursa? Bu soru zihnimde dönmeye başlayınca sızlayan dikişlerime aldırmadan daha hızlı yüzmeye başladım. Suyun altında görmeme imkan yoktu ama battığı noktadan dibe inersem belki ona çarpabilirdim. Ya ona bir şey olursa? Kendi isteğiyle suda kalması imkansızdı, nefesi tükendiğinde istese de istemese de yüzeye çıkması gerekecekti. Ama ya aşağıda bir şeylere takılırsa? Ya nefesi tamamen tükenirse? Denizin onu yüzeye taşıması için ya ciğerleri havayla dolu olmalıydı, ya da...

Bedeni suyla şişmeliydi. Asaf Abim gibi...

Elif'in battığı yerden suya gömülürken o anları anımsamaya başlamıştım. Sudan çıkarılışını izlerken hissettiğim sevinci... Sevinmiştim zira o olmadığını düşünüyordum, bedenini kıyıya serdiklerinde bile o olduğuna inanamamıştım. Morga giderken hala İzzet Abime durumu izah etmeye çalışıyordum, sırf kıyafetleri aynı renk diye yabancı bir herifi abim diye gömecek miydik? Fakat o her zamanki gibi suskundu. Bense toydum o zamanlar, henüz ölümleri suskunlukla karşılamaya alışamamıştım. Asaf Abim geldiği zaman hepinizin ağzına sıçacak diye bağırdığımda Yusuf Abimin attığı tokadı unutamıyordum. Asaf Abim hiç gelmemişti ama ben o tokat sayesinde kendime gelmiştim.

Ya Elif'e bir şey olursa? Artık Yusuf Abim de yoktu, o tokadı atacak kimse kalmamıştı etrafımda. Elif... Allah kahretsin! Ona bir şey olursa tokat yemek bile beni kendime getiremezdi.

Kendin kendine gel Alparslan, silkelenip Elif'i aramaya devam et. Yoksa onu gerçekten kaybedeceksin.

Yaptım. Zihnim hala düşüncelerle doluydu fakat paniğimi bastırıp yüzmeye koyulmuştum. Gece olduğu için ne tarafa yüzdüğünü bile bilmiyordum, ay ışığı en fazla bir iki metre derinliğe inebiliyordu. Sonrasıysa karanlıktı. Zifiri karanlık.

Belki de sıra sana gelmiştir, Alparslan.

Son derece huzur verici bir fikirdi bu. Bana kalsa çok daha önce ölmek isterdim. Mesela Yusuf Abimden önce... Yusuf Abim en çok beni severdi, en çok benim ölümümle acı çekeceğini biliyordum. Onun o acıyı çekmesini istiyordum. Asaf Abimin de, Atilla Abimin de, Cihan, Umut, Murat, Feride Ablam, Nuri hatta babam bile... Hepsine deliler gibi öfkeliydim, hepsinden önce ölüp hepsinin acı çekmesini isterdim.

Ama Defne vardı...

Eğer Elif'i bulamazsam sonsuza dek burada kalacağımı biliyordum. Ömrümün sonuna kadar onunla birlikte karanlık sularda yüzecektim. Fakat bedenim dışarı çıkmak zorundaydı. Defne benim tutunacak son dalım olabilirdi ancak kırılıp parçalanan tüm dallardan daha sağlamdı. O büyüyüp de beni hayatından çıkarmak isteyene kadar o dalı bırakamazdım.

Karanlıkta amaçsız kulaçlar atarken nefesimin sonuna gelmiştim. Bu şekilde onu aramaya devam etmem mümkün değildi, olabildiğince hızlı bir şekilde nefes alıp tekrar batmam gerekiyordu.

Sorun şu ki, ne tarafa yüzeceğimi bilmiyordum. Ne kadar derinde olduğumu da bilmiyordum. Suyun altında zifiri karanlık başladıktan sonra yön duygumu kaybetmem uzun sürmemişti. Nefes almak için yüzeye çıkmalıydım ama yüzeyin ne tarafta olduğunu bilmiyordum.

Üç ihtimal var diye geçirdim içimden. Ya denize tam 180 derecelik açıyla paralel yüzerdim, ki bu imkansıza yakındı. Bunun dışında yüzdüğüm tüm açılar beni ya yüzeye, ya da dibe götürecekti. Ya Elif'i kurtarma ihtimaline, ya da zifiri karanlığa...

Bu düşünce beni daha da hızlı kulaç atmaya zorlamıştı. Aynı şeyi bir kez daha yaşayamazdım, bu kez kazanan ben olmalıydım. Yalvarırım diye dua ettim Tanrı'ya. Tek bir kez şansın yanımda olmasına izin ver. Bu kez benden yana ol...

Olacaktı sanırım. Zira biraz daha yüzdükten sonra dalgalara vuran ayışığının görünür hale geldiğini gördüm. Nefes alıp tekrar batacaktım ve bu kez şans yanımda olacaktı. Nefesim tükenmek üzereyken tüm gücümle daha da hızlı yüzmeye başladım...

Ve birden yüzeye çıktım.

İlk birkaç saniyem nefes nefese kalmış bir halde suda çırpınmakla geçti. Oksijen ciğerlerimi yakarken derin derin nefes almaktan başka bir şey yapamıyordum. Öte yandan, zihnimin gerisinde panik ve endişenin sebep olduğu ikaz alarmları çalıyordu.

Ve Elif aşağılarda bir yerlerde ölüyordu.

Kendime gelmekle vakit kaybedemeyeceğimi anlayınca ciğerlerimi son kez havayla doldurdum. Ancak tam batarken zihnimdeki ikaz alarmlarının sesine başka bir ses karıştı. Tüm o endişe ve korkuyla kendimi aşağıda Elif'in başına geldiğine öyle inandırmıştım ki, onun yüzeye çıkmış olabileceği aklıma bile gelmemişti.

Fakat bu onun sesiydi, hıçkırarak ağlıyordu... Bir anlığına dünyanın en mutlu adamına dönüşmüştüm. Yaşadığını anlayınca hissettiğim hafifleme hissi tarifsizdi, gerilen tüm kaslarım gevşemeye başlamıştı. Fakat yalnızca bir anlığına...

O ilk anın yarattığı tarifsiz hafifleme hissi kaybolurken arkamı dönüp bakamadım bile. Aşağıda Elif'i ararken kaybettiğim her insan gözümün önüne gelmişti. Hepsini yeniden kaybetmekle kalmayıp, onu kaybetme ihtimaliyle de yüzleşmiştim.

"Alparslan!"

Yanıma gelip ağlayarak omzuna tutunduğunu hissedince hışımla ellerini çekip ona döndüm. Suyun altında bana yaşattığı her şey korkunç bir gazaba dönüşüp benimle birlikte yüzeye çıkmıştı. Elif'e karşı öyle büyük bir öfke duyuyordum ki, karşımda şaşkınlık ve endişeyle titremesi bile umurumda değildi. İçimden onu suya batırıp kendimi de gebertmek pahasına gerçekten öldürmek geliyordu.

Fakat onu öptüm.

Bunu neden yaptığımı ben de bilmiyordum. Ona duyduğum tüm hislere engel olmuşken neden öfkeye karşı koyamamıştım? Bunlar daha sonra cevap arayacağım sorulardı, şu anda hiçbir şey düşünemiyordum. Tüm öfkem içimde yükselip onun dudaklarına akıyordu sanki. Elif'in donup kaldığını bile fark etmemiştim, hissettiğim tek şey dilimle dudaklarını aralarken içine çektiği kesik nefes oldu.

İşte onu öptüğümü tam bu anda idrak ettim. Gözümü karartan öfke bulutları aralanınca karşıma kollarımın arasındaki kız çıkmıştı. Ne yapıyordum ben? Beni istemeyen bir kızı mı öpüyordum sahiden? Allah kahretsin, onu bırakmam gerekiyordu.

Fakat bırakamadım. Elif elini sakallarımda gezdirirken tüm mantığım arka plana itildi. Dilimle dudaklarını aralayıp ağzının içini keşfetmeye başladım. Kahretsin ki onu öpmek tahmin ettiğimden çok daha güzeldi. Dilimle ağzının içinde gezinirken enfes bir yemek yiyormuşum gibi hissettiren bir tadı vardı. Bir elimle saçından tutarak iyice arkaya eğdim başını, iki elimle kalçalarını kavrayıp bedenini kendime bastırdığımda boğazından boğuk bir inleme koptu. Ardından tembel hareketlerle öpüşüme karşılık vermeye başladı.

Kollarını boynuma sarınca ellerim saçlarından sökülüp bedenine uzandı. İlk dokunduğum yer gamzeleri olmuştu. Minik çukurları parmaklarımın ucunda hissetmiştim, bu güzelliği hayranlıkla okşarken hafifçe inlediğini duydum. Ellerimle kalçalarını kavrayıp bedenini kendime bastırdığımda o ses boğuk bir inlemeye dönüştü. Bacaklarını aralayıp kendi ellerimle belime dolarken duraksadığını hissetmiştim fakat sonra daha istekli bir şekilde beni öpmeye başladı.

Nefes almak için geri çekildiğinde gözlerinde bir yangın görmüştüm. Belki de benim gözlerimin yansımasıydı bunlar, bilemiyorum... Kıpkırmızı olmuş yanaklarını okşamaya başladığımda "Alp..." diye mırıldandığını duydum. "Nu-mi lăsa iubirea mea."

Beni kendime getiren şey bunları söylerken dilinin dolanması oldu. Elif'i bırakıp panikle itelemeye çalıştığımda kolları ve bacakları kendiliğinden çözülüverdi bedenimden. Ne yapıyordum ben? Allah kahretsin, hala sarhoştu bu kız! Suya gömüldüğünü görünce son anda belinden tutup çektim onu. Sahiden de yarı baygın haldeydi, kendi kendine bir şeyler söyleniyordu fakat gözlerini açamadığını fark etmiştim.

Tüm tanrılar belanı versin, Alparslan.

Denize girmeden hemen önce içtiği yarım şişe vodka yüzdüğü için normalden daha hızlı kana karışmış olmalıydı. Üstelik kokteyller yüzünden sarhoştu zaten. İlk kez içki içtiğini düşünülürse sızıp kalması elbette normaldi.

Normal olmayan benim aptallığımdı. Elif'le birlikte kıyıya yüzerken hissettiğim suçluluk katlanarak artıyordu resmen. Sabah nasıl bakacaktım onun yüzüne? Eğer bu boku yemiş olmasaydım kızı sudan çıkarıp odaya bıraktıktan sonra İstanbul'a basıp gidebilirdim fakat onu öptükten sonra kaçma şansım kalmamıştı. Ayıldığında anıları bölük pörçük olacaktı muhtemelen. Kendini suçlamaması için yanında olup durumu ona izah etmem gerekiyordu.

Tabi kıyıya varmayı başarabilirsem... Attığım her kulaçla birlikte dikişlerim yerinden sökülecekmiş gibi sızlıyordu. Tenimin o bölgesinde hissettiğim sıcaklığa bakılırsa kanamaya başlamıştı bile. Ne diye Elif'i Ufuk'un kurtarmasına izin vermemiştim ki? O çocuk kıza dokunmazdı bile, saçından tutup sürükleyerek çıkarırdı sudan. Evet. Belki de izin vermemekle iyi yapmıştım...

"Abi!"

Bize doğru yüzen adamları görünce derin bir nefes aldım. Serhat'la Ufuk'tu bunlar, ikisinin de boynunda birer ip bağlıydı. İplerin diğer ucuysa iki tane cankurtaran simidine bağlanmıştı, onlar yüzerken simitler de arkasından geliyordu. İçinde bulunduğum tüm kargaşaya rağmen gülmeden edemedim.

Yanımıza geldiklerinde bir şey dememe fırsat kalmadan Ufuk üzerime atladı. Tekrar suya batınca söverek dışarı çıkmaya çalıştım fakat korumanın kafama geçirmeye çalıştığı simit yüzünden çıkamıyordum. Onun bu panikle beni öldüreceğini anlayınca suyun altında yüzerek uzaklaştım. Kafamı tekrar yüzeye çıkardığımda dehşete düşmüş bir halde bana doğru hamle yaptı.

"Geri bas lan!" diye bağırdım en sonunda. "Hasta mısın oğlum sen?! Kendi kendime boğulamadığımı görünce yardıma mı geldin?!"

"Evet abi!" dedi panikle. "İyi ki seni dinlemeyip yardıma gelmişim, az kalsın yengeyle ikiniz boğul-"

Siktir... Görmüş olamazlardı, değil mi?

"Ne yengesi Ufuk?!"

"Elif yenge işte." dedi saf saf. Sonra gözlerimden çıkan ateşleri fark etmiş olacak ki duraksadı. "Yenge değil mi yoksa? Ne bileyim abi ben sizi öyle görünce..."

"Nasıl gördün ulan?!"

"D-dans ederken..." diye kekeledi panikle.

Şükürler olsun... Bana uzattığı simide tutunup kıyıya doğru ilerlerken "İnsanlar arkadaşlarıyla da dans eder gerizekalı." diye söylendim. "Ama sen bizi arkadaşça dans ederken de görmedin, tamam mı? Hatta sen bizi yan yana bile görmedin. Olur da birine tek laf edersen-"

"Estağfurullah abi, sen benim karı gibi dedikodu yaptığımı ne zaman gördün?"

"Ne gibi ne gibi?" dedim çocuğa dönerek. "Ulan ben size cinsiyetçilik yapmayacaksınız demedim mi?"

"Özür dilerim abi." diye default tepkisini verdi önce. Ardından bireysel benliğini devreye sokup "Ama senin okuttuğun kitabın yazarı da yapıyor." diyerek isyan etti. "Şopenhaur mudur nedir... Hatta o kadınlar aptaldır falan diyor, herif bildiğin çağdışı abi."

Sabırla iç çektim. Tam şu anda Ufuk'la Schopenhauer tartışması yapıyor oluşum bana da fantastik geliyordu fakat kafamı dağıtıyordum en azından. Kıyıda beni bekleyen büyük bir vicdan azabı vardı.

"Öyle zaten Ufuk, 1900'lü yıllarda yaşamış o herif."

"O zaman tutup da ben filozofum demesin." diye söylendi. "Yaşadığı çağın düşüncelerini aşamayan adam filozof falan olamaz abi."

Vay amına koyayım, herifler cidden eksponansiyel olarak gelişiyormuş...

-*-

Benim hissettiğim suçluluk da eksponansiyel olarak büyüyordu. Kıyıya varıp da Elif'i sızıp kalmış halde görünce biraz daha artarak arşa ulaştığını hissettim. Serhat öküzü Elif'i simitle birlikte çıkardığı gibi bırakmıştı, kızın yukarı sıyrılan elbisesini düzeltmeye bile çalışmamasını anlayabiliyordum fakat insan hiç değilse yaşayıp yaşamadığına bakardı ya... Bizim ailedeki kadınlardan biri denizde boğulsa bu koruma tayfası suni teneffüs yapmak yerine garibanı ölüme terk ederdi sanırım. Hayır abim bu kadar yobaz değildi ki... Bunlar komple Behram effect olmalıydı.

"Abi yengeyi yukarı götüreyim mi?"

Ufuk'a dönüp sabırla talimat verdim. "Yenge meselesini bu yanılgıya kapılan herkese izah ediyorsun, anlaşıldı mı?"

"Ederim abi."

"Tamam şimdi ikiniz de şu oturduğumuz yeri toplayın, sonra da gidip yatın."

Başlarını sallayıp koşarak uzaklaştılar bizden. Elif'le baş başa kalınca içimi yine o korkunç suçluluk hissi kaplamıştı. Yanına diz çöküp kızın elbisesini düzeltirken belli belirsiz homurdandığını duydum. Onu kucağıma alıp yürümeye başladığımda "Teşkkürler koruma bey..." diye mırıldandı gözlerini açmadan. Kendimi tutamayıp hafifçe güldüm haline.

"Rica ederim, Göçmen Kızı."

"Aaa, Alp gelmijj..." diyerek geveledi bu kez. "Evime mi götüryosun beni?"

Hafifçe iç çektim. "Evin nerede bilmiyorum ki, güzelim..."

Yüzünde tatlı bir tebessüm belirdi. "Senin dağlarının yamaçlarında..."

Benim dağlarımın yamaçlarında yalnızca mezarlıklar vardı.

Odaya çıktığımızda korumalardan ikisini sandalyelerde uyuklarken buldum. Defne de yatakta mışıl mışıl uyuyordu, tüm günün yorgunluğuyla muhtemelen öğlene kadar uyanmazdı. Çocuklar giderken Elif'i de onun yanına yatırıp banyoya geçtim. Hızlı bir duşla tuzlu sudan arınıp kuru giysilerle dışarı çıktığımda ikisi de örtülerini üzerlerinden atmıştı elbette. Defne zaten uyurken yatakta dört dönüyordu, Elif'inse onun kadar olmamakla birlikte ara sıra hareket modunu açtığını fark etmiştim. Normal şartlarda da başkasıyla uyuyamazdım ama onun bu huyunu bildiğim için böyle bir girişimde bulunmamıştım bile. Gece buluşmalarımızda Elif benim odamda uyuyakalınca yastığımı alıp sessizce kanepeye geçiyordum.

"Hem üstünden örtüleri atıyorsun, hem de üşüyüp büzüşüyorsun..." diye söylenerek Defne'nin üzerini örttüm yeniden. Pikeye sarılınca memnuniyetle iç çekmişti, aynı pikeyi beş dakika sonra tekmeleyerek üstünden atacağını bildiğimden gözlerimi devirdim.

Defne'nin başını öpüp Elif'in tarafına geçtiğimde karşıma benzer bir manzara çıktı. Pikeyi üzerinden atmış ve üşüdüğü için bacaklarını karnına çekip büzüşmüş bir baş belası... Neyse ki kıyafetleri kurumuştu, gerçi kurumasa da üzerini değiştiremezdim onun.

Fakat uyumaya da niyetim yoktu. Yarın öyle ya da böyle İstanbul'a dönmek zorundaydım, günlerimiz her halükarda sayılıydı ama denizde olan şeyden sonra o sayı kesin bir şekilde bire inmişti. Bu birlikte geçireceğimiz son geceydi. Bu kızı bir daha asla göremezdim.

"Öyleyse sana bir şiir daha okumamda sakınca yok demektir," diye mırıldandım Elif'i izlerken. Yanına oturup uykuyla kızarmış yanağını okşarken dizeler hatırladığım kadarıyla ağzımdan dökülmeye başlamıştı.

"Oydu bir bakışta tanıdım onu,
uçarı biraz kuşlar bakımından
çocuk tutumuyla gözlerinde
göğün tüm maviliği, ondan..."

İç çekerek elini yüzüne götürüp elime dokundu. Parmakları avucuma uzanınca elini elimin içine hapsettim. Yarın nasıl gidecektim? Gittiğimde sahiden de zamanla çıkacak mıydı aklımdan? Eğer çıkmazsa eninde sonunda dayanamayıp onu görmeye gideceğimi biliyordum. Evlenip yuva kurmuş bir kadını uzaktan izleyerek mi geçecekti yıllarım?

"Uzatmış ay aydınlık karanlığıma
nereden uzatmışsa tenha boynunu
kan kadını rüzgardı atların
hep andım ne yaşanır olduğunu..."

Gülümsedi uykusunda. Onu her gece böyle izlemek isterdim fakat içten içe en hayırlısının bu olduğunu biliyordum. Evlenip kurtulmalıydı o çiftlikten, yuva kurup mutlu olmalıydı. Benim kaç yıl daha yaşayacağım bile kesin değildi, ailedeki çoğu erkekten daha uzun süre dayanmıştım. Eninde sonunda merminin biri göğsüme ya da kafama saplanıp her şeyi bitirecekti. Ya da sağ kalıp sevdiklerimin ölümlerine şahitlik edecektim. Elif'e yer yoktu bu tabloda.

"Oydu bir bakışta tanıdım onu
otursa ama ah, hiç oturmazdı ki
Dünyanın en güzel kadını bu oydu,
Saçlarını tarasa baştan başa Rumeli."

✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧

- ertesi sabah -

Uykumun karanlık dehlizlerinden içeri süzülen bir koku vardı. En az kendi kokum kadar tanıdık fakat bir türlü isim koyamadığım o çiçeksi, huzur verici aroma... Kime ait olduğunu biliyordum, sahibinin hemen yanımda uzandığını da. Adını mırıldanarak yatakta yan dönüp onu aramaya başladım. Elim koluna değdiğinde uykusunda hafifçe iç çekti, bana doğru dönüp kollarımın arasına sokulduğunu hissettim.

"Alparslan..."

Elif'in sesiydi bu. Kucağıma girdikten sonra tekrar arkasını dönüp bana sırtını yasladı. Kollarımı karnına sarıp onu daha çok kendime bastırdım. Demek ki uyumadan hemen önce duyduklarım hayal değildi, gerçekten de artık adımla sesleniyordu bana. Bu aramızda bir şeylerin değiştiği anlamına mı geliyordu?

Odanın içinde bir bebeğin ağlama sesi yükselince homurdandım. Defdef yine sabah mesaisine başlamıştı anlaşılan. Abim gelip bebekle ilgilenir miydi acaba? Zaten omzumdaki bu ağrıyla istesem de kalkıp onu susturamazdım.

"Alp?"

Tekrar homurdandım.

"Alparslan..." diye mırıldandı Elif uykusunda. "Hayatım kalk da bebeğe bak..."

Hayatım mı? Uykuyla uyanıklık arasında emin olmak için sordum. "Hayatın mıyım ben senin?"

Hafifçe gülerek yeniden yönünü değiştirdi. Çeneme tüy gibi hafif bir öpücük bıraktığını hissettim. "Sen uyurken saçmalayan koca bir bebeksin. Ama benim şimdi bizim bebeğimize bakmam gerek, seninle sonra uzun uzun ilgilenirim."

Bizim neyimiz? Tam gözlerimi açıp ona neden bahsettiğini soracaktım ki Elif'in çığlık attığını duydum. Kollarımın arasından sıyrılıp yataktan fırlarken "Bırak onu!" diye haykırmıştı. "Alparslan uyan! Eve biri girmiş!"

İrkilerek uyandığımda haklı olduğunu gördüm. Odadaki beşiğin başında eli silahlı ve maskeli bir adam vardı. Elif ona doğru koştururken bebek daha yüksek sesle ağlamaya başlamıştı. Defne değildi bu, daha küçük bir bebekti... Adamın silahını bebeğe çevirdiğini görünce panikle yatağın yanındaki komodine atılıp çekmeceyi açtım. Silah yoktu.

Elif ağlayarak adamla bebeğin arasına girmeye çalışırken fırladım yataktan. Bir an sonra silah ateşlendi ve beşikten yükselen ağlama sesi aniden kesildi. Dehşetten donakalmış bir halde olanları izlerken Elif'in korkunç bir çığlık attığını duydum. Sonra ikinci kez ateşlendi silah, hemen ardından kızın kanlar içinde kalmış bedeni ayaklarımın ucuna serildi.

"Hayır..." dedim onun açık kalmış mavi gözlerine bakarken. "Elif hayır!"

Maskeli adamın üzerine atıldığımda dengesini koruyamadı. Yere devrilirken silahı elinden çekip almıştım ancak ayağıma çelme takınca ben de dengemi kaybettim. Yan yana düştüğümüzde ondan önce davranıp tekrar üzerine atıldım. Onu öldüreceğimi anlamış olacak ki çırpınmaya başladı. Silahın kabzasıyla çenesine bir tane geçirip maskesini çektim yüzünden. Fakat silahı ateşleyemedim.

Bu bendim. Yüzümde şeytani bir tebessüm, ellerimde karımla çocuğumun kanı vardı. İşlediğim cinayetlerden zevk almış gibi görünüyordum. Bu bendim ve kendi sonumu kendim getirmiştim. Birileri beni uyandırmaya çalışırken silahı yerdeki suretime doğru çevirdim...

...ve ateşledim.

"Alparslan!"

Kanlar içinde kalmış oda silinip kayboldu birden. Gözlerimi araladığımda güneş ışığı ok gibi saplandı göz bebeklerime. Yengem tepemde endişeyle durmuş beni izliyordu, kıyıya çarpan dalgaların sesini kulaklarımda duyuyordum. Neresiydi burası?

"Elif?" dedim yengeme korkuyla. "Elif nerede?"

Gözlerini kısarak baktı bana. "Odada Defne'yle birlikte uyuyor."

"Peki ya bebek?"

"Defne mi?"

Duraksadım. Rüyaydı hepsi, kabustu. Anılar hızla zihnime hücum ederken nerede olduğumuzu hatırlamaya başlamıştım. Dün gece neler olduğunu... Hasiktir ya! Biz sahiden de öpüşmüştük Elif'le, üstelik o sarhoşken. Ne diyecektim kıza? Bu sefer yediğim haltın sahiden bir açıklaması yoktu.

"Alparslan?"

"Efendim yenge?" diye mırıldandım.

"Evladım neden sahilde uyudun?" dedi kuşkuyla beni süzerek. "İyi misin sen çocuğum?"

Başımı iki yana salladım. "Değilim."

Bir anlığına gülmemek için kendini zor tutuyormuş gibi göründü. Şaşkın bakışlarla etrafı incelerken korumaların az ötede bizi izlediğini fark ettim. Beni görür görmez başlarını öne eğmelerine bakılırsa yengem hepsini öttürmüştü. Of yenge ya...

"Hadi sen şu az ilerideki kafeye geç." diyerek çekiştirdi beni yengem. "Ben de gidip Elif'i uyandırayım. Defne'yi de alıp geliriz."

Karşı çıkamadım. Zaten başka şansım da yoktu. Kızı öptükten sonra hiçbir şey söylemeden çekip gidecek değildim, kalıp bir açıklama yapmam gerekiyordu. Öte yandan aklım karman çormandı, Elif'in onu sarhoşken öptüm diye kollarıma atılacağını elbette düşünmüyordum ama böyle bir şey mümkün olsa bile ben ona kollarımı açamazdım. Dün gece yaşananların üstüne gördüğüm kabus kat kat daha fazla etkilemişti beni.

Tedirginlikle beni izleyen korumalara hiçbir şey söylemeden şezlongdan kalkıp sahil kenarındaki kafeye geçtim. Masalardan birine oturduktan birkaç dakika sonra yengemle Defne kapıda göründü. Elif yoktu yanlarında... Acaba doğruca çiftliğe dönmek mi istemişti? Belki de yüzümü bile görmek istemiyordu. Sikeyim ya...

Başımı ellerimin arasına alırken yengemin "Elif duş alıp öyle gelecekmiş," dediğini duydum. "Bu sabah da yüzünde güller açıyor, görmen lazım..."

Acaba olanları hatırlamıyor muydu?

"İyiymiş, hadi kahvaltı edelim." diyerek anlamazlığa vurdum. "Hatta bakın, geliyor siparişler."

"Başlatma kahvaltına Alparslan!"

"Baçyatma taaavaltıla Aypasaan!"

Mecburen elimdeki çatalı masaya bıraktım. Garson tabakları masaya dizerken yengem keskin gözlerle beni izliyordu. İçimden bir ses onun çoktan mevzuyu çözdüğünü fısıldıyordu nedense. Elif buraya gelince direkt düğün muhabbeti yapmasından korkuyordum.

"Ee, senin geldiğin iyi oldu yenge." dedim havadan sudan konuşur gibi. "Ben de kahvaltıdan sonra hemen İstanbul'a dönerim."

Defne'ye peynir yedirirken homurdandı. "Hayırdır, arkandan atlı mı kovalıyor?"

"Şevket'in kızlarından birini istemiyorum, orası kesin." diye söylendim. "Ne diye burada kalacağım ki? İstanbul'a gideyim de yalnız kalıp kafa dinleyeyim biraz."

Bir şeyler söylemek üzere ağzını açtı ama sonra vazgeçti. Yeniden Defne'ye yemek yedirmeye dönerken "Sen bu kafayla daha çok yalnız kalırsın..." dediğini duydum. "Zaten istediğin de bu değil mi?"

"O ne demek şimdi?"

"Etrafında kaybetmekten korkacağın kimse kalmasın istiyorsun çocuğum, yalan mı?" diye söylendi. "Kaybedecek hiçbir şeyim olmazsa kazanırım sanıyorsun. Ama yanılıyorsun."

"Yenge şimdi ne alakası var bunun konuyla? Hem ben öyle düşünsem evlenmeyi kabul eder miydim hiç?"

"Ederdin!" diye çıkıştı birden. "Kendi kaderini yazmaya çalışıyorsun sen! Şunu şöyle yaparsam, bunu böyle yaparsam diyerek çok büyük planlar kuruyorsun. Koşulların değişebileceğini hiç hesaba katmıyorsun. Hayat yalnızca senin verdiğin kararlardan ibaret değil ki evladım."

"Yenge sen benden tam olarak ne istiyorsun?" dedim sakin kalmaya çalışarak. "Bizden uzaklaşma dedin, tamam diyip geldim dizinin dibine. Evlen yuva kur dedin, ona da tamam dedim. Ne yapmamı istiyorsun ki daha?"

"Yaşamanı istiyorum." dedi sızlanırcasına. "Senin yaptığın şey yaşamak değil. Hayatına kimseyi almadan, hayata hiç dokunmadan, sana iyi hissettiren her şeyden uzak durarak ecelini bekliyorsun sadece. Defne olmasa onu da beklemez kendin gidersin ayağına!"

"Yenge-"

"Ben artık tükenmek üzereyim Alparslan." diyerek susturdu beni. "Yusuf'un acısı zaten yetiyor, sen de ölmeden mezara girmeye çalışıyorsun. Bak üç evladımı da senelerdir görmedim. Umut'la Cihan arada mektup yazıyor diye ses etmiyorum ama ya Murat? Karısının cenazesine bile gelmedi, istese izin alamaz mıydı cezaevinden? Ben bunlara rağmen küsmüyorum hayata, size kol kanat germeye çalışıyorum. Sen neden küsüyorsun?"

"Özür dilerim yenge." dedim başımı öne eğerek. "Ama merak etme, toparlanacağım. Sadece biraz zaman lazım..."

Yüzünde şefkatli bir tebessüm belirdi. "Söz mü?"

"Söz." diyerek gülümsedim. "İzninizle ben gidip bir abimi arayayım..."

"Elif gelmeden önce geri dön." demekle yetindi. Başımı sallayıp kalktım masadan.

Kafeden dışarı çıkarken niyetim abimi aramak falan değildi. Ben sadece uzaklaşmak istiyordum.

Baş etmenin yolu bu muydu gerçekten? Kendimizi kaybettiğimiz insanların hala hayatta olduğuna inandırmak mı? Cezaevi, yurtdışı, askeriye... Yengem üç oğlunu da yaşatacak bir yer bulmuştu zihninde. Üçünden gelen fakat aynı el yazısıyla yazılmış mektupları okumak ona yetiyordu. Bense biraz da bu yüzden hayatta kalmaya çalışıyordum sanırım.

Birinin o mektupları yazması gerekiyordu.

✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧

ELİF

"Eyyiiifff..."

"Hmm..." diye mırıldanarak omzuma vuran bebeğe sarıldım. Onu kendime çekince kıkır kıkır gülmeye başlamıştı, bir yandan da bana bir şeyler anlatmaya çalışıyordu.

"Kaaak aadii! Tapı çalıyooo..."

Gözlerimi araladığımda üzerime eğilmiş merakla beni izleyen ufaklığı gördüm. Yanakları aşağı doğru sarkıp yüzünü büsbütün tatlı hale getirmişti. Tam dayanamayıp yanağını ısıracaktım ki üzerimden kalkıp panikle kapıyı işaret etti bana. Dönüp baktığımda aklım karışır gibi olmuştu. Neredeydik biz?

Kapı tekrar çalınca düşünmeyi bırakıp kucağıma Defne'yi aldım. Onunla birlikte yürüyüp kapıyı açtığımda karşıma Gülendam Teyze'nin neşeli yüzü çıktı. Beni tepeden tırnağa süzerken sırıtışı iyice genişlemişti.

"Alparslan haklıymış," dedi kahkaha atarak. "Sen gerçekten de dağıtmışsın."

Gözlerimi kırpıştırdım. "Ben mi?"

"Ee sarhoş olmuşsun ya hani akşam?" diyerek Defne'yi kucağına alıp içeri geçti. "Alp'le sahilde içki içmişsiniz, dans falan etmişsiniz. Sonra sen denize girmişsin, bizimki de seni çıkarmak için peşinden dalmış, bayağı uzaklara gitmişsiniz sanırım. Çocuklar bile gözden kaybetmiş sizi..."

Gülendam Teyze neşeyle şakıdıkça hafızam yavaş yavaş yerine geliyordu. Önce sahilde ettiğimiz dansı anımsadım. Neden içmiştim ki?

Ona kırıldığım için...

Kulübe hakkında söylediklerini anımsayınca bir kez daha canım yandı. Israrla planları isteyince ne diye benimle kulübe yapmak isteyeceğini düşünmüştüm ki? Neden bu kadar çabuk alışıyordum ilgiye? İki günde uyum sağlayıp üstüne şımarmaya başlamıştım resmen. Hatta galiba bunu o da söylemişti bana dün gece.

Sahi... Biz dün gece kavga etmiştik onunla. Hatta ben bardak falan fırlatmıştım. Ona fırlatmaya kıyamamıştım ama sonuçta o taraflara bir şeyler fırlatmıştım. İyi de neden? Biz ne konuştuk ki onunla? Neden kavga ettik?

Kesik kesik görüntüler aklımda beliriyordu fakat kavganın detaylarını hatırlayamıyordum. Yalnızca finali netti aklımda. Alp'e Romence'de onu sevdiğimi haykırmıştım ve söylediğim şeyi küfür ettiğini sanıp aynı şekilde bana iade etmişti. Orada bana 'asıl ben seni seviyorum' dediğini bilseydi ne hissederdi acaba?

Kapıyı kapatıp tekrar içeri döndüğümde Gülendam Teyze keyifli bir şarkı mırıldanarak Defne'nin eşyalarını topluyordu. Boş bakışlarla onu izlediğimi görünce "Babanla İzzet Amcan yarın dönecekmiş." diye gülümsedi. "Gelmişken ben de denize gireyim diyorum. Akşama doğru da çiftliğe döneriz. Değil mi Defnem? Oyy babaannesinin çiçeği!"

Aslında Defne onun torunu değil, eşinin kardeşinin kızıydı fakat İzzet Amca'nın iki kardeşi de, özellikle Alparslan, onun çocuğu gibiydi. Bu yüzden Defne'nin onlara babaanne ve dede demesini ikisi de memnuniyetle karşılıyordu.

"İstersen sen de bir duşa gir, denizden çıktığın gibi yatmışsın." diye tekrar bana döndü Gülendam Teyze. "Biz de kızçemle Alparslan'ın yanına gidelim. Aptal şey gece sahilde yatmış. Ay bu oğlan iyice şaşırdı valla, Mersin'e geldiğimizden beri akıl izan kalmadı çocukta..."

Ağzım bir karış açık kaldı. "Alparslan gitmedi mi?"

"Hayır ama sen neden gittiğini düşündün ki?"

"Kavga ettik." dedim salak gibi. "Sahilden giderken hemen o an İstanbul'a döneceğini söylemişti."

"Bir daha asla dönmeyeceğini de söyledi mi?"

Başımı salladım.

"Ay valla aynı kumaş bunlar!" dedi kahkaha atarak. "İzzet de böyle. At gibi gidip it gibi geri gelmişti."

Yuh. Gülendam Teyze bu sefer aşmıştı kendini. Normalde de durmadan imalar yapardı ama bu seferki bayağı fazla olmuştu.

"Ben bir duşa girsem iyi olacak." demekle yetindim.

Neyse ki bu sefer üstüme gelmedi. "Tamam o zaman, biz Defne'mle Alp'in yanına gidiyoruz. Şu sahildeki kafede olacağız, duştan çıkınca gel yanımıza."

Ona karşı koymanın imkansız olduğunu az çok çözmüştüm. Bu yüzden başımı sallayıp banyoya yürüdüm sessizce. Ben içeri girerken Gülendam Teyze de Defne'yle birlikte odadan çıkmıştı.

Sıcak suyun altına girince anılar tekrar hücum etmeye başladı zihnime. Gülendam Teyze doğru söylüyordu, sahiden de dans etmiştik biz. Anılarım bölük pörçüktü fakat onu dansa benim zorladığımı biliyordum. Ama ona yalvarırken yüz yüze değildik, baş aşağı sallanıyordum-

Çünkü beni omzuna atmıştı. Öküz.

Söylene söylene havluyu alıp duşa girdim. Bu esnada yavaş yavaş diğer anılar da hücum ediyordu zihnime. Sıcak suyun altına girdiğimde denize girdiğim an gözümün önüne geldi. Allah kahretsin ya! Yüzerek eve gidebileceğim fikrine nasıl kapılmış olabilirdim ki? Üstelik Mersin'den Rumeli'ye kadar!

Denize girmeden hemen öncesini hatırladığımda kendime sövmeyi bıraktım. Alp arkasını dönüp gidince yapayalnız kalmıştım sahilde. Ertesi gün çiftliğe dönecektim ve onu bir daha asla göremeyecektim. Bir yıl nasıl dayanacağımı düşünerek ağladığımı hatırlıyordum. Ayşe'ye ettiğim yemin yüzünden düğüne kadar kurtulmak için savaşmam gerekiyordu. Adar'ı arayacaktım, ablamı bulmaya çalışacaktım. Son ana dek vazgeçmeyecektim yaşamaktan.

Ayşe'nin bunu ilk öğrendiği anı hatırlayınca iç çektim. Babam o pislikle evleneceğimi emrettiği gün sıfırı tükettiğimi anlamıştım. Ayşe intihar mektubu yazarken yakalamıştı beni. Tüm çiftlikte yaygara kopardığını anımsıyordum. Yarım kalmış mektubu babama götürüp ispiyonlamıştı. Engel olmak için arkasından koşsam da yakalayamamıştım ablamı, nefes nefese eve girip herkesi ayağa kaldırmıştı. O gece evdeki herkes eğer evlendirilirsem intihar edeceğimi öğrenmişti. Ayşe herkese teker teker mektubu okutmuştu.

O günkü tavrını anlayabiliyordum. Beş senedir okul bahanesiyle çiftliğe doğru düzgün adım bile atmamıştı. Yaz tatillerinde bilerek yaz okuluna kalıyor, staj yerini İstanbul'dan seçip bir şekilde atlatıyordu tatilleri. Çiftlikte işlerin nasıl yürüdüğünü hala çözememişti. Herkesin üstüme atlayıp düğünü iptal ederiz sen yeter ki ölme falan demesini bekliyordu sanırım.

Öyle olmamıştı. Havva Abla ve Sümeyra her zamanki gibi yorum yapmadan ortadan kaybolmuştu. Mehtap dalga geçip neden daha zekice bir oyun çevirmediğimi sormuştu. Babam elbette ona inanıyordu. Daha doğrusu inanmış gibi yapmak işine geliyordu. Bu yüzden Ayşe'ye dönüp "O bu çiftlikten ancak beyazlar içinde çıkabilir." demişti. "Hangisini giyeceği ona kalmış."

Bu lafı ondan birçok kez duyduğum için pek etkilenmemiştim. Fakat Ayşe bayağı sarsılmıştı, onu çardağa götürüp sakinleştirene kadar akla karayı seçmiştim. Önce elbette ağzıma sıçmıştı, korkak olduğumu, çiftlikten kaçacak cesaretim olmadığı için kolaya kaçtığımı iddia ederek damarıma basmaya çalışıyordu. Sırf sussun diye ona son beş yılda çiftlikte olanları özet geçmiştim.

Ben zaten birçok kez kaçmaya çalışmıştım çiftlikten. Hatta bir ara üç ay boyunca yakalanmamayı başardığım bile olmuştu. Bahri Hoca'nın evinde saklanıyordum. Fakat babam fazla inatçıydı. Üniversiteyi bitirmemi de bu inada borçluydum mesela. Diğerleri ne oyun çevirirse çevirsin dedeme verdiği sözden caymamak için beni okuldan almamıştı. "Bu kız o okulu bitirecek." diyordu. "Orospu da olsa bitirecek. Mezardaki babama yeminim var benim."

Aynı inadı evden kaçtığımda da gösteriyordu. Babam aramayı bırakmazdı. Asla. Çünkü eninde sonunda saklandığım yerden çıkacağımı biliyordu. Çıkmak zorundaydım. İlla ki bir gün hastaneye gidecektim, kaydım yapıldığı anda kulağına giderdi. Mersin'den çıkabilmek için bilet almaya kalkışsam otogarda yakalardı. En önemlisi ise okulum vardı benim. O okula eninde sonunda gideceğimi biliyordu. Üç aylık firar maceramı bitiren şey de işte bu olmuştu.

Tüm bunları Ayşe'ye anlattığımda çenesi bir süreliğine kesilmişti. Bir çıkış yolu aradığını biliyordum. Bulmuştu da. Neredeyse imkansıza yakın bir yoldu fakat ona yemin edecektim. Düğüne kadar Azar'ı ve ablamı aramaktan vazgeçmeyeceğime dair söz vermemi istiyordu. Üstelik bana yardımcı da olacaktı.

İşte dün gece az kalsın o yemini bozuyordum ben. Niyetim intihar etmek değildi, sarhoş kafayla sahiden de bütün Akdeniz'i ve Ege'yi yüzerek geçebileceğime inanmıştım. Alparslan beni bulmasaydı doğal seleksiyona kurban gideceğim kesindi.

Sahi, o beni nasıl bulmuştu ya? Zihnimde birkaç parça daha birleşince anılar belirmeye başladı. Kavga etmiştik biz. Evet, denizin ortasında bile kavga etmiştik. Gözlerimi kapatıp ellerimi şakaklarıma bastırarak anımsamaya çalıştım. Ağladığımı hatırlıyordum, onun çok kötü biri olduğunu söyleyip Defne'nin hayatını nasıl mahvedeceğini anlatmıştım.

Kendi hayatımın nasıl mahvolduğunu anlatmıştım...

Ellerimi utançla yüzüme kapatıp sırtımı duvara yasladım. Nasıl yapmıştım böyle bir şeyi? Neden kendimi o kadar aciz göstermiştim ki? Onun bana acımasına sebep olmuştum, hatta belki de kendimi acındırdığımı düşünmüştü. Sonra bununla da kalmayıp suya dalmıştım aptal gibi... Neden? Amacım onu korkutmak değildi, o an sahiden de tüm umudumu tüketmiştim. Bir sene daha böyle yaşamaya dayanamayacağımı düşündüğümü hatırlıyordum. Alparslan eninde sonunda çiftlikten gidecekti, bir de bununla baş edemezdim. O gitmeden önce ben gitmek istemiştim sanırım...

Elbette bu fikir yalnızca yaşama içgüdüm devreye girene kadar sürmüştü. Bu şekilde intihar etmenin imkansız olduğunu biliyordum zaten, o an neden bunu düşünememiştim ki? Suyun yüzeyine çıkıp da onu göremediğimde bile eninde sonunda çıkmak zorunda kalacağı aklıma gelmemişti, benim yüzümden öldüğünü sanmıştım.

Fakat geri gelmişti. Sudan çıktığında sırtı bana dönüktü, aramızda birkaç metrelik mesafe vardı hatırladığım kadarıyla. O korkuyla ona doğru yüzmüştüm fakat bana döndüğünde rahatlamış gibi değildi. O kadar öfkeliydi ki bir an için beni kendi elleriyle öldüreceğini sanmıştım. Ama öldürmemişti-

Frate!
(Siktir!)

Gerçek miydi? Değildi. Gerçek olamazdı. Ama olabilirdi de. Rüya da olabilirdi- Gerçek miydi? Değildi değildi- NASIL YA?!

Öpmüştü beni...

O anları hatırlayınca kalbim göğüs kafesimden çıkacak gibi atmaya başladı. O kadar heyecanlanmıştım ki ayakta bile duramadım, kabinde dizlerimin üstüne çöküp oturdum. Sahiden de öpmüştü beni... Parmaklarımı dudaklarımda gezdirirken o ana dair hatıralarım da yavaş yavaş su yüzüne çıkıyordu. Bir parça utanmıştım fakat içine düştüğüm şaşkınlığın yanında utancın farkında bile değildim.

O öpmüştü beni. Ben öpseydim ve karşılık verseydi bunu istediğinden emin olamazdım. Ayşe uyarmıştı çünkü, ilk geldiklerinde Alp'i sosyal medyada stalkladığını biliyordum. Her ne gördüyse diğer iki ablamın aksine ondan uzak durmaya başlamıştı. Sonra bizim yakınlaştığımızı düşünmüş olacak ki beni de uyarmıştı nazik(!) bir dille. Söylediğine göre Alparslan göründüğü gibi efendi biri değildi, onun İstanbul'da çapkınlığıyla nam saldığını ve çiftlikte de rahat durmayacağını iddia ediyordu. Hele ki kasabadaki söylentileri duyduysa ilk sana yaklaşır diyerek üstüne bir de tuz basmıştı.

Ama Alp Ayşe'nin dediği gibi biri çıkmamıştı. İstanbul'daki hayatını bilemezdim fakat bana karşı hiçbir kusuru yoktu, her zaman aramızdaki mesafeyi korumaya özen göstermişti. Hatta başlarda benden gıcık alıyordu, gerçi ilk günler ben de ondan pek hazzetmiyordum... Sonraysa bir şeyler değişmişti. Onun bana olan davranışları değişmişti. Ben onu Defne'yle birlikte gördükçe içinde merhametli bir adam olduğunu fark etmiştim.

Üstelik alelade bir dönemde değil, tam da her şeyden vazgeçmişken karşıma çıkmıştı. Ona en çok ihtiyaç duyduğum anda. Açıkçası bu konuda umudum yoktu, sırf çiftlikten kurtulmak için adamı ayartmaya çalışacak kadar aciz değildim. Onun da beni sevmeye pek gönlü yoktu zaten. Öyle olsa bir başkasıyla evleneceğimi bilmek onu rahatsız ederdi diye düşünüyordum, bu durumu değiştirmek için bir şeyler yapmaya çalışırdı. Fakat onda böyle bir hevesi hiç görememiştim.

Düne kadar.

Şimdiyse duşta oturmuş hayretler içerisinde dün geceyi düşünüyordum. Biz gerçekten de öpüşmüştük. Öyle anlık, basit bir şekilde değil, inkar edilemeyecek bir biçimde öpüşmüştük. Bunun bir şeyleri değiştirmemesi imkansızdı. Neler olacağını bilmiyordum, belki de öpüşmeden beni sorumlu tutmak isteyecek, sadakatsiz olduğumu iddia edecekti. İçimde bir yerlerde onun asla böyle bir şey yapmayacağının farkındaydım ama başka ihtimallere tutunup hayal kırıklığına uğramak istemiyordum. Bir şeyler artık değişmeliydi.

Duştan çıkınca üzerimi giyinip saçlarımı taradım. Süslenmeye niyetim yoktu, hevesli gibi görünmek istemiyordum. Aşağı inince normal davranmalıydım, Gülendam Teyze'nin ne kadar dikkatli bir kadın olduğunun farkındaydım. Eğer değişik davranırsam ortada bir şeyler olduğunu sezebilird-

Belki de zaten biliyordu. Alp ona anlatmış olabilir miydi? Yoksa neden çiftlikten kalkıp buraya gelecekti ki? Üstelik haddinden fazla neşeliydi, az evvel yaptığı imaları elbette fark etmiştim. Çiftliğe geldiği günden beri bu imaları yaptığı için dikkat etmemiştim ama denize girince epey açılıp gözden kaybolduğumuzu ima etmesi tesadüf olabilir miydi? Allah kahretsin, ben bu panikle aşağı nasıl inecektim?!

Bakışlarım aynaya takılınca duraksadım. İlk fark ettiğim şey domatese dönmüş yanaklarım olmuştu ama bu sorun değildi, duştan yeni çıkmıştım sonuçta. Gülendam Teyze bile bunu başka türlü yoramazdı. Sorun şu ki, kimse anlamasa bile ben neden kızardığımı biliyordum. Koca meraklısı kızlar gibi heyecanlanmıştım resmen, aşağı inip yanlarına gitmeye korkuyordum. Ayşe şu halimi görse muazzam bir cringe yaşar ve bunu bir yıl boyunca başıma kakardı. Üstelik haksız sayılmazdı da. Cidden bana ne olmuştu böyle?

Silkinip kendime geldim bir anda. Aynanın karşısından kalkarken yüzüme hislerimi perdeleyecek bir maske takınmıştım. Saçlarımı kurutmama gerek yoktu, zaten ben odada dört dönerken yarı yarıya kurumuşlardı. Gözlerim komodinde duran yüzüğe takılınca duraksadım. Şu anda onu takmaya deliler gibi ihtiyacım vardı ama aşağıdakilerin bunu söz yüzüğü sandığının farkındaydım. Bu yüzden onu geride bıraktım odadan çıkarken.

Asansöre binip aşağı inerken hala sakindim. Kapıldığım aptalca panik azaldıkça ruh halim normale dönüyor, gerçekler teker teker yüzüme çarpıyordu. Alp benimle evlenmek istese bile bu neredeyse imkansız bir şeydi. Evlilik sürecinde Havva Ablalar asla boş durmazdı, engel olmak için ellerinden geleni yapacaklarını biliyordum. Üstelik kasabadaki söylentiler vardı bir de. O söylentilerin arkasında Havva Abla'nın annesi Zeliha Teyze'nin olduğunu düşünsem de, elimde bunu ispatlayacak bir kanıt yoktu.

Kanıt olsa bile ne değişir ki? Babam kanıtlara rağmen inanmamıştı.

Otelden çıkıp kafeye geçtiğimde üzerimde bu gerçeklerin verdiği sükunet vardı. İçeri girdiğim anda onunla göz göze geldik. Kucağında Defne'yle masaların birinde oturuyordu, tam karşısında bana sırtı dönük olan Gülendam Teyze vardı. Ayağa kalkıp bebeği yengesinin kucağına bırakınca yanıma geleceğini anlamıştım. O bana doğru yürürken Gülendam Teyze arkasını dönüp bize bakmadı bile, kesinlikle bir şeylerin farkındaydı.

Alparslan ise en az benim kadar gergin görünüyordu. Onun bunu saklamaya çalışmadığını görünce ben de normal görünmek için kendimi kasmayı bıraktım. Gerginliğimi gizlememe gerek yoktu, korktuğum şey başıma gelmemişti. Hiçbir şey yokmuş gibi davranmayacaktı bana.

Davranmadı da. Tüm öküzlüğüyle günaydın bile demeden direkt konuya girdi.

"Elif konuşmamız lazım."

Boğazım kuruduğu için başımı sallamakla yetindim. Beni çıkışa yönlendirirken eli bir anlığına belime dokunmuştu. Son derece basit bir hareketti ama içimde bir kuş sürüsünün kanat çırptığını hissediyordum. Duygularımı saklamaktan vazgeçmekle iyi yapmıştım. Zira kalbimin sesi zaten dışarıdan duyuluyor olmalıydı.

Sahile inip dalgaların sesiyle birlikte yürümeye başladık. Ellerimin titrediğini fark etmemesi için elbisemin eteklerini tutuyordum. Yüzüm iki kat daha ısınmıştı, aramızdaki suskunluk uzadıkça dizlerimin de titremeye başladığını hissettim. Hayatımda daha önce hiç bu kadar heyecanlanmamıştım.

"Dün geceyi hatırlıyorsun, değil mi?"

Birden konuştuğunu duyunca panikten ağzımı nasıl açacağımı unuttum. Başımı sallamakla yetindim.

"Öyleyse denizde yaptığım şeyi de biliyorsun." diye devam etti hiç takılmadan. Çok gergindi fakat benim gibi heyecanlı değildi sanırım. Belki de hislerini saklama konusunda benden daha başarılıydı.

"Evet." dedim pürüzlü bir sesle. Sonra aniden bir cesaret geldi ve daha yüksek sesle ekledim. "Dün gece öpüştük."

Öpüşmeyi başlatan oydu fakat buna yaptığım şey diyemezdi. Çünkü ben de ona karşılık vermiştim. Evet, şu an deliler gibi utanıyordum. Muhtemelen dizlerim de bu yüzden titriyordu. Ama bunu dışa vurup sanki onun zoruyla öpüşmüşüz gibi bir algı yaratmak istemiyordum. Dizlerimin bağı da çözülse dik durmam gerekiyordu. Ben annemden böyle öğrenmiştim.

Alparslan başını çevirip yüzüme baktı birden. Belli ki bunu benden beklemiyordu. Yeniden önüne dönerken suçluluk dolu bir sesle konuştuğunu duydum.

"Kahretsin, bunu yapacağını biliyordum." dedi çaresizce. "Kendini suçlayacağını biliyordum."

Suçlamak mı? Bakışlarımı gözlerinden alıp tekrar denize döndüm. Dalgalar sakinleşmişti birden, az evvel üstümüzden geçen kuş sürüsünün ilerideki kayalıklara konduğunu gördüm. Tıpkı az evvel içimde kanat çırpan kuşlar gibi kanatlarını toplamış sessizce bekleşiyorlardı.

Cevap verdiğimi görünce acı çeker gibi bir sesle "Yalvarırım bunu kendine yapma, Elif." diyerek devam etti. "Dün gece sarhoştun, muhtemelen karşındaki kişinin ben olduğumun bile farkında değildin, üstelik seni öpen de bendim. Bana kızmakta da, nefret etmekte de haklısın ama sözlünü aldattığını düşünmene izin veremem. Senin hiçbir hatan yoktu."

"Böyle düşündüğümü nereden çıkardın ki?"

"Yüzüğünü takmamışsın." dedi acı bir tebessümle. "Üstelik senin nasıl bir kız olduğunu da biliyordum. Ama bu yalnızca benim hatamdı."

"Evet." diye mırıldandım. "Bu benim hatam değildi."

Çünkü bunu bir hata olarak görmüyordum.

"O zaman kendini suçlayıp sözü atmaya kalkışma lütfen. Senin o çiftlikte kurtulmayı ne kadar çok istediğini biliyorum. İnan bana, kurtulduğunu görmeyi ben de en az senin kadar istiyorum."

"Göreceksin." diyerek başımı salladım. "Ama şunu unutma, benim aldığım hiçbir kararın sebebi sen değilsin. Bugün yaptığın bu konuşma da değil."

"Ne yani, sözü gerçekten atacak mısın?"

"Hayır atmayacağım." dedim sakince yüzüne bakıp. "Ama atsaydım da bu senin yüzünden olmazdı. Sen benim kararlarımda bir etken değilsin, asla olmadın. Ne demek istediğimi anlıyor musun Alparslan?"

Anladığından emin olmak zorundaydım. Haberi duyduğunda kendini suçlamamalıydı. Evet daha bir yıl vardı ama düğün günü bunu yaptığım zaman isteyerek evlenmediğimi, bir yıl önce sahilde yürürken ona yalan söylediğimi anlayacaktı. Gururumu kırdığı için kendimi öldürdüğümü düşünmemeliydi. Onun hafızasında bir vicdan azabı olarak kalmak istemiyordum.

"Anlıyorum Elif." dedi yüzüme bakmadan. "Sevdiğin adamla arana girecek bir etken olduğumu hiç düşünmemiştim zaten. Ben yalnızca senin kendini suçlamandan korkuyordum."

"Neden kendimi suçlayayım ki? Sarhoşluktan sızmak üzereyken sana karşılık verdiğim için mi? Kusura bakma ama ben iyilik perisi değilim. Başkalarının hatalarını üstlenecek hiç değilim."

Ellerini sımsıkı yumruk yaptığını gördüm. Onu tacizcilikle itham ettiğimi falan düşünüyor olmalıydı.

"Evet ben sarhoş bir kızı öptüm!" diye patladı birden. "Sözlüsü olan bir kızı... İmalarla itham etme beni, dürüstçe söyle Elif! Eğer istersen bunu babanlara da anlatabilirsin, yanında durup suçsuz olduğunu, benim senden faydalandığımı onaylarım. Bu konuda şaka yapmıyorum."

"Farkında mısın bilmiyorum ama bunu yaparsan benimle evlenmek zorunda kalırsın."

"Bedel ödemenin tek yolu evlilik değil, Elif."

O bedelin ne olduğunu biliyordum. Babam bu olayı hazmedip köşeye çekilmezdi, gurur meselesi yapıp onu öldürmek isteyecekti. Elbette kimseye bir şey anlatmaya niyetim yoktu. Ben sadece garipsemiştim. Hayatım boyunca pek sevildiğim söylenemezdi ama bugüne dek kimsenin gözünde ölümden daha beter bir seçenek de olmamıştım. Alparslan ölümü bana tercih eden ilk insandı.

"Alparslan..." dedim dişlerimi sıkarak. "Senin ölmeni falan istemiyorum, anladın mı? Benden faydalandığını da düşünmüyorum. Sen bir aptalsın ama tacizci değilsin. Bunu o kalın kafana yaz."

Hafifçe güldü. "Teşekkür ederim."

"Ve bir daha asla karşıma çıkma, olur mu?" diye devam ettim. "Üç gün sonra çiftliğe geldiğini görmek istemiyorum. Hangi sıfatla olursa olsun."

"Hangi sıfatla derken?"

"Ablalarımdan biriyle evlenemezsin demek istiyorum. Git kendine başka bir kız bul. Öpüştüğüm adama enişte diyecek kadar midesiz değilim ben. Eğer olur da bizim aileden biriyle nikah masasına oturmaya kalkışırsan, işte o zaman öpüştüğümüzü herkese açıklarım. Bu konuda da son derece ciddiyim. İstanbul'a git ve Mersin'e bir daha ayak basma. Eğer birazcık onurun varsa yapma bunu."

Aramızda uzun bir sessizlik oluştu. Gururunun kırıldığını biliyordum ama oyunlara tahammülüm kalmamıştı artık. Karşıma çıkıp durursa eninde sonunda patladığım bir an gelecekti. Dün gece yaptığım gibi ağlayarak ona kendimi acındırmak istemiyordum. Bana acıdığı için benimle evlenmesindense ölmeyi tercih ederdim.

"Öyleyse şimdiden sana mutluluklar dilerim." diye konuştu en sonunda. "Zaten düğünü birkaç ay sonrasına almışsınız, ki bence bu çok yerinde bir karar. O çiftlikten ne kadar erken kurtulursan o kadar iyi. Kendine iyi bak, Elif."

Sesim titremesin diye dişlerimi sıkarak konuştum. "Sen bunu nereden duydun?"

"Baban abime söylemiş, o da bana laf arasında söyledi. Özellikle soruşturmadım yani."

Öyleyse kesin bilgiydi bu. Ölüm tarihim erkene çekilmişti.

"Her neyse, bir önemi yok." dedim omuz silkerek. Ardından durup başımı ona çevirdim. "Kendine iyi bak, Alparslan. Tekrar görüşmemek dileğiyle."

Vedalaşmak için elini uzatacağını anlayınca bir şey söylemesini beklemeden yürümeye başladım. Tam zamanında. Zira ondan bir metre uzağa bile gidemeden ilk damla yanağıma süzülmüştü. Boğazımdaki düğümü şimdilik bastırabiliyordum fakat çok geçmeden hıçkırıklar da serbest kalacaktı. Hızlı adımlarla ondan uzaklaşırken birden korumalar geldi aklıma. Etrafta bir yerde olmalıydılar, onların da beni göremeyeceği bir yere gitmem gerekiyordu. Aciliyetle.

Bu yüzden az ötedeki bara yürüyüp kendimi içeri attım. Gündüz olduğu için fazla kimse yoktu etrafta. Kadınlar tuvaletini bulup koşar adımlarla oraya sığındım. Şükürler olsun ki hiç kimse yoktu burada. Son gücümle kabinlerden birine girip kapıyı kilitledim.

Ve sonra hıçkırarak ağlamaya başladım.

✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧

Bir ay sonra

Bir aydır İstanbul'daydım. İşlerle ilgilendiğim falan yoktu, zaten yapılacak pek fazla iş de yoktu. Abim tekrar Mersin'e gitmeden önce her şeyi halletmişti. Ve böylelikle, onun bildiğini anladım.

Bilmemesi imkansızdı zaten. Yengem otele ayak basar basmaz tüm istihbaratı toplamayı başarmıştı elbette. Korumalara kızamıyordum zira sahiden de çocukların bir suçu yoktu. Yengem karşı tarafın ruhu bile duymadan ağzından laf alma konusunda ustaydı. Parçaları birleştirme konusunda da...

Sahilde dans ettiğimizi, birbirimize sarıldığımızı, birlikte içki içtiğimizi ve sonra da tabak çanak kırmalı bir kavga ettiğimizi öğrenmişti. İlginç olansa, en çok hoşuna giden şeyin kavga etmemiz oluşuydu. Yanıma gelip didiklemeye başlayınca onu da kendimi de yormadan kavganın giriş gelişme ve sonucunu anlatmıştım. Elif'in kafama dört beş kez bardak fırlattığını ama şükürler olsun ki hiçbirinin isabet etmediğini öğrenince keyiften ağzı kulaklarına varmıştı resmen. Kızın bana kıyamayıp bilerek ıskaladığını falan sanıyordu galiba. Eğer o gece sahilde olsaydı bunun mümkün olamayacağını, Elif'in imkan bulsa elektrikli testereyle beni üçe bölecek kadar öfkelendiğini bilirdi. Bardak isabet ettirmeye kıyamamışmış... Elinden gelse o bardakları götüme sokardı be!

Ne yazık ki yengem fena istihbaratçıydı. O akşam Ufuk'u gönderdikten sonra ortadan kaybolup iki saat sonra kucağımda kızla sudan çıktığımı korumalardan öğrenmişti. Neyse ki neler oldu falan diye sıkıştırmamıştı beni. Neler olduğunu kendi başına çözmüştü zaten. Yalnızca yanıma gelip "Nihayet öpebildin kızı!" diye kalaylamıştı. "Biz sana çiftliğe giderken kızlardan uzak dur demiştik ama bu kadarına da gerek yoktu be yengem..."

Neyse ki onun bu olayı hiç kimseye söylemeyeceğini biliyordum. Çünkü abim öpüştüğümüzü öğrenirse beni harbiden vururdu.

"Naber lan yaralı ceylan?"

Sesi duyunca başta inanamadım. Hatta gözlerimi kapatıp açtım birkaç kez. Evet, hala Cazzabell'deydim. Locada oturmuş tek başıma demleniyordum her zamanki gibi. Normal olmayan tek şey locadaki diğer adamın varlığıydı.

Aras'tı bu... Donup kaldığımı görünce sırıtarak omzuma vurduğunu hissettim. Ardından ortadaki sehpada duran vodka şişesini alıp elindeki bardağa döktü. Karşıdaki koltuğa kendini atıp yayılmasını izlerken hala olaya ayıkamamıştım.

"Oğlum Xbox Series X'in tanıtım videosunu gördün mü?" dedi elindeki telefona bakarken. "PlayStation 5'in eline verir yeminle. Zaten ikisi de seneye çıkıyor, bu sefer adam gibi bir oyuna girelim tamam mı? Cavit olacak dalyarak da gitsin kız düşürmek için PUBG oynasın. Yemin ederim vizyonsuz bu herif-"

Beynim durmuştu resmen. "Aras sen ne anlatıyorsun?"

"Oyun konsollarından bahsediyorum işte."

Bu herif üç aydır kayıptı. Üç aydır ortada yoktu ve hepimiz onun öldüğünden endişelenmeye başlamıştık. Şimdiyse geri gelmişti ve sanki dün akşam gitmişcesine oyun konsollarından bahsederek yanıma oturabiliyordu.

"Üç ay ortadan kaybolduktan sonra mı?" dedim şaşkınlıkla. "Ulan gerizekalı baban kayıp ilanı verdi gazeteye! Abim Bayraktar'a gidip sordu, kaç tane adam taktılar peşine! HASTA MISIN OĞLUM SEN?!"

"Kes lan göt..." diye söylendi. "Ben olmasam çizdiriyordun kestaneyi. Söyle bakalım, kimin hediyesiydi o gömlek?"

Ağzım bir karış açık kaldı. Gözlerimi yumup sakinleşmeye çalıştım. "Sen orada mıydın?"

"Barbaros Amca'yla gelmiştik, çatışmaya dahil olmak benim de planımda yoktu-"

"Sen." dedim elimi yumruk yaparak. "Sen Mersin'e geldin, çatışmaya girdin ve yanıma bile uğramadan geri mi gittin?"

"İşim vardı oğlum. Bizim manitayla-"

Ağzının üstüne yediği yumrukla çenesi kesildi. "ARAS SENİ SİKER SİKER ÇOĞALTIRIM!" diye bağırdım yakasına yapışıp. "ÖDÜM KOPTU GEBERDİN DİYE LAN!"

Şaşırdı salak. "Oğlum ölsem haberi gelirdi zaten. Ayrıca ben ne bileyim senin benim için endişeleneceğini?"

İç çekerek arkama oturup Aras'a baktım. Normal bir arkadaşım olsa nereye kaybolduğunu falan sorardım ama bu itin söylemeyeceğini biliyordum. Lakabı boşuna Şeytan değildi bu herifin, harbiden şeytandı.

"Yalnız harbiden geldiğin belli oluyor ha." diye söylendim. O esnada beni doğrularcasına şimşek çaktı. Harbiden de günlerdir yağmurluydu hava. Bu ibnenin senelerdir çözemediğimiz gizemlerinden biriydi bu, gittiği yere fırtına götürüyordu manyak.

"Aynen Alparslan, ben çaktırıyorum şimşeği." diye söylendi. "Babam Zeus çünkü amına koyayım..."

"Sen gerçekten bunun tesadüf olduğuna mı inanıyorsun?"

"Tesadüf çünkü. Ya da algıda seçicilik. Oğlum sizin dediğiniz gibi olduğum her yerde fırtına çıksaydı benim hiç güneşli hava görmemiş olmam gerekirdi."

"Öyle çalışmıyor salak." dedim ciddi ciddi. "Java'yla biz çözdük algoritmasını. Sen yeni bir yere gidince birkaç gün sürüyor, sonra mekana alışıyor galiba duruyor. Kapı zili gibi düşün... Bir de öfke, heyecan, korku durumlarında oluyor."

Gözlerini kısarak tepeden tırnağa süzdü beni. "Alp sen iyi misin?"

Değildim. Ama şu anda o meseleden bahsetmek istemiyordum. Çünkü Aras'ın duyduğunda vereceği tavsiye çok açıktı; kızın peşini bırakma. Bense sıfıra yakınsayan olasılıkları baştan eleyen bir insandım. Olaylara bakış açılarımız farklıydı.

"Değilim iyi miyi!" diye söylendim. "Tüm sevkiyatlar aksıyor kaç gündür. Geçenlerde Pendik Limanı kapatıldı, duymadın mı oğlum? Limanın doğu bloğu komple yanmış."

"Hee biliyorum," dedi içkisini yudumlayarak. "Benim hatun yaktı orayı."

Ağzım bir karış açık kaldı. "Senin hatun derken?"

"Tinùviel işte." diyerek sırıttı. "Sevgilim artık oğlum. Gerçi anası okullar açılana kadar kızı eve kapattı ama pencereden mencereden gireceğiz artık..."

"Abi Pendik Limanı'ndan bahsediyoruz... Ne demek Tinùviel yaktı orayı? Bu kız henüz üniversite öğrencisi değil mi? Ayrıca Ozan anlatmıştı bir ara, sessiz sakin, içine kapanık bir kızcağızmış. Şu kadarcık boyu var diyordu."

Aras iç çekti. "Onun bir bu kadar da yerin altında var..."

"Ulan laf ebeliği yapmayı bırak da doğru düzgün anlat şu olayı!"

Sağolsun anlattı. Önce ne ara sevgili olduklarından bahsetti, ardından ciddi ciddi liman olayını aktardı. İşin içine Bezalel Levi Saatchi ve Dündar Bayraktar'ın bile dahil olduğunu öğrendiğimde ağzım bir karış açık kalmıştı. Bitirdiğinde arkama yaslanıp "Vay amına koyayım..." dedim. "Bitmişsin oğlum sen."

"Sağol ya..."

"Yalnız kızı getir de tanışalım artık. Hatta direkt bu akşam getir, İTÜ tayfa da akşam burada olacak. Hepimizle tanışmış olur."

Başını umutsuzca iki yana salladı. "Getireceğim ama şimdi olmaz, annesi eve kapattı kızı."

"Liman olayını falan mı öğrendi?"

"Hayır, kadın onu bilmiyor. Sevgili olduğumuzu öğrenince ceza verdi benimkine. Okullar açılana kadar evden dışarı çıkamayacak."

"Bak işte bu kötü olmuş..." diyerek yüzümü buruşturdum. Bildiğim kadarıyla kızın ailesi biraz baskıcıydı. "Kadın sevgili olduğunuzu nereden öğrendi ki?

"Ben söyledim." diye omuz silkti. "Sonra da Melek'in kız kardeşiyle konuştum, sağolsun kızı eve kapatması için annesinin aklına karpuz kabuğu düşürdü. Sonuç olarak önümüzdeki bir ay manitayla görüşemeyeceğiz. Ulan şimdiden çok özledim ya..."

"Yani kızı eve sen mi kapattırdın?"

Başını salladı. "Aynen öyle."

"Ulan niye yaptın böyle bir şeyi?"

"Başka ne yapacaktım?" dedi ters ters. "Onun yüzünden koskoca Pendik Limanı kapatıldı! Kurduğu ekiple birlikte depolardan birini soymuşlar, o kankası olacak Mert gerizekalısı yanlışlıkla Picasso tablosu çalmış, kendisi gitmiş limanın yarısını yakmış. Tutmuş kızı niye eve kapattırdın diyorsun... Az bile yaptım amına koyayım! Ben ortalığı temizleyene kadar otursun oturduğu yerde!"

Eh, nihayet gerçek hislerini açığa vurmaya başlamıştı. Oturduğu yerde doğrulup boş bardağını yeniden doldurdu, bu kez doğrudan kafaya dikti. Limanda yaşadıkları şeyler düşünülürse öfkelenmekte çok haklıydı. Kendimi onun yerine koyuyordum da... Elif'in canını tehlikeye atacak bir işe giriştiğini duysam ben de deliye dönerdim.

"Ee, sende durumlar nasıl peki?"

"Aynı işte..." dedim içkiden bir yudum alarak. "Dün kızlarla takıldık biraz. Bugün de tek takılayım dedim."

"Mersin'de olay çıkarmışsın diye duydum."

İç çekerek söylendim. "Aras ağzımı arama da sor ne soracaksan."

"Şu cemiyetteki Seçil mi Sevil mi ne var ya, onlarla olay çıkmış aranızda diye duydum." dedi nihayet. "Senin yanında Mersinli bir kız varmış, Sevil'in saçına yapışmış... Hayırdır?"

"Klasik kız kavgası işte..."

"Yeme beni Alparslan," diyerek güldü. "Sen kız kavgası görünce oturup izleyecek adamsın. Bu sefer araya girmişsin diyorlar, üstelik Sevil de sizin mekanlardan hiçbirine giremiyormuş artık."

"Aras sen tüm bunları ne ara öğrendin?"

"Ozan'la Cavit anlattı, ben de merak edip sordurdum biraz..." dedi imalı bir gülüşle. "Senin kızın adı Elif'miş galiba? Üstelik tıp öğrencisi... Yakışır."

"Ya senin ben hayatıma girdiğin günü sikeyim." diyerek yaka silktim. "Hayır, çıkaramıyorum da... Hayırlı arkadaş desem değilsin, üç ay habersiz ortadan kayboluyorsun. Hayırsız arkadaş desem o da değilsin, Mersin'e gelip çatışmaya giriyorsun. Zaten kafam bozuk, çekip vuracağım seni yine!"

"Bu sefer ben de sikine sıkarım haberin olsun." diye söylendi. "Melek'le daha yeni sevgili olduk oğlum, senin yüzünden evde yatak döşek yatamam."

"Ulan ayakta olsan ne değişir? Kız evden çıkamıyor demedin mi?"

"Kız evden çıkamıyor zaten." diye onayladı. Ardından kadehi kafasına dikip kararlı bir sesle ekledi. "Ama ben o eve girerim."

Girerdi.

-*-

Mekandan ayrılıp da arabaya bindiğimde eve gitmek istemediğimi fark ettim. Yalnız kalınca elimde olmadan Elif'i düşünmeye başlıyordum. Sahilde bana söyledikleri bir aydır aklımdan çıkmıyordu. Bir aydır zehir zemberektim.

"İstanbul'a git ve Mersin'e bir daha ayak basma. Eğer birazcık onurun varsa yapma bunu."

Bunları söylerkenki hali aklıma gelince yine o aptal hisse kapıldım. Bir şeyler yanlıştı. Sahilde bunları söylerken bambaşka biri gibiydi Elif. Küstahtı, aşağılayıcıydı, korkunç bir biçimde acımasızdı. İnsan ancak nefret ettiği birine karşı böyle davranırdı. Oysa ben onun gözlerinde nefret görememiştim, daha çok beni bir daha asla geri dönmemeye ikna etmek ister gibiydi...

Ya da belki de bu benim olmasını istediğim şeydi. O kadar aciz durumdaydım ki kızın yüzüme karşı çat çat konuşması bile yeterli gelmiyordu. Gerçek çok basitti fakat kabullenemiyordum. Allah kahretsin, ben bu kızı unutamıyordum.

Telefonumun çalmaya başladığını duyunca kendime geldim birden. Hala mekanın önündeydim, arabada oturmuş boş boş yolu izliyordum. İç çekerek önce kemeri, sonra da kulaklıkları takıp arabayı çalıştırdım. Yola koyulurken abimin öfkeli sesi kulaklarımda belirmişti.

"Alparslan ben bu Tansu Enişte'yi vuracağım!"

İç çektim. "Yine eyleme mi karışmış?"

"Hayır bu sefer hapse girmiş!" diye kükredi telefonda. "Deniz'le Direniş'i git okuldan al, bizim eve götür. Fidel'e hiçbir şey söyleme, çocuk askerde bir de babasına üzülmesin. Gerçi benim babam Tansu Enişte olsa ben direkt müebbet verin derdim. Bu adam beni öldürecek Alparslan ya!"

Çocukların okuluna gitmek için kavşaktan geri döndüm. Bir yandan da gülmemeye çalışıyordum. Soldaner Ailesi sülalemizin aykırı kuşağıydı. Ben o zamanlar henüz dünyada yoktum ama bildiğim kadarıyla her şey Feride ablamın henüz on sekiz yaşındayken, onunla yaşıt TKP üyesi bir gence kaçmasıyla başlamıştı. Tansu Eniştem ailemize böyle girmişti işte.

"Tamam abi, sen sakin ol." dedim sesime ciddi bir hava vermeye çalışarak. "Hayır, bu adam beş senede bir hapse giriyor zaten. Sen bunun nesine alışamad-"

"Dobbyyy!" diye bir ses duyuldu arkadan. "Defne bak Dobby geliyor! Çaklambaç oynayalelem mi Dobby'le?"

Bir çarpma sesi duyulunca abimin pencereyi kapattığını anladım. "Çocuklar oyun oynuyor işte dışarıda," diyerek güldü neşeli bir sesle. "Akif de iyileşti ya, sabah akşam bahçeden sesleri eksik olmuyor kerataların."

"Duydum." dedim hafifçe gülerek. "Keyifleri bayağı yerinde anlaşılan."

Abimin derin bir iç çektiğini duydum. Ardından ses tonuna kattığı yapay neşeyi bir kenara bırakıp ciddi bir tavırla konuştu. "Senin keyfin nasıl peki?"

"İşler çok yoğun değil, ben de dağıtıyorum sabah akşam."

"Evde mi?" dedi hafiften öfkelenerek. "Yoksa mekanın locasında tek başına oturup içerek mi?"

"Abi sen benden ne istiyorsun?"

"Hayatına devam etmeni!" diye çıkıştı bana. "Bazı şeyleri arkanda bırakmanı istiyorum Alparslan. Kurtul şu çiftlikten artık!"

"Bak tekrar ediyorum, ben iyiyim. Sadece şu aralar yalnız kalmaktan hoşlanıyorum."

"Yalnız başına atlatamazsın Alp." dedi ciddiyetle. "Bu akşam dışarı çık tamam mı? Git ahlaksızlık yap! Hovardalık yap! Git eskisi gibi öfkelendir beni oğlum!" Derin bir nefes alıp sakinleşmeye çalıştı. Ardından tekrar girdi konuya. "Herkes hayatına bakıyor, anladın mı? Herkes mutlu burada, dün Sivas'tan damatla ailesi geldi. Sen kendini eve kapatırken başkaları güle oynaya nişan hazırlığı yapıyor. Söz ver bana, bu akşam dışarı çıkacaksın."

"Çıkmayacağım!" diye patladım en sonunda. "Başkalarının mutluluğu umurumda bile değil! Yalnız kalmak istiyorum ben ya! Şu aralar kitap okumak hoşuma gidiyor, olamaz mı? Kafa dinlemek istiyorum, dinleyemez miyim? Sırf başkaları nişanlısıyla mutlu diye benim gidip karı kız sikmem mi gerekiyor?!"

"Alp-"

"Yapma bunu bana, olur mu? Her gün niye arayıp ballandıra ballandıra elalemin mutluluğunu anlattığını biliyorum. Ama beni öfkelendirerek bir yere varamazsın, abi. Daha doğrusu, istediğin yere varamazsın. Çünkü ben öfkelenirsem hıncımı kaynağından çıkarırım. Gözüm dönerse gidip kızlarla alem yapmam, o damadın kafasına sıkarım. Eğer çok istiyorsan çıkayım evden. Ama çıktığımda mekanlara gidip dağıtmam. Eğer ben bu evden çıkarsam abi, oraya gelir o çiftliği başınıza yıkarım!"

Telefonu suratına kapattım. Eğer birazcık aklı varsa bundan sonra beni gaza getirmeye çalışmazdı. Bu yola başvurduğu için onu suçluyor değildim, abim beni ilk kez böyle görüyordu ve klasik taktiklerle eski halime döndürmeye çalışıyordu. Fakat sorun da buradaydı işte, ben yapboz değildim. Birine öfkelenince acısını başkasından çıkaramıyordum.

Etikle ahlakla falan ilgisi yoktu bunun, sadece içim soğumuyordu. Çünkü burada alem de yapsam, cehennemin dibine de batsam o kızın orada ruhu duymayacaktı. Sırf bu yüzden dün çiftliğe gidip Şevket'in diğer kızlarından birini istemeyi planlamıştım. Ondan önceki gün onun o nişanlısını gebertmeyi düşünmüştüm. Daha önceki gün de kızın babasına gidip öpüştüğümüzü söyleyerek nişanının bozulmasına sebep olma fikri vardı aklımda. Bunu yaparsam muhtemelen geberecektim ama yine de kulağa makul gelmişti.

Fakat bir şeyler durduruyordu beni. O adamla evlenmenin onun çiftlikten tek kurtuluş yolu olduğunu bilmek durduruyordu mesela. Ben bu kızın dans etmedik diye ağlamasına bile dayanamıyordum. Sevdiği adamı öldürdükten sonrasına nasıl dayanacaktım?

Bu yüzden eve kapanmaktan başka çarem yoktu. Hatta şimdi de eve gitsem iyi olacaktı, çocukları okuldan almasını korumalardan birine söyleyebilirdim. Zira o pezevengin çiftliğe geldiği bilgisi bana hiç iyi gelmemişti. Şimdi bile gaza basıp Mersin'e dönmemek için kendimi zor tutuyordum.

Arabayı sağa çekip korumaları aradım önce. Ardından başımı direksiyona yaslayıp sakinleşmeye çalıştım.

Unut Alparslan, unut... O herifin çiftlikte olması hiçbir şeyi değiştirmez. Değiştirir. Şevket yobazı varken baş başa kalmaları imkansız. Değil. İmkansız değildi. Ben buradayken o orada başka bir adamla sohbet ediyordu, onunla gülüşüyordu, onunla öpüşüyordu, onunla sevişiyordu, sevişmiyorsa bile eninde sonunda onunla sevişecekti, o adam izleyecekti onu uykusunda, burnundan makas alacaktı, belindeki gamzelere dokunacaktı, Romence küfürler yiyecekti durmadan, birlikte kulübe yapacaklardı, çocukları olacaktı, birlikte yaşlanacaklardı. Bense muhtemelen otuzuma bile gelmeden geberecektim.

Elif'in bundan haberi bile olmayacaktı.

Biraz daha düşünürsem kafayı yiyeceğimi anlayınca arabayı tekrar çalıştırdım. Mutluydu kız. Mutlu olacaktı. Abimle konuşurken duymuştum sesini, gayet neşeli geliyordu. Defdefçe konuşuyordu hatta, Defne'nin kahkahasını da duymuştum telefonda.

Çok büyük hata yapmıştım. İstanbul'a dönerken Defne'yi de yanıma almam gerekiyordu. Bir ay boyunca kıza iyice bağlanmış olmalıydı. Normalde çoğu zaman uykusundan ağlayarak uyanırdı, karanlıkta nesneleri insana benzetip korkardı, annesiyle babasının düğün fotoğrafı vardı yengemlerin evinde, annesini görünce o kadar çok korkmuştu ki ben bile onu sakinleştirememiştim.

Elif'in yanındaysa bir kez bile ağlama krizine girmemişti. Yavaş yavaş da olsa insanlardan korkmamayı öğreniyordu, farkındaydım bunun. Ondan ayrılmak zorunda kaldığında ne yapacaktım? Çok hassastı Defne, ne olduğunu bile anlayamadığı travmalarla savaşıyordu. Şimdi bir de Elifsizlik eklenecekti üstüne.

Eve vardığımda direkt Behram Abi'yi aradım. Defne'yi çiftlikten çıkarmayı bir tek o başarabilirdi. Neyse ki durumu anlattığımda o da bana hak verdi, hemen yola çıkacağını söyleyerek kapattı telefonu. Abimin de karşı çıkacağını sanmıyordum.

Bahçe kapısından içeri girince beni bir havlama sesi karşıladı. Çok geçmeden bir yavru köpek ufukta belirip bana doğru koşmaya başladı. Tesadüfen hayatıma girmişti bu yavru. İki hafta önce barın önünde yağmurda titrerken bulmuştum onu. İçeri alıp belki sahibi vardır diyerek birkaç gün beklemiştik. Gündüz bar kapalıyken genelde locada ayağımın dibinde yatıyordu, mekan açılınca da birlikte çalışma odasına gidiyorduk. O ara alıştım galiba puşta.

Hevesle üstüme atlayıp parçalarıma yapışınca köpeği kucağıma alıp eve yürümeye başladım. Bir yandan da konuşuyorduk. Kulağa çok saçma gelecek ama cidden hep aynı şekilde havlamıyordu bu hayvan. Mesela şu anki ben bir bok yedim, umarım kızmazsın havlayışıydı.

"Naptın lan puşt?" dedim köpeğe bakarak. Burnu ve patileri toprak lekeleriyle doluydu. "Hiç boşuna başını eğme, bu attığın bakışı ben senelerce abime attım. Ne bok yediysen söyle hadi."

"Havv hev hav hav." diyerek bahçenin köşesine baktı. Sonra başını tekrar öne çevirdi panikle. İç çekerek ben de aynı yöne baktım. Bir şey yoktu.

Sorun şu ki, orada bir şey olması gerekiyordu. Kocaman bir heykel gibi... Ki kendisi parçalar halinde olay mahalindeki çimlere saçılmıştı. Hemen dibindeyse başarısızca açılmış bir çukur var. Mevzuyu çakınca hayretle köpeğin burnu ve patilerindeki toprak kalıntılarına baktım.

"Ulan sen cesede mezar mı kazdın?"

"Hevvvv..."

"Helal lan sana Sirius." diyerek kahkaha attım. "Bok gibiydi o heykel, iyi yapmışsın."

Neşelendi birden. Bense bu el kadar köpeğin koskoca heykeli nasıl devirdiğini çözmeye çalışıyordum. Üstelik cinayeti örtbas etmeye de çalışmıştı hayvan. Köpeklerin dünyasında mafya falan var mıydı bilmiyorum ama eğer varsa bu it iki seneye kalmaz mafya babası olurdu.

Hayvanı yere bırakıp "Hadi siktir git kulübene." dedim. "Ben içeride kitap okuyacağım."

"Hev hev?"

"Bu halde içeri giremezsin." diye söylendim. "Biraz kafamı toplayayım gelip seni yıkarım. İkile."

Sirius kulübesine giderken ben de eve geçip duş aldım. Ardından hızlıca yemek yapıp karnımı doyurdum. Acele ediyordum çünkü kitabın heyecanlı yerinde kalmıştım. Harry denen velet Sihir Bakanlığı'nın Kehanet Oda'sına baskına gidiyordu.

Tam kitabı elime alıp koltuğa oturmuştum ki telefon çaldı. Başta takmayıp kitaba odaklandım. Tam Harrygil klozetten girip Bakanlığı'a sızmışken telefon tekrar çalmaya başladı. Söve söve kitabı kenara bıraktım açtım mecburen.

"Efendim yenge?"

"Her neredeysen arabaya atlayıp çiftliğe geliyorsun." diye saçmaladı. "Bu kızı zorla evlendiriyorlar Alparslan."

"Yenge Allah aşkına bırak artık." diyerek iç çektim. "Zorla evlendirme falan yok. Elif kaç kez kendi ağzıyla bana söyledi, bir iki saat önce de abimle konuştuk o da kız çok mutlu falan diyordu."

"Sen buraya gelme diye öyle söylemiş. Ben şu an gizli arıyorum seni, sana haber vermeyeyim diye telefonuma el koydu abin. Şaka yapmıyorum Alparslan, çık gel-."

"Bir dakika bir dakika." diyerek sözünü kestim. "Abim bir kızın zorla evlendirildiğini görüyor ve buna ses çıkarmıyor öyle mi? Yenge bırak Allah aşkına ya..."

"Çünkü Elif inkar ediyor!" diye bağırdı. "Abin kızı kaçırıp seninle evlendirmeyi bile teklif etti, ısrarla gelmem diyor."

"Pardon abim ne teklif etti?"

"Kızı kaçırırsak evlendirmemiz lazım. En yakınımızdaki bekar erkek de sensin. Abin seni istemezse başkasını da bula-"

"YENGE SİZ MANYAK MISINIZ?!" diye patladım en sonunda. "KIZIN GERÇEKTEN SÖZLÜSÜYLE EVLENMEK İSTEYEBİLECEĞİ AKLINIZA GELMİYOR MU?"

"Ne sözlüsü oğlum? Dün o oğlanla ailesi kızı bekaret testine götürmezlerse sözü bozacaklarını söyleme geldiler buraya. Elif asla gitmem deyince babası haşat etti kızı. Elinden zor alıp müştemilata getirdik, şu anda kızı korumak için burada kalıyoruz biz. Çık gel çabuk!"

Yengemin yine bir oyun çevirdiğini adım gibi biliyordum. Abim böyle bir şeyi saklamazdı benden. Üstelik anlattığı şeylerin hepsi beni çileden çıkaracak şeylerdi, yengem nefret ettiğim ne varsa toplayıp saçma sapan bir senaryo uydurmuştu. Bilinçli olarak kurgulandığı çok belliydi.

"Üzgünüm yenge ama ben bu numaraları artık yemiyorum." dedim net bir şekilde. "Elif bana birazcık onurun varsa bu çiftliğe ayak basmazsın demişti. Senin saçma takıntın için onurumu çiğneyecek değilim. Buraya dönene kadar beni bir daha arama."

Telefonu kapattım. Ardından uçuş moduna alıp karşı koltuğun üstüne fırlattım.

-*-

Yengemle konuştuktan sonra kitap okumaya geri dönmüştüm. Çiğnetmediğim bir onurum kalmıştı o kıza, onu da yengemin saçmalıkları yüzünden harcayacak değildim. Anlattığı şeyler öyle absürttü ki, gerçek olma olasılığı resmen sıfıra sıfıra yakınsıyordu.

Ama sıfır değil.

Ya doğruysa? Şevket yobazı bunları yapacak kalibrede bir adamdı. Peki ya Elif'in sözlüsü? Hiç tanımıyordum ki dallamayı... Zira Elif onunla hiç konuşmuyordu, mesajlaşmıyordu, telefonunun ekranında ikisinin fotoğrafının olması gerekmez miydi? Yoktu...

Bu kız benim sözlüm olsaydı kesinlikle böyle olmazdı mesela. Askerde artık telefon kullanımına izin veriliyordu, sabah akşam ya konuşuyor ya da mesajlaşıyor olurduk. Gerçi ben Elif'i o çiftlikte bırakıp askere falan da gitmezdim. Önce evlenip kızı oradan kurtarır, kendi düzenimizi kurduktan sonra giderdim. Dünyadaki çoğu yer Elif için o çiftlikten daha güvenliydi.

Kapı çalmaya başlayınca iç çekerek elimdeki kitabı bir kenara bıraktım. Ufuk'tu gelen, yüzünde çekingen bir ifadeyle kapıda dikiliyordu. Neler olduğunu sorarcasına kaşlarımı kaldırdığımda elindeki telefonu uzattı bana. Yengemin arattığını anlayınca başımı iki yana sallayıp geri çekildim.

"Kimseyle konuşmak istemiyorum Ufuk."

"Abi biri aramıyor zaten." dedi çekine çekine. "Bir fotoğraf var... Belki bakmak istersin..."

Abimin dediklerini anımsadım. İstanbul'a döndüğümden beri her gün arayıp çiftlikteki haberleri iletiyordu bana. Elif sözlüsüyle şöyle mutlu, birbirlerine böyle yakışıyorlar, oğlan kızı çok aşık, düğün için çok heyecanlılar bilmem ne... Eğer Ufuk'u abim gönderdiyse muhtemelen çiçeği burnunda çiftimizin bir mutluluk pozu vardı telefonda. Bunu görmeye katlanabilir miydim?

"İstemiyorum Ufuk. Git hadi."

Arkamı dönüp kapıyı kapatırken "Abi dur..." dedi cılız bir sesle. "Buna bakman gerek..."

Yüzündeki ifade beni kuşkulandırmıştı. Hiçbir şey söylemeden kapıyı tekrar açıp elimi uzattım. Telefonu avucuma bıraktığında vereceğim tepkiden korkuyormuş gibi birkaç adım geri çekilmişti. Fotoğrafa baktığımda nefesini tuttuğunu duydum.

Elif'le Defne vardı fotoğrafta. Uzaktan çekilmişti, habersiz olduğu anlaşılıyordu. Defne son derece keyifli görünüyordu, Dobby'le oyun oynuyordu kendince. Elif'se başlarında durmuş onlara gülüyordu. Yüzündeki morlukları görünce kalbimin sıkıştığını hissettim.

Ona ne yapmışlardı böyle?

"Abi?"

"Uzun namluluları bagaja koyun." dedim bakışlarımı telefondan ayırmadan. "Mersin'e gidiyoruz."

✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧

Yorum ve görüşlerinizi beklemekteyim. Öpücüklerle. ❤️

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro