Bölüm 60 - Lilith
DMS Ansiklopedisi için katılım süresi 30 güne uzatılmıştır. Son katılım tarihi 15 Ekim 2022, 23:59'dur. Ansiklopedi hakkında gerekli bilgiler için bir önceki bölümü okuyunuz. Sevgilerle. 🖤
Dudu'ya... 🖤 _duduperi
-*-
"Geburah'ın güç parlamalarından evli bir tohum çıkar, içinde erkek ve dişi özellikler vardır. Bunlar güller kadar kırmızıdır ve değişik yönlere ve yollara dağılırlar. Erkek olanın adı Samael'dir, eşi Lilith ise hep onun içinde bir yerlerdedir. Kutsal olanın tarafında nasıl ise karanlık tarafta da erkek ve dişi iç içedir. Samael'in karısının adı Fahişe'dir, Etin Sonu'dur, Günlerin Bitişi'dir."
-Zohar, I 148a
𓆩 ══════ • ⚸ • ══════ 𓆪
Yoğun bir sisin arasında yolumu kaybetmiş gibiyim. Yıldızlı bir kış akşamında karlar içinde yatan o küçük kız, benim. Evet, gerçek bu. Tıpkı 1300 yılının 7 nisanını 8 nisanına bağlayan gecesi bir ormanda kaybolan o adam gibi, ben de 2012 yılının 26 ocak akşamında karlara gömüldüm ve bir daha asla çıkamadım oradan. Kurtarılan bir kız vardı, bu doğru. Fakat o ben değildim. Eğer kanatlarım olmasaydı her düşüşün sonunda ölmüştüm.
Ölemediğim için her seferinde, dönüştüm.
Şimdiyse yeni bir dönüşüme açıyorum gözlerimi. Sırtımda yeni filizlenen cılız kanatlar... Vücudumda gezinen eller tarafından acımasızca koparılacaklar... Ruhumdaki karanlık giderek büyürken başıma gelenleri anımsamaya başlamıştım. Hepsini değil, elbette. Hafızamın bütünüyle arama dikilen kapkara bir duvar vardı, resmin tamamını görebiliyordum lakin tuvaldeki boşlukların varlığını idrak edemiyordum. İnsan zihni boşlukları doldurma konusunda fazla yetenekliydi.
Terk edilişimi hatırladım. Aras arkasını dönüp giderken hissettiğim çaresizliği... Saatlerce karın altında yürüdüğümü, eve ulaştığımda yorgunluktan ölmek üzere olduğumu, ısınabilmek için sobayı yakıp yanıbaşında uyuyakaldığımı biliyordum. Sonra uzun bir karanlık, boşluk ve annemin gelişi vardı. Bakışlarında gördüğüm dehşet ve gazap dolu ifadeyi anımsayınca korkudan titrediğimi hissettim.
Ardından yere devrilen sobanın üzerinde buldum kendimi. Kolum cayır cayır yanıyordu, acıdan çığlık atarak ayağa kalkmaya çalışıyordum. Birden annem belirdi yanımda, beni tutup ayağa kaldırdıktan sonra yanına çekti. "Görmedin!" diye bağırdığını duydum. Öfkeden gözü dönmüş bir haldeydi. "Artık istesen de ihanet edemezsin!"
Elimi korkuyla yanan koluma götürdüğümde bileğime yapışan başka bir el engel oldu. Nazenin'in dehşete düşmüş yüzünü gördüm kapıda, annem onu odaya sürükleyip kilitlerken neler olduğunu bile anlayamamıştı. Kapıyı yumruklarken bana seslendiğini işittim fakat yanına gitmeye çalışırken saçıma yapışan elleri beni dış kapıya doğru sürükledi.
Evden kovuluşumu hatırladım. Tıpkı seneler evvel olduğu gibi yine karların arasında koşuyordum. Üzerimde incecik bir gecelik vardı, patlayan dudağımdan akan kanın çeneme süzüldüğünü, soğuk havanın berelerle dolu tenime hançer gibi saplandığını anımsıyordum.
Ona ulaşmaya çalışmıştım. Otobüs durağındaki insanların telefonlarından, mahalledeki bakkalın telefonuyla, her defasında asistanı telefonu yüzüme kapattığı halde ona ulaşmaya çalışmıştım. Fakat Aras yoktu, başka insanları aramak istemiştim ancak onların numaraları da hafızamda yoktu. Son gücümle tekrar Nazmi Amca'nın restoranına gittiğimi anımsıyorum. Arka bahçeye gidip eski eşyaların üzerine örtülü muşambalardan birini almış, soğuktan korunabilmek için duvara dayalı odun yığınlarının arasında kendime bir sığınak yapmıştım.
Şimdiyse tüm bu çabaların nafile olduğunu biliyordum.
Ölüm beni yeniden bembeyaz karların arasında bulmuştu. Bu kez kurtulamayacağımı biliyordum, yüreğimin derinliklerinde bir yerde kurtulmamamın herkes için en hayırlısı olacağını da biliyordum. Ayağa kalkmak için çabalamaktan vazgeçip odunların üzerine sırt üstü serildim. Usul usul üzerime yağan ölümü izlemek için bakışlarımı yukarı çevirdiğimde karşıma laciverte çalan büyüleyici mavilikle sarmalanmış yıldızlı gece çıktı.
Cehennem gibi sıcak bir damla yaş yanağıma süzülürken son olarak O'nu hatırladım. Karşıma çıktığı alacakaranlığı, avucuma bıraktığı unutmabeni çiçeğini, O'nun uğruna kendimden bile vazgeçtiğimi hatırladım. Son ana dek Arzu'dan hiç vazgeçmediğini, söylediği tüm yalanlara ve oynadığı sayısız oyuna rağmen Arzu'ya sırtını dönmediğini, şahit olduğumu bile bilmediği ikisine dair sayısız anı hatırladım. Beni yalan söylediğimden şüphelendiği ilk anda terk ettiğini hatırladım.
Ve nihayet öldüğümü hatırladım. Uykuyla uyanık arasında gezinirken odun yığınının bir kısmı devrilmiş olmalıydı. Yığından kopup giden odunlar sığınağımı yıkmış, üzerimdeki muşambayı da sürükleyerek kaldırıma dağılmıştı. Fakat garip biçimde üzerimde hala bir örtü olduğunu biliyordum. Sırtüstü uzandığım yerde güçlükle kolumu kaldırdığımda yüzüme dökülen beyazlık bana cevabı vermişti. Üzerimdeki örtünün giderek kalınlaşan bir kar tabakası olduğunu anladığımda çabalamayı bıraktım.
İçimde korkunç bir gazap büyürken gökyüzünde kayan bir yıldız takıldı gözlerime. Yaklaşan bir felaketin habercisi gibiydi. Yine de ölmeden hemen önce şansımı denedim ve tüm kalbimle her şeyi unutmayı, ya da buradan sağ çıkamamayı diledim.
Aksi taktirde bedelini herkese ödetecektim.
𓆩 ══════ • ⚸ • ══════ 𓆪
Sene 1989
Amfide çıt çıkmıyordu. İki saatlik sınavın yarısına bile gelinmemişti henüz. Öğrenciler birer sıra boşluk bırakarak oturdukları masalarda önlerine konan sorularla cebelleşiyordu. Arka taraflardaki uzun sıranın duvar kenarındaysa manzarayla çelişen bir detay vardı. Önündeki sınav kağıdını mektup yazar gibi teklemeden denklemlerle dolduran genç bir kızdı bu. Açık teniyle tezat yaratan koyu kahve saçları vardı, okları aşağı çevrilmiş kirpiklerinin arasından gözlerindeki yeşil parıltılar görülüyordu. Ara sıra yanındaki sıranın diğer ucunda oturan arkadaşına kaçamak bir bakış atıyor, ardından tekrar başını eğip sınavına dönüyordu.
Bir saatin sonunda yeniden başını kaldırıp arkadaşını kontrol etti. İki uzun amfi sırasının iki ayrı ucunda oturdukları için birbirlerinin kağıtlarında yazanları okumaları olanaksızdı fakat buna gerek yoktu zaten. Öbür kızın kağıdı neredeyse boş sayılırdı, yüzündeki umutsuz ifadeyse sınavının kötü geçtiğinin ispatı gibiydi.
"Gülnihal Hanım, önünüze dönün lütfen."
Kadın hocanın sesini duyunca panikle kendi kağıdına döndü. Sınavı çoktan bitmişti, üç sorudan oluşuyordu zaten. Sınavın bitmesine ise henüz kırk dakika vardı. Normal şartlarda beş dakika önce kağıtları değiştirmiş olmaları gerekiyordu, bu şekilde kararlaştırmışlardı. Gülnihal soruları çözdükten sonra kendi kağıtlarını arkadaşına verip onun boş kağıtlarını alacaktı, arkadaşı onun yazdığı cevapları satır satır silip kendi el yazısıyla tekrar yazarken o da soruları farklı yollardan giderek en baştan çözüp boş kağıtları dolduracaktı. Böylelikle sınav bittiğinde ikisinin elinde de farklı el yazıları içeren ve farklı yöntemlerle çözülmüş sınav kağıtları olacaktı.
Fakat amfiye geldiklerinde karşılarına çıkan sınav gözetmenleri arkadaşının caymasına sebep olmuştu. "Kadın hocayı daha önce girdiğim bir sınavdan biliyorum ama diğer asistan bizi yakalarsa başımıza ekşir." diyerek kesin bir dille planı veto etmişti planı. "Bana dert değil, zaten adama uyuz oluyorum ama malum, sizin bir hukukunuz var. Benim yüzümden aranızın bozulmasını istemem."
Doğruya doğru, kaybedecek çok şeyi vardı. Bölüm ikincisiydi bir kere, üstelik şu an sınavına girdikleri dersin profesörü tarafından yönetilen araştırma projesinde bilfiil görevliydi. Yakalanırlarsa bunları yitireceği muhakkaktı. Fakat arkadaşının durumu daha fenaydı. Gülnihal henüz ikinci sınıftaydı fakat o son senesindeydi, bu dönemin sonunda mezun olacaktı. Bu dersi de ortalamasını yukarı çekmek için yükseltmeye almıştı ama vize sonuçları açıklandığında bunun mümkün olmayacağı anlaşılmıştı. Eğer finalde sağlam bir not alamazsa değil notunu yükseltmek, direkt dersten kalıp okulu bir dönem daha uzatabilirdi.
Gülnihal önündeki AA'lık kağıda hüsranla baktı. Eğer bunu bir şekilde ona verebilseydi kalan kırk dakikada arkadaşının boş kağıdını rahatlıkla dolduracağını biliyordu. Böylelikle ikisi de dersten geçebilirdi. Fakat aradaki mesafe çok fazlaydı, üstelik sınıfta iki gözetmen vardı. Yapabilir miydi ki? Bakışlarını aşağı tarafa çevirdiğinde gayet mümkün olduğunu gördü. Kadın asistan erkek asistanla birlikte turlamaya başlamıştı amfiyi, kısık sesle adama bir şeyler anlatmaya çalışıyordu.
"Dikkatli bakmıyorsun." dediğini duydu adamın. "Sınavdan sonra konuşalım ama, olur mu?"
Gülnihal genç adamın kadının yanından uzaklaştığını görünce iç çekerek kağıdına döndü. Fırsatı kaçırmıştı resmen. Fakat birkaç saniye sonra kadın asistandan tiz bir ses yükseldi, ardından amfide bir gümbürtü koptu.
"Aiiyyy!"
Kadın asistan yüksek topuklularla amfinin merdivenlerini çıkarken bir yerlere takılmış olmalıydı. Zira Gülnihal başını çevirdiğinde yerde debeleniyordu, öteki asistan ise kadına doğru koşturuyordu. Aradığı fırsat önüne gelmişti resmen. Sınıftaki sessizlik birden uğultulu bir gürültüyle bozulurken telaşla arkadaşına döndü.
"Kağıtlarını uzat çabuk!"
Yan sıradaki kız onun neyi kastettiğini anlayınca şaşkınlıkla afalladı başta. Sonra başını inatçı bir tavırla iki yana salladı. "Çözüyorum ben soruları, gerek yok-"
"Bir kere de inat etme!" diyerek sözünü kesti arkadaşının. "Kağıtları uzat, hadii!"
Kız taviz vermez bir inatçılıkla yineledi. "Eğer yakalanırsak senin başın da derde girer-"
Gülnihal tartışmaktan vazgeçti. Elinde kendi dolu kağıtlarıyla ayağa fırlayıp arkadaşına doğru atıldı.
Daha doğrusu atılmaya çalıştı fakat sıranın demirlerine takılan ayak bileği ona engel oldu. Kollarıyla havada tutunacak bir yer ararken vücudu kendi ayaklarının etrafında bir sarkaca dönüşmüştü. Gövdesinin öne doğru çekildiğini, kafasının havada kusursuz bir balistik yörünge çizdiğini hissetti. Bu noktada refleksleri kontrolü devraldı hızla, sınav kağıtlarını elinden bırakıp uzun masanın en ucuna tutunmayı başardı. Sınav kağıtları havada süzülerek basamaklara indikten bir an sonra asistan hocanın sesi sınıfta yankılandı.
"Ne oluyor orada?!"
Gülnihal başını çevirip özür dilercesine yan masadaki kızıl saçlı kıza baktı önce. Ardından amfinin merdivenlerini tırmanan genç adama döndü. Gelişindeki hiddetten yakaladıklarını anlamak zor değildi. Nitekim birkaç saniye sonra asistan yanlarına ulaşıp yerdeki kağıtları almış, diğer kağıtları vermeleri için iki elini kızlara doğru uzatmıştı.
"Verin kağıtlarınızı."
"Hocam-"
"Kağıtlar." diye yinelemekle yetindi asistan. "Eğer kopya tutanağı tutmamı istemiyorsanız profesör gelmeden kağıtlarınızı verip sınıfı terk edin."
Gülnihal derin bir nefes aldı. Sadece kağıtlarını vereceklerdi, kopya çektikleri için tutanak tutulmayacaktı. Zira kopya tutanağı tutulursa kurtulmaları olanaksızdı, Cahit Hoca durumu rektörlüğe bildirirdi. Altı ay uzaklaştırma cezası alırsa babasının vereceği tepkiyi hayal bile edemiyordu.
Fakat belli ki arkadaşı onunla aynı fikirde değildi. Ucuz yırttıkları için Tanrı'ya şükredip kağıtlarını teslim etmek yerine inatçı bir bakış attı asistana.
"Üzgünüm ama benim kağıdımı alamazsınız."
"Anlamadım?"
"Sırf yan masada oturan arkadaşımın kağıtları yere düştü diye bütünlemeye kalacak değilim." diye söylendi. Yakın masalarda oturan öğrencilerden birkaçı başını çevirip onlara bakmıştı. "Dilerseniz profesörü çağırabilirsiniz."
"Eğer sadece sizin ceza alacağınızı bilsem çoktan profesörü çağırmıştım." dedi asistan öfkeyle. "Fakat Cahit Hoca gelirse Gülnihal Hanım'ın da başı yanar."
Genç kız hafifçe güldü. "Yanlışlıkla kağıdını düşürdüğü için mi?"
"Hayır, kopya verdiği için!"
"Ne oluyor orada?"
Amfinin orta kapısının girişinde profesörün sesi duyulunca tüm sınıf başını çevirip baktı. Gülnihal korkudan kaskatı kesilmiş haldeydi. Omzunun üstünden baktığında hocanın memnuniyetsiz bakışlarla onları süzdüğünü gördü. Adam durumu anlamış olacak ki yüzünü ekşitti hafifçe.
"İki öğrenciyi de alıp odama getirin lütfen." diye seslendi asistana. "Arkadaşlar siz de önünüze dönüp kağıtlarınızla ilgilenin!"
Ardından onları beklemeden arkasını dönüp yürümeye başladı. Gülnihal asistanın masadaki diğer iki kağıdını alışını izlerken hareket edemedi bile. Alacağı cezadan çok arkadaşının yaptıklarının şokunu yaşıyordu. Neden diretmişti ki? Sınava devam etmelerine izin verseler bile tekrar kopya çekemeyeceklerini biliyor olmalıydı. Her halükarda boş kağıt verecekti zaten, neden asistana hocayı çağırmasını söylemişti?
Hep birlikte hocanın odasına giderken pek bir şey konuşmadılar. Arkadaşı önden gidiyordu, onun arkasında ara sıra Gülnihal'e hayal kırıklığı dolu bakışlar atan genç asistan vardı. Gülnihal ise alabildiğine mahcuptu. Tüm bunların kendi suçu olduğunu biliyordu elbette, arkadaşı kağıtları değiştirmek istememişti ama kurtulma fırsatlarını geri çeviren de oydu. İkisinin de eğitim hayatı mahvolmuştu resmen.
Odaya girdiklerinde profesörü masasının başında oturururken buldular. Yüzlerine bile bakmadan "Kağıtları bırakın." demekle yetindi. Ardından asistana dönüp buyurdu. "Siz de gerekli tutanakları hazırlayın, Feza Bey."
"Afedersiniz." diyerek lafa karıştı arkadaşı. "Hangi gerekçeyle kağıtlarımızı aldığınızı sorabilir miyim?"
Onun kendinden emin tavrı profesörün de kafasını karıştırmıştı. Hafif bir şaşkınlıkla asistana döndü. "Feza Bey siz kopya çekerken yakalamadınız mı Gülnihal Hanım'la, ee-" Başını çevirip öteki kıza baktı. "Sizin isminiz neydi acaba?"
"Arzu, efendim." dedi kızıl saçlı kız. "Arzu Mabeynci."
"Hah, Arzu Hanım! Tamamdır..." Tekrar asistana döndü. "Feza Bey siz Gülnihal Hanım'la Arzu Hanım'ı kopya çekerken yakalamadınız mı?"
"Evet." dedi Feza.
"Hayır." dedi Arzu.
Gülnihal odadan kaçmamak için kendini zor tuttu.
İçine düştüğü durum bir yana, arkadaşının tavırlarından ötürü paniklemişti. Zira Arzu normalde böyle biri değildi. Çoğunlukla kendi halinde takılan bir kızdı, dikkat çekmekten pek hoşlanmazdı. Onu yakından tanımayan biri damarına basıldığında böyle sivrilebileceğine ihtimal dahi vermezdi.
Gülnihal ise onu herkesten iyi tanıyordu. Arzu ve ağabeyi Özer, anne babalarını çocuk yaşta kaybedince Gülnihal'in babası tarafından himaye altına alınmıştı. Özer liseyi yatılı okuduğu, üniversite çağına gelince de kendi evine çıktığı için Gülnihal onunla o kadar yakın değildi fakat Arzu'yla birlikte büyümüşlerdi. Birkaç yıl önce, Özer kız kardeşini yanına alana dek, aynı evde yaşıyorlardı. Şimdi bile Arzu abisinin evinden çok yalıda vakit geçiriyordu.
Kısacası iki genç kız etle tırnak gibiydiler. Gülnihal Arzu'nun uysal görünümüne rağmen damarına basıldığı zaman pençelerini çıkarabildiğini biliyordu. Lakin bu nadiren gerçekleşirdi ve her zaman haklı bir sebebi olurdu. Şimdiyse ortada haksız bir sebep bile yoktu.
"Hocam kağıtları değiştirdiklerini gözlerimle gördüm." diye diretti Feza. "Gülnihal kendi kağıtlarını arkadaşına verirken dengesini kaybedip kağıtları yere düşürdü. Ben de hemen yanlarına gittim."
Arzu asistana dönüp baktı. "Ve yanımıza gelince yere düşmüş kağıtları siz aldınız, öyle değil mi?"
"Evet?"
"Peki rica etsem elinizdeki kağıtları hocamıza verebilir misiniz?" dedi meydan okuyan bir tavırla. Ardından profesöre dönüp gülümsedi. "Hocam kağıtlara bakınca siz de hepsinin Gülnihal'e ait olduğunu göreceksiniz. Benim kağıtlarımın hepsi bende. Eğer hocamızın iddia ettiği gibi kağıtlarımızı değiştirmiş olsaydık Gül'ün yere düşürdüğü kağıtların bana ait olması gerekmez miydi?"
"Yapacağınız şey buydu!" diye hiddetlendi Feza. "Gülnihal kağıtlarını yere düşürmeseydi size verecekti!"
"Geleceğe dair başka öngörüleriniz de var mı?" diyerek alaycı bir tebessümle karşılık verdi Arzu. "Gerçekleşmemiş bir suça dayanarak bizi cezalandırmak istediğinize göre sezgilerinize epey güveniyor olmalısınız. Sizden hayata dair birkaç tavsiye almak isterdim hocam."
Feza inanamıyormuş gibi bir kahkaha attı. "Size tavsiyem küçük hanım, fiziği bırakıp Hukuk'a yönelin. Akademik başarı gösterir misiniz bilmem ama asılacak adamı ipten alırsınız!"
"Fakat siz sakın fizikten ayrılmayın, hocam. Hukukta da akademik başarı göstereceğinize eminim ama masum adamı ipe yollarsınız!"
"Siz benimle nasıl böyle-"
"YETER!" diye bağırdı profesör. "Feza Bey siz bu hanımların kopya çektiğini gördünüz mü? Yoksa görmediniz mi?"
"Hocam görmeme gerek yoktu!" diye cevap verdi asistan. Ardından Arzu'ya dönüp öfkeyle konuştu. "Arkadaşınız duvar kenarında oturuyor Arzu Hanım. Herkes birer sıra boşluk bırakarak oturduğu için önünde ve arkasında kağıtlarını verebileceği kimse yoktu. Söyler misiniz bana, kağıtları size uzatmaya çalışmıyorsa ne oldu da yere düşürdü?"
"Ben o esnada kendi kağıdıma bakıyordum, gözetmen olarak bunu bilmek sizin göreviniz." dedi Arzu. "Ama fikrimi soracak olursanız, büyük ihtimalle diğer soruyu çözmek için alttaki kağıdı çekerken üstteki iki kağıt sıradan kaymıştır. Gülnihal de onları yakalamaya çalışırken yere düşürmüştür."
Feza dişlerini sıktı öfkeyle. "Öyle olmadığını ikimiz de biliyoruz!"
"İspatlayın öyleyse." dedi Arzu. "Yoksa bize iftira attığınız için ben de sizi rektörlüğe şikayet ederim." Bu noktada tekrar profesöre dönüp saygılı bir tavırla başını eğdi. "Hocam lütfen kusuruma bakmayın. Karşınızda böyle davranmak istemezdim ama hocamız, muhtemelen meslekte yeni olmasının da etkisiyle, büyük bir hata yapıyor. Sizin akademi camiasına uzun yıllarını vermiş bir bilim insanı olarak masumiyet karinesini de hesaba katarak sınava dönmemize izin verec-"
"Kızım sus tamam!" diye bağırdı profesör aniden. "Bu nasıl bir belagattir böyle, aklım dimağım kurudu! Tövbe tövbe... Tamam gidin hadi! Gidin devam edin sınavınıza!"
"Ek süre vereceksiniz, değil mi hocam?" dedi Arzu şirin bir tebessümle. "Suçsuz olduğumuz anlaşıldığına göre diğer öğrencilerle aynı haklara sahip olmamız gerekir, lakin onlar sınavdayken bizim yaklaşık yirmi beş dakikamız boşa gitti-"
"Kızım geldiğinden beri susmak nedir bilmiyorsun çünkü be evladım!" diyerek yaka silkti profesör. "Tamam, ek sürenizi de vereceğim, oldu mu? Feza götür öğrencileri sınıfa!"
Feza bu kez itiraz etmedi. "Peki hocam, siz nasıl isterseniz."
"Ben sorunsuz bir sınav isterim evladım!" diye bu kez de asistana çıkıştı hoca. "Bu da sana ders olsun, tamam mı? Akademisyenliğe giriş, ders bir: Öğrenciyi yakalamadan önce kopyayı çekmesine izin ver!"
Böylelikle Gülnihal hocanın onlara inanmadığını anlamış oldu. Suçüstü yakalanmadıkları ve Arzu kendini çok iyi savunduğu için sınava dönmelerine izin vermek zorunda kalmıştı. Hep birlikte odadan çıkarken bakışları Feza'ya takıldığında onun da Arzu'nun söylediklerine inanmadığını anladı. Fakat şüphesiz kendini aptal yerine konmuş gibi hissediyordu ve tavırları buz gibi soğuktu.
Arzu bundan pek etkilenmiş gibi görünmüyordu, hatta odadan çıkarken Feza'ya ters bir bakış atmayı da ihmal etmemişti. Gülnihal ise utanç ve mahcubiyetten başını kaldırıp adamın yüzüne bile bakamıyordu. Feza sadece hocası değildi onun; babasının eski bir arkadaşının, meşhur fizikçi İdris Dorsey'in en küçük oğluydu. Üstelik abisi Ertuğrul'un da arkadaşıydı fakat genelde dışarıda görüştükleri için Gülnihal üniversiteye başlayana dek onunla pek yakınlık kuramamıştı.
Bunun birincil sebebi kendi önyargılarıydı şüphesiz. Feza'nın ailesi genelde gariplikleriyle anılan insanlardı. Cemiyet herkesin birbirini tanıdığı şirin bir mahalleyse, Dorseyler mahallenin en ucunda yer alan perili köşkün tekinsiz ev sahipleri gibiydiler. İnsanlar bu soyadı taşıyan birini gördükleri zaman bilirlerdi ki; karşılarında ya bir dahiydi, ya da bir ucubeydi.
Bazen de her ikisi birden...
Gülnihal Feza'yı tanıyana dek onun da abileri Süha ve Deha gibi ikisine birden sahip olduğu fikrindeydi. Bunda Özer'in Dorseylere olan tavrı da etkili olmuştu elbette. Çocukluk yıllarında, Özer'in korumacılık görevini fazla ciddiye alan yeni yetme bir ergen olarak onu ve Arzu'yu Dorseylere karşı ikaz ettiğini, aileden biri yalıya geldiğinde odalarından çıkmamalarını tembihlediğini anımsıyordu. Büyüdükçe ortada Özer'in abarttığı gibi bir şey olmadığını anlamıştı. Dorseyler garip insanlardı, hatta bazıları bilfiil deliydi fakat tehlikeli değillerdi. Cemiyet balosunda Süha ve Deha'yla tanışınca karşısında eşsiz zekaya sahip beş yaşında iki çocuk olduğunu anlamıştı mesela. Ve bir de dışarı yansıttıkları kadar deli olmadıklarını... Sadece tahammül eşikleri fazla düşüktü, Gülnihal ikisinin de zaman zaman muhatap almaya layık görmedikleri insanları korkutup kaçırmak için bilinçli olarak deli gibi davrandığını fark etmişti.
Ne yazık ki Özer de bu insanlardan biriydi.
Feza'ya gelince... Diğer kardeşleri gibi değildi o, en azından Gülnihal'in tanıdığı kardeşleri gibi değildi. Onun nasibine sadece dahilik düşmüştü. Fakat cemiyetten uzak durduğu için çoğu kişi tarafından tanınmıyor, dolayısıyla soyadıyla değerlendiriliyordu. Dorseyleri dost olarak gören küçük bir azınlığın gözünde dosttu, Özer gibi onları tehlikeli ve zararlı görenlerin gözünde düşmandı ve geri kalan çoğunluğun gözünde ucubeydi.
Burada, İTÜ Fizik Mühendisliği çatısı altındaysa yeni yeni yeşermeye başlayan bir efsaneydi. Söylentilere göre Feza mezun olduğunda İTÜ'nün meşhur Nihat Berker'i devreye girip onu akademisyen kadrosuna almıştı. Gülnihal'le de Nihat Hoca'nın projesi sayesinde yakınlık kurmuşlardı. Feza artık onun için sadece bir asistan hoca değil; çalışmalarına hayranlık duyduğu, takdirini kazanmayı istediği bir abiydi.
Hocanın odasından sessizce uzaklaştılar. Fakat amfiye giden koridora girmeden önce Feza aniden durup onlara döndü. Gülnihal başta onun kendisine kızacağını sanmıştı fakat parmağını öfkeyle doğrulttuğu kişi Arzu oldu.
"İçeride yaptığınız şey ahmaklıktı!" diye çıkıştı kıza. "Ben zaten durumu hocaya bildirmeyecektim, kağıtları verip sınıftan çıkın demiştim. Durduk yere Gülnihal'i de tehlikeye attınız. Sizin yüzünüzden Nihat Hoca onu aylardır birlikte emek verdiğimiz projeden çıkarabilirdi!"
Gülnihal sessiz kalamadı. "Onun bir suçu yok gerçekten. Ben kağıdımı zorla vermeye çalıştım."
"Gülnihal sen karışma, seninle sonra konuşacağız." dedi Feza elini kaldırıp kızı susturarak. Bakışlarını kaçacak delik arıyormuş gibi görünen Arzu'dan ayırmamıştı. "Size gelince... Bunu bilerek yaptığınızın farkındayım, Arzu Hanım. Sırf beni zor duruma düşürmek, itibarımı sarsmak için hocanın odasına gitmek istediniz!"
Arzu bocaladı. "Hayır, öyle bir niyetim yoktu benim."
"Feza abi, yapma..." diyerek müdahale etmeye çalıştı Gülnihal. "Arzu neden sana zarar vermeye çalışsın ki? Sınavı henüz bitmemişti onun, boş kağıt vermek istemediği için sana itiraz etti."
Feza onu duymadı bile. Dikkati hala Arzu'nun üzerindeydi. Kızın kızıl saçlarıyla aynı renge bürünmüş yüzüne bakarken acır gibi bir gülüş fırladı dudaklarından.
"Öyle bir niyetiniz yok muydu sahiden? Geçenlerde de odama gelen öğrencileri başımdan savdığımı, ilgi göstermediğimi söyleyerek beni Cahit Hoca'ya şikayet etmiştiniz. Siz bu dönem benim derslerime bile gelmediniz Arzu Hanım. Niyetiniz nedir bilmem ama yanlış insanın sabrını sınıyorsunuz."
Gülnihal şaşkınlıkla arkadaşına baktı. İşte şimdi onun tüm diğer derslerde başarılıyken bu derste çakılmasının sebebini anlamıştı. Çünkü Arzu derse gitmiyordu. Gülnihal bunu bilemezdi elbette, dönemin başından beri Feza'yla birlikte laboratuvara gömülmüş haldeydiler.
Nihat Hoca işin kuramsal boyutunu yürüttüğü için projenin deneylerine katılmıyordu, laboratuvarı ikisine bırakmıştı. Gülnihal başlarda sadece hocanın projesiyle ilgilenip işi bitince çıkıp gidiyordu. Sonradan bir şekilde Feza'nın güvenini kazanmış olacak ki, genç adam ona laboratuvarı sadece hocanın projesi için kullanmadığını itiraf etmişti. Ufak tefek birkaç çalışması vardı, boşta kalan zamanlarda onları yürütmeye çalışıyordu ama tek başına olduğu için epey zorlanıyordu. Acaba Gülnihal projeden arta kalan zamanlarda onun çalışmalarına eşlik etmek ister miydi?
Elbette isterdi.
Böylelikle ikisi birlikte laboratuvara gömülmüştü. Gece çıkarken her şeyi toplayıp kaldırıyorlardı ama gündüzleri ikisinden birinin dersi olduğunda öteki laboratuvarda kalmak zorundaydı. Nihat Hoca'nın dersinde ise çakışma yaşamışlardı. Profesör ise sık sık Ankara'ya gidip geldiği için onun dersini Feza veriyordu, Gülnihal de dersin öğrencisiydi. Feza'nın derslere gitmeme lüksü olmadığı için laboratuvarda kalma görev ona düşmüştü. Feza bunun karşılığında haftada bir gün, akşamları ortalığı topladıktan sonra ona o haftaki konuyu anlatıyordu. Dönem başından beri derse gitmediği için Arzu'nun da gitmediğinden haberi bile olmamıştı.
Kaşlarını hafifçe bükerek bir açıklama beklercesine kıza baktı fakat görünüşe bakılırsa arkadaşı yeniden özüne dönmüştü. Profesörün odasında çıkardığı pençelerin yerinde yeller esiyordu, yerde delik açıp içine girmek istiyormuş gibiydi hali. Kuyruğu dik tutmaya çalışarak "Derse devam zorunluluğu yok demiştiniz." diye geveledi Feza'ya. "Şimdi de benden niye derse gelmiyorsun diye hesap mı soruyorsunuz?"
"Yahu gelin gelmeyin, bana ne bundan? Ben sizin dersime gelip gelmemenizle ilgilenmiyorum, Arzu Hanım. Belli ki ağabeyiniz gibi ailemden ötürü antipati duyuyorsunuz bana. Ki duyabilirsiniz, ben bununla da ilgilenmiyorum. Karşınızda bir öğretim görevlisi olduğunu bilerek hareket ettiğiniz müddetçe bana olan hisleriniz zerre umurumda değil, farkında bile olmam."
"Biliyorum!" diye bağırdı Arzu aniden. "Farkında bile değilsin, biliyorum!"
Ortama buz gibi bir sessizlik çökerken elindeki boş kağıtları hışımla Feza'nın eline tutuşturdu. Sonra da arkasını dönüp gitti. Gülnihal şaşkınlıkla onlardan uzaklaşan kızı izlerken konuşamadı bile. Lakin içten içe bir gizemin daha çözüldüğünü hissediyordu . Evet, en yakın arkadaşının Feza'ya olan antipatisinin sebebini nihayet anlaşılmıştı.
Arzu Mabeynci, Feza Dorsey'e aşıktı.
𓆩 ══════ • ⚸ • ══════ 𓆪
"Çağımız göstergeyi gösterene, kopyayı aslına, temsili gerçekliğe, dış görünüşü öze tercih eder. Kutsal olan yalnızca yanılsamadır; hakikat dünyevidir. Dahası, yanılsama arttığı ve hakikat azaldığı ölçüde kutsallık yükselir. Dolayısıyla, yanılsamanın zirvesi, kutsallığın da zirvesidir."
-Feuerbach, 1841
-*-
ARAS
Anlamadım, Aras abi." dedi Nazenin kısa bir sessizliğin ardından. "Bana mı söylüyorsun?"
Ses tonunda bastırmaya çalıştığı çaresiz bir tını vardı. Gecenin içinde bir baykuşun ötüşü yankılanırken başımı çevirip yüzüne baktım. Devirdiğim taşların gölgesi hala kızın gözlerinde titreşiyordu ve bunun geri dönüşü olmadığını biliyordum. Ona söylemediğimi ya da beni yanlış duyduğunu iddia edebilirdim, muhtemelen o da ikna olmuş gibi yapardı ama yalnızca bana karşı. İlk fırsatta onu deşifre ettiğim bilgisini ekibindekilere ulaştıracaktı, böylelikle henüz deşifre edemediğim diğer üyelere izini kaybettirme fırsatı verecekti. Ya da birlik olup beni hedef alma fırsatını... Neticede onlar için artık ciddi bir tehdit konumundaydım. Her yönden kuşatıldığım yetmiyormuş gibi başıma bir de Gözcüler çıkmıştı.
Fakat şimdi aptal bir hacker çetesinden daha önemli sorunlarım vardı. Melek'i bir an evvel bulmak zorundaydım. Bu uğurda kaç taş devireceğim umurumda değildi. Gerekirse tüm tahtayı alaşağı ederdim.
"Nazenin, Melek şu anda ölüyor olabilir." dedim basitçe. "Eğer onu bulma şansın olduğu halde salağa yatmaya devam edersen-"
"Aras abi yemin ederim anlamıyorum."
"-ve ben senin yüzünden Melek'e geç kalırsam, ne olur biliyor musun? Önce annen, sonra da parçası olduğun gerzek çete bunun bedelini öder. Niyetin onları korumaksa numara yapmayı bırak da bir an önce ablanı bul-"
"DENEDİM!" diye bağırdı birden. "Denedim! İki saattir odada ne yaptığımı sanıyorsun?!"
Cümlesinin sonu boğazından kopan bir hıçkırıkla boğulup kayboldu. Yere çöküp başını dizlerinin arasına alırken kıza başka bir şey söylemedim. Yalan söylemediğini anlamıştım çünkü korumalar buraya geleli neredeyse iki saat oluyordu. Nazenin'in bu süreçte ses çıkarmayıp da benim geldiğimi duyunca yardım çığlıkları atmaya başlaması içeride bir haltlar karıştırdığının ispatıydı.
"Neden yapamadın?"
"Ekiptekilere ulaşamadım." dedi ağlamaya devam ederek. "Güvenli mekanımız buraya uzak. Oraya gitmem epey zaman kaybettirirdi bana, diğerlerine ulaşabilseydim ablamın yerini bulmalarını isteyecektim ama-"
"Dağılmak üzeresiniz." diye tamamladım cümlesini. "Ayaz'ın karısının başına gelenlerden haberim var."
Başını dizlerinden kaldırıp hayretle bana baktı. "Sen bizi ne kadar zamandır-"
"Konumuz bu değil, Nazenin. Ben sana ablanı bulmanı söylüyorum, sen diğerlerine ulaşmaktan ya da gizli mekanınıza gitmekten bahsediyorsun. O kadar zamanımız yok, anladın mı? Hemen şu kahrolası sisteme girmek zorundasın."
"İçerideki bilgisayarla mı?" dedi dehşete düşmüş gibi. "İmkansızdan da öte. Gerekli yazılımlar kurulu değil, exploit kodları yok, rootkit yok, üstelik tüm bunlar olsa bile ağ bağlantısı güvenli değil. İki sokak ötedeki kahrolası kamera diyorsun ama benim o kamerayla işim yok ki. O kamera basit bir cihaz sadece, girmem gereken yer o kameraların hepsine erişim yetkisi bulunan ana sistem. Fakat ASELSAN'ın sistemine sızdığım anda otomatik karşı saldırı başlar, anında deşifre olurum."
Eh, bunu tahmin etmiştim zaten. Buraya gelirken mobese kameraları konusunda ilk planım zamanında bizim şirkette siber güvenlik uzmanı olarak çalışmış bir hackerı devreye sokmaktı ancak çocuğa bir türlü ulaşamamıştık. İkinci plana geçip Ada'yı aramaya başlamıştım. Onun da başarısız olma ihtimaline karşılık üçüncü bir planım daha vardı. Bu planın yaratabileceği problemleri öngöremediğim için mecbur kalmadıkça başvurmayacaktım fakat hazırlıkları tamamdı.
"Hayır, sen deşifre olmazsın. Sistemlerine sızan bilgisayar deşifre olur."
"Aynı şey! Bilgisayar üzerinden konum bilgilerime ulaşırlar. İnternet aboneliğimiz annemin adına kayıtlı, ağ bağlantısı üzerinden de şeceresini çıkarırlar."
"İşte bu yüzden benim ayarladığım bilgisayarı kullanacaksın." dedim oturduğum yerden kalkarken. Elimle Alper'e ufak bir işaret yaptığımda bize doğru seğirtti. "Alper'le birlikte şu arabaya geçin, buradan birkaç kilometre uzaklaşın. Arka tarafta gerekli ekipmanlar mevcut, internet bağlantısı için de mobil bir hat kullanacaksın."
"Aras abi saçmalama! Senin bilgisayarını da deşifre ederler, sistemlerine giren kişinin sen olduğunu anlarlar!"
"Bilgisayar da, hat da benim üzerime kayıtlı değil." diyerek başımı salladım. "Ayrıca isterlerse bulsunlar, sorun değil. Beni hackerlık yaptığım gerekçesiyle hapse atmazlar Nazenin."
Çünkü beni hapse atmak için böyle bir gerekçeye ihtiyaçları yoktu. Eğer hapse girmem onların çıkarlarına aykırı bir durum olmaktan çıkarsa bunu her halükarda yaparlardı zaten. Dünyanın en temiz ve namuslu insanı olsam bile sonuç değişmezdi. Gerekirse evime sahte deliller yerleştirip sonra da gizli bir ihbar aldıklarını söyleyerek baskın yaparlardı. Benden çok daha temiz insanlara yapmışlardı sonuçta.
"Tamam." dedi en sonunda. "Deneyeceğim."
Nazenin Alper'le birlikte giderken kapının önünde volta atmaya başladım. İçimden kar fırtınasıyla uğuldayan sokağa dalıp her köşe başında Melek'i aramak geliyordu. Fakat bunun faydadan çok zarar sağlayacağının farkındaydım. Eğer Melek'in peşine düşüp sokaklarda koşturmaya başlarsam onu tek başıma aramış olurdum. Burada kalıp onu araması için bir ordu adamı organize etmek ve tüm enerjimi bir strateji oluşturmaya harcamak daha mantıklıydı. Her an yeni bir haber gelebilirdi ve geldiğinde burada olup duruma göre yeni bir yola sapmak zorunda kalabilirdim.
Çok geçmeden beklediğim haber geldi. Korumalardan birinin aracı evin önünde durdu, içinden çıkan genç çocuk bana doğru koşmaya başladı. Bir anlığına heyecanlansam da gelenler Melek'in peşinden yolladığım korumalardan değildi. İç çekerek volta atmaya devam ederken korumanın nefes nefese yanımda belirdiğini duydum.
"Aras Bey bir şey bulduk."
"Söyle." dedim iki parmağımla alnımı ovuştururken.
"Sizinle ilgili haberler..." diye geveledi. "Kimin yaptırdığını öğrendik."
Olduğum yerde durup korumaya baktım. Sosyal medyadaki haberler tamamen aklımdan çıkmıştı fakat aslında tüm meselenin memba oradaydı. Birileri restoranda Melek'e evlenme teklifi ettiğim akşam ve bu sabah ayrılmadan hemen önce sokağın ortasında öpüşürken ikimizin resimlerini çekmişti. Biz ayrıldıktan birkaç saat sonraysa hem restorandaki akşama ait, hem de bu sabaha ait fotoğraflar basına ve sosyal medyaya servis edilmişti. Alper'in söylediğine göre fotoğraflarda Melek'in yüzü açıkça görülmüyordu, kim olduğunu da haberde belirtmemişlerdi fakat Efsun kızını görür görmez tanımıştı elbette. Sonra da hıncını Melek'ten çıkarmış, kızı önce hırpalayıp sonra da üzerinde gecelikle sokağa atmıştı.
"Kim yaptırmış?"
"Henüz bilgiyi teyit ettirmedik ama şey... Haberleri Ertuğrul Bey'in bir adamı yaptırmış efendim."
"Ne?!"
Babanın toprağını sikeyim Kütüphaneci... Korumanın tedirgin bakışları arasında başımı diğer tarafa çevirip dayıma uzun uzun sövdüm. Pezevenk herifin neden sırra kadem bastığı şimdi daha da anlamlı hale gelmişti. Hayır böyle bir haltı neden yaptırmış olabilirdi ki? Ve ben neden haberleri onun yaptırdığını akıl edememiştim? Mevzuyu mantık çerçevesi içinde ele alınca ondan başkasının bu haltı yiyemeyeceği ortadaydı zaten.
Eğer haberleri başkası yaptırmaya kalkışsaydı Kütüphaneci bariyerine takılıp hezimete uğrardı. Geçmişte Nazan Bozkıroğlu Emir itiyle Melek'in restoranda yemek yerken çekilmiş fotoğraflarını magazine sızdırmaya yeltendiğinde bunu başaramamıştı mesela. Çünkü fotoğraflar çekildiği anda Kütüphaneci durumdan haberdar olmuş, ardından bir aracı vasıtasıyla benim de haberdar olmamı sağlayarak haberlerin yayınlanmasını önlemişti. Ben olmasam bile muhakkak başka birini devreye sokardı. Dayımın kendine piyon bulmakta zorlandığını hiç görmemiştim.
Öte yandan, dayımın neden bana böyle bir kazık attığını da anlayamıyordum. Amacı neydi? Şirketin başına geçtiğimi duyurmak mı? Bunu zaten bu seneki cemiyet balosunda yapacaktık, planlarımız bu yöndeydi. Veya belki de Melek'le olan ilişkimi duyurmak istemişti fakat bunun için de geçerli bir sebebi yoktu. Melek'in zarar görmesini istedi desem, o da mantıksızdı. Dayım başlarda Melek'e olan ilgimin sorumluluklarımı aksatmama sebep olacağını düşünüp mızırdansa da zamanla böyle bir durum olmadığını anlayıp kabullenmişti. Geçmişte Arzu'yu ona gelin getireceğim sanrılarına kapılıp epeyce olay çıkardığı için Melek'e yönelik bir antipatisi olmadığını biliyordum. Geriye tek bir ihtimal kalıyordu. Fakat bu da imkansıza yakındı, Kürüphaneci kutuyu tekrar açmayacağına dair söz vermişti.
"Gidin dayımı bulun." dedim dişlerimi sıkarak. "Bulamıyorsanız da haberi yapan itini getirin bana. Hemen!"
Korumalar panikle araçlarına koşturup beni yalnız bıraktılar. Onların gidişiyle birlikte etraf bir anlığına sessizleşti. Hemen ardından minik bir titreşim sesi yükseldi telefonumdan. Ekrana göz attığımda Lavinia'dan uzun bir mesaj geldiğini gördüm. Epey resmi bir dille yazılmıştı ve üstünkörü okuduğum cümlelere bakılırsa niyeti canımı yakmaktı. Onu hayatımdan çıkardıysam bile bunun sadece ikimizi ilgilendirmesi gerektiğinden, problemlerimizi Melek'e yansıtıp onu ikimiz arasında seçim yapmaya zorlamaya hakkım olmadığından, benim yüzümden en yakın arkadaşıyla arasının bozulmasını istemediğinden falan bahsetmişti. Finalde de verdiğim karara saygı duyduğunu ve bundan sonra beni rahatsız etmeyeceğini belirtiyordu.
Mesajı okuduktan sonra telefonu tekrar cebime koydum. Fırtına şiddetini, gelecek karanlığını arttırmıştı. Bakışlarımı gecenin savruk yalnızlığında gezdirirken zihnimde çocukluk günlerimden kalma sesler yankılanıyordu. Geçmişten sesler, uzun bir geçmişten... Ve bir şeyler giderek eksiliyordu ellerimden. Zamanın yitirdiklerimle arama koyduğu uçurum anbean derinleşirken kaçmaya çalıştığım yalnızlığa kendi adımlarımla sürükleniyordum.
Kar fırtınasının ortasında dikilirken annemin yanıbaşımda durduğunu, gözlerinde hüzünlü bakışlarla beni izlediğini hissettim. Birdenbire içimde bu ninniyi bir kez daha onun sesinden duymaya yönelik karşı konulmaz bir istek belirdi. Ne var ki, o ninniyi annemden dinlemem bütünüyle olanaksızdı. Annemin sesini taşıyan kız kardeşimden de bana ninni söylemesini isteyemezdim. İçimde bir yerlerde, eninde sonunda bunu isteyeceğimi biliyordum fakat şimdi değil. Bu gece değil...
Telefonum tekrar çalmaya başladığında silkinip kendime geldim. Bu kez beklediğim kişiydi arayan. Nazenin'in heyecan dolu sesi kulaklarıma çalınınca karanlığın ortasında ilk kez bir umut ışıltısı belirdi.
"Aras abi ablam hala mahallede!" dedi panikle. "Tam yerini söyleyemem, kameralar orayı göstermiyor ama bir kameranın menzilinden çıktıktan sonra diğerlerinin menziline girmemiş. Yani arada kalan ufacık bölgenin içinde bir yerlerde olmak zorunda, anlıyorsun değil mi-"
"Naz görüntüleri yolla çabuk!" dedim arabaya koşarken. "Melek saat kaçta oradan geçmiş?!"
"Görüntüleri çekip yolluyorum h-hemen." diye panikle geveledi. "19:47'de kavşağın oradan geçmiş... B-ben telefonu kapatıp yolluyorum şimdi-"
Telefon yüzüme kapandığında çoktan direksiyon başına geçmiştim. Bahsettiği kavşağa doğru gaza basarken zihnimin içinde Nazenin'in söylediği saat dönüp duruyordu. 19:47. Neredeyse üç buçuk saat önce...
Melek'in mahalle sınırları içinde olduğunu öğrenmeden evvel bu bilgi gözüme o kadar korkutucu görünmemişti. Hareket halinde olduğunu, bir yerlere sığındığını, birilerinin gelip onu aldığını düşünmek geçen zamanı daha tahammül edilebilir kılıyordu. Fakat artık bunların hiçbirinin yaşanmadığını biliyordum. Melek üç saattir buradaydı, mahalledeydi. Mobese kameralarının kör noktasında kalan ufacık bir bölgenin sınırları içindeydi ve oradan ayrılmadığına göre yola devam edebilecek halde değildi.
Telefon yeniden titreşince bakışlarımı yoldan alıp ekrana çevirdim. Alper'in WhatsApp üzerinden yolladığı fotoğraflarda Nazenin'in kullandığı bilgisayarın ekranı vardı. Monitördeki mobese görüntülerini şaşkınlıkla incelerken Melek burnumun dibindeyken onu nasıl bulamadığımı düşündüm. Bunun bana neye mal olacağını düşündüm. Kar fırtınası biraz daha şiddetini arttırdı. Soğuktan vücudunun morardığını, ona her dokunduğumda tenine yayılan tatlı pembeliğin sonsuza kadar kaybolduğunu düşündüm. Astım krizi geçirirken nefessizlikten kıvrandığını, kalp atışlarının giderek yavaşladığını, şu anda bir yerlerde ölüyor olabileceğini ve benim ona yetişemediğimi, yetişemediğimi, yetişemediğimi-
İçine düştüğüm dehşet öyle bir boyuta ulaşmıştı ki önüme çıkan arabayı görmedim; duydum. Gecenin içinde gümbürdeyen korna sesleri reflekslerimi aniden atağa geçirdi. Hiç düşünmeden sesin geldiği yönün tersine doğru direksiyonu kırıp frene bastım. Fakat yollar çok kaygandı. Lastiklerin sokağı inleten sesleri kulağıma çalınırken direksiyon ellerimin arasından kayıp gitti. Aracın kendi etrafında dönerek savrulduğunu, ön tamponun evlerden birinin bahçe duvarına çarptığını, eylemsizlik kuvvetinin sırtımdan tutup kafamı direksiyona gömdüğünü ve gök gürültüsünün ürkütücü bir çatırtıyla hem gecenin hem de zihnimin içinde yankılandığını hissettim.
Sonra karanlıkta kaybolup gittim.
-*-
Zifiri bir karanlıkta yolumu bulmaya çalışırken uğultuya dönüşmüş sesler duyuyordum. Annem yanıbaşımdaydı, elleri şefkatle saçlarımı okşarken çocukluk günlerimden kalan ninniyi söylüyordu bana. Göz kapaklarımın ardında Melek vardı, bir akşamüstü henüz cehennemi görmemişken karşısına çıkmıştım ve çehresi o andan beri göz kapaklarımın arkasında kazılıydı. Sonra gülüşme sesleri çalındı kulağıma, Adapazarı'ndaki evimizin bahçesinde Ozan'la oynadığımız oyunlar, depremden sonra kaldığımız lojmanda kız kardeşime anlattığım yalandan masallar, Suzan'ın kapanmak bilmeyen çenesi, Alparslan'la bitmek bilmeyen didişmelerimiz, Cavit'in saftrik hallerine gülmekten yerlerde yuvarlandığımız günler, ellerimdeki kanı ve geleceğimdeki karanlığı görmezden gelebildiğim, alabildiğine cahil ve alabildiğine serkeş ilk gençlik yıllarım, bir vakitler ailem gibi olan ancak zamanla azar azar hayatımdan silinen dostlarım ve unuttuklarım vardı; bir de unutulduklarım.
Uğultuların arasında başka sesler de duydum. Arabanın sirenleri ortalığı inletiyordu. Fırtına büsbütün şiddetini arttırmıştı. Alnımdaki yara izinin bulunduğu noktadan başlayarak tüm kafama yayılan keskin bir sızı vardı. Ellerimle direksiyondan destek alarak kafamı kaldırmaya çalıştım fakat yapamadım. Sonra babamın sesi yankılandı karanlıkta. Böylelikle bilincimin yerinde olmadığını anlayıp çabalamaktan vazgeçtim.
Zihnim yeniden karanlığa gömülürken arabanın kapısının hışımla açıldığını duyar gibi oldum. Dondurucu soğuk içeri sükun etti aniden. Biri kırık çıkık olup olmadığına bakar gibi boynumu yoklamaya başladı. Homurdanarak tüm gücümü kaslarımda biriktirdim ve bir anda kendimi geriye çektim kendimi. Gözlerimi açamamıştım ama başım direksiyondan ayrılırken alnımdaki kesikte biriken kanın şakağımdan yüzüme döküldüğünü hissettim.
"Aras!"
Sesi gök gürültüsünün sesine karıştığı için kulağıma uğultu gibi gelmişti fakat babamdı bu. Siktir... Babam sahiden burada mıydı yani? Nedense bu düşünce bana dirayet verdi. İçine süzüldüğüm sisli karanlıktan uzaklaştım ve güçlükle gözlerimi araladım.
Karşımda yirmi beş yıl sonraki yüzüm vardı. Yanılmamıştım, babamdı bu. Beyazların siyahlara baskın gelmeye başladığı saçlarıyla sakalları kar tanelerine mesken olmuştu. Koyu mavi gözlerinde endişeli bulutların gezindiğini, sokak ışıklarının yansımasının bakışlarında şimşeği andıran parıldamalar yarattığını görebiliyordum.
"Oğlum iyi misin?" diye sordu telaşla. Bir yandan da panikle telefonunu çıkarıyordu. "Sakın kıpırdama- ambulansı arıyorum şimdi."
Sersemlemiş halde konuşmaya çalıştım. "Ne- N'oldu bana?"
"Ufak bir kaza." demekle yetindi. Sonra aniden yükseldi. "Ama ufak bir kaza olmayabilirdi de! Bu havada emniyet kemerini bile takmadan son hızla araba kullanmak ne demek Aras?! Seni kanlar içinde baygın görünce korkudan ölecektim!"
Söyledikleriyle pek alakadar olamadım. Hafızam hızla yerine geliyordu, kazanın şokunu atlatınca olanları anımsamaya başlamıştım. Önce kaza anı belirdi zihnimde. Telefona bakarken karşıdan gelen aracı görmemiştim, fren sesini duyunca çarpışmamak için direksiyonu kırıp duvara çarpmıştım. Bakışlarım camın ötesindeki sürücü kapısı açık bırakılmış arabaya takıldı. Babamın arabasıydı bu, çarpışmaktan kaçarken kaza yaptığım kişi de bizzat babamdı. En az on tane trafik kuralını ihlal ederek kazaya karıştığım kişinin emekli Cumhuriyet Savcısı olmasına mı, yoksa o kişinin dünyanın en huysuz ve aksi insanı olan babam olmasına mı yanayım bilemedim.
"Hele bir hastaneye gidelim, ben sana ne yapacağımı biliyorum!" diye söylendi beni zerre şaşırtmadan. "O ehliyeti unut bir kere! Belli ki araba kullanmayı beceremiyorsun, meskun mahalde 100'ün üstüne çıkacak kadar uzaksın mevzuya!"
Meskun mahal derken... Etrafıma bakındığımda hakikaten mahalle arasında olduğumuzu fark ettim. Babam telefonda sağlık görevlilerine bilgi vermekle uğraşırken bakışlarımı tekrar arabanın camına çevirdim. Kar fırtınası yüzünden birkaç metreden ötesini seçmek zordu ama babamın haklı olduğunu anlamıştım, sahiden de mahalle arası bir yoldu burası. Melek'in evinin olduğu mahalledeydik.
Bu düşünce zihnimde bir şeyleri tetiklerken "Sen..." dedim güçlükle. "Senin burada ne işin var?"
Görüntüler bir sel felaketi gibi zihnime doluşuyordu. Uçaktan indiğim an. Alper'in endişeli tavırları. Efsun'un dövünüp durması. Nazenin'in bakışlarında devrilen taşlar. Devirdiğim taşlar. Kazadan hemen önce telefonun ekranında gördüğüm mobese görüntüsü. Bunu nereden bildiğimi bilmiyordum ama üç buçuk saat öncesine ait bir kareydi gördüğüm. Nazmi'nin lokantasının bulunduğu kavşağı görür görmez tanımıştım. Kar fırtınasının içinde üzerinde incecik bir gecelikle ilerleyen genç bir kızın cılız silüeti vardı.
"Melek için geldim." dediğini duydum babamın. "Ama önce seni hastaneye götürm- ARAS!"
Babamı itip arabanın kapısına tutunarak dışarı çektim kendimi. Ayaklarımın üzerinde doğrulduğumda ilk hissettiğim şey korkunç bir baş dönmesi oldu. Yeryüzüyle gökyüzü birbirine karışmıştı sanki, yolun karşısındaki ağaçların fırtına yüzünden mi yoksa başım döndüğü için mi yan yattığını anlayamıyordum. Karlı yol ayaklarımın altından çekilirken bedenim yalpalar gibi oldu fakat bir şekilde ayakta kalmayı başardım.
Bir an sonra babam koluma girip bana destek oldu.
"Aras geç şu arabaya!" diye kükredi çileden çıkmış gibi. "Bu halde nereye gideceksin?!"
"Melek'i bulmaya!" diye bağırdım. "Saatlerdir kayıp, annesi olacak ruh hastası kızı evden kovmuş!"
"Biliyorum! Senin adamlar bizim eve de geldiler sormak için, olanlardan haberim var oğlum. Ama sen ne halde olduğunun farkında değilsin, acilen hastaneye gitmen-"
"Sikerim hastanesini! Laftan anlamıyor musun sen, Melek kayıp diyorum! Bu havada sokakta kalamaz o! Dayanamaz baba!"
"Melek'i ben ararım." diyerek önüme geçmeye çalıştı yeniden. "Bir sürü adam var zaten Aras, senin hastaneye gitmen gerek. Kan revan içindesin oğlum!"
Zihnim aniden çocukluğumun kırık hatıralarının arasında uyuklayan bir döneme; gördüğüm son güneşli, alabildiğine sıcak ve her yönüyle yaz olan yaz mevsimine gitti. Garipti. Şu ana dek o günleri böylesine net hatırladığımdan bile habersizdim. Şimdiyse babamın gözlerine bakarken yitirilmiş geçmiş gözlerimin önüne serilmişti. Evimizin kalıntılarında yatıp kalktığımızı anımsadım. Gündüzleri göğe yükselen enkaz külleri üzerimize yağıyordu, geceleriyse yıldızlar. Bahçenin bir köşesinde köklerinden sökülmüş ölü kayın ağacı uzanıyordu. Ara sıra başımı molozların üstüne yan yatırıp kulağımı enkaza dayıyor, annemle kız kardeşimin giderek azalan seslerini dinliyordum.
Babam tüm bu anıların arka planında silikleşmiş bir detay gibiydi. Delirmişcesine oradan oraya koşturuyordu kimi görüntülerde. Kimilerindeyse elleriyle taşları kazmaya çalışıyordu. Başından akıp kuruyan kan gömleğinin yarısını kızıla boyamıştı. Islanan ellerini üzerine sildikçe kızıllık artıyordu. Güneşin bir gazap gibi göğün tepesinde durduğu, kavurucu sıcakların feryat seslerini bile baskıladığı bir öğlen saatinde aniden durup sırt üstü molozların üstüne serildiğini anımsadım. Üstü başı kirlenmişti, sıcaktan yüzü kıpkırmızı kesilmiş, alnında ter damlaları birikmişti. Kan revan içindeydi.
"Nasıl bilebilirsin ki?!" diye bağırmıştı gökyüzüne doğru. "Nasıl bilebilirsin?!"
"Aras, iyi misin?"
"Melek'i kaybedebilirim." dedim bakışlarımı babamın gözlerine dikip. "Ona ulaşamadığım her dakika bu ihtimal biraz daha artıyor. Sen bunun ne demek olduğunu çok iyi biliyorsun."
Kolumu çekip kurtarırken bu sözlerin yeterli olacağına emindim. Zamanında annemi kurtarabilmek için canını hiçe saymıştı, koşullarımızın benzerliğini anlarsa aynı şeyi benim de Melek için yapmama razı gelir diye düşünmüştüm. Fakat yalpaladığımı görünce yersiz bir koruma içgüdüsüne yenik düştü. Kolumdan tutup beni durdurmaya çalıştığını hissedince "YETER!" diye bağırdım onu hışımla itip. "Şimdi babalık yapmanın sırası değil, anlıyor musun? Korumaları çağırıp seni yaka paça buradan göndermemi istemiyorsan rahat bırak beni!"
Sanırım bu etkili oldu. Olmadıysa bile umurumda değildi. Babamı ve yersiz ebeveynlik güdülerini ardımda bırakıp yeniden yola koyuldum.
Yürüyerek gidiyordum, kazayı kavşağa varmadan hemen önce yaptığım için tekrar arabaya binmenin manası yoktu. Fakat araçtan inince kapıldığım o hedefe ulaşma telaşı da kaybolmuştu. Mobese görüntülerinde Melek'in durduğu yer görüş alanıma girince belirli bir hedefim olmadığını idrak etmiştim birden. Çünkü Melek yoktu. Fotoğrafta burada olabilirdi ama üç buçuk saat öncesine ait görüntülerdi onlar. Şimdiyse durduğu yerde ürkütücü bir boşluk uğulduyordu.
Yalpalayan adımlarla ilerlemeye devam ettim ve tam o noktaya geldiğimde durdum. Durdum, çünkü ne yapacağımı bilmiyordum. Buradan hangi yöne gitmiş olabilirdi ki? Hangi yöne giderse gitsin diğer mobeselerin kadrajına girmek zorundaydı fakat Nazenin telefonda Melek'in en son bu kamerada görüldüğünü söylemişti. Yani hiçbir yere gitmemişti. Taş çatlasa beş yüz metre karelik bir alanın, tam ortasında durduğum ufacık bir çemberin içinde bir yerlerdeydi ama onu göremiyordum. Başımı çevirdiğim her yerde boşluk vardı.
'Düşün.' dedim kendi kendime. 'Nerede olabilir?'
Nazmi'nin lokantasında olmadığını biliyordum, adamların ilk kontrol ettiği yer orasıydı. Fakat adamlar bu civarı da aramıştı, lokantanın çevresine bakmalarını özellikle tembih etmiştim. Hala bu bölgedeyse yüz küsür adam onu nasıl bulamamış olabilird-
Çünkü bir yerlere sığınmıştı. Elbette. Melek'in hep yaptığı bir şeydi bu, kendini güvende hissetmediği zamanlarda bir kedi yavrusu gibi bir yerlere sığınırdı. Mecazi anlamda değil, fiziksel olarak yapardı bunu. Ufak tefek ve esnek bir hatun olduğu için en olmadık yerlere bile sığabildiğini uzun zaman önce keşfetmiştim. Kütüphanedeki gece onu tüm katlarda aramış, en sonunda her zaman çalıştığı odada bulmuştum. Pencereyle perde arasındaki ufacık pervaza oturmuş, dizlerini göğsüne çekerek dışarıdan bakınca görülemeyecek bir şekilde kamufle olmuş vaziyette. Sergideki geceyse bir ağacın altındaydı ve evet, çalılıkların arkasında olduğu için onu bulmam pek kolay olmamıştı. Selanik'teyken benden korktuğunda dolaba saklanma girişiminden bahsetmiyordum bile.
Bu kez de bir yerlere girdiğine emindim. Gecenin kör saatinde, üzerinde gecelikle sokakta kendini güvende hissetmemesi çok normaldi. Benden umudu kestikten sonra görünür bir yerlerde kalmaktansa geçici olarak bir yerlere sığınmış olmalıydı. Fakat ne kadar geçici? Sabah olana dek mi? Böyle bir hata yapacağını sanmıyordum, sabaha dek dışarıda kalırsa hipotermi geçireceğini hesap edebilirdi. Peki ya edemediyse? Ya bir yere sığınmaya karar verdiğinde bunu düşünemeyecek kadar kötü haldeyse? Ya-
"Aras!" diye bağırarak beni kendime getirdi babam. "Endişeyi sonraya bırak."
Ne ara yanıma geldiğini anlamamıştım ama kafamı hafifçe sallamakla yetindim. Başım ağrıdan zonkluyordu, gözlerimin önü hafiften bulanıklaşınca babama arkamı dönüp lokantaya doğru yürümeye başladım. Gidip bizzat kontrol etmeliydim. Lokantanın içini değil elbette, oraya giremeyeceğimi biliyordum. Korumaları yollarken de içeri girmemeleri konusunda uyarmıştım. Nazmi'nin evine kimse izinsiz giremezdi. Pezevenk herifin memlekete gitmeden önce lokantanın tüm olası girişlerini sıradan bir insanın aşamayacağı biçimde kapattığına emindim. Profesyonel eğitim almış olanlarsa muhtemelen ana kapının ötesine geçebilirdi fakat içeride de onlar için hazırlanmış envai çeşit tuzak olduğunu biliyordum. Lokantanın üst katındaki hiç görmediğim evine ve varlığını sadece tahmin edebildiğim gizli mabede yaklaştıkça psikopatlaşan türden düzeneklerdi bunlar, mabedinin kapı kolunu bir termonükleer füzenin ateşleme sistemine bağladığını duysam şaşırmazdım.
Lokantaya vardığımda ana kapıyı es geçip binanın çevresini turladım. Yan cepheler bomboştu, arka bahçenin her milimini kontrol ettim ama orada da kimse yoktu. Zaten burası açık hava ardiyesi gibi bir yerdi, Nazmi eski eşyalarını istiflemişti. Duvarın kenarında kışlık odunlardan geriye kalanlar duruyordu, yığın duvara yaslı halde olduğu için o kısmı kontrol etme gereği duymadım.
Tüm bahçeyi didik didik aradıktan sonra tekrar caddeye çıktım. Babam arka tarafa geçtiğimi görmemiş olmalıydı, yolun karşı tarafında durmuş endişeli bir şekilde etrafa bakınıyordu. Dışarı çıktığımı görünce koşar adımlarla boş caddeyi geçtiğini gördüm. "Nazmi evde yok!" diye seslendi bana doğru ilerlerken. "Boşuna içeri girmeye çalışma, önce parka bakalım!"
Sersemlemiş bir halde cevap verdim. "Parkta değil!"
Adımları giderek yaklaştı ve yeniden yanımda belirdi. "Emin misin Aras?"
"Eminim." dedim lokantanın merdivenlerine yürürken. "Orası diğer mobesenin menziline giriyor."
"Ulan sen mobese görüntülerine nereden ulaştın?!"
"Sessiz ol." dedim gözlerimi kapatıp. "İzin ver de düşüneyim."
Hiçbir şey söylemedi. Babamın en sevdiğim yönü buydu: ikiletmemesi. Söylenmeleri aniden sona erince göz kapaklarımın arkasındaki karanlığa odaklanıp düşünmeye çalıştım. Bu şekilde gelişigüzel arayarak Melek'i bulamayacağımı biliyordum. Eğer bir yere saklandıysa gelişigüzel arayan birinin asla bulamayacağı bir yerde olmalıydı. Ezkaza gözüme çarpmayacak bir nokta. Göz önünde duran fakat kontrol etme gereksinimi duymayacağım-
Gözlerimi açtım. Telaşla geri dönüp lokantanın arkasına koştururken babamın da peşime takıldığını fark etmiştim ama umursamadım. Arka bahçeye ulaştığımda birkaç dakika önceki manzarayla karşılaştım. Gelişigüzel etrafa serpiştirilmiş, üzeri muşamba örtülü eski eşyalar ve duvar kenarına istiflenmiş devasa bir odun yığını... Eşyaları teker teker kontrol etmiş ama odunlar zaten duvara yaslı olduğu için o kısmı kontrol etme gereksinimi duymamıştım.
Fakat bu kez farklı bir şey yaptım. Bir elimle duvardan destek alarak odunların üstüne çıkıp yığının tamamını görmeye çalıştım. Gözüme çarpan ilk şey, odunların dışarıdan göründüğü kadar sıkı biçimde istiflenmediği oldu. Ön sıra hıncahınç bir görünüm sergiliyordu fakat arka sıradaki odunlar gevşek bir sıra oluşturuyordu. Duvarla yığının arasında ancak kuş bakışı bir manzarada görülebilecek bir çukur oluşmuştu. Bembeyaz karların arasında rengi kırmızıya çalan bir şeyler gözüme takılınca kalbimin tekler gibi olduğunu hissettim.
"Melek!" diye bağırdım panikle yere atlayıp. "Baba, Melek orada!"
Yığının tepesine tırmanma riskini göze alamamıştım. Ağırlığım yüzünden odunlar Melek'in üzerine devrilebilirdi. O nedenle telaşla eğildim, bir kucak odunu yığından koparıp kaldırımın üstüne fırlattım. Babam yığını kazmaya çalıştığımı anlamış olmalıydı, hiçbir şey sormadan yanımda belirip odunları kaldırmaya başladı. Bir enkazı eşeler gibi tüm yığını parça parça azaltıp kaldırıma fırlattık. Yaklaşık beş dakikalık canhıraş bir çabanın ardından nihayet odunlardan oluşan tepe alçaldı ve ardında yatan manzara açığa çıktı.
Onu gördüğüm anda zaman durmadı; aksine geleceğin olağanca ağırlığıyla birlikte bulunduğum ana çöktü. Havanın yoğunlaştığını, saliselerden oluşan şeffaf, jölemsi bir bataklığın içine gömüldüğümü, varlığımın ürkütücü bir biçimde hafiflediğini ve bunun yarattığı korkunç çaresizliği hissettim. Gördüğüm manzaranın zihnimde tetiklediği tanım çok açıktı. Seher vaktinden önceki zifiri karanlıkta, karların arasında hareketsiz yatan bir kızdı bu. Alnından sızarak karlara süzülen kan çoktan durmuştu, sol kolunda avuç içi büyüklüğünde ciddi bir yanık vardı fakat acısını hissetmediğini biliyordum. Vücut ısısı ten rengini bu şekilde mora yakın bir renge boyayacak kadar düşmüş insanlar acı hissedemezdi.
Fakat ben bunun sebebini algılayabilecek halde değildim. Yalpalayan adımlarla kıza doğru ilerlerken zihnimin içinden korkunç bir uğultu yükseliyordu. Babamın bana doğru koşan adımlarını ve panik dolu sesini de duyuyordum fakat uğultunun içinde anlamsız bir gürültüye dönüşerek sönümleniyordu. Kapanmak üzere olan bilincimle birlikte kızın yanına diz çöktüm.
"Melek..." dedim elimi yüzüne uzatırken. "Ben geldim, sevgilim."
Sesimi duymadı. Lütfen gözlerini açsın. Tenine bu rengi veren soğukluğu hissetmeye cesaretim yoktu fakat yüzüne dokunmak zorundaydım. Ölmemiş olsun, öldürememiş olayım. Tüm bunları kurgulamış olsun. Eğer avucumu yanağına yaslarsam hep yaptığı gibi koluma sarılacaktı. Kabus... Evet, kabus olsun. Kaşlarını çatacaktı uykusunda, kendi kendine bir şeyler sayıklayarak üşüdüğünü söyleyip ona sarılmamı isteyecekti. Gözlerimi açtığımda kendimi yeniden Selanik'teki evimizde bulayım, kollarımda sıcacık bedeniyle, seviştiğimiz gece sabaha dek uyuyuşunu izlerken... Zihnimin içindeki uğultuya, başımdaki gittikçe şiddetlenen ağrıya ve tüm geç kalmışlıklarıma rağmen onu duyacağımı biliyordum. Bilinçsizliğin karanlığında kaybolmadan hemen önce titreyen elimi gecenin ortasında bir yakamoz gibi parlayan güzel yüzüne uzattım. Pencereden fırtınanın uysalca homurdanan gök gürültüleriyle, kollarımda sevdiğim kadın, ve geri kalan herkes tarafından unutulmuş olayım, lütfen bu korkunç rüyadan uyanayım.
Uyandım.
Parmaklarım yanağına değdiğinde mucizeyi ellerimde hissetmiştim. Teni karların arasında neredeyse buz kesmişti, muhtemelen hipotermiye girmek üzereydi fakat cildinin altında yaşamın inkar edilemez sıcaklığını duyumsuyordum. Bedenindeki mora dönmeye başlamış rengin sebebi soğuk değildi, astım krizinin sebep olduğu nefessizlikti. Başka bir zamanda beni dehşete düşürecek bu bilgi, önlenemez entropi artışı ihtimalinin yanında bir mucizeye dönüşüvermişti.
Zaman, geleceğin olağanca ağırlığıyla birlikte tekrar göğe yükselirken zihnimdeki uğultu daha da arttı, Melek'in sureti giderek bulanıklaştı ve gövdem öne doğru yalpalamaya başladı. Hayal meyal babamın bana doğru uzanan ellerini görmüştüm fakat geç kaldı; kapanan bilincimle birlikte karanlık bir uçurumdan aşağı düştüm.
𓆩 ══════ • ⚸ • ══════ 𓆪
"Lilith ve Samael tıpkı Adem ve Havva gibi tek bir bütün olarak yaratılmıştır. Lilith Samael'in eşidir. Her ikisi de aynı saatte Adem ve Havva'nın suretinde, birbirlerinin içine geçmiş olarak doğmuşlardır. Adem ve Havva yukarıda olanı yansıtırken, Samael ve Lilith aşağıda olanı yansıtır."
Treatise on the Left Emanation,
Rabbi Isaac ha-Kohen, 1260
-*-
LILITH
Kar taneleri ağaçların dallarına piyanodan yükselen melodiler gibi düşüyordu. Tepesinde Araf yazan devasa binanın konuşlandığı arazi beyaz bir örtüyle kaplanmıştı. Çıplak bir ağaca tünemiş ufak bir baykuş ve yüksek duvarın üzerinde yürüyerek ona yaklaşmakta olan simsiyah bir kedi dışında kimse yoktu etrafta. Gece daha da karardı. Buzdan bir altıgen keskin allegro sesiyle yere çarpıp kırıldı. Ağaçtaki baykuş yaklaşan tehlikeden bihaber bir ötüşle haykırırken binanın yan tarafındaki kapı hafifçe aralandı ve genç bir kız dikkatli adımlarla dışarı çıktı.
Kapıyı kapatmadan evvel duraksayıp sessizce göz gezdirdi etrafa. Üşüyen ellerini cebinde saklıyordu, omuzlarında ufak bir sırt çantası asılıydı. Kalın montunun kapüşonu ve başının etrafına doladığı atkı neredeyse tüm çehresini kamufle etmişti. Görünen tek şey gözlerindeki zümrüt yeşili parıltılardı.
Yalnız olduğuna kanaat getirdiğinde gergin duruşu gevşer gibi oldu. Fakat çok geçmeden bakışları arazideki beyaz örtüye takıldı ve kaşları hafifçe çatıldı. Gidişte ve dönüşte güvenlik kameralarına yakalansa bile bu halledilebilirdi ancak karın bu kadar çok yağacağını da, bu sebepten ötürü ardında bırakacağı fiziksel izleri de hesaba katmamıştı.
Kararsız bakışlarla arazideki beyaz örtüyü inceledi. Hangi yöne giderse gitsin kar tabakasına basmak zorunda kalacaktı, bu da ayak izleri bırakmadan bir yere gidemeyeceği anlamına geliyordu. Eline bir çalı alıp geçtiği yerdeki ayak izlerini temizleyerek de ilerleyebilirdi fakat bu sefer de çalı izleri bırakmış olacaktı ardında. Gerçi kar bu hızla yağmaya devam ederse izler sabaha kendiliğinden silinmiş olurdu ama...
Bakışları duvardaki siyah kediye takılınca duraksadı. Hayvanın kendinden emin duruşu ona yönelik bir meydan okumaydı sanki. Öte yandan, araziyi iz bırakmadan geçmek için bir fikir de veriyordu. Kediyi taklit edecekti, elbette. Duvarın yüzeyi pek geniş sayılmazdı ama otuz altı numara ayakkabı giyen biri için yürünebilecek genişlikteydi.
Başka şansı olmadığına emin olunca geri dönüp kapının birkaç metre ötesindeki elektrik direğine doğru ilerledi. Demir kolonların arasındaki metal kirişlere basarak yukarı tırmandı önce, yeterli yüksekliğe ulaştıktan sonra direğin hemen yanında uzanan duvara geçiş yaptı.
Ne var ki duvarın üstünün buz tutmuş olacağını hesaba katamamıştı. Attığı adımla birlikte dengesini kaybedince cılız bir nida döküldü ağzından. Dudaklarını sertçe ısırırken elleri can havliyle yanıbaşında duran elektrik direğini kavradı. Buz tutmuş metal avuç içlerini yakarken kalbi korkudan küt küt atıyordu. Kedinin neden doğrudan kuşlara saldırmak yerine duvarda milim milim ilerlediğini anlamıştı.
Fakat onun böyle bir zamanı yoktu. Üstelik bir kediden farklı olarak ayağında kış mevsimine uygun botlar vardı. O nedenle sakinleşir sakinleşmez yola koyuldu yeniden. Dikkatli fakat hızlı adımlarla ince duvarda ilerlerken dengesini kaybetmemek için kollarını hafifçe yana açmıştı. Gecenin tükenmeye başlamış karanlığına yansıyan siluetiyle ipte yürüyen bir cambazı andırıyordu.
On dakikalık bir yürüyüşün ardından nihayet ormanın sınırına ulaşıp duvardan aşağı atladı. Yükselti arttığı için duvarla yer arasındaki mesafe çok fazla değildi. Karların içine dört ayağının üzerinde düştükten sonra ayağa kalkıp üstünü başını çırptı kısaca. Omzunun üstünden arkasında kalan binaya kısa bir bakış attıktan sonra gözlerinde kararlı bir ifadeyle ağaçların arasına daldı.
Koşarken ayak izleri bırakmış olmaktan endişe etmiyordu. Zira buraya bıraktığı izlerin bir tesadüf eseri fark edilmesi mümkün değildi, birilerinin bilinçli olarak onun izini sürmesi gerekiyordu. Fakat işler o aşamaya gelirse önlem almanın bir anlamı kalmazdı zaten. Binadaki adamın karla kaplı olmayan bir yüzeyde de iz sürebileceğinin farkındaydı.
"Hşşt!"
Ağaçların arasında duyduğu ses yüreğini ağzına getirmişti. Hareketleri bıçak gibi kesilirken korkuyla etrafına bakındı önce. Görünürde kimse yoktu... Fakat dikkatli dinleyince bir arabadan yükselen motor homurtusu çalındı kulaklarına. Sesin az ilerideki patikadan geldiğini anlayınca içi rahatlar gibi olmuştu.
"Kim var orada?"
Kuzey yönünden öfkeli bir cevap yükseldi. "O aptal saatleri sizin gibi ahmaklara verdiğine pişman olmuş bir ihtiyar!"
Marduk'un sesini duyunca iç çekerek o tarafa çevirdi yönünü. Ağaçların arasında birkaç metre ilerledikten sonra patika görüş alanında belirmişti. Hemen ardından ihtiyarın kendisi de girdi kadraja. Yolun kenarında duran eski arabasıyla ve sıkıca sarındığı kabanıyla halinden pek de memnun görünmüyordu.
"Evet, seni dinliyorum!" diye söylendi kızın geldiğini fark edince. "Umarım ortada çok önemli, acil ve beni ilgilendiren bir durum vardır. Çünkü o saatleri ancak böyle bir durumda kullanabileceğini açıkça belirtmiştim!"
"Ne yani, illa ölümle burun buruna gelmem falan mı gerekiyor?"
"Ölümle burun buruna gelmen çok önemli ve acil olabilir fakat sence bu beni ilgilendiren bir durum mu?" diye terslendi ihtiyar. Sonra gözden kaçırdığı bir şeyi fark etmiş olacak ki duraksadı ve kısa bir bocalamanın ardından ekledi. "Tamam, sen ölümle burun buruna geldiğin zaman da beni çağırabilirsin. Yeğenim olduğuna göre bu beni ilgilendiren bir durum olur."
"Eksik olma."
Kızın kinayeli cevabının ardından ikisi de sessizliğe gömüldü. İhtiyar öfkesiyle örtbas etmeye çalışsa da son derece rahatsız görünüyordu. Yeğeniyle aralarındaki ilişki eskisi gibi değildi, genç kız bir noktada ipleri eline almaya yeltenmişti fakat bunun ne zaman olduğunu anlayamıyordu Marduk. Rektörlükteki yangınla mı başlamıştı? Yoksa çok daha öncesinde başlamıştı da kendisi mi farkına varmamıştı? Her halükarda artık yeğenini kontrol altında tutamayacağını, dahası bunun tehlikeli bir uğraş olduğunu kabullenmişti. Bu kızın onu kontrol etmeye çalışanları çaktırmadan kontrol altına almak gibi bir yeteneği vardı.
Öte yandan, tehlikeli oyunlar oynadığı da aşikardı. Sadece kulağa çalınan haberler bile ihtiyarın uykularını kaçırmaya yetecek düzeydeydi. Birkaç kez aralarındaki ihtilafı bir kenara koyup ona engellemeyi denemişti lakin işe yaramamıştı. Kız akıllıydı, haddinden fazla akıllıydı ve belli ki bu aklı yaratıcı deha ile lanetlenen amcalarından değil; lider ruhlu insanlara özgü işlevselliği yüksek bir mantaliteye sahip babasından almıştı.
'Belki de işlerin bu hale gelmesinin sebebi budur.' diye geçirdi içinden. 'Her şeye rağmen onun bir genç kız olduğunu hesaba katmalıydık.'
"Evet, beni neden buraya çağırdığını söyleyecek misin?"
Genç kızın yüzü gölgelendi aniden. İlk kez ihtiyarı yatıştırmaya yönelik sahte bir tavır takınmadan, gerçek bir mahcubiyetle konuştu.
"Quesalid'e tekrar ulaşmam gerek, çok önemli."
Marduk büyük bir hakarete uğramış gibi gözlerini yumdu. "Beni buraya o deliye nasıl ulaşacağını sormak için mi çağırdın gerçekten? HEM DE ONUN GİBİ APTAL BİR DELİYE?!"
"Sen de delisin, Marduk."
"Ama aptal değilim!"
Genç kız gözlerini devirdi. İhtiyarın takıldığı noktanın bu olmasına nedense hiç şaşırmamıştı. "Birbirinizden pek hazzetmediğinizi biliyorum ama tolerans göstermeyi öğrenmek zorundasınız." dedi onun suyuna gitmeye çalışarak. "Kardeşin o senin, sırf bazı konularda farklı düşünüyorsunuz diye birbirinize düşman kesilemezsiniz-"
"Baban gibi konuşma benimle!" diye terslendi Marduk daha da celallenerek. "Ayrıca seni o aptal deliyle görüştürdüm zaten. Yanılıyor muyum? Benden son amcalık vazifesi olarak bunu istememiş miydin?"
"Evet ama tekrar görüşmem gerek! Ondan bir şey aldım, tamam mı? Ama günlerdir kullandığım halde istediğim etkiyi göstermiyor-"
"Sen..." dedi yaşlı adam öfkeden titreyerek. "Sen o şaman bozuntusu deliden ne aldın?"
"Orasını bilmene gerek-"
"Soruma cevap ver, Melek!" diye bağırdı Marduk. "Eğer ilk seferinde söylediğin yalanları tekrar etmeye kalkışırsan çeker giderim, onu da hesaba kat!"
Kızın adını söylediği anda atmosfer değişiverdi. Melek başının altından, bastırılmış öfkesiyle yüklü bir bakış attı adama. "Bir karışım." dedi elini cebinden bir kağıt çıkarıp uzatarak. "Etken maddeleri bunlar."
Marduk kağıdı alıp ay ışığına tutarak yazılanları okumaya çalıştı. Birkaç saniye sonra dehşetle nefesini tuttu. "Sen... Bunun ne olduğunu biliyor musun?"
Melek başını sallamakla yetindi. "Unutmamı sağlayacak."
"Evet ama kendini!" diye bağırdı yaşlı adam. "Aptal mısın sen kızım? Farkında olmadan kişiliğini silmeye çalışıyorsun!"
"Quesalid tamamen kaybolmayacağımı garanti etti." dedi genç kız. "Sadece farkındalığımı kalıcı olarak baskılayacak."
"Neden bunu istiyorsun ki?! Ne uğruna olduğun kişiden vazgeçeceksin?!"
Melek hiçbir şey söylemedi. Kısa bir sessizliğin ardından "O adam için, değil mi?" diye acı acı güldü Marduk. "O şeytana gerçekten aşık oldun."
Genç kız çenesini dikleştirdi. "O da bana aşık."
"Hayır, o sen sandığı masum, akılsız, dünyadan bihaber kıza aşık." dedi yaşlı adam. "Sen de bunu biliyorsun ve o adamın sevdiği kıza dönüşebilmek için olduğun kendi benliğini silmeye çalışıyorsun-"
"Marduk, anlamıyorsun-"
"İşe yaramayacak, ahmak çocuk! Senden en ufak şüphe duyduğu anda seni terk edecek, asıl sen bunu anlamıyorsun! O adam daha düne kadar ablanı-"
"HAYIR!" diye öfkeyle bağırdı genç kız. "Aras Arzu'ya karşı hiçbir şey hissetmiyordu! Sadece bana yakın olabilmek için onunlaydı!"
"Ve sen de buna inandın!" diyerek öfkeli bir kahkaha attı Marduk. "Aklın çalışmıyor mu gerçekten Melek? Sayısız kez birlikte izledik onları, gözlerinle gördün. Sana gösterdiği ilgiyi ablana da gösteriyordu, seninle yaşadığı her şeyi Arzu'yla da yaşadı ve hiç de mecbur bırakılmış gibi bir hali yoktu!"
"Benimle yaşadığı her şeyi onunla yaşamadı." dedi Melek kibirli bir gülüşle. "Arzu'yla hiç sevişmediler."
Yaşlı adamın eli havaya kalkınca sözleri yarıda kesildi, refleksif bir şekilde başını aşağı eğip ellerinin arasına aldı. Marduk'un ona vurmayacağını biliyordu fakat kendini koruma içgüdüsüne karşı koyamamıştı. Neden kendini bu konuma düşürdüğünü de bilmiyordu. Aralarında klasik bir amca yeğen ilişkisi olmasa da bu adam onun amcasıydı, hangi akla hizmet cinsel hayatıyla nispet yapmaya çalışmıştı ki?
Kollarını başından sıyırıp adama baktığında onun kendisini izlediğini gördü. Yüzündeki hayal kırıklığı ve acıma dolu ifadeyi fark etmemek olanaksızdı. Havada asılı kalan elini indirmişti fakat öfkeden parmakları titriyordu hala.
"Sana taktıkları lakapta haksız değillermiş." dedi uzun bir sessizliğin ardından. "Sen gerçekten de Lilith'sin."
Melek suratına bir tokat yemiş gibi irkildi. Marduk açıkça söylememişti fakat bu lakabın onu neyle itham ettiğinin farkındaydı. Babil'in kızıydı Lilith; Şeytan'ın fahişesi.
"Eğer gerçekten istediğin buysa sana engel olmayacağım, işime gelir." diye devam etti Marduk. "Nasılsa o Şeytan eninde sonunda seni terk edecek, dünyadan bihaber saftirik bir kızcağız olarak savunmasız kalacaksın. O esnada meşgul olmazsam son bir amcalık vazifesi yapıp seni korumam altına alırım. Başımıza beladan başka bir şey açmayan benliğini yitirmiş haldeyken kontrol edilmen daha kolay olur."
Lilith ürperdiyse bile bunu belli etmedi. Şeytan'ın aşkına gerçekten inanmış gibi görünüyordu, kendini nasıl bir tehlikeye attığının farkında bile değildi. Yaşlı adam kızın bu yönüyle de babasına çektiğini düşünmeden edemedi. İkisinin de zaafı aşktı.
"Süha'ya ulaşmana yardım etmeyeceğim." diye buyurdu kıza arkasını dönmeden önce. "Çünkü buna gerek yok. O şişedeki karışımın içinde dimetiltriptamin var, sindirim sistemindeki monooksidaz enzimi DMT'nin aktif hale gelmesini engellediği için hiçbir etki göstermiyor."
"Peki ne yapmam gerek?"
"Mevlana'nın yaptığını." dedi Marduk. "Monooksidaz inhibitörü kullanıp geçici olarak enzimin çalışmasını durduracaksın. DMT aktif hale geldikten sonra ketamin dissosiyatif amneziye, psilosibin de kalıcı kişilik değişimine sebep olacak, diğer kimyasalların işlevini ben de bilmiyorum. Fakat şurası kesin; karışımı düzenli olarak almaya devam edersen en geç bir ay içinde kendini yok etmeyi başarırsın. Şimdi izninle, gitmem gerekiyor."
Marduk'un arkasını döndüğünü görünce genç kız birden paniğe kapıldı. "Marduk dur!"
"İşim gücüm var benim!" diye söylendi ihtiyar omzunun üstünden bakarak. "Ayrıca haberin olsun, buradan gider gitmez sana verdiğim saatin sinyalini keseceğim. İstersen aksesuar olarak saklayabilirsin ama bundan sonra istesen de onu kullanamazsın."
"Bu da ne demek şimdi?" dedi Lilith hayretle. "Hadi başıma bir şey gelirse? Hadi çok zor durumda kalırsam? Telefon bile taşımıyorum yanımda, saat olmazsa sana nasıl ulaşacağım?"
Marduk'un yüzünde garip bir ifade belirdi. Kaşları çatılmıştı, alnı hafifçe kırışmıştı, dudaklarının uçları aşağı doğru bükülerek sarkastik bir tebessüme dönüşmüştü. Yeniden kıza doğru dönerken bakışlarında küçümser bir ifade dalgalandı.
"Sen yapacağın şeyi idrak edemiyor musun?" dedi başını hafifçe eğerek. "Pek yakında silinip gitmiş olacaksın, Melek. Beni hatırlamayacaksın bile. Kaldı ki, hatırlamış olsan bile artık benden yardım bekleyemezsin. Yatağına girmekle övündüğün o Şeytan'a sığın, olur mu? Tabi seni yarı yolda bırakmazsa!"
Bunları söyledikten sonra ağaçların arasına girip gözden kayboldu.
Lilith'in dönüşü o kadar kolay olmadı. Kar yağışı giderek hızlanmıştı, attığı her adımda soğuktan hançerler ciğerlerine saplanıyordu. Üstelik korkuyordu. Buluşmaya giderken çok korkmamıştı çünkü ormanda onu neyin beklediğini zaten biliyordu. Fakat şimdi Marduk gitmişti, karanlık ormanda kalan tek şey ürkütücü bir belirsizlikti. Koşar adımlarla ilerlerken duyduğu her sesle birlikte irkiliyordu fakat ağaçların arasında bir hayalet, üç harfli ya da şu an aklına gelmeyen fakat ödünü patlatacağına emin olduğu başka bir şey görmekten korktuğu için arkasına bakmadan ilerliyordu.
Nihayet duvarın bulunduğu yere ulaştığında nefes nefese kalmıştı. Hiç duraksamadan ayağını düz duvarın ince çıkıntılarına koyarak yukarı çekti bedenini. Duvarın üzerine çıkana dek her an bir yaratık paçalarından tutup onu aşağı çekecekmiş gibi bir panik halindeydi fakat elbette öyle bir şey olmadı.
Duvarın üzerini dikkatli adımlarla geçti. Etraftaki sessizlik büsbütün artmıştı, o giderken ötüp duran baykuşun sesi bile kesilmişti. Bakışları binanın duvarının kenarında kanlı patilerini yalayan siyah kediye takıldığında ürperir gibi oldu fakat üzerinde durmadı. Yoluna devam edip duvarın sonuna ulaştı, elektrik direğine tutunarak aşağı indikten sonra koşar adımlarla binaya doğru ilerledi.
İçeri girdiğinde kalbi heyecandan küt küt atıyordu. Üst katta uyuyan adamın istese de uyanamayacağını biliyordu elbette, bardaktaki içkiyi bitirdiğini gözleriyle görmüştü fakat yine de korkuyordu. En ufak bir hata, saçma sapan bir dikkatsizlik ya da gözden kaçıracağı bir detay sonunu getirebilirdi.
Neyse ki eve girdiğinde korktuğu türden bir manzarayla karşılaşmadı. Adamın hala odada olduğunu görünce alelacele üzerini çıkardı, karlı kıyafetleri çırpıp temizledikten sonra tekrar dolaba yerleştirdi. Banyodaki aynada saçlarında yaprak veya dışarı çıktığını gösterecek herhangi bir kanıt olup olmadığını kontrol etti. Ardından iç çamaşırlarını çıkarıp etrafa saçılmış gibi görünecek şekilde aldığı yerlere dikkatle yerleştirdi ve tekrar yatak odasına döndü.
Adam hala uyuyordu. Üzerindeki örtüler beline kadar sıyrılarak çıplak bedenini açığa çıkarmıştı, kollarını başının altına toplayarak yüz üstü yatmıştı. Sırtındaki izler pencereden içeri süzülen ay ışığının altında parlıyor, sırtında bükülen kürek kemikleri bir çift melek kanadını andırıyordu.
Genç kız bir süre sessizce bu manzarayı izledi. Ardından hafif adımlarla ilerleyip yatağa girdi usulca. Adam onun geldiğini hissetmişti sanki, yatakta sırt üstü dönerken uykusunda hafifçe iç çekerek mırıldandı.
"Melek..."
Lilith hiçbir şey söylemedi. Yanağına bir damla yaş süzülürken hafifçe adama doğru eğildi, alnındaki yaraya tüy gibi bir öpücük bıraktı. Dışarıda gün ışımaya başlamıştı. Gökyüzündeki ağaran maviliği görünce elinin tersiyle yanağını silip sessizce adamın koynuna girdi. Çıplak bedenleri yeniden kaynaşırken aklına ilk danslarını ederken oynadıkları oyun gelmişti.
"Dans bitene kadar gerçekte kim olduğumuzu unutup, normal iki arkadaşmışız gibi davranacağız." demişti adam ona. "Şimdi, normal Melek'e ve çevresindeki herkese veda etmeye hazır mısın?"
O gün içinden sorduğu soruyu anımsadı. Cevabını hala bulamadığı soruyu... Başını adamın göğsünden kaldırmadan aynı soruyu bu kez de ona sormak istedi.
"Peki ama," diye mırıldandı Lilith. "Olduğumuz kişilere veda edersek, arkalarında bıraktıkları boşluğu nasıl dolduracağız?'
𓆩 ══════ • ⚸ • ══════ 𓆪
"Aksın, içimde siyah bir nehir gibi
dolanan keder
unuttuğum, unutmaya çalıştığım ne varsa
bende durmasın
içimde öyle çok ki, her gidenden
biriktirdiğim melekler.
Zaman insafsızlık etmese
kederin oyduğu tarafımı sana getirsem
kalem beni tutmasa, anlatsam sana
siyah, simsiyah bir engerektir zaman
ve kış neler eder insana
nasıl yarım bırakır, ayırır parçalara
Sense kışı yaşamadın daha."
-Cinayet Kışı, Birhan Keskin
-*-
ARAS
Melek'i bulduktan sonraki anlarım bir kabus gibiydi. Onun hala hayatta olduğunu anladıktan hemen sonra ben de bilincimi yitirmiştim. Ara sıra karanlık aralanıp beni tekrar yüzeye itiyordu ama çok fazla kalamıyordum. Ambulans sirenleri vardı, mavi kırmızı ışıklar yanıp sönüyordu göz kapaklarımın ötesinde. Kendime her gelişimde babam Melek'in iyi olduğunu, hastaneye varmamıza çok az kaldığını söylüyordu.
Bir noktadan sonra bunların benim tekrar tekrar sorduğum soruya verilmiş uydurma cevaplar olduğunu fark ettim. Melek diğer ambulanstaydı, babamsa benim yanımdaydı ve gerçekte Melek'in durumuna dair hiçbir bilgisi yoktu. Fakat nedense bunu fark ettikten sonra bile, her kendime gelişimde aynı soruyu sormaya ve her defasında babamın söylediği yalana inanmaya devam ettim. En sonunda görüntüler tamamen karardı ve bir anlığına her şeyle bağlantım kesildi.
Kendime geldiğimde başımda korkunç bir ağrı vardı. Elimin üzerinde ince bir sızıya eşlik eden garip bir ağırlık hissediyordum, kulaklarıma giderek azalan bir çınlama sesi eşlik ediyordu. Nerede olduğumu anlayabilmek için gözlerimi aralamaya çalıştım. Tepedeki aydınlatmaların ışığı o kadar kuvvetliydi ki acılı bir inleme koptu boğazımdan. Yanıbaşımda bir hareketlenme hissettim, bir çift el gitmeme engel olmak ister gibi koluma yapıştı.
"Abi!"
Lavinia'nın ağlamaktan boğuklaşmış sesi zihnimdeki acil durum sirenlerini tetiklemişti. Neyi vardı? Göğsü mü ağrıyordu? Uykusunda nefesi mi daralmıştı? Endişeyle gözlerimi araladığımda onu hasta yatağında değil, yanımdaki koltukta otururken buldum. Hasta yatağında olan bendim, Lavinia ise-
İyileşmişti. Aniden hangi yılda olduğumuzu hatırladım ve derin bir nefes aldım. Lavinia iyiydi, Özer piçi tam zamanında gebererek beş para etmez kalbiyle kardeşimi hayata döndürmüştü. 'Hasta olan Lavinia değil,' diye düşündüm. 'Hasta olan ben de değilim... Hasta olan-'
"Melek..." dedim ikinci bir endişe dalgasıyla yerimden kalkmaya çalışırken. "Melek ne-"
"Abi Melek iyi!" diye bağırdı Lavinia. "Kendine geldi bile, biraz dinlendikten sonra gidip görürsün."
Derin bir nefes aldım. "Nerede şu an?"
"Acil serviste," diye söylendi huysuz fare. "Muhtemelen babam da şu an onu zaptetmeye çalışıyordur buraya gelmesin diye. Gerçekten insanı yoruyorsunuz."
Melek buraya gelmeye mi çalışıyordu? Bunu duyunca içten içe umutlanmadım desem yalan olur. Şu ana dek bunu düşünme fırsatım olmamıştı ama sabah yaşadıklarımızdan ve akşam beni defalarca kez aradığında sekretere telefonu açtırıp onunla konuşmayı reddetmemden sonra Melek'in beni affetmesi kolay olmayacaktı. Belki de geçirdiğim trafik kazasını fırsata dönüştürmeliydim. Apar topar acil servise koşmak yerine burada yatak döşek yatıp doktorlardan da durumu abartmalarını falan istesem... Yok, işe yaramazdı. Babamın Melek'i sakinleştirebilmek için benim ciddi bir kaza geçirmediğimi çoktan anlatmış olmalıydı. Üstelik Lavinia'yla da kankaydı ikisi. Küçük fare benim için en yakın arkadaşına yalan söyler miydi? Eh, cevabı biliyordum.
Ve bir de, bu kez dümen çevirmek istemiyordum. Beni kolayca affetmesini, anlayış göstermesini ya da geçirdiğim kaza yüzünden bu mevzunun arada kaynamasını da istemiyordum. Melek affetse bile ben kolay kolay affetmeyecektim kendimi. Bütün bir akşamı onu kaybetme korkusuyla deli divane halde geçirmiştim, nihayet bulduğumdaysa öldüğünü sanmıştım. Zihnim hala karman çorman halde olduğundan onu nasıl bulduğumu tam anımsayamıyordum ama hissettiğim dehşeti, çaresizliği ve pişmanlığı unutmam imkansızdı. Birden, onu görme ihtiyacıyla kavruldum.
Yeniden yataktan kalktığımda Lavinia da yerinden zıpladı.
"Abi!"
"Melek'i görmem gerek." dedim bıkkınlıkla. "Onun kalkıp buraya gelmesinden iyidir."
"Saçmalama, babam izin vermez!" diyerek önüme geçmeye çalıştı. "Ben de sana izin veremem. Anlamıyor musun, kafa travması geçirmiş olabilirsin!"
"Çekil şuradan fare," diyerek iteledim onu. Şükürler olsun ki bana hasta önlüğü giydirmeye falan kalkışmamışlardı. Lavinia'nın dırdırlarını duymazdan gelip yere eğildim. Niyetim yatağın kenarındaki ayakkabılarıma ulaşmaktı fakat başımı aşağı eğince ağrıdan beynim patlayacak gibi oldu. Yüzümü buruşturarak kafamı doğrultup tepemde dikilen kardeşime döndüm.
"Ayakkabılarımı ver bana."
"Hayır veremem." diye inatla kollarını göğsünde kavuşturdu. "Yatıp dinlenmen lazım ya, doktor söyledi!"
"Melek'i gördükten sonra yatarım, tamam mı? Ver şimdi şu ayakkabıları!"
Yere eğilip ayakkabılarımı aldı. Sonra havaya kaldırıp başıyla pencereyi işaret etti. "O yatağa yatmazsan ayakkabılarını aşağı atarım."
"Ben de ayakkabı giymeden gidip Melek'i görür, sonra da geri gelip seni aşağı atarım. Nasıl fikir?"
"Ya az daha kafa travması geçiriyormuşsun!" diye bağırdı öfkeyle. "Hastaneye geldiğimde her tarafın kan içindeydi, öldüm korkudan! Hiç değilse doktor gelip bir baksın, ondan sonra-"
En sonunda öyle bir çileden çıktım ki, hayatımda ilk kez kardeşime sövdüm. "LAVINIA SIÇTIRMA AĞZINA, VER ŞU AYAKKABILARI!"
"HAYIR, DOKTORU BEKLEYECEKSİN!"
"LAN GERİZEKALI-"
Odanın kapısı savrularak açıldığında sözüm yarıda kaldı. Babamın epeyce endişeli bir halde içeri daldığını görünce "Siktir." diye söylendim. Bağırışları duyunca bizim kavga ediyor olabileceğimiz aklına bile gelmemiş olmalıydı. Bu da çok normaldi çünkü son kavgalarımız Lavinia'nın iki üç yaşlarında olduğu döneme aitti. Ondan sonra yıllarca birbirimizi görememiştik ve tekrar bir araya geldiğimiz günden beri de kavga etmemiştik. Genelde Lavinia bağırıp çağırırdı, bense onun asıl derdinin ne olduğunu anlamaya çalışırdım.
"Çocuklar ne oluyor?!"
Lavinia'yla aynı anda bağırdık.
"Gerizekalı kızın ayakkabılarımı vermiyor!"
"Beyinsiz oğlun bu halde gitmeye çalışıyor!"
"Bu yüzden mi avaz avaz bağırıyorsunuz?!" diye hiddetlendi babam. "Lavinia, ver çabuk abinin ayakkabılarını! Aras, sen de kardeşinle düzgün konuş!"
İkimiz de başımızın altından birbirimize pis bir bakış attık. Aklıma birden çocukluk yıllarımız gelmişti, Lavinia'nın emeklemeye başladıktan sonra yegane hayat amacı benim oyuncaklarımı gasp etmek olduğu için o yıllarda da böyle tartışmalar çok sık yaşanırdı. Neyse ki artık çocuk değildik. Lavinia istemeye istemeye de olsa ayakkabılarımı getirip verdi. Tepemin tasını attırdığı için epeyce kendime gelmiştim, eğilip ayakkabıları giyerken korkunç baş ağrısı nüksetmedi. Lavinia'nın beni yatağa yatmaya zorlaması için babamı dolduruşa getirme çabaları arasında koltuğun kenarında duran ceketimi aldım. Kapıya doğru ilerlediğimde ikisi birden peşime takıldı.
Babamın dengemi kaybedip düşersem beni tutabilmek için tetikte olduğunu hissediyordum. Lavinia ise gece yanımda refakatçi kalmak gibi fantastik fikirlere kapılmıştı, korumalardan birini eve yollayıp eşofmanın ve tabletini aldırmak için babamdan izin istiyordu. Babamın ona ağzının payını vereceğini ummuştum fakat "Ben gider gelirim, zaten evden almam gereken şeyler var." diyerek hangi eşofmanını istediğini sordu.
Pekala. Bu çekirdek aile mizanseni fazla uzamıştı. Kapıdan çıkarken duraksayıp kardeşimle babama döndüm.
"Ben iyiyim, cidden iyiyim." dedim samimi bir şekilde. "Bizi buraya getirdiğin için de gerçekten teşekkürler ama kalıp beklemenize gerek yok. Bundan sonrasını ben hallederim."
"Abi sen ne saçmaladığının farkında mısın?" diyerek dişlerini sıktı Lavinia. "Arkadaşın mıyız biz senin de nezaket gösteriyorsun?! Kırıldığın bir şey varsa açıkça söyle ya, kavga et, bu tavır nedir?!"
Yoktu. Lavinia'nın sorusuyla birlikte kendimi yokladım fakat hakikaten ima ettiği gibi pasif agresif bir öfke, bir kırgınlık, bir sitem yoktu içimde. Sadece gösterdikleri alaka gerçekçi gelmiyordu. Vicdan azabına karşı aldıkları bir önlemdi bu, çoğu insanın doğal refleksiydi. Anlıyordum, saygı duyuyordum fakat şu an kimsenin vicdan muhasebesine vakit ayıracak halde değildim. Melek'in iyi olduğunu gözlerimle görmeden içim rahat etmeyecekti.
"Lütfen Lavinia'yı da alıp git." dedim babama durumu görüyorsun dercesine. "Söz veriyorum, Melek'in durumu hakkında saat başı haber yollatacağım size-"
"Aras."
Babamın yüzündeki dingin ciddiyette ürkütücü bir şeyler vardı. Görmezden geldim.
"Zaten büyük ihtimalle sabaha taburcu ederler." diye devam ettim. "Burada olmanızın bize bir faydası yok gerçekten-"
Koridorun ucundan, yoğun bakım hastalarının kaldığı bölüme giden yoldan yükselen bir feryat sözlerimi yarıda kesti.
"ABLAAA!" diye çığlık attığını duydum Nazenin'in. "ABLA NOLUR BIRAKMA BENİ!"
Hayattaki büyük dönüm noktalarının bir çoğu yaşarken önemsiz görünen anlardan oluşur. Bambaşka hayallerin peşinden koşarken yapılan önemsiz bir seçim, öylesine alınmış bir karar, umulmadık bir rastlantı, bedelini düşünmeden işlenmiş bir günah ya da simsiyah gecenin ardından gelen nafile bir sabah... Tüm yazgınızın değiştiğini sezinlemezsiniz bile; bu anları ancak her şey yaşanıp bittikten sonra, geçmişe dönüp bakınca fark edebilirsiniz.
O ana dek Lavinia'nın bana yalan söylediğini fark edememiştim. İnsanın kendi silahıyla vurulması gibi bir şeydi bu, öylesine ikna ediciydi ki feryatların yükseldiği yere doğru koşarken hala bir yanlışlık olduğu kanaatindeydim. Nazenin hastaneye yeni gelmiş, ablasının acil serviste olduğunu bilmeden yoğun bakıma gitmiş, oradaki kızıl saçlı bir hastayı da Melek sanmış olmalıydı. Gayet mümkündü bu, yoğun bakım hastalarının ağzına ve burnuna taktıkları hortumlar yüzlerini kapattığı için insan böyle yanılgılara kapılabiliyordu. Ben de seneler önce, Rusya'daki hastanede hemşirelerin henüz hortumlarını çıkarmadığı yeni ölmüş bir hastayı Lavinia zannetmiştim. O kadar büyük bir şoktu ki, yanıldığımı fark ettiğimde koridorun ortasına çöküp Suzan'ın omzunda çocuklar gibi ağlamıştım.
Tüm koridoru koşarak geçip yoğun bakım ünitesinin bulunduğu koridora daldığımda benzer bir manzarayla karşılaştım. Nazenin ellerini camlı bölmeye yaslamış, ablası sandığı bir hastaya bakarken bağıra bağıra ağlıyordu. Ona doğru ilerlerken babamın yeniden bana seslendiğini duydum ama Rusya'daki hastanede değildim artık, onu duymazdan geldim. Lavinia'nın peşimden koşarken hüngür hüngür ağlayışını da...
"Nazenin!"
"ŞİMDİ GİDEMEZSİN!" diyerek camı yumrukluyordu. "ABLA DAHA ÇOK GENÇSİN!"
Boğazından kopan feryat öylesine acı yüklüydü ki, içimden bir şeyler kopup gitti sanki. Yanına ulaştığımda kızı tutup hışımla camın önünden çektim. Beni görünce "Aras abi bir şey yap!" diye haykırdı. "Ablamı geri getir!"
"Nazenin ablan acil serviste!" diye bağırdım. "Başkasıyla karıştırıy-"
Bakışlarım camlı bölmenin diğer tarafına takılınca durdum.
Ağzında ve burnunda hortumlar vardı fakat bu oydu, Melek'ti. Onu karların arasında bulduğumda soğuktan ve havasızlıktan mora dönmüş teni normal rengine daha yakın bir haldeydi. O nedenle şimdi vücudundaki gerçek hasarı görebiliyordum. Dizlerinin üstüne sıyrılmış geceliğinden görebildiğim kadarıyla bacakları morluklarla doluydu, sol kolunda avuç içi büyüklüğünde bir yanık vardı. Ayaklarının tabanı çıplak ayakla koşarken oluşmuş kesiklerle doluydu. Doktorun elindeki defibrilatör göğsüne her çarptığında bedeni sedyeden yukarı zıplıyordu.
Saniyeler ilerlerken camın diğer tarafında sessizce durdum fakat ardımda bıraktığım evren durmadı. Elektronlar dönmeye, atomlar bölünmeye, zaman ilerlemeye, entropi artmaya ve hepsinin yükü olağanca şiddetiyle sırtımda çoğalmaya devam etti. Tüm bu devinimin ortasında, Melek'in monitöre düz bir çizgiyle yansıyan kalbi gibi durmuş; bir şeylerin bizi yeniden harekete geçirmesini bekliyordum.
"Aras abi, ablam yaşayacak değil mi?!" diye ağlamaya devam etti Nazenin. "Daha 21 yaşında! Hiç kimse 21 yaşında ölemez!"
Gözümden akan bir damla yaşın yanağıma süzüldüğünü hissettim.
Hayattaki büyük dönüm noktalarının bir çoğu yaşarken önemsiz görünen anlardan oluşuyordu. Fakat hepsi değil. Bazen kıyametin gelişi Sûr'un ötüşünden bellidir. Bazı felaketler öngörülemez bir eylemden doğan kelebek etkisiyle değil, freni patlamış bir kamyon gibi göstere göstere gelir. Bazense bir illüzyondur bu, çoktan kopmuş bir kıyametin önüne gerilen sirk perdesidir, içinde hakikati saklayan zehirli bir sanat portresidir.
Ve ardında yatanı kim görebilir?
𓆩 ══════ • ⚸ • ══════ 𓆪
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro