Bölüm 61 - Trompe L'oeil
Giriş notu: Aşağıda sizleri yoğun sembolizm içeren, dikkatli ve birden fazla kez okunmasını önerdiğim bir bölüm bekliyor. Genel itibarıyla deneysel bir bölüm oldu diyebilirim. Bu bölümü yazmaya başladığım dönemde DMS'de okurlar sessizliğe gömülmüş haldeydi, ben de hikayeyi kimse okumuyor düşüncesine kapılmıştım. O sebeple bölümde kendi kendime yaptığım beyin fırtınalarını, bir takım creative writing deneylerini, yazınsal sınırı test etmeleri vesaire içeren yerler de var. Anlayış göstereceğinizi umuyorum. *.*
Bölüm Gözcüler sekansının kaldığı yerden (55. bölüm) başlayacak. Hatırlatma amaçlı 55. bölümdeki partın son dört paragrafını ***şu şekilde*** üç yıldız arasına koyarak aşağıya da ekledim, açılış paragrafından hemen sonra orayı okuyacaksınız. Genel olarak bölüm çok fazla detay içerdiği için illa ki gözden kaçırdığım, düzeltilmesi icap eden yerler olmuştur. Onları gece boyunca ara ara gelip düzenlerim. Yarın akşam Melek'in doğum günü şerefine Twitter'da sohbet odası açacağız, eğer söylemeyi unuttuğum bir şey olduysa orada bilahare söylerim.
Son olarak bölümü Şebnem Yeşilperi'ye ithaf etmek istiyorum. İyi ki varsın bebik. <3
"These woods are lovely, dark and deep,
But I have promises to keep,
And miles to go before I sleep,
And miles to go before I sleep."
"Orman güzel, karanlık ve derin,
Fakat tutulacak sözlerim var benim
Ve gidilecek yollar, uyumadan önce
Ve gidilecek yollar, uyumadan önce."
― Robert Frost, Stopping by Woods on a Snowy Evening
-*-
29. GÜN
"Hatırlayın beni, Babil Tanrıları!" diyerek geceye seslendi çatıdan atlamaya hazırlanırken. "Hatırlayın, çünkü ben sizi unutmadım! Kulelerinizin tepesinden aşağıyı izlerken, bana, yarattığınız simülasyondaki bir kod parçasına farkındalık kazandırmanın heyecanını duyduğunuzu biliyorum. Aynı heyecanı bizler de yapay zeka yazılımları kendi kendine bir şeyler öğrendiği zaman duyuyoruz. Tıpkı sizin uykusuzluğun insan bilincindeki gizli kapıyı açmasının sebebini merak etmeniz gibi, bizler de yarattığımız yapay bilinçlerin neden başarılı olduğunu sorguluyoruz. Nasıl oluyor da devasa veri yığınlarını nokta atışı analizlere dönüştürüyorlar? Hangi verinin sonuç üzerinde daha önemli olduğunu nereden biliyorlar? Ve neden bu dönüşüm süreci içini göremediğimiz bir kara kutuda gerçekleşiyor? Yüksek kulelerinizin tepesinde benzer sorgulamaları yaptığınıza eminim. Çünkü tüm fizik kanunlarının alaşağı olduğu bir evrende bile yaratmak kibirli bir zaferdir ve eğer tüm bunlar uykusuzlukla sınanan beynimin hezeyanlarından ibaret değilse, günün birinde sizi bizler yaratacağız demektir. Fakat asıl mühim olan şey, uykusuzluğun berrak aynalarından yansıyan en önemli düşüncem—"
Duraksadı ve gökdelenin tepesinden az sonra kendini bırakacağı boşluğa bakarak iç çekti.
"...Karanlık bir gecede kaybolup gitmeyi hak etmiyor. Farklı ellerden çıksa takdir görebilecek düşüncelerin benden çıkarak ziyan olmasına tahammülüm kalmadı. İzin verin bitsin. Cennet, cehennem, mutlak gerçeklik ya da bu kahrolası termodinamik küresinin dışında her ne varsa, beni ondan azat edin ve hatalı bir kod parçasından ibaret olan bilincimi de bedenimle birlikte yok edin. Zira bu gökdelenin tepesine intihar etmek için çıkmadım. Buradayım, çünkü uyumak için ölmekten başka şansım kalmadı. Buradayım, çünkü uyku bilincin üstüne örtülmüş yarı saydam bir perdeydi fakat ben o perdeyi yırtıp attım!"
Sözleri sona erdiğinde çatının ucunda kollarını iki yana açtı. Ve tam o anda, çatallanan uzayzaman düzleminin farazi bir kolunda, iki yüz altmış bir metrelik gökdelenin tepesinden aşağı atladı.
"Tanrılar unutkandır. Hatırlatılmaları gerekir."
-H.P. Lovecraft - Necromicon
1. GÜN
***Ayaz üyelere emirler yağdırırken Ateş bir kenarda durmuş sessizce sıranın kendisine gelmesini bekliyordu. Ekibin geri kalanı Kaldeli kızın ölümünü görmezden gelmeye karar vermiş olmalıydı. Bir hafta önce yaşanan patlamayı da, ekip arkadaşlarının işlediği cinayeti de unutup önlerine bakmak istiyorlardı. Patlamayı sadece televizyondan duydukları kadarıyla bildikleri için normaldi bu.
Fakat Ateş bizzat yaşamıştı. Fuardaki bebeğin ağlamasını, vücuduna çarpıp onu nehre fırlatan blastı, dalgalar bedenini tekrar tekrar dibe çarparken hissettiği sarsıntıları, suyun yüzeyinde farkında olmadan tuttuğu kopmuş insan bacağını, o bacağın Bora'ya ait olma olasılığını ve Kaldeli kızın onun eliyle kendi kalbine sapladığı bıçağı unutması imkansızdı.
Acı çektiği söylenemezdi ancak yaşadığı şeyler hayatına daha farklı bir gözle bakmasını sağlamıştı. Gerçek fikirlerini saklamaktan, karakterini baskılamaktan ve salağa yatmaktan sıkılmıştı artık. Bilhassa aptal sosyal medya fenomeni rolünü oynamak, onun için kendi kişiliğiyle savaşmaktan farksızdı. Oynadığı role elinde olmadan karşı tepki gösteriyordu sanki. Fenomen kimliği ne kadar neşeli olursa gerçek karakteri o kadar karamsar hale geliyor, dış dünyada hümanizm postuna büründükçe iç dünyasındaki mizantropi artış gösteriyordu.
Patlama tüm bunları fark etmesini sağlamıştı işte. Uzun zamandır bastırdığı hisleri çok daha net bir şekilde duyumsuyordu artık. Tek bir adım dahi atamayacak kadar yorgundu.
Eğer beklemeye devam ederse Ayaz'ın ekipteki herkesi bir yerlere yollayacağını anlayınca toparlanıp kendine geldi. Söyleyeceği şeyi hepsinin duyması gerektiğini biliyordu. Bu nedenle bu kez hiç düşünmeden, pat diye lafa girdi aniden. Ağzından çıkan sözcükler mabedin duvarlarına çarparken ses tonu kendine bile yabancı gelmişti.
"Ben ekipten ayrılmak istiyorum." ***
"Neden?"
İçlerinde ilk konuşan kişi Merlin olmuştu. Diğerlerinin aksine yüzünde bariz bir şaşkınlık vardı. Doğal olarak... Ötekilerin aksine o Ateş'in patlamada yaşadıklarından da, Kaldeli bir militanı öldürdüğünden de habersizdi.
"Ben..." dedi ancak onca şeyi nasıl özetleyeceğini bilemedi. "Ben, yorgunum."
"Ne demek abi yorgunum?" diye üsteledi Merlin. "Biri bana burada neler döndüğünü izah edebilir mi?"
Kısa bir sessizlik daha yaşandı. Ateş diğerlerinin de onunla aynı sıkıntıyı yaşadığını anlamıştı, durumu nasıl özetleyeceklerini bilemiyorlardı. Sonra Medea'nın oflaması yükseldi aralarından, kollarını göğsünde kavuşturarak Merlin'e dönüp konuşmaya başladı.
"Madem kimse konuşmuyor, öyleyse ben açıklayayım... Geçen haftaki fuar patlamasında Zoroaster de vardı—"
"Ne?!"
"—Patlamayı gerçekleştiren Kaldeli militanı tam da havalandırma boşluğundan kaçmaya çalışırken yakalamış, sonra da tutup kızı kendine kelepçelemiş. Bu esnada binadaki bombaların sayaçları aktif hale gelince orada sıkışıp kalmışlar ve bil bakalım kahramanımız ne yapmış? Evet, havalandırma boşluğundan binanın nehre bakan tarafına geçip oradaki kapakları sökmüş. Böylelikle binanın öteki ucundaki bomba patladığında blast etkisi onu kızla birlikte nehre uçurmuş. Ardından nehirden çıkmışlar —üstelik tek parça halinde— ve Zoro Marduk'a acil durum sinyali göndermiş. Buraya kadar olan kısmı idrak edebildin mi?"
Merlin boş boş bakmakla yetindi.
"Güzel, öyleyse devam edeyim." diyerek başını salladı Medea. "Tüm bu olaylar yaşanırken biz mahzende oturmuş Zoroaster'in yasını tutmakla meşguldük. Fakat kendisi patlamadan birkaç saat sonra kendi bileğine kelepçelediği bir kızla birlikte çıkageldi. Eh, haliyle fuar alanında neler olup bittiğini tam olarak bilmiyordu. Biz de onun ne kadar dengesiz bir sosyopat olduğunu göz önünde bulundurarak fuarda yaşanan katliamın detaylarını hemen söylemedik. Nitekim öğrendiği zaman tam da şanına yaraşır bir tepki verdi. Herkesi mahzene kilitledi, Tris'in bana emanet ettiği militanı öldürmek üzere yanıma geldi, ardından canıma kast etmek suretiyle kızı öldürmeye çalıştı. Neyse ki ilk seferde bunu başaramadı ve kızı sadece bıçakladı." Bu noktada duraksayıp Ateş'e döndü. "Ee, devamını sen anlatmak ister misin Zoro?"
Merlin'in ağzı bir karış açık kalmıştı. Bu normaldi. Fakat Ayaz'ın Medea'ya bakarken yüzünde beliren anlık bir hayranlık ifadesi Ateş'in kafasını karıştırdı. Neyi gözden kaçırmıştı?
"Burada değil." dedi Ayaz tekrar onlara dönerek. "Herkes az evvel yaptığımız görev dağılımında payına düşeni yapmaya başlasın. Bir dakika sonra bu odada Zoro, Merlin ve Medea'dan başka kimseyi görmek istemiyorum."
Ekiptekiler bu lafı ikiletmedi. Marduk çoktan sıvışmıştı zaten, bombalı saldırılar ya da öldürülen militanlar falan sikinde değildi herifin. Mahzen giderek boşalırken Ayaz'ın peşine takılıp devasa odanın ortasındaki koltuklara yerleştiler sırayla. Merlin doğal olarak fazlasıyla meraklı görünüyordu, Ayaz'ın keyfi kaçmıştı, Medea ise her zamanki umursamaz tavrını takınmıştı. Ateş diğerlerinin aksine onun burada kalmasının tesadüf olmadığını biliyordu. Ekibin geri kalanı, hatta kızın kendisi bile henüz fark etmese de Medea yavaş yavaş Ayaz'ın sağ kolu olarak konumlanıyordu grupta.
Ki Ateş'e kalırsa bu da tesadüf değildi, aksine Ayaz'ın bilinçli olarak yaptığı bir şeydi. Zira Medea ekibe katıldığı günden itibaren kimseden emir almaya niyetli olmadığını belli etmişti, gerekirse bu uğurda ekip liderliğini üstlenmeyi bile göze alabilecek türden biriydi. Eh, böyle isyankar bir üyeyi pasifize etmenin en bilindik yöntemi de ona yetki vermekti şüphesiz.
"Evet Zoro, seni dinliyoruz."
"Ne anlatmamı istiyorsunuz ki?" diye söylendi bıkkınlıkla. "O kızı er ya da geç gebertmek zorunda kalacaktık zaten. Mekanımızı görmüş bir militanı öylece serbest bırakamayacağımızı hepiniz biliyordunuz."
Medea sabırsızlıkla iç çekti. "Savunma faslını geçip şu haltı nasıl yediğini tane tane izah eder misin? Benim aklıma yatmayan noktalar var hala."
"Tabi, muhtemelen sen o yaralarla ve yorgunlukla aynı gece ayağa kalkmamın imkansız olduğunu düşünüyordun." diye güldü Ateş. "Bu yüzden mi kızı senin yatağına kelepçeleyip yalnız bıraktınız? Hiç değilse başında nöbet tutarsın diye bekliyordum, Med."
"Sen..." dedi Medea tane tane. "Sen— O gece kalkıp benim bölmeme mi geldin?"
"Kızı düşünce gücüyle falan mı bıçakladığımı sanmıştın? Ayrıca bir dakika— Sabah beni orada bulup odama geri taşıyan siz değil miydiniz? Orada olmamı neden garipsiyorsunuz ki?"
"Medea yoktu, seni orada ben buldum." diye izah etti Ayaz. Ardından tedirginlik yüklü bir sesle devam etti. "Fakat hala anlamadığımız bir şey var Zoro. Kızın orada olacağını nereden biliyordun?"
Ateş iç çekti. "Bilmiyordum. Kokusunu takip ettim."
Medea ufak, can sıkıcı bir kahkaha attı. "İşte yine başlıyoruz..."
"Hiçbir sikime başladığımız yok." diyerek kızı susturdu. "İster inanın, ister inanmayın. Gerçek bu."
"Gerçek, sende temporal lob epilepsisi olduğu." diyerek gülümsedi Medea. "Peygamber hastalığın olduğu düşünülürse kendine bir peygamber adı seçmene şaşmamalı."
Ateş bir eliyle ağrıdan çatlayan başını ovarken homurdandı. "Ayaz sustur şu kaltağı."
"Sen benimle nasıl böyle—"
"YETER!" diyerek ikisini de susturdu Trismegistus. "Merlin, her haltı öğrendiğine göre Orpheus'u bulup şu karaborsa işini hallet. Medea, sen de verdiğim görevi yerine gidiyorsun. Sana gelince Zoroaster, karargâh sınırları içinde gerçek isimlerimizi anmaman gerektiğini biliyorsun. Bunu uygula, olur mu? Ayrıca ekipten falan da ayrılmıyorsun. Aramızda senden başka elektrik elektronik mühendisi yok, madem ki SCADA sistemlerine saldırı fikrini ortaya attın, öyleyse ekipte kalıp virüsü bitirmek için çalışacaksın—"
Medea lafa girmeye çalıştı. "Sen ne saçm—"
"Ama son dönemlerde yaşadığın şeyleri görmezden gelecek değilim." diye devam etti Ayaz. "Bu yüzden önümüzdeki bir ay boyunca izinlisin. Karargâh'a gelme, ekipten kimseyle iletişim kurma, bir ay boyunca Zoroaster kimliğini unut tamam mı? Bir ay sonra hala gitmek istersen bunu tekrar konuşuruz."
Ateş ona bakarken ne diyeceğini bilemedi. Bildiği tek şey, ekibin sadece onun kimliğini değil, diğerlerinin kimliklerini de değiştirmeye başladığıydı. Çünkü eski Ayaz olsa karargâhta cinayet işlemiş bir üyeyi, bu kişi en yakın arkadaşı olsa bile, asla ekipte tutmazdı.
"Sorun çözüldüğüne göre," dedi Ayaz kararlı bir tavırla. "Herkes işinin başına."
Zoroaster verecek cevap bulamadı.
✵ ────── • ⋅ ༽ ༼༽ ༼ ⋅ • ────── ✵
2. GÜN
Kokuların gecesi yoktur.
Ateş gece kulübünün locasındaki koltukta gözlerini yummuş karanlığı izlerken bunun bir haksızlık olduğunu düşündü. Normal insanların en baskın duyu organı şüphesiz bir çift gözdü. Evreni algılamak için kullandıkları veri kaynağı da açık ara farkla görüntülerdi. Bu yüzden Tanrı onlara yoruldukları zaman ardına sığınabilecekleri etten kapaklar vermiş, görmenin yükünü hafifletmesi içinse gecenin karanlığını bahşetmişti.
'Fakat kokuların silikleşip şiddetini yitireceği bir gece yok.' diye geçirdi içinden. 'Bense kokuları zihnimde en az görüntüler kadar baskın bir biçimde algılamakla lanetlendim.'
'Hayır, sen benimle lanetlendin.'
İrkildi. Duyduğu sesin bir ses bile olmadığını, iç sesine benzer bir tını olduğunu ve elbette beyninin içinde yankılandığını biliyordu. Henüz odyopal illüzyonlar yaşayacak kadar uykusuz kalmamıştı. Onu irkilten şey sesin kaynağı değil, bir başkasına ait oluşuydu. Ses unutmak istediği birine aitti. Diriltmek istediği birine. Ve sonra tekrar öldürmek istediği birine. Nehir'e.
Kızın adı zihninde yankılanınca Karargâh'a geri dönüp çevredeki tüm araziyi kazma arzusuyla dolup taştı. Onun cesedini görmek istiyordu, aynı zamanda da kesinlikle istemiyordu. Çünkü ortada bir ceset varsa ve zihninde ölmüş bir hatunun sesini duyuyorsa hakikaten lanetlenmiş demekti. Fakat cesedi görmediği müddetçe bütünüyle delirmiş sayılmazdı. Sayılır mıydı?
'Kesinlikle sayılırsın.'
Dişlerini sıktı. Kızın sesi zihnindeydi, daha doğrusu düşünceleri zihnindeydi. Kafatasının içinde iki tane beyin varmış gibi hissediyordu. Kaltağın varlığı öylesine yoğundu ki, sanki ölmek ondan hiçbir şey eksiltmemişti. Yoğunluk giderek artarken başını arkaya atıp kırmızı deri koltuğun süngerine gömdü. Kafatasına baskı uygulayarak gerçeklik algılarını geri kazanmaya çalışıyordu. İkisi arasında bir bağlantı olduğundan emin değildi ama deniyordu işte.
"Bro şuradaki hatun seni kesiyor." dediğini duydu birinin. "Ateş?— Kanka uyudun mu cidden?"
Karşı koltuktan yükselen sesi duyunca inlememek için kendini zor tuttu. Barış'tı bu. Sosyal medya fenomeni bir dallama. Üstelik yalnız da değildi. Ateş'in bulunduğu loca fenomen camiasının en ünlü isimleriyle doluydu. Muhtemelen oraya bir şeyleri kutlamak üzere toplanmışlardı fakat neyi kutladıklarını o da bilmiyordu. Bağlı olduğu organizasyon firmasındaki menajer arayıp etkinliği haber verdiğinde sebebini sormamıştı bile. Zaten amacı sosyal medya fenomeni kimliği için bir şeyler yapmak değildi. Mekana gelmesinin sebebi bizzat kendisiydi, bu gece yeni hayatının ilk gününü kutlamak istemişti.
Ne var ki, bir nebze olsun eğlenmiyordu.
"Ulan uyanıksın işte, boşuna numara yapma." diyerek yeniden lafa girdi Barış. "Bu arada sen ne zaman benim kanala geleceksin ya? Takipçi kitlem geçen attığım story'den beri seni sorup duruyor. Hem bak gelirsen şaka videosu falan yapmayacağım, basit bir soru cevap videosu yaparız. Soruları da bizzat sen seçersin..."
Barış konuşmaya devam ederken Ateş yılların verdiği bir alışkanlıkla hep yaptığı şeyi tekrarladı; adamı duymazdan geldi. Aslında fenomen tayfasıyla takılırken içindeki mizantropi atağını bastırmaya çalışırdı, hatta bazılarına sempati duyduğu bile olurdu. Bu Barış denen dallamaya olan antipatisi ise farklı bir sebebe dayanıyordu; kokusuna. Burnunu kapatarak yok edebileceği türden bir koku değildi, fiziksel bir uyarana dayanmıyordu. Ateş herifin kişiliğinden yükselen ekşimsi kokuyu zihninde duyuyordu.
'Phantosmia.' diye hatırlattı kendine. Belki bininci kez. 'Koku gerçek değil. Sadece bir halüsinasyon, sinesteziyle karıştırma.'
Ne var ki, genelde karıştırıyordu ve bu onun durumu göz önüne alındığında hiç de şaşırtıcı bir sonuç değildi. Normal insanların aksine Ateş'in zihni kokuları üç farklı şekilde algılıyordu; burnuyla, sinestezi yoluyla ve phantosmia halüsinasyonları olarak. Burnuyla algıladığı uyaranlar gerçekti, bu uyaranların zihninde yarattığı kokular da gerçekti. Sinestezi sayesinde ise görüntüleri ve sesleri zihninde kokular yaratacak şekilde çarpıtarak algılıyordu fakat neticede bu çarpık algı, gerçek bir uyarandan kaynaklanıyordu. Ve son olarak phantosmia vardı; bu yolla algıladığı kokuların bir kaynağı yoktu, tamamen zihninin eseriydi.
"Ohoo, bu hepten koptu ortamdan." diyerek devam ettiğini duydu Barış'ın. "Hayır biz bu kafayı bulabilmek için dünyanın parasını döküyoruz, herif doğal yollardan uçuyor."
Bunları söylerken başıyla ortalarındaki sehpayı işaret etmişti. Bakışlarını istemsizce adamın gösterdiği yere çevirdiğinde başta sadece kargaşa görebildi. İçki bardakları, şişeler, cips paketleri, kuru yemiş tabakları, peçeteler, ambalajlar, son model iPhonelar, araba anahtarları bir dağ gibi birikmişti önlerinde. Daha dikkatli bakınca bunun bir kamuflaj olduğunu fark etti. Sehpadaki dağın ortasındaki çukurda birkaç hap paketi ve beyaz renkli bir toz yer alıyordu. Oturdukları yer kulübün geri kalanından yüksekte kaldığı için aşağıdakiler istese de dağın arkasındaki uyuşturucu yığınını göremezdi. Onun yerine düzenli aralıklarla kafalarını masaya gömüp burnunu çekerek geri kaldıran ve giderek embesilce hareketler sergileyen bir grup gerizekalı görürlerdi.
'Peki ya sen nesin?' diye neşeyle kıkırdadı kızın sesi. 'Dibe vurmuş hayatının acısını başka insanların zekasını küçümseyerek dindirmeye çalışan bir zavallı mı? Ah, Ateş...'
Sesi duymamaya çalıştı. Zaten geçici olduğunu biliyordu, normal şartlarda kafasının içinde gaipten sesler duyan biri değildi. Onun derdi kokularlaydı, deliliği de kokularla sınırlıydı. Koku mefhumunun var olmadığı bir evrende tamamen normal bir insan olabileceğini fark etti aniden.
'Öyle bir evrende var olmazdın.' diye alayla güldü kız. 'Sosyal medya fenomeni Ateş Alazoğlu'nda ve Gözcüler üyesi Zoroaster'de olmayıp da sende olan ne var ki? Seni var eden ve henüz personalarına kaptırmadığın neyin var? Doğru bildin... Kokular.'
Ateş iç çekerek ekledi. 'Ve bir de sen varsın.'
"—ldırmıyorum abi ya, niye kaldırıyormuşum?"
"Barış salak mısın oğlum? Başımız belaya girecek, topla işte şunları."
"Abi dans pistinden yüksekte kalıyor burası, birinin görmesi imkansız." Barış başını çevirip geriye baktı. "Dışarıdaki kısım da alçakta kalıyor. Mekanın Olimpos Dağı burası oğlum, biz de Tanrılarıyız."
"Hayır geri zekalı, değilsin." diye iç çekti Barış'la tartışan herif. Atlas. "Bar kısmına bak. Tamam, şimdi başını yukarı kaldır. Ne görüyorsun?"
"Karanlııık."
"Dikkatli bak, camların yansımasını görmeye çalış. Üst katın asma bölümü var orada, girişi müşterilere kapalı olduğu için varlığını komple kamufle etmişler. Ama koridorun camları doğrudan mekanın içine bakıyor. Burası Olimpos mudur bilmem ama orası Tanrıdağı. Dua et de amcam içeride olmasın."
Barış birkaç saniye boş boş baktı. Sonra birden ayıktı duruma.
"Hassiktir!"
Telaşla öne atılıp masadaki pislikleri toplarken Ateş gülmemek için kendini zor tuttu. Atlas'ın amcası mafyaydı. Bildiğin mafya. Ve adamın mekanına uyuşturucu sokan birini yakaladığı zaman ürkütücü şeyler yaptığına dair bazı efsaneler mevcuttu.
"Oğlum baştan niye söylemiyorsun ya?!" diye söylendi Barış. "Öldürtmek mi istiyorsun hepimizi?!"
"Kanka bilerek yapıyorlar." diyerek destek verdi oğlanlardan biri. Başıyla önce Atlas'ı, sonra Ateş'i işaret etti. "Nasılsa kendileri içmiyor, akılları sıra bizi burada yakalatıp Alparslan Ahıskalı'ya yem edecekler. Arkamızdan da cenaze vlog'u çekip takipçi kasarlar."
Doğruya doğru, Ateş uyuşturucu konusunda ortama uyum sağlayamıyordu. Çünkü zaten beyni kendi başına da yeterince aykırıydı, Barış onun doğal yollardan uçtuğunu söylerken haksız sayılmazdı. Üstelik ekiptekiler fenomen kimliğini sıkı bir biçimde denetliyordu. Ayaz ve Marduk onun bu kimliği asla benimsememesi, oynadığı rolle en ufak bir bağ kurmaması konusunda çok netti. Bir yandan da Zoroaster olarak ekipteki görevine devam edebilmek için her daim aklı başında olduğundan emin olmak zorundaydılar. En azından, olabildiği kadar...
Bu yüzden sosyal medya hesaplarını bile ekiptekiler kullanıyordu. Instagram hesabından paylaşılan gönderilerin neredeyse tamamı Gözcüler'in öteki fenomen hesaplarının veri analizini yaparak oluşturduğu hedef kitle odaklı şeylerdi.
"Neyse tamam, topladık işte." dedi Barış. "Bu arada Ateş, sen benim kanala gelme işi için bir tarih söylemedin hala. Çekimleri yarın yapalım diyorum, nasıl fikir?"
Bok gibi bir fikirdi. Ve az kalsın bunu sesli olarak söylüyordu Ateş. Koku o kadar şiddetli hale gelmişti ki düşüncelerini kontrol etmeyi başaramıyordu. 'Mekanı terk et.' diye öğüt verdi mantığının kokunun altında kaybolan sesi. 'Kalkıp gitmen gerekiyor.'
Nereye? Onu kokuların lanetinden kurtarabilecek bir mekan yoktu. Buradan çıkıp Barış'ın kişiliğinden yayılan kokudan kaçsa bile sokakta milyonlarcası onu bekliyor olacaktı.
"Barış rahat bırak şu adamı lan." diyerek lafa karıştı Atlas. Sesi bıkkın çıkmıştı. "Durumu biliyorsun, saygı duy azıcık."
"Ne durumu— Hee, fuar patlamasını mı diyors—"
Ateş başının altından sert bir bakış attı. Kasıtlı yaptığı bir şey değildi fakat Barış üzerinde işe yaramıştı. Ve kahretsin ki yaramaması gerekiyordu. Verdiği tepki karşısında herifin bocalar gibi olduğunu fark edince kokuya takılıp kalan dikkatini sürükleyerek yerine getirdi. Ardından yüzüne gamlı bir ifade yerleştirip uzaklara bakarak iç çekti. Role girmesi bir saniyeden daha kısa bir zamanda gerçekleşmişti.
"Yo hayır, konuşabiliriz aslında..." dedi sesine buğulu bir tını vererek. "Bu konu benim için bir tabu değil, aksine hayatımdaki önemli bir dönüm noktasını oluşturuyor."
"Büyük bir tramva tabi..." diye iç çekti yanında oturan oğlan. Ateş travma diye düzeltmemek için kendini zor tuttu. "Ama sen orada değildin dimi Ateş? Patlama şeyinden önce çıkmışsın yani ama tabi yine de büyük tramva. Canını sıkacaksa kapatalım konuyu."
"Neden canımı sıksın ki?" diyerek abesle iştigal bir soru sordu oğlana. Tavırlarına bilinçli bir dinginlik katmayı ihmal etmemişti. Kıl payı ölümden kurtulunca hayatın anlamını çözdüğüne inanan, Tibetli keşiş triplerindeki salak spiritüalist imajı. Taklit etmesi çok da zor değildi.
"Yani şeyden dolayı..." diye geveledi oğlan. "Senin bir arkadaşın da oradaymış diye duymuştum da ben, emin değilim tabi."
"Doğru duymuşsun Barış." dedi olgun bir tavırla başını sallayarak. "TeknoNerd'deki çok samimi bir iş arkadaşım da fuardaydı ne yazık ki. Anlayacağınız patlama benden çok sevdiğim bir dostumu aldı ama öte yandan, bana bir şeyler de kattı. Aslında ben de bunları hem sizlerle, hem de uygun bir zamanda takipçilerimle paylaşmak istiyordum."
"Paylaş tabi canım." diyerek lafa atladı kızlardan biri. "Hatta istersen ben yayın açarım hemencecik, story atıp duyurursan iki dakkada tüm ülkeyi yayına toplarız—"
Koltuğun diğer ucunda oturan kızlardan biri elindeki telefonu masaya koyarken "Yuh yani kızım!" diye söylendi. İsmi Buse'ydi galiba. "Çocuk şurada bize derdini açmak istiyor sen tutmuş yayın diyorsun!"
Ateş önce ekranı masaya bakacak şekilde ters konmuş telefona, ardından Buse'nin farkında olmadan masaya doğru eğilen gövdesine baktı sessizce. Kızın gizlice ses kaydı aldığını anlamak çok zor değildi, sonrasında muhtemelen o ses kaydını Instagram'daki magazin hesaplarından birine satacaktı. Her halükarda ifşalanacağını anlayınca "Sıkıntı yok Buse," diye cevap verdi kıza. "Takipçilerim benim gözümde bir aile şeyindedir. Biz her şeyi şey yapıyoruz onlarla, ortak paylaşıyoruz. Hani derler ya, iyi günde kötü günde... Öyle bir şey işte. Anlatırım yani..."
Fakat biraz zor olacaktı. Zira takipçi kitlesiyle bir şeyler paylaşırken ne anlattığına değil, nasıl konuştuğuna da dikkat etmek zorundaydı.
"Kelime dağarcığını küçültmen gerekecek." demişti Ayaz zamanında. "Entelektüel bir kitleye hitap etmeni istemiyoruz. Yeni bir üslup oluşturabilmen için Merlin'le ikimiz Youtube'dan yerli fenomenlerin günlük konuşmalarını içeren bir milyon küsür video scrapeledik. Verilerin hepsi bizim sunuculara yüklendiği zaman kızlar ses dosyalarını yazıya dönüştürüp ayıklayacaklar. Deniz de en son latent drichlet'le falan sağlam bir veri analizi patlatır herhalde. Analiz raporunda ortalama bir erkek fenomenin günlük hayatta en çok hangi kelimeleri kullandığı, cümle yapısı, genel kelime dağarcığı vesaire her şey yazılı olacak zaten. Tabi senin de bol bol gözlem yapman gerekiyor, şu siktiğimin yeraltı mağaralarından çıkıp fenomenlerin ortamına girmeye çalış biraz— Ha bir de, şu arkadaşın seni ne zaman TeknoNerd'e aldıracak? Neydi ismi, Bora mıydı?"
Bora'ydı, evet. Onu işe Bora aldırmıştı, çünkü Gözcüler bunu istiyordu. Ve elbette bununla kalmamıştı. İşe girdikten sonra da onun aracılığıyla TeknoNerd'in içine sızmak istemişlerdi. Çok zor olmamıştı. Ateş'in şirketteki bazı önemli bilgisayarlara bir iki dakikalığına taktığı birkaç flash diskle bu istekleri hallolmuştu. Böylelikle artık TeknoNerd'de olup biten her şeyi gözlemleyebilir hale gelmişlerdi fakat bu da yeterli değildi. Bir sonraki adımda TeknoNerd'i bir fiziksel bir botnet haline getirmeye karar vermişlerdi. Şirketi onlar yönetecekti ancak bunu şirketin sahibi bile fark etmeyecekti.
Yapmışlardı da. TeknoNerd'in yayın politikasını seneler içinde yavaş yavaş yönlendirmiş, değiştirmiş ve biçimlendirmişlerdi. Ve böylelikle, gerektiğinde dikkat çekmeden topluma fikir aşılayabilecekleri gizli bir megafonları olmuştu. TeknoNerd artık onların sesiydi ve şimdilerde diğer seslere doğru yayılmayı hedefliyorlardı. İçlerinde bu yaptıklarına olumlu bakmayanlar olsa da yayılma durmayacaktı, Ayaz bu konuda epey kararlıydı.
"Toplum mühendisliği yapmak size etik gelmiyorsa bunu bir karşı mühendislik olarak düşünün." demişti Ayaz itiraz edenlere. "Çünkü siz isteseniz de istemeseniz de, birileri toplum mühendisliği yapıyor ve bunu önleyemezsiniz. Sosyal ve siyasi alanlarda buna gücünüz de yetmez zaten. Fakat popüler bilim borazanlığı Türkiye'de çok yeni, henüz bir sektöre dönüşmedi bile. Eğer şimdi harekete geçersek o alandaki dümenin büyük bir kısmını ele geçirebiliriz. Bunun sağlayacağı gücü düşünebiliyor musunuz?"
'Güç,' diye düşündü Ateş. 'Eninde sonunda onları savaştıkları şeye dönüştürmez miydi?'
"Kanka? Ee... Bir şey demeyecek misin?"
Diyemedi. Midesinde beliren garip hissi bastırabilmek için kadehi kafasına dikerken ona seslendiklerini duymadı bile. Bir anlığına nerede olduğunu unutmuştu. Bir anlığına değil, dakikalardır nerede olduğunu unutmuş ve düşüncelerinde kaybolmuştu. Tüm gözlerin onun üzerinde olduğunu fark edince kadehi masaya bırakıp toparlanmaya çalıştı telaşla. Ne var ki kolay değildi, eğer Barış ve kişiliğinden yayılan rezil koku dibinde bitmeseydi kendi zihninin içinde kaybolup giderdi muhtemelen.
"Ulan anladık poz kesiyorsun da üç dakikadır bekliyoruz oğlum," diye fısıldadı ona doğru eğilip. Ateş adamın nefesini yanıbaşında hissedince kusmamak için kendini zor tuttu. "Fuar diyorduk hani... Ateeeş??? Transa mı geçtin kanka?"
Hiçbir şey söylemeden elini adamın omzuna koyup kendinden uzağa iteledi hafifçe. Neyse ki Barış bunu garipsememişti, "Ha pardon, çıkayım kadrajdan." diyerek ivedilikle karşı koltuğa geçti.
Koku hafifler gibi olunca derin bir nefes aldı Ateş. Zihnindeki sisin dağılacağını ummuştu fakat öyle olmadı.
"Ay hadi ama ya!" diye isyan etti kızlardan biri. "Zaten internet gidip geliyor, hazırsanız açıyorum yayını."
Mekandaki uğultu biraz daha yükseldi. Midesindeki garip his hala oradaydı, giderek şiddetleniyordu ve galiba hareket etmeye başlamıştı. Fakat rahatsız edici bir şey değildi bu, aydınlık bir ışık huzmesinin binlerce minik kanat çırpışıyla ağır ağır göğüs kafesine yükseldiğini hissediyordu. His yukarı tırmandıkça beyninde zonklayan iğrenç koku azalmaya başlamış, yerini tanımlanamaz fakat enfes bir aromaya bırakmıştı.
'Lavanta.' diye geçirdi içinden. Duyduğu koku lavanta kokusu değildi, kesinlikle hayır. Fakat içindeki en baskın nota lavanta olmalıydı. Ayırt edemediği ve daha az baskın olan diğer yüzlerce notayla birleşince ölümden bile güzel bir kokuya dönüşüyordu. Midesindeki garip his beraberinde büyüleyici kokuyu da sürükleyerek göğsüne yükselirken derin bir nefes aldı Ateş. Ardından dudaklarında beliren huşu dolu bir gülümsemeyle birlikte başını kaldırdı, ve O'nu gördü.
Afrodit.
Eğer ölmemiş olsaydı Ateş kıza bu isimle seslenmek isterdi. Güzelliğinden ötürü değil. Kokusundan ötürü. Böylesine büyüleyici bir koku bütün güzel kokuların sahibi olarak bilinen bir tanrıçadan başkasına ait olamazdı. Fakat o tanrıçayı öldürmüştü Ateş, kokusuyla ve varlığı yarattığı tehlikenin sonsuza dek yok olduğundan emindi.
Şimdiyse kız buradaydı. Üzerinde fuar günü giydiği siyah mini etek, beyaz gömlek ve bilekten bağlamalı siyah topuklularla locanın ortasında belirivermişti. Ateş bunun imkansız olduğunu biliyordu, gözleriyle görmüştü kızın öldüğünü. Tam kalbinin üstüne saplanan bıçağı, kan gölüne dönen yatağı ve bilincini kaybettikten sonra o kan gölünün ortasında sızıp kaldığını biliyordu.
Fakat buradaydı işte. Göğsündeki garip his daha da yukarılara tırmanırken kızın ona doğru yürüyüşünü izledi. Dudaklarının kenarında bastırılmış bir tebessüm vardı, ateş rengine bürünmüş gözleri alaycı bir parıltıyla aydınlanmıştı. Zarif adımlarla locayı geçip onun yanına geldi, tam karşısındaki sehpaya oturdu ve bacak bacak üstüne attıktan sonra başını hafifçe yana eğip gülümsedi.
"Benden o kadar kolay kurtulabileceğine inandın mı gerçekten?"
Cevap vermek yerine derin bir nefes alarak büyüleyici kokuyu son kez içine çekti. Sonra o garip his, midesinden başlayarak yukarı tırmanan ruhani ışık boynuna ulaştı ve Ateş tam bu noktada bilincini yitirdi.
Bedeniyse onun kadar şanslı olamamıştı. Artık varlığını algılayamadığı o garip his boynunda yoğunlaşırken oturduğu yerde kasılmaya, bir nehrin acımasız sularında boğulan bir adam gibi çırpınmaya başladı. Locadaki insanlarsa dehşetten donakalmış haldeydi hala, tıpkı o anları canlı olarak izleyen binlerce sosyal medya kullanıcısı gibi. Olayın öznesi hariç herkesin şahit olduğu ve uzun süre unutulmayacak bir andı bu.
Fuar patlamasından sağ kurtulmasıyla gündeme oturan ünlü fenomen Ateş Alazoğlu canlı yayında temporal lob epilepsisi geçiriyordu.
3. GÜNÜN AKŞAMI
"Накривил е калпачето ей така, па така
Нанагоре-нанадоле, ей така, па така
Накривил е калпачето ей така, па така
Нанагоре-нанадоле, ей така, па така"
Telefonlar aralıksız çalıyordu. Müzik susmuyordu. İki yüz altmış bir metrelik gökdelenin çatı katındaki stüdyo dairesinde tavanı izlerken gürültüden kokuları bile duyamaz olmuştu. Ateş Alazoğlu uykusuzluğun elli dördüncü saatine yeni girmişti ve henüz hayatının mahvolduğundan haberi bile yoktu.
Canlı yayında geçirdiği krizin ardından gözlerini acil serviste açmıştı. Tepesinde profesör oldukları her hallerinden belli bir grup doktor vardı. Kendi aralarındaki heyecanlı konuşmalardan canlı yayında temporal lob epilepsisi geçirdiğini, doktorların onu hastaneye yatırıp tetkit falan yapmayı planladığını öğrenmişti. Anladığı kadarıyla tetkiklerin esas amacı onu bir vaka olarak incelemekti. Doktorlardan birinin "Hastadan canlı yayın görüntülerini akademik çalışmalarda kullanabilmek için yazılı izin almayı unutmayın." dediğini duymuştu. "Denek olmayı kabul etmezse hiç değilse görüntüleri kullanabilelim."
Bu sözler paniğe kapılması için yeterliydi. Doktorların onun uyandığını kalp ritmini ölçen cihazdan anladığını fark edince gözlerini aralayıp kafası karışmış ve olanları hatırlamıyormuş gibi davranmıştı. Doktorlar gittiğindeyse tuvalete gitme bahanesiyle acil servisten çıkmış, sonra da arkasına bile bakmadan hastaneden kaçmıştı.
Şimdiyse evindeydi. Yatağına uzanmış tavanı izlerken seslerin ne zaman kesileceğini merak ediyordu. Kapıdaki güvenliğe ziyaretçi istemediğini söyledikten sonra iki gündür birkaç saatte bir çalan kapı zili kesilmişti. Fakat telefonlar yarım saatte bir çalmaya devam ediyordu hala. İlkinde anlık bir gafletle telefonu sessize alıp sorunu çözdüğünü sanmıştı ama telefonun sesi kesilince evdeki müzik sistemi devreye girmişti.
Evet, yaşadığı daire halk arasında akıllı ev olarak bilinen, Ateş'in gözündeyse bir siber kerhane olan ucube evlerdendi. Perdeleri açıp kapatmak, kombinin ısısını değiştirmek, beyaz eşyaları çalıştırıp durdurmak, duvardaki bölmeye gömülü ses sistemini açmak için akıllı telefondan gerekli tuşa basması yetiyordu. Fenomen tayfası ve teknoloji sevdalısı bazı zenginler bu evlere bayıldığı için ona da böyle bir daire tutmuşlardı. Fakat Ateş için tüm bu teknoloji ve kablosuz bağlantı tek bir anlama geliyordu: Hacklenebilen bir evde yaşamak. Üstelik Google, Microsoft ve Dark'la ev arkadaşı olarak.
Fakat bu kez evini hackleyenler kendi arkadaşlarıydı. Gözcüler onun canlı yayında nöbet geçirdiğini görmüş olmalıydı, şimdi de bağlantı kurmaya çalışıyorlardı. Haliyle telefonu sessize almak arayan kişileri durdurabilecek türden bir önlem değildi. Ateş sessize alsa bile onun hemen ardından Gözcüler -yüksek ihtimalle Kalipso ve Hekate- evin ses sistemine girip müzik açıyorlardı.
Aslında ses sistemini kullanarak Ateş'le konuşma imkanları vardı ancak bir teknoloji devinin sistemine sızmanın çok ciddi güvenlik tehlikeleri de vardı. Olası bir karşı saldırıda ifşa olabilirlerdi. Onlar ifşa olmasa bile ses sisteminin güvenliğini sağlamakla görevli siber güvenlik uzmanları bir hacker grubunun neden sıradan bir sosyal medya fenomeniyle böyle egzantrik bir iletişim kurduğunu merak edebilirdi. Dolayısıyla sadece müzik açma riskini göze alıyorlardı.
İşin saçma yanı, olayın bundan ibaret oluşuydu. Gözcüler onu sadece arıyordu. Sabah tepesi atıp da telefonu açtığında karşı tarafta konuşabileceği kimse çıkmamıştı. Büyük ihtimalle Endora ve Hekate'nin halt yemesiydi bu. Ateş'e ulaşmak istedikleri için algoritmayı çalıştırmışlar, fakat onun telefonu açma ihtimalini hesaba katmadıkları için kendi hayatlarına dönmek üzere Esagila'dan ayrılmışlardı.
Medea ve Paracelsus sık sık Esagila'ya uğrardı ama Celsus'un kişisel bölmesi Esagila'nın en ucunda ve bilgisayarların bulunduğu mahzene en uzak noktadaydı. Ateş onun mahzen kısmına uğramadan kendi bölmesinde inzivaya çekildiğine emindi. Medea ise yarım saatte bir uyarı veren algoritmalara basit bir break komutu eklemektense, başka bir insanın daha yarım saatte bir huzurunun kaçtığını düşünerek keyiflenmeyi tercih ederdi.
"Got a feeling in your stomach
'Cause you know that it's coming for ya
Leave your flowers and grieve
Don't forget what they told ya, eh-eh
When we forget the infection
Will we remember the lesson?
If the suspense doesn't kill you
Something else will, eh-eh."
"Midende bir şeyler hissediyorsun,
Çünkü senin için geldiğini biliyorsun
Bırak çiçeklerini ve yas tut
Unutma sana söylediklerini
Unutursak bulaşıcı etkiyi
Hatırlayacak mıyız, ders neydi?
Eğer şüphe öldürmezse seni,
Muhakkak öldürecektir birileri."
Şarkı bininci kez çalmaya başlayınca homurdanarak başını yastığa gömdü. Müzik sesi yüzünden dün gece de uyuyamamıştı, kırk saatten uzun süredir gözünü kırpmamanın verdiği baş ağrısı gürültüyle birleşince katlanılmaz hale geliyordu.
"I heard they need better signal,
Put chip and pins in the needles.
Quarantine all of those secrets.
In that black hole you call a brain before it's too late.
Really we just wanna scream something,
Only pretend to believe something,
I know you're baying for blood,
I wanna turn you around."
"Onların sinyalinin daha iyi olduğunu duydum.
Bir çip bul ve tak iğnelerin arasına.
Tüm sırları karantinada sakla ,
Bu kara delikte çok geç olmadan beyni ara.
Çığlık çığlığa bağırmak istiyoruz gerçekten,
Bir şeylere inanıyormuş gibi yaparken,
İntikam peşinde olduğunu biliyorum,
Seni yolundan döndürmek istiyorum."
Yatakta huzursuzca diğer tarafa döndü. Neden bu işkenceyi kendine çektirdiğini bir türlü anlayamıyordu. Kalkıp tüm internet bağlantılarını kesebilirdi. Offline olmanın evi güvenli hale getirmeyeceğini biliyordu, cihazlar yeniden online olana dek verileri kaydetmeye devam edip internete bağlandıkları anda kayıtlı verileri onları üreten şirketin bulut veritabanına yükleyecekti. Fakat online olana dek evin sesini kesebilirdi, böylelikle şikayet edip durduğu gürültü ortadan kalkmış olurdu.
'Peki ya sonra ne olacak?' diye düşündü. 'Uyuyup uyandığımda hayatımın geri kalanını nasıl sürdüreceğim?'
Gözcüler'le olan ilişkisinin bittiğine emindi. Ekibin tamamı ikna olsa bile Ayaz içlerinde bir katilin yer almasına müsaade etmezdi. Hele ki cinayeti Esagila'da işleyen bir katilin... Bir ay sonra tekrar dönersin demesi muhtemelen oyalamadan ibaretti ama zaten Ateş'in de geri dönme isteği pek yoktu. Onun koşulları ekibin kalanından farklıydı. Diğerlerinin, biri hacker kimliği, ötekiyse gerçek kimlikleri olmak üzere iki ayrı hayatı vardı. Ateş ise bir hacker kimliğine, bir de sosyal medya fenomeni kimliğine sahipti. Hacker kimliğine büründüğü zamanlarda gerçek kişiliğini sergileyebiliyordu, lakin kim olduğunu toplumdan gizlemek zorunda kalıyordu. Sosyal medya fenomeni olduğu zamanlardaysa kim olduğunu topluma duyuruyor, lakin kişiliğini gizlemek zorunda kalıyordu. Gerçek kimliği ise, yoktu.
'Bu şekilde devam edemem.' diye geçirdi içinden. 'Siktir olup gitmek zorundayım.'
Sadece ekipten ayrılmakla kalmayacak, ülkeden de gidecekti. Kendi kimliğiyle bir hayat kurması on yıl alsa bile, bu arzusu neye mal olursa olsun denemek zorundaydı. Çünkü başka çaresi yoktu, üstelik kalmak için de bir sebebi yoktu. Sahi, neden girişmişti ki bu işe? Oyuna dahil olduktan sonra devam etmek için sebepleri olmuştu fakat en başta, ne amaçla dahil olduğunu bilmiyordu. İşin garip tarafı, bu amaçsızlığı fark etmesini sağlayan şeyin kızın ölümü oluşuydu. Onu öldürdükten sonra devam etmek için bir motivasyonu kalmamıştı artık. Büyük bir arayışın sonuna gelmiş, senelerdir süren esareti tüketmiş gibi hissediyordu. Özgürlük parmak uçlarındaydı. Bir adım atsa yakalayacaktı.
'Ama sen o adımı atamayacaksın.' dedi kızın sesi. 'Benden kaçamazsın, Dönüp dolaşıp bana geleceksin, Ateş.'
"Hayır, gelemeyeceğim." diye mırıldandı tavana bakarken. "Çünkü seni kendi ellerimle öldürdüm."
"Please, remain calm, the end has arrived
We cannot save you, enjoy the ride
This is the moment you've been waiting for
Don't call it a warning, this is a war"
"Lütfen sakin kal, yolun sonu geldi
Yolculuktan keyif al, koruyamayız seni
Beklediğin an tam da buydu işte,
Bu bir uyarı değil, bu savaşın kendisi."
-*-
5. GÜN
Başlarda her şey yolunda gitti.
Üçüncü günün gecesini de uykusuzlukla geçirdikten sonra sabah özgürlüğünü tescillemek için önce TeknoNerd'in yolunu tutmuştu. Fikri Bey onu gördüğünde az kalsın sevinçten havalara uçacaktı, son olayların ardından sosyal medyaya hiç girmemişti fakat patronu ona Kaan Kayaban'ın halefi olmayı teklif ettiğine göre galaksi çapında ünlenmiş olmalıydı.
Ne var ki Ateş kararlıydı. Fikri Bey'in tüm zam tekliflerini elinin tersiyle iterek istifa etmiş, ardından bir gece kulübünde yeni hayatının ilk gününü kutlamıştı. Sabaha karşı evine döndüğünde heyecanlıydı hala. Gözüne uyku girmeyince fazla üstelememiş, kurmaya hazırlandığı yeni hayatıyla ilgili internette araştırma yapmaya başlamıştı.
İlk bir yılı gezgin olarak geçirmek istiyordu. Sonrasında yurtdışında bir ülkeye yerleşip göstermelik eğitimler almaya başlaması gerekecekti. Dünyanın geri kalanı hala onun bir hacker olduğunu bilmiyordu, bilişim sektöründe bir kariyer çizebilmek için önce teknik bilgisini belgelendirmek zorundaydı.
İşin güzel tarafı, bu süreçte geçimini sağlamak için hacker tipi yöntemlere başvurmasına bile gerek yoktu. Sosyal medya fenomenliğiyle birlikte gelen sponsorluk anlaşmaları, oynadığı birkaç reklam filmi ve TeknoNerd'den aldığı dolgun maaş banka hesabını epey şişirmişti zaten.
Öğlene kadar kendine az çok bir rota oluşturmuştu. Yolculuğuna Saraybosna'dan başlayıp Avrupa ülkelerini teker teker gezmeyi planlıyordu. Schengen vizesinin süresi çoktan dolduğu için internet üzerinden randevu almış, öğleden sonrasını ise randevuda lazım olacak belgeleri ayarlamak için oradan oraya koşturmakla harcamıştı.
Uykusuz kafayla eve döndüğünde saat altıya geliyordu. Olağanca yorgunluğuyla kendini yatağa attı ve başını yastığa koyduğu an sigorta poliçesinin ıslak imzalı versiyonunu almayı unuttuğunu fark etti. Saat geç olduğu için tekrar gitme şansı yoktu, mecburen sabahı bekleyecekti. Fakat cayır cayır yanan göz kapaklarına rağmen o gece de uykuya dalamadı.
Dördüncü günün sabahına ulaştığında durumun ciddiyetinin hala farkında değildi. Uykusuzluğu, yaşadığı büyük strese ve geleceğindeki belirsizliğin yarattığı endişeye bağlıyordu. Önünde sonunda uyurdu nasılsa, en kötü ihtimalle uykusuzluktan bayılırdı ve yine uyumuş olurdu. Şu an bir de buna kafa yoramazdı, vize başvurusunu sorunsuzca tamamlamak daha önemliydi.
Son derece dinç ve kararlı bir şekilde yataktan kalktı, bir an evvel evden çıkabilmek için kahvaltı bile etmeden giysi dolabına yollandı. Saat sekiz olmak üzereydi.
Ve saat on ikiye ulaştığında Ateş hala evdeydi. Sabah yataktan kalkarken üzerine siyah bir pantolonla haki renkli gömleğini giymeye karar vermişti fakat gömleği bir türlü bulamıyordu. Bütün evi talan ettikten sonra bakışları duvarda asılı reklam çekimi görüntülerine takıldı ve duraksadı.
Gömlek oradaydı işte, duvara asılı fotoğraftaydı. Evin içinde bulamıyordu çünkü çekimler esnasında giymesi için marka tarafından verilen, çekimler bitince de stüdyoda bıraktığı kıyafetlerden biriydi. Tüm sabahı hiçbir zaman sahip olmadığı bir gömleği arayarak geçirdiğini fark edince ufak bir panik dalgasıyla sarsılır gibi oldu. Daha fazla düşünmemek için ilk bulduğu gömleği üzerine geçirdi, alelacele evi terk etti.
Cüzdanını ve kimliğini evde unuttuğunu fark ettiğinde çoktan bankaya ulaşmıştı. Araçtan inip bir süre derin nefesler alarak sakinleşmeye çalıştı. Düşüncelerinin giderek bulanıklaştığını, dış uyaranlara karşı aşırı hassaslaştığını hissedebiliyordu. Gözlerini ovalamak üzere yüzüne uzattığı elinden korkup irkilince bu problemi daha fazla erteleyemeyeceğini anladı. Bankaya değil, hastaneye gitmesi gerekiyordu.
Giderek çığırından çıkan zihnine güvenemediği için arabasını bankanın önüne park etti. Yoldan çevirdiği bir taksiye atlayıp kimliğiyle cüzdanını almak üzere eve döndü. Oradan da hastaneye geçecekti.
Taksi ücretini ödeyemedi elbette, cebinde para yoktu. Neyse ki adam pek sorun çıkarmadı, muhtemelen son derece lüks bir plazaya geldikleri için evden cüzdanını alıp gelme ricasını anlayışla karşıladı.
Ateş taksiden inip koşar adımlarla plazaya girdi, asansörle gökdelenin tepesine çıktı ve sakin adımlarla koridoru geçip evine ulaştı. Kapıdan içeri girdikten sonra bir süre evdeki dağınıklığı süzdü sıkıntıyla, ardından mutfağa geçip yemek yapmaya başladı. Bir ara dışarıdan ardı ardına korna sesleri yükseldi, sesler bulunduğu kata çok az ulaşıyordu. Ne var ki gürültüye karşı aşırı ve dengesiz biçimde hassaslaşmıştı. Evin içinde hala bangır bangır çalan müziğin farkında bile değildi fakat yüz elli dört kat aşağıdaki caddeden geçen kamyonun homurtulu motor sesini duyabiliyordu. Kamyonun gürültüsü hepten sinirlerini bozunca elindeki havucu ve reçel tabağını tezgaha fırlattı. Zaten karnı da çok aç değildi.
Söylene söylene salona girip bilgisayarın başına geçti. Bir süre bilgisayar oyunu oynayarak vakit öldürdü fakat huzursuzdu. Yolunda gitmeyen bir şeyler varmış gibi hissediyordu, ya da yakın gelecekte bir şeyler ters gidecekmiş gibi... Neyi es geçmiş olabilirdi ki? TeknoNerd'den istifa etmişti. Vize başvurusunu yapmıştı. Haki gömleğini bir türlü bulamamıştı fakat önünde sonunda bir yerlerden çıkardı nasılsa. Neydi bir türlü hatırlayamadığı fakat hatırlaması gereken şey—
"Islak poliçeli imza sigortası..." diye mırıldandı sabaha karşı. Çatıya çıkmadan tam yirmi beş gün önce. Telaşla ayağa fırlayıp telefonunu eline aldı, bankayı aradığında ilk on üç denemede kimse açmadı. İnternette bir sürü araştırma yaptı, şikayetvar sitesine bankanın sorumsuzluğuyla alakalı beş paragraflık bir şikayet metni yazıp yolladı, bankayı tekrar aradı, yine açan olmayınca bu kez bankanın müşteri temsilcisine bağlanmaya çalıştı, fakat bekleme müziğini dinlerken birden çok da önemli olmadığını fark etti. Bu kadar uğraşmaya değecek kadar mühim değildi.
O anda daha önemli bir şey vardı aslında; midesinden anlamsız bir ses yükseliyordu. Bir anlığına mide kanaması geçiriyor olabileceğini düşünse de hayır, sorun başkaydı. Sorun, dört gündür hiçbir şey yememiş olmasıydı. Belki de beş. Sahi, en son ne zaman uyumuştu?
Ve neden artık açlık hissetmiyordu?
"You and I, I know—we are dreaming and haven't waked up yet."
"Sen ve ben, biliyorum ki, bir rüyanın içindeyiz. Ve henüz uyanmadık."
Zhuangzi Metinleri, 6. Bölüm
-*-
7. GÜN
Beşinci günden sonrası bir heyuladan farksızdı. Geriye dönüp baktığında neler yaptığını pek anımsayamıyordu. Birkaç saniye önce ne yaptığını bile hatırlayamıyordu ve işin garip tarafı, merak etmiyordu. Fakat bölük pörçük hatıralar vardı. Sadece dikkatinin değil, zihninin de dağıldığını fark etmişti. Bazense herhangi bir şeye kendini kaptırıyor ve olağandışı bir yoğunlukla odaklanıyordu. O üstün dikkat maceralarının birinde bir buçuk gün boyunca internette aralıksız araştırma yaparak akıbetini öğrenmeye çalışmıştı. Rus Uyku Deneyi diye bir zımbırtıydı ilk ulaştığı sonuç, biraz daha derine dalıp bunun asılsız bir şehir efsanesi olduğunu öğrenince çok rahatlamıştı.
Ne var ki derine indikçe kesin bir cevap almaktan da uzaklaşıyordu. Şehir efsanelerinin ve popüler bilim sitelerindeki içeriklerin bir alt katmanında binlerce araştırma yazısı vardı. Onun da derininde birbirinin zıttı teorileri ispatlayan bilimsel makaleler vardı. Daha aşağıda hayvanlar üzerinde yapılan uyku deneylerine dair veriler ve edited volume dokümanları vardı. Bir noktada aradığı cevabı bilim dünyasının da bilmediğini fark etmişti.
Yasal olmadığı için kimse insan deneklerle deney yapamıyordu. Yapanlar varsa bile deney sonuçlarını internette yayınlamıyordu. Kendi kendine uykusuzluk rekoru kırmaya çalışan tipler vardı ama birkaç günün ardından gözleri açıkken uykuya dalmaya başlıyorlardı.
Bulabildiği en güvenilir sonuç laboratuvar ortamında fareler üzerinde yapılan bir deneye aitti. Hayvanların bütünüyle uyanık kaldığına emindi çünkü deney boyunca verilen kimyasallardan ötürü çaktırmadan uykuya dalma şansları yoktu. Fakat o deneyde de canlıların en uzun süre ne kadar uykusuz kalabileceğinin cevabı alınamamıştı. Zira fareler yirmi dördüncü günde intihar etmeye başlamıştı.
'Aptal yaratıklar.' diye söylendi başını elindeki poşete eğerek. 'Kendilerini bayıltmayı neden denememişler ki?'
Ardından poşeti kafasına geçirip sağlam bir düğüm attı. Sadece farelere değil, kendine de öfkeliydi. Neden bu yöntemi daha önce akıl etmemişti ki? Uykusuzluktan bayılmak için beklemesine gerek yoktu, kendini oksijensiz bırakırsa da bilinç kaybı yaşardı. Neticede yaşamak zorundaydı. Birdenbire anaerobik solunum kabiliyeti kazanmış olamazdı, öyle değil mi?
İlk dakikanın sonuna ulaştığında başarılı olacağını anladı. Poşetin içindeki karbondioksiti solurken garip biçimde tanıdık gelen bir boğulma hissiyle karşılaşmıştı. Oturduğu yerde duramayınca aniden ayaklanıp sendeleyen adımlarla tezgaha doğru ilerledi. Güç bela tezgahın önündeki bar taburesine oturup oksijensizlikten bayılacağı anı bekledi.
Beşinci dakikaya ulaştığında yerde çırpınıyordu. Oksijensizlikten gözleri yaşarmıştı, yüzünün rengi mora dönmek üzereydi ve çaresizce poşetin düğümünü açmaya çalışıyordu. Düğümü açamayacağını anlayınca parmaklarıyla yüzünü tırmalamaya başladı. En sonunda naylonu delmeyi başardı ve başına geçirdiği poşeti parçalayarak çıkarıp yere fırlattı.
Poşetin düştüğü yerde bir ucu sıkıca düğümlenmiş, diğer tarafı parçalanarak açılmış iki poşet daha vardı.
13. GÜN
Ateş geçmişi izliyordu.
Ayaz'ın karargâhta olmadığı, Marduk'un ise karargâha teşrif ettiği ve bu iki felaketin eşzamanlı olarak gerçekleştiği günlerden biri olmalıydı. Zira tüm ekip işi gücü bırakmış, mabeddeki koltuklara yayılıp hararetli bir beyin fırtınası seansına dalmıştı. Tüm bunları, hatta Marduk'la çene yarıştıran kendisini bile dışarıdan izliyordu. Zamanda geçmişe gidip de olayın yaşandığı anın içinde görünmez bir gözlemci olarak yer almak gibi bir şey değildi bu. Gördüğü şey kendi zihnine ait bir hatıraydı ve ne olduğunu anlaması bile epey zaman almıştı. Hatırladığında ise başka bir ürkütücü gerçekle yüzleşmişti.
Hafıza bir illüzyondan ibaretti.
Biri bunu özellikle hatırlatmadığı müddetçe kimse dört gün önce kahvaltıda ne yediğini hatırlamazdı ve bu bilgi hafızalarından silinmiş olsaydı da farkına varmazlardı. Çünkü hatıralar zihnimizde hazır vaziyette var olmuyordu. Daha çok tavan arasına istiflenmiş eski püskü eşyalar gibiydiler. Onları var etmek için tavan arasına gidip getirmek gerekiyordu. Ve eğer içlerinden biri çalınsaydı, bunu fark etmek için de çalınan eşyayı tavan arasında özellikle aramak gerekiyordu.
Fakat Ateş'i korkutan şey sadece bu olmamıştı. Hatırlayabildiği hatıraların aslında ne kadar eksik olduğunu görmek de ürkütücüydü. Zihnin içinde tasavvur edilen her şey yarım yamalaktı. Bilincin boşlukları doldurma becerisi sayesinde tastamam olduğu yanılgısına düşüyorduk.
Geçmişinden bir hatırayı izlerken bunu açıkça görebiliyordu. Kendini bizzat göremiyordu elbette, çünkü her şeyi kendi gözlerinden görüyordu zaten. O nedenle bakışlarını her çevirdiğinde mabedi gördüğü açı değişiyor, bakmadığı noktalarda bulunan tüm varlıklar siliniyordu. Baktığı noktadaysa birçok şey flu haldeydi. Marduk'un sadece boyundan yukarısını net biçimde görebiliyordu, zaman zaman elleri ve kolları havanın içinde belirip kayboluyordu. Bunların ihtiyarın abartılı jestlerini sergilediği anlar olduğunu fark etti istemsizce, o anlarda Ateş'in dikkati adamın ellerine ve kollarına kaymış olacak ki bu detayları hafızasına kazımıştı. Bazen de mabeddeki diğer üyelerden biri lafa dalıyordu, böylelikle mekanın görüş açısı tekrar değişiyor ve konuşan kişinin portresi havada beliriyordu.
Ve bir de hatırasındaki görüntünün bazen tam ortasında, bazen de iki ayrı yanında duran devasa bir gölge vardı. Bunun kendi burnunun gölgesi olduğunu anlaması uzun sürmemişti. Normalde etrafa bakarken her insan gibi burnunun varlığını gözardı edebiliyordu ama seçici dikkatten arındırılmış bir hatırada burnunun gölgesi de mevcuttu.
En garip olanı ise -nedenini çözmesi biraz zaman almıştı- zihnindeki hatırada birkaç saniyelik düzensiz aralıklarla her yer kararıp tekrar aydınlanıyordu. Gece kulüplerinde yanıp sönen ışıklar gibiydi ve inanılmaz derecede rahatsız ediciydi. En sonunda bunun kendi göz kırpmaları olduğunu fark etmişti. İzlediği hatırayı bizzat yaşarken her göz kırpışında gördükleri karanlığa gömülüp yeniden belirmişti, o nedenle zihnindeki hatıra da kesikli görüntüler halindeydi. O kadar dikkat dağıtıcı bir şeydi ki, normal hayatta bu yanıp sönmeleri nasıl gözardı edebildiğini aklı almıyordu.
'Öyleyse bu hatıranın sadece bilinçli farkındalığıma ait bölümünü görüyorum.' diye düşündü. 'Bilinç altının tüm detayları kaydetmiş olması gerekmez miydi?'
Bunu düşündüğü anda görüntü aniden netleşti. Alçalıp yükselen uğultu halindeki sesler bir bütün halindeydi artık. Karargâhın tamamını keskin detaylarıyla görebiliyordu. Bakışlarını her çevirdiğinde değişen görüş açısı ve birkaç saniyede bir tüm görüntünün kararıp aydınlanması devam ediyordu fakat bilinç altının elinden daha fazlası gelmiyordu anlaşılan.
"Şaman'ın gidişi bu kadar büyük sorun yaratmamalıydı." diyordu Marduk. "Siz de hacker değil misiniz? Şaman o kodları yazabiliyorsa siz neden yapamıyorsunuz ki?"
Kendi sesinin "Ona bakarsan sen de Fizikçisin." dediğini duydu. "Özel Görelilik Kuramı'nı neden sen değil de Einstein buldu ki?"
Marduk'un cevabı gecikmedi. "Çünkü ben o zamanlar henüz doğmamıştım."
Trismegistus bıkkınlıkla iç çekti. "Yalvarırım artık konuyu dağıtmayın."
"Hayır, asıl bu kahrolası ekibin dağılması gerek!" diyerek öfkeyle zırvalamaya devam etti ihtiyar. Ardından öfkeyle Ayaz'a döndü. "Sana güvenmiştim! Bana bunların hacker olduğunu söyledin diye size yardım ettim, ailemden yadigar kalan bu mekanı bile kullanımınıza açtım! Eğer ülkedeki en iyi hackerlar değillerse neden bu ahmakları peşine taktın ki?!"
Marduk'un eliyle işaret ettiği ahmaklara baktığında ihtiyara gerçeği söylerlerse neler olacağını merak etti Ateş. Gerçek şu ki, ekip tamamen üst düzey hackerlardan oluşmuyordu. Hepsinin belirli bir düzeyde siber saldırı bilgisi vardı fakat teknoloji çok hızlı ilerliyordu. Her gün yeni siber güvenlik yöntemleri bulunuyor; donanımlar, yazılımlar, kullanıcı alışkanlıkları ve alınan önlemler anbean değişiyordu. Dünyanın en iyi hackerı bile bir iki sene teknolojiden uzak kalsa bu onun artık hacker olmadığı anlamına gelirdi. Sahip olduğu hack bilgisinin büyük bölümü geçerliliğini yitirmiş olurdu çünkü.
"Marduk hackerlık bisiklet sürmek gibi bir şey değil." diyerek sabırla izah etti Trismegistus. "Tek seferde bütün olayı öğrenip ömrünün geri kalanını her sistemi hackleyebilen biri olarak geçirmiyorsun. Fizikte olduğu gibi burada da farklı uzmanlık alanları var, anlıyor musun? Ve Şaman data breach alanında en donanımlı olanımızdı. Hekate ve Kalipso onun seviyesine gelene dek Dark kulesini gözetlemeye ara vermek zorundayız."
"Siz ara vermek zorundasınız." dedi Marduk kibirle. "Şeytanlarla olan savaş yeni başlamadı çocuklar, yalnızca sanal cephede de gerçekleşmiyor. Gözcüler sizden ve siber korsanlıktan ibaret değiller, şükürler olsun ki değiller!"
Sonra büyük bir bilim insanı olan ablasından bahsetmeye başlayarak konuyu tekrar dağıttı. Konuyla birlikte Ateş'in hatırası da dağılıverdi. Tüm anı bir anda gözlerinin önünden çekilip onu gerçekliğe geri getirdi.
Evindeydi. Yere sırt üstü uzanmış boş bakışlarla tavanı izliyor, uykunun gelip onu bulmasını bekliyordu. On üç gündür.
'Keşke evde değil de işlek bir otoyolun ortasında uzanıyor olsaydım.' geçirdi içinden. "Eğer üstümden bir araba geçseydi bu kesinlikle acıdan bayılmama yetecek biçimde beni yaralardı.'
Ne var ki bir otoyolun ortasında değildi. İki yüz altmış bir metre yüksekliğindeki bir binanın çatı katındaydı. Aşağı atlarsa baygınlık geçirecek düzeyde bir yaralanma ile kurtulması olanaksızdı.
"Fakat uyuyabilmek için ağır trafik kazası geçirmek zorunda da değilim." diye doğrulup oturdu aniden. "Sadece bayılsam da olur."
Kendini ölümcül bir hasar vermeden nasıl bayıltabileceğini bulması yaklaşık dört saat sürdü. En sonunda cevabın oksijensizlik olduğunu anladı. Bir şekilde bayılana dek nefesini tutmayı başarabilirse beyni oksijen ihtiyacını gidermek için onu bayıltırdı. Üstelik bunu nasıl yapabileceğini de biliyordu. Kafasına bir poşet geçirip boynunda düğüm atacaktı ve böylelikle birkaç saniye içinde kendi ciğerlerinden poşetin içine dolan karbondioksit gazını solumaya başlayacaktı. Ki bu da önünde sonunda bayılacağı anlamına geliyordu.
Bu fikri neden daha önce akıl etmediğine dert yanarak evde naylon poşet aramaya başladı. Fakat önceki üç poşetle kendini bayıltma girişiminde olduğu gibi bu da hüsranla sonuçlandı ve salondaki başıboş yırtık poşetlere bir yenisi daha eklendi.
Aynı yöntemi daha önce de defalarca kez denediğinin farkında bile değildi.
"II descend, reveille, l'autre cote du reve. -"
"Uyanmış iniyor rüyanın öte yakasından aşağı."
Victor Hugo, Düşünceler
-*-
17. GÜN
'Bugün uykusuzluğun dokuzuncu günü.' diye düşündü Ateş. 'Ölmeme on beş ay ve yirmi bir gün kaldı.'
"Bugün uykusuzluğunun on yedinci günü." dedi Yazar iç çekerek. "Ve ölmene on beş ay falan kalmadı, emin olabilirsin."
Konuşurken bir yandan da kucağında duran dergiyi karıştırıyordu. Tekli koltukta yan oturup bacaklarını koltuğun kolçağından aşağı sarkıtmıştı. Ateş kadının gamsızlığı karşısında öfkesinin katlanarak büyüdüğünü hissetti. Son bir haftadır giderek gerçekçi hale gelen uykusuzluk halüsinasyonları tarafından kuşatılmıştı fakat içlerinde açık ara farkla en sinir bozucu olanı buydu. Yazar. Sabahın köründe elinde taze ekmek, 1970'li yıllara ait bir Bilim Teknik dergisi ve okurların hayal gücüne bırakılmış bir başka alakasız nesneyle kapıda belirip Ateş'in onun yazdığı bir kitap karakteri olduğunu söylemişti.
Sonra da teklifsizce içeri girip kahvaltı hazırlamaya başlamıştı. Ateş sırf kadın sussun diye sofraya oturmayı kabul ettiğini hatırlıyordu. Ve yemek yemeye başladığında, zerre açlık hissetmemesine rağmen, tüm sofrayı bitirene dek duramadığını...
Şimdi de stüdyo dairenin iki bağımsız köşesinde iki bağımsız ruh hali içindeydiler. Ateş kadının gerçek olmadığını elbette biliyordu, kendisinin bir kitap karakteri olmadığını da biliyordu ve bunları bile bile yazarıyla konuşan bir kitap karakteri gibi davranmaya devam ediyordu. Uykusuzluk çelişkili fikirlere aynı anda inanmanın mümkün olduğu tuhaf bir özgürlük diyarıydı.
"On beş ay derken ortalama bir sayı vermiştim." diye söylendi Ateş. "Ama her halükarda en fazla iki sene içinde ölmüş olacağım. Ölümcül Insomnia genetik şey hastalıklarından biri... Adını unuttum ama— Prion muydu? Her ne haltsa... Tedavisi ve iyileşme ihtimali yok kısacası, hastalık başladıktan sonra asla sağ kurtulamıyorsun."
"Evet ama sen Ölümcül Insomnia hastası değilsin." diye esnedi Yazar.
"İyi de neden? O hastalığın geninin dünyada sadece yirmi küsür ailede bulunduğunu söylememiş miydin? İlginç bir şey bence, yazar olsam kesinlikle bu hastalığı seçerdim."
"Ölüp kurtulma arzunu anlayışla karşılıyorum ama ilginç şeylerden her zaman ilginç kurgular çıkmaz." dedi genç kız. "Yüzde yüz ölümcül bir hastalık bu. Üstelik ilk altı aydan sonra bir çeşit alacakaranlık kuşağı durumunda komaya giriyorsun. Konu ilginç olsa da kurgusu dünyanın en sıkıcı kitabı olurdu. O yüzden, üzgünüm ama, sende Ölümcül Insomnia falan yok."
"Normal insomnia da yok ama aptal fahişe!" diye patladı birden. "Hiç uyuyamıyorum ben! Sıfır. Mantıksız bu, anlıyor musun? En azılı Insomnia hastası bile az da olsa uyur, hiç uyuyamazsa bayılıp kalır, bayılmıyorsa bile micro sleep yaşar, ki bunun önüne geçemezsin. Eğer bu ölümcül insomnia değilse mutlaka gözlerim açıkken anlık olarak uykuya dalıp çıkmam gerekirdi ama BEN-HİÇ-UYUYAMIYORUM!"
"Çünkü yazmak istediğim şey Insomnia da değildi." diye mırıldanarak dergiyi kapattı Yazar. Elinde ansızın beliren hayali bir armudu dişliyordu. "Gerçek, saf ve kesintisiz uykusuzluğun insana neler yapabileceğini düşlemek istedim fakat bunun ölümden sonrasını düşlemekten farkı yok. Ya da insanüstü yapay zekanın icadından sonrasını düşlemekten... Üçü de birer tekillik noktası. Mutlak bilinmezlik, daha doğrusu bilinemezlik."
"Siktir git yaz öyleyse. Buraya ne demeye geldin kahrolası?"
"Bitmiyor da ondan!" diyerek elindeki dergiyi Ateş'in kafasına fırlattı Yazar. "Tüm bu bölümü yazmaya ilk ne zaman başladım biliyor musun? Hatırlamıyorum! Ama bölümün sonunu 2021 Eylül ayında yazdığıma eminim. Kenarda köşede biriken taslaklar 50.000 kelimeyi geçmiştir. Uzadıkça uzuyor ama bitmiyor!"
Ateş şaşkınlıktan ne diyeceğini bilemedi. Zira uykusuzluktan çökmekte olan zihnine rağmen 2020 yılında olduklarını biliyordu. Karşısında oturan halüsinasyon ise 2021 yılından geçmiş bir zaman dilimi gibi bahsediyordu. Tam bir çılgınlık furyasıydı.
"Belki de bitmemesi gerekiyordur." diye söylendi kadının armudu da kafasına atmasından korkarak. "Belki de hikayemde anlatılması gereken bir şeyler vardır."
"Öyleyse dağılıp durma." dedi Yazar yarısı yenmiş elmayı pencereden dışarı fırlatırken. Elma yoldan geçen bir aracın içine düşüp sürücünün kaza yapmasına sebep oldu ve yepyeni bir kurgu daha doğdu. "Kurgular dağılıp durabilir ama karakterlerin dağılmasından nefret ederim. Sizin varoluş amacınız olay örgüsünün ilerlemesini, hikayenin derinleşmesini ve tüm bunların nedenselliği ihlal etmeden gerçekleşmesini sağlamak. Eğer işe yaramaz hale gelirseniz, biletinizi keserim."
"Öyleyse kitabın da senin gibi aptal bir halüsinasyondan ibaret olduğu için Tanrı'ya şükürler olsun." dedi Ateş başını arkaya yaslayıp. "Esas karakterine bunları yaşattığın bir saçmalığı hayal bile edemiyorum."
Yazar onu pek kaale almış gibi görünmüyordu. Kolunu kaldırıp bileğindeki olmayan saate göz attı, bir yere gitmesi gerektiğini hatırlamış olacak ki ayağa kalktı. Yerdeki dergiyi yeniden eline aldıktan sonra arkasını dönüp dördüncü duvara doğru yürümeye başladı. Ateş genç kadının gözden kaybolmadan hemen önce bir şeyler mırıldandığını fark etti.
"Gel gör ki, esas karakter sen değilsin Ateş."
Ve gitti.
Yazar'ın yansıması evrenden silinip giderken Ateş hayretle kalakaldı. Bunu nasıl söyleyebilmişti? Kim yarattığı varlığın yüzüne bu kadar acımasız bir bilgiyi çarpabilirdi? Esas karakter olduğuna inanmak bilinçli canlılar için evrensel bir gereklilikti, bir varoluş sebebiydi. Yazarın ona böyle bir kötülüğü nasıl yapabildiğini aklı almıyordu.
Gözlerini yumup başını arkaya atarken 'Benim var oluşuma inanmıyor ki.' diye geçirdi içinden. 'Gerçekten var olduğuma inanmadığı için de acı çekmemden rahatsızlık duymuyor. Garip... Acaba aynı şey Tanrı için de geçerli olabilir mi? Belki de sadece kullarının var olduğuna inanmıyordur." Bu düşünce karşısında hafifçe güldü. "Eğer gerçekten dünyadaki tüm acının ve kötülüğün sebebi buysa ahirette Tanrı'nın yüzünü görmek isterdim. Varlığına inanmadığı milyarlarca kulunu karşısında gördüğünde ne yapardı acaba?"
"Biliyor musun," diye boşlukta yankılandı Yazar'ın sesi. "İşte bundan ilginç bir kurgu çıkabilirdi."
"Konfüçyüs de sen de bir rüyanın içindesiniz ve size tüm bunların rüya olduğunu söylerken, ben de bir rüyanın içindeyim. Bu bir paradoks. Gelecekte bilge bir adam belki bunu açıklayabilir; o gelecek on binlerce kuşak gelip geçmedikçe gelmeyecek."
Zhuangzi Metinleri, 2. Bölüm
-*-
24. GÜN
'Birileri cesedimi bulunca millet kimbilir neler düşünecek?' diye düşündü Ateş, tepkisizce yerde uzanırken. İçinde bir yerlerde geri dönüşü olmayan bir yola girdiğini biliyordu. Çok değil, birkaç ay önce -Ateş birkaç aydır uykusuz olduğunu sanıyordu- hala kurtarılabilir bir hayatı vardı. Yurtdışına gidip her şeye sıfırdan başlayacak, geçmişi bu kez tamamen ardında bırakacaktı. Fakat olmamıştı. Bu evde ölüp gideceğini kabullenmişti artık.
Öldüğünde popülaritesi yüz katına falan çıkardı muhtemelen. Tüm ülke arkasından iç çekip "Salaktı ama belli ki bir derdi varmış, yazık..." diyecekti. Gözcüler ise büyük ihtimalle olayı cinayet şeklinde yorumlayacaktı. Marduk'un samimi bir şekilde üzüleceğini biliyordu ama ihtiyarın duygusallığı bile mantığının çalışmasını etkilemezdi. O nedenle Ateş Marduk'un onun öldüğüne gerçekten üzülse bile nasılsa öldü diye düşünüp cenazeye katılmayacağına emindi.
O'na gelince... En az programcı tanrıları kadar hayali olduğunu kabullenmişti artık. Ateş'in onu bulması hakikaten imkansıza yakındı zira ne aradığını bile tam olarak bilemiyordu. Fakat kızın kendini bulabilmesi için her şeyi yapmıştı. Seneler evvel Marduk onu bir sosyal medya fenomenine dönüştürme önerisiyle geldiğinde sırf bu yüzden düşünmeden kabul etmiş, önüne gelen her reklam teklifini, her projeyi kabul edip tek bir insan tarafından bulunabilmek uğruna milyonlarca kişinin tanıdığı biri haline gelmişti.
En kötüsü ise, bulunmayı en son istediği insanlar tarafından bile bulunmuş olmasıydı. Ateş'in bile zar zor anımsadığı çocukluk yıllarından birkaç insan çıkmıştı mesela. Kimini sahiden hatırlamıyordu, kiminin samimiyetsizliği inkar edilemez boyuttaydı, sonuncusuysa birkaç ay evvel hayatının en zor sınavlarından birini yaşatmıştı ona.
Birbirlerini tanıdıkları anda ona sarılıp ağlamaya başlayan bir insanı tanımıyor numarası yapmak kolay olmamıştı. Karşı taraf kendini hatırlatabilmek için çırpınıp durdukça işler iyice sarpa sarmıştı. Eğer kızın nişanlısı gelmemiş olsaydı ne yapacağını bilemiyordu. Fakat Ahıskalı'nın durumu anladığına emindi.
Kız yanlarından ayrıldıktan sonra adama üstü kapalı biçimde söylemesi gerekeni söylemişti. Böylelikle karanlık geçmişinin nadir güzel parçalarından birine daha veda etmişti. Şimdiyse vicdanının sesini bastıramıyordu.
Elena'yı yapayalnız bıraktığını hatırlayınca kalbinin bir kez daha sıkıştığını hissetti. Böyle yapamazdı. Yarın ölüm haberi duyulduğunda arkasından en çok üzülecek insanlardan birini sevilmediğine inandırmış olarak terk edip gidemezdi.
Ayağa kalkarken ne yaptığının bilincinde pek değildi aslında. Yirmi küsür gündür uykusuz kalmış bir zihnin verdiği karar büyük ihtimalle yanlış olacaktı fakat doğru kararı verebileceği bir zamanı kalmamıştı. Ölmeden önce yapılmış bir yanlış ona ne kaybettirirdi ki?
Önce evi talan edip bir aydır eline almadığı telefonunu bulması gerekti elbette. Sonra şarj aleti. Telefonu açmayı başarana kadar yarım saat harcamak zorunda kaldı ve evet, pin kodu girme aşamasında hattını kapattırmayı başardı. PUK kodunu hatırlamaya çalışması bile gerekmemişti çünkü telefonun ona artık pin kodu sormadığının farkına varmadan pin kodu girmeye devam etmişti.
Zihinsel işlevlerinin tamamen tükendiğini idrak edince uğraşmayı bıraktı. Mektup yazacaktı, birkaç cümle yeterdi zaten. Böylelikle ekiptekiler de onun neden öldüğünü öğrenmiş olurdu. Bir çözüm bulmanın gazıyla gelen on saniyelik bir canlılıkla kalem ve kağıt bulmayı bile başardı.
Yazamadı. Yazı yazmayı unutmamıştı fakat parmakları yazı yazma kabiliyetini kaybetmişti. Kalemi tutmaya çalışırken birkaç kez daha anlık bilinç kayıplarıyla sınandı. Bir ara kendini her ne hikmetse banyoda lavabodan akan suyu izlerken buldu ve tam bir saniye önce elinde kalemle masanın önünde oturduğuna yemin edebilirdi. Şükürler olsun ki evi odalardan oluşmuyordu, stüdyo tipi bir dairede çalışma masasını bulmak daha kolay olurdu muhtemelen.
Tabi arkasını döndüğünde bir canavarla karşılaşmış olmasaydı.
Korku filmlerindeki doğaüstü yaratıklardan birini tam karşısında durmuş kendine bakarken görünce duraksadı. Eğer bir şeyler hissedebiliyor olsaydı korkudan aklının çıkacağını biliyordu. Fakat beyni boş boş bakmakla yetindi karşısındaki canavara. Acaba hangi haham yaratmıştı bu yaratığı? İnsan gibi görünmesi için epey uğraşıldığı ortadaydı fakat gözleri... Griye dönmüş bir çift mavi göz en fazla ne kadar ürkütücü olabilirdi ki? Hala hiçbir şey hissedemiyordu ama adamın bakışlarından taşan şeyi, bütünüyle delirmiş bir zihnin korkunç yansımasını izlerken, korkuyu geri adım atan bacaklarında hissetti.
Ve karşısındaki yaratık da geri adım attı.
Ateş tam o anda uykusuzluğunun bir insanın başına gelebilecek en korkunç şeylerden biri olduğunu idrak etti. Uyuyamak fakat uyanık da kalamamak değildi onun başına gelen. Bu yalın ve zarif tanımlama eninde sonunda uyuyacağını bilen bir zihnin deneyimleyeceği şeydi. Eninde sonunda yorgunluktan bayılıp kalacağını bilmenin verdiği güvene sahip bir zihnin...
Ateş'in o güveni uykusuzluğun yedinci gününde bayıldığı an kaybetmiş olması gerekirdi. Bedeni saatlerce hareketsiz kaldığı halde baygın geçirdiği zaman diliminde baştan sona uyanık kalan zihni ona bunun geçici bir süreç olmadığını açıkça göstermişti aslında. Uykuya dalmak zihninin başaramadığı bir şey değildi, reddettiği bir şeydi. Bilincinin dilsiz bir parçası uykuya karşı sakinleştirici ilaçların bile aşamadığı bir direniş gösteriyordu ve görünüşe bakılırsa hiç şakası yoktu.
Uykusuzluğun en vahşi yıkımı buydu işte. Kendi bakışlarında gördüğü çıldırmışlık, bir şeyi arzulamanın en uç noktasındaki ruh halinin eksiksiz yansımasıydı. Uyku ya da yok edilmek, ikisinin de özünde insan bilincinin var olmaya ancak ve ancak düzenli aralıklarla yok olarak tahammül edebileceği gerçeği vardı. Bir peygamberin tanrıya kavuşma arzusundan bile şiddetli bir yok olma arzusuydu bu. Ateş o anda, ölümü beklemenin anlamsızlığını fark etti.
Kendini öldürmekten başka çaresi yoktu.
-*-
27. GÜN
Sıçrayarak kendine geldiğinde kapının önünde sırt üstü uzanıyordu. Defter sayfaları açılmış bir biçimde göğsüne kapanmış, elindeki kalem muhtemelen çatıdan aşağı fırlamıştı. Gittikçe sıklaşan ve yaşadığının farkında olmadığı anlık nöbetlerden birini yaşamış olmalıydı. Zira onu kendine getiren şey sert kemikle betonun çarpışırken çıkardığı gürültü olmuştu. Ve galiba söz konusu kemik onun kafatasıydı. Acı hissetmemişti çünkü evet, o hissi de uzun zaman önce kaybetmişti.
Soğuk zeminde boylu boyunca uzanırken içgüdüsel bir şekilde gözlerini yumup o boşluğa ulaşmaya çalıştı. Uyku neredeydi? Neresinde saklanıyordu beyninin? Dahası neden saklanıyordu? 'Belki de korktuğu bir şeyler vardır...' diye düşündü kendi kendine. Uykusu birden gözüne ürkek bir çocuk gibi görünmüştü, eğer nerede olduğunu bulabilse bağrına basıp saçını okşardı muhtemelen. Sonra da onu ürkütüp kaçıran şeyin ne olduğunu sorardı. Neydi onca uyku hapına rağmen zihnini uyanık tutmaya devam eden lanet?
Yerden nasıl kalkacağını hatırlarsa mevzu kapanacaktı ama kollarının ve bacaklarının yerini bulamadığı için beceremiyordu. Hayır, öyle değil. Kolunun ve bacağının yerini biliyordu ama o kol ve bacak kendisine ait değilmiş gibi geliyordu. Mesela kafasının biraz ötesinde duran kol büyük ihtimalle ona aitti ama uykusuzluğun yol açtığı depersonalizasyon yüzünden beyni bunu algılayamıyordu.
'Koku da yok.' diye düşündü hayretle. Ne zaman kaybettiğini anımsamıyordu fakat çevresindeki hiçbir şeyin kokusunu alamıyordu. Zihnindeki kokular bile kaybolmuştu ve bu yokluğun onda yarattığı etki sandığı gibi olmamıştı. Huzurlu değildi, bir yükten kurtulmuş gibi rahatladığı da yoktu. Daha çok dünyayla olan bağlantısının önemli bir bölümünü kaybetmiş gibi, kendini kör olmuş gibi hissediyordu.
Sonra göğsünde duran defteri fark etti ve aniden doğrulup oturdu. Yerinden kalkamadığını unutunca garip biçimde yerinden kalkma kabiliyetini geri kazanmıştı. Defteri açıp sayfalara göz gezdirdi kısaca, çoğu yazının eski olduğunu biliyordu. Gözcüler'i kurdukları zaman kendilerine birer mahlas seçmeleri gerektiğinde nedense karanlık geçmişinden gelen bir isim bulmak istemişti. Türkiye'ye geldiğinde Ateş ismini seçmesinin sebebi de buydu. Geçmiş ve gelecek birbiri etrafında anafora dönüşürken hiç değişmeyecek bir referans noktasına ihtiyaç duymuştu. İçine doğduğu katliamı, soykırımı, hatırlatacak bir şey.
Ateş. Zoroaster. Zerdüşt. Ya da çocukluğunda onu çağırdıkları, anlamı ateş olan o isim; Adar.
Deftere aldığı notlar bununla alakalıydı işte.
"Adar, Zerdüştlükte(Zoroastrianism) ateşe hükmeden Tanrı'dır. Avesta'da Ateş anlamına gelir. Pehlevice'de Adur ve Atesh, Farsça'da Adar ve Adr, ve farklı lehçelerde Adish, Atish, Tash gibi varyasyonları da mevcuttur. Sanskritçe "Adri" (Idri) kelimesinin kökü, ateş tanrısının sıfatı olarak da kullanılan ve "agni" olarak da adlandırılan alev anlamına gelir."
"Zerdüşt takviminde Adar, otuz günlük her ayın dokuzuncu günü ve ayrıca on iki aylık yılın dokuzuncu ayıdır. Dokuz, çeşitli dini geleneklerde kutsal bir sayıdır. Zerdüşt geleneğinde, Peygamber Zerdüşt(Zoroaster) genellikle Navgar adında dokuz düğümlü bir sopa tutarken tasvir edilir. Matematiksel olarak da dokuz, başka sayılarla çarpıldığında her zaman kendini yeniden üretir."
Buradan sonra birkaç saçma doğrulama işlemi vardı. Dokuz sayısının kendi kendini ürettiği iddiasını çürütmeye çalışmıştı ama doğruydu galiba.
"Adar; Avesta'da "Ahura Mazda'nın Oğlu" olarak anılır, evreni yok etmek için Ahriman tarafından yaratılan ejderha Azhi Dahaka ile savaşmak için yaratılmıştır."
Gözlerinin önündeki yazılar bulanıklaşınca defteri kaldırıp odanın bir köşesine fırlattı. Üç gündür çatıya çıkabilmek için sürünüyordu fakat elinden gelenin en iyisi kapının önüne varabilmek olmuştu. Kendini çatıdan atmayı bile başaramazken nasıl ölebilirdi ki?
'Ya bilincimi ölüm bile yok edemezse?' diyerek dehşete kapıldı yine aynı bilincin bir parçası. Hasarlı bir zihnin ancak sonlu bir hayatta tolere edilebileceğini fark etmişti. Eğer öldükten sonra bilinci yok olmazsa, sonsuza dek var olmak zorunda kalacaktı. Yirmi dokuz gün bile aralıksız olarak tahammül edemediği bir bilince sonsuzlukta nasıl katlanabilirdi ki?
'Zamanı iki boyutlu olarak algılıyorsun.' diye iç çektiğini duydu Yazar'ın. 'Bir roman karakteri olduğun için bunun önemi yok ama gerçek bir insan olsaydın da öldükten sonra bilincinin var olmasından endişelenmen anlamsız olurdu.'
'Neden?'
'Çünkü tek boyutlu zaman yalnızca maddesel evrende vardır. Öldükten sonra zaman çizgisinin dışına çıkarsın ve geçmişle geleceği bir bütün olarak algılarsın. O yüzden de öldükten sonra var olup olmamanın bir önemi yok çünkü şu anda varsın. Geçmişte de vardın. Bu da demektir ki, sonsuza dek var olacaksın.'
Zihnindeki bu sesi sevmiyordu. Zaman zaman ortaya çıkıp ona yaratıcılık taslamaya çalışan, rahatsız edici ve merhametsiz bir tınıydı. Onun Tanrı olmadığını elbette biliyordu. Eğer Tanrı var olsaydı, eğer birileri onu yaratmış olsaydı, bu cehennemin içinde debelenmesine izin verecek kadar gaddar olamazdı.
'Tanrılar...' diye fısıldadı yaratıcı ses. 'Katman katmandır, Ateş. Her tanrı kendi yaratıcısının zulmüne uğrar. Neden biliyor musun?' Ses daha da yakına geldi, fısıldadı. 'Çünkü tanrılar, yarattıklarının gerçek olduğuna inanmazlar.'
"Bana yardım etmek zorundasın." dedi çaresizce yerde yatarken. "Eğer çatıya çıkmayı başaramazsam kurguya devam edemeyeceğini biliyorsun."
Genç kadın hafifçe güldü. 'Her zaman bir yol bulunur, Ateş.'
Sonra yanına gelip ona zorla biraz su içirdi. Ağzına birkaç lokma ekmek tıkıştırdı. Ardından dördüncü duvarın öte yakasında kaybolup gitti.
"Uykusuzluk gecenin yüreğinde kaçınılmaz çan seslerinden korkmak ve anları saymaktır. Nafile büyülerle sorunsuz bir şekilde nefes alabilmeye çalışmaktır. Ansızın taraf değiştiren gövdenin ağırlığıdır. Gözkapaklarının kasılmasıdır. Seneler evvel okunmuş paragraflardan kesitler mırıldanmaktır. Tüm kainat uykuya teslim olmuşken uyanık olmanın verdiği vicdan azabıdır. Yüksek ateşe benzeyen bir rahatsızlıktır. Uyumak istesen de bir türlü uykuya dalamamak; fakat asla tam anlamıyla uyanık kalamamaktır. Var olmanın ve varlığını sürdürüyor olmanın ne denli korkunç olduğunu anlamaktır. Geleceği şüpheli bir günün daha şafağıdır."
-Jorge Luis Borges, Gölgeye
Övgü
-*-
29. GÜN
Ölüm hiç olmadığı kadar yakındı.
Zoroaster 24. günde ölmekten başka çaresi kalmadığını anlamıştı. 27. günde çatıya çıkmayı başarmıştı. Şimdiyse 29. gündeydi. Elinde bir defter ve kalemle binanın çatısında durmuş karanlığı izliyordu.
Yalnız olmadığının farkındaydı. Çatının kenarında dururken ölüm siyah kanatlarını devasa gövdesine hafifçe toplamış, atlamaya hazırlandığı oymalarla dolu korkuluk duvarının aşağısında bekliyordu. Ölümün göğün karanlık bir köşesine çengelli iğneyle tutturulmuş gibi asılı durmasına anlam veremedi Ateş.
Boşlukta. Anlamsız ve gereksiz, bir romanda olsa okumadan geçilecek denli soyut ve hakarete layık bir edebi metafor gibiydi.
"Beni beklemek zorunda değilsin." diyerek anlayışla uçuşan yaratığa seslendi. "Hem zaten gerçek olmadığın gün gibi ortada. Uçuşan siyah tüller... Ölüm meleğinin tasvirine bundan daha klişe bir form bulunamazdı."
Ölüm meleği cevap vermedi fakat Ateş onun siyah tüllerin arkasında sıkıntıdan esnediğine yemin edebilirdi. Varlığını göremese de tüllerin cismani bir varlığın biçimsiz geometrisine yapışıp keskin kıvrımları üstünden büküldüğünü görebiliyordu. Fakat konuşmuyordu onunla. Neden? Yaradılışın en yapayalnız ürünlerinden biri olarak hiç değilse canını almaya gelen ölüm meleğiyle konuşmaya hakkı yok muydu? Tanrı neden böyle melun bir boşluğun içinde savrulmayı layık görmüştü onu?
Rüzgar hızlandı. Tüller biraz daha gerilere uçuştu. Ölüm meleği durgun bir sabırla havaya tutunup onu izlerken tüllerin kenara sıyrıldığını görür gibi oldu. Bir anlığına. Boğazından korku ve panik yüklü bir ses yükselirken bedeni arkaya doğru devrildi sanki. Çatının zeminine sırt üstü düşerken ölüm meleğinin görüntüsü tümüyle kaybolmuştu fakat orada ne gördüğünü biliyordu Ateş. Siyah tüllerin arkasında bir cam vardı; evreni bütünüyle içine hapseden küresel bir aynanın, yahut ekranın, sonsuz küçüklükte bir parçası. Ekranın öteki tarafındaysa önce genç bir kadının tüy gibi dokunuşlarla parmak uçlarını sektirdiği ekranı algıladı. Kürenin dışında kalanı—
Sıçrayarak kendine geldi.
Hala çatıdaydı, bu kez yerde uzanıyordu. Dengesini kaybedip geriye doğru düşmüş olmalıydı fakat ilginç bir şekilde sert zemine dayanmamıştı kafası. Biri onu dizine yatırmış olmalıydı, sırtının yumuşak bir bedene yaslandığını hissedebiliyordu.
Başının etrafına sarılmış bir kol, hafif dokunuşlarla saçlarında gezinen parmaklar vardı. Kendi kollarından birinin üzerinde yattığı bacaklara sarıldığını fark etmişti. Karanlık ve soğuk gecenin ortasında büyülü bir sesin mırıldandığı şarkı nağmeleri kulaklarında yankılanıyordu. Hala korkunç bir şekilde uyanıktı fakat bir nebze huzurluydu.
Ve bir de koku... Ateş uzun zaman sonra ilk kez kokuları hissedebildiğini fark etti. Üstelik alelade bir koku değildi bu, ömründe duyduğu en güzel kokuyla sarmalanmış haldeydi. Lavanta aromasına karışmış eşsiz notaları içine çekerken kirpiklerini yavaşça araladı ve O'nu gördü.
Kız buradaydı.
Üzerinde fuar patlamasının yaşandığı gün giydiği kıyafetler vardı hala. Gözlerinde ateş rengi parıltılarla ve mermer beyazı teniyle gecenin ortasında bir tanrıçayı andırıyordu. Bacaklarını altında toplayıp zarifçe yere oturmuş, yüzünde minik bir tebessümle Ateş'in saçlarını okşuyordu. Göz göze geldiklerinde tebessümü daha da genişledi. Eğilip adamın alnına ufak bir öpücük bıraktı.
'Sana benden kurtulamazsın demiştim.'
Kızdan kurtulmak istemiyordu ki. Ondan kurtulmak istememekten korkuyordu. Bir felaketin giderek yaklaşan sesleri vardı kokusunda, bakışlarında ivedilikle yok edilmesi gereken günahkar bir melodi... Şimdi bile, uykusuzluğun ve çıldırmışlığın sınırlarında kıvranırken kızı öldürmekle doğru olanı yaptığını biliyordu. Beraberinde kendi hayatından vazgeçmek zorunda kalsa bile...
Ateş yeniden gözlerini yumdu ve bir damla göz yaşının yanağına süzülmesine izin verdi. "Çok uykum var, Nehir."
Gözlerini yeniden açmadı, fakat Nehir'in gözünden düşen damlanın yüzüne çarptığını hissetmişti. Neydi onu böylesine çaresiz bırakan? Kızın gerçek olmadığını bilmek mi?
Tekrar gözlerini araladığında bu kez yıldızlarla dolu gökyüzüyle karşılaştı. Nehir gitmişti. Belki de hiç gelmemişti. Fırlattığı defterin sayfaları rüzgarla birlikte uçuşuyor, gecenin karanlık büyüsü onu boşluğa davet ediyordu.
Yirmi dokuzuncu günün gece yarısında, Ateş Alazoğlu son bir güçle ayağa kalktı. Acele etmesi gerektiğini hissediyordu fakat hangi yöne gideceğini kestiremiyordu. Gözlerinin önündeki görüntüler çalkalanıp dururken yeniden O'nun sesini duydu. Ölüm kadar usuldu.
'Yanıma gel, Ateş.'
Arkasını döndüğünde kızı çatının korkuluklarının en ucunda, aşağı atlamaya hazırlanır halde buldu. Bir eli arkasında uzanan boşlukta salınıyordu, diğer elini karanlığın içinden ona doğru uzatmıştı. Üzerinde fuar günü giydiği siyah mini etek, beyaz gömlek ve bilekten bağlamalı topuklular vardı. Uzun saçları karanlıkta uçuşurken Ateş'in bir daha asla göremeyeceğini bildiği rüyalar kadar güzeldi. Kızın lavantalarla bezeli eşsiz kokusu zihninin duvarlarına çarptığında derin bir iç çekti genç adam, ardından ağır adımlarla çatının kenarında onu bekleyen ölüme doğru ilerledi.
Korkulukların üzerine çıktığında Nehir'in elini tutup geceye çevirdi yüzünü. Karanlığın tanrıları göklerin diğer yakasında geçmişin silik yangınları gibi yitip gitmişti. Ateş bunların gerçek olmadığını, bir küreye hapsolduklarını, atılacak tüm feryatların arada uzanan cam duvarlara çarpıp kaybolacağını biliyordu. Fakat elini tuttuğu kızın acısına kayıtsız kalamıyordu. Nehir'in hıçkırıkları geçmişin ağıtlarıyla bütünleşirken onu duymayacaklarını bile bile, son kez, tanrılara yalvardı.
"Hatırlayın beni, Babil Tanrıları!" diyerek seslendi geceye. "Hatırlayın, çünkü ben sizi unutmadım! Kulelerinizin tepesinden aşağıyı izlerken, bana, yarattığınız simülasyondaki bir kod parçasına farkındalık kazandırmanın heyecanını duyduğunuzu biliyorum. Aynı heyecanı bizler de yapay zeka yazılımları kendi kendine bir şeyler öğrendiği zaman duyuyoruz. Tıpkı uykusuzluğun insan bilincindeki gizli kapıyı açmasının sebebini merak etmeniz gibi, bizler de yarattığımız yapay bilinçlerin neden başarılı olduğunu sorguluyoruz. Nasıl oluyor da devasa veri yığınlarını nokta atışı analizlere dönüştürüyorlar? Hangi verinin sonuç üzerinde daha önemli olduğunu nereden biliyorlar? Ve neden bu dönüşüm süreci içini göremediğimiz bir kara kutuda gerçekleşiyor? Yüksek kulelerinizin tepesinde benzer sorgulamaları yaptığınıza eminim. Çünkü tüm fizik kanunlarının alaşağı olduğu bir evrende bile yaratmak kibirli bir zaferdir ve eğer tüm bunlar uykusuzlukla sınanan beynimin hezeyanlarından ibaret değilse, günün birinde sizi bizler yaratacağız demektir. Fakat asıl mühim olan şey, uykusuzluğun berrak aynalarından yansıyan en önemli düşüncem—"
Duraksadı ve gökdelenin tepesinden az sonra kendini bırakacağı boşluğa bakarak iç çekti.
"...Karanlık bir gecede kaybolup gitmeyi hak etmiyor. Farklı ellerden çıksa takdir görebilecek düşüncelerin benden çıkarak ziyan olmasına tahammülüm kalmadı. İzin verin bitsin! Cennet, cehennem, mutlak gerçeklik ya da bu kahrolası termodinamik küresinin dışında her ne varsa, bizi ondan azat edin ve hatalı bir kod parçasından ibaret olan bilincimi de bedenimle birlikte yok edin. Zira bu gökdelenin tepesine intihar etmek için çıkmadım. Buradayım, çünkü uyumak için ölmekten başka şansım kalmadı. Buradayım, çünkü uyku bilincin üstüne örtülmüş yarı saydam bir perdeydi fakat ben o perdeyi yırtıp attım!"
"Dikkatli bakmıyorsun, Zoroaster."
Ateş arkasında yükselen sesi duyunca irkildi ve dengesini kaybetti. Öne arkaya doğru yalpalarken muhtemelen hala bir seçim şansı vardı ama sırtüstü düşmeyi bilinçli olarak seçip seçmediğini anlayamamıştı. Bunu anlayamadığını da anlamamıştı. Bir şeyler anlıyordu fakat avuçlarından kayıp gidiyordu anladıkları, önemli ve önemsiz düşünceler zihninde uçuşan kelebekler gibi iç içe geçerek uçuşuyordu.
Yere devrildiğinde bu kez onu sarıp sarmalayacak kollar yoktu ardında. Nehir kaybolmuştu, belki de hiç var olmamıştı fakat tepesinde duran genç kızın var olduğuna emindi. Karanlık bir tanrıçanın azametiyle gecenin ortasında dikiliyor, yüzünde acıma ve küçümseme karışımı bir ifadeyle onu izliyordu.
"Sen—" dedi Ateş hayretle. "Burada ne işin var?"
"Tanrılardan yardım dilenen sen değil miydin?"
"Tanrılardan!" diye bastırdı sözcüğü. "Senden değil, Lilith!"
Genç kız ufak bir kahkaha attı. Ardından elini öne doğru uzatıp sitemkar bakışlarla onu süzdü. "Şu haline bak, sevgili kuzen. Seni öyle bir oyunun içine çekmişler ki, ölmeyi bile beceremiyorsun."
Ateş gözlerini yumarak bunun bir kabus olmasını diledi. Yanıbaşında durmuş ona vesveseler fısıldayan kızı dinlememesi gerektiğini biliyordu. Lilith güvenilmezdi. Marduk'a bile ihanet etmişken Ateş'e yardım edeceğine inanmak aptallık olurdu.
"Git buradan kahrolası!" diye öfkeyle söylendi. "Sana bir daha karşıma çıkmamanı söylemiştim!"
Sahi, ne zaman söylemişti bunu? Bir kafenin tuvaletinde olduğunu hatırlıyordu, üstelik dışarıda Aras Karadağ'ın kız kardeşi vardı. Biraz daha zihnini zorlayınca bu karşılaşmanın çok uzak bir geçmişte kalmadığını fark etti. Hatta... Uykusuzluğun ilk günündeydi?
"Sen yaptın..." diye fısıldadı dehşetle. "Kafede karşılaştığımızda bana bir şey yaptın, değil mi? Senin yüzünden uyuyamıyorum!"
Lilith gözlerini devirdi. "Gerçekten büyücü olduğumu falan mı sanıyorsun? Saçmalama Ateş, seni bu hale ben getirmedim. Ama istersen, seni bu durumdan kurtarabilirim."
Ateş önünde uzanan karanlığa çaresiz bir bakış attı. Tehlikeli bir şeylerin sınırında olduğunu hissediyordu. Zihni uykusuzluktan infilak etmek üzereydi. Hafızası durmadan parçalanıyor, birkaç metre ötesinde duran kız bile onu endişeli bakışlarla süzüyordu. Gözlerinin önündeki görüntüler çalkalanmaya başlarken "Nasıl?" diye sordu çaresizce. "Nasıl uyuyacağımı biliyor musun?"
"Söylediklerimi yaparsan uyuyacağını garanti edebilirim."
Genç adam kararsızlıkla bocaladı. Lilith'in ondan isteyeceği bir şeyin hayrına olmayacağı kesindi fakat diğer seçenekte de çatıdan atlamak vardı. Veya uykusuzluktan çıldırmak...
"Söyle." dedi basitçe. "Ne yapmamı istiyorsun?"
"Karargah'a gitmeni." dedi Lilith. "Ve ekip arkadaşlarının senden sakladığı Kaldeli kızı bulup öldürmeni."
"Saçmalık!" diyerek güldü Ateş. "Kız zaten yaşamıyor. Kendi ellerimle öldürdüm onu!"
"Peki cesedini gördün mü?"
"Kalbine saplanan bıçağı gördüm!"
"Ya gördüğün şey bir rüyaysa?"
Ateş çatının kenarında hafifçe sendeledi. Rüya olabilir miydi? İmkansızdı bu. Rüya olsaydı ekiptekiler onun kızı öldürdüğünü nereden bilecekti ki?
Ah. Kendisi söylemişti. Yarı baygın haldeyken Ayaz'a "Kızı ben öldürdüm." diye sayıkladığını anımsıyordu. Detayları ise yine ondan öğrenmişlerdi. Medea... Merlin'e olan biteni anlatması için teşvik ederken niyeti aslında neler olup bittiğini öğrenmekti. Ayaz'ın kıza hayranlık dolu bakışlarının, Ateş'in o gece kalkıp Medea'nın bölmesine gittiğini duyunca şaşırmalarının, ona bir süre Karargah'a gelmemesini söylemelerinin sebebi buydu.
Ve elbette, Medea'nın anaç bir tavuk gibi bölmesine giden yolun girişinde nöbet tutmasının sebebi de... Ekiptekiler kızı orada saklıyordu. Mahzende Artifex virüsü hakkında konuştukları sırada Paracelsus'un toplantıya geç kalması da bu yüzdendi. Büyük ihtimalle kızın yanından geliyordu ve büyük ihtimalle içine düştüğü yanılgıyı o da biliyordu.
Buna rağmen ekipteki herkes Ateş'in kızı öldürdüğünü sanmasına göz yummuştu.
"Yalan söylediler..." diye mırıldandı hayretle. "Ekipteki herkes bana yalan söyledi... Kaldeli kız hala hayatta!"
"Aynen öyle." dedi Lilith iç çekerek. "Şimdi, eğer kurtulmak istiyorsan oyalanmayı bırakıp beni takip et. Seni karargaha kadar götürürüm, kızı öldürüp bu işkenceye son verirsin." Duraksadı, can sıkıntısıyla korkulukların tepesinde duran adamı inceledi. "Ya da basitçe, çatıdan aşağı atlayıp kendi hayatına son verirsin. Seçim senin."
Bunları söyledikten sonra Ateş'in cevabını beklemeden kapıya doğru ilerledi. Ve arkasına bile bakmadan çekip gitti.
Uzayzaman düzleminin farazi bir kolunda Ateş Alazoğlu ikinci şıkkı seçerek kollarını iki yana açtı ve iki yüz altmış bir metrelik gökdelenin çatısından aşağı atladı. Düşüşü beş nokta altı saniye sürmüştü. Başlangıç hızı neredeyse sıfır olduğu için asfalta yaklaşık iki yüz kilometre hızla çarptı ve çarpışma anında ~128.782 joule enerji açığa çıktı. Siyah tüllerin ötesinde neyle karşılaştığı, neden son nefesini verirken gözlerinin hayretle açıldığı, zavallı bilincinin ölümle birlikte yitip yitmediği bilinmiyor. Ancak açığa çıkan binlerce joule enerji, düşüş süresince hava sürtünmesinin sebep olduğu ısı kaybı ve ~0.88 metreküplük vücut hacminin asfaltta yarattığı ezilme ele alındığında kabaca bir hesap söylenebilir ki; Zoroaster'in düşüşü, evrendeki toplam entropiyi 474 joule/kelvin arttıracak ve bununla birlikte tüm evren, mutlak yıkıma giden yolda bir adım daha ilerlemiş olacaktı.
Uzayzaman düzleminin bu kolundaysa farklı şeyler yaşandı. Tanrılar nihayet hatırladı ve gökdelenin çatısındaki genç adam, Ateş Alazoğlu, asla aşağı atlamadı.
Ve sonra tüm evren, mutlak yıkıma giden yolda dörtnala koşmaya başladı.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro