Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Bölüm 69 - Ètat Second

Selamlar, burayı okumadan geçmeyin.

1-Bölümü anlamak için partların TAMAMINI okumanız gerek. Örneğin ilk partta kafanızı karıştıran bir parça, üçüncü partta açıklanıyor olabilir. Bunu kasıtlı olarak yapmadım, partları karışık yazdığım için bu şekilde gelişti.

2-Yorumlarınızı ve paylaşımlarınızı merakla bekliyorum. Sevgilerimle!


"Ama hikâyenin tamamı bu kadar değil. Söylenmesi gereken daha pek çok şey var. Hassas olanlar burada kulaklarını tıkasın ya da okumayı bıraksın."

Neil Gaiman – İskandinav Mitolojisi

────── • ⋅ ✧ ⋅ • ──────

LAVİNİA

"Henüz kesin bir şey söyleyemem ama mevcut gözlemlerimi sizinle paylaşayım." dedi doktor. "Hastanın hafıza kaybı yaşadığını biliyoruz, beyin hasarı vakalarında bu zaten sıklıkla görülen bir durumdur. Şimdilik bellek yitimi geçmişe yönelik, yani retrograd amnezi gibi görünüyor. Ayrıca sadece hatıralarını anımsamakta güçlük çekiyor, yani epizodik hafızası hasar almış."

Melek astım krizi geçirdikten sonra ortalık bir anda karışmış, doktorlar bizi apar topar dışarı çıkarmıştı. Bir süre bekledikten sonra Ada, Sinem ve Emre daha sonra gelmek üzere hastaneden ayrılmıştı; yaklaşık bir saat sonra Mehmet de nöbeti olduğu için gitmek zorunda kalmıştı. Galiba Mert de onunla birlikte gitmişti, zira babam hastaneye geldiğinde onu beklediği yerde bulamamıştım.

Evet, babamı ben çağırmıştım. Melek abimi onu kazan dairesine kapatmakla suçlayınca odadakilerin çoğu bunu ciddiye almamıştı. Fakat doktorların tedirgin olduğunu fark etmiştim, bilhassa Ömer Bey'in tutumu artık daha da katı görünüyordu. Her ihtimale karşılık babamı arayıp kısaca olayı anlatmış, abim doktorla görüşmeden evvel onun buraya gelmesini sağlamıştım.

Şimdiyse abim ve babamla birlikte doktorun odasındaydık. Epey geniş bir odaydı burası, içeri girer girmez minimalist dekorasyon dikkatimi çekmişti. Sol tarafta geniş bir çalışma masası bulunuyordu; üzeri neredeyse boştu, sadece birkaç dosya, bilgisayar ve bir stetoskop yerleştirilmişti. Masanın arkasında, doktorun oturduğu yüksek sırtılı siyah bir döner koltuk vardı.

Pencerenin önündeki ince dokulu tül perdeler günün son ışıklarını yumuşatarak içeri alıyordu. Odanın sağ köşesinde duran küçük kitaplık tıbbi kitaplar ve dekoratif birkaç bitkiyle donatılmıştı. Her şey profesyonel, temiz ve fonksiyoneldi. Odada dikkatli, sakin yaradılışlı ve mesafeli bir insanın düzeni hüküm sürüyordu. Eğer dekorasyon ona aitse doktorun kişiliğini az çok çözdüğüme emindim.

Açıklama bekler gibi baktığımızı görünce "Hafızanın türleri vardır." diye devam etti. "Epizodik hafıza kişisel anılarımızı kapsar, Melek Hanım'ın sorunu doğrudan burasıyla ilişkili. Semantik hafıza ise öğrendiğimiz bilgileri kapsar. Örneğin okulda öğrenilen dersler gibi..."

"Biliyorsunuz, Melek hukuk öğrencisi." dedim lafa karışıp. "Son bir buçuk yılda öğrendiği bilgileri unutması onun için felaket olur. Semantik hafızası zarar görmediyse dersleri hatırlayacağını söyleyebilir miyiz?"

Biliyorum, son derece inekçe bir soruydu ama biz inektik zaten. Hafıza kaybı yaşayan kişi ben olsaydım Melek'in doktora soracağı ilk şey de dersleri unutup unutmadığım olurdu.

"Evet, unuttuğu şeyler varsa bile onları tekrar kazanması epey kolay olacaktır." diye onayladı doktor. "Fakat benim kastettiğim şey insan ilişkileriydi."

"Nasıl yani?"

"Şöyle ki, Melek Hanım'ın epizodik hafızası zarar görmüş. Hafızanın bu çeşidi beynin hipokampüs bölgesinde saklanır. Duygular ise, özellikle de olumsuz duygular, Amigdala bölgesiyle ilişkilidir. Bunların yanı sıra bir de sosyal hafıza var ki, Dorsomedial Prefrontal Korteks dediğimiz bir bölgeyle ilişkilidir ama epizodik hafızadan geri çağrımlar yaparak şekillenir." Derin bir nefes aldı. "Üzgünüm, ben psikiyatr değilim. Bu konuda kesin bir yorum yapamam ama hastanın hafıza bölümleri arasındaki çelişkili bilgiler ona karşı hassas olmamızı gerektirecek."

"Çelişkili bilgilerden kastınız nedir?" diye sordu abim.

"Anladığım kadarıyla Melek hanımın çevresindeki insanlarla olan ilişkileri son bir buçuk yılda epey değişmiş. Hastamız bu değişimlere sebep olan olayları hatırlamıyor fakat değişimin kendisi sosyal hafıza ve duygularla ilgilidir. Bir insanla olan ilişkinin değişmesi o kişiye karşı yeni bir bakış açısı edinmek demektir, yani özünde bu öğrenilmiş bir bilgidir. Örneğin Sinem hanım geçmişte Melek hanımın onu pek sevmediğini, aralarının bozuk olduğunu anlatmıştı. Son bir buçuk yılda bu durum değişmiş ve iki yakın arkadaşa dönüşmüşler. Melek Hanım bunları hatırlamıyor olsa da Sinem hanıma karşı eskisi gibi antipati hissetmeyecektir."

Doktor Melek uyanmadan evvel onun yakın çevresindeki herkesle bireysel olarak görüşüp bazı notlar almıştı. Bunların sebebini şimdi anlıyordum.

"Emin misiniz? Sinem'i gördüğüne pek sevinmiş gibi durmuyordu."

"Hastanın durumunu anlamaya çalışın." dedi. "Hatırladıkları ve hissettikleri çelişiyor. Sinem Hanım'a bakınca kötü anılar yaşadığı birini görüyor ama eskisi gibi ona karşı antipati hissedemiyor. İnsan beyni böyle durumlarda kendini korumak için çelişkiyi yok etmeye çalışır. Melek hanım doğal olarak eskisi gibi ona karşı antipati duyması gerektiğini düşünecektir, hislerini hafızasıyla örtüştürmeye çalışacaktır. Bu durum hepinizle olan ilişkisi için geçerli."

"Peki bizim ne yapmamız gerekiyor?"

"Bu konuda kesin kararı psikiyatrımız verecektir ama bence bu durum aşılabilir. Söylediğim gibi, hisleri hala duruyor. Size antipati duyması gerektiğini düşünse bile iletişim kurduğunuzda onda sempati uyandıracaksınız." Ardından derin bir nefes alıp abime döndü, tavrı birden katılaşmıştı sanki. "Sizin durumunuz içinse daha farklı bir yol izlememiz gerekebilir."

Abim o ana dek sessizdi, kendi içinde düşüncelere dalıp gitmiş gibiydi. Doktorla pek alakadar olmadığını, daha çok Melek'in onu görünce verdiği tepkiye takılıp kaldığını hissetmiştim. Bu nedenle adamın değişen üslubu karşısında hazırlıksız yakalandı.

"Bu ne demek?"

"Öncelikle şunu netleştirelim. Melek Hanım'ı geçmişte gerçekten kazan dairesine kapattınız mı?"

Doktorun sorusu karşısında babamın ifadesinin birdenbire sertleştiğini gördüm. Abimin böyle bir şey yapmayacağına o kadar emindi ki, bu sorunun sorulmasını hakaret olarak algılamıştı. Bense abimle çok daha fazla zaman geçirmiş biri olarak itidalli yaklaşmak niyetindeydim. Aras'ın zorbalığa meyilli biri olduğunu biliyordum, isteklerini insanlara yaptırabilmek için zor kullanmaktan çekinmediğini de... Bir işe kalkışırken her zaman sonuca odaklanırdı, gidişatı pek önemsemezdi ve dahası; diğer insanlardan da bunu beklerdi. Sonu mutlu bitecekse bir dizi yanlış eyleme kalkışmak onun gözünde kabul edilebilir bir şeydi.

"Evet, iki yıl önce böyle bir şey yaşandı." dedi beni yanıltmayarak. "Onunla konuşmam gerekiyordu, pek çok kez denedim ama kabul etmedi. Ben de kütüphane çıkışı konuşabilmek için onu alt kattaki kazan dairesine götürdüm."

Babam bu itirafı benim kadar sakin karşılayamadı. Ateş saçan gözlerle abime baktığını gördüm.

"Ne halt ettin sen?!" dedi elini aniden masaya vurarak. "O kızcağızda nasıl bir travma yarattığının farkında mısın Aras? Yazıklar olsun sana!"

Abim babamın hayal kırıklığından pek etkilenmemiş gibi görünüyordu. Neden bilmem, onun bu denli umursamaz olması canımı sıktı. Melek'e yaptığı şey kabul edilemezdi, şu an kesinlikle acınacak durumda değildi fakat babamın sözlerine olan kayıtsızlığı beni de yaralıyordu. Sevilme ve kabul görme ihtiyacını tümüyle yitirmiş gibi duruyordu.

"Bakın kafanızda nasıl bir şey canlanıyor bilmiyorum ama o akşam sadece yarım saat kadar konuştuk Melek'le." diyerek isteksiz bir tavırla savundu kendini. "Sonra da evine gitti zaten. Okulun kamera kayıtlarıyla söylediklerimi ispatlayabilirim."

"İspatınız olduğuna şüphem yok." dedi doktor ters bir tavırla. "Fakat her halükarda, ziyaretçi kartınızı iptal edeceğim."

"Anlamadım." dedi abim sakince. "Siz şimdi bana karımı göremeyeceğimi mi söylüyorsunuz?"

"Melek Hanım sizinle evli olduğunu bilmiyor."

"Öyleyse şey yapmaya ne dersiniz... Hmm... Mesela, bunu ona söylemeye?"

"Bakın, sizin için zor bir durum olduğunu anlıyorum." diye cevap verdi sakince. "Fakat hafızasını yitirmiş bir hastaya travmatik bilgileri öylece veremeyiz—"

"Travmatik bilgi benimle evli oluşu mu?"

"Aras Bey, siz Melek hanım için travmanın kendisisiniz." dedi doktor tane tane. "Adınızı duymaya dahi tahammül edemiyor. Sizden korkuyor. Görünüşe bakılırsa haksız da sayılmaz."

Abim doktorun sözlerini sindirmek için epey zaman harcadı. Ardından derin bir nefes alıp "Ve sizin bulduğunuz çözüm Melek'in beni görmesini engellemek mi?" diye sordu. "Anlamıyorum... Bana alışması için varlığıma maruz kalması gerekmez mi?"

"Maruziyet terapisi genelde fobilerin aşılması için uygulanır. Örneğin karanlık fobisi, böcek fobisi, bu gibi şeyler... Üstelik bu yalnızca benim görüşüm değil, psikiyatrımız da aynı kanıya vardı."

"Psikiyatr ne ara gördü Melek'i?"

"Kendisi yıllık izinde olduğu için henüz yüz yüze görüşmediler. Fakat bu sabah yaşanan olayın ardından arayıp konsültasyon istemiştim. Bugün hastaneye gelmeye çalışacak, fakat pazartesiye de kalabilir. Her halükarda, hastayı bizzat görene dek başka kimseyle görüşmemesini tavsiye etti."

"Ha, bir de psikiyatrın tatilinin bitmesini bekleyeceğiz yani." diye güldü abim. "Yardımlarınız için çok teşekkürler doktor bey, ama Melek'i başka bir hastaneye naklettirmek istiyorum."

"Aras saçmalama." dedi babam lafa girerek. "Burası sıradan bir hastane değil."

"Orasını anladık zaten." diyerek terslendi abim. Ardından doktora dönüp kesin bir dille konuştu. "Akşam size nakil yapılacak hastaneyi bildiririm—"

"Üzgünüm, hastayı naklettiremezsiniz."

Doktor aniden lafa girince odadaki tansiyon biraz daha yükseldi. Abimin ileri atılmaya hazırlanır gibi bir edayla oturduğu yerde hafifçe öne eğildiğini gördüm. Saldırıya hazırlanan bir panter gibi görünüyordu.

"Nedenmiş o?"

"Çünkü burası babanızın—" diye başladı doktor. Ardından duraksadı, derin bir nefes aldı. "Babanızın da belirttiği üzere sıradan bir devlet hastanesi değil. Melek Hanım'a açılan kontenjan karşılığında tedavi sürecine dair tüm veriler bu hastaneye ait olacaktır. Bakanlıktan bir emir gelmedikçe," Lafını düzeltti. "Savunma bakanlığından bir emir gelmedikçe hiçbir hasta başka yere nakledilemez."

Savunma bakanlığı vurgusu gözümden kaçmamıştı. Hastanenin bürokratik ayrıcalığını mı vurguluyor, yoksa bizim bürokratik ayrıcalığımız olmadığını mı hatırlatıyor çözemedim.

"Bu ne saçmalık yahu?!" diye yükseldi Aras. "Siz kim oluyorsunuz da karımı zorla alıkoymaya kalkışıyorsunuz?"

"Ben sadece yasal prosedürü bildiriyorum Aras Bey. Karınızı geçmişte zorla alıkoyan sizdiniz."

"Ulan ben senin—"

Babam hemen müdahale etti. "Aras haddini bil!"

"Ben miyim haddini bilmesi gereken? Herif sabahtan beri höt höt konuşuyor be!"

"Aslına bakarsanız ben sadece kibar davranmaya çalışıyordum. Fakat belli ki, sizinle açıkça konuşmadıkça beni anlamayacaksınız." Doktor da öne eğildi, ve tükürür gibi bir sesle ekledi. "Aras Bey, burası sizin babanızın çiftliği değil."

Babam, abim ve ben; üçümüz aynı anda gözlerimizi çevirip doktora baktık. Anlık bir sessizliğin ardından, muhtemelen üçümüzden de kaynaklanan şiddetli bir gök gürültüsü gökyüzünü parçaladı.

"Bu nasıl üslup doktor bey?!" diye çıkıştım öfkeyle. "Abimin tavrını savunmuyorum ama laflarınızın ucu babama da dokunuyor."

"Lavinia, tamam." dedi babam sakince. Kızdığını biliyordum ama galiba abimi gaza getirmekten korkuyordu. Zira Aras'ı biraz olsun tanıyorsam doktorun çenesine yumruğu geçirmesi an meselesiydi.

"Özür dilerim." dediğini duydum doktorun. "İleri gittiğimin farkındayım ama Melek Hanım buraya nakledilirken sizlerle böyle konuşmamıştık Hakkı Bey. Eğer oğlunuzun tedavi sürecinde zorluk çıkaracağını bilseydim heyetteki oyumu olumsuz yönde kullanırdım. Emin olun, annemin son hastasını devralmak benim için de kolay değil."

Böylelikle bazı parçalar zihnimde bir araya oturdu. Babamın da söylediği üzere, burası sıradan bir hastane değildi ama doktor da sıradan bir doktor değildi. Altı ay önce Melek'in tedavisini üstlenen Nevra Hanım'ın oğluydu bu hekim. Birkaç ay önce Nevra Hanım'ın vefat ettiğini duymuştum. Doktor belli ki hala annesinin yasını tutuyordu.

Fakat içimden bir ses tek sebebin bu olmadığını söylüyordu. Adamın az evvelki sözlerinin basit bir hadsizlik olmadığına emindim. Bilerek ve isteyerek abimi kışkırtmaya çalışmıştı. Sanki onu kendisini dövmeye ikna etmek ister gibiydi.

Odanın kapısı tıklatılınca gergin atmosfer aniden dağılıverdi. Dışarıdan yükselen polis telsizi seslerini duyunca kaygıyla babama baktım. Onun bakışları ise abimin üzerindeydi.

"Üzgünüm, emniyete haber vermek zorundaydık." dedi doktor. "Melek Hanım'ın size yönelttiği suçlama olayı adli bir boyuta taşıyor. Gidip ifade vermeniz gerekecek."

Kahretsin... Polisler abimi götürmek için gelmişti.

────── • ⋅ ✧ ⋅ • ──────

"Hiçbir şey, kendi sonsuz küçüklüğünü fark eden bir zihin kadar korkunç değildir. Bilim ve teknoloji, insanı evrenin kalbine fırlatır; ancak orada karşılaştığı şey, soğuk bir hiçliktir."
— Blaise Pascal

-*-

MELEK

"Şimdi daha iyi misin?"

Doktorun temkinli bakışlarıyla karşılaşınca başımı salladım. Odada Ömer Bey dışında kimse yoktu, diğerlerinin ne ara gittiğini ben de bilmiyordum. Hayatımın son bir buçuk yılını hatırlamadığımı öğrenince panik atak geçirmiştim. Bunun üzerine, sanki üstüne vazifeymiş gibi, Şeytan bana doğru atılmıştı.

Derdi neydi, onca insanın arasında bana saldırmaya çalışacak kadar delirmiş miydi bilmiyorum ama yanıma geldiğini görmek bile nefesimi kesmeye yetmişti. Gerçek anlamda. O bana yaklaştığında nefesimin giderek daraldığını hissetmiştim, ve nihayetinde şiddetli bir astım krizi geçirmiştim.

Kendime geldiğimde yoktu. Geri dönmemek üzere cehenneme gitmiş olmasını umuyordum.

"Biraz konuşmak ister misin?"

Sessizce boşluğu izlemeye devam ettim. Bacaklarım her zamanki gibi yatakta dümdüz uzanmaktan ötürü ağrıyordu, eklemlerimin bükülmeyi özlediğini hissediyordum. Normal şartlarda kollarımdaki serum iğneleri ve beni monitöre bağlayan kablolar nedeniyle yatakta dümdüz uzanmak dışında hareket şansım yoktu.

Şimdiyse özgürdüm. Astım krizi esnasında kolumdaki serumu çıkarmış olmalıydılar. Beni monitöre bağlayan kablolar da yoktu. Doktorun gitmeye niyetli olmadığını anlayınca yatakta hafifçe doğrulup oturdum. Bacaklarımı karnıma çekip kollarımı dizlerimin etrafına sararken doktor dikkatli bakışlarla beni izliyordu.

"Hareket kabiliyetin yerinde görünüyor." dediğini duydum. "Normalde bu kadar uzun süre komada kalan hastaların kısa süreli de olsa fizik tedavi görmesi gerekir ama anlaşılan senin öyle bir problemin olmayacak."

Cevap vermedim. Doktoru bilerek görmezden gelmiyordum, zihnim cevap vermeyi akıl edemeyecek kadar doluydu. Bir yandan da alabildiğine boş, bomboş hissediyordum. Sanki ayaklarım yerden kesilmişti ama bu uçmak gibi bir his değildi. Daha çok, düşmeye benziyordu. Sonsuz boşlukta hızla aşağı düşerken tutunacak bir yer arıyordum fakat her yerde yeni boşluklar çıkıyordu karşıma.

Tıpkı hafızamdaki boşluklar gibi.

"Seni zorlamak istemiyorum ama az evvel olanlarla ilgili konuşmak zorundayız, Melek." diye inatla sürdürdü konuşmayı. "Ayrıca dün anlaştığımızı sanıyordum. Yakınlarını gördükten sonra benimle iletişim kurmayı kabul etmiştin. Verdiğin sözü tutmaya ne dersin?"

Bunun üzerine başımı çevirip ilk kez doktora baktım. Temiz yüzlü, genç başında bir adamdı. Yüz hatları haftalardır duyduğum ses tonuyla örtüşür nitelikteydi. Geniş bir alın, düz bir burun ve yüksek elmacık kemikleri... Gözleri badem şeklindeydi, kaşları pek dikkat çekmemekle birlikte doğal bir kavisle uzanıyordu. Koyu kahve saçları dalgalıydı; üst kısımları daha uzundu ve biraz dağınık biçimde geriye taranmıştı. Koyu kahve bakışlarında güven veren bir tekdüzelik vardı; genel ifadesi ise düşünceli ve hafif mesafeliydi.

"Siz..." dedim zorlanarak. "Önceden tanışıyor muyduk sizinle?"

"Hayır, unuttuğun insanlardan biri değilim." diyerek gülümsedi. "İsmim Ömer. Ömer Atalay. Bu hastanede çalışıyorum."

"Psikiyatr mısınız?"

Üstü kapalı bir biçimde neden benimle sohbet etmeye çalıştığını sormuştum. Neyse ki bunu hemen kavradı, ve zihnimdeki yanıtlanmamış soruların cevaplarını sıralamaya başladı.

"Hayır, ama sen benim hastamsın." dedi bana. "Buranın sıradan bir devlet hastanesi olmadığını fark etmişsindir. Gözlem yapmayı seven birine benziyorsun."

"Özel hastanede miyim?"

İşte bu kötüydü... Özel hastanelerde basit işlemler bile epey pahalı olabiliyordu. Altı aylık komanın faturasını ödemek için muhtemelen ölene dek çalışmam gerekecekti.

"Hayır, devlete bağlı bir vakıf hastanesindeyiz." diye cevapladı sorumu. "Aslında birkaç ay önce resmen açılışı yapıldı. Burada sadece deneysel tedavi gören çok kritik hastalarla ilgileniyoruz, bir yandan da onları gözlemliyoruz. Böylelikle gördükleri tedaviler hakkında klinik bilgiler edinmiş oluyoruz."

"Sigorta kapsamında mı?"

Altı aylık komadan uyanır uyanmaz bunu soruyor olmak bana da garip gelmişti ama hayatın gerçekleri değişmiyordu. Şimdiden eğer tedavi sigorta kapsamında değilse hukuki olarak paçayı yırtmamın bir yolu var mı diye düşünmeye başlamıştım.

"Herhangi bir ücret ödemeyeceksin, Melek." dedi doktor nazikçe. "O konuda rahat olabilirsin."

Pek rahat hissedemedim. Kaldığım oda devlet hastanelerinde görülmeyecek biçimde lükstü. Gözlerimi açalı çok fazla zaman olmamıştı ama epeydir etrafı dinliyordum ve hastane personelinin bana fazlasıyla özen gösterdiğinin bilincindeydim. Büyük ihtimalle doktorun bahsettiği deneysel tedaviyle ilgili bir şey olmalıydı. Bu soruların tümünü, şimdilik, zihnimde geriye ittim.

"B-bana ne oldu?" diye mırıldandım. "Neden komadaydım?"

Doktor bu soruya hazırlıklı gibiydi. "Hipotermi geçirmişsin." diye cevap verdi teklemeden. "Seni karların arasında ölmek üzereyken bulmuşlar. Hastaneye getirilirken kalbin durmuş, çalıştırmışlar. Fakat hastanede tekrar durmuş ve bu kez uzun süre seni geri getirememişler. Bu durum çoklu organ yetmezliğine yol açmış, o esnada deneysel tedavi için uygun bir aday olarak kabul edilmişsin. Son olarak, kalbin bir kez daha durmuş ve bu da hipoksik beyin hasarına yol açmış. Hafıza kaybının en muhtemel sebebi bu gibi görünüyor."

Birkaç saniye boş boş adamın yüzüne baktım. "Nasıl yani... Ölecek miyim?"

"Hayır, gayet iyi durumdasın." diyerek ilk kez tebessüm etti. "Bu saydıklarımın tümü deneysel tedaviden önceydi. Akciğerlerin hala normal bir insana göre hassas vaziyette, astım krizi geçirmen epey olası ama organ naklini gerektirecek bir durumda değilsin."

"A-ama beyin hasarı dediniz..."

Bir şeyler söyleyecek gibi oldu, fakat sonra hasta kimliğimi anımsayıp vazgeçti. Halbuki ne diyeceğini tahmin edebiliyordum. Gözlerimi açmazdan evvel pek çok kez Ömer Bey'in sesini, onu duyduğumu bilmeden kendi kendine konuşmalarını duymuştum. Bahsettiği deneysel tedavi bana yurtdışındaki bir klinikte uygulanmıştı ve bu konuda onun da bir bilgisi yoktu. Beyin hasarının iyileştirilebilmesini olanaksız bulduğunu, benim durumumla alakalı merak ettiği pek çok şey olduğunu biliyordum.

"Hafıza kaybı dışında, beynin son derece sağlıklı görünüyor." dedi itidalli bir sesle. "Fakat tedavi sürecinde benimle sık sık konuşman gerekecek Melek. Deneysel tedavinin bilişsel becerilerin üzerindeki etkilerini gözlemlemeliyiz. Bunu kaygı verici bir şey olarak algılama lütfen, tedavinin olumlu ve nötr etkilerini de gözlemlemem gerekiyor. Kişiliğin, hayata ve insanlara bakış açın, duygusal dinamiklerin, algılama ve anımsama biçimlerin... Tüm bunlar tedaviyi daha iyi anlamamızı sağlayacak veriler demek."

Benden bir veri yığınıymışım gibi bahsetmesi tuhaf gelmişti ama aynı zamanda da güvende hissettirmişti. En azından neden benimle konuşmaya çalıştığını biliyordum.

"Ne konuşacağımı bilmiyorum." dedim dürüstçe. "Ne düşüneceğimi bilmiyorum. Zihnimde koca bir boşluk var." Duraksadım, aniden başka bir boşluğu daha fark etmiştim. "Ailem nerede?"

"Annen ve kız kardeşinden mi bahsediyorsun?"

Başımı salladım korkuyla. Onların yokluğu zihnimi kötü ihtimallerle doldurmuştu. "İyiler, değil mi?"

"Bildiğim kadarıyla iyiler." diyerek rahatlattı beni. "Ama nerede olduklarını ben de bilmiyorum."

"Anlamadım..." diye mırıldandım. "Uyandığımı bilmiyorlar mı?"

"Kendilerine bilgi verilmiş sanırım." demekle yetindi. Afallamış bakışlarımı görünce iç çekerek devam etti. "Muhtemelen neden seni görmeye gelmediklerini merak ediyorsun... Aslında annenin bu yönde bir talebi olmuştu fakat güvenlik gerekçesiyle reddetmek zorunda kaldık. Zaten onun hakkında bir uzaklaştırma kararı mevcut. Sana yaklaşması kanunen yasak."

Uzun, epeyce uzun bir süre sessiz kaldım. Uyandığımdan bu yana hislerimin normalden daha yoğun olduğunu fark etmiştim. Sanki beynim kaybettiği anıların yerini duygusal tepkilerle doldurmaya çalışıyor gibiydi.

Doktorun anneme dair söyledikleri de beraberinde duygusal bir bombardıman getirmişti. Yoğun olmaktan ziyade, birbiriyle çelişen hislerdi bunlar. Bir parçam anıları baz alarak tepki veriyordu; bunları bir buçuk yıl önce duysaydım yaşayacağım şaşkınlığı yaşıyordum. Diğer parçamsa halihazırda var olan hislerimi keşfederek tepki veriyordu; zihnimin kendi derinliklerinde ne keşfettiğini bilmiyordum ama annemin uzaklaştırma kararı aldığını duymak, anlamsız bir rahatlama hissine sebep olmuştu.

Ve elbette, bu hissi korku takip etti. Hayatımda neler olup bitmişti ki, annemden uzaklaşmış olmak beni rahatlatıyordu? Allah kahretsin, annemden söz ediyorduk!

"Detayları anlatmak için henüz çok erken," diye devam etti doktor. "Gördüğüm kadarıyla sen de sormak istemiyorsun. Fakat şu kadarını bilmen gerek; O gece tartışmışsınız, annen çok öfkelenmiş ve seni hırpalamış. Bunun üzerine gece vakti evden ayrılmışsın ve olaylar zincirini başlatan şey bu olmuş."

Bu kez gerçek bir rahatlama hissiyle iç çektim. Annemin uzaklaştırma kararı aldığını duyunca aklıma korkunç şeyler gelmişti. Bir an için beni bu hale onun getirdiğini bile düşünmüştüm. İstemeden böyle bir şeye vesile olmuş olması onu gözümde affedilebilir kılıyordu.

"Biri bana zarar mı vermiş?" diye sordum doktorun yüzüne bakmadan. "Gece vakti sokakta kalan bir genç kızın başına neler gelebileceğini az çok biliyoruz. Benim başıma ne gelmiş?"

Doktorun yüzünde buruk, fakat anlayışlı bir ifade belirdi. "Gasp, cinsel istismar veya taciz vakası değil. Bildiğim kadarıyla sadece soğukta kalmışsın. Ancak sonra hipotermi geçirmişsin, beraberinde de astım krizi. Seni karların arasında bulup hastaneye götürdüklerinde neredeyse ölmek üzereymişsin."

Ölüm bu kadar basit bir şey miydi? Kendimi bildim bileli astım krizlerim vardı, sıklığı değişirdi fakat hayatımın bir parçası haline gelmişti. Öyle ki, zamanla astım krizinden korkmaz olmuştum. Kriz esnasında korkunç hissettiriyordu fakat nihayetinde en fazla birkaç dakika süreceğini, sonra hayatıma normal bir şekilde devam edeceğimi biliyordum. Bu krizlerden birinin beni ölüme sürükleyeceğine içten içe hiçbir zaman ihtimal vermemiştim.

Fakat karlı bir günde öleceğimi hep biliyordum. Doktorun beni karların arasında bulduklarını söylemesi bu yüzden pek şaşırtmamıştı. Oradan hiç çıkamamıştım ki zaten... Çocukluğumun bir parçası babamın beni bıraktığı ücra sokakta, karların arasında donup kalmıştı. Şimdiyse karların arasında başka bir parçamı bırakmıştım ve içimde bir yerlerde biliyordum ki, aynı şeyi üçüncü kez yaşarsam sonsuza dek karların arasında kalacaktım.

"Her şeyin çok karmaşık göründüğünü biliyorum, Melek." dedi doktor hafifçe bana doğru eğilerek. "Fakat bu karmaşayı tek başına çözmek zorunda değilsin. Tepkilerini sesli dile getirirsen sana yardımcı olabilirim."

Kendi içimde öylesine dalıp gitmiştim ki, adamın hareketiyle oturduğum yerde sıçradım. Verdiğimim tepki karşısında herhangi bir reaksiyon göstermedi.

"B-ben..." diye geveledim. "Düşüncelerimi sıraya koyamıyorum."

Doktora basitçe izah edebileceğim bir şey değildi. Fakat içimde bir yerlerde önem sıralamasını yitirdiğimi biliyordum. Doktor bana pencereyi kapatmamı söylese ve o sırada hastanede yangın alarmı ötmeye başlasa, dışarı fırlamadan evvel gidip pencereyi kapatırdım. Zihnimdeki düşünceler de tıpkı bu şekilde, olağan dışı bir hiyerarşiyle birbirini takip ediyordu.

"Bugün çok yoruldun," dedi doktor sanki bunların tek sebebi buymuş gibi. "Aslında seninle Aras Bey'e gösterdiğin tepki hakkında konuşmak istiyordum ama dilersen biraz erteleyebiliriz."

Çat. Zihnimde ışıklar aniden yandı ve önemsiz detayların arasında kaybettiğim asıl problemimi anımsadım. Şeytan...

"O burada mı?" diye sordum korkuyla. "Polis çağırdınız mı?"

Neden çağırsınlar ki? Ona yönelttiğim suçlama bir buçuk yıl önce yaşanmış bir olayla ilgiliydi. Hafıza kaybımı öne sürerek beni yalancı çıkarması çok da zor olmazdı.

"Evet çağırdım," diyerek şaşırttı beni. "Buradan emniyete götürüldü ama bu sadece bir prosedür. Muhtemelen ifadesini aldıktan sonra Aras Bey'i serbest bırakırlar."

Hiç yoktan iyiydi... Fakat daha da önemlisi, benim lafımı ciddiye almış olmalarıydı.

"Teşekkür ederim..." diye mırıldandım. "Her şey için."

"Ben sadece yapmam gerekenleri yapıyorum." dedi nazik bir baş eğişle. "Şimdi dinlen biraz. Yarın sabah konuşmak için yanına uğrarım."

Doktor gitmeden önce yanı başımda duran serum askılığına bir ilaç enjekte etti. Muhtemelen sakinleştirici türü bir şeydi zira çok geçmeden kaygılarımın silinip gittiğini hissettim. Düşünmem gereken her şey uykulu bir karanlıkta önemini yitirdi, ve nihayet göz kapaklarım dünyayla arama bir perde gibi serildi.

────── • ⋅ ✧ ⋅ • ──────

"Alia ağabeyine baktı ve onun mutlak üzüntüsünü algıladı. Paul'ün yanağındaki bir gözyaşı damlasına Fremenlere özgü saygıyla dokunarak şöyle dedi: "Sevdiklerimiz göçüp gitmeden önce onlar için kederlenmemeliyiz."

"Onlar göçüp gitmeden önce..." diye fısıldadı Paul. "Söylesene küçük kardeşim, önce nedir?""

—Frank Herbert, Dune Mesihi

-*-

LAVİNİA

"Şimdi benim anlamadığım bir şey var." dedi Mert. "Aras gerçekten Melek'i kazan dairesine mi kapatmış?"

"Abim yapmaz öyle şey. Yaptıysa da mantıklı bir açıklaması vardır."

Mert bana yandan, imalı bir bakış attı. "Birileri abisinin kıymetini anlamış gibi görünüyor."

Savunmaya geçmek yerine her zamanki gibi sessiz kalmayı tercih ettim. Mert'le birlikte hastanenin kafeteryasında oturuyorduk. Epeyce geniş ve hafif elips şeklinde, kocaman bir atriyuma benzeyen ferah bir alandı burası. Hastaneye bağlanan kapının hemen yanında terrazzo bir tezgah başlayıp yarım daire çizerek büfeyi içine hapsediyordu. Binaya bağlı olan hariç, duvarların tümü yerden tavana kadar uzanan panoramik pencerelerle kaplıydı.

Pencerelerin önüne banket koltuklar ve dikdörtgen masif masalar dizilmişti; orta alandaki bistro masalardan daha konforluydu bunlar. Herhangi birine oturunca bahçeyi, hatta bahçe duvarlarının ötesinde kaynayan İstanbul dinamizmini görmek mümkündü. Etraftaki detayları irdelemek Mert'i görmezden gelebilmemi kolaylaştırıyordu.

Benden cevap alamayınca "Acaba biz de mi karakola gitseydik?" diye iç çekti. "Doktor görüşmemize izin vermiyor zaten, en azından orada bir işe yarardık."

"Babam gitti zaten. Bence ifadesini alıp bırakırlar abimi, muhtemelen birazdan onlar da buraya gelir."

Melek'in kazan dairesi suçlamalarının ardından doktor hastaneye polis çağırmıştı. Görevini yaptığını biliyordum, fakat yine de bu kadar cevval olması tuhaftı. Neticede komadan yeni uyanmış, hafıza kaybı yaşayan bir hasta vardı karşısında. Aklının bir hayli karıştığı ortadaydı. Doktorun ortalığı ayağa kaldırmadan evvel en azından abimle konuşmasını beklerdim.

"Doktor tuhaf biri, öyle değil mi?"

Belli ki Mert de benimle aynı fikirdeydi. Fakat düşüncelerimi onunla paylaşmak istemedim, temelsiz hislerdi neticede.

"Bilmem, işinin ehli birine benziyor."

"Neyi kastettiğimi anladın Lavinia... Adamın Aras'a olan tutumundan bahsediyorum."

"Hastasının güvenliğini sağlamaya çalışıyordu bence."

"Her konuda politik doğruculuk yapmak zorunda mısın?"

"Her konuda benimle tartışmak zorunda mısın?"

Homurdanmakla yetindi. Aylar sonra onu ilk kez görüyordum ve yapabildiğimiz tek şey birbirimize laf sokmaktı. Mert'e olan hislerim bazen bana bile tuhaf bir şaka gibi geliyordu. İnsan neden hiçbir konuda uzlaşamadığı birini severdi ki?

Uzun bir sessizliğin ardından "Niye koptuk biz Lavinia?" dedi usulca. "Yaz boyu kaç kez aradım, bir kez olsun telefonlarımı açmadın."

Çünkü Mert de abim gibiydi. Yaz boyu beş altı kez beni aramıştı fakat derdinin gerçek bir iletişim kurmak olmadığını biliyordum. Mert'in iletişim anlayışı düzenli olarak haberleşmekten ziyade, ara sıra enerji patlamaları şeklinde yoğun irtibatlar kurup sonra kendini geri çekmekti. Aradığında telefonunu açsaydım muhtemelen saatlerce sohbet ederdik, hayatımda olup biten her şeyi ona anlatırdım fakat ertesi gün aradığımda ona ulaşamazdım.

"Kusura bakma, muhtemelen görmemişimdir."

"Basitçe telefonunu açmak istemedim diyebilirsin."

"Teşekkürler ama verdiğim cevaptan memnunum."

"Ben memnun değilim." diye söylendi. "Son aylarda ülkede yaşananların farkında mısın sen? Telefonlarımı açmak istemesen bile en azından bir mesaj atıp iyi olduğunu söyleyebilirdin. Ben de her seferinde iyi olup olmadığını kendim teyit etmek zorunda kalmazdım."

Duyduğum sözler, Mert'ten gelen beş altı aramaya farklı bir gözle bakmamı sağladı. Beni aramasının sebebi ara sıra ortaya çıkan irtibat kurma hevesi değildi. Kriz anlarında iyi olup olmadığımı sormak için aramıştı ama şu ana dek bu örüntüyü fark etmemiştim. Birkaç aramasını reddederken onun anlık sohbet etme hevesine öfke duyduğumu hatırlıyordum. Ülkede çıkan her olaydan sonra telefon açan birinin sohbet etmek için aradığını neden düşünmüştüm ki?

"Affedersin." dedim ani bir mahcubiyetle. "Ben o sebeple aradığını düşünemedim herhalde... Yoksa geri dönüş yapardım."

Yüzündeki ifade gevşeyiverdi. "Dönüş yapıp yapmaman sorun değil ki... Sadece senden haber alabilmek istiyorum. Farkında değilsin ama tam bir kapalı kutusun bana karşı."

"Ben mi kapalı kutuyum?"

"Bana karşı öylesin. O Özgür denen herife karşı öyle olmadığını biliyorum."

Özgür'le arkadaşlığımız biteli epey olmuştu ama bu detayı bildirme gereği duymadım.

"Çünkü Özgür bana karşı hep açıktı."

"Ben değil miyim yani? Tanrı aşkına, beni uzaktan tanıyan insanlar bile neler yaptığımı, nerelerde olduğumu az çok bilir. Gizli saklı yaşayan sensin asıl." Derin bir nefes alıp sakinleşmeye çalıştı. "Bak aramızdaki sorunun sadece senden kaynaklanmadığını elbette biliyorum. Mesela geçmişte birkaç kez ben de senin aramalarına cevap vermemiştim ama müsait olur olmaz geri arıyordum. Aylarca sırra kadem bastığım hiç olmazdı. Anlatabiliyor muyum?"

Normalde iki laf yedim diye hemen tetiklenmezdim. Öfkeyle ani çıkışlar yapmak genelde Melek'in düsturuydu, ben fikirlerini kendine saklamayı tercih edenlerdendim. Fakat Mert'e olan hislerim itidalli duruşumu zedeliyordu. Apaçık iki yüzlülük yapmasına sessiz kalamadım.

"Haklısın." dedim olgun bir tavırla. "Hatta bir keresinde ne olmuştu biliyor musun? Sana ulaşamayınca sinirlenip gruptaki diğer çocukları aramıştım. O gün aile yemeğiniz varmış, o yüzden provaya gelemeyeceğini söylemişsin."

Kavga girişimini karşılıksız bırakmamı garipsemedi. Kısa bir duraksamanın ardından ayak uydurdu bana. "Evet, bizimkiler sever toplu aktiviteleri. Aslında eğlenceli de oluyor, belki bir gün sen de bize katılırs—"

"A ben o gün sizin evi de aramıştım zaten." diyerek lafını kestim sevimli bir tavırla. "Çocuklardan aldım numarayı, şansa bak ki telefonu annen açtı. Bana senin spor salonuna gittiğini söylemişti."

Yüzündeki keyifli sırıtış sekteye uğradı. "Öyle mi? Etkinlikten sonra gitmişimdir muhtemelen."

"Pek sanmıyorum çünkü o gün annenden spor salonunun numarasını da almıştım. Epey inatçı bir günümdeydim herhalde... Her neyse, orayı da aradım. Spor hocan o günkü seansı iptal ettiğini söyledi, müzik grubunla provan varmış." Yüzümdeki yapmacık tebessümü bir kenara bıraktım, başımı çevirip gözlerine baktım. "Çok ilginç değil mi, Mert? Seni uzaktan tanıyan insanlar bile nerede neler yaptığını biliyor ama gel gör ki, hepsi farklı biliyor. Gerçekte neler yapıyorsun acaba?"

"Gizli gizli dünyayı kurtarıyorum." dedi. Sonra gözlerini devirerek ekledi. "Kırk yılda bir aramışsın, onda da muhtemelen kafa dinlemek istediğim bir ana denk gelmişsin Eurydice."

"Eurydice mi? O da ne demek?"

Omuz silkti. "Hiç, önemsiz bir şey." Ardından aklı sıra konuyu değiştirdi. "Sahi, ne için aramıştın o gün?"

"Hiç," dedim. "Önemsiz bir şeydi."

Üstelemedi. Sırtımı bankete yaslayıp kollarımı göğsümde kavuşturarak dışarıyı izlemeye koyuldum. Çaktırmamaya çalışsam da kalp atışlarım deli gibi hızlanmıştı. Eurydice Yunan mitolojisinde müzisyen Orpheus'un sevgilisi olarak bilinirdi. Mert ilk kez bu kadar net bir imada bulunuyordu bana karşı... Belki de anlamazdan gelmek yerine üstüne gitmeliydim.

İç çektim. Gerçek şu ki, Mert'in peşine düşecek enerjim yoktu. Başımda tüm dünyayı parmağında döndürme potansiyeline sahip bir abi vardı zaten. Babamın ve dayımın da ondan geri kalır yanı olduğu söylenemezdi. Üçü de o kadar başına buyruk, kontrol edilmesi olanaksız kişiliklerdi ki hayatlarındaki insanlara endişelenmekten başka çare bırakmıyorlardı. Bu denkleme bir de Mert'i ekleyemezdim, hele ki o beni itinayla dışarıda tutuyorken...

Güneş şehrin semalarında kademe kademe alçalırken sessizce oturmaya devam ettik. Bir ara Mert büfeye gidip ikimize çay getirdi. Karton bardaklardan birini dudaklarıma götürürken ona olan öfkemin kıyılardan çekildiğini hissettim. Her şeye rağmen içimdeki bir parça onun burada olmasından, bir türlü kavuşamasak da beni sevgilisi olarak gördüğünü bilmekten memnundu.

"Bu arada Aras ne durumda?" diye sordu çayını yudumlarken. "Bugün bayağı kötü görünüyordu. Melek'in tedavi sürecinde ne halde olduğunu düşünemiyorum bile... Sen onların yanına gitmiştin, değil mi?"

Hemen gidememiştim. Abim Melek'i mart ayında yurtdışına götürmüştü, bense okul yüzünden burada kalmıştım. Peşlerine düşebilmem için dönemin bitmesini beklemem gerekmişti.

Elbette Aras Karadağ'a ulaşmak, hele ki o bulunmak istemiyorken, kolay bir iş değildi. Fakat başka insanların aksine benim birtakım taktimlerim vardı. Korumalarından birine gidip abimin yanına gitmek istediğimi, eğer beni götürmezlerse bu konuda dayımdan yardım isteyeceğimi söylemiştim. Ertesi gün Alper abi kapıyı çalıp abimin benimle görüşmek istediğini haber vermişti.

Bir yığın güvenlik önlemi, özel uçaklar ve karmaşık rotalarla dolu yolculuğun ardından kendimi dağ başındaki bir tesisin ziyaretçi alanında otururken bulmuştum. Çok geçmeden abim benimle görüşmeye teşrif etmişti.

Eğer Suzan olayını öğrenmiş olmasaydım onu gördüğümde öfkeden deliye dönerdim. Keyfi gayet yerindeydi çünkü, sanki oraya bir iş gezisi için gitmişcesine enerjik ve zindeydi. Melek'in durumunu sorduğumda "Deneysel bir tedavi uyguladılar ve bayağı iyi gidiyor." demekle yetinmişti. "Organ nakline gerek bile kalmayacak. Birkaç aya Türkiye'deki bir hastaneye nakledilip sonra da taburcu olur."

Sıradan bir insan bu açıklamayı sevinç gözyaşlarıyla karşılayıp bir mucize olarak kabullenirdi. Fakat ben organ naklinin ne demek olduğunu biliyordum, iflasın eşiğine gelmiş organları kurtarmanın imkansıza yakın olduğunu da... Bu nedenle abimin söylediklerine pek inanmamıştım. Onun acı gerçeği kabullenmekten kaçtığını, Melek'in ölmek üzere olduğunu düşünüyordum.

Ta ki, bugün gerçeği gözlerimle görene dek...

"Kısa bir ziyaretti." diye cevap verdim Mert'e. "Melek'i görememiştim, sadece abimle görüştüm."

"Aras onu nereye götürmüş ki?"

"Hiçbir fikrim yok. Kulağa komik gelecek ama beni götürdükleri yerin hangi ülkede olduğundan bile emin değilim. "

Mert gövdesini öne eğip avuç içlerini banketin kenarlarına yasladı. Benim aklım hala Melek'in mucizevi iyileşme sürecindeydi. O ise belli ki başka bir detaya takılı kalmıştı.

"Nasıl yani, gittiğin ülkenin damgası pasaportunda yok mu?"

"Özel uçakla gittim, pasaport kontrolünden de geçmedim." Omuz silktim hafifçe. "Ayrıca nereye gittiğimi biliyor olsam bile neden söyleyeyim ki? Belli ki abim gizli kalmasını istiyor."

Bu gizliliğin sebebini anlamak çok zor değildi. Melek'in kalbi durduğunda hastanede sadece ben, Nazenin, babam ve abim vardı. Bizler durumun ciddiyetine birinci elden şahit olmuştuk. Fakat abim o durumda bile Melek'in sağlık durumunu, beyninde gelişen ödemi, iflasın eşiğine gelen organlarını bizlere anlatmamıştı. Doktorla görüştüğümde bu detayları kendim öğrenmiştim.

O gün hastanede olmayanlar ise çok daha az şey biliyordu. Bu nedenle Melek'in iyileştiğini duyduğumuzda herkes bu habere sevinip şükretmişti. Benim sevincim ise, abime yönelik endişelerimin altında eziliyordu.

"Sen harbiden değişmişsin." dediğini duydum Mert'in. "Abine yönelik bu tutumun... Günün birinde ona karşı korumacı olacağın aklımın ucundan bile geçmezdi."

Hah. İnsanlar dışarıdan gördükleri manzaraya aldanıp abimle olan ilişkimi yargılamaya bayılıyordu. Halbuki ben kendimi bildim bileli onun arkasını kollamıştım. Babam bize böyle öğretmişti çünkü... Ne olursa olsun, aileni her zaman dışarıdaki insanlara karşı savun. Fakat bunu sözlerimle yapmak zorunda değildim. O nedenle Mert'e itiraz bile etmedim.

"Sadece onun için endişeleniyorum." dedim konuyu değiştirerek. "Yazın yanına gittiğimde böyle değildi... Nasıl desem... Anormal olacak seviyede iyi görünüyordu, enerjikti, sürekli hareket halindeydi. Fakat Türkiye'ye döndüğünden beri onu her gördüğümde biraz daha kötüye gitmiş oluyor."

"Eh, başka ne olacaktı ki?" dedi Mert bilmiş bilmiş. "Aras'ı biliyorsun, problemin içindeyken sadece çözüme odaklanır. Melek'in durumu da onun için çözülmesi gereken bir problemdi. Hissetmesi gereken her şeyi çözüme ulaşana dek ertelemiş olmalı."

Mantıklıydı söyledikleri... Abim hakikaten de kriz anlarında duygusal emareler göstermezdi. Başımıza gelen hiçbir felakette onu bir köşeye çökmüş acı çekerken bulmamıştım. Fakat her şeyin yolunda gittiği dönemlerde, ara sıra sebepsiz bir durgunluk çökerdi üzerine. Böyle zamanlarda benim bilmediğim bir derdi olduğunu sanırdım ama Mert'in teorisi daha mantıklıydı; belki de abim sadece atlatılmış felaketlerin geciken buhranlarını yaşıyordu. Başımı çevirip yarı şaşkınlık, yarı hayranlıkla Mert'e baktım.

"Nasıl oluyor da abimin duygularını benden daha iyi tanıyorsun?"

"İnsanların duygularını çözümlemekte ustayımdır." dedi kibirli bir sırıtışla. Bakışlarım yanağındaki gamzeye takılı kalınca ona kızamadım. Fakat aynı çukura tekrar düşmeye de niyetim yoktu. Mecburen başımı cama doğru çevirip ondan uzaklaştım.

Pencereden dışarı bakarken otopark tarafına ilerleyen tanıdık bir aracın görüntüsü takıldı gözlerime. Abimin arabasıydı bu. Birkaç saniye sonra başka bir tanıdık araç, babamın arabası, bahçe kapısından otoparka yöneldi. Sessizce masadaki çay bardağından son bir yudum aldım. Sandalyeyi geriye itip ayağa kalkarken abimle babam da kadrajıma girmişti.

"Nereye?"

Başımla dışarıyı işaret ettim. Benim ikili öfkeli birer gök gürültüsü gibi hastaneye doğru ilerliyordu. İkisinin de suratı kıpkırmızı kesilmişti, babamın sinirden titreyen bıyıklarına bakılırsa yine kavga etmişlerdi.

"Bence biz gitmeyelim." dedi Mert. "Zaten onlar doktorun yanına giderler direkt."

Yüzündeki gergin ifadeyi görünce gülmemek için kendimi zor tuttum. Karadağ erkeklerini kavga ederken görmenin başka insanlar için korkutucu bir manzara olabildiğini biliyordum ama ben uzun zaman önce bağışıklık geliştirmiştim. Hırgür çıkarmak abimle babam için birbirlerini önemsediklerini ifade etmenin tuhaf bir yöntemiydi sadece.

"Biliyorum, ben de doktorun yanına gideceğim." dedim. "Ama sen eve gitsen iyi olur Mert. Baksana bizimkiler gergin zaten, şimdi seni görürlerse iyice saçmalarlar."

"Benim için sorun değil ama sen rahatsız olurum diyorsan—"

"Evet öyle diyorum. Git lütfen."

Hemen gideceğini düşünmüştüm ama masanın etrafından dolaşıp yanıma geldi. Eğilip yanağıma ufak bir öpücük bırakırken "Seni tekrar arayacağım." dediğini duydum. "Eğer telefonumu açmazsan evinize gelirim. Anlaştık mı?"

Muhtemelen gelirdi. Mert'in yersiz anlarda ortaya çıkan tuhaf bir korkusuzluk özelliği vardı. Benimse ona karşı apaçık bir zaafım vardı. Yarı ciddi tehdidi telefonlarını açmam için yeterli bir bahane olmuştu bile.

"Tamam, açarım." dedim saçımı kulağımın arkasına sıkıştırırken. "Hadi, git artık."

Yüzünde sevimli bir tebessümle göz kırptı bana. Arkasını dönüp kafeteryanın bahçeye açılan kapısına yürürken birkaç saniye onu izledim. Tam çıkışa vardığında duraksadı. Sonra sanki hala orada olup olmadığımdan emin değilmiş gibi tereddütle arkasına baktı.

Gülümseyerek el salladım.

────── • ⋅ ✧ ⋅ • ──────

"Ayrıntılar, gerçeklerle dolup taşabilirler ama gerçeklerin anılarıyla asla."

—Jorge Luis Borges

-*-

MELEK

Günlük tutmaktan hoşlanmıyorum. Mantıksız geliyor. Güzel şeyleri yazıya dökmek onların bittiğini kabullenmek demektir. Kötü şeyleri yazı dökmekse onları kalıcı hale getirir.

Halbuki ben unutmayı yeğlerim.

---

Tekrar deneyeceğim. Bu günlük işi önemli gibi görünüyor. Ömer Bey özellikle rica etti. Bendeki duruma, yani geçmişi hatırlayamama durumuna retrograd amnezi deniyormuş. Fakat genelde bunun beraberinde anterograd amnezi denen bir durum da gelirmiş; yani yeni anılar oluşturmakta güçlük çekme durumu.

Ömer beye "Balık hafızalı olmak gibi bir şeyden bahsediyorsanız ben normalde de öyleyimdir." diye belirttim ama sanırım pek ciddiye almadı. Söylediğim pek çok şey gibi buna da kahkahalarla güldü. Sonra da hiç değilse birkaç haftalığına günlük tutmam konusunda ısrarcı oldu.

Günlüğe neler yazılması gerektiğinden pek emin değilim. Umarım bunlar yeterlidir.

---

O günden sonra Şeytan'ı hiç görmedim.

Kabuslarımı saymazsak.

---

Az önce Nagehan hemşire kontrole geldi. Kırk beş dakika boyunca hastane dedikodularını dinledim. Arada diğer hastaları da çekiştirdi, 504 numarada burnu havada bir sosyetik kalıyormuş. "Başhekime beni şikayet etmiş haspam." diye söylendi durdu. "Neymiş efendim, çok konuşuyormuşum. Kız Allah aşkına çok mu konuşuyorum ben?"

Çok konuşuyordu. Fakat ben rahatsız olmuyordum bundan, aksine hastane dedikodularını dinlemek hoşuma gidiyordu. O yüzden yalan söyledim.

---

Annemin yokluğuna alışamıyorum.

Şu anki hayatıma komple alışamıyorum. Zaman öylece geçip gitmemiş, diğer insanlarla olan ilişkilerimi de değiştirmiş. Gıcık olduğum insanlarla arkadaş olmuşum, arkadaşlarımı aslında hiç tanımıyormuşum, ailemden uzaklaşıp annemden kopmuşum, yeni insanlar girmiş hayatıma, Ömer beyin söylediğine göre Şeytan'la bile arkadaş olmuşum.

Başlarda bunlar bana inandırıcı gelmiyordu. Bir çeşit komplo teorisinin içinde olduğumu varsaymak daha kolaydı. Fakat bugün duştayken bir şey fark ettim.

Göğsümün altında per aspera ad astra yazıyor. Dövme yaptırmışım.

Aniden kendime bile yabancılaştım.

---

Aras. Aras. Aras. Aras. Aras. Aras. Aras.

Adını yazabiliyorum. Senden korkmuyorum.

̶K̶o̶r̶k̶u̶y̶o̶r̶u̶m̶.̶

---

Bugün tesadüfen hükümetin değiştiğini öğrendim. Hala aklım almıyor... Kendimi bildim bileli ülkeyi aynı hükümet yönetiyordu, onların yokluğu gerçekçi bir ihtimalden çok ütopik bir hayal gibiydi. Günün birinde hükümet değişse bile bunun çok büyük etkileri olacağını, ülkedeki çiçeklerin renginin bile tersine döneceğini sanıyordum. Halbuki alelade bir genel seçimle gidivermişler.

Birkaç kişiye neler olduğunu sordum ama insanlar bir olayı özetlemekte pek başarılı olamıyor. Bazı siyasilerin tutuklandığını söylediler, bazıları yurtdışına gitmiş, yeni gelen hükümeti de pek sevememişler çünkü ekonomi hala düzelmemiş. Dolar iki ay önce yedi liraya kadar yükselmiş, ama yeni hükümet ekonomik çöküşle ilgilenmek yerine parlamenter sisteme dönme çabası içindeymiş. "Oğuz Mete Arca o makamın ağırlığını taşıyamadı." dedi bir hasta bakıcı. "Adamı ülkeyi düzeltsin diye cumhurbaşkanı seçtik, tutturmuş parlamenter sisteme dönelim diye... Başbakanlık falan tekrar gelecekmiş, ekonominin hemen düzelmesini beklemeyin diyor... Nah seçilir bir daha."

Böylelikle Demokrasi ve Milli Savunma Partisi'nin seçimi kazandığını öğrenmiş oldum. Son hatırladığımda yeni kurulmuş bir partiydi bu, en büyük vaatlerinden biri ülkedeki iki milyon mülteciyi göndermekti. Birkaç kişiden genel başkanına dair övgüler duymuştum, partinin adı çok uzun olduğu için baş harflerinin kısaltması olan DMS Parti adıyla anılıyordu.

"Hakikaten eskiden öyle diyorduk, değil mi?" dedi hasta bakıcı. "Şimdilerde Milli Parti diyoruz, televizyonda duya duya dilimiz alışıvermiş."

────── • ⋅ ✧ ⋅ • ──────

Geleceği görme şansınız bunu nasıl kullanırdınız?

Ben kullanmazdım. Küçük bir çocukken bile, bu tür retorik sorular beni dehşete düşürürdü. Düşüncelerimle nesneleri hareket ettirebilmeyi istemezdim. Ya düşüncelerime hakim olamazsam ve birinin kafasına koca bir arabayı fırlatırsam? İnsanların zihnini okuyabilmeyi istemezdim. Ya orada dehşet verici, iğrenç, tahammül edilemez şeylerle karşılaşırsam? Ve geleceği görmeyi elbette istemezdim. Ya gördüğüm gelecekte ben yoksam?

Üstelik çok kötü şeylerle de karşılabilirdim. Kendimi berbat bir hayatın içinde, çok büyük hatalar yapmış ve yanlış kararlar almış bir vaziyette bulabilirdim. Bir hastalıkla pençeleşiyor olabilirdim, sakat kalmış olabilirdim, geri dönüşü olmayan yollara sapmış olabilirdim. Veya basitçe, hayal ettiğim hiçbir şeyi gerçekleştirememiş olabilirdim. Geleceği görmek içinde ne olduğunu bilmediğin karanlık bir kutuyu açmaya benziyordu. Cesur insanlara saygı duyardım ama ben hiçbir zaman böyle bir riske girecek kadar meraklı olmamıştım. Bilmemek daha iyiydi; ve daha güvenli.

Şimdiyse aynı şeyi geçmişim için hissediyordum. Zira tıpkı geleceğim gibi, ömrümün son bir buçuk yılı da bilinmezliklerle doluydu. Şu an bulunduğum konuma bakılırsa iyi şeyler yaşamamıştım, doğru kararlar almamıştım. Öyle ki, ailem bile beni yapayalnız bırakmıştı.

Günlüğümü çekmeceye koymuştum ki, odanın kapısı çalındı. Birkaç saniye sonda Nagehan hemşirenin içeri uzanan sevimli kafasıyla karşılaştım.

"Arkadaşların seni ziyarete gelmiş." dedi canayakın tebessümüyle. "Kantinde bekliyorlar. Görüşmek istersen onları buraya getireceğim."

Tedirginlikle olduğum yerde toparlandım. "Hangi arkadaşlarım gelmiş?"

"Merak etme, geçen seferki beyefendi yok." diyerek zihnimdeki soruyu cevapladı. "Bunlar okuldan arkadaşlarınmış. İstemiyorsan söyle bak, doktor izin vermedi diye yollarım hepsini. Mahcup falan olmazsın."

Derin bir nefes aldım. "Yok gelsinler lütfen. Teşekkür ederim haber verdiğin için."

Hayali bir öpücük attı bana, ardından kapıyı çekip odadan çıktı. Nagehan hemşire sayesinde hemşirelerin hayatımızda ne kadar önemli olabileceğini anlamıştım. Öylesine pozitif ve güven verici bir tavrı vardı ki, anında etkisi altına giriyordum.

Hatta bazen gereğinden fazla etkileniyordum... Nagehan hemşire gittikten sonra özgüvenli tavrım kayboluverdi. Arkadaşlarımı görecek olmak içimde anlamsız bir paniğe yol açmıştı. Neydi beni korkutan şey?

Birkaç dakika sonra odanın kapısı açıldığında cevabımı aldım.

Değişim. Evet, beni korkutan şey değişimdi. Dünyanın geri kalanının değiştiğini görmekten, bu değişimle yüzleşmekten korkuyordum. Üstelik ben de bir parçasıydım bu değişimin. Hatırlamıyor olsam da hayatımda pek çok şey değişmişti, göğsümün altına kazılı dövme bunun somut bir kanıtıydı. O değişim yığınının içinde hoşuma gitmeyecek şeyler bulmaktan korkuyordum.

Karşımdaki çehrelerin hepsi tanıdıktı, anlaşılan o ki son bir buçuk yılda hayatıma yeni insanlar girmemişti. Mert ve Lavinia ile olan dostluğum devam ediyordu, hatta galiba daha da yakınlaşmıştık. Fakat bazılarının varlığı beklenmedikti. Sinem gibi...

"Melek selam." diye tane tane konuştu Mert. "Ben Mert." Elini göğsüne koyarak kendini gösterdi. "Beni tanıyorsun, değil mi?"

"Sitcom karakteri misin sen geri zekalı?" diyerek Mert'in kafasına bir fiske patlattı Sinem. "Heceleyerek konuşuyor ya, delireceğim!"

"Heceleyerek konuşmadım ben."

"Elinle kendini işaret ederek adını söyledin kahrolası. Dilimizi öğretmen gereken bir uzaylı yok karşında!"

"Oha sen Arrival'ı izledin mi?"

"Ne?"

"Boşver." dedi Mert umutsuzca iç çekerek. "Bir anlığına senin Survivor dışında bir şey izlemediğini unutmuşum."

Sinem komodindeki vazoyu Mert'in kafasına fırlatmaya hazırlanır gibi havaya kaldırınca diğerleri müdahale etmeye çalıştı. Bense yalnızca izliyordum. Ve anlam vermeye çalışıyordum.

Sinem ve Mert ayrı ayrı tanıdığım insanlardı fakat onlara dair izlenimlerim şahit olduğum manzarayla örtüşmüyordu. Sinem'in benim ziyaretime gelmesi bile izlenimlerime aykırıydı. Bildiğim kadarıyla kendisi nefret ediyordu benden, zamanının büyük bir kısmını Arzu'ya zorbalık yapmaya ayırdığı için ben de ondan gıcık alıyordum. Mert'le yakın arkadaş gibi atışıp durmaları bir tiyatro oyunu izliyormuşum gibi hissettiriyordu.

"Mert yeter artık!" diye yükseldi Lavinia. "Buraya sizin atışmanızı dinlemek için gelmedik."

Bir başka tuhaflık daha: Lavinia Mert'i azarlıyordu. Lavinia'nın sesini yükseltmesi bile anormal bir durumdu. Üstelik giyim tarzı da değişmişti. Benim hatırladığım Lavinia bol ve sade kıyafetler tercih ederdi, imajından ötürü onu ilk gördüğümde oğlan çocuğu sanmıştım. Şimdiyse absürt denecek tarzda renkli, tuhaf, uyumsuz giysiler vardı üzerinde. Yarı zamanlı palyaçoluk yapıyormuş da iş çıkışı buraya uğramış gibiydi.

"Melek nasılsın?"

Sinem'in sorusuna önce tuhaf bakışlarla, ardından gerginlikten çatallanmış sesimle cevap verdim. "İyiyim, sağol." Ardından nezaketen bir şeyler daha söyleme ihtiyacı hissettim. "Yeni saçların yakışmış."

Onu son gördüğümde kızıldı. Benim saçlarım gibi turuncuyla kırmızı arasında bin farklı renkten oluşan bir kızıl değil; solcu kızılı dedikleri türden koyu bir kızıldı. Boya olduğunu biliyordum ama yine de onu o renkle özdeşleştirmiştim. Şimdiyse saçlarında sarı ombre vardı. İtiraf etmeliyim ki, ona epey yakışmıştı.

"Teşekkür ederim." dedi yatağımın yanındaki koltuğa otururken. Çaresiz bir tavırla ellerini kucağında birleştirdi. "İnanmayacaksın ama son bir buçuk yılda ikimiz arkadaş olduk. Benim için de büyük şoktu, emin olabilirsin."

"Nasıl arkadaş olduk?" diyebildim.

Tuhaf olan şey, bunun bana yeterince tuhaf gelmemesiydi. Sinem'i görünce tetiklenen bir antipati yoktu içimde. Bende yarattığı negatif izlenimler silinip gitmiş gibiydi.

"Bizim şey, eee, birlikte çalışmamızı gerektirecek bir şey vardı." dedi tereddütle. "Her gün görüşmek zorunda kalıyorduk. O dönem arkadaş olduk."

Pekala, bu kafa karıştıcıydı.

"Sen tıp okumuyor muydun? Birlikte neye çalıştık ki?"

"Bir çeşit sosyal sorumluluk projesi gibi düşünebilirsin."

Mert boğulur gibi bir gülme sesi çıkardı. "Daha kötü anlatamazdın."

"Gel sen anlat o zaman geri zekalı. Doktor tembihlediği için üstü kapalı konuşmaya çalışıyoruz burada."

"Boşverin, kapatalım konuyu." diyerek araya girdim. Söylemekten çekindiği şey her neyse ağır bir bilgi gibi duruyordu. Şu an ağır şeyler öğrenmeye hazır hissetmiyordum.

"İstersen kantine gidebiliriz Melek. Bir şeyler içeriz orada."

Başımı iki yana salladım. Odadan çıkmaya da hazır hissetmiyordum.

"Peki öğrenmek istediğin bir şeyler var mı?" diye lafı devraldı Mert. "Doktor öğrenmek istediğin şeyleri söylememizde sakınca olmayacağını söyledi."

"Bilmiyorum..." diye geveledim. Sonra aklıma bir şey geldi. "Sınıfta kaldım mı?"

"Biliyor musun, ben de ilk bunu sorardım." diyerek kahkaha attı Lavinia. "Hayır, sınıfta kalmadın. Ortalaman epey yüksek olduğu için sadece ikinci sınıf güz döneminin derslerinden kaldın. Onları bu yıl alttan alman gerekecek."

Hayır ya... Korkuyla sordum. "Ortalamam ne kadar düştü?"

Lavinia'nın yüzünde beliren çaresiz ifade epey düştüğünü gösteriyordu. Kahretsin. Birincilikle mezun olma hayallerim suya düşmüştü. Daha da önemlisi...

"Bursum." dedim aniden. "Bursum kesilmiştir öyleyse."

Birden üçü de sessizleşti. Bu sessizliği de kötüye yordum elbette. Bursum olmadan nasıl devam edecektim okula? Devlet okullarından birine geçmem gerekecekti ama kahretsin ki ortalamam da düşmüştü. Belki merkezi geçişle iyi bir okula yerleşebilirdim. Tabi geçiş tarihlerini çoktan kaçırmadıysam...

"Bursun devam ediyor." diyerek beni düşüncelerden çekip çıkardı Lavinia. "Sağlık durumun sebebiyle komite bursunu kesmedi."

Şaşkınlıktan sevinemedim bile. "Gerçekten mi?"

Lavinia başını sallayarak onayladı. "Senin gelecek vadeden bir öğrenci olduğunu biliyorlar Melek. Burs vermelerinin sebebi temelde bu değil mi?"

Mantıklıydı... Normal şartlarda hayattan bu kadar büyük şanslar beklemezdim ama başıma gelenlerden sonra iyi bir haberi reddetmek istemedim. Sorgulamak yerine ayak uydurmak daha kolay geldi.

"Bir şey daha öğrenmek istiyorum." dedim bu kez gerçekten heveslenerek. "Hükümet gerçekten değişti mi?"

"Evet başardık." diye sırıttı Mert. "Seçim gecesi kutlamaları görmen lazımdı Melek... Gerçi sabaha karşı ortalık epey karıştı ama yine de güzeldi. Torunlarıma anlatacağım bir başarı oldu benim için."

Sinem gözlerini devirdi. "Öyle bir anlatıyor ki sanırsın kendisi cumhurbaşkanı seçildi..."

"Kazanmasında payım olduğunu inkar edemezsiniz hanımlar. Oğuz Mete Arca şu an benim gibiler sayesinde o koltukta oturuyor."

Bu kez Lavinia sataştı ona. "Kafan karışmasın Melek, benim gibiler derken Twitter tayfadan bahsediyor. Seçim dönemi Mert ve arkadaşları sabah akşam tweet atarak devrim gerçekleştirdiklerine inanıyorlar."

Elimde olmadan güldüm. Bunun üzerine Mert iyice bozulmuş gibi göründü.

"Dünyanın en apolitik insanı olarak beni eleştirmeye hakkın var mı cidden Lavinia? Sinem gibi gizli AKP'li olsan anlarım da senin siyasetle alakan bile yok."

"Yemin ederim seni geberteceğim." diye hırladı Sinem. "Kız hafızasını kaybetti beyinsiz maymun! Saçma şakalarını gerçek sanıp iyice nefret edecek benden."

"Sorun yok, ciddiye almadım." dedim mırıldanarak. Sinem'in ondan nefret etmemden korkması tuhafıma gitmişti. Bu esnada Lavinia hala Mert'i susturmaya çalışıyordu.

"Mert sen ne anlarsın politikadan ya?" diye söylendi. "Gözlerini aç artık, ülkede her şey güllük gülistanlık değil. Ben bile bunu dile getirebiliyorum."

"Evet ama olacak! Adama fırsat vermiyorlar ki... Bir günde ekonomiyi ayağa kaldırmasını mı bekliyordunuz? Hiç değilse halka yalan söylemiyor, durum neyse çıkıp anlatıyor."

"Bunun yanlış olabileceğini hiç düşündün mü?" dedi Lavinia. "Devletin tamamen şeffaf bir şekilde yönetilmesi ütopik bir masaldan ibarettir Mert. Baştaki adamların halkı idare edebilmesi için ara sıra yalan söylemesi gerekir. Aksi taktirde kaos çıkar ülkede, gördüğün üzere çıkıyor da."

"Bizim iyiliğimiz için bize yalan söylemeleri gerektiğini mi düşünüyorsun yani?" diyerek güldü Mert. Gerçekten öfkelenmişti. "Gerçi niye şaşırıyorsam... Aras Karadağ'ın kız kardeşinden başka ne beklenirdi ki?"

Bense donakalmıştım. Lavinia, Aras Karadağ'ın —neyiydi?

Şaşkın bakışlarımı fark etmeleri biraz zaman aldı. Fark ettiklerinde ise sebebini anlamadılar. Onlar birbirlerine neler oluyor gibisinden bakışlar atarken daha da çok şaşırmıştım. Lavinia nasıl o Şeytan'ın kız kardeşi olabilirdi? Dahası, bu bilgi bu denli içselleştirilmiş bir şey miydi? Benim bilmiyor olabileceğimi bile düşünememişlerdi.

"Melek, iyi misin?" diye sordu Mert. Lavinia ise aniden duraksadı, elini ağzına götürerek panikle bana baktı.

"Öyle değil," diye geveledi. "Yani, öyle ama açıklayabilirim. Senden özellikle sakladığım bir şey değildi Melek. Hakkı Karadağ'ın kızı olduğumu zaten öğrenmiştim ve- ve bu bizim aramızda bir problem yaratmamışt—"

Tek kelime etmeden yataktan fırlayıp banyoya koşturdum. Konuşmaları kapıyı çarpıp kapatmamla yarıda kesildi. Anahtarı çevirip panikle kilitledim kapıyı, titreyen dizlerimle yere çöküp bacaklarımı karnıma çekerek kendime sarıldım. Korku. Hissedebildiğim yegane şey buydu. Bir şeytanın bana musallat olduğunu ve gölge gibi her adımımı takip ettiğini öğrenmiş gibi hissediyordum. Daha da kötüsü, bunu benden habersiz yapıyordu. En yakın arkadaşım bile onunla bağlantılıydı, çevremdeki herkes ondan emir alan askerler gibiydi. Kim bilir varlığından habersiz olduğum daha kaç tane Karadağ vardı çevremde?

Hangisi daha korkutucudur?

Issız bir sokakta yürürken arkanıza baktığınızda birinin sizi takip ettiğini görmek mi? Yoksa birinin gizlice sizi takip ettiğini bilmek ama arkanıza baktığınızda hiç kimseyi görememek mi?

────── • ⋅ ✧ ⋅ • ──────

Sabaha karşı karanlık bir gölge rüyalarıma süzüldü. Hasretle sığındım kuytusuna, koynuna minik mavi çiçekler sakladım. Kehkeşanın tüm yıldızları gözlerinden yüzüme döküldü. Gerçekleşmemiş nice düşleri bir uyanış uğruna harcadım.

Sabaha karşı bir gölge, sanki gecenin içinden düştü. Öldürdüm uğruna ruhumdaki renkleri; dizlerine uzanıp karanlığı seyre daldım. Yared'in zamanından kalma korku kuleleri içimde çatırdamaktaydı; birini yıktım, ötekinde kanatlarımı bıraktım. Uykularında bile sevilen bir kız sonsuz uykuya daldı.

Yerine ben uyandım.

Hastane odasının karanlığına uyanırken düşler aleminin tüm sesleri bir vakumla çekilir gibi siliniverdi. Ani ve yekpare bir sessizliğin içine düştüm. Kendi kalp atışlarımı, ciğerlerime dolup boşalan havayı, hatta odanın dışında giderek uzaklaşan ayak seslerini bile duyuyordum.

Çok geçmeden beynim uyanıklığa uyum sağladı. Ortamdaki doğal sesler farkındalığımın gerisine itildi, karanlığa alışınca odadaki nesneler ayırt edilebilir hala geldi. Yatağın karşısındaki koltukta sarmaş dolaş uyuyan sarışın bir kızla uğursuz bir adamın silueti yoktu. Bu kez yoktu.

'Eylül 2020' diye düşündüm yeniden. 'Arzu'nun ölümünün üzerinden iki buçuk yıl geçti.'

Fakat sakinleşemedim. Sanki içimi eşeleyen bir şeyler vardı. Neydi? Lavinia... Lavinia ile ilgili öğrendiğim gerçek tüm günümü mahvetmişti fakat şu anki dehşetin başka bir sebebi olduğunu biliyordum. Neydi? Kalbimin göğüs kafesimde kuş gibi çırpındığını, ritminin her vuruşunda kemiklerimi çatlatacak kadar şiddetli hale geldiğini hissediyordum. Ellerim zangır zangır titriyordu, avuçlarımda ince bir yanma hissi vardı, parmak aralarım kendi terimle ıslanmıştı.

'Bir buçuk yıl geçmiş...' dedi zihnimdeki bir ses. 'Ben neredeydim?'

Yattığım yerde yan dönerek nefes almaya çalıştım fakat astım krizi geçirmediğimi biliyordum. Başka bir şeydi... Ciğerlerime hava doluyordu, lakin sonra aniden yok oluyordu. Göğüs kafesimde genişleyen bir boşluk, adeta bir kara delik vardı. Yapayalnızdım. Yapayalnız ölecektim.

İçine düştüğüm paniğin geçmesini bekledim ama geçmiyordu. Önce hemşirelerden birini çağırmak üzere yatağın yanındaki butona uzandım, fakat sonra bakışlarım komodine takıldı. Duraksadım. Minik mavi bir çiçek vardı orada...

Bir unutmabeni çiçeği.

Çağrışımlar zihnimde birbirini tetiklemeye başladı. Uykuyla uyanıklık arasında duyduğum ayak seslerini anımsadım. O buradaydı. Neden geldiğini bilmiyordum ama gelmişti, ve daha da kötüsü gelebiliyordu. Doktor bana güvende olduğumu söylememiş miydi?

Aniden yattığım yerde doğrulup oturdum. Neden bu insanlara güveniyordum ki? Burası normal bir hastane değildi, beş kuruş ödemediğim halde el bebek gül bebek bakılıyordum. Doktorun teki annemin ve kız kardeşimin beni terk edip memlekete gittiğini söylemişti, ben de şıp diye inanmıştım. Ya anlattıkları yalansa? Ya birileri aileme öldüğümü söylediyse? Ya tüm bunlar Şeytan'ın oynadığı bir oyunsa?

Yataktan kalkıp korkuyla etrafa bakındım. Ailemin yanına gitmem gerekiyordu, ama nasıl? Hasta önlüğüyle dışarı çıkmaya çalışırsam mutlaka birileri engel olurdu...

'Personel odalarını kontrol et.' diye fısıldadı iç sesim. 'Yedek kıyafetleri orada olabilir.'

Yalpalayan adımlarla ilerleyip odanın kapısını açtım. Başımı uzatıp dışarı baktığımda beni bomboş bir hastane koridoru karşıladı. Saat gece yarısını çoktan geçmiş olmalıydı ama yine de bir hastaneye göre etraf fazla tenhaydı.

Parlak beyaz ışıkla aydınlatılmış koridoru geçerken kimse beni görmedi. Merdivenlere yaklaştıkça alt kattan gelen sesleri duymaya başlamıştım ama neyse ki oraya inmeme gerek kalmadı. Koridorun sonuna varmadan evvel personel odalarından birinin levhasıyla göz göze geldim.

Başımı kapıya yaslayıp birkaç saniye içeriyi dinledim. Hiçbir ses yoktu.

Korka korka kapıyı açtığımda boş bir odayla karşılaştım. Sanki bulunduğum katta benden başka kimse kalmıyor gibiydi... Fakat gündüzleri burada görevli personeller olduğu kesindi, zira dinlenme odasında kişisel eşyalarını bırakmışlardı.

Önce dolapları açmaya çalıştım. Kilitliydi elbette... Çekmecelerde ise gazetelerin bulmaca ekleri, abur cubur atıştırmalıklar, iki tane steteskop, şarj aleti ve başka ıvır zıvır eşyalar vardı. Ne yapacaktım? Belki de kaçış planı yapmakla uğraşmayıp polisi aramalıydım. Beni burada zorla alıkoyduklarını söylesem inanırlar mıydı?

İçimde yükselen panikle vestiyer kapaklarını açtığımda şans yüzüme güldü. Kıyafet vardı burada! Umduğum gibi normal kıyafetler değildi, hemşire üniformasıydı ama bu daha çok işimi görürdü. Zira hemen yanındaki poşette hastane personelinin giydiği crocs terliklerden de bir çift duruyordu. Ayakkabı problemim kendiliğinden çözülmüştü.

Alelacele üniformayı üzerime geçirdim, bana epeyce büyük gelen terlikleri ayağıma giydim. Odadan çıktığımda koridor hala bomboştu. Merdivenlerin başına gidip önce alt katlara kulak kabarttım. Üç katlı bir binanın en üst katıydı burası, ne yazık ki alt katlarda da yoğun bir kalabalık yoktu. Bu giysilerle sokakta dikkat çekmeden yürüyebilirdim ama hastanenin dışına nasıl çıkacaktım? Personellerden biri beni görürse burada çalışmadığımı anlardı.

Bakışlarım aniden karşı duvardaki yangın tüplerine takıldı. Yangın alarmı ise onların hemen üstünde, kırılmayı bekleyen ince camıyla duvara montelenmişti.

Hastanede kısa süreli bir panik yaratırsam birileri bundan zarar görür müydü? Yangın alarmını duyar duymaz yoğun bakımdaki hastaların fişini çekip kaçmayacaklarına emindim. İnsanlar epeyce korkardı fakat on dakika içerisinde bir sorun olmadığını fark ederlerdi. On dakikalık bir kaos hastaneden çıkabilmem için yeter de artardı bile...

Önce yangın tüplerinden birini alıp kilidini kırdım, koridorun en ucundaki pencereye kadar ilerledim. Camı açtıktan sonra derin bir nefes alıp üzerimdeki tişörtün yakasını yüzüme maske yaptım, ardından yangın tüpünü sıkmaya başladım.

İnsanların çoğu için karbondioksit gazı tanıdık bir tat değildir. Hele ki yangın alarmı cayır cayır ötüyorsa ve etrafta duman varsa kimse kaynağını merak etmez. Acil durum sinyalleri göstergelerle birleşir ve en soğukkanlı kimseler bile düşünme yetisini yitirir. İnsanları paniğe sevk etmek bu kadar basittir işte; doğru seçilmiş birkaç sembol bile infiali tetikleyebilir.

Koridorun sonuna vardığımda gaz henüz alt kata ulaşmamıştı. Pencereden dışarı süzülen dumanın fark edilmesi ise an meselesiydi. Bu nedenle imdat çekicini çıkarmaya çalışmakla uğraşmadım, yumruğumu var gücümle alarmı örten cama çaktım. Kırılan cam parçaları elimin dış yüzeyinde kesikler oluştururken yangın alarmı tüm hastanede ötmeye başladı. Hemen ardından birileri dumanı fark etti, ve çığlıklar başladı.

Bu kargaşada kimsenin asansör kullanmayacağını bildiğim için merdivenleri kullanmadım. En alt kata ulaştığımda hastane personeli etrafta koşuşturmaya başlamıştı bile. Üst katlardan sükun eden kalabalıkla bahçeye fırlarken kimse beni durdurmadı. Zaten benim de durup beklemeye niyetim yoktu. Bahçeye çıkınca doğruca hastanenin ana kapısına seğirttim. Girişteki güvenlikler dışarı fırlayan insanlara doğru koştururken aralarından sıyrılıp büyük demir kapılardan dışarı çıktım.

Dışarısı beklediğimden daha ıssızdı. Saatin gece iki veya üç olduğunu tahmin ediyordum ama hastanelerin çevresi normalde yedi yirmi dört işlek olurdu. Burası ise bilinçli olarak şehrin dışına itilmişti sanki.

Hızlı adımlarla daracık sokakta ilerlemeye başladım. Her iki yanımda üçer dörder katlı eski binalar uzanıyordu, hepsinin perdeleri çekiliydi fakat sokağa park edilmiş arabalardan buranın bir yerleşim yeri olduğunu anlamıştım. İstanbul'un hangi semtindeydim acaba? Şehrin dışında olduğuma emindim zira etrafta in cin top oynuyordu. Öte yandan, şehrin dışındaki binaların bu kadar eski olması mantıksız geliyordu.

Bütün yokuşu inip sokağın en ucuna ulaştığımda aniden duraksadım. İstanbul Boğazı... Tam karşımda, ıssız ve geniş caddenin ötesinde uzanan boğazı görebiliyordum. Şehir dışında bir semt değildi burası, aksine hayli tanıdıktı...

Koşar adımlarla boş caddeyi geçip demir korkulukların üzerinden atladım. Karşı tarafa vardığımda sahil şeridinin tanıdık manzarası çıktı karşıma. Tam karşımdaki tabelada Karaköy Kabataş Eminönü İskelesi yazıyordu.

Kadıköy sahile inmiştim. Ve etrafta tek bir insan dahi yoktu...

İstanbul'un en merkezi yerlerinden biriydi burası, nasıl hiç kimse olmazdı? Peki ya araçlar? Devasa caddelerden tek bir araç bile geçmiyordu. Büfeler, otobüs durakları, Boğazın kıyısında ışıl ışıl olması gereken gece mekanları... Her yer bomboştu.

Güçlü bir el kalbimi kavrayıp var gücüyle sıkmaya başladı. Gözlerim etraftaki karanlıkta gezinirken her şey pusluydu, sanki dünyayı yarı saydam bir perdenin arkasından izliyordum. Zihnim hızla dönüyor; her düşünce birbirine çarpıyor, etrafımdaki boşluk ve bilinmezlik beni yutmaya çalışıyordu.

Arzu'nun yüzü belirdi gözlerimin önünde, ölmeden hemen önce dudaklarında beliren gizemli tebessüm... Yaşadığı cehennemi hiçbir zaman tam anlamıyla idrak edememiştim, idrak etmeyi denememiştim. Halbuki birkaç kez izah etmeye çalışmıştı. Hayatı yarı saydam bir perdenin arkasından izlediğini, zihnindeki sisli atmosferi, onu kimsenin görmediğini, önemsemediğini... Anlattıklarını dinlemek yerine onu gördüğümü söyleyerek itiraz etmiştim. Bazen de onun için yaptığım onca şeyden sonra kimse tarafından önemsemediğini söylemesini nankörlük olarak algılayıp öfkelenmiştim. Oysa söylediklerinde haklıydı.

Arzu gözlerimin önünde ölüyordu ama onu bir kez olsun görmemiştim.

'Öleceğim.' dedim kendi kendime. 'Ya da belki tamamen aklımı yitireceğim.'

Hatta belki de çoktan yitirmiştim. Uyandığımdan beri yaşadığım hiçbir şey mantıklı değildi ki... Derin bir korku, her şeyi donduran o soğuk parmaklarıyla beynime saplandı. Hala uyuyor olabilir miydim? Bir rüyanın içinde sıkışıp kalacaktım, kimse beni bulamayacaktı. 

"Hemşire Hanım!"

Şehrin boşluğunda yankılanan erkek sesi durduğum yerde sıçramama sebep oldu. Arkamı döndüğümde orta yaşlı bir taksicinin bana el ettiğini gördüm. Hiçliğin içinden mi kopup gelmişti, ben mi onu duymayacak kadar kendimden geçmiştim, yoksa en başından beri aracının içinde beklemekte miydi bilmiyorum. Fakat tam zamanında yetişmişti, dizlerimin üzerine çökmeden hemen önce...

Cevap vermediğimi görünce "Nöbetten çıktınız sanırım." diyerek konuşmaya devam etti. "Buraya kadar yürüyerek mi geldiniz?"

Hastaneden epey uzaklaştığımı o an fark ettim. Aklıma ilk gelen yalan dudaklarımdan döküldü.

"T-taksi bulamadım da..."

"Şanslısınız öyleyse." dedi taksici anlayışlı bir tavırla. "Hastane personeli taşıma iznim bugün çıktı, dilerseniz sizi evinize götüreyim."

Hastane personeli taşıma izninin ne olduğunu bilmiyordum, içimden sorgulamak da gelmedi. Birdenbire sakinleştiğimi hissetmiştim. Adamın babacan tavrında kaygılarımı silip süpüren bir şeyler vardı. Başımı hafifçe sallayıp yalpalayan adımlarla araca doğru ilerledim.

Tıpkı rüya görürken rüyada olduğunun bilincine varmak gibi, ben de rasyonel düşünmeyi beceremezken rasyonel düşünemediğimin bilincindeydim. Daha yarım saat evvel doktorların, hemşirelerin, uyandığım günden beri gördüğüm tanıdık çehrelerin bana bir kumpas kurmuş olabileceğini düşünerek hastaneden kaçmıştım. Şimdiyse İstanbul'un bomboş caddelerinde gördüğüm yabancı bir adama güveniyordum. Tavırlarım hiçbir şeye değilse bile, eşyanın tabiatına aykırıydı.

"T-teşekkür ederim..." diye geveledim. "Ama çantamı hastanede unutmuşum. Evden bir haber gelince telaşla çıkıverdim de..."

Söylediğim yalan bana bile saçma gelmişti. Hastaneden epey uzaktaydık, onca yolu yürüyerek katederken cüzdanımın yokluğunu yeni fark etmiş olamazdım. Fakat adam cılız yalanlarıma pek aldırış etmiyormuş gibiydi.

"Onca saat nöbetin üstüne dalgın olmanız normal." diye cevap verdi bana. "Gelin götüreyim sizi evinize. Burada durursanız başınız belaya girer."

Nedenini sormaya cesaret edemedim. İstanbul'un göbeğinde neden tek bir insanın, tek bir aracın olmadığını; burada durmanın neden başımı belaya sokacağını soramadım adama... Hemşire olmadığımı anlarsa bana yardım etmekten vazgeçer diye mi korkuyordum? Belki. Fakat hepsinden önce; kaldıramayacağım bir şeyler öğrenmekten korkuyordum. Kahretsin ki son bir buçuk yılda yaşanmış her şey tedirgin ediyordu beni. Bildiğim tek şey, o süreçte olup biten her şeyin bir olaylar zinciri meydana getirip beni ölüme sürüklediğiydi.

Taksicinin aracına bindiğini görünce yalpalayan adımlarla peşinden sürüklendim. Arka koltuğa oturduğumda adam tek kelime etmeden yola koyuldu. Başımı arabanın camına yaslayıp caddelerde kol gezen uğursuz boşluğu seyre daldım.

"Hemşire Hanım?"

Dalıp gideli çok olmamıştı lakin araçta yankılanan ani ses irkilmeme sebep oldu. Başımı camdan ayırıp baktığımda dikiz aynasında bir çift turkuaz mavisi gözle karşılaştım. Harelerinde acımayla merhamet arasına sıkışmış tuhaf bir hüzün dalgalanıyordu.

"Evinizin adresini söylemediniz." dedi ürkütmekten imtina eder gibi yumuşak bir sesle. "Hangi semte gidiyoruz?"

Şükürler olsun ki, evimin nerede olduğunu unutmamıştım. Taksiciye adresi verirken bir şeyleri hatırlamanın özgüvenini hisseder gibi oldum.

"Çok uzakta sayılmayız." diye mırıldandı adam. "Müzik açsam rahatsız olur musunuz?"

Rahatsız olmam der gibisinden bir kafa hareketi yaptım. Bakışlarımı dışarıdaki boşluğa çevirirken taksici radyonun düğmesine uzandı. Birkaç kanalı es geçtikten sonra duraksadı, radyoyu kapatıp kayıtlı müzik listelerinden birini açtı. İlk kez duyduğum bir şarkının nağmeleri kulaklarıma dolarken başımı yeniden cama yasladım.

"sadece ikimizin uyandığı saatlerde duruyor zaman
çünkü sadece sen tutuklarsın beni, apansız uyanış gibi..."

Zihnimde tek bir düşünce dahi yoktu. Her şeyi; sormam gereken, korkmam gereken, hatırlamam gereken her şeyi erteliyordum. Evvela bulmam gereken bir şeyler vardı fakat ne aradığımı bilmiyordum. Nereye gittiğimi ise daha az biliyordum... Bir zamanlar sahip olduğum her şey şimdi birer gölge gibi soluyor, birer yankı gibi benden uzaklaşıyordu. Zannedersem henüz bu hayatın bana ait olduğuna ikna olamamıştım. İkna olabilmek içinse ezelden beri parçası olduğum bir şeyleri, ailemden birilerini görmeye ihtiyacım vardı.

"gel kızım sarıl bana,
bir kez daha alayım kokusunu,
benim küçük bahçemin...
büyüsen de gitsen de,
hala bekliyor gibi beni,
uzanmış küçük ellerin..."

Ellerimi, hayatımın dağınıklığını dizginlemek ister gibi kucağımda birleştirdim. Çalan şarkıda hiç tatmadığım bir sevgi biçiminin izleri vardı; bir babanın kızına olan sevgisi... O kadar yabancısıydım ki bu hissin, eksikliğine istesem de üzülemiyordum. Anne sevgisini ise az çok bilirdim. En azından, annemin beni sevdiğine kendimi ikna edebilmiştim. Fakat gerçekten beni evden kovduysa onu affedemezdim. Tıpkı babam gibi, annem de eksikliğini hissedemeyeceğim bir geçmişte kaybolur; iki kanadım birden kopmuş olurdu.

Caddeleri aşıp geçerken şarkılar değişti, içimdeki panik hissi azar azar diniverdi. Bir ara ayılır gibi oldum. Etrafıma bakınıp nerede olduğumu, ne yaptığımı, tanımadığım bir yabancıya nasıl güvenebildiğimi sorguladım. Şehrin neden boş olduğunu bile merak ettim o kısacık anda... Fakat bu farkındalık hali çarçabuk geçiverdi. Geçmişten geleceğe uzanan bir heyulanın içinde yeniden kayboldum.

Nihayet, bizim mahalleye ulaştık. Evimin bulunduğu sokağın başına vardığımızda taksici aracı kenara çekti. Sorgulayan gözlerle dikiz aynasına baktım.

"Sokağa girmeyeyim şimdi..." diye geveledi mahcubiyetle. "Biri camdan görür, şikayet eder filan... Siz şu arka koltuktaki şemsiyeyi alın, eve girdiğinizi görünce giderim ben."

"İyi ama taksi ücreti..." dedim dalgınlıkla. "Evdekilerden alacaktım... Buraya mı getireyim?"

"Ücrete gerek yok küçük hanım. Şemsiyeyi alıp bir an evvel gidin."

Adamın etrafa attığı tedirgin bakışlar zihnimde uyuyakalmış farkındalığı bir kez daha dürttü. Hafif bir ürpertiye kapılırken koltuktaki şemsiyeyi aldım. Kapıyı açıp kendimi çiseleyen yağmurun altına bırakmadan evvel taksiciye son kez baktım.

"Teşekkür ederim. Siz olmasaydınız..."

"Bir şekilde başınızın çaresine bakardınız." dedi ilk kez tebessüm ederek. "Akıllı hanımlar böyle yapar."

Tereddütle başımı sallayıp dışarı çıktım. Eve doğru yürürken bu iltifatın hoşuma gittiğini fark etmiştim. İlkokuldan bu yana hep çalışkan bir öğrenciydim ama bugüne dek kimse bana akıllı dememişti. Buna pek aldırmazdım zira kız kardeşim üstün zekalıydı, o varken insanların beni akıllı olarak nitelendirmemesi olağan geliyordu.

Ne var ki lisede ve üniversitede de durum değişmemişti. Nazenin'le farklı okullara gidiyorduk, dolayısıyla ortada kıyasa dayalı bir çıkarım yoktu. Fakat yüksek notlarıma rağmen çevremdeki kimsenin Melek akıllı bir kız dediğini duymamıştım. Aksine çoğunlukla saftirik olduğumu söylerlerdi; ki bu da salak demenin nazik bir yoluydu bence...

Şemsiyeyi öne eğip omzumun üstünden geriye çekingen bir bakış attım. Taksici hala sokağın başında, arabanın içinde bekliyordu. Göz göze geldiğimizde ufak bir tebessüm eşliğinde el etti bana. Sarsak bir tavırla elimi kaldırıp üç yaşındaki bir çocuk gibi adam el salladım.

Tekrar önüme döndüğümde evimin tanıdık sureti görüş açımda belirdi. Yürümeye devam ederken bir yandan da çekiniyordum. Ya annem gerçekten beni evden kovduysa? İnsanın iki kez kovulduğu eve tekrar gitmesi yüzsüzlük değil de neydi?

Fakat artık geri dönemezdim. Hastanedekilere hala güvenmiyordum, pekala da aileme öldüğümü söylemiş olabilirlerdi. Doktor kendisi itiraf etmemiş miydi deneysel bir tedavi gördüğümü? Filmlerdeki gibi beni denek olarak kullanmış olamazlar mıydı? Hiç değilse kız kardeşimi görüp bu hayatın bana ait olduğunu tasdik etmeliydim.

Evin önüne vardığımda son kez geriye dönüp baktım. Taksici dikiz aynasından etrafını kolaçan ederken telefonla konuşuyordu, hal ve hareketlerinden tedirgin olduğunu sezmiştim. Birine yakalanmaktan korkuyor gibiydi. Buna rağmen hala orada olması içimdeki korkuyu bir nebze olsun dindirdi.

Tereddütle elimi zile uzatıp evimizin kapısını çaldım. Birkaç saniye sonra içeriden telaşlı bir ayak sesi duyuldu. Gelen kişi Nazenin olmalıydı, annem olsaydı koltuk değneğinin sesi adımlarına eşlik ederdi. Bir nebze daha rahatlayarak bir adım geri çekildim.

Kapı tamamen açılmadı, hafifçe aralandı. Hızını giderek artıran yağmur ve karanlık yüzünden kapı aralığında beliren çehreyi güç bela seçebildim. Kız kardeşim veya annem değildi bu, ilk kez gördüğüm ellili yaşlardaki bir erkekti.

"Sen de kimsin?"

"Asıl siz kimsiniz?" dedim şaşkınlıkla. "Benim evim burası... Annem içeride mi?"

"Tövbe estağfurullah..." diye söylendi adam. Muhtemelen kapının arkasında duran yabancı bir kadının fısıltısını duydum. 'İhsan açma kapıyı dedim sana,' diyordu. 'Jandarmayı arayalım gelsinler.'

"Ne jandarması? Benim evim burası diyorum!"

Sesim boş sokakta yankılanınca adam birden tedirgin oldu. Kapıyı biraz daha aralarken yüzünde endişeyle karışık bir öfke belirdiğini gördüm. Loş ışığın altında beni iyice süzdü, gözleri bir anlığına yanımdaki boş sokağa kaydı. Hızla döndü ve arkasındaki karısına seslendi.

"Hanım içeride kal sen, kimseyi çağırma şimdilik." Sonra bana bakarak sertçe sordu. "Sen ne annesinden bahsediyorsun kızım? Bu saatte kapımıza gelmişsin... Farkında mısın ne yaptığının?"

"Ben... Burada yaşıyorum." diye geveledim. Kelimeler ağzımdan dökülürken ellerim titremeye başlamıştı. Neler oluyordu? Adamın yüzü biraz daha karardı, sesi alçaktı lakin kontrolsüz bir tedirginlikle saldırganlaşmıştı.

"Yahu biz yaşıyoruz burada aylardır!" dedi kapıyı kapatmaya yeltenirken. "Gecenin bu vaktinde başımızı belaya sokma da git yoluna. Deli midir nedir..."

Aklıma gelen bir ihtimal içimdeki korkuyu aniden dindirdi. Öne atılıp ayağımı kapının arasına koydum. "Ne zamandır burada yaşıyorsunuz?" diye sordum panikle. "B-benim annemin adı Efsun. Eğer yeni taşındıysanız, belki kiracı olarak... Bakın benim anneme ulaşmam lazım!"

Son sözlerim adamın duraksamasına sebep oldu. Kapıyı açmadı, fakat kapatmadı da. Başını geriye çevirip karısına bakarken "Yahu bizim ev sahibinin adı Efsun değil mi?" dediğini duydum. "Onun kızıyım diyor... Acaba-"

"İhsan kafayı mı yedin? Gecenin bu saatinde nereden bulacağız ev sahibini? Çabuk kapat şu kapıyı!"

"Annemi arayın!" dedim büsbütün telaşlanarak. "Allah aşkına yardımcı olun bana! Bir telefon açsanız söylediklerimi doğrular zaten."

"Kızım biz bu evi emlakçıdan kiraladık." diye terslendi adam. "Ev sahibini görmedik bile! Eğer doğru söylüyorsan yarın gündüz vakti gelirsin, emlakçıyı arayıp ev sahibinin telefonunu isterim. Oldu mu? Bu saatte biri seni burada görürse hepimizin başı belaya girer!"

Neden bu kadar tedirgindi? Hava karanlıktı, saat uygunsuzdu, evet ama bu kadar abartılacak şeyin ne olduğunu anlamıyordum.

"N-ne olacak ki?" diye geveledim. "Niye beni biri görürse sizin başınız belaya girsin?"

Adam karşısında bir uzaylı varmış gibi tuhaf bir ifadeyle baktı bana. "Sokağa çıkma yasağı." dedi tane tane. "Sokağa çıkma yasağı olduğundan haberin yok mu?"

Şaşkınlıkla bakakaldım. Aniden şehrin ıssız oluşu zihnimde bir anlam kazanmıştı. Fakat neden sokağa çıkma yasağı ilan edilmişti ki? Darbe, iç savaş, akıl edemediğim başka bir felaket... İhtimallerin hepsi birbirinden beterdi.

Adamın karısı benim bilgisiz oluşumu pek sakin karşılayamadı. Kapıya doğru atılıp kocasını içeri çekiştirdiğini gördüm. Öylesine afallamış haldeydim ki, kapı yüzüme kapanırken hiçbir tepki veremedim.

Hemen sonra, arkamda tanıdık bir kabusun sesi yükseldi.

"Melek, sakin ol." dediğini duydum Şeytan'ın. "Sana her şeyi anlatacağım."

-*-

Hafızanın bir parçalar bütünü olduğunu, o parçalardan birini yitirene dek hiç fark etmemiştim. Anılarım devasa bir kütüphanenin tozlu raflarında okurunu bekleyen kitaplar gibi zihnimin bir köşesine istiflenmişti. Ziyaret etmesem de orada olduklarını bilirdim.

Şimdiyse bunun bir yanılsama olduğunu görebiliyordum. Tek bir anı bile kendi içinde bütün değildi, parçalardan oluşan eklektik bir yapıydı. Alelade bir kış günü katıldığınız sıkıcı blok dersin hatırasını düşünün. Derste öğrendikleriniz zihninizin ayrı bir bölümünde saklanır; o dersin işlendiği sınıfa dair detayları ve bu hatıranın bir kış günü yaşandığını başka bir yerde saklarsınız. Ders esnasında hissettikleriniz, edindiğiniz izlenimler, etraftaki insanlara dair önyargılarınız... Beynin çeşitli bölgelerine dağılmış ayrık veri kümeleridir her biri.

Normal şartlarda kimse bu parçalanmışlığın farkına varmazdı. Zira zihnimiz sıkıcı blok dersi düşünürken bu parçaların her birini sakladığı yerlerden çıkarıp tek bir hatırada birleştirirdi. Ne var ki ben o parçalardan bazılarını yitirmiştim. Geri kalanlarsa çelişki yumağından başka bir şey vadetmiyordu. Gittiğimi bile bilmediğim derslere dair bilgileri hatırlıyor; tanıştığımı bilmediğim insanlara karşı hisler besliyor; referans noktası olmayan bir uzayda sonsuzluktan aşağı düşüyordum.

-*-

O'nu gördüğümde hafızamın bir parçası zihnimde dehşet çanları çalmaya başladı. 'Tehlikedesin.' diyordu içimden bir ses. Normal şartlarda bu korku sinyalinin geçmişe dair bir anıyı tetiklemesi, neden korkmam gerektiğine dair bana fikir vermesi gerekirdi. Fakat makul bir sebep bulamıyordum. Arkaik çağlarda yırtıcı bir hayvanla yüz yüze gelmiş ilk insanlar gibiydim. Niye korktuğumu, tam olarak neden korktuğumu bilmiyordum, ama korkuyordum.

"Uzak dur benden." dedim gerileyerek. İçgüdüsel olarak elimdeki şemsiyeyi indirip kapatarak bir savunma aracına dönüştürdüm, fakat daha da derinlerde saklı bir içgüdü anında müdahale etti.

Akıllıca bir hamle değil.

Şemsiye parmaklarımın arasından kayıp yere düşüverdi.

"Melek sakin ol." dediğini duydum Şeytan'ın. "Sana yardım etmeye çalışıyorum."

Gülünç sözlerine kulak vermedim. Şu an düşünebildiğim tek şey bir kaçış yolu bulmaktı, ama nasıl? Onu bir şekilde alt edip koşmaya başlamam gerekiyordu. Taksiye binmeyi başarırsam belki izimi kaybettirebilirdim.

Göz ucuyla sokağın girişine baktığımda bunun nafile bir çaba olacağını gördüm. Taksici ücreti bile beklemeden çekip gitmişti. Birden, yapayalnız hissettim.

"Git buradan." dedim sakin kalmaya çalışarak. "Yemin ederim mahvederim seni. Başına gelecekleri tahmin bile edemezsin!"

"Söz veriyorum, gideceğim. Fakat önce seni hastaneye götürmeme izin vermelisin."

Konuşurken aramızda güvenli bir mesafe bırakmaya özen gösteriyordu. Son hatırladığımda olduğu gibi gözü dönmüş vaziyette de değildi. Aksine epeyce bitkin duruyordu. Elimle hafifçe ittiriversem yere devrilip bir daha asla ayağa kalkamayacakmış gibiydi. 

Fakat bu manzaranın içgüdülerim üzerinde en ufak bir etkisi yoktu. Olağanca güçsüzlüğüne, halsiz ve zararsız görünüşüne rağmen hala ondan deli gibi korkuyordum. Bilmediğim, göremediğim bir yönüyle zihnimdeki adsız korkuları tetikliyor; kaçma dürtümü karşı konulmaz hale getiriyordu.

Çelişkili ruh halimi hissetti sanki. Elini öne doğru uzatırken temkinli bir adımla bana yaklaştı. Aynı anda, zihnimin gerilerinde bir ses duydum.

'Güvenme ona!'

İç sesim değildi bu. Bu sesin varlığının farkında da değildim fakat sözleri reddedilmez bir emir niteliği taşıyordu. Bilinçaltımdan yükselen korkuyla geriye sıçradım. Ondan uzaklaşırken "Yaklaşma bana!" diye bağırdım. "Seninle hiçbir yere gelmeyeceğim!"

"Tamam, yaklaşmıyorum." dedi yüzüne çarpan yağmur damlalarıyla. Bir adım daha geriledi. "Sadece sakinleş biraz. Bu havada dışarıda kalamayacağını biliyorsun. İzin ver sana yardımcı olayım."

Mantıklı düşünemeyen bir insanla uzlaşmaya çalışır gibi itidalli cümleler kuruyordu. Mimiklerinde, sözlerine eşlik eden beden dilinde huzursuzluğumu artıran bir aşinalık vardı. Bir zamanlar ben de Arzu'ya böyle davranırdım. Onun korkuları, saplantılı inançları, ısrarcı iddiaları deli saçması gibi gelirdi. Bu nedenle vereceğim cevapları dikkatle seçer; her daim onu yatıştıracak şeyler söylerdim. Bir kez olsun sözlerine kulak vermemiştim, bir kez olsun anlatmaya çalıştığı şeyleri merak etmemiştim. Bir kez olsun Arzu'yu gerçekten görmemiştim.

Bu şekilde histerik davranırken diğer insanların da beni görmeyeceğini biliyordum. Ben bile kendime dışarıdan baktığımda çıldırmış gibi davranan birini görüyordum. Fakat hareketlerimdeki mantıksızlığın farkında olmak, içimde yükselen korkuyu ve bilincimin gerilerindeki kaçma arzusunu yok etmiyordu.

"B-ben de hastaneye gitmek istiyorum." dedim dişlerim zangırdarken. "Ama seninle gelemem. Lütfen git— Korkuyorum, elimde değil!"

Geceydi, sağanak yağmur yağıyordu, aramızda en az beş metre vardı fakat omuzlarındaki milimlik çöküşü gördüm. Devasa okyanus dalgalarının bir köprünün ayaklarına çarpması gibiydi. Betona gömülmüş çelik donatıların yay gibi gerildiğini, esnediğini, ve sonra büyük bir çatırtıyla parçalandığını duydum.

"Benden mi korkuyorsun?"

Boğazımdan ufak bir hıçkırık koparken başımı salladım. "G-git ne olur! Ben otobüs durağına giderim, orada birilerinden rica ederim—"

"Hayır!" diye bağırdı aniden. "Aynı şeyin tekrar yaşanmasına izin veremem, anlıyor musun?"

Bağırdığında öfkesinin bana yönelik olmadığını algılayamadım. Panikle geriye sıçrayınca sırtım evin kapısına çarptı. İçerideki aile seslerimizi çoktan işitmiş olmalıydı. Pek çok mahalle sakininin yapacağı gibi kapının arkasından kulak kabartarak olayı anlamaya çalışıyorlardı. Çarpma sesiyle birlikte adamın "Jandarmayı arıyorum!" diye seslendiğini duydum. "Bayanı rahat bırak bilader, birazdan askerler burada olur!"

Adamın ikazını o da duymuştu. Yeniden bana dönerken yalvarır gibi bir sesle "Sokağa çıkma yasağı var Melek." dedi bana. "Buradan gitmemiz lazım."

Sağanağa dönüşen yağmurun altında sırılsıklam olmuştu fakat içgüdüsel bir refleksle başını hafifçe öne eğerek hoyrat damlalardan yüzünü korumaya çalışıyordu. Beyaz gömleği ıslak bir perde gibi üzerine yapışarak yarı şeffaf bir hal almıştı. Sokak lambası arkasında kaldığı için çehresi bütünüyle karanlıktaydı. Bu haliyle etrafındaki ışığı bile içine çeken bir kara deliğe, dipsiz bir tekillik kuyusuna benziyordu.

"İstersen arabayı sen kullan." diye ısrar etti Şeytan. "Bakma öyle, araba kullanmayı biliyorsun."

Buna hazırlıksız yakalanmıştım. "Hayır bilmiyorum."

"Öğrendin." dedi anahtarları uzatırken. "Öğrendiğini unutmuş olabilirsin ama araba kullanmayı unutmadığına eminim."

Araba anahtarlarına bakarken tuhaf, renksiz, akışkan bir boşluk içime doldu. Hakikaten araba kullanabildiğimi unutmuş olabilir miydim? Yüzmek ve bisiklete binmek gibi bir kez öğrenince asla unutulmayan becerilerden biriydi bu. Gözlerimin önüne bir arabanın nasıl çalıştırıldığını getirmeye çalıştım. Tek bir sahne bile yoktu, kendimi bir arabanın koltuğunda otururken hayal edemiyordum.

Ancak motor çalıştıktan sonra debriyajın nasıl yavaşça bırakıldığını, dönüş yaparken direksiyonu ne kadar az döndürmem gerektiğini, park ederken ise direksiyonu sonuna kadar çevirip aracı yavaşça geriye doğru itmem gerektiğini hayal edebiliyordum. Bu detaylar, sanki bir yerlerde, belki de çok uzak olmayan bir geçmişte, bedenim tarafından defalarca uygulanmış gibi netti.

"Hafıza sadece zihinle ilgili değildir." dedi bir vesvese verir gibi. "Bedenin de hatırlar, Melek."

Bu sözleri beni aniden kendime getirdi. Araba kullanmakla ilgili düşünceleri bir kenara bırakıp ana odaklandım. Onunla hiçbir yere gitmemem gerektiğini biliyordum. Üstelik bu ısrarı, üstenci tavrı, bana iradesi olmayan bir zavallıymışım gibi davranması öfkemi körüklüyordu. Bunun tek olumlu tarafı, öfkem açığa çıkınca korkumun perde arkasına saklanmasıydı.

"Cehenneme git." dedim dişlerimi sıkarak. "Yoksa yemin ederim ki ben seni göndereceğim."

Bunları söyledikten sonra bir adım gerileyerek sırtımı yeniden kapıya yasladım. Sundurmanın altına geçince yüzüme çarpan yağmur damlaları kesilivermişti. Şeytan ise hala ıslanıyordu, fakat nedense halinden memnun görünüyordu. Tehditlerim onda olumlu bir etki yaratıyor olabilir miydi?

"Ne zamana kadar burada bekleyeceğiz?" diye sordu. "Sabaha kadar beklemek istiyorsan bana uyar, ama birazdan devriye araçları burada olur. Başımız gerçekten belaya girecek."

'Senin başın belaya girecek.' diye geçirdim içimden. Askerlerin gelip beni götürmesi çok daha güvenli görünüyordu. Neden sokağa çıkma yasağı olduğunu bilmiyordum ama bu bilgisizliğin işime yarayacağı kesindi. Görevliler aylardır komada olduğumu öğrenince bana suçlu muamelesi yapmazdı. Üstelik aileme haber vermelerini sağlayarak durumdan fayda sağlayabilirdim. Eğer şanslıysam Şeytan'ı da hapse atarlardı.

Tam o esnada sokağın girişinden bir araç sesi yükseldi. Başımı sola çevirdiğimde askeri kamuflajla kaplanmış bir cipin sokağa girdiğini gördüm. Tam zamanında...

Askerlerin yanımıza gelmesi pek uzun sürmedi. Belli ki kiracıların ihbarı üzerine gelmişlerdi. İri kıyım bir komutanın peşinde dört tane emir eriyle yanımıza geldiğini görünce geriledim. Adam konuşmadan evvel el fenerinin ışığında tepeden tırnağa ikimizi de süzdü. Dışarıdan pek belalı tiplere benzemiyor olmalıydık, zira umduğumdan daha nazik bir tavırla konuştu.

"Sokağa çıkma yasağı olduğunu biliyorsunuz, değil mi?" dedi retorik bir soru sorar gibi. "Gerçi sabaha pek bir şey kalmadı ama buraya şikayet üzerine geldik. Kimlik kontrolünün ardından ikinizi de merkeze götürmemiz gerekecek."

"Bakın buna gerek yok." diye lafa karıştı Şeytan. "Beni tanımamış olamazsınız."

"Aras Bey sizi ülkedeki pek çok kişi tanıyor, fakat bu yasalardan muaf olduğunuzu göstermez."

Ne diyeceğimi bilemedim. Son bir buçuk yılda Şeytan nasıl olup da ülke çapında nam salmayı başarmıştı ki? Dizi film oyuncusu falan mı olmuştu acaba? Hukuk alanında kariyer yapmadığına bahse girerdim.

"Biliyorum ama burada özel bir durum söz konusu." diye ısrar etti. "Hanımefendi aylardır komadaydı. Gece vakti hastaneden kaçıp ailesinin yaşadığını düşündüğü yere gelmiş, ben de onun peşinden gelmek durumunda kaldım. Eğer kendisini hastaneye götürmeme izin verirseniz sonrasında sizinle merkeze—"

"Hanımefendi sizin neyiniz oluyorsunuz?"

"Kendisi benim—"

"Aras!"

Askeri aracın arkasından yükselen gürleme sesi sözünü yarıda kesti. Biz konuşurken başka bir araç daha sokağa girmiş olmalıydı. Cipin diğer tarafından bize doğru ilerleyen adamı görünce kafam iyice karıştı.

Hakkı Karadağ burada ne arıyordu?

"Kendisi benim oğlum olur." dedi doğrudan komutana hitap ederek. Gözleri öfkeden çakmak çakmak olmuştu. "Melek de aile dostumuz sayılır, ikisi arkadaşlar. Eğer izin verirseniz ben size durumu bilahare izah ederim."

Komutanın ona da kızmasını bekliyordum ama Hakkı Hoca karşısında birdenbire ciddileşmişti. Ellerini üniformasının iki yanında kavuştururken son derece saygılı bir üslupla konuştuğunu duydum.

"Efendim kusura bakmayın ancak prosedürü uygulamak zorundayım. Tutanak tutulmadan Aras Bey'i serbest bırakamam."

"Onu serbest bırakmayın zaten." dedi Hakkı Hoca. "Dilerseniz nezarete falan atabilirsiniz, sizin bileceğiniz iş. Fakat Melek'in acilen hastaneye dönmesi gerekiyor."

Sadece ben değil, komutan da Hakkı Hoca'nın oğlunu takmamasına şaşırmıştı. Şeytan ise bu durumu pek umursamamış gibi görünüyordu. Askerler iki koluna girerken babasına dönüp "Melek'i hastaneye götür." dedi. "Sırılsıklam oldu, astım krizi geçirmesi an meselesi."

Sırtım kapıya yaslanmış halde manzarayı izlerken tepki veremiyordum. Şeytan neden benim sağlık durumumla bu kadar ilgiliydi? Askerler neden onu tüm ülkenin tanıdığını söylemişti? Ve daha da önemlisi, Hakkı Hoca nasıl komutana laf geçirebiliyordu?

Sorularımdan birinin cevabını çok geçmeden aldım.

"Öyleyse Aras Bey'i merkeze götürüyoruz." dedi komutan iç çekerek. "Melek Hanım sizinle gelebilir efendim. Sağlık durumu dolayısıyla olduğunu üstlerime bildireceğim."

"Anlayışınız için teşekkür ederim."

"İşlerimizi zorlaştırmadığınız için asıl ben teşekkür ederim." dedi komutan. "İyi geceler, Sayın Bakanım."

────── • ⋅ ✧ ⋅ • ──────

Selamlarrr. Bölüm aslında Aras'ın Melek'in yanına geldiği kısımda bitecekti ama epeydir Aras Melek sahnesi okumuyoruz, o sebeple gelecek bölümün giriş partını da ekleyerek bitirdim. Fazlasıyla uzun bir bölüm oldu. Şu an acil çıkmam gerektiği için ne yazık ki kontrol edemeden gönderiyorum. Akşam eve döndüğümde bir problem varsa gideririm ama umarım yoktur.

Oy vermeyi ve yorum yapmayı lütfen ihmal etmeyin. Seviliyorsunuz, çokça!

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro