Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Bölüm 10 - O Konak Asıl Şimdi Yanmaktadır

"Ne olduysa için-için ve neler de olmadıysa,
Hiçbir zaman demedimdi bir hiç için.
Bu çizgiler, bu aklar, o anın yangınından kalmadır,
O konak asıl şimdi yanmaktadır!"

-Özdemir Asaf

Bölüm şarkısı: Çoban Yıldızı
Ek şarkı: Zaz - Les Passants *.* 

-*-

Elimdeki notu okumayı bitirdiğimde önce kendime, ardından resepsiyondaki kadına bela okudum. Sonra kadının hamile olduğu geldi aklıma, son ettiğim belayı geri alıp onu da kendime okudum. Tam da kıza bana abi diyeceksin konulu bir nutuk atmışken karşımıza çıkan bu manzarayı nasıl izah edecektim ben ya? Resmen bir avuç hamilelik hormonuna kurban gitmiştik.

"Alparslan?" dediğini duydum Elif'in. "Bunlar ne?"

"Alparslan Abi!" diye düzelttim utanmadan. "Soruna gelince, bunlar resepsiyondaki kadının hamilelik hormonlarının eseri olmalı..."

"İyi de evlilik yıldönümü diyor?"

"Kadını oda vermeye nasıl ikna ettim sanıyorsun?" diyerek yalanı yalana bağladım. "Evlilik yıldönümümüz diyince ikna oldu. Ama ikna olmakla kalmayıp biraz gaza gelmiş anlaşılan!"

Aslında tamamen yalan sayılmazdı. Sonuçta odayı gerçekten de ben hazırlatmamıştım. Hem ben manyak mıydım ya? Böyle bir oda hazırlatacak olsam ne diye kıza abi de bana diye baskı yapacaktım ki?

"Neyse, olan olmuş..." diyerek odanın içine ilerledi Elif. "Hadi çıkar gömleğini de yatağa geç."

Kendimi tutamadım. "Sen çıkarsana."

Yehova belanı versin, Alparslan. Allah yoruldu artık.

"O kadar yanıyor mu canın?" diye panikle yanıma geldi garibim. "Gerçekten anlam veremiyorum- Bir insan bu halde neden kavga eder ki? Ne için?"

Senin için...

Elif beni sürüklerken acıyla yüzümü buruşturarak kırdığım potu telafi etmeye çalıştım. Yatağın kenarına oturduğumda "Dur önce ellerimi yıkayayım." diyerek banyoya koşturdu. Kızın gidişiyle birlikte arkamı dönüp dikişlerime bir yumruk çaktım.

Kahretsin! Acıdan nefesim kesildi resmen, inlememek için kendimi zor tuttum. Neyse ki kullandığım orantısız güç işe yaramıştı. Birkaç saniye sonra kaynamak üzere olan dikişlerimden sızan kan gömleğime yayılmaya başladı. Elif banyodan çıkıp ışıkları açtığında avuç içi kadar bir bölge kırmızıya dönmüştü.

"Ah, şu haline bak!" diye çıkıştı bana. Eczaneden aldığımız malzemelerle birlikte yanıma geldiğinde dört farklı dilde söyleniyordu. Bu yüzden bana ters bir bakış attığında kafam karıştı.

"Neyi bekliyorsun?"

"Anlamadım?"

"Uzanmanı söyledim ya!"

"Söylediğin şey o anlama mı geliyordu?"

"Ha ben onu— Afedersin..."

"Önemli değil, ufaklık." dedim yatağa uzanırken. Tam da tahmin ettiğim gibi suratı iyice asıldı, içten içe Romence küfürler savurduğuna yemin edebilirdim. Bu hali karşısında gülmemek için yanaklarımın içini ısırmam gerekmişti. Fakat üzerime eğilip gömleğimin düğmelerini açmaya başlayınca buna gerek kalmadı. Gülme isteğim kaybolmuştu birden, onun yerini sevişme isteğim aldı.

Başka ne olacaktı ki? Güllerle dolu bir yatağın üzerindeydik, etrafımız mum doluydu, ortam loştu ve hatun gömleğimi açıyordu. Güller, mumlar ve loş ışık kadınlar için romantizm anlamına geliyor olabilirdi fakat bir erkek olarak ben bu denklemde sadece sonuca odaklanıyordum; seks. Sonuçta romantizm de bunun için yapılmıyor muydu?

Neyse ki şehveti saklama konusunda fena sayılmazdım. Galiba bu da erkek olmakla ilgili bir şeydi. Deneyimli ya da deneyimsiz, hepimiz hayatımızın büyük bir kısmını sikimizle mücadele ederek geçirdiğimiz için ister istemez şehveti gizlemeyi öğreniyorduk. Fakat görünüşe bakılırsa Elif öğrenmemişti.

Gömleğimi açıp omzuma eğilirken saçları döküldü göğsüme. Bunun verdiği panikle geri çekilmeden başını kaldırmak gibi bir hata yaptı ve haddinden fazla, çok fazla, yakın olduğumuzu görünce afalladı. Bense yanaklarının kızardığını fark etmiştim.

Fakat en önemlisi gözleriydi. Gözleri mavi olduğu için loş ışıkta göz bebeklerinin irileşmesine ve siyah dairenin büyümesine şahit oldum. Sikeyim... Bu kızın tahrik oluşunu izlemek bile aşırı tahrik ediciydi. Hele ki benden tahrik olduğunu bilirken... Etkilenmemek imkansızdı.

Sorun şu ki, bu önemsizdi. Şehvetin istemsiz bir duygu olduğunu bilecek yaştaydım. Aramızdaki kimyanın tek taraflı olmadığımı bilmek hoşuma gitmişti ama bununla gurur duyacağım yıllar epey geride kalmıştı. Zamanla bunun bir başarı olmadığını idrak ediyordunuz, çünkü sizin herhangi bir çabanızdan kaynaklanmıyordu. Beden kimyasıydı bu, çoğu zaman bilinçaltından çıkamazdı. Çoğu zaman etki olarak kalırdı, zira bir tepkiye dönüşebilmek için bilinç üstüne çıkmak zorundaydı. İnsan farkında olmadığı bir şeye farkındalıkla tepki veremezdi.

O tepkiyi ölçmeye hakkım olmadığını biliyordum. Ona bilinçli olarak uyarıcı bir hareket yapmamın puştluk olduğunu da. Yine de kendime engel olamadım. Sadece gözlerinde gördüğüm şeyi onun da fark etmesini istiyordum.

Bu yüzden bakışlarımı kızın gözlerinden alıp dudaklarına indirdim. Ardından tekrar gözlerine baktım. Hepsi bu.

"Işıkları açmayı unutmuşuz!" diyerek ayağa fırladı birden. "Neredeydi ki bu lambanın düğmesi? Ben de neden göremiyorum diyorum..."

Ben görüyorum.

Sözlüsünü sevdiğini görebiliyordum mesela. Elbette dudaklarıma yapışmasını beklemiyordum ama görmezden gelip başını yarama çevirebilirdi. Kız resmen ateşe çarpmış gibi fırlamıştı ayağa. Elalemin lafını umursamadığını bana kendisi söylemişti, öyleyse sebep bu olamazdı. O adamı seviyordu işte, ve bir de ona deliler gibi sadıktı. Bunun benim canımı acıtmaması gerekiyordu.

Kabullen artık, Alparslan.

Işığı açtıktan sonra "Böyle daha iyi oldu." diyerek yanıma geldi. "Az önce omzundaki yarayı göremiyordum resmen. Artık ameliyathanelerdeki güçlü aydınlatmaların önemini daha iyi anlıyorum. Acaba elektrik icat edilmeden önce insanlar nasıl ameliyat yapıyordu?"

"Muhtemelen gün ışığında."

"Ah, çok mantıklı!" diye neşeyle onayladı. "Gerçi bu mantığa göre akşam yaralanan insanların sabaha kadar beklemesi gerekir. Sırf elektrik olmadığı için kaç kişinin öldüğünü hayal bile edemiyorum. Kurtulanlar da muhtemelen vücudunda zikzak dikiş izleri taşımıştır—"

"Öyledir herhalde." dedim sözünü keserek. "Bu arada, yüzüğün konsolun üstünde. Yarın giderken unutma diye söylüyorum."

Ve böylelikle gevezelik etme çabasından vazgeçti. Yanıma oturup tekrar yarama eğilirken gözlerimi kapattım ve pansuman bitene kadar da açmadım. İstanbul'a dönme fikri giderek bir zaruret haline geliyordu. Bu kızın beni kendine çektiği doğruydu, çekim alanının çok güçlü olduğu da. Fakat İstanbul'a döndüğümde bu etkinin biteceğini biliyordum. Yörüngesinden çıkmayı başarırsam Elif'in bana uyguladığı çekim sona erecekti.

Böylelikle eskisi gibi uzay boşluğunda savrulmaya devam edecektim.

-*-

Pansuman faslından sonra duşa girip üzerimi değiştirdim. Onlar Defne'yle duş alıp bikinilerden ve deniz tuzundan kurtulmuşlardı ama ben doğruca yanlarına gittiğimden fırsat bulamamıştım.

Banyodan çıktığımda Elif odayı temizleyip ortadan kaybolmuştu. Başta yalnız kalmak istediğini düşünmüştüm ama sonra konsola bıraktığı notu fark ettim. Sahile ineceğini yazıp, gelirken yiyecek bir şeyler almamı rica etmişti. Bu not söz yüzüğünün hemen yanındaydı... Onu odada bırakmıştı.

Bu detayı gözardı etmeye çalışarak odadan çıkıp aşağı indim. Önce Defne'yi görmem gerekiyordu. Fakat animasyon gösterisinin yapıldığı yere gittiğimde az kalsın tanıyamıyordum onu. Palyaço Serhat'ın omzuna çıkmış neşeli kahkahalar atarak dans ediyordu, üstelik yüzünü palyaço gibi boyamışlardı.

Normal koşullarda animatörlerin yüzünü boyayacak kadar ona yaklaşmasına izin vermezdi bizimki. Bir an için bazı şeyleri aştığını düşünerek sevindim ancak Ufuk boyamayı Aykut'un yaptığını söyleyince durum açıklık kazandı. Hevesimin kursağımda kalmasına mı üzülsem, yoksa korumalarımızın içinde gizli bir Picasso bulunduğuna mı sevinsem bilemedim.

Kafede yaptırdığım beş çeşit hotdog'la ve patates kızartmasıyla sahile gittiğimde aradan çok fazla zaman geçmemişti. Elif kumsala oturmuş dalgaları izliyordu sessizce, üzerinde buraya gelirken giydiği elbise değil, sabah bikinisinin üzerine giydiği plaj elbisesi vardı. Nedense hoşuma gitmişti bu elbise. İnce beyaz renkli bir şeydi, yırtık pırtık tüllerle donanmıştı. Filmlerde peri kızlarının giydiği elbiselere benziyordu.

Zaten Elif de şu an fantastik bir filme aitmiş gibi görünüyordu. Yere oturmuş sessizce dalgaları izlerken garip bir huzur vardı yüzünde. Elbisesinin tülleri rüzgarda uçuşuyordu. Elbise ipli olduğu için narin omuzlarından bağrına kadar birçok detay açığa çıkmıştı. Elimdeki tepsiyi ortamıza koyup kumlara oturduğumda başını çevirip önce bana, sonra tepsiye baktı şaşkınlıkla.

"Bunların hepsini bize mi getirdin?"

"Sen pek bir şey yiyemedin bugün, ben de fazlasıyla açım zaten." dedim hotdogların birini alırken. Tepsideki diğer hotdoglardan birini alıp içindekilere bakmaya çalıştığını görünce homurdanarak ekledim. "Merak etme, hepsinin içinde ketçap mayonez hardal falan var. Sağlıksız olan ne varsa koy dedim ustaya."

"Dur ben de içecek bir şeyler alay—"

Kolundan tutup geri oturttum kızı. "Merak etme, Ufuk'a içecek bir şeyler getirmesini söyledim ben. Hatta bak, geliyor işte—"

Sahiden de geliyordu, hem de ne gelme... Elindeki devasa tepsiye sıralanmış içecekleri görünce bıkkınlıkla iç çektim. Hemen arkasında içecek poşetlerini taşıyan bir garson vardı. Korumaların bunu benimle taşak geçmek için yaptıklarından şüpheleniyordum bazen.

"Ufuk bunlar ne?"

"İçecek bir şeyler abi." dedi bardaklarla dolu tepsiyi yere bırakırken. Garson poşetleri ve buz kabını bırakıp geri çekilmişti. Ufuk şaşkın bakışlarımın buz dolu kovaya takıldığını görünce "Soğutucu bulamadım abi." dedi mahcup bir tavırla. "Oteldekileri alacaktım ama buraya nasıl kablo çekeceğimi—"

"Ulan ne kablosu?! Ayrıca sen ne demeye bu kadar çok şey getirdin? Ben sana içecek bir şeyler dedim oğlum, içilebilecek her şey demedim."

"İyi de abi ben sizin ne içmek istediğinizi nasıl bileceğim?" dedi ciddi ciddi. "Net konuşmuyorsun ki sen, hep belgisiz zamir kullanıyorsun..."

"Özür dilerim Ufuk, bir dahaki sefere dikkat ederim."

"Estağfurullah abi."

"Lan git!" diyerek çileden çıktım en sonunda. Elif kahkaha krizine girmişti. "Gülme kız sen de!"

Ufuk net bir emir alınca başını sallayıp koşar adımlarla merdivenlere yöneldi. Ben ne diye göndermiştim ki bu manyağı? Tepsideki her şeyi içirtmem gerekiyordu, ancak uygulamalı eğitimle anlıyordu bu çocuk.

"Yalnız sana güzel ayar verdi..." diye kahkaha atmaya devam etti Elif. "Harbiden, çocuk senin ne içeceğini nereden bilsin ki? Adam gibi ne istediğini söylemezsen böyle önüne her şeyi getirirler işte."

"Hayır bir de su dışında hepsi içki bunların..." diyerek söylendim. "Yemin ediyorum yapay zeka bu çocuk. Belirsiz komutlarda error veriyor, cümle içindeki keywordlere göre hareket ediyor falan... Baksana, içecek bir şeyler diyince direkt içmek kökünü baz almış."

"İyi yapmış, kola mı içecektik sahilde?"

Dudağımı bükerek beğeniyle ıslık çaldım. "Sağlam içicisin galiba."

"Sayılır ama kokteyl hiç içmemiştim." diye mırıldandı. "O yüzden bunların hepsinden denemek istiyorum."

"Koklayaraksa olur."

"Çok komik." dedi gözlerini devirerek. "Ama ben şaka yapmıyorum."

"Ben de şaka yapmıyorum Elif. Bunlardan en fazla iki tanesini denemene izin verebilirim, o da ağır kokteyller hariç."

"Senden izin istediğimi kim söyledi?"

"İzin istemene gerek yok ki, mantığını kullanırsan söylediğin şeyin saçmalığını sen de anlarsın. Zil zurna sarhoş olup plaja kusmak mı istiyorsun gerçekten?"

Duraksadı. İnanılmaz tatlı bir hareketle hafifçe burnunu kırıştırdı.

"Böyle söyle o zaman. Şunu yapmana izin veririm, bunu yapmana izin vermem diye üstten üstten yaptırmam ettirmem diye konuşma. İnatçılığımı tetikliyorsun."

"Peki, dikkat ederim." diye onayladım. "Ama sen bu gece en fazla iki kokteyl içeceksin."

O kadar da aptal değildim. Sarhoş olursa tüm gece onunla uğraşmam gerekecekti, üstelik alkolün libido arttırıcı etkisi de girecekti işin içine. Daha önce de sarhoş kadınlarla uğraşmam gerekmişti ve üstünüze tırmanmaya çalışan bir dişiye karşı koymak işkenceden beterdi. Hele ki bu dişi Elif olursa...

"Allah kahretsin!" diyerek yola geldi en sonunda. "Hiç değilse beş tane olsun."

Başımı iki yana salladım. "İki."

"Dört?"

"Üç." dedim bıkkınlıkla. "Ve bu son teklifim, kabul etmezsen hepsini denize dökeceğim."

"Gerçekten saçmalıyorsun şu an! Kokteyl içmedim ama diğer içkilere alışkınım, hemen sarhoş olmam yani. Hem olsam bile ne olacak ki? Sen varsın yanımda."

Bu kız beni cidden babası yerine koyuyor olamazdı, değil mi?

"Sen bilirsin." dedim tepsiyi elime alarak. Kokteyl bardaklarından birini tutup denize doğru boşalttığımda panikle tepsiyi almaya çalıştı.

"Tamam Alparslan üç olsun!"

Bardaklardan birini daha boşalttım. "Alparslan Abi."

"Tamam Alparslan Abi!" diye bağırdı bu kez. "Abi diyeceğim sana, oldu mu?"

Bunu ondan saygı beklediğim için yapmıyordum elbette, bana abi demesinden nefret ediyordum. Fakat bu hitap durmam gereken yeri hatırlatıyordu. Yukarıda yaşadığımız minik etkileşimden sonra buna ihtiyacım vardı. Elif'in sözlüsünü sevdiğini ve bana o gözle bakmadığını anlamıştım ama bunu durmadan kendime hatırlatmam gerekiyordu.

Tepsiyi tekrar aramıza koydum. "Oldu. Yalnız yemek yedikten sonra içersen sevinirim. Aç karnına tek bir kokteylle bile sarhoş olursun."

Huysuz bir tavırla başını salladı. Yemeğine devam ettiğini görünce ben de tepsideki kokteyllerden birini aldım elime.

"Sen niye yemek yerken içiyorsun?"

Elimdeki bardağa ters ters baktığını görünce güldüm. "Elif ben gece mekanı işletiyorum."

"Sarhoş olmaz mısın yani?"

"Herkes sarhoş olur." diye söylendim. "Sadece miktar kişiden kişiye değişir. Yarattığı etki de..."

"Yarattığı etki derken?"

"Kimileri içince sapıtıp etrafı dağıtır, kimileri suskunlaşır, kimilerininse sarhoş olduğunu ancak koklayarak fark edersin."

"Sonuncusu güzelmiş."

"Bence bu daha sıkıntılı bir durum. Çevredekiler sarhoş olduğunu fark edemezse durman için müdahale edemez. Eh, sen de o sınırı yanlışlıkla aşarsan sonrasında nerede duracağını bilemezsin. Sonra ertesi gün şehir çöplüğünde açarsın gözünü. Çöp arabası tarafından boşaltılırken..."

Ufak bir kahkaha attı. "Şu anda kendinden bahsediyorsun, değil mi?"

İç çekerek başımı salladım. "Hangi akla hizmet çöp arabasının içine girip saklandığımı hala çözemiyorum. O günden sonra beni bilmeyen insanların yanında hiç sarhoş olmadım."

Çünkü tek sorun şehir çöplüğünde uyanmak değildi. Bizim salak Cavit bir keresinde gözünü yatakta açmıştı mesela. Gece yattığı kadın çekip gitmişti, adını bile bilmiyordu. "Abi kondom bile takmamışım ya..." diye ağlamıştı günlerce. "Ulan sizce yirmi sene sonra çocuğum olduğu falan ortaya çıkar mı? Düşünsenize hatunun hamile kaldığını, üstüne psikopat çıkıp doğurduğunu... Resmen evladım bir yerlerde benden habersiz yaşayacak, baba olduğumu bile bilemeyeceğim..."

Sırf piçlik olsun diye takvime not düşüp dokuz ay on gün sonra minik bir parti yaparak Cavit'in baba oluşunu kutlamıştık. Az kalsın evladını bulmak için yollara düşüyordu manyak herif.

Bu olayla epey taşak geçmiştik ama Java tırsmakta haksız değildi. Mesela ben büyük ihtimalle öyle bir gecenin meyvesiydim. Çünkü bu gizli sarhoşluk özelliğini babamdan almıştım. Abim ara sıra "İnsan boyu kadar evli oğlu varken ayık kafayla çocuk yapmaya kalkışmaz çünkü..." diyerek kendini rahatlatıyordu. Sonra tekrar gaza geliyordu. "Bok kalkışmaz! Deli Bahri bu, adamın ayıkken yaptıkları sarhoşken yaptıklarından mantıklı değil ki! Gülme lan sen de Deli Bahri'nin deli oğlu! Sana baktıkça babamı görüyorum Alparslan, Yusuf da deli ama babam asıl randımanı sana vermiş. Sonra da tutmuş seni bana vermiş! Gerçekten bana verdiler seni lan, doğumhanenin kapısında hemşire beni baban sanıp seni kucağıma tutuşturmuştu. Babam da pişkin pişkin 'senin oğlan da doğmak üzere, ne güzel pratik yapmış oldun' dediydi. Ben aslında o gün babamı vuracaktım ama işte kucağımda sen vardın. Zırıl zırıl ağlıyordun lan enik yavrusu gibi..."

Sonra da kafamı kolunun altına kıstırıp enik sever gibi beni hırpalıyordu genelde. Fakat artık doğumhane mevzusu açıldığında direkt arazi oluyordum. Abim ölülerin adını anarken zorlanmazdı, onları bu şekilde yaşatmaya devam ediyordu. Bense bir kez daha öldürüyordum, çünkü aklıma ilk gelen şey öldükleri an oluyordu.

Biri yüzümün önünde parmak şıklatınca kendime geldim. Elif'ti, meraklı gözlerle beni izliyordu.

"Sen nereye dalıp gidiyorsun böyle?" diye söylendiğini duydum. "Çok merak ediyorum bazen..."

"Yemeğini bitirmişsin." dedim gülerek. Gerçi hotdogların üçünü ben yemiştim ama...

Bir anlığına kaşları çatıldı ama fazla uzatmadı. Tepsideki kokteyllere bakarken yüzünde hevesli bir ifade belirmişti.

"Sence hangisinden başlayayım?"

"Şundan başlama kesinlikle." diyerek bir tanesini işaret ettim. "Mojito değil Kübalılara hakaret resmen."

"İçmeden nasıl anladın ya?"

"Rengine baksana... Gold romla yapmışlar, sarıya dönmüş resmen."

"Zaten ben şu kırmızıya göz diktim." diyerek bardaklardan birini gösterdi. İlk seferde en güzel olanı bulmuştu. Ne yazık onun için fazla sertti. "Adı ne bunun?"

"Negroni." diyerek bardağı alıp bir yudum içtim. "Ve ne yazık ki içemezsin, sert bir içki bu."

Elif kaşlarını çatarak baktı bana. Üstelik içebileceği en iyi Negroni'lerden birini kaçırdığından bile habersizdi. Görünüşe bakılırsa sorun sadece Mojito'daydı, barmenler genelde bu kokteyli hazırlamaktan nefret ettiği için makul karşılamıştım.

"Öyleyse şunu içiyorum." dedi başka bir kırmızıya uzanıp. "Sonuçta bu da kırmızı..."

Hayır ya... Bardağı eline alırken korktuğum soruyu sormuştu bile. "Peki bunun adı ne?"

Keşke bunu bana sahildeyken sormasaydın...

"Sex on the beach."

Sahilde seks yapmak... Evet, kahrolası şeyin adı buydu. Elif sessizce bardağı tepsiye bırakırken gülmekle kaderime sövmek arasında kalmıştım.

"Bence şunu iç," dedim alkol oranı düşük bir kokteyli göstererek. "Adı Sangria, kadınlar genelde sever bunu."

Yabancı dilde bir şeyler mırıldanarak bardağı eline aldı. Acaba bu kez ne söylemişti? Bazen bu kız yüzünden Romence öğrenesim geliyordu. Birkaç kez çaktırmadan telefondan Translate açmayı denemiştim fakat genelde mırıldanır gibi konuştuğundan çeviri söylediklerini algılamıyordu. Üstelik internette yazanlara bakılırsa Romence çeviri motorlarına uygun bir dil değildi, çeviriler çoğu zaman alakasız oluyordu.

"Tadı çok güzelmiş."

Gözlerini kapatmış içeceğin damağında bıraktığı lezzeti özümsüyor gibiydi. Ardından başını çevirip gülümseyerek bana baktı. "Biliyor musun, bazen senin kader tarafından benim için çiftliğe gönderildiğini düşünüyorum."

"Nasıl yani?"

"Sayende içimde kalan ne çok şeyi yaptığımın farkında değil misin? Tamam, çoğu Defne içindi, ben yalnızca size eşlik ediyordum ama yine de çiftlikten çıkmamı sağladın. Lunaparka gittim, çarpışan arabalara bindim, mağazalarda kıyafet denedim, kitapçıda binlerce kitabın arasında dolaştım, yıllar sonra ilk kez denize geldim, şimdi de sahilde içki içiyorum. En önemlisi benimle muhabbet ettin. Okulda da insanlarla konuşuyorum ama daha önce hiç kimse çocukken gittiğim yerler arasında en çok nereyi özlediğimi merak etmemişti. Ben senin hakkını nasıl ödeyeceğim ya?"

Ne diyeceğimi bilemedim. Çiftlikten çıkamıyor oluşunu anlayabilirdim ama neden kimseyle muhabbet edemiyordu ki? Sözlüsü olacak sığır neredeydi? Kahretsin, bunu sormadan duramazdım artık.

"Elif senin sözlün nerede?"

Pat diye sorunca biraz garip olmuştu. Onun da şaşırdığını fark ettim, ancak çok geçmeden sevecen bir tebessüm takındı yüzüne.

"Askerde."

"Kız istemeye gelmedi mi yani?"

Başını iki yana salladı. "Hayır ama gelecek hafta terhis olacak. Nişan için tekrar gelecekler."

"Gelecekler derken? Burada yaşamıyorlar mı?"

"Sivas'ta yaşıyorlar." derken tedirgin olmuştu. "Neden soruyorsun ki bunları?"

Sadece çiftlikten kaçtığında nereye gittiğini merak etmiştim.

"Hiç, öylesine..." dedim omuz silkerek. "Bu arada bana minnet duymana falan gerek yok. Ben senin için hiçbir şey yapmadım ama sen benim hayatımı kurtardın. Vurulduğumda çiftlikte kalmasaydın kan kaybından ölürdüm Elif."

"Öyle deme..." diyerek geveledi.

"Ama gerçek bu. İleride çok başarılı bir doktor olacağına eminim. Sen bu dünyaya yaşatmak için gelmişsin."

Eli ayağı birbirine dolaşmıştı. Teşekkür gibisinden bir şeyler mırıldanırken tepsideki bardaklardan birine çarpıp içkiyi kumlara döktü. Paniğe kapıldığını görünce gülmemek için kendimi zor tuttum. Bu kızın minnet ve övgü karşısında çaresiz kalışını izlemek insana keyif veriyordu.

"Sahi, neden tıp seçtin?" diyerek daha çok üstüne gittim. "Çok zeki bir kızsın, bana kalırsa mühendisliğe de yönelimin var. Neden özellikle tıp?"

"Çocukluğumdan beri doktor olmayı istiyordum." diye mırıldandı paniklemeyi bırakıp önüne dönerken. "Annem için... O ölürken hiçbir şey yapamamıştım. Sonra dedem... O da ben ilkokuldayken ölmüştü, o çaresizliği bir daha yaşamak istemedim."

"Başın sağolsun." dedim benzer çaresizliği hissederek. "Ama doktor olmak sevdiklerini kaybetmeyeceğini garantilemiyor Elif. Bazen ne yaparsan yap ölümün önüne geçemezsin. Bunu unutma, olur mu? Gelecekte bazı hastalarının ölümüne de şahit olacaksın. O gün geldiğinde suçlama kendini."

"Beni düşündüğün için çok teşekkür ederim." diyerek gülümsedi. "Ama ölümle savaşmak benim için bir çocukluk düşüydü. Tıp fakültesine bu düşü gerçeğe dönüştürmek için girmiştim fakat artık böyle bir şeyin mümkün olmadığını, hatta olmaması gerektiğini biliyorum. Bazı insanların ölmesi, yaşamasından daha hayırlı olabilir."

Düşündüğümden çok daha olgundu bu kız. Çok daha gerçekçiydi. Fakat fikirlerini destekleyerek Elif'i çok fazla konuşturamayacağımı biliyordum. Onu bir şekilde münazaraya çekmek daha mantıklı olacaktı.

"Bence ne olursa olsun yaşamak ve yaşatmak gerek. Ölümü tercih etmek, yalnızca yazgıya hükmetmiş insanların cüret edebileceği bir şeydir."

"Bir insanın başına gelebilecek en kötü şey ölümmüş gibi konuşuyorsun." diye mırıldandı. "Eğer hastanelerde çalışıyor olsaydın öyle olmadığını anlardın."

"Haklısın ama kastettiğim şey bu değildi. Yani, o kadar çaresiz kalmış bir insanın ölmeyi istemesi elbette çok doğal. Fakat senin bunu doğal karşılaman ve engellemek yerine hak vermen beni şaşırttı."

"Bazı insanlar nehrin önündeki bir baraj duvarı gibidir." dedi bilgiç bir tavırla. "Yaşadıkları sürece hem hayatın akışını engel olurlar, hem de barajda biriken tüm suyun yükünü taşırlar. Yıkılıp gitmelerine izin vermelisin."

"Kötü insanlardan mı bahsediyorsun?"

"Hayır, tek başına ayakta kalamayacak zayıf insanlardan bahsediyorum." diye cevap verdi. "Yatağa mahkum olduğunu düşünsene... Böyle yaşamak ister miydin? Başkalarına yük olarak, varlığınla hayatın akışını sekteye uğratarak hayatta kalmak seni mutlu eder miydi? Bence bu evrime de aykırı bir hareket. Zayıf olanları istemedikleri halde zorla hayatta tutarak doğal seçilime engel oluyoruz."

"Ve işte karşınızda Friedrich Nietzsche." dedim gülerek. "Arabada toplumsal eleştiri yaptığın zaman anlamalıydım bunu... Orada bahsettiğin şey Nietzsche'nin Düşüş Ahlakı'ydı, öyle değil mi? Düşmüş insanların yarattığı ahlak diğer insanları da düşürmek için vardır."

Bilmiş bir sırıtışla sözü devraldı. "...Çünkü onlar düşüyorum diyerek yardım istemek yerine hepiniz düşmelisiniz diyerek başkalarını da aşağı çekerler."

Kendimi tutamayıp güldüm. "Bu dünya üzerinde okumadığın bir kitap var mı? Varsa gidip alacağım sana."

"Bir sürü." diyerek sırıttı. "Ama boşa uğraşma, bugüne dek aldığım tüm hediye kitapları önceden okumuştum."

"Her şeyin bir ilki vardır."

Meydan okuyan bakışımı görünce ufak bir kahkaha attı. "Okumadığım bir kitap mı hediye edeceksin?"

"Öyle bir kitap bulamayacağımı mı düşünüyorsun?"

"Hayır, çok kolay bulursun." diye söylendi. "Gidip 1900'lü yıllarda Almanca yazılmış bir mühendislik kitabı alırsın mesela, al sana okumadığım bir kitap. Ama bu bir hediye olmaz."

"Nedenmiş o?"

"Hediye alırken karşındaki insanın beğeni ve zevklerine hitap eden bir şey bulmaya çalışırsın." diyerek açıkladı. "Birine alabileceğin en güzel hediye o kişinin henüz okumadığı fakat mutlaka okuması gereken bir kitaptır. Ben sana böyle bir kitap aldım mesela."

"Aldın mı?" dedim şaşkınlıkla. "Ne aldın?"

"Adresine geldiği zaman görürsün."

"Hangi adresime?"

"İstanbul'daki evine." diyerek sırıttı. "Gülendam Teyze'den adresini alıp korumalardan biriyle ileri zamanlı kargo olarak gönderdim."

"Neden ben buradayken vermedin ki?"

"Çünkü şimdi okumanı istemiyorum."

"Sırlarla dolusun, ufaklık." diyerek kahkaha attım. "Hediye için şimdiden teşekkür ederim."

Reverans yapar gibi bir tavırla başını eğdi. "Esti binevenit."

Ve yine dayanamadım. Elimi uzatıp burnundan makas aldığımda şaşkınlıkla bana baktı. "Afedersin." diyerek geri çekildim telaşla. "Bazen gerçekten çocuk gibi oluyorsun, insan tutamıyor kendini."

Neşeyle kahkaha attı. "Dedem de böyle yapardı, biliyor musun? Bayılırdı burnumu kıstırmaya."

Harika. Beni bir dedesi yerine koymadığı kalmıştı, o da şimdi oldu.

Öte yandan, dedesinden bahsederken gözleri ışıldamıştı. Onun neşesi karşısında elimde olmadan gülümsediğimi fark ettim. Görünüşe bakılırsa çiftlikte Elif'i gerçekten seven tek kişi dedesi olmuştu. Şevket Bey'in bile babasının kızını çok şımarttığından yakındığını hatırlayınca Faysal Amca'ya daha da ısındım. Acaba Elif ne kadar sığınabilmişti onun gölgesine?

"Biraz dedenden bahsetsene bana. Çiftlikte en çok onu seviyordun anladığım kadarıyla..."

"Çiftlikte beni en çok seven kişi de oydu." diye mırıldandı. "Ona annemle gezdiğimiz yerleri anlatırdım, hep ilgiyle dinlerdi. Hatta o yıl karnemde yine takdir getirirsem evimin aynısından yapacağını söylemişti, büyüyünce de birlikte gezmeye gidecektik oraları."

Bunları söylerken dramatik bir tavır takınmamıştı. Gündelik bir olaydan bahseder gibi bahsediyordu, benim de aynı şekilde tepki vermemi beklediğini biliyordum. Dramatize sahnelerden pek hoşlanmıyordu Elif. Ben de üstüne gitmek istemedim.

"Yalnız söylediğin bir şey dikkatimi çekti," diyerek uzaklaştım konudan. "Dedem bana evimin aynısını yapacaktı derken şu Romanya'daki kulübeden mi—"

Fark ettiğim detayla birlikte duraksadım. "Bir dakika... Yoksa senin kulübe yapma maceranın sebebi bu muydu?"

Meydan okuyan bir tavırla çenesini dikleştirdi. "Macera değil, o kulübeyi gerçekten yapacağım. Planını bile çizdim. Sonuçta sadece mühendisler matematik bilmiyor."

"Çiftliğe döndüğümüz zaman o planlara ben de göz atabilir miyim peki?"

Kuşkuyla gözlerini kıstı. "Neden ki?"

"Hesapları kontrol etmek için." diyerek omuz silktim. "Sadece mühendisler matematik bilmiyor ama matematiği somut bir şeyler dönüştürmek mühendislerin işi. Bahse girerim ki plan dediğin şey göz kararı çizilmiş bir şemadan ibarettir. Teknik çizim bambaşka bir olay güzelim, sen steteskopunla oyna..."

Bana kibirli bir bakış attı. "Gaz verdiğini anlamadığımı mı sanıyorsun? Üzgünüm ama o planları sana gösteremem. İçimden bir ses sadece merak için bakmak istemediğini söylüyor..."

"Kulübeyi yapmaya çalışacağımdan falan mı korkuyorsun yoksa? Rahat ol Elif, abimler gelince buradan gideceğiz zaten, istesem de hesapları kontrol etmekten fazlasını yapamam."

Açıkçası neden planları görmek istediğimi ben de bilmiyordum. Sahiden de hesapları kontrol etmekten fazlasını yapamazdım. Elif de o kulübeyi yapamazdı zaten. Hesaplar doğru olsa bile tek başına altından kalkabileceği bir iş değildi. Suntaları çatıya nasıl çıkarmayı düşünüyordu ki?

"Ben... Bir şey yapacağını düşünmemiştim zaten Alparslan Abi." diye mırıldandı. "Hem sen çiftlikte kalsan da olmaz..."

Siktir ya... Kızı ikna etmeye çalışırken kırmıştım galiba.

"Öyle demek istememiştim." diyerek düzeltmeye çalıştım. "Elimde olsa seninle birlikte o kulübeyi yapmayı ben de çok isterdim Elif."

Komik bir şey söylemişim gibi güldü. "Böyle bir beklentiye girdiğimi düşünmedin değil mi?"

"Anlamadım?"

"Benimle kulübe yapmanı bekliyormuşum da sen aksini söyleyince kırılmışım gibi açıklama yaptın." diye sırıttı. "Sen burada kalsan da olmaz dedim çünkü kulübeyi çiftliğe yapmayacağım. Bir yıl sonra evlenip gideceğim buradan zaten, ileride eşimle yaşayacağımız yer için çizmiştim o planı. Kulübeyi de onunla birlikte yaparız."

Sakin kal, Alparslan. Sakın bozuntuya verme...

"Ha tamam öyleyse, şimdi oldu." dedim hafifçe gülerek. "Ben de yüzün düşünce bana kırıldın falan sandım. Tabi, kulübeyi eşinle yapacaksan o zaman başka bir düğün hediyesi düşünmem gerekecek."

"O planları boşuna istemediğini biliyordum işte!" diyerek dil çıkardı bana. Bir yandan da gülüyordu. "Ama bana öyle bir düğün hediyesi vermeni zaten istemezdim. Yapılmış kulübe istemiyorum ki ben, o kulübeyi yapmak istiyorum. Bu da ancak Okan'la evlendikten sonra olur. Babamın çiftlikte kulübeye ikna olmayacağı ortada..."

Okan... Demek adı Okan'dı. Elif o adamdan ilk kez ismiyle bahsetmişti. Önceden sözlüsü hakkında konuşurken hayali birinden bahsediyormuşuz gibi geliyordu hep, o adam benim için ismi cismi olmayan belirsiz bir nefret odağıydı.

Şimdiyse o odakta sahiden biri vardı. Ve ben hayatımda ilk kez sadece adını bildiğim birini öldürmek istiyordum.

"Alparslan Abi?" dediğini duydum Elif'in. Gülümsüyordu. "Ne oldu birden, sustun..."

Başımı çevirip şaşkınlıkla yüzüne baktığımda gözlerinde yine o haylaz parıltı vardı. İşte o an anladım.

Farkındaydı.

Kahretsin, farkındaydı! Bile bile kıskandırmaya çalışıyordu beni, bile bile öfkemi tahrik ediyordu. Allah kahretsin!

"Hediyeyi düşünüyordum." dedim sakince. "Düğününe elim boş gelmek istemem."

"Ne yani, gelecek misin?"

"Elbette geleceğim." diyerek güldüm. "Sonuçta o zamana enişten olmuş olurum. Hatta muhtemelen benim düğünüm seninkinden erken olur, ilk sen verirsin hediyeni."

Gülümseyerek başını sallamakla yetindi bana. Oturduğum yerden kalkarken "Abimi arayıp geliyorum." dedim Elif'e dönüp. "O arada sen de düğünümde bana vereceğin hediyeyi düşünürsün."

Hiçbir şey söylemedi.

-*-

Abimi arama bahanesiyle uzaklaşırken dönüp ardıma bakmadım bile. Elbette Şevket'i kendime kayınbaba yapacak değildim, ben Elif'e misilleme yapmak için söylemiştim o sözleri. Zira tam şu anda böğrüne mızrak saplanmış yırtıcı bir hayvandan farkım yoktu. Ya da göğsüne hançer yemiş bir adamdan... Saldırmak istiyordum, çünkü saldırıya uğramıştım. Ne hakla tutup da eşiyle yapacağı sikik evden bahsederdi bana? Ne hakla o yavşak herifle birlikte kulübe yapma hayalleri kurardı? Eşimle yaşayacağım ev demişti, ne hakla kullanıyordu o iyelik ekini? O herifin adını ne hakla ağzına alıyordu?

Her hakla. Evet, bunların hiçbirine öfkelenmeye hakkım olmadığının farkındaydım. Fakat beni kıskandırma girişimini görmezden gelemezdim, masum bir şey değildi bu. Amacı neydi ki? Sözlüsü askerden gelene kadar can sıkıntısını mı gidermek istiyordu benimle? Sözlü bir kızı sözlüsünden kıskanarak aptal konumuna düşmem hoşuna mı gidecekti?

Çok yanlış kişiye bulaşmıştı.

Eğer bu çabasını gitmeden bir gece önce değil de ilk başta fark etseydim, kedinin fareyle oynadığı gibi oynamak nasıl olurmuş gösterirdim ona. Bu kız beni çok yanlış tanımıştı. Ben kendimi ona yanlış tanıtmıştım. İstanbul'daki Alparslan'ı buraya getirmediğim için çok şanslıydı. Çünkü ben normalde sahiden de şerefsiz puştun tekiydim. Ve görünüşe bakılırsa böyle olmak daha mantıklıydı, insanlara iyilik yaramıyordu sahiden... Sonra böyle göğsünüzde hançerle kalıyordunuz.

Bu yüzden arayabileceğim tek insanı, abimi aradım. Şu anda ona ihtiyacım vardı. Her düştüğümde olduğu gibi yine onun gölgesine sığınırken bulmuştum kendimi. Ve her düştüğümde olduğu gibi elimden tutup beni ayağa kaldıracağını biliyordum. Zaten mühim olan da buydu. Düşersem abimin beni kurtacağını bilmenin verdiği güven hissi ayakta kalmamı sağlıyordu. İşte bu yüzden abim benim gözümde babamdı.

Tam bunları düşünürken abim telefonu açtı.

"Ne var lan it?"

Babamdı demeyelim de, babam gibiydi diyelim...

"İşleri sormak için aramıştım." dedim kuyruğu dik tutmaya çalışarak. Tutup da doğrudan beni kanatlarının altına almasını söyleyemezdim ona, serde erkeklik vardı. Bir sike yaramıyordu ama olsun.

"Bayraktar kafesi geçici olarak kapattı, şu anda güvendeyiz."

İşte bu beni şaşırtmıştı. Kafes dövüşünü ilk öğrendiğimde Dündar Bey'i doğal olarak dövüş hakemi olarak düşünmüştüm. Ancak hakem o değildi, abimin sözlerini daha dün gibi hatırlıyordum.

"Bayraktar kafes dövüşünün hakemi değil, Azrail'idir. Kafese gelirse ancak herkesi öldürmek için gelir."

"Nasıl yani?" dedim şaşkınlıkla. "Geçici olarak kapatmak nedir abi? Sen demedin mi bu herif asla müdahale etmez diye?"

"Emin ol, şu anda hattı dinleyen istihbaratçı arkadaşlar da bunu senin kadar merak ediyor gerizekalı."

"Siktir ya... Unutmuşum." dedim dürüstçe. Elif aklımı almıştı resmen... "Kusura bakma abi. Bu arada size de kolay gelsin arkadaşlar, işiniz zor valla."

"Alparslan!"

"Abi bu adamlar ailedeki kadınları falan da dinliyor mudur? Düşünsene bütün gün Nigar ablanın çenesine katlandıklarını..." Elemle iç çektim. "Allah kurtarsın arkadaşlar, sizin işiniz harbiden çok zor..."

Abim telefonu yüzüme kapattı.

-*-

Onu yeniden ve dinlenmediğimize emin olarak aradığımda ilk on dakika sövmeleriyle geçti. Nihayet sakinleştiğinde ne olup bittiğini daha detaylı bir şekilde öğrenebilmiştim.

Dündar Bey sahiden de duruma el koymuştu. İstihbaratın da bundan haberi vardı, çünkü sahiden de haber değeri taşıyan bir olaydı. İlk kez yaşanmıyordu fakat çok nadirdi ve yalnızca üst seviyelerde gerçekleşirdi. Onun alt seviyedeki dövüşlere asla müdahale etmeyeceğini biliyorduk. Çünkü alt seviyede kayıp yaşandığında yerine yenisini koymak zor olmuyordu.

Fakat abim doğrudan Bayraktar'a bağlı yedi bölge sorumlusundan biriydi. Üstelik en büyük bölgeyi yönetiyordu; İstanbul bölgesini. Tam da sevkiyatların yoğunlaştığı bir dönemde bizi bir çatışmanın ortasına atarsa işlerin aksayacağını Dündar Bey de biliyor olmalıydı.

Kısacası, güvendeydik. Fakat bu güvenlik, kralın dere geçilirken at değiştirilmez düsturundan kaynaklanıyordu. O dereyi geçtikten sonra neler olacağını ancak Tanrı bilirdi.

"Senin sesin niye kötü geliyor?" dedi abim en sonunda. "Az evvelki şebekliğini anca istihbaratçılara yedirirsin. Uğraştırma beni, dökül bakalım."

Hasiktir...

"Daha geçen hafta bir mermi içimden geçtiği için olabilir mi acaba? Tekrar ediyorum, mermi girdi, ve çıktı. Bildiğin tünel açtı vücuduma."

"Ulan duyan da ölüm döşeğindesin sanır..." diye söylendi. "Yengenin sizi denize gönderdiğini bilmediğimi mi sanıyorsun at siki? Hayır tutmuş bir de elin kızıyla göndermiş!"

İmalı ses tonu karşısında homurdandım. Kendi yediği haltı unutmuş muydu acaba?

"Sen de geceyi burada geçirmemize sebep oldun." diye söylendim. "Yengem bizi normalde günübirlik göndermişti. Oteldeki son odayı da eşyaları koymak için biz tuttuk. İçimden bir ses onun sırf biz geceyi birlikte geçirelim diye tüm odaları tuttuğunu söylüyor... Yapar mı böyle bir manyaklık acaba?"

"Ne gecesi?" diyerek duraksadı. "Ne gece geçirmesi Alparslan? Kim geçirmiş— Sen Elif'le aynı odada mı— ULAN O ODADA YATMAYA KALKARSAN MERMİ GİBİ İÇİNDEN GEÇERİM SENİN!"

Al işte... Yine bir Gülendam kumpasına kurban gitmiştim.

"Abi valla ben suçsuzum. Ben senin haber gönderdiğini sanıyordum."

"Göndermedim ama göndereceğim!" diye kudurdu yeniden. "Ben hele bir döneyim, o yengeni cehennemin dibine göndereceğim! Özlemiştir doğal yaşam alanını!"

"Sinirlenmeni gerektirecek bir şey yok." dedim dürüstçe. "Sahiden kıza o gözle bakmıyorum. Ben yaralıyken onunla bayağı muhabbet ettik, arkadaş olduk sayılır. Daha demin sözlüsünden bahsediyordu bana."

Karşı tarafta kısa bir sessizlik oldu. Sonrasında abimin hafifçe öksürerek "Ben kızın babası kızar diye söylüyorum oğlum." dediğini duydum. "Yengenin kıt aklına uyup da aynı odada falan kalma sakın, kimse duymasa bile korumalar yanlış anlar. Hele senin o embesil dörtlü kesin çiftlikte ağzından kaçırır. Durduk yere bela açma kızın başına."

"Merak etme abi, ben arabada yatacağım zaten. Korkmana gerek yok."

"Bak bak, tribe bak... Ulan ben senden değil laftan sözden korkuyorum, gerizekalı. Başlardaki tavrım da yengen yüzündendi. O konuştuğumuz— pardon, o kumandayı kırmama sebep olduğun gün durumun öyle olmadığını anladım." Duraksayıp iç çekti. "Bir de yengen anlamayı başarırsa tam olacak. Baksana, sizi oraya gönderdiğine göre hala evlilik arefesindeki kızı gelin alma derdinde... Bu kadının hayal dünyası bir gün öldürecek beni Alparslan. Utanmasa orada kalıp kız gerdeğe girene kadar fırsat kollar!"

İyi ki telefon yalnızca sesi iletiyordu. Zira elimde kıracakmış gibi sımsıkı tuttuğumu bilse abim durumu şak diye anlardı. İyi ki onu görüntülü aramamıştım.

"Ne yani biz bir sene boyunca yengemin Elif sevdasına mı katlanacağız?" dedim bezgin bir sesle.

"Yok merak etme, Şevket Amcan mezuniyeti beklemeyiz diyor. Dünürlerle de konuşmuşlar, düğünden sonra Elif mezun olana kadar ikisi çiftlikte kalıp sonra birlikte Sivas'a gideceklermiş. Zavallı oğlan içgüveysi gelecek resmen."

Sesim bir anlığına boğazıma takıldı. Ufak bir kahkaha atarak "Hem de Havva Hanım gibi bir kaynananın yaşadığı eve." demeyi başardım fakat az kalmıştı. Patlamama sahiden az kalmıştı. Şükürler olsun ki abim beni daha fazla zorlamadı.

"Neyse ben kapatıyorum, yarın sen gelince yüz yüze konuşuruz."

"Yarın gelince mi?" diye pot kırdım başta. Sonra rahatlamış gibi derin bir nefes aldım. "Hele şükür iyileştiğime ikna oldun abi... Yarın Elif'i çiftliğe bırakıp çıkarım yola."

"Korumalardan biriyle göndersene oğlum! Nasılsa Defne de orada kalacak, burada bir sürü iş var çocukla ilgilenemeyiz."

"Ee, yengem de benimle gelsin o zaman?"

"Getirebiliyorsan getir!" diye söylendi. "İnat etti, Elif'in nişanını görmeden dönmem diyor. Hayır onun yüzünden tüm işleri sana yıkıp iki gün sonra  Şevket'le dönmek zorunda kalacağım, o da tutturdu nişana kadar göndermem diye..."

Ufak bir rahatlık yayıldı içime. Nişana gitmemek için bir bahane uydurmama gerek kalmamıştı.

"Behram Abi'yi benimle bırak bari!" diye söylendim. "Zaten ay sonu geldi, mekanların bir sürü evrak işi var. Onca şeye nasıl koşturayım ben?"

"Sabah akşam köpek gibi çalışarak." dedi net bir şekilde. "Yoksa döndüğümde seni ben havlatırım, haberin olsun."

"Hee abi, aynen." diyerek güldüm. "Sana Havva Hanım işkencesiyle şimdiden başarılar diliyorum. Döndüğünde havlayan kim olacak göreceğiz..."

"ULAN BEN SENİ VAR YA—"

Telefonu suratına kapattım. Normalde de abim tam gaza gelmişken telefonu kapatıp hevesini kursağında bıraktığım için bunu garipsemezdi. Fakat ortada bir gariplik olduğu kesindi. Abimle konuşmak ilk kez iyi gelmemişti bana. Eğer telefonu kapatmasaydım muhtemelen tüm öfkemi ona kusacaktım.

Öte yandan bu konuşmanın gerçekleşmesi iyi olmuştu. Abim sayesinde yengemin hayalperest oyunlarından sıyrılıp gerçeklikle yüzleşmiştim. Ben galiba takıntı yapmıştım Elif'i, tüm bu saçmalıkların başka bir açıklaması yoktu. Şu an berbat hissediyordum fakat geçecekti, İstanbul'a döndüğümde kurtulacaktım bu kızdan.

Tek yapmam gereken bir gece daha öfkeme hakim olmaktı. İstanbul'a gidince öfkemi kusacak bir yer bulurdum nasılsa. Ama buradayken patlarsam o öfkeyi kime kusacağım belliydi.

"Son bir gece." diye mırıldandım kendi kendime "Sabaha her şey bitmiş olacak."

-*-

Not: İleri kısımlarda Elif'in konuşmasını düzgün yazdım çünkü diyaloglar fazla uzun. Hepsini sarhoşçayla yazarsam okunması çok zor olacaktı. Ama siz onların bozuk bir dille söylendiğini bilin.

-*-

Fakat gece de epey uzun olacak gibi duruyordu.

Zira yanına döndüğümde Elif'i boş kokteyl bardaklarıyla konuşurken buldum. Geldiğimi görünce "Ooo kimleri görüyoss?" diyerek hıçkırdı. "Alp Abim gelmij... Abimisss... Tikat ettiysen abiyi unutmadım Abi Alp!"

Allah kahretsin... Korkunç manzara karşısında gözlerimi yumdum. "Elif lütfen tüm kokteylleri içtiğini söyleme bana."

"Hebisini ijjmedim kiii..." dedi sırıtarak. "İççemedim..." Eliyle şu kadarcık işareti yaptı. "Bi kısmısı toprağa döküldü..."

Bakışlarımı tekrar kadehlere çevirdim. Neredeyse yarısı devrildiği yerde büyük bir ıslaklık bırakmıştı. Kokteyllerin hepsini içemediğini anlayınca rahat bir nefes aldım. Alkol zehirlenmesi falan yaşamazdı, onu odaya götürüp bıraksam yeterli olacaktı. Galiba bu sefer ucuz kurtulmuştum.

"Hadi gel seni odaya götüreyim." diyerek ona doğru yürüdüm. "Uyursan kendine gelirsin."

"Kendime gelmekk isteyen kim puşşt?!" diye bağırdı bana. "O kadaar şeyi uyumak için ijjmedim ben..."

"Niye içtin o zaman?!"

"Danzz etçem..." diyerek hıçkırdı. "Seninlen..."

"Benimle mi?"

"Dobyy yok burda napiym?" diye söylendi. "Ben normalde onunlan danz ediyodum. Gerçi sen de hayvansın... Fark etmiyo..."

"Yok dans mans." diyerek öfkeyle üstüne yürüdüm. Onunla dans edersem ne olacağı belliydi zaten. Sabah fırsatçılıkla suçlanacaktım. "Elif gel buraya."

"Sittir git lan bu mahalleden!" diyerek öfkeyle geri çekildi. "Bana dokunursan varr yaaa, yemnediyorum tüm oteli ayağa kaldırrım... İmdat kaçıryolar beni derim... Bu adam sapık derim... Hep ben mi iftira yiycem? Bir kere de ben atayım..."

Durumu az çok tahmin ediyordum. Muhtemelen Havva Hanım kızı babasına karşı kötülüyordu. Fakat asıl acı olan, Elif'in babasının bu yüzden onu önemsemediğini sanmasıydı. Adamın diğer kızlarıyla iletişimine birçok kez şahit olmuştum, Elif'i ise görmeye bile dayanamıyor gibiydi. Havva Hanım kızı kötülemek yerine övse de bu durum değişmeyecekti.

Elif'in tek kurtuluşu evlilikti sahiden. Düğün işinin erkene çekilmesi beni deliye çevirmişti ama bir yandan da memnundum. O çiftlikten ne kadar erken kurtulursa o kadar iyi olacaktı.

"Seni odaya götürmem lazım, Elif." dedim kararlı bir şekilde. "Hadi gel bak, yorma beni..."

"Elif diiil benim adım..." diye homurdandı. "Elena..."

"Anlamadım?"

"Ama bunu kimseye sööleme olur mu?" diye panikledi birden. "Türkiye'ye geldiiimden beri yalnızca sana sööledim. Adımı sööleme kimseye..."

Tabi ya, kızın adı elbette Elif olamazdı. Bunu ona neden sormamıştım ki daha önce? Gerçek isminin farklı olabileceği aklıma bile gelmemişti.

"Tamam söylemem kimseye." dedim ciddiyetle. Gerçekten de kimseye söylemeyecektim. "Gel hadi, nolur. İzin ver de odaya götüreyim seni Elif."

Başını inatla iki yana salladı. Geri geri giderken duraksayıp yere eğildiğini gördüm. Ne olduğunu bile anlayamadan vodka şişesini kapmıştı. Başta şişeyi kafama fırlatacağını sanıp kollarımı başıma siper ettim fakat beklediğim darbe gelmedi. Tekrar ona baktığımda iyice uzaklaşmıştı benden.

"Alpaslaaan?" dedi başını kaldırıp göğe bakarken. "Bu yıldızlı gökleeer ne zaman başladı dönmeyeee?"

Sonra umduğum şeyden çok daha kötüsünü yaptı; şişeyi kafama fırlatmak yerine kendi kafasına dikti. Onu kolay kolay odaya götüremeyeceğimi anlayınca bıkkınlıkla iç çektim. Elimdeki suyu yere bırakıp ona doğru yürürken az evvelki kararlılığım uçup gitmişti bile, son zamanlarda ruh halim bir sarkacı andırıyordu.

Şimdi yeniden öfkeliydim mesela. Kızın sarhoş olduğunun farkındaydım ancak bu akşam harbiden sabrımın son demlerine kadar tüketmişti. Gerçi Elif bunu her seferinde yapıyordu, tam kendime geldim derken tekrar dağıtıyordu beni.

Dağılmanın verdiği öfkeyle "Bırak o siktiğimin şişesini de yanıma gel!" diye bağırdım ona. "Eğer seni ben yakalarsam affetmem bu sefer, anladın mı?!"

"Să te fut!" diye bağırdı. Sonra arkasını dönüp şişeyle birlikte koşmaya başladı. Bir yandan da kahkahalarla gülerek bana sesleniyordu. "Hee, bu arada... Ben hiç içmemijtim biliyo musun? Yalan sööledim sana!"

"İyi halt ettin..." diye söylendim peşine takılırken. "GEL KIZ BURAYA!"

Ufak bir çığlık atıp daha hızlı koşmaya çalıştı ama sarhoş olduğu için zikzaklar çizerek yapıyordu bunu. O yüzden onu yakalamama bile gerek kalmadı. Çizeceği zikzak noktasının üstüne geçip bana gelmesini bekledim.

Birkaç saniye sonra göğsüme tosladı.

"Sen nassı geldin buraya ya?" dediğini duydum hayretle. "Az önce arkamdaydın bana görünmeden nası önüme geçtin?"

"Gel ben sana göstereyim."

Aniden eğilip bacaklarından kavrayarak kızı omzuma attım. Olay çıkarması da, bağırıp çağırması da umurumda değildi. Daha fazla işkence çekmek istemiyordum. Ne zaman onunla olsam, bir şekilde o hançeri tekrar göğsüme saplıyordu. Bunu yapmaya devam ederse aynı hançeri ben de onun göğsüne saplayacaktım.

"Alpasan yapmaaa!" diye bağırmaya başladı. "Bi kerecik dans ediyim noluur. Zaten bidaa edemiycem..."

Ufak bir kahkaha attım. "Merak etme, düğününde bol bol edersin!"

"Ama senlen edemiycem... Yakında gitçeksin zaten..." dedi mızırdanarak. Karşılık alamayınca başka bir yol denedi. "Ben senin için ısrar ediyorumm aptal! Sonra pişman olma diye..."

"Rahat ol ufaklık, seninle dans etmemek benim için o kadar büyük bir kayıp değil."

"Ama benim için öyle!" diye bağırdı bu kez. "Ben daha önce kimseylen dams etmedim..."

Bunu söylerken boğuk çıkmıştı sesi. Ağlıyor muydu yoksa? Duraksayıp omzumdan indirdim kızı. Hayır ağlamıyordu, ama göz göze geldiğimiz anda hıçkırarak ağlamaya başladı. "Dans etmeden gitmek istemiyorum!"

Tıpkı Defne gibi ellerini yüzüne kapattığını görünce onu tekrar omzuma atamadım. Sarhoş olduğunun ve saçmaladığının farkındaydım. Normalde böyle bir şey için bana asla yalvarmayacağının da... Üstelik kabul edersem sabah uyandığında muhtemelen beni yine fırsatçılıkla suçlayacaktı.

Ağlarken hıçkırdığını duyunca o hançer göğsümde biraz daha derine saplandı. Suçlarsa suçlasın amına koyayım! Sarhoşluktan ağlaması şu an sahiden acı çekiyormuş gibi ağladığı gerçeğini değiştirmiyordu. Onu bu halde görmektense sabah beni fırsatçılıkla itham etmesine katlanırdım. Sonra çekip gidecektim nasılsa...

"Tamam, edelim dans." dedim hançeri elimden bırakarak. Başını kaldırıp gözyaşları içinde sevinçle bana baktı. "Ama sonra odaya gidip uyuyacaksın anlaştık mı?"

Burnunu çekerek başını salladı. "Hıhı..."

Yemin ederim kafayı yiyordum ben. Resmen kızın ağlamasına dayanamamıştım. Yüzündeki bu sevince bakmak neden bu kadar iyi hissettiriyordu? Aşksa da sikeyim böyle aşkın ızdırabını! Bana ne olduğu umurumda değildi artık. Ben sadece bundan nasıl kurtulacağımı bulmaya çalışıyordum.

Birlikte tekrar az evvel oturduğumuz yere yürüdük. Hevesle koşturup telefonunu eline aldı. Müzik açmadan önce "Üç şarkı." dediğini duydum. "En fazla on beş dakika sürer. On beş dakika boyunca bana katlanacaksın, sonra istediğin yere giderim."

Hafifçe gülerek başımı salladım. On beş dakika değil, bir ömür. Götürmek istediğim yer, benim yanım. Bu kız benim imkansızlığımdı. Bu gerçeği idrak edip ondan kurtulmak zorundaydım.

Elif şarkıyı açarken 'Lütfen neşeli bir şeyler olsun.' diye dua ettim içimden. 'Ona dokunmadan dans edebileceğimiz bir şarkı olsun.'

Ve duam kabul oldu.

Başladığı anda tanımıştım şarkıyı. Zaz'ın en güzel şarkılarından biriydi aslında. Les Passants... Olduğu yerde kalan ve insanların geçip gidişine şahitlik eden birini anlatıyordu. Geride kalan birini.

"Les passants passant, je passe mon
temps à les regarder penser
Leurs pas pressés dans leurs corps lésés
Leurs passé se dévoile dans les pas sans se soucier.

"Geçenler, geçenler...
Sessizce düşünceli hallerini izliyorum.
Yaralı vücutları ve korkak adımları...
Ne yaparlarsa yapsınlar görünüyor
Attıkları her adımda geçmiş zamanları."

"Gel hadi!" diyerek elini uzattığını görünce iç çekerek karşısına geçtim. Teletabiler gibi zıplayacak değildim elbette. Dans edeceksek gerçekten dans etmeliydik.

Karşımda zıplayarak şarkı söyleyen kızı elinden tutup kendime çektim birden. Ufak bir çığlık atarken kendi etrafında bir tur dönüp doğruca bana tosladı. Elimi karnına koyup vücudunu arkaya eğdiğimde kahkaha atmaya başlamıştı. Bir yandan da bağırarak şarkının nakaratına eşlik ediyordu.

"Passe, passe, passera...
La dernière restera!"

"Geçip gittiler, geçip gittiler, 
geçip gitmeye devam edecekler
En son gelen kalacak geride."

"Hadi sen de söyle!" diye bağırdı doğrulttuğumda. Onu tekrar döndürerek kendimden uzaklaştırmayı, ve bunu Elif yere düşüp kumların üstünde sızıp kalana dek yapmayı planlıyordum. Fakat doğrulunca kollarını boynuma doladı. "Bunla bundan sonraki şarkı da bitsin soora gidelim nooolur..."

"Olur, o da bitsin." dedim iç çekerek. "Bakalım sıra ne zaman bana gelecek?"

Az evvelki neşeli melodiler yerini hüzünlü bir şarkıya bırakmıştı. Elif kollarını boynumdan çözünce bir anlığına vazgeçtiğini sandım. Ancak ellerini gevşekçe omzuma koymakla yetindi. Şu anda dans ettiğimizi pek sanmıyordum, slow dansın olayı temastı zaten. Eller omuzda, arada mesafeyle düğünlerde dans eden veletlere benziyorduk.

Benzeyelim ulan. Şu an Elif'in yüzünde gördüğüm huzurlu mutluluğa değerdi. Şarkının sözlü kısmı başladığında iç çekerek eşlik etmeye çalıştığını duydum. Dili dolanarak mırıldanıyordu sözleri.

"Yüzme bilmeden daha,
Deniz görmeden,
Hiç güneşte yanmadan...
Şimdi ölmek istemem,
Bir kalbi sarmadan..."

Dudağının kenarında minik bir tebessümle dalgaları izliyordu bir yandan da. Yüzünde öyle bir ifade vardı ki... Manzarayı sadece izlemediğini, göz kapaklarının ardına kazırcasına içine çektiğini görebiliyordum. Babası denize gelmelerine izin vermediği için miydi? Bu yüzden mi son görüşüymüş gibi ezberlemeye çalışıyordu dalgaları?

"Aşkı tatmadan daha,
Onunla sarhoş olmadan,
Hiç sevişmeden daha..."

Onun denizi son görüşü değildi fakat bunlar benim onu son görüşlerimdi. Nasıl unutacaktım bu kızı? Gecenin ortasında mutlulukla ışıldayan yüzünü, elbisesinin tüllerini uçuşturup nefesini nefesime taşıyan rüzgarı, gözlerindeki maviye karışmış hüznü...

"Şimdi ölmek istemem
Daha hiç gülmeden
Çoban yıldızı..."

Gözlerini kapatıp derin bir nefes aldığında ben de iç çektim. Aklıma üniversite yıllarında okuduğum bir şiir gelmişti, sözlerini tam hatırlayamıyordum fakat Elif'e bakarken dizeler zihnimin gerilerinde dönüp duruyordu.

Kendine gel, Alparslan. Daha fazla komik duruma düşme...

Kızın bende uyandırdığı hisler, bana yaptıklarını değiştirmiyordu. Acaba ne zamandır farkındaydı ona olan ilgimin? Ne zamandır bile bile görmezden gelip etrafında pervane olmama izin veriyordu? Oysa ben hayatımda ilk kez bir kadına karşı duygusal bir şeyler hissetmiştim. Elif bunun ne kadar yanlış bir şey olduğunu göstermişti bana.

"Ne düşünüyosun?" dedi başını birden bana çevirip. "Zaten sessiz bi' adamsın, bazen iyice sessizleşiyosun. Aklından ne geçtiğini çok merak ediyorum..."

"Şiir..." dedim basitçe. "Üniversitedeyken tesadüfen okuduğum bir şiir vardı, onu düşünüyordum."

"Okusana şimdi..." diye sızlandı. "Yani, şey... Okur musun?"

Okan denen dalyarak okusun sana şiir...

Onunla ilgileniyordum ama romantik aşıklar gibi davranacak kadar da değil. Hele ki o dizeleri asla okumazdım Elif'e. Bana daha fazla işkence yapmasına izin verecek değildim. Şu an sarhoş olduğu için bu kadar ileri gidiyordu ama bende yarattığı etki aynıydı. Göğsüme saplanan bir hançer gibi...

"Ben mi sana şiir okuyacağım?" dedim gülerek. "Hangi sıfatla?"

"Arkadaş sıfatıyla mesela..." diye mırıldandı.

"Arkadaş arkadaşa aşk şiiri okumaz, güzelim." diyerek göz kırptım. "Bu arada üçüncü şarkıyı falan unut. Bu şarkı bitince de odaya gidip uyuyacaksın Elif. Bağırırsan bağır, yetti artık. Tüm gece seninle uğraşamam."

Hiçbir şey söylemedi. Başını hafifçe sallayarak onayladığını görünce içim sızlamıştı. Bu kızın yalnızlığına şahit olurken ondan uzak durmaya çalışmak çok zordu. Elimde olmadan aşıyordum sınırları, yanında olmak için içim gidiyordu fakat yaklaşamıyordum. Çok değer verdiğin bir insanın gözlerinin önünde boğulmasını izlemek gibiydi. Ben de boğuluyordum.

"Hadi al götür beni,
Hala benimmişler gibi, evime yurduma...
Taze meyve tatları yağmurlarında,
Çoban yıldızı..."

Sonra kafası hafifçe öne eğildi ve birden başını göğsüme yasladı. Bir anlığına ne yapacağımı bilemedim, nasıl geri çekileceğimi de. Denizdeki gibi şehvet hissi uyandıran bir sarılma değildi bu, aksine hiç olmadığım kadar huzurluydum. O boğulma hissi bile yatışır gibi olmuştu. Ellerimi beline sarıp çenemi başının üstüne yaslamamak için kendimi zor tutuyordum.

"Ben hiç kimsem olmadan,
Tepeden tırnağa ona hiç sarılmadan
Şimdi ölmek istemem,
Kalbine dokunmadan..."

Fakat sarılamazdım. Üstelik o bunu hangi cüretle yapıyordu? Daha iki dakika evvel uyarmamış mıydım?

"Tamam bitti artık." diyerek kollarını boynumdan çözmeye çalıştım. "Sabah uyanınca pişman olacağın şeyler yapmana izin veremem,anladın mı? Şimdi odaya gidiyoruz ve zıbarıp yatıyorsun. Yetti senin şımarıklıkların!"

Aniden kollarını çözüp geriye attı kendini. Gözlerine baktığımda öfkeden çakmak çakmak olduğunu gördüm. Onu neyle itham ettiğimi anlamış olmalıydı, suçsuzken itham edilmenin nasıl bir his olduğunu da... Üstelik gayet hafif konuşmuştum. Oysa çok daha ağırları vardı içimde.

Elif öfkeden kudururken sesimi bile çıkarmadım. En fazla ne kadar acımasız olabileceğini görmek istiyordum sanırım. Bana ne kadar zarar vermek isteyeceğini... Bunun farkında bile olmadan gerileyip yerden bir kokteyl bardağı aldı. Ardından o bardağı tüm hışmıyla kafama fırlattı.

Epey zarar verecek kadar...

Sarhoşluğun da etkisiyle isabet ettirememişti elbette. Bardak kafamın dibine bile gelmemişti, yarım metre ıskalamıştı. Bunu görünce iyice öfkelendi.

Yumruklarını sıkarak bağırdı bana. "Sen çok çok çok aptalsın!"

"Sandığın kadar değil, güzelim." diyerek güldüm. "Denizde yaptığın hadsizliğe ses çıkarmadım diye az evvelki hadsizliğini fark etmediğimi mi sandın yoksa? Göz yummayı aptallıkla karıştırmışsın sen. Ama artık yetti, Elif. İki ilgi gösterdim diye sabah tacizci muamelesi yaptın, akşam da senin salak sözlünü kıskandığımı ima ettin! Bunları yapacağını bilsem o iki ilgiyi de hiç göstermezdim sana!" 

"Senden ilgi isteyen mi oldu piç kurusu?!" diyerek ikinci bardağı fırlattı. "Madem bana katlanamıyordun ne diye ilgi gösterdin? Ben senden ilgi istememiştim ki! Ben ne senden ne de bir başkasından hiçbir şey istemiyordum! Kendi isteğinle dolandın peşime, yetmedi mağaramdan çıkardın! Şimdi de sıkıldın diye beni şımarıklıkla suçlayamazsın! Al o iki ilgini de, siktir git!"

"Sabaha gidiyorum zaten." diye bağırdım öfkeyle. "Merak etme, Defne'yle yengem senin nişanına kadar burada kalacak. Hadi yine iyisin bak, sözlün askerden gelene kadar seni eğlendirecek birilerini buldun. Gerçi yengemler benim kadar olamaz ama sen de birazcık can sıkıntısına katlanırsın bence."

Üçüncü bardağı da ıskaladı.

"Canım sıkılmazmış, öyle mi?" diye bağırdı sonra. "Sen gidince benim canım niye sıkılsın be?! Bir aydır hayatımdasın, çekip gittiğinde depresyona gireceğimi mi sanıyorsun pislik herif?! Merak etme can sıkıntısı ırgalamaz beni, ben o çiftlikte senin züppe aklının almayacağı şeylere katlandım! Sen kimsin de gidişin benim canımı sıksın?!"

"Bak kendimi zor tutuyorum, adam gibi önüme düş de odaya git. Çiftliğe git. Cehenneme git. Benim hayatımdan gittiğin sürece nereye gittiğin umurumda bile değil! Hatta dur ya, ben neden şimdi gitmek varken yarını bekliyorum ki?"

Gerçekten de gidecektim. Bana bunları söyleyeceğini bilsem çok daha önceden giderdim.

"Kendine iyi bak, Göçmen Kızı." dedim arkamı dönerken. "Odaya gitmek istemiyorsan kal burada tek başına, ya da git sözlünü falan ara. Ben gidiyorum!"

"Siktir git!" diye haykırdı arkamdan. "Ama sonra sakın peşimden gelme, tamam mı? Gelirsen seni öldürürüm!"

Omzumun üstünden ters bir bakış attım. "Sen bir de peşinden geleceğimi mi sanıyorsun? Çok beklersin, ufaklık. Ben bir kere gidersem geri dönmem."

Sırtıma bir bardak yedim. Hemen ardından da öfkeli bir küfür...

"Te uibecs, Alparslan!"

Kendime engel olamadım bu sefer. "Asıl ben seni te uibecs! Gerizekalı..."

Ve bağırmayı bıraktı. Nasıl bir küfür ettiyse aynısını yiyince sesi kesilmişti aptalın. Merdivenlerden çıkarken "Peşimden gelmeymiş..." diye söylenmeye devam ettim. "Bu kız harbiden bana köpek muamelesi çekiyor. Friendzone sandı galiba... Hah! Bak bakalım bir daha yüzünü görebiliyor musun o friend'in?"

O kadar öfkeliydim ki, otelin bahçesine geçince önce oturup sakinleşmeye çalıştım. Bu öfkeyle gidersem, öfkem dindiği zaman buraya geri dönmekten korkuyordum. Sakin kafayla gidip temelli gitmem gerekiyordu. O zaman sahiden de geri dönmezdim.

Fakat kaldıkça istemediğim şeyler belirmeye başladı zihnimde. Beni asıl öfkelendiren şey neydi? Benden ilgi beklemesi mi? Gururum kırıldığı için mi öfkeliydim? Yoksa Elif haklı olduğu için mi?

Çünkü sahiden de benden ilgi beklememişti. Keşke beklemiş olsaydı! O zaman belki soğurdum ondan. Ama kız daha en başından, çardaktayken siktir çekmişti bana. Ne kadar yalnız olduğunu bile bile peşinde dolanıp ilgi gösteren bendim. Hastanede bile Defne'yi alıp gitmemi söylemişti. Başka kız olsa kolu kopmuş gibi yaygara koparır, üstüne on gün nazlanırdı. Kahretsin ki haklıydı kız. Elif benden yalnızca bu akşam ilgi talep etmişti. O da ancak sarhoş kafayla. Aklı başındayken hiç onunla ilgilenmemi istememişti. Ve canımı bin kat daha fazla yakıyordu.

Göğsümdeki hançeri ben kendi kendime saplamıştım.

Fakat bunun bir önemi yoktu artık. Sahiden de şimdi siktirip gitmeliydim. Önce Ufuk'u yanıma çağırıp kızı gerekirse zorla odaya çıkarıp kapatmasını söyledim. Elif'in ne halt ettiği artık umurumda değildi ama bana emanetti şu anda. Güvenliğini sağlamak zorundaydım. Bunun dışında da yüzünü bile görmek istemiyordum.

Serhat'ı yanıma çağırıp odadaki eşyalarımı toplayıp getirmesini söyledim. Aykut ise Defne'yi getirecekti. Gitmeden önce onunla vedalaşmak istiyordum, sonuçta günlerce görmeyecekti beni. Gerçi o kız varken sikinde olmazdım ama...

"Abi!"

Ufuk'un panik dolu sesini duyunca arkama döndüm. Koşa koşa yanıma gelirken "Kız yok!" diye bağırıyordu. "Hiçbir yerde yok, tüm sahili dolaştım yeminle!"

Rahatlayarak iç çektim. "Barın önünden geçmeden sahilden ayrılamaz, illa ki biri görmüştür.  Git bardakilere sor."

Her zamanki gibi tamam abi diyerek koşmaya başlamadı. Acaba Ufuk da mı sarhoş olmuştu? Zira karşımda dikilip durması onun hücrelerine işlemiş görev aşkıyla çelişiyordu.

"Abi bardakilere sordum zaten..." diye mırıldandı en sonunda. "Beyaz elbiseli bir kızın denize girdiğini görmüşler. Tiplerin hepsinin kafası binbeşyüzdü diye ayrı ayrı kenara çekip sordum. Hepsi aynı şeyi söyledi."

"Ulan denize gitsene o zaman!"

"Oraya da gittim." dedi dizlerine kadar ıslanmış pantolonunu göstererek. "Elimde fenerle taradım suları. Ama izi bile yok."

Hiçbir şey söylemedim. Yalnızca o şiir dönüyordu aklımda, kendimi dizelerden alıp şimdiki zamana dönemiyordum. Sonra saçma bir şey fark ettim, Elif'i istesem de terk edemediğimi. Her seferinde dayanamayıp geri dönmüştüm, şimdiki gidişim hariç hepsinde... Çünkü az önce gerçekten gidecektim, gerçekten ardımda bırakacaktım onu.

Fakat bu sefer de o benden önce davranmıştı. Bu kızı terk ederken bile geri kalan ben oluyordum.

"Çünkü çok açığa gitti..." diye mırıldandım Ufuk'a. "Ya da çoktan boğuldu."

Zihnimin gerilerinde o şiirin dizeleri dönüyordu hala. Nihayet sözlerinin tamamını hatırlamıştım.

"Ne olacak şimdi, ne olmuşdu, komşuda yangın çıkmıştı,
Sönmüştü, külleri uçuşmuştu, başıma yağmıştı.
Bu çizgiler, bu aklar, o anın yangınından kalmadır,
Ne olduysa için-için ve neler de olmadıysa,
Hiçbir zaman demedimdi bir hiç için.
O konak asıl şimdi yanmaktadır."

-*-

Not: Gecikme için üzgünüm, gif bulmak zor oldu.
Konakları yakın, kendinize iyi bakın. *.*

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro