Bölüm 58 - Doppelgänger
Merhaba sevgili Anunnakiler!
Çok uzun bir not olmayacak ama bundan sonra bölüm girişlerinde notlar görmeye alışın. Eskiden bu tür notları eklemenin buraya sadece bölümleri okumak için gelen okurlara saygısızlık olacağını düşünürdüm fakat zamanla böyle yapmanın da hikayeyle ilgili söyleyeceklerimi duymak isteyen okurlara haksızlık olacağını fark ettim. Zira burada olduğunuzu biliyorum, kurguya ara vermek zorunda kaldığım bir yıllık süreçte bile buradaydınız ve bunun benim için anlamı çok büyük.
Başlamadan önce uyarayım, bölüm daha önce okuduğunuz bir sahneyle başlıyor. Sahne bütünlüğü açısından öyle yapmam gerekti. Bir de okurken tarihleri gözden kaçırmamaya çalışın, geçen bölümlerde Arzu partlarının bir kısmı 2015'te geçiyordu mesela, o dönemler Melek'in hayatına bile girmemişti.
Ve son olarak, bölümü DMS için önemli bir okuruma ithaf etmek istiyorum. Kendisi bunu bilmiyor fakat son bir yıldır hikayeye dair yaptığı paylaşımlarla gizli motivasyon kaynaklarımdan biriydi. Teorilerini, analizlerini ve yorumlarını okumaktan hep keyif aldım Melek (Sayisalciiii), iyi ki varsın. (:
✵ ────── • ⋅ ༽ ༼༽ ༼ ⋅ • ────── ✵
"Sonra Zerdüşt, Nietzsche'nin kendisi için ürkütücü derecede gerçek olduğu anlaşılacak olan şu sözleri söylemişti: "Ruhun bedeninden daha önce ölecek: Artık hiçbir şeyden korkma." Soytarının kim olduğu, kendisinin daha güçsüz bir başka benliği olan cambaza bağırdığında anlaşılır: "Kendinden daha iyi olanın yolunu tıkıyorsun!"
O kabuğu kırıp çıkan büyük kişiliktir ve bu kabuk kimi zaman— beyindir."
Carl Gustav Jung
-*-
ARAS
2018, nisan
Yaratmak bir illüzyondan ibarettir, Adsız.
Geçmişle geleceğin dışındaki bir noktada uzanmış, gövdesi göğüs kafesimden çıkan devasa bir ağacın dallarını izliyordum. Toprağa gömdüğüm kuşlar dirilip cıvıldamaya başlamıştı yapraklarımın arasında. Onları duyamıyordum zira kaosun ve fırtınanın merkezinde tek bir şeye yer vardı: Sessizlik. Hiç durmaksızın çatallanarak bambaşka geleceklere uzanan dallarımın her biri kargaşaya çıkıyor olabilirdi fakat gövdeme mutlak sükunet hakimdi. Derin bir nefesle içime çektim hepsini—
Tam o esnada arkadan büyük bir gürültü yükseldi. Dış kapı yumruklanmaya başlarken baygın kıza daha sıkı sarıldım. Mağaradaki adamın kayıpları çok fazlaydı fakat neredeyse hiçbiri iz bırakmamıştı bende. Bazılarını hiç tanımamıştım, tanısaydım da bir şey değişeceğini sanmazdım. Kuyunun dibindeki bir canavarın gözünde birçok nefs gereksiz yere işgal edilmiş bedenlerden ibaretti. Suzan benim yegane kaybımdı.
"Aras çık o mağaradan!" diye kükreyen sesi duyduğumda ilk hissettiğim şey korku oldu. "Kontrolü eline al!"
Bense onu duymadım bile. Kendi odamda, halıya saçılmış ders kitaplarımın üzerinde oturuyordum. Pencereden içeri fırtınalı gökyüzünün gri ışıkları süzülüyordu, salondan gelen sesleri ve evin bahçesindeki ağaca tünemiş ötüşlerini duyabiliyordum. 'Sınava yetişemezsin,' dedi içimdeki bir ses. 'Çok geç... Artık çok geç.'
"Kim bu kız?! Cevap versene Aras!"
Mağaraya geri dönmem gerektiğini biliyordum ancak arkamı dönüp yaratıcımla yüzleşme fikri daha cazip geliyordu. 19 Temmuz 2014... O güne dek yaratıldığı mağaradan sahibinin hayatına tanıklık eden, sessiz bir karanlıktan ibarettim. Suzan Alahçın onun başını okşarken karanlığın içindeki bir canavara da sevgi gösteriyordu farkında olmadan.
Bunu bir farkındalıkla yaptığındaysa her şeyi değiştirmişti. Asitle hasar görmüş gözlerini kırparak seni seviyorum derken varlığımın farkında olduğunu biliyordum. Onu öldürürken de. Onun farkındalığı bende acıya, acı çekmekse varlığımın farkına varmama sebep olmuştu.
"ARAS SANA SÖYLÜYORUM!" diye bağırdı ardımdaki adam. "KİM BU KIZ?"
Fakat farkındalık, adı bile olmayan bir canavarın deneyimlememesi gereken türden bir şeydir.
"Suzan." dedim sakince arkamı dönüp. "Ama ben senin sandığın kişi değilim, Sanatçı."
Gözlerinde gördüğüm tek şey, korkuydu.
-*-
Bir an sonra zamanın oku tekrar normale döndü ve ayıldım. Kapı çalıyordu. Kapı çalıyordu ve ben üzerimde sadece boxerla, kucağımda baygın bir kızla halının üzerinde oturuyordum. Arkadaki kanepede yatan kefenliden bahsetmiyorum bile...
Söylene söylene kızı halıya yatırıp ayağa kalktım. Kapının dibine gidip "Kim o?" diye seslendiğimde karşı taraftan rahatlamayı andıran bir iç çekiş duyuldu. Hemen ardından yabancı bir adamın "İyi misiniz?" dediğini duydum. "Eşimle yoldan geçerken birtakım sesler duyduk da... Eğer yardıma ihtiyacınız varsa—"
"Ne sesi duydunuz?"
"Ee... Devrilme sesleri... Sanki şey gibi—"
"Sizi ilgilendirmeyen bir şey gibi mi?" diyerek tamamladım. Karşı tarafta birkaç saniyelik sessizlik oldu. Ardından kısa bir öksürük. Tam kapıyı açıp herifin kafasına silah dayamaya niyetlenmişken daha gerilerden genç bir kadının sesi yükseldi.
"Aşkım gel hadi, duydun işte bir sorun yokmuş!"
Kapıya uzanan elim havada asılı kaldı. Bir saniye bile geçmeden adamın "Kusura bakmayın, iyi geceler." diyerek jübilesini yaptığını işittim. Sesi giderek uzaklaştı ve hemen ardından bir araba kapısının kapanma sesi yankılandı. Huzursuz olmuştum. Bazı detaylar... Motorun homurtusunu duyunca aklıma gelen ilk şeyi yapıp pencereye koştum. Araba karanlığın içinde yitip giderken plakayı son anda görebilmiştim.
"Aras?"
Arzu'nun cılız sayıklamasını duyunca iç çektim. Düşünmem gereken bir sürü şey vardı fakat şu an düşüncelere dalmanın sırası değildi. Bu nedenle 34 DB 777 kodunu aklımın bir köşesine kazıyıp içeri döndüm yeniden. Sarışın hala baygındı, halının üzerinde mızırdanıp duruyordu. Onu yerden kaldırıp koltuğa yatırdıktan sonra pansuman malzemeleriyle kendi kirli kıyafetlerimi toplayıp kaldırdım. Ardından banyoda bulduğum viledayı ıslatıp girişteki kan ve kusmuk kalıntılarını temizledim. Koltuklar deri olduğu için onları arındırmak kolay oldu, içerideki kokuyu da klimayı açarak gidermeye çalıştım. Temizlik faslı bittiğinde henüz bir saat bile olmamıştı, hızlıca bir duş almam sorun yaratmazdı bence.
Her ihtimale karşı Arzu'nun ayak bileklerini gevşekçe bağladım. Ardından yedek kıyafetlerimin olduğu acil durum valizini yanıma alıp banyoya geçtim. Alelacele bir duş alıp kan ve kusmuk kokusundan kurtulduktan sonra banyodan çıkıp temiz iç çamaşırı ve pantolonu geçirdim üzerime. Tekrar içeri döndüğümde yorgunluktan gebermek üzereydim. Hem fiziksel olarak, hem de mental anlamda. Bu halde bir yerlere oturursam uyuyup kalacağımı biliyordum. O nedenle kapıyı yarı yarıya açık bırakıp dışarı çıktım, girişteki basamaklara oturduktan sonra geceyi izlemeye başladım.
Serin hava çıplak göğsüme çarpıp hayatta olduğumu hatırlatıyordu bana. Gece hiç olmadığı kadar karanlıktı. Hayatımın karanlık bölümünü saklayan perdenin giderek yıprandığını hissedebiliyordum. Zihnimdeki hayali mağaranın kapıları sıkı sıkıya kilitlenemiyordu artık, hayatımda oradaki karanlığın harekete geçiren bir şeyler vardı ve ne olduğunu bir türlü çözemiyordum.
İç çektim. Sanatçı haklıydı, zihnimdeki karanlığa mümkün olduğunca az bakmalıydım. "Bilinç tek bir parçadan oluşmaz." demişti bana eğitimler sırasında. "Bu her insanda böyledir ve çoğu kişinin yalnızca üst bilinci farkındalık sahibidir. Öteki parçalarsa karanlıkta uyuyan gölgelere benzer. Üst bilincinin, yani senin, kararların üzerinde etki gösterseler de sen bunun farkında olmazsın. Gerçi diğer parçalar da bunu bilinçsizce yaparlar zaten."
Haliyle kafam allak bullak olmuştu. Üstelik bu muhabbetler çok sıkıcı geliyordu bana. Diğer çocuklarla birlikte oyun oynamak istiyordum, gölge bilinçlerden ziyade köydeki diğer çocukların çıktığı define avını merak ediyordum. Fakat Erzurum'da geçirdiğim birkaç ay bana disiplinli olmayı öğretmişti, oyun oynamaya gitmenin tek yolunun o günkü dersi tamamlamak olduğunu biliyordum. O yüzden Nazmi Amca'nın hoşuna gideceğini düşündüğüm bir soru sorarak dikkatimi tekrar derse vermiştim.
"İyi de gölge bilinçler nasıl benim kararlarımı etkiliyor ki?" diye sormuştum. "Benim varlığımın da, kendi varlıklarının farkında değiller sonuçta. Uyuyorlar dememiş miydin?"
Böyle şeyler sorduğum zamanda bakışlarında beliren o parıltı bir kez daha ortaya çıkmıştı. Anlık bir şaşkınlık, manevi yeğeniyle gurur duyan bir amcanın sevinci, ardından acımasız bir eğitmenin ifadesiz memnuniyeti...
"Bilinçaltı ve bilinçdışının etkileri yer çekimine benzer." demişti yerden bir taş alıp havaya kaldırarak. "Derin bir uykuda oldukları için güçleri çok azdır, eğer istersen kolayca onlara karşı koyabilirsin. Tıpkı bir taşı yerden kaldırarak kolayca yer çekimine karşı koyabileceğin gibi." Sonra taşı elinden bırakmış ve toprağa düşüşünü izlemişti. "Ama yer çekiminin etkisi süreklilik arz eder, benliğinin bilinçsiz parçalarının etkisi gibi... Bilincin kendisiyse bir taşı yerden kaldırmak gibidir. Çok küçük bir çabayla bilinçsiz gölgeleri yenebilir fakat etkisi sürekli olmadığı için farkındalığı elden bıraktığın anda bilincin üstünlüğü sona erer. Böylelikle yeniden güçsüz, bilinçsiz ve derin bir uykuya yatmış gölgelerin etkisi altına girersin."
Bunların birer metafor olduğunu idrak edecek yaşta değildim. Algılarım mistisizme kapanmamıştı henüz. Haliyle zihnimde hiç bilmediğim karanlık mağaralar ve o mağaralarda saklanan canavarlar olduğuna inanmıştım. Gölgeleri kontrol etmek deyince gözümün önüne atmosferin çok çok ötelerinde, yıldızların ışığının bile ulaşamadığı ve yerçekiminin olmadığı yerlerde, yarı saydam gibi görünen atlarıyla gökyüzünde savaşan adamlar gelmişti. Bunları düşünürken giderek şiddetlenen gök gürültüsünü bulutların üzerinde koşan atların nal sesleri olarak düşlememden daha doğal ne olabilirdi ki?
"Peki ya gölgelerden biri uyanırsa?"
"Sana vereceğim eğitimin sonunda bunu yapmayı öğreneceksin." demişti. "Bilincinin karanlık olan parçasını bulup uyandıracağız, ayrıştıracağız ve ondan sadık bir hizmetkar yaratacağız. Bir kötülük yapılması gerektiğinde bunu senin yerine o yapacak, fakat hepsi bu. Onunla iletişim kurmayacaksın, onun travmalarına ortak olmayacaksın, ona asla ad vermeyeceksin."
"Neden ki?"
"Bilincin diğer parçalarını kontrol edebilmek için önce onların varlığının farkına varman gerek. Fakat onların kendi varlığının farkına varabilmesi için bu yeterli değildir. Adı olmayan hiçbir şey, var olduğunun bilincine varamaz. Bu yüzden evren yaratılmadan önce her şey adsızdı. Tanrı kainatı varlıklara tek tek isim vererek yarattı. Fakat sen Tanrı değilsin Aras, yeniden öldüremeyeceğin bir şeyi sakın diriltme."
Başımı sallamıştım fakat aklım başka yerdeydi, köydekilerin bana taktığı lakabı düşünüyordum. O dönemler bu lakabın Sanatçı'nın yönlendirmesiyle ortaya çıkıp yayıldığından haberim yoktu. Karısı Cemile Teyze benim ismimi duymaktan nefret ediyordu fakat bana ilk kez Adsız diye seslenen kişi ailenin en küçük oğlu Baran'dı. Ben Erzurum'dan ayrıldıktan bir sene sonra kaybolan, resmi kayıtlara göre asla bulunamamış olan, büyük ihtimalle Nazmi'nin hala aradığı Baran. Şimdilerde babasından nefret etse de çocukken onun lafından hiç çıkmadığını biliyordum.
Atölyedeki sessizliği fark edince düşünceleri bir kenara bıraktım. Sarışın uyanmış olmalıydı ve takdir etmeliyim ki, hakikaten sessiz hareket ediyordu. Fakat sorun da buydu zaten. Gerizekalı yaratık uyurken acıdan inleyip durduğu için sesini keserek uyandığını anlamamı sağlamıştı. Yine ne şeytanlık planlıyordu bilmiyorum ama ters bir hareket yapmaya kalkışırsa bu kez cidden ağzının üstüne geçirecektim.
Gerçi şu anda Arzu'ya zarar vermek mantıklı bir hareket olmazdı, yaralanırsa onu tekrar tedavi etmem gerekecekti. Geberirse de bu yorgunluğun üstüne mezar kazmakla uğraşacaktım. Ölüsü ayrı, dirisi ayrı belaydı!
"Ne bok yemeye kalktın sen?"
Arkama dönüp bakmadan sormuştum bu soruyu. Birkaç saniyelik duraksamanın ardından sesinde saklayamadığı bir hayretle konuştu.
"Geldiğimi nereden anladın?"
"Çıngırak sesinden."
"Gül gül öldüm." diye homurdandı cılız bir sesle. "Biraz kenara kaysana."
Yanıma oturmaya niyetlendiğini anlayınca onu duymazdan geldim. Birkaç saniye ona yer açmamı bekledikten sonra "İyi, sen bilirsin." diyerek sol kolumla kapının pervazı arasındaki ufak boşluktan geçti. Etrafımdan dolanıp önüme dikildiğinde başımı kaldırıp ters bir bakış attım ona. Ancak gözleri bende değildi, arka taraftaki bir noktayı süzmekle meşguldü. Bir an için cesedin dirilmiş olabileceği fikrine kapılarak başımı çevirip omzumun üstünden atölyeye baktım.
Sonra kahrolası yaratık kucağıma oturdu.
Tanrım! Yemin ederim elimin tersiyle ağzının üstüne geçirmeme ramak kalmıştı. Fakat bu manyağın derdinin bana rahatsızlık vermek olduğunu biliyordum artık. Bu yüzden ondan kurtulmaya falan çalışmadım. Aksine son derece sakin bir tavırla başımı çevirip buz gibi bir bakış attım yüzüne.
"Ne yapıyorsun Arzu?"
"Oturuyorum." dedi tatlı tatlı tebessüm ederek. "Kenara kaysaydın yanına oturacaktım ama sorun yok, kucağın da rahatmış." Ardından muzip bir tavırla göz kırptı. "Tabi şimdilik."
"Cidden merak ediyorum, sen bu cesareti nereden buluyorsun?" diye sordum onu belinden tutup kucağımdan kaldırarak. İtiraz etmedi, lakin fazla uzaklaşmadı da. Bana pis pis bakarak bulunduğum yerin bir basamak aşağısına inip bacaklarımın ortasına oturdu. Şükürler olsun ki, sırtı dönük olarak. "Farkında mısın bilmiyorum ama biletini kesmeme ramak kaldı ruh hastası. Melek'in annesine yaptıklarını öğrendim, parayla tuttuğun taşeron herifi bile buldum—"
"Ve onu öldürdün."
Hafifçe güldüm. "Pardon?"
"Elindeki barut kokusu..." diye mırıldandı. "Gelir gelmez fark etmiştim ama şimdi anladım. Benim yanıma gelmeden önce adamla buluştun değil mi? Çünkü telefondayken öfkeden gözün dönmemişti, Efsun cadısına yaptıklarımı ondan sonra öğrenmiş olmalısın. Tuttuğum adamı konuşturdun, sonra da öldürüp hesap sormak için benim yanıma geldin. Mezarlıkta elini ağzıma kapattığında duyduğum barut kokusunun ve o... O kötü halinin sebebi işlediğin cinayetti." Bakışlarını yüzüme çevirip dikkatle inceledi. "Ama neden adamı öldürdün ki? Şantaj malzemesi olarak kullanıp beni kontrol altına alabilirdin."
"Tavsiyen için teşekkürler ama şantaj bana göre değil," dedim dürüstçe. "Seni kontrol altına almak istersem kafana sıkarım. Şimdi zırvalamayı bırak da bana neden Melek'in annesine suikast düzenlediğini söyle."
"Suikast mi?" diyerek püskürür gibi güldü. "Efsun denen böcek kim ki ben ona suikast düzenleyeyim? Ayağımın altında dolanıyordu, ezivermişim."
Fakat bu gidişle Kütüphaneci de onu böcek gibi ezecekti.
Hatta keskin nişancıyı gönderen büyük ihtimalle oydu, aksi taktirde Arzu'yu vurduğum zaman ona dönüp ateş edemeden herifin beni indirmesi gerekirdi. Bu dediklerim toplamda iki saniye falan sürmüştü ama keskin nişancıdan bahsediyorduk... En kötü ihtimalle onu fark etmiş olabileceğimi düşünüp kendini kamufle ederdi ama tepeye döndüğümde adamı vurabilmiştim. Bu da o esnada bana bakmadığını gösteriyordu, muhtemelen vurduktan sonra çalılıkların içine attığım kıza nişan almaya çalışıyordu.
Bekçiye gelince... Onun kimin adamı olduğundan emin değildim ama nişancı dayımın adamıysa bu hakikaten ilginç bir şey olacaktı çünkü bu onun tarzı değildi. Kütüphaneci oyuna doğrudan müdahale etmezdi. Kütüphaneci oyunu gözlemler, belgeler ve manipüle ederdi. O yüzden Arzu'yu öldürme konusundaki ısrarına anlam veremiyordum. Bence de geberse hoş olurdu, zaten şu an boşa yaşıyor gibiydi ama Kütüphaneci'nin derdinin kıza iyilik yapmak olmadığına emindim.
"Melek'in annesi neden senin ayağının altında dolaşıyor ki?" diye sordum dikkatimi yeniden kıza yönelterek. "Ne alaka yani?"
"Kadın biliyor benim Melek'in ablası olduğumu." diye söylendi. "Ben söylemiştim, gerçi sonradan pişman oldum ama o anda söylemek mantıklı gelmişti. Galiba şey diye düşündüm, Melek'e evlatlık olduğunu söylersem kızını tamamen kaybedeceğini anlayıp biraz çekinir diye..."
Kadın biliyor derken? İşte bu yeni bilgiydi... Üstelik özellikle sormamıştım bile, Arzu pat diye söyleyivermişti. Bu kızın en sevdiğim yanı buydu, bazen durduk yere son derece kritik veya kritik olma potansiyeline sahip bilgileri pat diye söyleyiveriyordu. Kütüphaneci olsa kırk saat laf kalabalığı yapardı mesela, finalde de hiçbir şey öğrenememiş olurdum.
"Peki sonra ne oldu? Melek'in ablası olduğunu söyleyince yani?"
"Başıma bela aldım!" diye sızlandı. Ardından oturduğu yerde kafasını arkaya eğerek bana bakıp teatral bir tavırla gözlerini devirdi. "Kadın tam bir baş belası, Aras! Zeytinyağı gibi üste çıkıyor, yetmiyor bir de seni suçluyor, yobazlığı zaten almış yürümüş, bir de üstüne şark kurnazı... O kadar aptal ki, zekanı kullanarak başa çıkman imkansız!"
Gülmeden edemedim. "Bu yüzden mi kadını öldürmek istedin? Çok aptal olduğu için mi?"
"Bence geçerli bir ölüm sebebi." diye sırıtarak önüne döndü. "Ama hayır, niyetim bu değildi. Efsun kaltağı çalıştığı fabrikadaki gece bekçisiyle fingirdeşiyordu, bunu öğrenince tehdit etmek için gittim oraya. Zaten akşam vardiyası bitmek üzereymiş, gece vardiyasından önce de yarım saatlik boşluk olacaktı. Fingirdediği bekçi bin lira karşılığında söyledi bunları, ben de elli katını teklif edip Efsun'a vardiya bitiminde fabrikada onu beklemesi için mesaj attırdım."
"Amacın sadece tehdit etmekse ne bok yemeye fabrikaya gidiyorsun gerizekalı? Ertesi gün Melek yokken evlerine gitmek aklına gelmedi mi?"
"Oturup düşünsem gelirdi ama oturup düşünmedim işte!" diye çemkirdi bana. "Zaten iyi ki öyle yapmamışım çünkü kadınla konuşurken fikrimi değiştirdim. Yük bağlı halatlar vardı etrafta, halatı çözsem böcek gibi altında kalıp geberecekti. Ben de şey dedim kendi kendime... Neden gebertmeyeyim ki?"
"Bilmem, o esnada dışarıda bekleyen ve senin fabrikada olduğunu bilen bir görgü tanığı bulunduğu için olabilir mi mesela?"
"Para için her şeyi yapabilecek bir görgü tanığı." diye düzeltti. "Nitekim yaptı da. Dışarı çıktığımda herifi beş yüz bin lirayla susmaya ikna ettim. Hatta o gece hemen gidip parasını da getirdim ve ortadan kayboldum. Kim olduğumu bilmediği için sonrasında başıma bela olamazdı zaten."
"Ya bir gün tesadüfen sokakta görseydi seni? Peşine takılıp önce evini, sonra da şecereni öğrenirdi. Üstelik olayı videoya almış olma ihtimali de vardı ve yapmış da zaten. Bahse girerim, son bir senedir o görüntülerle şantaj yapmak için sana ulaşmaya çalışıyordu." Başını çevirip şaşkınlıkla bana baktığını görünce öfkeli bir kahkaha attım. "Ne o, yoksa herifin o parayı alıp hayatına devam edeceğini mi sanmıştın? Eğer sana ulaşmayı başarsaydı işte o zaman görürdün belayı, aptal sarışın!"
Oturduğu yerde yarı yarıya arkasını dönüp şaşkınlıkla yüzüme baktı. "Bu yüzden mi öldürdün adamı? Beni kurtarmak için mi?"
Eğer onu gerçekten kurtarmak isteseydim, büyük ihtimalle kendi elleriyle öldürdüğü ve dirileceğine inandığı hamile bir kızın cesedinin başında beklemesine izin vermezdim. Onun yerine önce gözlerinin önünde cesedi gömerdim. Böylelikle ömrünün geri kalanında belki de cesedin gerçekten dirileceğini ama ben müdahale ettiğim için bunu asla bilemeyeceğini düşünerek işlediği cinayetin ruhunu parçalamasına engel kurtulurdu. Saçma bir inançtı fakat insanın katil olduğu gerçeğinden kaçmak için en saçma sanrılara bile inanabileceğini biliyordum.
Cesedi gömdükten sonra da Arzu'yu alıp yurtdışına götürür ve kimsenin bulamayacağı bir kliniğe kapatırdım. Gerekirse zorla. Hayatıma gireli iki yıl bile olmamıştı fakat durmadan kötüye gittiğini görebiliyordum. Bazen konuşurken bir gürültüyü dindirmek istercesine ellerini kafasının iki yanına bastırıyordu. Ses tonunun düzensiz bir biçimde yükselip alçalmasına ve arada dişlerini sıkarak konuşmasına bakılırsa zihninde sesler duyuyor olmalıydı. Şizofreni tedavisini yarıda bıraktığına adım gibi emindim.
Çünkü insan hiçbir çıkış yolu olmadığını tüm kalbiyle hissettiği, bunu tüm mantığıyla bildiği, daha da kötüsü buna inandığı zamanlarda bir kara delik gibi kendi içine çökmeye başlardı ve her insanın çöküşünde bireysel çabayla aşılamayacak bir olay ufku olurdu. O ufkun ötesine geçtikten sonra sistemin dışından gelen bir müdahale olmadıkça yaptığınız her şey sizi daha da dibe çekiyordu. Çıkış yolu ararken aslında kendi kürenizin iç duvarlarında sürünüyordunuz.
Arzu'yu kurtarmak isteseydim onu o kürenin içinden çekip çıkartırdım. Fakat şu anda seyirci kalmak çıkarlarıma daha uygun görünüyordu.
Ve ben de seyirci kaldım.
✵ ────── • ⋅ ༽ ༼༽ ༼ ⋅ • ────── ✵
MELEK
Bazı hakikatler, yalnızca aydınlığa gizlenirler. Çünkü karanlık ifşa eder kendinden olmayanı. Işıksa aldatır, yahut kör eder, en parlak anlarında bile sırlar barındırır içinde. Aksini düşünenlere sorun:
Gündüz kaç yıldız görünür gökyüzünde?
Aras da babası da günlük hayatımda en sık gördüğüm insanlar arasındaydı. Fakat bugüne dek bilincim açıkken yalnızca bir kez ikisiyle aynı ortamda bulunabilmiştim. Begüm'ün partisinden sonra yolda çevirmeye yakalanıp da Hakkı Hoca'yı aradığım zaman... Onda da yalnızca gözlemci olarak oradaydım ve yapabildiğim tek şey ikisi tartışırken polis aracının içinde neler konuştuklarını duymaya çalışmak olmuştu.
Tüm bu kısıtlı imkanlara rağmen o gün ikisi arasındaki ilişki dinamiğini çözmüştüm. Daha doğrusu çözdüğümü düşünmüştüm. Vardığım sonuç aralarında bir baba oğul ilişkisi olmadığı şeklindeydi. Şimdiyse bu çıkarımın doğru olmadığını fark edebiliyordum. O gün aralarında bir baba oğul ilişkisi vardı. Sağlıklı olduğu söylenemezdi, hatta bir ilişkiden ziyade birbirine denk iki otoritenin çarpışması gibiydi. Fakat bir babayla oğul arasında kurulabilecek yegane iletişim biçimi de bir çatışma değil midir zaten?
Bu defaysa öyle olmadı. Aras'ın sesini duyduğumda onu öfkeden gözü dönmüş bir halde, beni üzerimde gelinlikle gördüğünde olduğu gibi otokontrolsüz bir çıldırmışlıkla bulacağımı sanmıştım. Lakin arkamı dönüp baktığımda karşıma itidalli bir adam çıktı. Gözlerinde bir grup tımarhane kaçkınını izliyormuş gibi absürt bir ifade vardı. Kızgın bile değildi. Neden değildi?
"Siz ikiniz yine neden didişiyorsunuz?" diyerek Ozan'la bana hitaben konuştu önce. Ardından sanki cevabı çok da önemsemiyormuş gibi bir tavırla Barbaros Bey'e döndü ve çehresi keyifli bir gülüşle aydınlandı. "Barbaros Bey, demek buradaydınız!"
Normal değildi. Tüm bu sakinliği, ortada hiçbir problem yokmuş gibi rahat bir tavır takınması hiç normal değildi. Ozan'a gergin bir bakış atarken gerileyerek kapının hemen yanındaki tekli koltuğa iliştim. En az dikkat çekebileceğim nokta burasıydı ve bir de, eh, çıkışa çok yakındı...
"Hayrola Aras, beni mi arıyordun?"
"Ben değil ama parti teşkilatındakiler, evet." dediğini duydum Aras'ın. "Telefonunuza ulaşamamışlar bir türlü."
Nedense bu sözler Barbaros Bey'I pek heyecanlandırmamıştı. Fakat parti teşkilatı lafını duyunca zihnimde bir şeyler harekete geçti. Oğuz Bey derken... Aras'ın bahsettiği kişi Demokrasi ve Milli Savunma Partisinin —veya halk arasındaki ismiyle Milli Parti'nin— Genel Başkanı Oğuz Mete Arca olamazdı değil mi? Eğer öyleyse Barbaros Bey de partinin önemli isimlerinden biri olmalıydı. Tanıdık bir sima olmamasına bakılırsa perde arkası isimlerden biri...
"Allah Allah, ne oldu ki acaba? Seni bile rahatsız ettiklerine göre..."
"Aslında ben bizzat konuşmadım," dedi Aras sakince. "Partiden Jale Hanım asistanıma sormuş. Şu gündemdeki durumla alakalı olmalı— Ah, tabi sizin henüz haberiniz yok... Son yarım saat içinde Twitter'a girmediniz sanırım?"
Ve birden Barbaros Bey'In gerildiğini hissettim. Neler oluyordu? Gözlerimi odanın geri kalanına çevirdiğimde bakışlarım önce Ozan'a takıldı. Onun da benden farkı yoktu, saf saf olanları izleyerek duruma anlam vermeye çalışıyordu. Hakkı Hoca ise... Tanımlayamıyordum. Devasa camların önünde duran tekli koltuğa kurulmuş oğlunu izlerken zaman zaman bakışlarında şiddetli bir duygu durumunun emareleri yanıp sönüyordu. Birkaç kez koltuğun kolçağında duran parmaklarının mindere gömüldüğünü fark ettim. Öfkeli miydi? Üzgün müydü? Oğluna haksızlık ettiği için mahcup muydu? Belki de çok daha basitti... Hakkı Karadağ tüm bu hengamenin ve bizlerin nazarında hayat memat olan meselelerin ötesinde, yalnızca ve yalnızca oğlunu özlemiş olabilir miydi? Yoksa gözlerinde yanıp sönen şey ona duyduğu nefret miydi?
"Kahretsin, nereden öğrenmişler ki?!" dediğini duydum Barbaros Bey'in. Başını telefondan kaldırıp Aras'a baktığında öfkeden zangır zangır titriyordu. "Zaten yandaşlar bize saldırmak için yer arıyorlardı, şimdi aylarca bunu dillerine dolayacaklar! Onca şeyin arasında işin yoksa bir de bunu çözmeye çalış... Artık nasıl çözülecekse!"
Ne olmuştu acaba? Siyasi bir skandal olduğu muhakkaktı fakat bir tahmin yürütemiyordum. Hoş, şu an istesem de dikkatimi siyasi meselelere veremezdim zaten. Tüm dikkatim Aras'ın üzerindeydi. Eğer baş başa olsaydık çoktan yanına koşup ona durumu izah etmiştim fakat odada Hakkı Hoca vardı. Geçmişte Aras'ın okulu bıraktığını bile bilmeden derslerde onun yerine imza atarken Hakkı Hoca'ya yakalanmıştım ve o gün bana nasıl üzülerek baktığı hala aklımdaydı. Oğlunun çok önemsemediği fakat ona feci halde abayı yakmış kızlardan biri olduğumu düşünmüştü muhtemelen. Bir sonraki karşılaşmamız da bu izlenimi destekler nitelikteydi. Begüm hadisesini gittiğimiz bir partide Aras'ın başka bir kızla flörtleşmesi üzerine kıskançlık krizi geçirip kızı dövmem şeklinde biliyordu Hakkı Hoca. Son olarak da bugün adamın evini basıp Aras'a haksızlık yaptığını iddia ederek Ozan'a saldırmaya kalkışmıştım. Ve benimkinin bu olay yüzünden vereceği tepkiyi az çok tahmin edebiliyordum. Eğer şimdi yanına gider de Hakkı Hoca'nın gözünün önünde Aras'tan fırça yersem gururum çok fena incinirdi.
Aras'ın "Biraz talihsiz bir durum tabi... Umarım çabucak çözülür..." diye mırıldanarak yemek masasına yöneldiğini görünce bir şeyler beni rahatsız etti. Onu tanıyordum, ortada çözülmesi gereken bir sorun varken lafın gelişi moral verip geçmek Aras'ın doğasına aykırıydı. İşi gücü bırakıp kendini problemin çözümüne adaması gerekmiyor muydu?
'Eğer problemi çıkaran kendisiyse, hayır.'
Ortada bir şeyler döndüğünü sezinleyince oturduğum koltuğa iyice sindim. Barbaros Bey acilen gitmesi gerektiğini söyleyerek kapıya yönelmişti. Aras da son derece keyifli ve olağan hareketlerle yemek masasına geçmiş, kendine yaş pastadan büyük bir dilim kesmekle meşguldü. Öyle ki, Barbaros Abas gidene kadar onun sahiden de acıktığından şüphelenip durdum.
Fakat rol yapıyordu elbette. Zira dış kapının kapanma sesiyle birlikte elindeki tabağı fırlatır gibi masaya bıraktığını işittim. Yüzünü tekrar bize döndüğünde hala sakin görünüyordu. Lakin bunun bastırılmış bir ifade olduğunu anlayabiliyordum.
"Biri bana burada neler döndüğünü izah edebilir mi?"
Ne cevap vereceğimi düşünürken odanın duvarlarında çınlayan bir kahkaha sesi duydum. Ozan'ın kahkahası. Aras geldikten sonra ona dönüp bakmamıştım bile, o nedenle yüzünde öfkeli bir ifade görmeyi hiç beklemiyordum. Mahcup olması gerekmiyor muydu? Utançtan halının desenlerini falan incelemesi? Veya, çok basitçe, siktir olup gitmesi?
"Sen bir de utanmadan soruyor musun ya?" dedi öfkeyle Aras'a doğru ilerlerken. "ÇEVİRDİĞİN ONCA OYUNDAN SONRA SEN HALA KONUŞUYOR MUSUN?!"
"Ne oyunu Ozan? Neden bahsediyorsun sen?"
"Sakın inkar etme, her şeyi öğrendim!" diye bağırmaya devam etti. "Senin neden vurulduğunu bizzat sevgilin anlattı bana!"
Ozan öfkeden kıpkırmızı olmuş bir yüzle böğürürken şaşkınlıktan ağzımı bile açamadım. Harbiden, yani ciddi ciddi ve herhangi bir kara mizah amacı gütmeksizin, hesap sorabilecek konumda olduğuna mı inanıyordu bu salak?!
"Benim sevgilim..." dediğini duydum Aras'ın. "Sana tam olarak ne söyledi de böyle küplere bindin?"
"Seni ben sanarak vurduklarını söyledi! Benim sözde sorumluluklarımı üstlendiğin için hesap sormaya kalkıştı! Doğru mu bunlar Aras?! Benim adımı kullanarak kaçak silah sevkiyatı mı yaptın gerçekten?!"
Şaşkınlıktan ağzım bir karış açık kaldı. Ne?
"Ulan ben senelerdir Dündar Bayraktar denen şerefsizden kurtulmak için tek başıma mücadele veriyorum!" diyerek tiradına devam etti Ozan. "O herifin eli bana uzanamasın diye gecemi gündüzüme katıp Savcılık Hakimlik sınavlarına hazırlanıyorum! Sen ne hakla benim adımı kirletirsin ya?! Hadi sırf bu yüzden Savcılık Hakimlik mülakatlarından elenirsem? Ya benim ismimi kullanarak bulaştığın pislikler üzerime sıçrarsa? Benim bir ailem var, Aras! Sen bunun ne demek olduğunu biliyor musun?!"
Ozan'ın söylediklerini dinlerken sabahtan bu yana ilk kez gerçekten pişman oldum. Aras'ı alıp gitmek istiyordum buradan. Başka bir şehre, başka bir ülkeye, gerekirse cehenneme bile gidebilirdik ancak burada durup onun uğradığı haksızlık karşısında hiçbir şey hissetmemesini, kendini özne olmaktan dışlayıp bir nesne formunda olanları izlemesini görmeye katlanamıyordum. Zira Aras haklıydı. Çevresindeki insanların onun yaptığı fedakarlıkları öğrenmesi hayatını zorlaştırmaktan başka bir işe yaramayacaktı. Çünkü kimse minnet duymayacaktı bunun için, duysalar bile zamanla egoist hezeyanlara kapılıp bundan kurtulmak isteyeceklerdi. Ondan kurtulmak isteyeceklerdi.
Aras'a doğru bir adım atmaya yeltenirken Hakkı Hoca'nın sesini duydum. Hala aynı yerdeydi, koltuğa kurulmuş otururken yüzünde oğlununkine benzer diplomatik bir ifade vardı. Kahretsin ya, bir de o fırça atacaktı şimdi!
"Elbette biliyor, evladım." dediğini duydum Hakkı Hoca'nın. "Senin Efe'yle kurduğun bağı Aras kendi kardeşiyle neredeyse yirmi sene evvel kurmuştu. Hataları yok demiyorum, düşüncesizliğinden ve başına buyruk hallerinden ne kadar şikayetçi olduğumu en iyi sen biliyorsun. Ama senin adını kullanarak illegal işlere girmiş olması imkansız, bence ortada bir yanlış anlaşılma var."
"Ne yanlış anlaşılması Hakkı Amca?" diyerek hayretle ona döndü Ozan. "Daha beş dakika önce sen de Aras'ın illegal bir işe bulaştığına emindin. Benim söylemem mi değiştirdi fikrini?"
İstemeye istemeye hak verdim Ozan'a. Bizzat kulaklarımla duymuştum, Hakkı Hoca Aras'ın vurulmasının yasadışı bir olayla bağlantılı olduğunu söylüyordu öfkeden köpürerek. Hatta Ozan onu yumuşatmaya çalıştı diye büsbütün köpürmüştü. Bunu yapan bir başkası olsa döneklik yaptığını düşünürdüm muhtemelen, veya arkasından konuştuğu kişinin yüzüne karşı aynı şeyleri söyleme cesaretinden yoksun olduğunu... Fakat ortada bir baba oğul ilişkisi vardı, üstelik Hakkı Karadağ belki de tanıdığım en normdışı adamdı. Aklından geçenleri tahmin etmek imkansız olduğundan neye nasıl tepki vereceğini öngörmek de pek mümkün değildi.
"Onu sen sanarak vurdukları detayı fikrimi değiştirdi Ozan." dedi sakince. "Aras bir yanlışa bulaşacak olursa bunu başka birinin adının arkasına saklanarak değil, kendi adını kullanarak yapar. Onu sen sanıp vuruyorlarsa ya ortada bir yanlış anlaşılma vardır, ya da bir kumpas... Eğer bir soruşturma yürütüyor olsaydık ben kesinlikle ikincisi derdim. Hatta muhtemelen Aras da o gece kumpasa geldiğini fark etmiştir ama olayda senin adın geçtiği için gizli tutmak zorunda kalmıştır. Hastaneye veya polise gitmemesinin sebebi de buydu diye düşünüyorum. Yanılıyor muyum oğlum?"
Yemin ederim tezahürat çığlığı atmamak için kendimi zor tuttum. Fakat aslında ortada coşku gösterilecek bir durum yoktu, Hakkı Hoca'nın tavrı çok doğaldı. Ozan resmen Aras'ı ailesinin olmayışı üzerinden vurmaya kalkışmıştı az evvel, hem de öz babasının gözü önünde. O nedenle yüzündeki bozguna uğramış ifadeye pek üzülesim gelmiyordu.
Heyecanla dönüp Aras'a baktığımda yüzünde umduğum duyguları göremedim. Babası onu savunduğu için sevinmiş, gururlanmış veya sarsılmış bir hali yoktu. Aksine temkinli görünüyordu, zorlu geçen bir satranç oyunununda hangi hamleyi yapacağına karar vermeye çalışır gibi... Görünüşe bakılırsa babasının tavrını ciddiye bile almamıştı, bunu duygusal bir reaksiyondan ziyade bir taktik olarak değerlendiriyordu.
"Aslında ortada düşündüğünüz kadar teatral bir durum yok." diye konuştu en sonunda. "Dündar Bayraktar kaçak silah sevkiyatı için bizim eski fabrikalardan birini buluşma noktası diye duyurmuş, sevkiyatı da bizzat torununun idare edeceğini yaymış etrafa. Yeraltı dünyasıyla bir alakam olmadığı için doğal olarak benim bunlardan haberim yoktu. O akşam tesadüfen oradaydım, zaten kurşun sadece sıyırıp geçmişti ve duyulmasını istemememin sebebi Ozan'I korumaktan ziyade Saral Holding'in borsadaki hisse değerlerini düşünmemdi. Yani evet, benim açımdan illegal bir durum yoktu."
"Tesadüftü yani, öyle mi?" diyerek güldü Ozan. "Dündar Bayraktar da tesadüfen Sarallara ait bir fabrikayı hedef gösterdi sanırım."
"Hayır aptal, senin yüzünden yaptı!" diye bağırdım kendimi tutamayıp. "Kendi hayali mağduriyetlerinle o kadar meşgulsün ki birilerinin seni dedenden koruduğunu göremiyorsun Ozan! Şunu o kalın kafana sok artık, övündüğün o aileyi bile Aras'ın senin etrafına ördüğü koruma kalkanına borçlusun!"
"Melek yeter artık!"
"PEKİ BU BENİM SUÇUM MU?!" diye haykırdı Ozan. "Bu herifin süper kahraman kompleksinin sorumlusu ben miyim amına koyayım?! Ben mi söyledim gel hayatıma kalkan ol diye?! Sen de şunu o kalın kafana sok artık, Aras'ı ben vurmadım! Senin sevgilin üstüne vazife olmayan kahramanlıklar peşinde koştuğu için vuruldu! Ailesini de elinden almadım! O bu eve giremiyorsa sebebi ben değilim, sebep sırtında taşıdığı—"
Cümlesini bitirmesine izin vermeden üzerine atılıp bir yumruk geçirdim çenesine. Sebebi öfkeden gözümün dönmüş olması değildi, sebebi Aras'ın bakışlarında gördüğüm tehlikeli ifadeydi. Zaten Ozan'ın kastettiği şeyin mecazi bir anlama değil de, fiziksel bir gerçekliğe çıkacağını o ifadeden anlamıştım. Demek ki Ozan bir şeyler biliyordu, Aras'ın sırtındaki damgalar hakkında benim bile bilmediğim bir şeyler...
Elbette attığım yumruk onu devirmeye yetmedi. Fakat öfkeden gözünün dönmesi için yeterliydi ve galiba benim amacım da buydu zaten. Ozan elimi havada yakalayıp "Eeh, yettin artık sen!" diyerek beni hışımla ittiğinde karşı koymadım bile. Yere düştüğümde dudaklarımdan acı dolu bir nida koptu ve görebildiğim tek şey Aras'ın Ozan'ın üstüne atılması oldu.
Sonrasında zaten, kıyamet koptu.
✵ ────── • ⋅ ༽ ༼༽ ༼ ⋅ • ────── ✵
"Çok geç olana kadar onu terk ettiğimde ona nasıl zarar verdiğimin farkına varamadım. Yine çok geç olana kadar bana ne anlam ifade ettiğini açıkça fark edemedim."
H. G. Wells, Zaman Makinesi
ARZU
2018, nisan
Sesler ve uğultular.
Nereden geliyorlar? Nereden geliyorlar?
'Yanılgı.' dedim filmin sesini sonuna dek açarak. 'Zihnin sana düşman değil, Arzu. Zihnin sensin. Farklı biriymiş gibi bahsetme ondan. Çünkü cesaret alıyor ona bir isim takmandan. Tüm bunlar birer yanılgı, sandığından çıkarma onları.'
Hayır, tamam. Kafiye yapmayacağım.
Hafifçe öksürerek oturduğum yerde sırtımı dikleştirdim. Şu andan itibaren normal bir insan olacaktım. Zihnimi dinlemeye niyetim yoktu, zira sesine kulak verdikçe kendini ayrı bir kişilik sanmaya başlıyordu. Bunun bir nevroza dönüşmesinden korkuyordum.
Belki de nevrotik değil, psikotik bir delisindir.
'Siktir git.' dedim zihnimdeki şüpheci sese. Siktirip gitti. Bu aralar kendisiyle bayağı iyi anlaşıyorduk. Dilek'in kameralardan her şeye şahit olduğu geceden sonra özgüvenim yerine gelmişti, gerçekliğe dair şüphelerimle daha rahat başa çıkabiliyordum. Gerçi Dilek'in gerçek olup olmadığından hala emin değildim alt katta bir sürü insanın onun cenazesi için toplaştığını düşününce bu son derece doğaldı.
"Toplumda seni bu kadar hayal kırıklığına uğratan şey nedir?"
Psikiyatr kadının sorusunu duyunca iç çektim. Bu soru bana değil, izlediğim dizideki hacker oğlana sorulmuştu.
"Bilemiyorum..." dedi hacker oğlan. "Hepimiz çocukların sırtından milyarlar kazandığını bilmemize rağmen Steve Jobs'ın harika bir insan olduğuna inanmamız mı? Ya da belki tüm kahramanlarımızın sahte olduğunu hissetmemizdir. Dünyanın kendisi bile büyük bir aldatmaca. Birbirimizi fikir gibi maskelediğimiz saçmalıklarla dolduruyor ve sosyal medyada samimiyet taklidi yapıyoruz. Hileli seçimlerimizden değil, mal mülk ve paramızdan bahsederek gösteriş yapıyoruz. Kendimizi bunlarla uyuşturuyoruz çünkü bizler korkağız. Toplumu sikeyim!"
Püskürür gibi bir kahkaha attım. Herif topluma dair ne kadar sığ ve klişe tespit varsa hepsini tek solukta sıralamıştı. Tek problem, oğlanın bunları inanarak söylemesiydi... Psikoloğun tespitler karşısında hayatın sırrına vakıf olmuş gibi bir hayretle kalakaldığını görünce tekrar gözlerimi devirdim. Fuck the society, ha? Elliot Alderson... Sen de en az Sheldon Cooper ve Sherlock Holmes kadar derinliksiz bir davarsın.
'Ve sen de karikatürize dehaları eleştirerek kendi dehanı tescillemeye çalışıyorsun. Yoksa bok çukurunda yüzüyor olmana üstün zekadan başka bir bahane bulamadın mı? Zavallı şey...'
Son cümlede dudaklarını büktüğünü hissetmiştim. Daha gerilerden yükselen başka bir ses, ki bu seferki erkek sesiydi, kaltağı bana karşı fazla acımasız olduğu konusunda uyarmaya başlamıştı. Aklı selim birine benziyordu fakat inisiyatif almaktan pek hoşlanmadığı için onun sesini çok sık duyamıyordum. Sonra ince sesli bir kadın lafa karışıp bu kez ilginç bir şekilde haklı olduğumu söyledi. Ara sıra belirip benim onun yazdığı bir kitap karakteri olduğumu iddia eden kaltaktı bu, genelde benimle aynı fikirde olmazdı ama biraz salak olduğu için ona pek aldırış etmiyordum. 'On saat otuz dokuz dakika!' diye bağırdı benim bile duyamayacağım kadar gerilerden yükselen bir ses. Sayaç sıfırlanmaya yaklaşınca onun sesinin zihnimdeki tüm seslerden daha gür çıkacağını ve on saat otuz dokuz dakika sonrası için planladığım bir şeyi bana hatırlayacağını biliyordum. O şeyin ne olduğunuysa, şimdilik, hatırlamıyordum.
'Biri geliyor!'
Telefonum titreştiğinde zihnimdeki tüm sesler koro halinde haykırmıştı bunu. Hemen kucağımdaki laptopu kapatıp bir kenara koydum, ardından iyice yatağıma gömülerek hüzünlü görünmeye çalıştım. Kafamdaki pezevenkler oy birliğine varmayı başardığı zamanlarda gayet kendinden emin birine dönüşüyordum aslında. Ayak sesleri odama yaklaşırken arka taraflardan bir ses, muhtemelen içlerinde en gerizekalı olanı, düşündüğüm şeyden hareketle üçlü koalisyon dönemi esprisi yapmaya çalıştı. Bu gereksiz bağlam karşısında nadiren ortaya çıkan aklı selim ses bile bıkkınlıkla iç çekmişti.
"Arzu!"
Odamın kapısı bu sesle birlikte açılırken dikkatim hala kafamdakilerde olduğu için bir anlığına kafam karıştı. Özgür neden odama kapıyı çalmadan girmişti? Bir dakika... Özgür ne ara yurtdışından gelip de odama kapıyı çalmadan girmişti? Ve elbette, Özgür neden odama girmişti?
'Dilek, gerizekalı.' dedi mezzo soprano bir ses. 'Beyimiz nihayet kıçını kaldırıp gelmiş olmalı.'
Ah, tamam... Mevzuya ayıktığımda Özgür'ün adımı ünleyen sesi henüz odada yeni kaybolmuştu. Bir andan daha kısa bir süre içerisinde gözlerim yüz hatlarında gezindi ve onun neden daha önce üzerinde hiç görmediğim bir panikle bana doğru koştuğunu anladım. Götü tutuşmuştu çünkü.
"Özgür senin burada ne işin v—"
"Ne oluyor aşağıda?!" dedi çıldırmış gibi bir telaşla. "O insanlar kim? Ayrıca Dilek'in annesi niye bizim bahçede ağlıyor?!"
"Kadının evi burası çünkü." diyerek anlamazdan geldim. "Müştemilatta yaşıyorlar, unuttun mu? O insanlar da yakınları, sabah taziye için gelmişlerdi ama merak etme güvenliklere söyledim, birazdan gidecek hepsi—"
"NE TAZİYESİ GERİZEKALI?!" diye öfkeyle böğürdü. Sonra aniden duraksadı, omzunun üstünden arkaya bir bakış attı. Kapının açık kaldığını görünce aynı telaşla koşturup kapatmasını izledim. Aptal şey... Ne sanıyordu acaba? Hislerinin farkına varabilmesi için ona ailecek tatlış bir oyun oynadığımızı falan mı?
Gerçi şoka girmiş olması doğaldı, Özgür'ün birçok şeyden haberi yoktu. Aylar önce ilişkileri açığa çıktığında basıp yurtdışına gitmiş ve kızı burada tek başına bırakmıştı. Dilek'in birileriyle evleneceğini öğrendiğinde bile geri dönmemişti. Kızın evden kaçtığındansa hiç haberi yoktu. Halbuki Dilek yeni kaybolmamıştı, onu arabamın bagajında bulduğum günün üzerinden aylar geçmişti. Bu süreçteyse hem onun ailesi, hem de bizimkiler bu kızın peşine düşmüş, gidebileceği her yeri kontrol etmiş, yanında kalabileceği her insanla irtibat kurmuşlardı; yanında olma ihtimali en yüksek kişi hariç.
Zira bizimkilerin, özellikle de babamın bu konudaki tavrı netti. Ailesinin Dilek'i zorla evlendirmek istemesinin, haftalarca müştemilatta ve bizim evde kopan tantanaların, kızın evden kaçmasının Özgür'le hiçbir alakası yokmuş gibi davranıyorlardı. Babamın birilerini yollayıp kız orada mı diye oğlunu kontrol ettirdiğine adım gibi emindim fakat bunu kızın ailesiyle paylaşmaya tenezzül etmemişti.
Ancak geçtiğimiz hafta Dilek'in annesi, biraz da benim gazlamamla, cesaretini toplayıp bizimkilerden gizlice haber vermişti Özgür'e. Kadını buna teşvik etmiştim zira yolun sonuna varmak üzereydik ve yapacağımız şeyin geri dönüşü yoktu. Tüm bu süreçte Dilek ondan hiç ummadığım bir kararlılıkla Özgür'ün adını bile anmamıştı fakat yine de onlara bir şans vermek istiyordum. Eğer geçen hafta gelmiş olsaydı böylesine tehlikeli bir oyuna girişmek yerine onu Dilek'in yanına götürecek, annesinin nasıl bir ruh hastası olduğunu anlatıp kızı ve karnındaki bebeği korumak istiyorsa yurtdışına kaçmak zorunda olduklarını anlatacaktım. Geçmişte aynı planı Emir'le kaçmak için yaparken büyük miktarda birikim yapmıştım zaten, o parayla hakikaten sırra kadem basmak için bir şansları olabilirdi. Onu bir anda annesinin gerçek kimliğiyle yüzleştirmenin epey riskli olacağını biliyordum fakat ona bir şans vermek istemiştim.
Fakat Özgür geç kalmıştı.
"Dökül çabuk Arzu!" dedi tekrar yanıma geldiğinde. "Evde ikimizden başka kimse yok, hemen bana gerçeği anlatıyorsun."
"Dilek'in annesinin boş boğazlığı işte." diyerek gözlerimi devirdim. "Daha ortada cenaze bile yok, hemen milleti çağırmış. Osman Amca'yla babam bulunan cesedi teşhis etmek için gitti sadece. Belki de ceset Dilek'e ait değildir."
Abim ufak bir kahkaha attı. "Ya sen kimi kandırdığını sanıyorsun?"
"Ha?"
"Aptal yok senin karşında." dediğini duydum. Yatağımın kenarına oturup derin bir nefes aldı ve uzlaşmacı bir tavra büründü. "Ayrıca baştan söyleyeyim, kızgın falan da değilim. Sen müdahale etmeseydin bile ben tatile geldiğimde Osman Amca'yla konuşacaktım zaten." Saçmalamaya ara verip dalgın bir tavırla çenesini sıvazladı. "Gerçi, Dilek'le henüz konuşmadım ki... Neden evden kaçtığını bilmiyorum, belki de nişanlısının yanına kaçmıştır—"
Bu dünya üzerinde bir abiye sahip olmaktan daha korkunç bir şey varsa, o da gerizekalı bir abiye sahip olmaktır. Özgür sayesinde ben bu hissi durmaksızın deneyimliyordum mesela... Bu herifin bütün lise yılları Dilek'in hayranlık dolu bakışları arasında geçmişti. Sonrasında siktir olup yurtdışına gitmiş olabilirdi fakat her tatilde geliyordu, bense o gidene dek Dilek'in cringe dolu hareketlerine maruz kalıyordum. Görmezden gelmek imkansızdı zira Dilek bazı yönleriyle bana kız kardeşimi hatırlatsa da, iş hislerini gizlemeye gelince Melek'in eline su bile dökemezdi. İlgisini o kadar saklayamıyordu ki, kendi ailesi dahil herkes seneler önce bu durumu fark etmiş, kabullenmiş, üstüne bir de görmezden gelmeyi öğrenmişti. Salak abim dışında.
"Tabi canım, düğünü bekleyememiştir kesin." diyerek kestim sözünü. "Nişanlısını elinden kaparlar diye korkup adamın yanına kaçmıştır. Sonuçta 45 yaşında, üç çocuklu, tipsiz bir adamdan bahsediyoruz, bunun bir level altı Prens Charming..."
Belli ki salak abim bu detayı da bilmiyordu. Zira damat adayının özelliklerini duyunca yüzünde beliren ifadeyi ilk kez görmüyordum. Lise yıllarında eve gelen matematik hocasını dinlerken de aynı böyle bakardı. 'Ne dediğini anlıyorum ama algılayamıyorum.'
"Ne saçmalıyorsun sen?" diye cevap verdi en sonunda. "Annem bana telefonda şey demişti—"
"Dilek'in kendi isteğiyle evleneceğini mi?" diyerek güldüm. Nedense hiç şaşırmamıştım. "Hayır abicim, kızı zorla evlendireceklerdi."
"İyi de çok saçma! Dilek'in ailesi yapsa bile bizimkiler böyle bir şeye izin vermezdi." Lafa girmek için hamle yaptığımı görünce son söylediği sözü düzeltti. "Babam olacak şerefsizi demiyorum elbette! Skandal duyulur da Bozkıroğlu prestiji sarsılır korkusuyla kızı evlendirmelerine destek bile vermiştir kesin. Ama annem karşı çıkardı Arzu, bunu sen de biliyorsun!"
Özgür'ün çırpınışını izlerken ona üzülmeden edemedim. Ergenliğinden bu yana tüm hayatını babamla zıtlaşarak, onu eleştirerek, her fırsatta isyan ederek geçirmişti ve eninde sonunda yanıldığını anlayacaktı. Zira Erdal Bozkıroğlu savaşmaya değmeyecek kadar rezil ve aşağılık bir yaratıktı, ben bile ondan intikam almaya tenezzül etmemiştim. Özgür ise babasını alt etmesi gereken bir otorite figürü sanıyordu hala, gerçek şeytanın onu doğuran kadın olduğunun farkında bile değildi.
"Annem onu yaşlı biriyle evlendirmelerine engel olsa ne değişecekti ki?" diyerek suyuna gitmeye çalıştım. "Ailesi daha iyi bir aday bulurdu ama Dilek onu da istemezdi. Hoş, dünyanın en harika erkeğini bulsalar bile kabul etmezdi o gerizekalı."
"Çok da iyi etmiş!" diye gaza geldi abim. "Kaçıncı yüzyılda yaşıyoruz yahu? Osman Amca'ya saygı duyarım ama yaptığı şey yobazlıktan başka bir şey değil! Keşke kendi başına işlere kalkışmak yerine direkt beni arasaydın Arzu, çok daha basit bir şekilde durumu çözerdim."
Dilek burada olsaydı bu cümleyi duyar duymaz Özgür'ün onunla evlenmek istediği şeklinde hayallere kapılırdı. Fakat ben gerçek hayatı roman satırlarında aramamam gerektiğini öğrenmiştim.
"Pardon ama nasıl çözerdin abicim?"
"Dilek'in ailesiyle konuşarak!" diye gürledi. "En kötü ihtimalle babamı sokardım araya, Osman Amca onun sözüne asla karşı çıkmaz. Tabi Dilek'le, şey... takıldığımız ortaya çıktığı için onun artık bizim evde çalışamayacağını biliyorum elbette. Ama böylelikle eğitimine odaklanmış olurdu, gerekirse ona ayrı bir ev tutardık—"
Anlayışlı bir tavırla başımı salladım. "Sen de arada gidip rahat rahat sikerdin, öyle değil mi?"
Durumu bu kadar açık bir şekilde dile getirmemi beklemiyordu. "ARZU!" diye böğürürken elinin tersiyle pat diye yapıştırdı ağzıma. Abilik refleksleri devreye girmişti anlaşılan, o refleksler bir kız kardeşin başbelası dışında da herhangi bir şey -mesela bir kadın- olduğunu kabullenemediği için feminist dürtülerimi bir kenara bıraktım. Yüzümü buruşturarak ondan uzaklaşırken sağlam bir kız kardeş tekmesi attım karnına.
Özgür'ün ağzından acı dolu bir nida dökülürken çoktan ayağa fırlamıştım. "YALAN MI BE?!" diye bağırdım öfkeme hakim olamayıp. "Ayrı ev tutarmışmış... Hem gidip kızı siker, hem de üniversite meselesinde yaptığın gibi hadi yine iyisin Bozkıroğlu sponsorluğunda yaşıyorsun falan derdin!"
İki sene önce yediği haltı yüzüne vurunca utanır diye düşünmüştüm ama bencilliğinden ve öküzlüğünden bir şey kaybetmemişti anlaşılan. Dilek enayisi sırf bu salakla aynı üniversiteye gidebilmek için gece gündüz çalışıp hayvan gibi sıralama kasmıştı. Üstelik okuldan kabul almayı da başarmıştı fakat burs mülakatını geçememişti. Zaten geçseydi dünya çapında sadece beş yüz kişiye verilen Cambridge Trust bursunu bir sik uğruna kazanan ilk kişi olurdu muhtemelen.
Elbette bursu kazanamayınca mevzu hemen kapanmamıştı. Babam her zamanki gibi şovunu yapıp gözü yaşlı parlak öğrenciyi Bozkıroğlu Hukuk Bursu'yla taçlandırmış, böylelikle problem çözülmüştü. Ta ki Özgür kıza ailesinin önünde "Hadi yine iyisin, üniversiteyi de Bozkıroğlu sponsorluğunda okuyacaksın." diyene kadar. Ertesi gün de siktir olup yurtdışına dönmüştü ve ne benim ailem, ne de kendi ailesi Dilek'i burada okuma kararından döndürememiştik.
"Şu an hayatta olabilirdi, farkındasın değil mi?" diye sordum damarına basmak için. "Eğer o lafı etmemiş olsaydın buradaki devlet okulu yerine yurtdışına gidecekti, belki de hiç geri dönmezdi."
"Bizim şirketin burs şartlarından haberin bile yok değil mi?" diye saçmaladı gülerek. "Kaldı ki Dilek zaten hayatta gerizekalı, böyle melodramlar kasarak nereye varmak istediğini çok iyi biliyorum."
"Nereye varmak istiyormuşum?"
Sorduğum şeyi duymadı bile. Gözlerini boşluğa dikmiş, yüzünde 'beynimi kullanmaya çalışıyorum' ifadesiyle birtakım çıkarımlar yapıyordu.
"Hatta kesin bu saçmalığı birlikte planladınız siz!" diye atarlanmaya devam etti. "Gerçi ne bekliyorum ki! Sırf aramızdaki münasebeti bitirmek istedim diye yattığımızı ailesine söyleyen de oydu kesin. Ulan Dilek... Seni bir elime geçirirsem var ya..."
Özgür kendi kendine söylenirken ağzım bir karış açık kalmış halde onu dinliyordum. Bu yüzden mi basıp gitmişti yani? Cidden onları ele verenin Dilek olduğunu mu sanıyordu? Salak!
"Aranızda olanları Dilek'in ailesine söyleyen kişi annemdi Özgür." Başını çevirip şaşkınlıkla bana baktığını görünce güldüm. "Ne o, yoksa kızı becerdiğini bilmediğimizi falan mı sanıyordun?"
"Arzu düzgün konuş benimle!"
"Haberimiz vardı abicim," diye devam ettim onu takmadan. "Babam da annem de biliyordu durumu. Hatta Emir bile biliyordu. Zaten sen de pek gizleme meraklısı değildin, cemiyetin piçlerini topladığın havuz partisinde olanları hatırlasana–"
"ARZU!"
Özgür öfkeden kudururken "Bir keresinde annemle babamı konuşurken duymuştum, hevesini alınca bırakır kızı diyorlardı." diye devam ettim gülümseyerek. "Ailecek aylarca bekledik anlayacağın. Sonra baktılar sen bir türlü hevesini alamıyorsun, saçma sapan bahanelerle iki günde bir Türkiye'ye geliyorsun, eh, odanı temizlerken kimse kullanılmış kondom falan da bulmuyordu– Bu arada sırf merakımdan soruyorum, dışarı boşalmanın doğum kontrol yöntemi olduğunu sanacak kadar salak mısın abi? Allah'tan Dilek akıllılık edip gebertti kendini, senin dönüşünü beklemeye kalksa mezara karnı burnunda girmesi gerekecekti!"
Ben konuşurken öfkesi büyüdükçe büyüdü. Tipik bir erkek olduğu için bozulunca iyice saldırganlaşmıştı. O nedenle son cümlemi algılayamadı başta. Sözlerimi dinlemeyi bile beklemeden jest ve mimikleriyle bağırmaya hazırlandı, hatta laflarının yarısında ara vermemek için öncesinde derin bir nefes çekti ciğerlerine.
Fakat o nefesi veremedi.
-*-
Özgür'ün hareketlerinin bıçak gibi kesildiğini görünce içimin cız ettiğini hissettim. Bunu bu şekilde söylememeliydim, hatta belki de hiç öğrenmemeliydi. Gerçi sonrasında başka bir yerden öğrenmeyeceğini garanti edemezdim. Evet, Dilek'in hamile olduğunu benden başka bilen yoktu fakat karnı epey büyümüştü. Gerçi ailesi durumu saklamaya da karar verebilirdi, hatta belki babam sustururdu onları ama hepimiz o çocuğun kimden olduğunu biliyorduk.
"Ne?" dedi önce boş bakışlarla. "N-nasıl?"
Laf sokmamak için çok zor tuttum kendimi. "Dilek'in nasıl hamile kalmış olabileceğini mi soruyorsun?"
"Hayır, o değil..." diye mırıldandı kendi kendine konuşur gibi. Kinayeli sorumu bile ciddiye almıştı. "B-ben nasıl bilmiyorum?"
"Çünkü burada değildin Özgür."
"Tamam da niye söylemediniz?!"
"Benden başka bilen yoktu." dedim derin bir nefes alarak. "Zaten ben de Dilek kaybolduktan sonra öğrendim. Belki nereye gittiğine dair bir iz bırakmıştır diye gizlice evlerine girip odasını kontrol etmiştim, döşemenin altında günlüğünü buldum. Atölyemde duruyor hala, dilersen bir ara gelip alabilirsin."
Eh, bu yalan değildi. Dilek'in hamilelik haberini günlüğüne yazdığını duyunca evlerine girip gizlice defteri almıştım. Benden günlüğü yok etmemi istemişti ama hala atölyede duruyordu. Dilek intihar ettikten sonra onu Özgür'e verip vicdan azabını bin katına çıkarmayı falan planlamıştım galiba. Şimdiyse günlüğün varlığını söylemek bile ağır gelmişti. Neyse ki Özgür günlük detayına pek ilgi göstermiş gibi görünmüyordu, aklı başka bir yerdeydi.
"İyi de nasıl gizlemiş olabilir ki?" diye sordu en sonunda. "Annemler? Onun ailesi? Kızın beş buçuk aylık hamile olduğunu nasıl kimse fark etmedi lan?!"
Siktir... Abim Dilek'in yeni kaybolduğunu sanıyordu. Ki bunun için onu suçlayamazdım. Kızın annesi Özgür'ü arayıp "Dilek kayıp, evden kaçmış. Acaba sizin oraya mı geldi?" gibisinden bir şeyler gevelemişti. O kadar ödlekti ki, Özgür hayır der demez rahatsız ettiği için özür dileyip telefonu kapatmıştı. Onun yerinde Efsun cadısı olsa yeri göğü birbirine katardı, babam bile kapatamazdı çenesini.
"Sana soruyorum Arzu?!" diye üsteledi Özgür. "Hadi ben beş aydır burada yokum diyelim, peki ya siz? Nasıl fark etmedi kimse?"
"Çünkü Dilek evden yeni kaçmadı." diyerek iç çektim. "Dört aydır kayıp. Bizimkiler senden gizli tutmak istedi durumu."
Bunun üzerine omuzları biraz daha çöktü. Aklından ne geçtiğini bilmiyordum ama onu böyle gördükçe ben de mutsuz oluyordum. Özgür'le aramdaki bağ farklıydı, ikimiz birlikte büyümüştük ve her ne kadar o yaşça benden büyük olsa da ilişkimizin küçük kardeş olan tarafı oydu hep. En azından ben böyle hissediyordum.
"Ya sen?" diye sordu en sonunda. Bakışları hayal kırıklığı doluydu. "Neden arayıp söylemedin bana? Biz eskiden birbirimizi hep kollardık, şimdi ne değişti?"
Boğazıma bir yumru yerleşince başımı diğer tarafa çevirdim. "Büyüdük galiba."
Cevap vermedi. Neden bahsettiğimi anlamış olmalıydı. Başta yine öfkelenip eski defterleri açacağını sanıyordum ama öyle yapmadı. Onun yerine kollarını omzuma sarıp beni kendine çekti. Uzun zaman sonra ilk kez bana sarılırken "Özür dilerim." dediğini duydum. "Bana ihtiyacın varken yanında olamadığım için, sana abilik yapamadığım için, bu kadar geç büyüdüğüm için affet beni. Söz veriyorum hepsini telafi edeceğim."
Edemeyecekti. Kaybettiğim bebeği bana geri veremezdi, içine düştüğüm cehennemden beni çıkaracak kadar güçlü değildi, o bebeğin babasının Emir olduğunu öğrenmek bile onu mahvederdi. Özgür onu gerçekten abisi olarak kodlamıştı kafasında, babasıyla yıldızı hiç barışmadığı için büyürken rol model aldığı kişi bile abisiydi. Mezun olduğu zaman Emir'le el ele verip Erdal Bozkıroğlu'na karşı duracaklarına, birlikte yeni bir hukuk bürosu açıp Bozkıroğlu Hukuk'a meydan okuyacaklarına falan inanıyordu. Emir ülkeye dönüp şirketin başına geçtiğinde büyük hayal kırıklığı yaşadığını biliyordum. Üstüne bir de o dönemler benim hamile olduğum ortaya çıkmıştı ve her tipik Türk erkeği gibi bunu kendine yedirememişti. Günlerce benimle kavga edip de bebeğin babasını öğrenemeyince büsbütün kayışı koparmış, tüm aileye siktir çekip aylarca telefonlarımızı bile açmamıştı. Döndüğünde bebek yoktu zaten, bense geri dönüşü olmayan bir yola girmiştim.
"Arzu bana Dilek'in yerini söylemen gerek." dedi ayrıldığımızda. "O konuda da telafi etmem gereken şeyler var. İnat etme lütfen, bırak gidip konuşayım onunla."
Ne diyeceğimi bilemedim. Neden kızın öldüğünü kabullenemiyordu ki? Suçluluk duygusuyla yüzleşmekten kaçıyor olabilir miydi? Sonra başka bir şey çekti dikkatimi. Başımı çevirip anlamaya çalışarak ona baktım.
"Sana bir şey soracağım, Dilek'le aranızda geçenler hakkınd—"
"Arzu bu konuları seninle konuşmak istemediğimi daha kaç kez söylemem gerekiyor?" diyerek lafımı kesti. "Abinim ya ben senin!"
"Sıçtırtma abiliğine Özgür! Ben de sizin aranızda geçenleri öğrenmeye meraklı değilim ama konuşmamız gerek bunları. Nasıl bir durumun içinde olduğunu kafan almıyor mu cidden?!"
Birkaç saniye ters ters baktı bana. Ardından derin bir iç çekişle pes etti. "İyi tamam baş belası!" diye söylendiğini duydum. "Sor ne soracaksan."
"Az önce neden Dilek'in beş buçuk aylık hamile olduğunu söyledin? Kaç aylık hamile olduğunu nereden biliyorsun ki? Sonuçta hiç korunmamışsınız, daha önce de hamile kalmış olabilirdi."
"Saçmalama gerizekalı, elbette korunuyorduk!" diye çemkirdi bana. "Tamam, her zaman kondom kullanmıyordum ama benim suçum değildi. Dilek öyle istediğinden... Yani... Dilek sevmiyor öyle, anla işte!"
Gülmemek için kendimi zor tuttum. Bak sen küçük şırfıntıya... Keşke bu detayları daha önce öğrenmiş olsaydım, aylarca taşak geçerdim onunla.
"İyi de neden doğum kontrol hapı kullanmasını söylemedin ki?"
"Çünkü bizim bir ilişkimiz yoktu." diyerek saçmalamaya devam etti. "Fuckbuddy bile değildik, her seferinde bir daha görüşmeme kararı alarak ayrılıyorduk. En son 17 aralıkta sevişmiştik, ondan öncekilerde korunduğumuz için kaç haftalık hamile olduğunu tahmin etmem çok zor olmadı."
Özgür kendi kendine triplenirken ne diyeceğimi bilemedim. Açıkçası şaşırmıştım. Bugüne dek onun yurtdışındayken Dilek'i aklına bile getirmediğine emindim, her sıradan erkek gibi çantada keklik gördüğü kıza kafasında yer ayırmaz düşünmüştüm. Fakat hiç düşünmeden son seviştikleri tarihi söyleyebildiğine göre gerizekalı abim gittiğinden beri gün sayıyordu.
"Özgür sen bu kıza ne zamandır aşıksın?"
Kahkaha attı. "Pardon?"
"Madem gün sayacak kadar önemsiyordun, o zaman niye hiç arayıp sormadın salak herif?!" diye öfkeyle çıkıştım ona. "O kız senden bir haber alabilmek için bizim ağzımızın içine bakıyordu be! Bu kadar aşıksan niye tutmadın elinden?!"
"Salak mısın sen Arzu? Ben o kızı doğru düzgün tanımıyorum bile, ne aşkından söz ediyorsun?!"
Ufak bir kahkaha attım. "Abicim çok pardon ama defalarca kez yatmış olmanızı geçtim, kız bizim evin müştemilatında büyüdü! Daha nasıl tanıyacaktın ki?!"
"Yahu adam akıllı muhabbet bile etmedim ben Dilek'le!" diye söylendi. "Siyasi görüşünü bile bilmiyorum!"
"Sorsaydın ya gerizekalı!"
"İyi de beni ne ilgilendirir?!" diyerek ayaklandı hışımla. "Bizim aramızda bir ilişki yoktu, isterse başkalarıyla görüşebileceğini bile söylemiştim ona."
"Oha Özgür!"
"Ne yapacaktım başka? Yatak dışında doğru düzgün konuşmuyorduk bile! Tutup da uzak dur o ibneden falan mı diyecektim?"
"Bir dakika- Sen kimden—"
"Özetle Dilek'i tanımıyordum ben, hala da tanımıyorum!" diye devam etti beni dinlemeden. "Hayata karşı duruşu nasıldır, statüye ve prestije ne kadar önem verir bilmiyorum. Babama rest çektiğim zaman Bozkıroğlu mirasının cazibesine karşı koyabilir mi mesela? Yoksa bizimkilerle iş birliği yapıp beni bu çukura çekmeye mi çalışır? Kadın dayanışması yapmak istiyorsun anlıyorum ama aç gözünü Arzu, Dilek'in aşık olduğu kişi ben değildim. O bu evin küçük oğlunu seviyordu, onu doğup büyüdüğü ortamın kalıcı bir parçası yapacak ve kimlik bölünmesinden kurtaracak kişiyi. Bense bu ortamdan kaçıp kurtulmak için çabalıyorum!"
Başta onun Dilek'i zengin koca avcısı olmakla suçladığını sandım. Ancak tam ağzının üstüne bir tane çakacakken jetonum düşüverdi ve duraksadım. Özgür'ün kimlik bölünmesi derken neden bahsettiğini anlamıştım. Zira Dilek hem fakir bir ailenin kızıydı, hem de cemiyetin içinde büyümüştü. Bizim okuduğumuz okullarda okumuş, ister istemez bizim yaşadığımız ortama adapte olmuştu. Yaşadığı kimlik karmaşasını gidermek için bilinçsizce Özgür'e yönelmiş olabilirdi, zira kendi gelir düzeyinden biriyle evlenirse adapte olduğu ortamdan tamamen kopması gerekecekti. Özgür ise gördüğüm kadarıyla bu ortama çoktan doymuş, masadan kalkmaya hazırlanıyordu. Abimin gözündeki manzara böyleydi.
Ona yanıldığını söylersem bunu hissettiği suçluluğun da etkisiyle görmezden gelmeye çalışacaktı muhtemelen. Yanıldığını zamanla, Dilek'i tanıdıkça fark etmesi gerekiyordu. Bazı insanlar ancak öldükten sonra anlaşılırdı.
"Gerçi bunların artık bir önemi kalmadı." diyerek iç çekti yeniden. "Beş buçuk aylık hamileyse evlenmemiz gerekecek. Bu dönem okulum bitiyor, yüksek lisans bahanesiyle oraya yerleşmeyi düşünüyordum ama mümkün değil artık. Zaten Dilek'in okulu da bitmedi, mecbur Türkiye'ye döneceğim... Hiç değilse doğuma kadar..."
Sesimi çıkarmadım çünkü benimle konuşmuyordu. Gözlerini boşluğa dikmiş, kendi kendine konuşarak gelecek planları yapmaya başlamıştı. "Büyük ihtimalle bebek doğduktan sonra boşanırız zaten... Sonra da Dilek bu eve yerleşir, bebek babamların himayesi altına girer, ben de nah kurtulurum bu aileden. Kahretsin ya..."
Özgür'ün varsayımlara dayalı planlarını dinlerken onun Dilek'i tanımadığına ikna olmuştum. Günlüğü okuması gerekiyordu. Hayatta yapacağım en son şey olsa bile günlüğü ona teslim etmek zorundaydım.
Fakat ağzımı açmama fırsat kalmadan bahçeden bir feryat yükseldi. Dilek'in annesinin sesiydi bu, kızının adını haykırıyordu.
Hayır, hayır, hayır...
Özgür'le göz göze geldiğimizde bakışlarındaki korku canımı yaktı. Telaşla ayağa fırladığını görünce peşine takılıp koluna yapıştım. Aşağıda nasıl bir manzarayla karşılaşacağımızı biliyordum. Buna şahit olmaması gerekiyordu.
"Bıraksana Arzu!" diye bağırdı öfkeyle. "Aşağıda bir şeyler oluyor, duymuyor musun?!"
"O yüzden aşağı inemezsin!" diyerek önüne geçtim yeniden. "Kızın babası öldürür seni geri zekâlı!"
"ARZU ÇEKİL ÖNÜMDEN!"
Yeniden ileri atıldığını görünce hiç düşünmeden çelme taktım ayağına. Dengesini kaybedip yere devrilirken durup beklemedim bile, kapıya koşturup anahtarı çıkardım. Ardından dışarı çıkıp Özgür'ü odaya kilitledim. Bir an sonra kapıyı yumruklamaya başlamıştı ve muhtemelen kırması çok fazla zaman almazdı ancak o zamana dek aşağı inip Erdal'a haber verebilirdim. Oğlunun burada olduğunu duyunca Dilek'in ailesini uzaklaştırırdı, olmadı bir iki koruma gönderip odada kalmasını sağlardı. Özgür'ün yaptığı aptallıkların bedelini ödemesini elbette istiyordum ancak aşağıda düşündüğüm gibi bir manzara varsa bu onun için fazla ağır olurdu.
Çünkü Dilek boğulmuştu. Onu bizzat atölyemdeki buzlu suyla dolu küvette boğmuştum. Sonra da birkaç gün evvel denizden doldurduğum tuzlu suyla yıkamış ve taa Şile'ye götürüp karaya vurmuş gibi görünecek biçimde kayalıkların üzerine yatırmıştım. O kadar görünür bir noktada duruyordu ki, yoldan geçen ilk araç durumu fark edip polisi aramıştı. Bunun üzerine arabaya atlayıp eve dönmüş, babamı uyandırıp ağlayarak Dilek'i öldürdüğümü söylemiştim.
O anki paniğini hatırladıkça gülesim geliyordu. Eli ayağı birbirine dolaşmıştı. Bir ara öfkelenip beni dövmeye kalkışmış, bağırmaya başladığımı görünce iyice telaşlanıp susmam için yalvarmıştı. Normalde Nazan denen iblis duruma müdahale ederdi ancak kendisi, ne tesadüftür ki, iki gün önce zehirlenip hastanelik oluvermişti. Kaltak ayağımın altında dolaşmadığı için babamı rahatlıkla kontrolüm altına alabilmiştim.
Ki bu da en önemli problemi, yani otopsi ihtimalini, çözdüğüm anlamına geliyordu. Zaten başka türlü çözemezdim, intihar vakalarında otopsi işlemi zorunluydu. Hele ki ortada hamile bir genç kadının cesedi varsa... Eğer babam götü tutuşmuş bir halde gidip duruma el koymasaydı Dilek'in bedenini kayalıklardan alıp doğruca adli tıbba götürürlerdi.
Şimdiyse evimizin bahçesindeydi. Evden dışarı çıktığım anda bu gerçek acımasız bir tokat gibi yüzüme çarptı. Annesi üzerine kapanıp çığlıklar attığı için kızı göremiyordum fakat cansız bir biçimde bükülmüş bacaklarına ve ıslak babetlerine bakılırsa babam onu bulduğu gibi getirip ailesinin önüne atmıştı. O kadar acımasız bir manzaraydı ki, gerçeği bildiğim halde ben bile olduğum yerde kalakalmıştım.
Bu manzarayı ne kadar zaman durup da izledim bilmiyorum. Fakat beni kendime getiren şey üst kattan kopan gürültü oldu. Son güç kırıntılarımla arkamı döndüğümde Özgür'ün telaşla kapıdan çıktığını gördüm. Kapıyı kırmaya çalışırken, belki de yumruklarken ellerini yaralamayı başarmıştı ancak parmaklarına sızan kanın pek farkındaymış gibi durmuyordu. Hatta bence bahçenin ortasındaki manzaranın da farkında değildi zira kapıdan çıktıktan sonra duraksamadı bile. Koşar adımlarla yanımdan geçerken kolundan tutup onu durdurmaya çalıştım.
"Abi gitme, Dilek—"
"Çekil şuradan gerizekalı!" diyerek gücünü esirgemeden itti beni. "Dilek değil o!"
Yere düştüğümde acı dolu ufak bir nida fırladı boğazımdan. Yerden kalkmadan dönüp baktığımda Özgür'ün Dilek'in annesine doğru ilerlemeye devam ettiğini gördüm. Ne yapmaya çalışıyordu? Kadının başkasına ait bir cesedi Dilek sandığını, bu yanılgıyı ancak kendisinin fark edebileceğini, kızı annesinden bile iyi tanıdığını falan mı sanıyordu acaba? Daha on dakika önce doğru düzgün tanımadığını iddia ettiği bir kıza doğru koşarken Dilek'in babasının öfkeyle öne atıldığını fark etmedi bile. Neyse ki Erdal'ın gözünden kaçmamıştı, adamın oğluna saldıracağını anlayınca başıyla ufak bir işaret verdi korumalara.
Korumalardan biri Dilek'in babasının yanına varıp adamı yaka paça uzaklaştırmaya çalışırken feryat eden kadın da durumu fark etti. Ardından kızının cesedini bırakıp kocasına yardım etmek üzere ayağa fırladı. Evet, kızını yerde bırakıp... Aynı kadının Dilek zorla evlendirilirken de ses çıkarmadığını düşününce aslında buna şaşırmamam gerekiyordu fakat yine de kadının az evvelki feryatlarının o kadar da feryat olmadığını, hatta muhtemelen evladı ölen annelerin feryat etmesini buyuran toplumsal bir gereklilikten kaynaklandığını görmek sarsıcı olmuştu.
Özgür'ün yerde apaçık yatan cesede ilerleyişini görmek daha da sarsıcıydı. Kızın yanına vardığında yere çöküp cansız bedenini kollarının arasına aldı ve boş bakışlarla izlemeye başladı. Dilek'in üzerindeki sırılsıklam olmuş elbiseye, çimlere dağılan ıslak saçlarına, soğuktan bembeyaz kesilmiş vücuduna ve hamileliğini inkar edilemez biçimde açığa vuran karnına bakarken feryat etmiyordu ama onun kızın annesinden daha çok acı çektiğini görebiliyordum.
Yanına gidip gerçeği söylememek için kendimle savaşırken başını hafifçe eğip Dilek'e bir şeyler söyledi. Elini uzatıp nazikçe kızın karnına koyarken ne yaptığının farkına varamamıştı hala. Dokunduğu yerdeki ölüm soğukluğu karşısında irkildiğini görünce güçlükle doğrulup yerden kalktım. Özgür kızın karnında duran kana bulanmış elini fark ettiğinde çoktan onlara arkamı dönmüş, kulaklarımı tıkayarak eve koşmaya başlamıştım.
Ağladıysa bile duymadım.
✵ ────── • ⋅ ༽ ༼༽ ༼ ⋅ • ────── ✵
MELEK
Düştüğüm yerde oturmuş eserimi izlerken yaklaşan bir uçurumun azameti doluyordu gözlerime. Yıkıntıların arasında bir ben vardım, bir de yıktıklarım. Yalnızdım, çünkü benden başka kimse benim için ağlamayacaktı. Arzu gibi gittikten sonra anlaşılmayacaktı değerim, insanların hafızasında bir vicdan azabı olarak kalmayacaktım. Bir mağduriyet hikayem yoktu, kendi zihnimin içinde bile bir yer bulamamıştım. Masumiyetim oyundu, sevdiğim adamın sevdiği kişi olamamıştım.
Ve bunun farkına ben bile varamamıştım.
Aras Ozan'a ardı ardına yumruklar indirirken tek şansımız o esnada Hakkı Hoca'nın ortamda bulunmasıydı sanırım. Ozan kendini savunmuyordu çünkü, aksine oturduğum yerden duyamadığım bir şeyler söyleyerek onu daha da tahrik ediyordu. Neyse ki Hakkı Hoca'nın olaya müdahale etmesi uzun sürmedi. Aralarına girmeyi başardığında Aras'ın elinin havada asılı kaldığını gördüm, bir anlığına kendi babasına vurmasından korksam da yapmadı.
Geri çekilirken "Bir daha ne benim, ne de ailemin karşısına çıkmayacaksın!" dediğini duydum Ozan'a. "Yoksa hesabını ailenden sorarım!"
Ardından arkasını dönüp öfkeyle çıkışa yöneldi. Yüzüme bile bakmadan gidişini izlerken aklıma birden bardaki gece olanlar gelmişti. O gece de ortalığı karıştıran bendim. Ve o gece de terk edilmiştim. Üstelik terk edildiğimi bile haftalarca onun dönmesini bekledikten, kafamda yüzlerce farklı senaryo kurup açıklamalar ürettikten, dışarıya karşı kuyruğu dik tutsam da için için endişeden geberdikten sonra öğrenmiştim. Eğer ayrılığımızı bildirmek için haftalar sonra beni görmeye geldiğinde beni üzerimde gelinlikle Emir'in yanında görüp kontrolünü kaybetmiş olmasaydı muhtemelen kendimi açıklamam için bir fırsat bile tanımadan hayatımdan çıkıp gidecekti.
Peki ya bu kez de aynı şeyi yapmaya kalkışırsa? İlkinde kabullenebilirdim bunu, çekeceğim onca acıya rağmen ayrılık fikrine itiraz etmezdim. Zira ilkinde olmayan bir ilişkiyi sonlandırmış olacaktık, doğru düzgün sevgili bile olamadığımız için ayrılık çok fazla şey alıp götürmeyecekti bizden.
Şimdiyse... O kadar kolay değildi.
Ve sanırım o da bunun farkındaydı. Zira tam çıkışa vardığı anda duraksadığını fark ettim. Elleri birer yumruk halini almıştı, sanki önünde görünmez bir engel varmış gibi takılı kalmıştı kapının eşiğinde. Önce başını çevirip omzunun üstünden ufak bir bakış attı, ardından geri dönüp hışımla bana doğru ilerlemeye başladı.
Yanıma geldiğinde gözleri hala buz gibiydi fakat bir şey söylemedi. Onun yerine elini uzattı sakince. Geçmişte olsa tutmazdım elini, çünkü başıma gelecekleri biliyordum. Fakat şimdi kaçmanın bir anlamı yoktu. Kolumu kaptıralı çok olmuştu.
Elini tuttuğumda avucundaki sıcaklığın içimi ısıttığını hissettim. Bana öfkeli olduğunu biliyordum, muhtemelen az sonra ilişkimizin en şiddetli kavgalarından birini edecektik fakat elimi tuttuğu anda tüm korkularım buhar olup uçmuştu. Zira arkasını dönüp gitmemişti Aras, bunun verdiği güven hissini tarif etmem imkansızdı.
El ele tutuşup kapıya doğru ilerlerken ikimiz de konuşmadık. Koridora çıktığımızda bakışlarım üst kata çıkan merdivenlere takıldı. Lavinia'nın merdivenlere oturmuş, ağlamaktan kıpkırmızı olmuş gözlerle bizi izlediğini görünce Aras'ın olanları nereden haber aldığını anlamıştım. Evet... Görünüşe bakılırsa sadece Ozan meselesi yüzünden değil, kardeşine söylediğim laflar yüzünden de hesap vermem gerekecekti.
Evin kapısından çıkıp bahçede yürürken Lavinia'nın peşimizden gelip bizi durdurmaya çalışmasını bekliyordum ama yapmadı. İşte bu ilginçti. Lavinia karakteri gereği çocuksu bir insandı, mantığını bir yetişkin gibi idare edebilse de duygusal açıdan üç dört yaşlarındaki bir çocuktan farkı yoktu. Aras'ın onu hayatından çıkarmasını böyle sessizce, sanki en başından beri geleceğini bildiği bir günü karşılar gibi karşılaması canımı sıkmıştı. Aralarındaki bağı tamamen koparmış olmaktan korkuyordum.
Fakat şu an istesem de onların Aras'ın ailesiyle olan bağını düşünemezdim, önceliğim benimle olan bağını korumaktı. Çünkü bizim aramızdaki bağ koparsa...
'Onun için gözden çıkardığın her şey bir hiç uğruna yitirilmiş olur.'
Tam bahçe kapısından çıkarken arkamızda öfkeli ayak sesleri belirdi. Ozan'ın homurtusunu duyunca hiç düşünmeden, tamamen refleksif bir tepkiyle, Aras'ı kenara iterek önüne geçmeye yeltendim. Eğer ona arkası dönükken saldırmaya cüret ederse bu kez sahiden ağzını burnunu dağıtacaktım.
Neyse ki Ozan'ın böyle bir niyeti yoktu, yanımızdan geçip sokağa park ettiği arabasına seğirtirken yüzümüze bile bakmadı. Onun gidişiyle birlikte derin bir nefes alarak Aras'a döndüm ama gözlerindeki yoğunlaşmış özlemi ve saklamaya bile gerek duymadığı tereddütlü ifadeyi görünce konuşamadım bile. Kontrolü hislerime bırakıp içimden geleni yaptım.
Aniden ona doğru atıldığımda bir anlığına, çok küçük bir an için, bakışlarında ona yaklaşan bir tehdidi tartıyormuş gibi temkinli bir ifade belirdi. Fakat bedeni aklıyla aynı fikirde değildi sanırım, zira kabanının arasına girip kollarımı gövdesine doladığımda katı duruşunun gevşediğini hissettim. Belimden tutup beni kendine çekişinin düşünmeden verdiği bir tepki olduğunu biliyordum, başını boynuma gömüp saçlarımı koklarken de henüz mantığı devreye girmemişti. Sonra aklı başına gelmiş olacak ki hafifçe geri çekti kendini, uzaklaşacağını anlayınca kollarının arasından çıkmadan başımı kaldırıp yüzüne baktım.
"Özür dilerim." dedim konuşmasına fırsat vermeden. "B-ben çok aptalca davrandım, biliyorum ama elimde değildi. Günlerdir sana ulaşamıyorum Aras, üstelik Nazmi Amca'nın yanına bile gitmişsin. Bunları suçumu bastırmak için söylemiyorum, sadece ruh halimi anlatmaya çalışıyorum. Stresten patlamak üzereydim günlerdir, hepsinin üstüne Ozan'ın yaptığı nankörlükler eklenince infilak ettim resmen. İşlerin bu noktaya gelebileceğini düşünmedim bile."
Sözlerim sona erince yüzümü göğsüne gömüp öfkelenmesini, bağırıp çağırmasını, akılsızlık ettiğimi söyleyerek beni azarlamasını bekledim. Hak etmiştim bunları, o yüzden ne söylerse söylesin sineye çekecektim. Geçmişte Aras da sayısız kez benim laflarımı sineye çekmişti sonuçta. Şimdi alttan alma sırası bendeydi.
Fakat öfkelenmedi. Saniyeler akıp giderken tek kelime bile çıkmadı ağzından. Onun bu sessizliği karşısında içimdeki korku daha da büyüdü sanki, bir anda kaybolup gitmesinden korkarcasına gövdesine sarılı kollarımın baskısını arttırdım. Çok özlemiştim onu. Günlerdir öylesine yoktu ki, bir daha asla ona sarılamayacağımı düşünmeye başlamıştım. Şimdi bile kollarımı çözüp beni uzağa itmesinden korkuyordum ama itmedi. Onun yerine bir eliyle çenemden tutarak başımı tekrar yukarı kaldırdı. Sanki karşısında çözülmesi gereken bir problem varmış gibi dikkatle beni inceliyordu. Göz göze geldiğimizde soğuktan titrediğimi hissettim.
"Garip olan da bu zaten..." diye konuştu en sonunda. "Kütüphaneci senelerdir beni Ozan'ın hayatına kalkan olmaktan vazgeçmem için ikna etmeye çalışıp da başaramamışken senin bunu tek seferde ve işlerin buraya geleceğini bile düşünmeden yapabilmiş olman..."
"Yapabildin derken— Ne yani az önce söylediğin şeyde ciddi miydin?" dedim ayıp olmasın diye sevincimi gizlemeye çalışarak. Yediğim haltın üstüne bir de zafer dansı yaparsam aramız iyice açılırdı. " Ozan'ın hayatına kalkan olmayı bırakacak mısın sahiden?"
Sarsıntıyı göz bebeklerinde gördüm. Senelerdir ilk kez böyle bakıyordu bana, bugüne dek algılarımın kıt oluşunu hep olağan bir durum gibi karşılamıştı. Üstü kapalı şeyler söylediği zaman bunları fark etmemem, çift anlam taşıyan cevaplarını genelde o nasıl anlamamı istiyorsa o şekilde anlamam, ortada bariz çelişkiler varken bile önemsiz teferruatlarda takılı kalmam onun açısından sorun yaratmazdı. Şimdiyse...
"Söylediğim şeyden sadece bu sonucu mu çıkardın?" diye sordu gözlerini gözlerimden ayırmadan. Bir eliyle ağır ağır yüzümü okşuyordu. "Gerçekten mi Melek?"
Ses tonu sakindi, öyle ki benimle konuştuğundan bile emin olamamıştım. Sonra bakışlarım az evvel çıktığımız eve takıldı. Pencereden bizi izleyen gözü yaşlı kız kardeşini ve olası bir sorunda müdahale etmeye hazır gibi görünen babasını görünce neden böyle yaptığını anladım. Fakat bir önemi yoktu, hatta Aras'ın hareketlerini kontrol etmek zorunda olması işime gelirdi benim. Hiç değilse bu şekilde kendimi izah etme şansım olacaktı.
"Dayının benimle aynı fikirde olduğu sonucunu da çıkardım tabi ki." dedim kaşlarımı çatarak. "Ve evet, söylediğin şeyden senin artık Ozan yüzünden kendini tehlikeye atmayacağın sonucu da çıkıyor."
"Hayır, Melek." dedi tane tane. "Ben sana Kütüphaneci'nin bile senelerdir başaramadığı şeyi tek seferde başarmış olmanın garipliğinden bahsediyorum. Ve sen bunun ne anlama geldiğini bal gibi biliyorsun."
"Bak eğer sana emrivaki yaptığım için kızgınsan—"
"Kes artık salağa yatmayı!" diye bağırdı birden. İrkildiğimi görünce duraksadı, dişlerini sıkmaktan çenesindeki kasların gerildiğini fark ettim. Bana bağırmak isterken çocukluk travmalarım yüzünden kendini tutmaya çalışması garip bir biçimde canımı acıtmıştı. Güçsüz hissediyordum kendimi. O yüzden kollarımı bedeninden söküp aramıza mesafe koydum, konuşurken ellerim yumruk halini almıştı.
"Düşüncesizce davrandığımı inkar etmiyorum ki zaten!" dedim çenemi dikleştirerek. "Evet, dayın gibi seninle konuşmak yerine eyleme geçip istemeden de olsa seni buna mecbur bıraktım, onun da farkındayım ve—"
Aniden dudaklarıma yapıştığında sözlerim yarım kaldı, planlar bozuldu ve kuleler yeniden yükseldi. Geri çekilmedim fakat anlam da veremiyordum. Hareketleri çok tutarsızdı, amfideki gibi tartışmanın öfkesiyle beni öpmediğini anlamıştım. Aksine sakindi dokunuşları, bir şeylere ikna etmek ister gibi öpüyordu.
İçimdeki özlemle kaybetme korkusu çarpışırken kollarımı boynuna dolayıp sımsıkı sarıldım ona. Bilsin istiyordum, onu nasıl büyük bir tutkuyla sevdiğimi görsün ve bunun dışında hiçbir şey umurunda olmasın istiyordum. Ben öyle yapmıştım çünkü, zihnimin uyuklayan bir köşesindeki farkındalığıma ve gözlerindeki maviliklerin ardında yatan karanlığı görmeme rağmen onu delicesine sevmiştim. Aynısını ondan da beklemem delilik miydi?
Gözümden süzülen bir damla yaş dudaklarına çarptığında dakikalardır içine gömdüğü öfkesinin infilak ettiğini, hareketlerindeki yapay sakinliğin kaybolduğunu hissettim. Sonra beni gerçekten öpmeye başladı. Öfkeliydi, geri çekilemeyeceğini anladıkça daha da çok öfkeleniyordu ve o öfkelendikçe daha büyük bir açlıkla öpüşüyorduk. Bir noktada pes etmiş olacak ki kolunu belime sarıp kendisiyle birlikte duvarın kenarına, evden görülmeyeceğimiz bir noktaya çekti beni.
Sokağın ortasındaydık, ikimizin de üzerinde kalın kıyafetler ve paltolar vardı fakat teninin ateşini kendi tenimde hissedebiliyordum. Kollarımı boynuna sarıp bedenine yaslandığımda yanağımda duran eli geriye uzanıp saçlarımın arasına karıştı. Dudakları daha büyük bir hasretle gömüldü dudaklarıma, diliyle ağzımın içini keşfederken dizlerimin bağının kesilir gibi olduğunu hissettim. Neydi amacı? Bir amacı olduğunu biliyordum zira geçmişte amaçsızca, gerçekten kontrolünü kaybettiği için beni öptüğü de olmuştu. Şimdiyse beni tahrik ediyordu, aklımı başımdan alıp uzağa fırlatmak ister gibiydi ve kahretsin ki ona istediğini veriyordum.
Nefes almak için geri çekilirken "Seni seviyorum, Tinúviel." dediğini duydum. "Senin de beni sevdiğini biliyorum ama gerçeği bilmek zorundayım. İhanetse de umurumda değil, senden duyduğum sürece tolere edemeyeceğim hiçbir şey yok. Sadece anlat bana, birlikte her şeyin süresinden gelebiliriz."
Yıldızlı bir gece görme umuduyla gözlerine baktım fakat şefkat dolu bakışlarında yalnızca karanlık vardı.
"Ne ihaneti?" dedim titreyen sesimle. "B-benim seni savunmam mı ihanet Aras? Ozan olacak bencil pisliğe haddini bildirdiğim için mi—"
Başını geri çekip yüzümü avuçlarının arasına aldı. "Yapma Melek."
"Neyi?!"
"İkna etme beni!" diye yalvardı alnını alnıma yaslayarak. Kollarımı öyle sıkı tutuyordu ki canımın acıdığını hissediyordum. "Çünkü yapabilirsin. Kafamdaki karışıklığın yönünü değiştirebilirsin ama eğer bana ihanet ettiysen ve bunu gelecekte kendim öğrenirsem—"
Onu itmeye çalıştım. "NE İHANETİ PİSLİK HERİF?!"
"O anlamda bir ihanet değil!" diye çıkıştı bana. "Neden bahsettiğimi biliyorsan bunu şimdi itiraf et bana! Aksi taktirde devam edemeyiz, anlıyor musun? Bu sahiden son şansın!"
Şaşkın bakışlarla yüzünü incelerken onun aldatma gibi bir ihanetten bahsetmediğini anlamıştım. Kandırılmış olmaktan bahsediyordu, muhtemelen ona ailevi meselelerine karışmayacağıma dair söz verdikten sonra bugün burada olay çıkarmış olmamdı problem. Fakat yine de ithamı ağırdı, fazla ağırdı.
"Aras..." dedim gözümden akan yaşlar yanaklarımı ıslatırken. "Şu an beni boş yere gözden çıkardığının farkında mısın? Aklın başında mı senin?"
"Hiç olmadığı kadar." dedi net bir şekilde. "Peki sen bunun gerçekten son şansın olduğunun farkında mısın Melek?"
"YA SEN NE SAÇMALIYORSUN?!" diye bağırdım öfkeyle. "Onca şeyden sonra bu yüzden mi ayrılacaksın benden aptal herif? Ozan denen pislik yüzünden—"
"Ve son şansını da kaybettin." dedi kollarımı bırakıp geri çekilirken. "Biliyor musun? Seni gerçekten affedebilirdim."
Hayır, etmezdin.
Duraksadım. "B-bu da ne demek?"
Beni neyle suçladığını anlayamamıştım ama içimden bir ses sandığım gibi bir şey olmadığını söylüyordu. Ozan'ı kışkırtmakla ya da onun arkasından işler çevirip ailevi meselelerine burnumu sokmamla alakalı bir mesele değildi bu. Aras beni başka bir şeyle suçluyordu. Ne olduğunu bal gibi bildiğim ama yok saydığım bir şeyle...
"Bu, bitti demek." dedi usulca. "Bu, artık benim sevgilim değilsin demek."
Sonra arkasını dönüp gitti.
✵ ────── • ⋅ ༽ ༼༽ ༼ ⋅ • ────── ✵
ARAS
-aynı günün gecesi-
Melek'in ortadan kaybolduğunu duyduğum anda kapıldığım endişe çok şiddetli değildi. İnce bir sızı hissetmiştim. Hafif bir tatsızlık, belki pişmanlık, çokça da ailesine yönelik öfke. Uçağa binip İstanbul'a giderken bir de üstüne endişeyi eklemiştim. Bizim çocuklar uçak inene kadar onu çoktan bulmuş olurdu fakat yarım saatten fazla olacağına ihtimal vermediğim o süre boyunca bu soğuk havada üşümeyecek miydi?
'Eğer Saral'in fedailerinden biriyse üşümesi gerekmediği müddetçe üşümeyecektir.' diye fısıldadı iç sesim.
Günlerdir beynimi kemiren şüpheyi anımsayınca dişlerimi sıktım. İçimde baş gösteren endişe arka plana çekilip yerini öfkeli bir çaresizliğe bırakmıştı. Nasıl başa çıkacaktım bununla? Sekiz gündür doğru düzgün uyku bile uyumamıştım, bulduğum her fırsatta kendi iç dünyama çekilip güvenilir bir sınama yolu arıyordum. Melek'in o rezil fedai takımından biri olmadığını, dört yıldır aptal yerine konmadığımı, yaşadıklarımızın bir amaç uğruna planlanmadığını bilmenin bir yöntemi olmak zorundaydı. Sonuç ne çıkarsa çıksın umurumda değildi, şüpheyle yaşamaktansa gerçeği tercih ederdim.
Elbette bunlar idrâkına varmadan kapıldığım sanrılardan ibaretti. Gerçeği tercih ederim derken gerçeğin Melek'i kaybetmemle sonuçlanacağını biliyordu, fakat bunu tam anlamıyla algılamıyordum. Onu kaybetmenin hayal edebildiğim en kötü şekli ona ulaşamadığım günlerle sınırlıydı. Geçmişte de Melek'ten mahrum kalmıştım ve zor da olsa bununla başa çıkabilmiştim, öyle değil mi?
Kurduğum mantık bu kadar basitti işte. Mahrum kalmakla kaybetmek arasındaki devasa farkı, kaybetmenin içinde kavuşma umudu da olmayacağını hesaba katamıyordum.
İstanbul'a inmemize yirmi dakika kala astım krizi geçirmiş olma ihtimali de endişelerime eklendi. Havada telefon çekmediği için arayıp teyit etme şansım yoktu, bu nedenle olabilecek en kötü şeyi düşünmeye çalıştım. Evden çıkar çıkmaz kriz geçirmediğini biliyordum, çünkü en son bir saat kırk dakika önce bana ulaşmaya çalışmıştı. On dakika sonra mahallelerindeki bakkalın onu sokakta yürürken gördüğünden de haberim vardı. Sonraki on dakika boyunca yeni bir haber gelmemişti ve o ara zaten uçak havalanmıştı.
Uçağa kırk dakika önce bindiğimi ve bakkal haberinin hemen ardından İstanbul'daki tüm korumalara onu bulmaları için haber uçurduğumu düşünürsek, en kötü ihtimalle yirmi dakika önce Melek'i bulmuş olmaları gerekiyordu. Uçağa binmeden on dakika önce başlayan ve uçağa bindikten otuz dakika sonrasına kadar süren bir kör nokta vardı arada. O kör noktaya girdiği anda kriz geçirse ve korumalar onu bulana kadar kimse müdahale etmediyse...
Siktir... Neredeyse kırk dakika boyunca kriz geçirmiş olacaktı.
'Eğer Saral'in fedailerinden biriyse kendi kendine müdahale etmiştir.' diye homurdandı iç sesim.
Bu kez ona pek fazla kulak veremedim. Zihnimdeki şüphe bir anlığına öne çıkar gibi olmuş, ardından endişenin azameti altında kaybolmuştu. Otuz dakikalık bir astım krizi...
Başımı öne eğip ellerimin arasına alarak sakinleşmeye çalıştım. Bu onu öldürmezdi. Hayır, komaya da sokmazdı. Sadece çok acı çekerdi, Saral'in sikik fedailerinden biri olsa bile çok acı çekerdi ve bunu bilmek onun kim olduğunu gözümde daha önemsiz hale getirmişti. Bir fedai olduğuna emin olsam bile Melek'in yarım saat boyunca nefessiz kalacağını düşünmek benim de nefesimi kesiyordu.
Peki ya Melek daha uzun süre nefessiz kaldıysa? Ya korumalar onu yirmi dakika önce değil de on dakika önce bulduysa? Kırk dakika boyunca nefessiz kalırsa komaya girer miydi? Kahretsin ki bilmiyordum. Anlık bir refleksle telefonuma uzandım fakat havadaydık hala. Bu konuda bilgi alabileceğim birileri de yoktu.
'Eğer Saral'in fedailerinden biriyse bir şekilde kendini kurtarmıştır.' diye buyurdu iç sesim.
İç sesime siktir çektim.
-*-
Uçaktan inene kadar saniyeler uzadıkça uzadı. Aklımda bin farklı düşünce vardı, ne yapacağıma bile karar verememiştim henüz. Sırf ortadan kaybolup da endişeden aklımın çıkmasına sebep oldu diye tüm şüphelerimi boşverip kendimi affetirmeye mi çalışacaktım? Ya tam da bu yüzden ortadan kaybolduysa? Eğer bir fedaiyse bu son derece doğal olurdu. Bugüne dek sayısız fedaiye denk gelmiştim ve artık bu adamların neler yapabileceğini biliyordum.
Nasıl anlayabilirdim ki bunu? Öyle olmadığına inanmam için birçok sebep vardı fakat hiçbiri kanıt değildi bunların. Bu sabah babamların evinin önündeyken fedai olduğunu itiraf etseydi tüm belirsizlik ortadan kalkmış olacaktı. Bir şeyin varlığını ispatlamak için onu ortaya koymak yetiyordu, gelecekte yapılabilecek hiçbir ispat durumu tersine çeviremezdi. Bir şeyin yokluğunu ispatlamaksa her daim yıkılma ihtimali olan çürük bir köprü gibi geleceğin sisli belirsizliğinde uzanıyordu. Aksi yönde tek bir kanıtla yıkılabilecek sallantılı bir duvardı.
Fakat fedai olduğunu itiraf etmesi için uğraşmamın sebebi bunu ispatlamanın kolay oluşu değildi. Melek'in sahip olduğu anahtarın önemini biliyordum, sadece Saral düzeninin değil, diğer şeytanın da açmaya çalıştığı bir kapının anahtarıydı bu. Bu nedenle Melek'in bir fedai olması kendi işlevinden ve konumundan habersiz olduğu anlamına gelirdi. Zira hem fedai olup hem de neyin içine bulaştığından haberdar olması durumunda siktiğimin tablosunu bulup hiç düşünmeden Saral'a sunardı ve bu çoktan gerçekleşmiş olurdu. Ama gerçekleşmemişti, öteki şeytanın düzeni de kendisi de hala ayaktaydı. Belki de Melek birileri tarafından manipüle edilerek bir şeylerin içine çekilmişti.
'Emin misin hiçbir şey bilmediğine?' diye fısıldadı şüpheci yanım. 'RSA algoritmasına gösterdiği ilgi sence tesadüf müydü? Telefonundan silinen videodaki detayları düşün. Bunun bir açıklaması olabilir mi?'
Melek'in Lavinia'yı aramak için telefonumu aldığında sildiği mesajı anımsayınca kara bulutlar yeniden üzerime çöktü. Sinem'in klasik trollüklerinden biriydi, Melek rektörlüğü yakmaya çalıştığı güne ait ve belki on kez gördüğüm saçma bir video... O dönemler ikisi de birbirinden hazzetmiyordu, Sinem benim Melek'e olan hislerimden bile habersizdi ve onu rektörlükte yangın çıkarmaya çalışırken görünce peşine takılıp videosunu çekmişti. Ardından kızın karşısına çıkıp onu suçüstü basmış, elindeki videoyu göstererek tehdit etmek gibi bir aptallık yapmıştı.
Olanlara şaşırmamıştım zira birini suçüstü yakalayıp elindeki kanıtı göstererek köşeye sıkıştırmak belaya açık davetiye çıkarmak demekti. Zira aklı başında bir insan suçüstü yakaladığı birini tehdit etmezdi. İnsanların çoğu o an panikle saldırıya geçme potansiyeline sahip olurdu. Melek'teyse o potansiyelin memba vardı. Kendini köşeye sıkışmış gibi hissettiği zaman direkt pençelerini çıkarıyordu.
O gün de farklı davranmamıştı. Sinem onu videoyla köşeye sıkıştırınca önce kızı bir güzel dövmüş, telefonunu fırlatıp paramparça etmiş, finalde de kendini camdan aşağı atarak benim belamı sikmişti. Eğer Sinem videoyu çeker çekmez bana yollamış olmasaydı telefonla birlikte sonsuza dek kaybolurdu. Gerçi az kalsın bunu yapıyordum. Sinem yalvar yakar videoyu silmeden önce ona göndermemi sağlamıştı, sonrasında da ara sıra sinirimi bozmak için videoyu bana yollamak gibi yeni bir trolleme yöntemi geliştirmişti. Her seferinde videoyu açmadan siliyordum ama görür görmez o günü anımsadığım için her halükarda sinir bozucuydu. Rektörlük yangınında Melek'in düşüşünü izlemiştim ve elimden hiçbir şey gelmemişti. Şahit olduğum manzara karşısında hissettiğim çaresizliği hatırlamaktan nefret ediyordum.
Eğer bu sabah telefonumdaki mesajı bana sormadan silip çöp kutusundan bile kaldırmış olmasaydı videoyu asla izlemezdim. Eğer kahvaltı ederken Sinem bana mesaj atıp videoyla ilgili bir şey söylemiş olmasaydı silindiğini bile fark etmezdim. Şimdiyse son on gündür aynı videoyu izliyor, fark ettiğim garipliklere anlam vermeye çalışıyordum.
Videoda Melek arkası dönük halde bilgisayarda oturmuş bir şey yapıyordu. Görüntüde olağandışı hiçbir şey yoktu, zira rektörlüğe gitme sebebi Arzu'nun öldüğü güne ait kamera kayıtlarına ulaşmaktı. Fakat benim dikkatimi çeken şey sesti.
Klavye tıkırtıları... Selanik'teyken bana gelen bir maile onun cevap yazmasını söylediğim zaman klavyede çok hızlı yazamadığını hatırlıyordum. Videodaysa on parmak klavye kullanan bir kız vardı. Uzun uzadıya bir şeyler yazmıyordu ama tuş sesleri çok hızlıydı ve ben günlerdir düşünmeme rağmen Melek'in neden benim yanımda farklı davrandığını çözememiştim.
"Aras!"
Alper'in piste girip koşarak bana doğru ilerlediğini görünce şaşırmadan edemedim. Ne halt etmeye gelmişti ki? Uçağa binmeden önce ona Melek'i bulduktan sonra başında nöbet tutmasını tembih etmiştim.
"Senin burada ne işin var?" diye sordum yanıma geldiğinde. "Umarım onun yanından ayrılmanın mantıklı bir açıklaması vardır— ama dur, önce Melek'i nereye götürdüğünüzü söyle bana."
Tanrım lütfen hastane olmasın...
"Hiçbir yere götürmedik, Aras." diye cevap verdi. "Melek hala kayıp."
-*-
Böylelikle Melek'i kaybetmenin nasıl bir şey olacağını ikinci kez idrak ettim.
Bu idrakı ilk kez yaşadığımda takvimlerde 7 Aralık 2016 gününün yaprağı asılıydı hala. Henüz ona aşık olduğumu kabullenmemiştim, yanağını bir kez bile avucuma yaslamamıştı, kokusu burnuma, teninin sıcaklığı avuçlarıma bulaşmamıştı, henüz saçlarının menekşeler gibi koktuğunu bilmiyordum, bir ağacın altında dudaklarına yapışıp onu dakikalar boyu öpmemiştim. Henüz sevişmemiştik.
"Doğru düzgün anlat bana olanları." dedim sakinleşmeye çalışarak. "Melek'in neden kaybolduğunu öğrendiniz mi?"
"Annesiyle kavga etmişler. Kadın internetteki haberleri görmüş olmalı."
"Ne haberi?"
Şaşkınlıkla baktı bana. "Nasıl yani— bunca saattir görmedin mi?"
Yok, bugün beni çıldırtmadan rahat etmeyecekti bu herif. Neyse ki yüz ifadelerimi okuma konusunda yetenekliydi. Ona attığım bakışı görünce saçma sapan bir soru sorduğunu anlamış olacak ki telaşla açıklamaya koyuldu.
"İkinizin resimlerini çekmişler. Biri restoranda, sen diz çökmüş evlenme teklifi ederken çekilmiş. Diğeri de bugüne ait sanırım, sokakta öpüşürken çekmişler sizi. Saral Holding'in veliahtı evlilik yolunda diye haberler var. Sosyal medyanın gündemindesiniz."
Siktir... Bu hiç iyi olmamıştı. Üstelik arkasından başka bir şeyler çıkacağına da emindim fakat şu an Melek'i bulmaktan başka bir şey düşünemiyordum. Nereye gitmiş olabilirdi ki? Komşularının evine sığınmış olamazdı, uçağa binmeden önce korumalar mahalleyi tarayıp orada olmadığını bildirmişlerdi bana. Zaten ben de komşularından birinin evinde olduğunu sanmıyordum. Aylar önce konsere gittiğimiz gün laf arasında kentsel dönüşüm zımbırtısı yüzünden tanıdık komşularından Mehmet'in ailesi dışında kimsenin kalmadığını falan söylemişti. Fakat sonra Mehmetlerin de oradan taşındığını biliyordum, öpüşmemizin ortasında kapıya dayanıp koli bandı sorduğu için unutabileceğim türden bir detay değildi. Geriye mahallede gidebileceği tek bir yer kalıyordu; Nazmi'nin yanı. Fakat Nazmi Erzurum'daydı, Melek oraya gittiyse bile kapıda kalmış olmalıydı.
Soğuk rüzgar paltoma çarpınca dişlerimi sıktım. Deli gibi kar yağıyordu. Melek'in bu havada bırak sokakta kalmayı, pencerenin yanına bile yaklaşmaması lazımdı!
"Aras, sakin ol." dediğini duydum Alper'in. "Henüz kaybolmasının üstünden iki saat bile geçmedi. Adamlar tüm İstanbul'da onu arıyor—"
"Aramayacaklar!" diyerek patladım birden. "Bulacaklar Alper! Emrine verdiğim binlerce adam yetmezse o piç kurusu fedaileri deliğinden çıkaracaksın, daha da olmazsa Abas'in istihbaratçıları girecek devreye! Sizin bu şehirdeki açık ve sivil bir hedefi iki saat boyunca arama lüksünüz yok!"
"Belki de kapalı bir alandadır? Mantıklı düşünmeye çalış, Melek'in buz gibi havada üstelik o haldeyken yola düşecek kadar apt—"
Elimi kaldırıp susturdum onu. "O halde derken...?"
Yüzünde tek bir kas bile hareket etmedi fakat zihninin içinde dilini ısırdığını hayal ettiğini anlamıştım. Melek'le ilgili bilmediğim bir şeyler vardı. Bu bilgi her neyse, uçağa binmeden evvel bizimkilerin eline ulaşmamış olmalıydı. Aksi taktirde Alper benden saklamazdı. Değil uçağa binecek olmam, sarhoş halde saatte 200 kilometre hızla giden bir aracın içinde bile olsam kötü bir haber aldığı anda söyleyeceğini biliyordum.
"Sen uçaktayken Melek'in kız kardeşine ulaştım." dedi iç çekerek. "O eve girdiğinde Melek ve annesi çok şiddetli bir kavganın ortasındaymış. Anladığım kadarıyla kadın sizin aranızda geçen... Ee, ilişkinizi öğrenmiş ve Melek'i hırpalamış."
"Ne kadar hırpalamış?"
"Epeyce. Ufak kız ablamın dudağı kanıyordu dedi. Evlerindeki soba da devrik haldeymiş, Melek annesiyle itişirken üstüne düşmüş ya da çarpmış olmalı çünkü kardeşi eve girdiğinde kolunu tutarak bağırıyormuş. Sonra kadın Melek'e evden çekip gitmesini söylemiş, o da üstünde gecelikle sokağa fırlamış. Kız kardeşi peşinden gitmeye çalışmış ama— ARAS NEREYE?!"
Ayağa kalkıp arabaya seğirtirken bağırtısı birkaç metre geriden yetişmişti. Dönüp ona cevap vermedim bile. Korku tüm hücrelerimi esir almış, sağduyum büyük bir öfkeyle parçalanmıştı. Melek'in fedai olma ihtimalini fısıldayan sesi bile duymuyordum artık. Bildiğim tek şey onu bulmam gerektiğiydi. Önce evine bakacaktım, sonra komşularının evlerine, Nazmi'nin restoranına, şehirdeki tüm kar örtüsünün içine, Melek'in gidebileceği ve gidemeyeceği her yere gidip bakacaktım.
Gerekirse cehenneme bile.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro