Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Bölüm 48 - Kara Kral

DARK INC. VE KAHROLASI FANBOYLAR

Sevgili TOR Browser sevdalıları, VPN olmadan yaşayamayanlar ve Deep Web'in yedinci katmanında CIA belgeleri arayan liseliler; aranızda Dark fanboylarına yer açın.

Çünkü fena geliyorlar.

Giderek büyüyen Dark yapılanmasının en dikkat çekici tarafı, kurumun resmi misyonu. Onlar diğer bilişim şirketleri gibi daha barışçıl, kardeşçil, balıkçıl bir dünya vadetmiyorlar; Dark topluluğunun misyonu, onların tabiriyle, "yaklaşan dijital yıkımın" önüne geçmek. Kulağa epey havalı geliyor, öyle değil mi?

Ancak dijital yıkım olarak adlandırdıkları şeyin bir yıkım olup olmadığı da tartışma konusu. Sektörün önde gelen firmaları ve bazı fütüristler Dark'ın bir çeşit paranoya ve korku senaryosu üzerinden rant elde ettiğini ileri sürüyorlar. Zira dijital yıkım dedikleri olay, aslında Endüstri 4.0 ve beraberinde getireceği şeffaf dünyanın ta kendisi. Benzer şekilde, Nesnelerin İnterneti olgusu da Dark'ın en temel eleştiri odalarından biri. Topluluk olarak cihazlar arası senkronizasyonun insanların anonimlik haklarını ortadan kaldırdığını ve İnternet üzerinde güvenlik gerekçesiyle yapılan denetimlerin dijital özgürlüğü yok etmeyi hedeflediğini savunuyorlar. Sıradan bir Dark fanboyu için Big Data'nın Deccal'den tek farkı, havalı bir arabasının olmaması. Benzer mantıkla Dark yapılanmasına da bir Mehdilik misyonu yüklüyorlar.

Bununla birlikte Dark'ın Deccal'in ta kendisi olduğunu iddia edenler de var. Bu grubun genelde Google ve Apple fanboyu olma eğilimi gösterdiğini söylersek yanılmış olmayız. Ve elbette ne şiş yansın ne kebap mottosunu benimseyerek Dark'ın Google ve Apple ile perde arkasında işbirliği yaptığını iddia eden üçüncü bir kesim var. Bizlerse TeknoNerd olarak dördüncü kesimin, yani bekleyelim ve görelim diyenlerin arasındayız.

Peki ya siz neredesiniz?

TeknoNerd, sayı 78

.·:*¨༺ ༻¨*:·.

Bu bölümü Kırmızı Anahtar'ın ve şeytan tüylü prensim Yağız Saran'ın yazarı biricik Esra'ma ithaf ediyorum. ❤️ EsraCanlii

.·:*¨༺ ༻¨*:·.

"Dúnedain, Elessar, Elessar şimdi nerede?
Akrabalarınız neden uzaklarda gezinirler?

Kayıp olanın ortaya çıkma zamanı geldiğinde,
Kuzeyden yaklaşacaktır Griler
Ama karanlık bir yol var senin önünde,
Çünkü ölüler, denize giden yolu izler."

Galadriel'in Aragorn'a mesajı

-*-

Karanlık, kusurların üzerine kapanmış bir çift melek kanadıdır.

Karanlık, bir çift melek kanadı gibi bedenimin etrafına kapanmıştı. Uykumun en derin dehlizlerinden başımı çıkardığımda sahiden de kanatlarla sarmalandığımı anladım. Bir adamın güçlü kolları etrafıma dolanmış, beni şefkatle kendine bastırıyordu. Öyle sıkı sarılıyordu ki, kaburgalarımın hafiften sızladığını hissetmiştim.

Zannedersem beni rüyalarımdan ayıran şey de bu sızı oldu. Ve bir de, henüz ne olduğunu çözemediğim başka bir problem... Yarı oturur pozisyondaydım yatakta, belden yukarım geniş bir gövdenin sıcaklığına yaslanmıştı. Göğüslerimin bir adamın göğsünde, yanağımınsa köprücük kemiklerinde ezildiğini hissediyordum. Uykuyla uyanıklık arasında sızlanınca sırtımı saran kollardan biri hafifçe aşağı kaydı. Terk ettiği mevzi soğuk havayla yıkanırken kıyafetlerimin üzerimde olmadığını fark etmiştim.

Ve bu da beni tamamen uyandıran şey oldu.

Çıplak olduğumu anlayınca zihnimin derinlerindeki bastırılmış dehşet de uyandı. Gözlerimi açıp açmadığımı bile anlayamamıştım, etraf zifiri karanlıktı sanki. Üstelik irkildiğimi hissedince etrafımdaki kolların baskısı artmıştı. Dudaklarımdan fırlayan korku dolu bir iniltiyle birlikte bana sarılan kişiyi itmeye çalıştım.

Öyle hızlı hareket etmiştim ki, karşı koyamadı bile. Etrafımdaki kollar çözülürken bir kolumu göğüslerime bastırarak kendimi geriye attım. Sırt üstü yatağa devrildiğimde altımdaki karyola yaylanmıştı. Bir kolumla yataktan destek alarak hafifçe doğrulup duvarın en dibine kadar geriledim. Sırtım buz gibi duvarla buluşurken endişeli bir ses kulaklarıma çarptı.

"Melek, dur-"

Yüzümü perdeleyen saçlarımın arasından bana yaklaşan silueti görünce dudaklarımdan ufak bir çığlık koptu. İç çamaşırımın hala üzerimde olduğu hissedince derin bir nefes almıştım fakat onun dışında çırılçıplaktım. İzlerim de çıplaktı... Üstelik bir yabancı vardı yanımda. Eğer babam bunu öğrenirse-

"Melek sakin ol, benim!" diye seslendi siluet. "Benim, Aras!"

Aras... Adını duymak duraksamama sebep olmuştu. Başımı kaldırdığımda yüzümdeki kızıl perde açılıp arkaya doğru salındı. Yatağın en köşesinde dehşetten tir tir titrerken ona baktım. Aras... İyi de ben neden-

Bana doğru ilerlediğini görünce "Yaklaşma bana!" diye bağırarak kollarımdan birini havaya kaldırdım. "Kıyafetlerim nerede?!"

Onun da üstü çıplaktı. Neler oluyordu? Ne yapmıştık biz? O kadar çok paniklemiştim ki nasıl bu hale geldiğimi bile hatırlayamıyordum. En son öpüşüyorduk... Camın önünde...

Refleksif bir tavırla başımı çevirip cama doğru baktım. Az ötedeki yılbaşı ağacını görmek hafızamda bir şeyleri tetiklemiş, görüntüler ağır ağır zihnime akmaya başlamıştı. Camın önündeki öpüşmemiz, kulağıma fısıldadıkları, Aras beni kucağına alıp yatağa taşırken dışarıda duyduğum havai fişek sesleri...

Nefesimi tutup önüme döndüm yeniden. Yatakta bana yaptıklarını anımsayınca yüzüm alev alev yanmaya başlamıştı. Yetmezmiş gibi az evvel verdiğim tepkiler... Bacaklarımı karnıma çekip diğer kolumu da göğüslerime sardım. Kalbim hala korkudan deli gibi çarpıyordu. Üstelik utanıyordum, hem de çok utanıyordum. Şu an altımda sadece iç çamaşırımla karşısında dururken utançtan yüzüne bakamıyordum bile.

"Melek?" diye seslendi temkinli bir sesle. "Sakin ol sevgilim, konuşalım hadi..."

Ama soyunduğumu hatırlamıyordum. Zaten soyunamazdım ki, yara izlerim vardı benim. Yara izlerim...

Hissettiğim dehşet ona katlandı birden. Gözümün ucuyla bana yaklaştığını görünce başımı şiddetle iki yana salladım. Kollarımdan birini kaldırıp kendimi korumak istercesine öne uzatmıştım. Başımı kaldırmadan kirpiklerimin altından bir bakış attığımda Aras'ın da dehşete düştüğünü fark ettim.  Gözlerinin önünde bambaşka bir yaratığa dönüşmüşüm gibi bir tavırla süzüyordu beni.

"Melek..." dedi temkinli bir sesle. "Beni hatırlıyorsun, değil mi sevgilim?"

Başımı sarsak bir tavırla aşağı yukarı salladığımda derin bir nefes aldı. Hala korkuyordum. Tüm vücudum panikle titriyor, kalbim bir serçenin kalbi kadar hızlı atıyordu. Fakat bakışları karşısında içimde bir şeyler parçalara ayrıldı sanki. Bacaklarımı kendime çekip yatağın en köşesine büzüşürken yanaklarımın ıslandığını fark ettim. Birkaç saniye sonra hıçkırıklarım eşlik etti gözyaşlarıma.

Ağlıyordum. Korku ve panikten içimi çeke çeke ağlıyordum. Göğüslerimi dizlerimle kamufle ederken bir elimle beceriksizce yüzümü sildim. Diğer elimle çarşafa uzanmaya çalışıyordum. Tüm vücudum zangır zangır titrediği için etrafımdaki her şey bulanık bir görüntü halini almıştı.

"Melek..."

"K-kıyafetlerim..." diyerek hıçkırdım. "Giyincem ben-"

"Buradalar, hemen veriyorum!" diyerek panikle arkasını döndü. Bu bir anlık gafleti benim için yeterli olmuştu. Aras başını yataktan aşağı eğip bir şeyler ararken çarşafı vücuduma dolayıp ayağa fırladım. O kadar hızlı hareket ediyordum ki, yataktan çıktığımı fark ettiğinde koltuğu geçmiştim bile. Karanlıkta koştururken arkamdan "Melek, dur!" diye bağırdığını duydum. Dönüp bakmadım bile, panikle antreye dalıp kendimi banyoya attım. Kapıyı kilitlediğimde tek bir saliseyle beni elinden kaçırmıştı.

"Melek, aç kapıyı güzelim!" diye seslendi. "Benim, Aras! Benden mi korkuyorsun gerçekten?"

"K-kıyafetlerimi ne-"

"Burada kıyafetlerin! Kapıyı aç da üzerini giydirelim!"

İsyan eder gibi bir sesle hıçkırdım. "Niye çıkardın ki?!"

"Yara izlerini gördüm!" diyerek korktuğum cevabı verdi bana. "Onlara bakmak için çıkardım. Kim yaptı sana bunu Melek?!"

"KİMSE Y-YAPMADI!" diye bağırdım. "ÇOCUKKEN O-OLDU— OYUN OYNARKEN!"

"Melek—"

"YARAMAZDIM BEN! İNANMIYORSAN GİT ANNEME SOR, Y-YARAMAZLIK YAPARKEN OLDU!"

"Tamam, sana inanıyorum!" diye seslendi. "Aç şimdi kapıyı konuşalım!"

Yalan söylüyordu. Beni oyuna getirmeye çalışıyordu. Bir şeytana asla güvenemezdim.

"DEFOL GİT BAŞIMDAN!" diye haykırdım bu kez. "N-NE HAKLA— SEN NASIL SOYARSIN BENİ?!" 

Panikten deliye dönmüştüm. Aras kapıyı yumruklarken kendimi kaybetmiş bir halde etrafta bir kaçış noktası aramaya başladım. Buradan çıkıp gidebileceğim bir delik, saklanacak kuytu bir yer... Fakat yoktu, lanet olsun ki dolaplar bile fazla küçüktü! Üzerimden çözülen çarşafı yeniden vücuduma sararken kapıdan olabilecek en uzak noktaya, duvarın en köşesine kaçtım.

Eninde sonunda yara izlerimi ona itiraf edecektim ama böyle olmamalıydı. Bu şekilde değil... Hiç beklemediğim bir zamanda, uykumun en savunmasız anında tüm sırlarımı gömdüğüm izler ifşa olmuştu. Üstelik Aras az sonra içeri girip her şeyi anlatmam için zorlayacaktı beni. Aynı şeyleri tekrar tekrar yaşayacaktım. "İstemiyorum!" diye hıçkırarak isyan ettim.

Geçmişle yüzleşmek istemiyordum. Beni anlaması gerekiyordu, hatırlamadığım anıları sandıklardan çıkarmaya hazır değildim henüz. Karanlığa tekrar bakmak istemiyordum. Zamanında öyle çok bakmıştım ki, bu kez karanlığın da bana bakacağını biliyordum.

Koluma inen dirseğin görüntüsü zihnimde belirince inleyerek başımı yana çevirdim. Dayak yemek istemiyordum, canımın yanmasını istemiyordum, çıplak kalmak istemiyordum, tenimi oymak, ruhumu kazımak, aşağılanmak, kaçmak istemiyordum. Peki ya izler? Senelerce yüzümü kaşımaya bile korkmuştum ben, hala da korkuyordum, korkacaktım, en sonunda korkmaktan bile korkan bir korkuluk olacaktım.

Hüngür hüngür ağlarken kendimi yere bırakıp kollarımı kafamın üstüne sardım. Üzerimdeki çarşafa sımsıkı tutunuyordum, dışarıda birileri kapıyı yumrukluyordu. Durması için yalvarmak istedim fakat ağzımı açtığım anda boğazıma düğümlenmiş hıçkırıklar serbest kaldı. Sesler arttıkça başımı dizlerimin dizlerimin arasına gömüp duvarın kenarına iyice büzüştüm. Eğer yeterince az alan kaplarsam görünmez olacağıma dair inancım depreşmişti yine.

Sonra sessizlik sardı etrafı. Kısa süreliğine... Uzaklaşan ayak sesleri, çok geçmeden yaklaşan ayak seslerine evrilip sessizliğe renk kattı. Kapıdan yükselen tıkırtıları duyunca bacaklarımı karnıma çekip iyice kıvrıldım karların arasına. Benim kusurlarımı karanlık değil, aydınlık gizliyordu. Sırtımda bir çift melek kanadı taşısaydım, bilirim, rengi karlar kadar beyaz olurdu.

"Melek!"

Kapı açıldığında iyice büzüştüm köşeye. Keşke ona gitmesini söyleyebilseydim. Keşke bardaki akşam ona arkamı dönerek yaptığım gibi beni acımla baş başa bırakıp gitseydi. Fakat gitmedi.

Karların arasında kaybolmaya çalışırken Aras'ın bir şeyler söyleyerek yanıma diz çöktüğünü duydum. Serin hava üzerime yağıp kollarımla kamufle ettiğim vücuduma sızıyordu. Geçmiş, zihnime sızıyordu.

"Sevgilim, beni duyuyor musun?"

Sımsıcak elini çıplak sırtımda hissedince elimde olmadan irkildim. Utandığımı düşünmüş olacak ki, ellerimi bırakıp belime kadar sıyrılmış çarşafı tekrar üzerime çekti. O ana dek çarşafın sıyrıldığından bile haberim yoktu. 

"Gevşemeye çalış, Melek." dediğini duydum onun. "Güzelim sana ulaşmama izin ver."

Ben bile kendime ulaşamıyorken ona nasıl izin verecektim ki? Biri tenimi kazısın istiyordum, bir akrep gibi kendi kendimi zehirleyerek ölüp yaşadıklarımdan ve yaşattıklarımdan kurtulmak istiyordum. Fakat o buna müsaade etmiyordu.

Onun beni konuşturmaya çalışacağını fark edince bacaklarımı iyice kendime çekip kollarımı etrafına sardım. Kendi içime kapanmaya çalışıyordum, bir zindana sığınıp ondan kaçmaya... Buna da izin vermeyip bileklerimi kavradı elleriyle. Kollarımı tek hamlede birbirinden ayırdığında dişlerimin arasından beni bile şaşırtan öfkeli bir ses çıkmıştı. Cenin pozisyonu alıp inleyerek öne arkaya sallanmaya başladım.

Sinir krizi geçirirken kendine kenetlenen bir insanı açmanın tek yolu parçalamaktır derler. Ve sanırım Aras da bunu biliyordu. O yüzden beni parçalamaya çalışmaktan vazgeçip geri çekildi. Çarşafı iyice vücuduma doladıktan sonra kaskatı kesilmiş bedenimi kollarının arasına aldığını fark ettim. Kendimi sıkmaktan çenem ağrımaya başlamıştı. Dakikalardır dişlerimi birbirine kenetlediğimi idrak edince korkuyla başımı kucağına gömdüm.

İçeri geçtiğimizde beni tekrar yatağa yatırdığını hissettim. Çarşafı nazikçe bedenimden sıyırırken kollarımı tekrar göğüslerime kapatmıştım. Hiçbir şey söylemeden atletimi geçirdi başımdan. Sımsıkı kapattığım kollarımı da zar zor atletin iplerinden geçirdikten sonra pijamamı giydirdiğini fark ettim. Ardından üstüme kalın bir pike örtüp yanıma oturdu. Benimle bir şeyler konuşmaya çalıştı sanırım. Tir tir titriyordum hala, Aras soru sordukça daha çok kapanıyordum içime.

Ve en sonunda vazgeçti. Beni parçalayarak açmak yerine kucağına çekip kollarını bir küre gibi etrafıma doladı. Yine o hayali sığınağa girmiştik. Burada kimse bize zarar veremezdi, biz bile acıtamazdık birbirimizi. Burada güvendeydik.

Başımı koynuna saklamış titrerken "Geçti artık, Meleğim..." diye fısıldadığını duydum. "Söz veriyorum, bundan sonra kimse sana zarar veremeyecek. Ben de dahil..."

Burnumu çekerek daha çok sokuldum ona. Kolları kocamandı, göğsü, gövdesi, şefkati kocamandı. Öyle sıkı sarılıyordu ki, hayatımda ilk kez bu kadar güvende hissediyordum. Sıcaklığının verdiği huzurun içindeyken kendimi zorlayıp bir iki kelime etmeye çalıştım.

"Babam..." dedim titrek bir sesle. "Başka sorma, ne olur... H-hatırlamak istemiyoru-"

"Şş... Tamam..." diyerek eğilip alnımı öptü. "Tamam, sormayacağım. Yeter ki sen iyi ol. Yeter ki korkma benden..."

Boynundaki başımı hafifçe çevirip dudaklarımı sakallarına sürttüm. Derin bir nefes aldığımda kokusu ciğerlerimde karlı kayınlarla dolu bir ormana dönüştü. Onun beni bırakmadan pikeyi aramızdan çektiğini hissettim, yatağa uzandıktan sonra bir eliyle yorganı tekrar örttü üzerimize. Başımı göğsüne yasladığımda biraz olsun rahatlamıştım. Bu işin peşini bırakmayacağını elbette biliyordum fakat hiç değilse üzerime gelmeyecekti artık.

Bir süre sonra iç çekişlerim durulmaya başladı. Hatırlayamadığım bir şeyler mırıldanarak başımı göğsüne gömerken Aras'ın elini yanağıma koyduğunu fark ettim. Sıcacıktı avucunun içi... Uykuya daldığımda bir çift siyah kanadın tenimi sarmaladığını hissetmiştim. Ardından gökyüzüme gerilip kabuslarımla aramda bir kalkana dönüştü. Sabaha karşı hava daha çok soğudu sanırım, bir pike daha serildi üzerime. Görmediğim kabuslara ağlarken tüy gibi öpücükler saçlarıma düştü. Uykular boyu saklandım bir adamın göğsüne. Hayatımda gördüğüm en güzel düştü.

✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧

Hiçbir şeyi olmayan bir insanı çaresiz bırakmanın en kolay yolu, ona bir iyilik yapmaktır.

Çünkü karşılıksız iyilik diye bir şey yoktur. İyilikler olsa olsa maddi anlamda karşılıksız olur; bu durumda da iyilik, kişinin vicdanına yüklenen manevi bir borçtur. Bu yüzden de hiçbir şeyi olmayan insanlar, karşılıksız bir iyilik karşısında çaresizdirler. Zira onlar bu bedeli, özgürlükleriyle öderler.

Belki de bundan ötürü birilerinden yardım istemek benim için bu kadar zordu. Geçmişte gördüğüm tek tük iyiliklerin bedelini bile ödeyememiştim hala. Zindanda geçen yıllarım çoktan sona ermişti. Fakat nereye gidersem gideyim manevi borçlarımın boyunduruğu vardı omzumda.

"Melek?"

Birinin bana seslendiğini duyunca homurdanarak yatakta yan döndüm. Ellerim istemsizce Aras'ı aramaya başlamıştı, yorganla yastıklarda bedeninin sıcaklığını bulmaya çalışıyordum.

"Bence uyan artık, yoksa döndüğünde Aras'ı şişmiş bir suratla karşılayacaksın."

Aras döndüğünde mi? Onun bir yerlere gittiğini anlatınca gözlerimi araladım, koynuna sığındığım sıcaklık kaybolup gitmişti sahiden de. Yattığım yerde doğrulup şaşkın bakışlarla etrafı süzerken mutfaktan gelen bir takım tıkırtılar çalındı kulağıma. Birkaç saniye sonra içeriden bir kadın sesi yükseldi.

"Günaydın Melek!"

Leyla... Vestiyerin yarı aralık kapağına baktığımda mutfaktaki yansıması gözüme çarptı. Aras nereye gitmişti? Neler olduğunu anlamaya çalışırken yansımanın kapıya doğru yürüdüğünü gördüm. Bir an sonra güleç yüzlü bir kadın görüş alanıma girdi.

"Gördüğün üzere, yine bana emanetsin..."

Bacaklarımı karnıma çekip sırtımı yatak başlığına yasladım. Diyecek bir şey gelmemişti aklıma. Dün gece olanları hatırladıkça içimdeki panik daha çok artıyordu. Aras nereye gitmiş olabilirdi? Onun bu işin peşini bırakacağını hiç sanmıyordum, Leyla'yı başıma diktiğine göre-

"İzleri gördü, değil mi?"

Kadının sesini duyunca umutsuz bir tavırla ona baktım. Başımı salladığımı görünce iç çekerek konuştu.

"Deliye dönmüştü Melek... Onu hiç böyle görmemiştim."

"Nereye gittiğini biliyor musun?"

Sorumu duymazdan gelerek yatağın biraz ötesindeki koltuğa oturdu. Yüzünde minik bir tebessüm belirmişti, altında benim bilmediğim onlarca anlam yatan bir tebessüm... Başımı yatak başlığına yaslarken bu ufak tefek, gencecik kadına baktım. Muhtemelen henüz otuz yaşında bile değildi fakat gözlerinde otuz tane otuz yaş devirmiş gibi bir insanın dinginliğini taşıyordu. Zaman zaman Aras'ın gözlerinde de görüyordum bu ifadeyi. Onların gözlerine bu ifadeyi yerleştiren geçmişlerinden ölesiye nefret ediyordum.

"Hep yanlış sorular soruyorsun Melek." diye gülümsedi. "Aras nereye gitti? Ne önemi var ki bunun? Çok merak ediyorsan söyleyeyim, İstanbul'a gitti Aras. Bu bilgi senin ne işine yaradı şimdi?"

Kaşlarım çatıldı hafifçe. "Anlamıyorum..."

"Sana kilit bilgileri verecek sorular yerine teferruatlara giden soruları soruyorsun." dedi sakin bir üslupla. "Umarım savcı olmak gibi bir hedefin yoktur."

Kafam büsbütün karışmıştı. "Neden ki?" diye sordum saf saf. "Konunun savcılıkla ne ilgisi var ki?"

Gülümseyerek arkasına yaslandı. "Soruşturmanın kralı neden cumhuriyet savcısıdır biliyor musun?"

Bu lafı fakültede birkaç kez duymuştum aslında. Kovuşturmanın kralı mahkeme, soruşturmanın kralı savcıdır... Eskiden bu soruşturmanın kralı ünvanının savcılara soruşturmada sahip oldukları yetkiler yüzünden yakıştırıldığını düşünürdüm. Şimdiyse Leyla başka bir noktayı işaret ediyordu sanki.

"Soru sormayı çok iyi bildikleri için mi?"

"Gerçek savcılar için konuşuyorsan, evet." diyerek başını salladı. "Örneğin senin kayın peder gerçek bir cumhuriyet savcısıydı. DGM'nin efsanelerinden... Ben o dönemler çocuktum ama istihbarat büroda hala Kara Kral lakabıyla adını anarlar. Zamanında öttürmediği adam kalmamış."

İşte bu konular çok ilgimi çekiyordu. Aras'ın bana kaybettirdiği en önemli şeylerden biri de Hakkı Karadağ ile iletişim kurma fırsatıydı. Benim için efsane gibi bir şeydi o adam, gideceğim okulun akademisyen kadrosunda olduğunu duyunca sevinçten havalara uçmuştum. Nihayet hayran olduğum hukukçuya ulaşabilecek, kitaplarında anlattıklarını bizzat ondan dinleyebilecektim. Fakat oğlu fena çarpmıştı beni. Aramızdaki ilişki yüzünden Hakkı Bey'i gördüğümde kaçacak delik arıyordum resmen.

"Acaba soruşturmada ne gibi yöntemler kullanıyordu?" dedim kendi kendime. "Şiddete başvuracak hali yok sonuçta."

Yüzünde düşünceli bir ifadeyle "Sivil sorgularında son derece beyefendi bir görünüm çizermiş diye duymuştum." dedi. "Ama iş istihbaratçı, üniformalı, teşkilatçı sorgulamaya gelince beyefendilik sökmez... Ziverbey Köşkü'nü bilir misin sen? Üst düzey adamları sorgularlar orada. Hakkı Bey oraya da girmiş midir bilemem ama teşkilattan çok köstebek ayıkladığını bilmeyen yok. Zaten gerçek savcı da bu noktada belli olur. Yoksa sivilleri konuşturdu diye adama kral demezler, onları babam da konuşturur."

Şaşkınlıktan ağzım bir karış açık kaldı. "Hakkı Bey sorguda şiddet mi uyguluyordu?"

"İstihbaratçı sorgusuna girerken gömlek kolları katlanır yavrum." diyerek güldü Leyla. "Ha, yumruk atmak işin püf noktası değil elbette. Kilit nokta psikolojik şiddettir, fiziksel şiddeti karşı psikolojik şiddeti desteklemek için yerine göre kullanırsın."

"Psikolojik şiddet derken?"

"Sorguladığın kişinin egosunu yok etmekten bahsediyorum." diye cevap verdi. "Güçsüzlüğünü yüzüne çarpmaktan... Sorgu odası penceresiz olur Melek, tepeden beyaz ışık vurursun ki adam kendini iyice baskı altında hissetsin. O meşhur mafya babaları, çete liderleri, milletin eteğini öptüğü kabadayılar o odalarda ne hale gelir bir bilsen. Ağlamaya başlayanlar, çocukluk travmalarını itiraf edenler, el pençe divan olanlar... En güçlü olanlar genelde en çabuk çözülenler olur, hiçbir şey kaybetmemiş adamlardan çok şey alırsın. Bu yüzden de en çok kaybedecek bir şeyi kalmamış olanlardan korkulur."

"İyi de onun vardı..." diye mırıldandım. "Hakkı Bey... Savcılık dönemlerindeyken bir ailesi, karısı, çocukları vardı."

"Ama bir geçmişi yoktu." diyerek başını eğdi. "Adından bile vazgeçmiş bir adamı elinden sahip olduklarını alarak durduramazsın. Aksine daha da çok güçlenir. Kara Kral'ın en parlak dönemi de 17 Ağustos'ta başlamıştı."

İroniyi sindirmekte güçlük çektim. Leyla haklıydı fakat gözardı ettiği bir nokta vardı. Kara Kral'ın yükselişi başlarken Hakkı Karadağ'ın da düşüşü başlamıştı.

"Peki ya Aras?" dedim duyacaklarımdan korkarak. "Babası onun sırtındaki izleri görse mesela... İzleri geçtim sadece vurulduğunu bile bilse ondan kuşkulanır. Evet, Hakkı Bey artık savcı değil ama kamuoyu üzerinde etkisi var. Açığa çıkardığı belgelerle kaç kişinin ipini çektirdiğini duymuşsundur. Kendi oğluna ayrıcalık tanıyacağını hiç sanmıyorum, onun da ipini çeker."

"Eğer oğlunun kim olduğuyla yüzleştikten sonra ayakta kalabilirse tabi." diyerek ekledi.

"Kim?" dedim yataktan kalkıp onun yanına geçerek. "Aras kim? Bunları bana anlattığına göre Aras bazı şeyleri öğrenmemi istiyor artık. Ondan duyarsam daha fazlasını sorarım diye seni aracı seçti, haksız mıyım?"

Başını sallayarak onayladı.

"Öyleyse onun kim olduğunu söyle bana."

"Birden fazla hayatı var, Melek." diyerek iç çekti. "Topluma gösterdiği kimliğini dedesinden devraldı. İbrahim Saral, ya da biz istihbaratçıların deyişiyle Hükümdâr... Şu anda Saral Grubu'nun görünen yüzü hala Ertuğrul Saral ama yakında büyük bir etkinlikle koltuğu yeğenine devrettiğini cemiyete ve basına duyuracak diye biliyorum."

"Peki ya topluma göstermediği kimliği?" diyerek üsteledim. "O hangi kimliği oluyor?"

Sessiz kaldı. Bu, bana söylemeye izinli olduğu konulardan biri değildi anlaşılan. Derin bir nefes alarak "Bana hiçbir şey anlatmasa da biliyorum Leyla, Aras'ın karanlıkta olduğunun farkındayım." dedim. "Babasıyla iki zıt yolda ilerlediklerini görebiliyorum. Eninde sonunda karşı karşıya gelecekler."

Leyla'nın söyleyecek çok şeyi olduğunu görebiliyordum, fakat söylemedi. Hafifçe gülümserken bakışlarında yalnızca geç kalınmışlık vardı.

✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧

ARAS
sene 2010

Zenginlik tam anlamıyla hayatımı sikmişti. Reddi mirastan vazgeçerken hayatımda çok da bir şey değişmez diyerek avutuyordum kendimi. Olaya tepeden dalma değil, kıyıdan köşeden yavaş yavaş dahil olacaktım, planlarım bu yöndeydi. Mal varlığının kendi kendini idare edebilen bir şey olduğunu sanmıştım. 

İlk günler sahiden de öyleydi aslında. Mesela Suzan'la öğrenci evimizden taşınmam bir ay sonra gerçekleşmişti. İkametgahım yalıda görünüyordu, Özer puştuna inat orayı ana karargahım yapmıştım fakat düzenli olarak kaldığım bir yer değildi. Suzan'ı Emre'nin velayeti için gerekli diyerek şehir merkezindeki lüks bir daireye itelemiştim, yine aynı bahaneyle tapu ile yüklü bir miktar para da onun üstüne geçmişti. Lavinia'nın hayatında bir değişiklik yoktu, itiraf etmeliyim ki Özer piçi kardeşimden hiçbir şeyi esirgememişti. Bu yüzden yurtdışındaki düzene hiçbir müdahalede bulunmamıştım, Özer'i o düzenden men etmek bırakmak dışında...

Fakat sorun şu ki, piç kurusu dedem bozuk para biriktirir gibi gayrimenkul biriktirmişti. Başta hafta bir iki kez, sonra haftada üç dört kez ve artık haftanın her günü onun adamları ve avukatlarıyla görüşmem gerekiyordu. Gayrimenkullerin birçoğu boştaydı, onların kiraya verilmesi ve kiracı zımbırtılarının takip edilmesi gerekiyordu. Tadilat işleri birikmişti yığınla, vergisi ödenmesi gereken mülkler ve kamulaştırmaya gitmemesi için düzenli aralıklarla kontrol edilmesi gereken araziler vardı.

Ve en önemlisi, şirket vardı.

Fabrikalar ve holding dahil tüm şirket işlerini dayımın üstüne yıkmıştım. Ben şu gayrimenkul ve diğer mal varlıklarıyla başa çıkmayı öğrenene kadar ağır topu o idare edecekti. Fakat evrak işlerini üstümden atamazdım, dayım olacak pezevenge güvenip önüme her konan belgeye imza atacak değildim. Tamam, dayımın malda mülkte gözü yoktu ama tehdit ve şantaj konusunda bir dünya markası olduğunu biliyordum.

Üstelik sadece o değil, şirketteki kodaman amcalar da vardı. Özer'in adamlarından bahsetmiyordum bile. Bir belgeye imza atana kadar günlerce üzerinde araştırma yapmam ve dümene gelmediğime emin olmam gerekiyordu. Çok zorda kalırsam imzayı sağ elimle değil, sol elimle atıyordum. Böylelikle ileride başıma iş açılırsa imzanın sahte olduğunu iddia edip mevzudan sıyrılmak gibi planlarım vardı. Kendi şirketimde evrakta sahtecilik yapıyordum, fırıldaklıkta zirveyi görmüştüm resmen.

Ve elbette, tüm bunlar olurken saftirik genç veliahtı oynamayı ihmal etmiyordum. Herkese gülümsüyor, şirketteki kodaman amcalara onlardan öğreneceğim çok şey olduğunu söyleyerek beni yönettiklerini düşünmelerine izin veriyor ve her zaman cevabını bildiğim soruları soruyordum. Bu sayede kimin dürüst, kimin manipülatör olduğu da yavaş yavaş ortaya çıkıyordu.

Babamdan ise hala ses seda yoktu. Başlarda ben de gurur yapıp onu aramamıştım ama bir buçuk ayın sonunda direncim kırılmıştı. Aramızda çok fazla bağ yokmuş gibi görünse de babam benim hayatımda bir denge unsuru gibiydi. Onun yokluğunda yalpalıyordum, üstelik siktir yemiş olmanın verdiği kuyruk acısı da vardı üzerimde. Fakat bu sefer beni gerçekten silmiş gibi görünüyordu, ona hiçbir şekilde ulaşamamıştım. Evine gittiğimde kapıyı bile açmamıştı puşt herif. Ben de kapısının önünde bağıra çağıra nasıl bir pezevenk olduğunu, annem hayatta olsa böyle artistlikler yapamayacağını, ileride peşimden koşsa bile dönüp yüzüne bakmayacağımı, yaşlanınca onu huzur evine kapatacağımı falan söylemiş, sonra da elime koca bir taş alıp salonunun camını kırmıştım. Pencereye çıktığında yüzüme bile bakmadan perdeyi çekmişti.

O günden sonra bir daha ayağına gitmeyeceğime dair yeminler etmiştim ama gideceğimi biliyordum. Erzurum bile babamı benden almayı başaramamıştı. Küçük bir köpek yavrusu gibi peşinde dolandığımın farkındaydım fakat umudumu bir türlü kesemiyordum işte. İçimde hala bir şeyleri telafi edebileceğimize dair aptalca bir inanç vardı. Gururumdan bile güçlü bir inanç...

Düşüncelere daldığımı fark edince başımı kağıtlardan kaldırdım. Holdingin en üst katındaki toplantı odalarının birinde oturmuş, önümdeki kağıt yığınına bakarak gözlerimi ovalıyordum. Neyse ki bu seferki sadece yorgunluktandı. Dün nihayet Suzan'ın evinde devrilerek üç günlük uykusuzluğumu sona erdirmiştim. Kendisi şirketteki evrak işlerinde bana yardımcı oluyordu, sıfır hukuk bilgimizle tüm gün kitapları falan karıştırıp neyin ne olduğunu anlamaya çalışıyorduk. Aptal karı ben uyuduktan sonra sabaha kadar dosyaların başında oturmaya devam etmiş, ben evden çıkarken de bu kez o devrilmişti. Tıpkı benim gibi uykusu ağır olduğu için akşam gittiğimde onu tekmeleyerek uyandırmak zorunda kalacaktım muhtemelen.

Toplantı odasının kapısı çalındığında homurdanarak kalemi elimden bıraktım. Gelen bu kez de asistan kızdı. Bir önceki asistanla tuvaletteki maceram dayımın kulağına gidince kızcağızı göndermişlerdi şirketten. O günden beri asistanlardan ve bilimum şirket çalışanlarından uzak duruyordum. Ama bana kalırsa dayımın da biraz anlayışlı olması gerekiyordu, sonuçta benim de bir takım ihtiyaçlarım vardı. Neslihan'dan bir ay önce net bir şekilde ayrılmıştım, işlere ayak uydurana kadar eğlence hayatına ayıracak vaktim de olmayacaktı.

İşte tam da bu yüzden anlayış göstermek zorundaydılar. Zira başıma açtıkları tüm belalara, üzerime yıkılan tüm sorumluluklara ve beni mahrum bıraktıkları birçok şeye razı gelebilirdim fakat kalkıp da benden lisedeki elizabeth yıllarına dönmemi beklerlerse orada külahları değişirdik. On sekiz yaşındaki bir makina mühendisliği öğrencisinin testosteron seviyesini hafife almamaları gerekiyordu. Eğer tepem atarsa tüm şirketi Özer'in üstüne devredip ortalıktan arazi olmayacağımı ben bile garanti edemezdim.

"Buyurun efendim, kahvenizi getirdim."

Asistan kız mevcut dekoltesi yetmiyormuş gibi kahveyi masaya bırakırken de epey eğilmişti. Zihnimde babamın centilmenlik öğütleri yankılandı birden. Hele son görüştüğümüzde söyledikleri epey etkilemişti beni. Senin için giyinmediği sürece bir kadına ikinci kez dönüp bakmayacaksın.

Kendi içimde bu söze bir kez daha hak verdim ve asistan kızın memelerine baktım. Elbette baktım. Başka ne olacaktı ki? Ergenlikle ya da mühendislikle alakası yoktu bunun, dekolteye her erkek bakardı. Bir makina mühendisi, koskoca haremi olan bir padişah ya da yüzlerce kadınla yatmış bir playboy, kim olduğumuzun bir önemi yoktu; eğer dekolte verecek şekilde eğilirseniz biz o memeye bakardık. Babam gibi aşktan gözü kör olmuş istisnalar bu gerçeği çürütmeye yetmezdi.

Asistan kız ağır hareketlerle doğrulurken bakışlarımı dekoltesinden çekip kahveye göz attım. Üstüne basa basa sade olsun dediğim halde krema ve süt tozundan beyaza dönmüş bir sıvı vardı içinde.

"Bir sorun mu var Aras Bey?"

"Kahvede krema istemediğimi özellikle belirttiğimi hatırlıyorum." dedim onu tepeden tırnağa süzerek. "Ama burada bir insanı baştan aşağı kremaya bulamaya yetecek kadar var."

Eğer Suzan burada olsaydı, üçüncü sınıf porno filmlerini aratmayan flört tekniğim karşısında gülmekten yerlere yatardı. Ve hayatımın geri kalanı boyunca bu rezilliğimle dalga geçmeyi ihmal etmezdi. Fakat asistan kızın hoşuna gitmişti anlaşılan.

Muhtemelen o da aynı tekniği ortalama tipte ve asgari ücretle çalışan bir erkekten duysaydı bu tepkiyi vermezdi ama bana gelince cilveli bir şekilde kıkırdadı. Kalemimi elime alıp kağıtlarda gezdirirken onun hafifçe masaya yaslandığını fark ettim.

"Afedersiniz, sade dediğinizi duymamışım." diye şakıdı. "Kahveyi kendi zevkime göre hazırlamıştım ama isterseniz hatamı telafi edebilirim."

Kusura bakma Kütüphaneci. Ben bu hatunu götürürüm.

"Telafiye gerek yok." diyerek gülümsedim ve önümdeki kağıtları gösterdim. "Ama şu kısmı anlamamda bana yardımcı olursanız sevinirim. Bu arada isminiz neydi?"

Dibime girip kağıtlara eğilirken gülümsedi. Bir eliyle bacağıma tutunarak destek alıyordu. "Eda."

"Peki sence burada yazanları nasıl yorumlamam gerekiyor Eda?"

Kağıdın üst kısmındaki "Öğle arası?" yazısını işaret ettiğimi görünce sırıttı. "Bence olumlu bir yorumu hak ediyor."

"Yardımın için teşekkürler." diyerek kalçasını kavradım elimle. Öteki elimi kahve fincanına uzatıp parmağımı üstteki krema tabakasına daldırdım. "Bir sonraki kahveyi bol kremalı getirirsen sevinirim. İki numaralı konferans salonunda olacağım, hani şu banyolu olan."

Kremalı parmağımı dekoltesinden içeri kaydırınca yüzündeki gülümseme genişlemişti. Bacağımda duran elinin kasıklarıma doğru ilerlediğini fark edince öğle arası fikrinden cayar gibi olmuştum. Babamın hayırlı işlerin çok bekletilmeden yapılması gerektiğiyle ilgili bir sözü vardı, bu kez hayırlı bir evlat olup onun sözünü dinleyecektim.

Dinleyemedim. Tam kızı kafasından tutup masanın önünde diz çöktürmeyi planlarken kapı açıldı ve bir adam pat diye içeri girdi. Asistan kız alelacele toplanmaya çalışmıştı ancak gelen adamın kızın göğsünden çıkan elimi gördüğünü biliyordum. Neler döndüğünü anlayınca kaşları çatıldı birden, gözlerini kaçırarak bir adım geriledi.

"Afedersiniz Aras Bey, sizin bu kadar erken geleceğinizi tahmin etmiyordum."

Adamın kim olduğunu anlayınca ben de toparlandım. Dedemin en has adamlarından biriydi bu, Turan Bey. Telefon açıp benimle önemli bir konu hakkında konuşacağını söyleyince adama bugün öğleden sonra şirkette olacağımı bildirmiştim. Yalnız saat henüz öğlen bile değildi.

"Aynı şeyi ben de sizin için düşünmüştüm." diyerek içtenlikle tebessüm ettim. "Ama madem ikimiz de buradayız, öyleyse şimdi görüşebiliriz."

Başını kaldırdığında gözleri bir anlığına asistan kıza takıldı ve büsbütün mahcup olmuş gibi göründü. Muhtemelen kızın memesindeki kremayı görmüştü. Bakışlarını nereye kaçıracağını bilmeyince telefonunu çıkarıp hatun odadan çıkana kadar onunla oyalandı. Bu esnada ben de yüzüme son derece masumane bir maske yerleştirerek kağıttaki öğle arası yazısını sildim. Toplantı odasının kapısı kapandığında adam telefonunu cebine atıp bana doğru ilerledi.

"Tekrar kusura bakmayın," dedi çaprazımdaki koltuğa otururken. "Eğer meşgul olduğunuzu bilseydim-"

"Kapıda beklemenizi gerektirecek bir durum yoktu, Turan Bey."

"Kapıda beklemezdim zaten Aras Bey." diyerek tebessüm etti. "İçeri girip size buranın kerhane olmadığını hatırlatırdım."

Şaşırdığımı inkar edemezdim. Şirkete geldiğim günden bu yana yalakalığa ve pohpohlanmaya öyle alışmıştım ki, duyduklarım dumura uğratmıştı beni. Bir dakika... Ciddi ciddi kerhane mi demişti o? Adamın jilet gibi takım elbisesine ve tam bir İstanbul beyefendisini tanımlayan dış görünüşüne bakınca bu da beklenmedikti. Gülmekle gülmemek arasında kalmışken kapının bir kez daha çalındığını duydum. Turan Bey benden önce davranıp tok bir sesle konuştu.

"Gel."

Kapı açıldığında insan kaynaklarında görevli bir kadının geldiğini gördüm. Beni tanımıyordu elbette, doğrudan yanımdaki adama bakmıştı.

"Beni emretmişsiniz efendim."

"Yönetim katında görevli Eda Hanım'ın şirketten çıkışını yapın." dedi Turan Bey ciddi bir tavırla. "Size daha önce de söylemiştim, bu katta görevli asistanların hepsinin kıdemli ve en az yirmi yıllık iş tecrübesine sahip kişilerden oluşması gerekiyor. Buna göre yeniden bir düzenleme yaparsanız sevinirim Suna Hanım. Bugün içinde."

Kadın vakur bir tavırla başını salladı. "Elbette efendim. Hemen konuyla ilgileniyorum."

"Teşekkürler, çıkabilirsiniz."

Kadın dışarı çıkıp kapıyı kapattığında ıslık çalmamak için kendimi zor tuttum. Dedemin vezirine bak sen... Gözlerimi kısarak adamı incelerken onun da önümde duran kitapları ve kağıtları incelediği dikkatimden kaçmamıştı. Yüzünde hafiften şaşkın bir ifade vardı.

"Bunlar okul kitapları mı?"

"Vize haftasındayız." diyerek iç çektim. "Muhtemelen nerede okuduğumu biliyorsunuzdur."

"Evet, İTÜ Makina." dedi çenesini sıvazlayarak. "Açıkçası benim için şaşırtıcı olmuştu. Genç veliahtlarda akademik başarı pek sık görülen bir şey değil."

"Okulu kazandığımda veliaht falan değildim." diyerek hatırlattım. "Reddi miras yapacağım kesindi. Ders çalışmamak gibi bir lüksüm yoktu yani."

Oturduğu yerde arkasına yaslanarak hafifçe süzdü beni. "Peki ya şimdi neden çalışıyorsunuz?"

"Dersleri gevşetirsem okul uzadıkça uzar. Bir an önce diplomayı alıp başımdaki belalardan birini atmak istiyorum."

Adamın yüzünde odaya girdiği andan itibaren ilk kez bir takdir ifadesi belirmişti. Hafifçe gülerken "Bugüne dek ilk izlenimlerin değişmez olduğunu düşünürdüm." dediğini duydum. "İtiraf etmeliyim ki, değişiyormuş."

Asistan kızın memesine krema sürerken yakaladığı bir puşttan sorumluluk bilinci beklemiyordu galiba. Benimse keyfim kaçmıştı. Neden adamın gözüne girmeye çalışmıştım ki? Diğerlerine yaptığım gibi ona da saftirik veliaht pozları kesmek zorundaydım. Sikeyim ya... Adam kızı kovarken parmağımdaki kremayı yalamam gerekiyordu benim. Fakat açık vermiştim bir kere. Zaten oyun oynamaktan da sıkılmıştım artık. Omuz silkerek adama aklımdan geçenleri söyledim.

"Ama benim size dair ilk izlenimim değişmedi."

"İlk izleniminizin ne olduğunu sorabilir miyim?"

"Buradaki diğer heriflere dair izlenimimle aynı şey," diye cevap verdim. "Güvenilmezlik."

"Fakat ben onlardan farklı olarak bizzat dedeniz için çalışıyordum."

"Dedeme güvendiğimi nereden çıkardınız?"

"Güvenmelisiniz." dedi Turan Bey çantasına uzanarak. "Ya da belki bunlar güvenmenizi sağlar."

Çantayı önüme koyduğunda şaşkınlıkla içine göz attım. Mektup zarflarıyla doluydu, desteler halinde lastiklenmiş yüzlerce mektup ve birkaç tane de defter.

"Ne bunlar?"

"Dedenizin size bıraktığı mektupların ve kendi şahsi günlüklerinin bir kısmı." diye cevap verdi. "Diğerlerini de teslim edeceğim. Ancak zamanı geldikçe..."

Saral yine bir oyun oynuyordu. Açıkçası son cümleyi duyana kadar heveslenmiştim. Nihayet ne haltlar döndüğünü tüm çıplaklığıyla öğrenebileceğime dair bir hevese kapılmıştım. Ancak niyeti bu değildi. Niyeti bana gerçeği vermek olsaydı bilginin bir kısmını kendine saklamazdı. Dedem bana bir perspektif çizmek istiyordu, eksik bilgiyle yaratılmış eksik bir tablo.

Fakat elimde eksik bilgi ve saf bilgisizlik dışında hiçbir seçenek yoktu.

✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧

Bir arabanın motorundan yükselen yorgun homurtuyu duyduğumda yerimde sıçradım. Ayıboğan on dakika önce gelip almıştı Leyla'yı. Hiçbir şey sormamıştım fakat bunun Aras'ın dönüşü anlamına geldiğini biliyordum. Ve bu da mevcut paniğimin yegane sebebiydi.

Ne söyleyecektim ona? İçeri ne halde girecekti? Bana bu konuyla ilgili hiçbir şey sormayacağına dair söz vermişti ancak onun bu işin peşini bırakmayacağını biliyordum. Üstelik dün gece aramızda geçen diğer şeyler de vardı... Utanç ve tedirginlikten ölecekmiş gibi hissediyordum.

Bu yüzden aklıma ilk gelen şeyi yapıp yatağa attım kendimi. Başımı yastığa koyup gözlerimi kapattığım anda kapıda tıkırtılar belirdi. Çok geçmeden ayak sesleri yükseldi antreden, ardından dış kapının kapandığını duydum ve tahta döşemede bir erkeğin ağır adımları yankılanmaya başladı.

Salonun girişinde birkaç saniye duraksadı. Ev tamamen karanlıktı, başımı yorganın altına saklamıştım fakat buna rağmen bakışlarını üzerimde hissedebiliyordum. Yorgunluğunu da... Sonra adımları uzaklaştı ve banyo kapısının kapanmasıyla birlikte son buldu. Başımı kaldırıp etrafa bakarken içeriden yükselen su sesiyle birlikte Aras'ın sahiden de banyoya girdiğini anladım.

Kafamı tekrar yastığa gömerken huzursuzluğum iki katına çıkmıştı. Ne düşündüğünü deliler gibi merak ediyordum. Gece verdiğim tepkiler onu epey sarsmış gibiydi, resmen ruh hastası gibi davranmıştım. Acaba ayrılmama kararı aldığı için pişman olmuş muydu? Belki de benim onunla birlikte yürüyecek kadar güçlü olmadığımı düşünüyordu artık. Gözünde iyice kırılgan bir forma bürünmüş olmaktan korkuyordum.

Fakat beni en çok korkutan şey, onun tarafından sorguya alınmaktı. Zar zor sandıklara hapsettiğim canavarları tekrar gün yüzüne çıkarmak istemiyordum. O istediği bilgileri elde ederdi ama ben o bilgilerle başa çıkamazdım. Aras bunu anlar mıydı? Bir sorunun peşine düştüğünde yalnızca hedefi gören, cevabı alana dek vahşi bir hayvanın avcı içgüdüleriyle hareket eden bir adamdı. Yanlışlıkla onun avı olur muydum?

Yaklaşık yarım saat boyunca kendi kendimi yedikten sonra banyodaki su sesi kesildi. Kapı açıldığında arkama dönüp tekrar kapadım gözlerimi. Bir süre sonra giysi odasından tıkırtılar çalındı kulaklarıma, bir endişe sarmalı giderek etrafımı sararken huzur verici bir koku burnuma çarptı. Ardından kokuya onun adımlarının sesi eşlik etti ve en sonunda yatağın kenarında durduğunu hissettim.

Kokusu çok daha belirgindi artık. Duş sonrası büsbütün keskinleşmiş, derin derin nefes alma güdümü harekete geçiren erkeksi bir koku yayılıyordu teninden. Örtüleri kaldırıp yatağa girdiğinde karyola onun ağırlığıyla sarsıldı. Çok geçmeden kolları karnıma sarılıp kendine çekti beni. Sıcacık gövdesiyle sarmalanınca tüm gerginliğim eriyip kaybolmuştu.

"Her şeyi öğrendim." diye fısıldadığını duydum. "Hepsini biliyorum artık."

Nefesimi tuttum. Bu nasıl mümkün olabilirdi ki? Karanlıkta sesimi bulmayı başarınca şaşkınlıkla mırıldandım. "N-nasıl?"

"İstanbul'dan geliyorum," diyerek başını saçlarıma gömdü. "Nazenin her şeyi anlattı. Bu konuda konuşmanın seni nasıl kötü etkilediğini de söyledi. O yüzden yol boyunca soru sormayacağım diye tembihledim kendimi. Ama... Ama ağır geliyor-"

Sesi boğuklaşmıştı iyice, sözlerine devam edemediğini anlayınca gözyaşlarım yanaklarıma süzülmeye başladı. Ellerimi karnımda kenetlediği ellerine sararken saçlarımı öptüğünü hissettim. Yüzünü görmüyordum ama kaşlarının çatılı olduğunu, dişlerini sıktığını, alnının hazmetmeye çalıştığı gerçeklerle kırıştığını biliyordum. Aras'ı görmek için ona bakmama gerek yoktu.

"On yedi yıl..." diye fısıldadığını duydum onun. "Nazenin bana senin İstanbul Boğazı'nı on yedi yaşında gördüğünü söyledi. Doğru mu bu Melek? Hiç çıkmadın mı mahalleden?"

O gün aklıma gelince kendi kendime gülümsedim. İstanbul Boğazı'nı ilk kez kanlı canlı gördüğümde hissettiğim coşku... Hayatımda ilk kez denize gittiğim gün evde babamın kırkıncı gün mevliti vardı mesela. Mutfakta salonu dolduran kalabalığın çıkardığı bulaşıkları yıkarken Naz elinde koskoca bir çantayla yanıma gelip beni çeke çeke dışarı çıkarmıştı. Mahalleden çıkana kadar bakkala falan gittiğimizi sanıyordum.

O gün insanlar evimizde ağıt yakarken biz kardeşimle denize gitmiştik. Kahkahalar atarak suda boğuşmuş, kumsalda havlulara sarınıp yanımızda getirdiğimiz domates, peynir ve ekmeği yemiş, kumdan kaleler yapmıştık birlikte. Öyle güzel bir gündü ki, ne suyun soğukluğu ne de akşam evde annemin canımıza okuması keyfimi kaçırmamıştı.
 
"Nasıl başardın?" diye sordu usulca. "Nasıl karıştın hayata?"

Arzu sayesinde başarmıştım.

Bu yüzden de onun ölümü darmadağın etmişti beni. Babam öldüğünde tatmadığım o duyguyu, bir ebeveyn kaybetme hissini Arzu öldüğünde yaşamıştım. İki gün önceyse aynı hissi bir kez daha tattırmıştı bana. Belki de Aras haklıydı, Arzu zamanla birbirimizi tanıdıkça beni gerçekten önemsemişti. Fakat ona beni tanıma fırsatı veren şey de Aras'ın varlığıydı zaten. Eğer benimle gerçekten dost olduysa sadece kandırılmış değil, aynı zamanda da kullanılmış olurdum. Bambaşka bir amaçla hayatıma girdiği yetmezmiş gibi bir de dostluğumdan faydalanmıştı. Ve bu da iki sene önce aslında hiç var olmayan bir ebeveyni kaybettiğim anlamına geliyordu.

"Arzu..." dedim sesimi zar zor bularak. "O biliyordu... İstanbul'u tanıttı bana, elimden tutup kalabalıkların arasına karışmamı sağladı, bir sürü şey öğretti. Resmi dairelerin yerlerini, nereye nasıl gidileceğini, nerelerden uzak durmam gerektiğini, otobüs hatlarını, İstanbul trafiğiyle nasıl baş edileceği-"

"Allah kahretsin!" diyerek başımı tekrar göğsüne gömdü. "İstanbul'da doğup büyüdüğün halde İstanbul trafiğini on yedi yaşında öğrendiğini söylüyorsun bana Melek. Normal bir şeymiş gibi söylüyorsun! Düşündükçe çıldıracak gibi oluyorum, düşündükçe— Senin ben o babanın yedi ceddini sikeyim!"

Doğrulup oturdu birden yatakta. Ayağa kalkarken öfkeden ellerinin titrediğini fark etmiştim. Sakinleşmeye çalışarak öfkeyle odanın içinde volta atmaya başladı. Neyi ne kadar öğrendiğini bilmiyordum fakat çoğu şeyi bildiği ortadaydı. Aklına gelen her detayla, ya da gözünde canlanan her sahneyle birlikte gözlerindeki fırtına daha da şiddetleniyordu. Evin içi birden apaydınlık kesilince nefesimi tuttum. Hemen ardından gökyüzünün korkunç bir şimşekle çatırdadığını duydum.

"Üstelik çocuktun o zamanlar..." diyerek kendiyle olan kavgasına devam etti. "Kaç yaşındaydın? Yedi? Sekiz? On? Sağlık geçmişinde gördüm, sekiz yaşında sağ kolun kırılmış, on yaşında bacağın. On dört yaşında sol kolun kırılmış, hem de aynı yıl içinde iki kez! On yedi yaşında parmaklarını alçıya almışlar. Hangilerini o şerefsiz yaptı Melek?"

Kollarımı bacaklarıma sarıp bakışlarımı kaçırdım ondan. Söylediği şeylerin çoğu zihnimde bulanık hatıralardan ibaretti. Bir şeyler hatırlıyordum fakat tam o kırıkların oluştuğu saniye yerinde yoktu. Çektiğim acıyı anımsayamıyordum.

"Cevap ver Melek!" diyerek yanıma oturdu Aras. "O kırıklardan kaç tanesinin sebebi o şerefsizdi? Kaç tanesini yaramaz bir çocuk oluşuna borçlusun? Cevap ver bana!"

Ne diyecektim ki? On yedi yaşındaki kırıkların sebebi gizlice YGS sınavına gitmemdi. Hayatımdaki ilk kez mahalleden dışarı çıkmıştım ve bu babam için affedilmez bir hataydı. Eve döndüğümde babam mahallenin girişinde geçirmişti beni eline. Saçımdan sürüklenerek tekme tokat eve giderken komşular pencereden acıyarak izliyordu. Şansıma ne Mehmet ne de Celal Abi işten dönmemişti henüz. Diğerleri ise eski teşkilatçı olduğu için deli gibi korkardı babamdan, selam vermeye dahi çekinirlerdi. Birkaç kez polis çağırmayı deneyen olmuş, ancak gelen polisler babamın bir telefonuyla geri gittiği için bir yerden sonra insanlar kulağını tıkamayı tercih etmişti.

Komşuların yaptıklarından bahsedemezdim Aras'a. Ne kadar az detaya haiz olursa, bu mesele o kadar erken kapanırdı. O böyle karşımda durup geçmişten bahsettikçe gerginlikten nefesim kesiliyordu. Söylediği şeylerin zihnimde bir şeyleri tetiklemesinden ve o anları hatırlamaktan deli gibi korkuyordum.

Hala benden cevap beklediğini görünce çatlamış sesimle "B-ben..." diye mırıldandım. "Ben hiçbir zaman yaramaz bir çocuk olmadım."

Kırıkların hepsi babamın eseriydi...

Aramızda oluşan sağır edici sessizlik bir an sürdü. Birkaç saniye sonra gökyüzü korkunç bir şimşekle çatırdayarak parçalara ayrıldı ve gök gürültüsünün öfkeli homurtusu kulaklarımda yankılandı. Çıkan ses beni oturduğum yerde havaya zıplatmıştı. Aras ise gözlerini bile kırpmadan bana bakıyordu.

"Hepsini o mu yaptı?" diye fısıldadı kendi sesini duymaktan korkuyormuş gibi. Yatağa doğru yürürken gökyüzü çatırdamaya devam ediyordu. Ses tonuysa alabildiğine dingindi. "Eline kıymık batsa gözlerin doluyor senin... Dokunsam tenin morarıyor. Teknede sırtına pansuman yaparken acıdan yarı baygın haldeydin Melek, kucağımda kuş gibi titriyordun!" Yatağın kenarına oturduğunda gözlerini yumup sessiz kaldı bir süre, sonra çaresizlik yüklü bir sesle devam etti. "O izler oluşurken nasıl dayanmış olabilirsin ki?"

Hiçbir şey söylemedim. Alt dudağımın titremeye başladığını hissetmiştim, az sonra ağlamaya başlayacaktım muhtemelen. Bacaklarımı karnıma çekip oturduğum yere iyice büzüşürken "Daha çocuktun o zamanlar, ufacıktın..." diye devam etti Aras. "Allah kahretsin, hala ufacıksın!"

Beni kollarımdan tutup tek hamlede kendine çektiğinde gerçekten de dediği gibi hissettim. Bedenimi sığındığım köşeden çıkarıp kucağına aldı, öyle sıkı sarılıyordu ki kaburgalarımın sızladığını fark etmiştim. Az çok anlıyordum onun neler hissettiğini, sırtındaki izleri gördüğümde ben de hayatımda ilk kez bu kadar çaresiz kalmıştım. O hasta olduğu için çoğunu hatırlamıyordu fakat bedenini günlerce kollarımın arasından ayırmamıştım. Sarılıyordum, öpüyordum, yüzünü izliyordum, saçlarını okşuyordum, bazense dudaklarına yapışıp uykusunda öpüyordum onu.

"Teknedeki halini ben hala kabuslarımda görüyorum!" diyerek başını boynuma gömdü. "O piç kurusu— Hadi onu geçtim, peki ya annen? Nasıl göz yumabildi tüm bunlara?! Sen nasıl o kadına hala anne diyebiliyorsun?!"

"Anneme laf söyleme!" diye geri çekildim birden. İkimiz de titriyorduk. Aras öfkeden, ben panikten... "Göz yummadı b-benim annem... Ses çıkardı!"

"Seni yetimhaneye verebilirdi!" diye kükredi. "Polise bildirebilirdi! On yedi yıl ulan, on yedi yıl o mahalleden dışarı adımını atmamışsın! Böyle mi ses çıkardı senin annen?!"

Tekrar yatağın köşesine sinerken tüm vücudum panikten zangır zangır titriyordu. Hayır, onun beni manipüle etmesine izin veremezdim. Annemi sevmediği için taraflı bakıyordu olaya, üstelik annemin benim için ne fedakarlıklar yaptığından da haberi yoktu. Bilseydi fikrinin değişeceğine emindim ancak bu gece bir yarayı daha deşmeye dayanamazdım.

"B-benim annem çok şey yaptı, tamam mı?" diye kekeledim ondan uzaklaşırken. "Beni korumak için çok şey yaptı!"

"Tanımadığın bir herifle zorla evlendirmek gibi mi mesela?!"

Allah kahretsin, biliyordu... Naz bildiği her şeyi anlatmıştı ona. Fakat onun bildikleri her şey değildi işte. Nazenin benim evlenmeye razı geldiğimi asla kabullenmemişti, tehdit edildiğime inanmayı tercih ediyordu. Ya da belki de sadece gözünde büyüttüğü abla figürünün yıkılmasını istemiyordu.

Oysa gerçek bu değildi. Ben evlenmeyi sahiden de kabul etmiştim. Bir erkeğin egemenliği altında olmadan yaşamayı hayal bile edemiyordum, dizilerdeki gibi görücü usulü başlayıp aşkla sonuçlanan bir evlilik hayalleri kuruyordum. Başlarda evlenince kocam belki üniversiteye gitmeme izin verir, vermezse de boşanırım diyerek kendimi avutmuştum fakat babam beni karşısına alıp konuştuğunda bu umudum da kaybolmuştu. Anneme ya da Nazenin'e anlattığı masalları anlatmamıştı bana. Son derece tutucu bir aileye gelin gideceğimi, orada üniversite lafları etmeyi aklımdan bile geçirmememi, evlendikten sonra bir daha ne annemi ne de kardeşimi aramaya kalkışmamamı tembihlemişti.

Başkası olsa beni daha bebekken sokağa atardı fakat o gerçekten de babalık yapmıştı bana. Yoksa bunca sene hem kendini hem ailesini riske atar mıydı hiç? Benim yüzümden erkek evladını kaybetmişti, evinde bir gün bile huzur olmamıştı, hep korkuyla yaşamıştı. Geçmişte canımı yakması da, beni eve kapatması da, zorla evlendirmesi de benim iyiliğim içindi. O yüzden artık sıra bendeydi. Şimdi de ben ailemin iyiliğini düşünüp onlardan uzak durmalıydım. Annem ararsa telefonları açmamalı, kocamın ailesi Türkiye'ye ziyarete geldiği vakit bir bahane bulup orada kalmalı, kardeşimle sosyal medyadan bile görüşmemeliydim. Beni sevmese hiç tembih eder miydi bunları? Hayır, babam beni gerçekten de çok sevmişti.

Ve ben buna inanmıştım.

"Annem beni korumak için elinden geleni yaptı." dedim sesim titreyerek. "Canından çok seviyor o beni!"

"Neden polisi aramadı o zaman?!"

"Beni bırakmamak için!" diye savunmaya geçtim. "Beni çok sevdiği için! Annem asla vazgeçmedi benden, kan kustu ama yine de beni bırakmadı!"

"Senin annenin yaptığı şey sevmek değil, bencillik!" diye bağırdı öfkeyle. "Sevmek bazen vazgeçmektir Melek. Eğer annen senden vazgeçseydi yetimhanede çok daha mutlu olurdun. Kimsesiz kalırdın ama huzurlu bir çocukluk yaşardın, on yedi yaşında evlenmeye zorlamazlardı seni-"

"YETER DUR ARTIK!" diyerek hıçkırdım. "DAHA FAZLA ÜSTÜME GELME!"

Ağlamaya başladığımı görünce sessizleşti. Ellerimi yüzüme kapatırken "Kimse zorlamadı beni evlenmeye!" diye itiraf ettim. "Babam evlenmemi söyledi ama isteseydim karşı koyabilirdim. Koymadım! Babama karşı çıkmak aklıma bile gelmedi, onun yerine romantik hayaller kurarak kendimi kandırdım ben. Evlendiğim adama aşık olacaktım, mutlu bir yuvam olacaktı, hatta kocam beni üniversiteye bile gönderecekti." Durup ufak bir kahkaha attım. "Ne evliliğe zorlaması Aras? Ben evliliğe hiç karşı çıkmadım ki... Biricik müstakbel kocamla, hayatımda bir kez bile görmediğim bir adamla ilgili romantik hayallerim bile vardı!"

"Desene, hayallerini elinden alacakmışım..." diyerek söylendiğini duydum. Ardından kollarımdan tutup kendine çekti beni. Kendimi birden kollarının arasında bulunca ondan uzaklaşamadım, kollarımı beline sarıp başımı göğsüne gömdüm ağlamamak için.

"Evlenmezdin." diye mırıldanarak baş parmağıyla yanağımdaki yaşları sildi. "İzin vermezdim buna. Evet, sana olan aşkımı çok geç fark ettim ama aşık olmasam bile müsaade etmezdim Melek. Kaçırıp bir zorba gibi eve kapatırdım muhtemelen."

Acı bir tebessüm yayıldı yüzüme. Atladığı önemli, çok önemli bir nokta vardı. "Babam yaşasaydı biz seninle hiç karşılaşmazdık." diyerek bunu ona hatırlattım. "Yoksa senin kaderin olduğumu falan mı söyleyeceksin bana?"

"Kaderim değilsin, kaderimi değiştiren kişisin." diye mırıldandı. "Sen benim kaderimi kefle yazdın Melek."

Ne demek istediğini sormadım ona. Başımı dizlerine koyup sessizce saçlarımı okşamasına izin verdim. Kendini avuttuğunu biliyordum, eğer babam hayatta olsaydı 24 Ağustos günü o kayın ağacının altında olmazdım, evde oturmuş çeyiz hazırlıkları yapıyor olurdum muhtemelen. Birbirimizi tanımazdık bile...

En azından ben öyle sanıyordum.

✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧

ARAS
sene 2018

Fabrikada üçüncü haftamdı ve ben hala işçilerin arasına karışmayı başaramamıştım. Buraya tekniker sıfatıyla gelerek hata ettiğimin farkındaydım, üniversite okumuş olmak beni onların gözünde mühendis takımıyla aynı kefeye koyuyordu. Mühendisler de yöneticilerle aynı kefedeydi zaten. Doğal olarak işçiler bu tayfayı hem çok sevmez, hem onlardan çekindikleri için yanlarında her şeyi konuşmazlardı. Bir şekilde işçilerin, hiç değilse elebaşlarının güvenini kazanıp aralarına girmem gerekiyordu. Kendi fabrikamda dışlanıyordum resmen.

"Aras bitmedi mi yemeğin?"

Necip Usta'nın sesini duyunca bakışlarımı boş tabldottan ayırıp ona baktım. Bu adamcağız diğerlerinin aksine sıcakkanlı davranıyordu bana, geldiğim gün bile bir sürü teknikersiz makina varken sadece Necip Usta beni yanına almaya gönüllü olmuştu. Diğer ustabaşı takımı makinaya tekniker almayı kendi zanaatlerine hakaret olarak görüyorlardı anladığım kadarıyla.

"Bitti usta." diyerek ayaklandım. "Ben de şimdi sahaya geçecektim."

Tabldotu bulaşıklığa bırakırken bana kaşlarını çattı. "İyi de daha molanın bitmesine yarım saat var. Sahada kimse yoktur şimdi. Bahçeye gel de bizimle çay iç."

Duvardaki büyük saate göz attım. Neredeyse gece yarısına geliyordu, gece vardiyasında olduğumuz için gündüze oranla daha rahattık. Fabrikada yöneticilerden birine denk gelme korkusu olmadan gezinebiliyorduk. Bu yüzden gece vardiyası molaları daha eğlenceli olurdu. İşçiler bahçedeki devasa çardağa geçer, binadan çekilen seyyar ışığın altında gırgır şamata yapılırdı. Ne yazık ki ben henüz o ortama dahil olamamıştım. Belki halime acır da beni yanında götürür diye boynumu büküp Necip Usta'ya sızlandım.

"Ben gelince konuşmayı kesiyorlar."

"Seni doğru düzgün, efendi, terbiyeli bir şey sanıyorlar da ondan." diyerek acımadan çaktı cevabı. "Nasıl bir it olduğunu göster de rahatlasınlar."

Evet, Necip Usta'nın sıcakkanlılığı da buydu işte. Bugüne dek babamdan yemediğim azarı iki hafta içinde bu adamdan yemiştim. Ama ilginç bir şekilde koymuyordu bana ettiği laflar, altında yatan samimiyeti hissedebiliyordum.

"İyi bari geleyim de haklı olduklarını anlasınlar." diyerek sırıttım. Gülerek enseme ufak bir fiske vurdu o da. Açıkçası ustanın bu dayak atarak takdir etme, sevme ve şefkat gösterme huyu bende biraz endişe yaratıyordu. Hayır, bana vurması sorun değildi, ben cidden takmıyordum. Ama geçen hafta titrek müdür olaya şahit olduğunda korkudan bembeyaz kesilmişti. Herif zaten ortalarda anksiyete krizi gibi gezinen bir tipti, işçiler bu lakabı boşuna takmamıştı ona. Yetmezmiş gibi ben gece mesaisine kaldığımda kendisi de şirkette sabahlıyordu. Kalmasına gerek olmadığını söyleyip onu nazikçe siktir etmeyi de denemiştim, fakat bu işleri daha beter hale getirmişti. Anladığım kadarıyla onun gözünde işçilerin bir zombi sürüsünden farkı yoktu, bense kurtarılmaya muhtaç bir zavallıydım. Zira eve gitse bile bir şeylerini unutma bahanesiyle gecenin üçünde beşinde arabasına atlayıp fabrikaya geliyordu hasta herif. Titreğin önlenemez kaygıdurum bozukluğu yüzünden ifşa olmaktan korkuyordum. Mecbur kalırsam onu ücretli izne falan göndermek gibi bir düşüncem vardı.

Bahçeye çıktığımda işçilerin çardaklarda topluluklar halinde muhabbet ettiğini fark ettim. Birkaç tanesi beni görünce yanındakini dürtüp susturmuştu. Patron olmasaydım önlüklerine gizli mikrofon yerleştirirdim bunların, aldıkları nefese kadar öğrenmek zor değildi. Fakat Özer'in itlerinden birinin durumu fark etmesi halinde, ki fark ederlerdi, başıma gelecekleri biliyordum. İşçileri tazminat davası açmaya teşvik edip bir yığın uğraş çıkarırlardı karşıma.

"Selamun Aleyküm beyler."

Necip Usta pos bıyığını bükerek selam verdiğinde topluluktan toplu bir selam verme nidası yükseldi. Aynı selamı ben verdiğimde de almışlardı fakat ortamın birden coşkusunu yitirdiğini görebiliyordum. Ustabaşı durumu fark ettiyse de aldırmamıştı, hiçbir şey yokmuş gibi gidip banklardan birine oturdu. Tam yanına gitmeye yelteniyordum ki bana seslendiğini duydum.

"Aras oğlum çay getirsene bana."

Vaay, akıllıca... Bazı işçilerin tepkimi merak ederek bana baktığını görünce durumu anlamıştım. Bana emir vererek amir ya da yönetici takımından olmadığımı gösteriyordu diğerlerine. Hafiften telaşlı bir tavır takınarak başımı sallayıp çaydanlığa koşturdum. Acaba elime yanlışlıkla çay döksem bu durum benim işime yarar mıydı? İnsanların yardım ettikleri birine sempati besleyeceğini biliyordum, güçsüz görünmek ara sıra önyargıları yıkmada etkili olabiliyordu.

Gerçi elime çay dökmemin titrek üzerinde de etkisi olurdu. Olayı duyarsa dördüncü kattaki ofisinin penceresinden atlayarak yardıma gelmeye falan kalkışacaktı. Ben de en sonunda sabrımı tüketip bu herifi döve döve anksiyete krizine sokacaktım. Ağzının üstüne bir tane yumruk yese tüm paniği gidecekmiş gibi duruyordu.

Çayı götürdüğümde Necip Usta yanına oturmamı işaret etti başıyla. O esnada diğer işçiler de ufaktan muhabbetlere başlamıştı. Elbette hiçbiri fabrika hakkında konuşmuyordu, ailelerinden falan bahsediyorlardı birbirlerine. Genç olanlardan biri haftasonu yapacağı çapkınlıkları anlatıyordu, insanların kulağı ondaydı daha çok. Eh, çünkü biz erkekler-

Tabi ya... Biz erkekler karşı cinsi konuşmaktan hoşlanırdık. En alt tabaka ya da en elit kesim fark etmez, erkeklerden oluşan bir ortamda karı kız muhabbeti her zaman ilgi çekerdi. Hele ki bu işlerde deneyimli olmak insanı direkt bilirkişi kişi konumuna sokuyordu. Çoğu erkek cinsel hayatında daha başarılı olmayı takıntı haline getirdiği için mevzudan anlayan birilerini görünce açık ya da kapalı şekilde öğüt isterdi. Posta gazetesinin bulmaca eki yüzünden yüksek tirajlı olmadığını hepimiz biliyorduk.

"Ee otele para mı vereceksiniz bir de? Ulan bir de üç erkek gidiyorsunuz, işin gücün para çarçur etmek Aytaç."

Veysel Abi'ydi konuşan. Aytaç'ın tatil planını sahiden de tatil planı olarak algılamıştı galiba. Gülmemek için kendimi zor tuttum. Üç tane genç erkeğin Marmaris'e denize girmek için gideceğine inanmış mıydı cidden? Kadınlarda kız kıza tatil olayı vardı, cidden eğlenceli buluyorlardı ama erkekler genelde pek sevmezdi bunu. İlla taşak kokusu çekeceksek evde toplanıp pes falan atardık, ne diye o kadar zahmete girecektik ki? Eğer ortada erkek erkeğe yapılan bir tatil varsa, amaç tatil değil demekti. Tabi, erkekler homoseksüel ya da birer Veysel Abi olmadığı sürece...

"Yok be abi, araba kiralarım." diye güldü Aytaç. "Engin'le Tekinalp'in kendi külüstürleri var zaten. Onlar da orada yatar herhalde."

"Oğlum madem arkadaşlarının arabası var sen niye ayrı kiralıyorsun?" diye azarladı Veysel Abi. "Hep birlikte yatın işte, ne gerek var savurganlığa?"

"Hep birlikte derken? Veysel Abi sen beni korkutuyorsun valla."

Aytaç piçlik yapıyordu her zamanki gibi. Diğer işçilerin bıyık altından güldüğünü görünce Veysel Abi kafası karışmış gibi kaşlarını çattı. Eğer biraz daha kendimi tutarsam kahkaha atacaktım. Bu yüzden "Eski tip amerikan arabalarından birini kirala." diyerek lafa girdim. "Onlarda vitesler genelde direksiyon kolunda bulunduğundan ön koltuklar tek parça olur."

Muhabbet ben konuşunca sekteye uğradı. İşçiler lafa dalmama şaşırmış gibi görünüyordu, öyle ki ne demeye çalıştığımdan bile emin olamıyorlardı. Mecburen Aytaç'a dönüp ufak bir açıklama daha yaptım. "Uyurken vites bir tarafına batmaz, koltukları yatırıp rahat rahat yatarsın."

Aytaç ve diğer genç işçiler gülmeye başladılar. Yaşça büyük olanlar daha çok kınayarak bakıyordu bize, hatta en sonunda Veysel Abi bile olayı anladı. Aytaç'la bana bakarak elleriyle yazıklar olsun size der gibi bir hareket yaptığını görünce ben de gülmeye başlamıştım.

"Ulan Aras..." diye söylendiğini duydum Necip Usta'nın. "Gerçi belliydi senin böyle zibidi bir şey olduğun. Gözlere baksana cin gibi."

"Takıldığı ortamlar var herhalde..." diyerek yem attı Aytaç.

Zillinin teki yüzünden ortamım falan kalmamıştı benim. Yüzüme bile bakmayan bir hatun için kadınlara tövbe etmiştim resmen. Melek'in yüzü gözümün önüne gelince yüzümdeki gülümsemeye engel olamadım. Ama değerdi be...

"Bak bak, sırıtışa bak. Kesin var bunda bir şeyler."

"Ulan senin okulunda kız da yoktur, nereden bulup tanışıyorsun hatunlarla?"

"Üniversitede bir ara barmenlik yaptım ben." dedim dürüstçe. "O dönem çok kız tanımıştım."

Yalan değildi bu, o dönemler sahiden de çok hızlı yaşıyordum. Neslihan yeni ölmüştü, hissettiğim suçluluk duygusuyla başa çıkabilmek için seks ve alkolün dibine vurmuş, Suzan'ın deyimiyle orospu olmuştum.

"Offf buna da barmenlik ne yakışmıştır hee..." diyerek bana gaz verdi Aytaç. Pezevenk kesin bir şey isteyecekti. "Zaten kızlarda barmen hayranlığı var, bir de kankamın karizması eklenince hepsinin dibi düşmüştür."

Kankamın mı? Az sonra böbreğimi isterse buna pek şaşırmazdım.

"Tabi bizim olmadı öyle bar ortamlarımız... Lise önlüğünü çıkarıp işçi tulumu giydik, ömrümüz geçim kavgasıyla geçti..." Bir an durup acıklı bir tavırla iç çekti. "Halbuki biz de öyle ortamlara ayak uydurmasını bilirdik... Bilmez miydik Fikri Abi? Bir tanıdığımız olaydı da bizi o ortamlara götüreydi ayak uydurmaz mıydık?"

"Uydururduk vallaha!" diyerek lafa atladı Feyzullah. "Elhamdülillah biz de anlarız karı kız işlerinden ama ortamımız yok işte..."

Bu herifin fabrikadaki lakabı Osbirci Feyzullah'tı. Best kankam diye seslendiği Mesut vardı bir de, onun da telefonunun ekranında porno yıldızlarının fotoğrafı yer alıyordu. Birkaç sene önce fabrikada porno izlerken yakalandıktan sonra XX Mesut lakabını almıştı.

Mevzunun nereye gittiğini anlayınca topuklamam gerektiğini fark etmiştim. Çayımı kafama dikip kaçmaya hazırlanırken "Ee, Aras'ın varmış ya ortamı..." diyerek bana döndü Mesut. "Hafta sonu götürsene bizi."

"Hayvan mısın lan?" diyerek Mesut'u azarladı Aytaç. "Önce bi' kaynaşalım adamla. Dimi Aras? Hatta şey yapalım, hafta sonu sen de bizimle Marmaris'e gel. Dönüşte de hep birlikte senin ortamlara akarız. Nası fikir?"

Kabus gibi bir fikirdi. Kendimi Playboy Aytaç, Osbirci Feyzullah ve XX Mesut ile birlikte gece hayatına akarken düşünemiyordum bile. Susurluk kazası gibi bir dörtlü olurduk. Mesela sadece Aytaç olsa reddetmeden önce bir iki saniye düşünürdüm, diğerlerinin aksine Playboy insanlık emareleri gösteriyordu. Fakat Feyzullah ve Mesut hayatım boyunca gördüğüm en abaza tiplerdi. İTÜ Makina'dan mezun bir insan olarak söylüyordum bunu.

"Benim artık o taraklarda bezim yok beyler." diyerek dürüstlüğe başvurdum yine. "Yengeniz canıma okur valla."

Bununla birlikte şamata koptu. Elbette ilk tepkileri klasik serzenişler olmuştu. Seni de kaybettik demek tarzı goygoyların arasında bir iki kişinin mutluluklar dilediğini duydum. Neyse ki biz erkekler arasında yengenin kimliği pek sorgulanmazdı, söylenmedikçe adını bile sormazdık. O yüzden tutup da kimsenin kızın fotoğrafını göster demeyeceğini biliyordum. Deseler de göstermezdim zaten, bu osbirci pezevenklere Melek'in resmini göstereceğime ölürdüm daha iyi.

Bir süre daha benim hayali izdivacım hakkında konuştuktan sonra yavaş yavaş toparlandık. Evet, gece vardiyasıydı fakat titrek hala fabrikadan ayrılmamıştı. Ara sıra pencerede belirip çardağa göz atmasını işçiler denetim şeklinde yorumluyordu, bu yüzden mola biter bitmez herkes ayaklanmıştı.

Tam fabrikaya doğru yürürken telefonumun çaldığını duydum. Büyük ihtimalle şirketten aradıklarını bildiğimden bilerek geride kalmıştım. İşçiler fabrikaya girdiğindeyse arkamı dönüp ekrana göz attım kısaca. Yanılmıştım. Şirket hattım değil şahsi hattım çalıyordu.

Gelen Arama: Sarışın

Gözlerimi devirerek aramayı reddettim. Gecenin şu vaktinde Arzu'nun tacizleriyle uğraşacak halim yoktu. Ancak aramayı reddettiği anda bir mesaj düştü ekrana.

Sarışın: ÇOK ACİL

Muhtemelen ortada acil bir şey yoktu ama yine de görmezden gelmeyi göze alamıyordum. Beni en son çok acil diyerek aradığında Melek'in ölmek üzere olduğunu söylemişti çünkü. O mantar zehirlenmesi olayından sonra işi şansa bırakamazdım. Mecburen rehbere girip Arzu'yu kendi ellerimle aradım.

"Ne var?"

"Yardımın gerek." diyerek panikle lafa girdi. "Konum attım bile, çabuk gel!"

Telefonu kulağımdan uzaklaştırıp attığı konuma baktım. Bununla birlikte ufak bir kahkaha fırlamıştı dudaklarımdan. Ruh hastası beni mezarlığa çağırıyordu.

"Siktir git Arzu." diyerek meramımı açıkça dile getirdim. "İşim gücüm var, uğraşamam seninle—"

"Siktirtme işini gücünü bana!" diye kükredi. "Acil diyorum Aras, acilen mezar kazmamız lazım!"

Şaşırmam gerekiyordu, öyle değil mi? Normal bir hatun insanı gecenin köründe arayıp mezar kazmaya çağırmazdı çünkü. Fakat bu psikopat artık beni şaşırtmıyordu, manyaklıklarını öyle çok içselleştirmiştim ki Arzu'nun gözümdeki yeri bir dişiden ziyade bir şeytanla eşdeğerdi. Bu yüzden diğer kadınların yanında büründüğüm centilmen erkek imajını onun yanında siklemiyordum bile. Hatta çoğu zaman ağzının üstüne bir tane geçirsem bunun kadına şiddet olup olmayacağını düşünürken buluyordum kendimi.

"Bak gerizekalı, ben senin suç ortağın falan değilim." dedim hafiften sinirlenerek. "Mezardaki bir ölüyle ne derdin var bilmiyorum ama-"

"ÖLÜ DEĞİL İŞTE!" diye bağırdı bu kez. "Mezardaki kişi hala yaşıyor! Fakat sen kıçını kaldırıp buraya gelmezsen gerçekten de ölü olacak, üstelik karnında bebeğiyle birlikte!"

Neden söz ettiğini algılamam birkaç saniye sürdü. Diri diri mezara gömülmüş hamile bir kadını kurtarmaktan mı bahsediyordu cidden? Bahse girerim ki, kadını da mezara kendisi gömmüştü.

"Aras? Duyuyor musun beni? Bak eğer hemen buraya gelmezsen—"

"Geliyorum kahrolası." dedim dişlerimi sıkarak. "Git kendine bir mezar kaz."

✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧

Yunanistan'ın Olimpos dağlarında sevdiğim adama sarılıp yatarken İsmail YK'nın sesiyle uyandım. Düşününce bu bayağı fantastik bir cümleydi. Fakat sorun şu ki ben düşünemiyordum. Sabahın köründe evde bangır bangır Allah Belanı Versin çalmaya başlamıştı. Başta mızırdanarak İsmail'i susturmaya çalıştım, sonra Müge Anlı girdi devreye. Gözlerini kısarak üstüme yürüyüp adamcağıza neler yaptığımı sormaya başlamıştı.

"Hayatımı sen mahvettin.
Acımadın neler çektim,
Kader seni de kör etsin."

Hayatını falan ben mahvetmedim Müge Hanımcığım. Bunu yapsa yapsa Aras yapmıştır. Konunun onunla ne alakası mı var? Bahsettiğimiz adam iki üç gün önce bir Şaman kampında başka evrenden gelen bir herifi öldürmeye çalıştı. Bence İsmail YK hiç kendini güvende hissetmesin. Hatta siz de hissetmeyin. Şeytanın kime sataşacağı belli olmuyor çünkü.

"Melek..."

Aras'ın homurdandığını duyunca "Hıı?" diye söylendim.

"Senin zil sesi yapacağın şarkıyı siksinler."

Eğer sabaha karşı uyumamış olsaydım kalkıp bir güzel ağzının payını verirdim. Fakat gözlerimi bile açamıyordum, yatak beni içine çekiyordu sanki. Bu yüzden Aras'ı çimdiklemekle yetindim. Acı dolu bir nidayla birlikte söylendi.

"Kızım şunu uyurken de yapmazsın ya..."

Cümlesinin sonunu tam duyamamıştım bile. Ona arkamı dönüp yorganı kafama çektim. Tam uykuya dalmak üzereydim ki yatak onun ağırlığıyla sarsıldı. Sırtımdaki sıcaklık kaybolunca içine düştüğüm uykudan geri çekilmiştim.

İsmail YK sustuktan sonra Aras'ın "Önemli mi?" dediğini duydum. Telefonu açtığında alo bile dememişti, fakat arayan her kimse sessize falan da almamıştı. Şirketten biri olsaydı Bey ya da Hanım diye hitap ederdi zaten. Yataktan çıkıp kimin aradığını sormaya niyetlenirken Aras "Bekle bir dakika..." diye fısıldadı. Ardından bir gıcırtı duydum, birkaç saniye sonraysa mutfağa doğru uzaklaştı adımlarının sesi.

Başımı yorgandan kaldırdığımda tam içeri giriyordu. Tam kalkıp peşinden gidecektim ki gözlerim bir noktaya takıldı.

Eğer o anda zihnimden geçen şeyleri bir romanda anlatmaya kalksaydım muhtemelen bir paragraf sürerdi. Vestiyerin kapağının açık olduğunu görünce önce Leyla gelmişti aklıma. Ayıboğan'ın bizi dinleyememesi için aldığı ilginç önlem, mutfaktan vestiyer kapağına baktığımda camda salonun yansımasını görüşüm, ajanlık hakkında dinlediğim ürpertici şeyler, Aras'ın sırtında gördüğüm izler...

Fakat gerçek hayatta yalnızca bir an geçmişti. Bir saniye bile değil. Bir an sonra tekrar yorganı kafama çekmiştim.

Aras böyle önlemleri nereden biliyordu? Belki de sadece Leyla ya da Ayıboğan anlatmıştı ona, tıpkı benim gibi başkalarından öğrenmişti. Fakat sırtındaki izlerin varlığı bu ihtimali geçersiz kılıyordu. Nazmi Amca'nın bahsettiği acımasız eğitmen zihnimde birden anlam kazanmıştı. Okul öğretmeninden falan bahsetmiyordu bana, lisede yatılı okurken kaldığı yurtta görevli bir gözetmen falan da değildi. Gerçek bir eğitmenden bahsediyordu. Aschilles'i eğiten Keiron gibi...

Sakin kalmaya çalışırken Aras'ın mutfaktan çıktığını duydum. "Bir dakika, cüzdanımdaki kartta yazıyor." diyordu konuştuğu kişiye. Ceketinin cebindeydi cüzdanı, ceketi de girişteki vestiyerde asılıydı. Onun antreye döndüğünü anlayınca fazla düşünmedim. Yorganı üstümden atmadan sıyrılıp kendi içine katlayarak bir kabarıklık yarattım, ardından yatağın ayakucuna yuvarlanıp koltuğun arkasında yere çöktüm.

Beş on saniye sonra yeniden ayak sesleri duyuldu. Fark etmemesi için bildiğim tüm duaları okumaya başlamıştım. Zira yarattığım kabarıklığın görüntüsü hakkında pek bir fikrim yoktu, zamanım kısıtlı olduğu için kontrol edemeden aşağı atmıştım kendimi.

Ancak görünüşe bakılırsa ortaya gerçekçi bir iş çıkarmıştım. Zira ayak sesleri hiç duraksamadan mutfağa yönelip kayboldu. Şimdi sırada onun görüş alanına girmeden mutfağa yaklaşmak vardı...

Oraya buraya savrulmasınlar diye saçlarımı elimle toplayıp sütyenimin askısına sıkıştırdım. Hayatımda ilk kez ufak tefek olmanın avantajını görüyordum şu anda. Zira emekleyerek yürürken koltuğun yüksekliği beni kamufle etmeye yetiyordu. Arka taraftan dolanıp onun görüş alanına girmeden duvara kadar ilerledim. Artık beni görmesi pek mümkün değildi, fakat ben onu duyabiliyordum.

Yaklaştıkça kısık sesli konuşmalar anlam kazandı. Başımı iyice duvara yaklaştırırken onun hafifçe güldüğünü duydum. Ardından söylediği şeyi net bir şekilde seçebilmiştim.

"Atın ölümü arpadan olsun."

Sadece bir atasözü olduğunun farkındaydım ancak yine de kelimeler rahatsız etmişti beni. Aras'ın bir süre karşı tarafı dinledikten sonra "Deliye döndü elbette." dediğini duydum. "Ben size demiştim amına koyayım, o herif kendi torununu yakmadan rahat etmeyecek."

Keşke konuştuğu kişinin söylediklerini de duyabilseydim... Zira duydukları onun tadını kaçırmış gibi görünüyordu. Söylenircesine bir tavırla "Ulan geberip gittikten sonra tanıdık tanımadık ne fark eder? Saf kibir bu." dedi. Geberip gitmek derken üçüncü bir kişiden mi yoksa kendisinden mi bahsettiğini bilemediğim için içimdeki panik biraz daha büyümüştü.

Ben mevzuyu anlamaya çalışırken sohbetin seyri değişti sanırım. Karşı tarafa "O abide seçimden sonra hepimizin canına okuyacak." dedi sesinde gizli bir keyif tınısıyla. "Oğuz Bey babama bakanlık teklif ederek nasıl bir belaya bulaştığının farkında değil henüz."

Oha.

Duyduğum cümleyi başta sindiremedim. Hakkı Bey'in bakanlık teklifi almış olması bir yana, Aras'ın Milli Parti liderinden bahsetmesi iki kat hayrete düşürüyor beni. Tamam, onun muhalif olduğunu biliyordum ama siyasete ilgi duyacağı aklımın ucundan bile geçmezdi. Hepsini geçtim, tüm bunları kiminle konuşuyor olabilirdi ki? Görünüşe bakılırsa benim bildiğim çevresinden biri değildi.

"Baran sen salak mısın? Babam bakan olursa ilk iş bir bahane bulup beni hapse attırır oğlum."

Demek adamın adı Baran... Nedense bu isim bana pek yabancı gelmiyordu. Zihnimi kurcalayıp duyduklarımdan bir anlam çıkarmaya çalışırken mutfakta kısa bir sessizlik olduğunu fark ettim. Yeniden konuştuğunda Aras'ın sesi biraz keyifsiz çıkmıştı.

"Hayır, babam bilmiyor onları. Onları bilse var ya... Yemin ediyorum heriflerden önce kendisi öldürür beni."

Heriflerden önce kendisi öldürür derken? Ne yani, onu öldürmek isteyen birileri mi vardı? Bu ihtimal karşısında içeri dalıp karşısına dikilmemek için zor tuttum kendimi. Tam elim kapıya uzanırken "Şirkete takmış kafasını." dedi karşı tarafa. "Emekli savcı sonuçta, silah işlerinin nasıl yürüdüğünü az çok biliyor. Sırf toplantıya gidemeyeyim diye kendi arabasını bozup bana tamir ettirmişliği var adamın."

O bunları söylerken gülse de bana daha çok dehşet verici gelmişti. Duyduklarım karşısında hissettiğim endişe ve çaresizlik iç içe geçiyordu zihnimde. Fakat en çok da onunla ilgili hiçbir şey bilmediğim gerçeği canımı yakmıştı. Başındaki belalardan, kaçmasını gerektirecek bir tehlikenin içinde olduğundan, birilerinin onu öldürmek istediğinden, hatta siyasetle ilgilendiğinden bile haberim yoktu benim.

Tüm bunları düşününce son üç aydır yaşadığımız her şey bana anlamsız gelmeye başladı. Begüm, diğer kızlar, o aptal partide olanlar... Hepsinin gözümde önemini yitirmişti birden. Evet, o zamanlar içinde bulunduğum psikolojide hepsi önemli şeylerdi benim için. Fakat ölümlerin, tehlikelerin ve siyasetin yer aldığı bir evrende duygusal ilişkiler basit kalıyordu.

Tüm bunları sindirmeye çalışırken onun "Ben de bundan bahsediyorum işte." dediğini duydum. "Seçimden sonra her türlü Silivri yolcusuyum." Ardından gülerek ekledi. "Don gömlek getirirsiniz artık."

Ve böylelikle daha fazla dayanamadım. Duvarın arkasından çıkıp fırtına gibi içeri girdiğimde hayretle kalakaldı. Nefesimin giderek daraldığını hissederken aramızdaki mesafeyi kapatıp ağlayarak boynuna doladım kollarımı. Konuştuklarını duyduğumu anlamış olacak ki, yüzündeki ifade birden sertleşmişti. Karşı tarafa kısa bir şey söyledikten sonra telefonu kapattığını gördüm.

"Ne zaman kalktın yataktan?!"

"Aras-" diye hıçkırarak ona sarıldım. "B-ben-"

Boğazımdan yukarı yükselen bir öksürük dalgası cümlemi yarıda kesti. Derin bir nefes almaya çalışarak sımsıkı sarıldım ona.

"Duydum ben-"

İkinci öksürük dalgası dizlerimin bağını çözdü. İki büklüm olup öksürmeye başlarken Aras bacaklarımın arkasından tutup kucağına aldı beni. Hızla içeri taşıdıktan sonra yatağa bıraktığını hissettim. Daha rahat nefes alabilmem için yan dönmemi sağladıktan sonra "Astım spreyini alıp geliyorum." dedi bana. Ardından masanın üzerindeki anahtarları kapıp gözden kayboldu.

Onun dışarı çıktığını anlayınca doğrulmaya çalıştım fakat başaramadım. Minik iğneler ciğerlerime batıyordu acımasızca, aklıma duyduğum şeyler geldikçe nefesim daha çok kesiliyordu. Onu öldürmek isteyenler kim olabilirdi ki? Hadi buraya da gelirlerse? Aras'ın dışarıda yalnız olduğunu fark edince gücümü toplayıp doğruldum yatakta. Bir elimle boğazımı tutarken derin fakat boş bir nefes ağzımdan içeri doldu.

Seçimden sonra her türlü Silivri yolcusuyum dediğini hatırlayınca korkudan daha yüksek sesle ağlamaya başladım. Ne zaman olacaktı ki seçim? Hala erken seçim söylentileri dolanıyordu. Siyaset başlı başına derin bir meseleydi fakat Türkiye'de siyaset dibi olmayan bir gayya kuyusu gibiydi. Aras içine düşerse onu oradan kurtaramazdım.

Mantıklı düşünemiyordum. Oksijensizlik tüm mantığımı alıyordu benden. Bu yüzden dışarıdan bir çarpma sesi yükselince aklıma ilk gelen ihtimal birilerinin onu vurduğu oldu. Komodinin kenarına tutunarak zar zor yataktan kalktım. Gözlerimin önü kararmaya başladığında koltuğa tutunmaya çalışıyordum. Ne yazık ki attığım ikinci adımda gücüm tükendi. Boş bir çuval gibi olduğum yere yığıldım.

-*-

Dışarıdan sesler geliyor. Gülüşen insanların sesi, tanıdık bir kahkaha, mutlu bir aileden yükselen klasik nidalar... Belki bir rüya, belki gelecekten bir manzara, belki de asla bana ait olmayacak bir dünya... İçinde olduğum sürece ne anlamı var ki? Neticede gerçeğin rüyadan tek farkı, sonsuza dek sürmesi.

Kek tabaklarını ve limonata dolu bardakları tepsiye dizerken pencereden dışarı göz atıyorum. Sokaktan geçen iki kadının konuşmaları kulağıma çalınıyor. Yabancı bir dilde konuşuyorlar ama ilginç bir şekilde marketteki sebzelerin fiyatları hakkında konuştuklarını anlayabiliyorum. Neresi burası? Yabancı bir ülkedeyim muhtemelen... Nedense bu durum da bana garip gelmiyor.

Bahçedeki neşeli sesler gittikçe artarken tepsiyi elime alıp mutfaktan çıkıyorum. İki katlı, büyük bir ev burası. Salonda sabahki aile muhabbetinden arta kalan hafif bir dağınıklık, duvarlarda mutluluğu temsil eden çerçeveler var. Lavinia'nın mezuniyet töreninde çekilmiş fotoğrafın önünden geçerken bahçedeki gürültüler iyice yükseliyor.

Dışarı çıktığımdaysa Lavinia ile Mert'i görüyorum. Verandadaki koltuklarda oturmuş, her zamanki gibi düğün organizasyonundaki bir detay hakkında kavga ediyorlar. Onları rahatsız etmeden bahçeye iniyorum elimde tepsiyle birlikte. Kameriyeye girdiğimde Hakkı Bey başını kitaptan kaldırıyor, beni görünce kaşlarının çatıldığını fark ediyorum.

"Kızım niye sen yapıyorsun bu işleri?" diyerek ayaklanıp tepsiyi elimden alıyor. "Nerede o vasıfsız damatla huysuz bücür?"

Neden kızıyor ki bana? Hakkı Bey söylenmeye devam ederken "Ben rahatsız etmek istemedim..." diyerek kendimi savunuyorum. "Onlar konuşuyorlardı-"

"Hayır efendim, rahatsız edeceksin!" diye bağırıyor bu kez. Ses tonundaki öfke karşısında gözlerimin dolduğunu hissediyorum. Kötü bir şey mi yaptım ben? Ne diye şimdi azar yiyorum ki?

Alt dudağımın titremeye başladığını hissedince ağlayacağımı anlıyorum. Hakkı Bey tepsiyi masaya bırakıp bana döndüğünde şaşırıyor. Hemen ardından anlayışlı bir ifade beliriyor yüzünde. Yanıma gelip koluma girdiğini fark ediyorum. Beni koltuğa otururken "Evladım seni düşündüğümden..." diyor. "Gerçi ben kime laf anlatıyorum ki? Bunun anası da böyleydi son aylarda."

Bu esnada başıyla bahçeyi işaret ederek iç çekiyor. Bana verdiği tabağı elime alırken gösterdiği yere bakıyorum. Aras... İki üç yaşlarında bir kız çocuğu var karşısında, kollarını iki yana açmış küçük kıza topa vurmasını söylüyor. Kıza baktığımda masmavi gözlerinin heyecanla parladığını görüyorum. Koşuşturmaktan yanakları kıpkırmızı olmuş, tüy gibi kızıl bukleleri iki kulak şeklinde tepeden bağlandığı için hareket ettikçe salınıp duruyor. Bir iki adım gerilerken kaşlarını çatıp kalenin önünden çekilmesini söylüyor Aras'a, fakat bunları bebek dilinde söylediği için ortaya anlaşılmaz sesler çıkıyor.

"Babba çeçil çeçil!"

Aras'ın yüzünde hayretle kafa karışıklığı arasında bir ifade beliriyor, dudaklarını gülmemek için birbirine bastırırken benim içimden de gülmek geliyor. Ufaklık ise ne kadar tatlı göründüğünün farkında bile değil. Kendi kendine bir şeyler söylenerek birkaç adım geriliyor, duraksadığında başını kaldırıp hevesle Aras'a bakıyor.

"Vuyim mi?!"

"Biraz daha gerile!"

Aras'ın sesini duyunca karnımdaki bebeğin hevesle tekme attığını hissediyorum. Bu esnada bahçedeki minik kız birkaç adım daha geriliyor.

"Yetey mi?! Deyileyeyim mi biras daa?!"

"Birkaç adım daha git!"

Ufaklık suratını asarak iyice geriye gidip uzaklaşıyor toptan. Bu esnada Aras çaktırmadan yerdeki büyük tuğlaları iterek kaleyi genişletiyor. Küçük kız ona döndüğünde dizlerinin üzerinde doğrulup iki yana açıyor kollarını. Hakkı Bey'in onları izlerken kıs kıs güldüğünü duyuyorum.

"Hadi babacım koş şimdi!" diye bağırıyor Aras. "At topu bana Nihal!"

Ufak kız komutu alınca sarsak adımlarla koşmaya başlıyor. Aradaki mesafeyi kapatıp minik ayağını tüm gücüyle savurduğunda topun yavaş yavaş yuvarlandığını görüyorum. Aras kollarını daha da açarak iyice sağlama alıyor kaleyi. Ancak son birkaç saniye kala birden kendini yana atıyor, böylelikle top tuğlaları geçip içeri süzülüyor.

Topun kaleyi geçtiğini görünce Aras "Goool!" diye bağırarak kollarını açıyor yeniden. Ufaklık bir zafer narası atarak neşeyle ellerini çırpmaya başlıyor. Hakkı Bey tekrar kahkaha atarken iyice duygulandığımı hissediyorum. Bu esnada Nihal neşeli bir bebek çığlığı atarak kaleye doğru koşturuyor. Kollarını babasının boynuna dolarken Aras'ın onunla birlikte ayağa kalktığını görüyorum. Onların gol sevincini izlerken gözlerimden yaşlar süzülmeye başlıyor. Zırladığım fark edilmesin diye ayağa kalkıp büyük demir salıncağa oturarak arkamı dönüyorum bahçeye.

"Kızım iyi misin?" diyerek ardımdan sesleniyor babam. "Yağız yine tekmelere mi başladı yoksa?"

"Hıhı."

Ses tonumdan anlamış olacak ki iç çekiyor. "Gülnihal de hamileyken böyleydi demiştim ya, lafımı geri aldım. Sen onu bile geçtin Melek."

Omzumun üzerinden ona bakarak "Ama elimde değil ki..." diye savunuyorum kendimi. "Hormonlar yüzünden böyleyim."

"Tabi, normalde asla ağlamazsın." diyerek başıyla onaylıyor beni. "Hep hormon, hepsi hormon. Yoksa sulugözlülük kim, sen kim?"

Yeniden önüme dönerken ağlamaklı bir sesle konuşuyorum. "Ya baba yaa uğraşmasana benimle..."

"Aras geliyor zaten, artık ona dersin hormon mormon." diye cevap veriyor bana. Arkamı dönüp bakmasam da ayağa kalktığını fark ediyorum. "Ben de şu cimcimeyi içeri götüreyim, hava soğuk zaten."

"Baba üstünü de değiştirin, terlemiştir."

"Tamam tamam, hallederiz."

O gidince başımı öne eğip ellerimle yüzümü yellemeye başlıyorum. Sonra annemin de ağlayınca yüzü kızarmasın diye bu hareketi yaptığı geliyor aklıma. Fakat bende bir işe yarayacağını sanmam. Zira annemi düşününce yeniden ağlamaya başlıyorum. Bu kez mutluluktan ağlamadığımı hissetmiş olacak ki tekme atıyor oğlum. Elimi kocaman olmuş karnıma koyup okşayarak yatıştırmaya çalışıyorum, sanırım bunu da hissediyor. Bir an sonra Aras'ın kameriyeye girip kapıyı kapattığını duyuyorum.

"Melek, iyi misin?" diyor sıcacık bir tınıyla. "Yağız yine tekmelere başladı, değil mi?"

Hafifçe gülüyor bunları söylerken. Onun sesini duyunca karnımdaki bebeğin hevesle tekme attığını hissediyorum. Kameriyenin kapısını kapatırken bu kez bebeği muhatap alıyor Aras. Bana doğru yürürken adımlarının sesine karışan neşeyi duyabiliyorum.

"Oğlum ayıp değil mi anneye bu yaptığın? İçeride çok sıkıldıysan kaldır kıçını da biraz erken gel. Bak şimdiden yerin hazır göğsümde, ablanla anneni de iki kolumun altına alırım, tüm aile birlikte uyuruz. Tabi her gece olmamak şartıyla... Değil mi annesi?"

Onun sesini duyunca karnımdaki bebek bir kez daha tekme atıyor. Aras'ın hafiften endişeli bir tınıyla "Melek iyi misin?" diye seslendiğini duyuyorum. Cevap vermiyorum. O esnada salıncak kendi kendine sallanmaya başlıyor, hafifçe sarsılıyor bedenim.

"Melek beni duyuyor musun?" diyor bedenim sarsılmaya devam ederken "Melek? Güzelim uyan hadi, korkmaya başlıyorum."

Ne uyanmasından bahsediyordu ki? Bedenim tekrar sarsıldığında salıncak kayboldu altımdan. Aras'ın yanıma geldiğini biliyordum fakat başımı kaldırıp ona bakamadım. Karnımdaki sıcaklık birden kaybolmuştu, şaşkınlıkla başımı eğip baktığımda yer de kayboldu. Sonra maviliklere açtım gözlerimi, gözyaşlarım hala yanaklarımda duruyordu.

Uyandığımı görünce derin bir nefes aldı Aras. Burnumu çekerek "Neredeyiz?" diye sordum. Epey güçsüz çıkmıştı sesim. "Ben- Bana ne oldu?"

"Astım krizi." diyerek açıkladı. "Hastaneye gidelim mi? Nasıl hissediyorsun kendini?"

Gördüğüm rüya hala aklımdaydı fakat uyandığımda bayılmadan önce olanlar da zihnime üşüşmeye başlamıştı. Duyduklarımı hatırladıkça rüyalar önemini yitiriyordu. Gerçeklik denilen kabusa gözlerimi açmıştım ve bu hepsinden daha korkunçtu.

"Ne duydun?" diye mırıldandı saçlarımı okşarken. "Niye bu haldesin, Melek?"

Beni tekrar yatağa taşımıştı. Kolları güvenli bir sığınak gibi dolanmıştı etrafıma, tedirginliğini kaslarında yer edinen gerginlikten hissediyordum. "Ne yaptın?" dedim ağlamaya başlarken. "Ne için çok geç?"

Kısa bir sessizlik oluştu. Hemen ardından kahkaha attığını duydum. "Tanrı aşkına, bunu neye yormuş olabilirsin ki?"

"Bir kere de dürüst ol..." diye zırladım. "Bir ay önce dedin. Ne seçimi yaptın Aras?"

"Pekala, anlatacağım." diyerek bezgin bir tavırla iç çekti. "Ama aramızda kalacağına söz vereceksin. Hiç değilse şimdilik."

Başımı boynundan kaldırıp yüzüne baktım. Bu yüzü tanıyordum artık, bu yıldızlarla ve yalan vaatleriyle dolu gözleri... Oysa Aras çoğu zaman yarım gerçeklerle görürdü işini. Ona bir şeyler sorduğumda aldığım cevapların hep bir gerçeklik payı vardı. Aslında hiçbir zaman tam olarak yalan söylememişti bana. Benim kendi kendine çıkarımlar yapıp, sonra da bu çıkarımları gerçek sanan bir insan olduğumu çözmüş olmalıydı. Bu yüzden ona sorduğumda bana olan duygularını ilk kez beni kaybetme ihtimaliyle yüzleştiğinde fark ettiğini söylemişti. Gerçekti bu, lakin eksik bir gerçekti. Ve Aras benim o eksik parçayı nasıl tamamlayacağımı çok iyi biliyordu.

Aras yalancıydı fakat yalanları o söylemiyordu. Gerçeğin özenle seçilmiş bir parçasını avucuma bırakıp yalanı bana söyletiyordu.

Çünkü şeytan böyle severdi.

"Milli Parti'yi duymuşsundur." diyerek başladı söze. "Erken seçim söylentilerini de..."

Başımı salladım. Bana anlatacağı şeyin istediğim gerçek olup olmadığını bilmiyordum fakat onun hayatıyla ilgili her gerçeğe ihtiyacım vardı. Bugüne dek hiç ilgilenmemiştim Aras'la, nerede ne yapar neleri sever bilmiyordum. Hiç değilse onu gün içinde saate baktığımda nerede olabileceğine dair bir fikir yürütebilecek kadar yakından tanımam gerekiyordu. Madem ki birlikte uçurumun kenarında bir yola çıkmıştık, öyleyse aramızdaki bağ çok güçlü olmalıydı.

"Elbette duydum ama seninle ilgisi ne?" dedim doğrulup oturarak. "Sakın bana milletvekilliğine aday oldum deme."

"Saçmalama, Melek." diyerek güldü. "Sermaye grupları vitrine çıkmaz."

Son cümlesi beklenmedik bir şekilde çarptı beni. Sıradan bir şeymiş gibi söylemişti bunu, belli ki kanıksadığı bir gerçekti. Fakat ben onun toplumsal statüsünü henüz kavrayamamıştım, var olan tüm gücünü zekasından alıyormuş gibi geliyordu hep. Bunun dışındaki güç kaynaklarını genelde gözardı ediyordum, varlığını unuttuğum şeylerdi.

Şimdiyse sermaye grubu falan diyordu bana. Bunun ne anlama geldiğini biliyordum. Siyasetin perde arkası demekti bu. Siyasetçiler kuklaysa, sermaye grupları kuklacıydı. Aras ne tür işlere bulaşmıştı böyle?

"Her partinin ya da siyasi oluşumun arkasında büyük sermaye grupları vardır." diye devam etti sözlerine. "At yarışı gibi düşün. Güvendiğin ata yatırım yaparsın, eğer birinci gelirse yatırdığında fazlasını kazanırsın."

Hafifçe kaşlarımı çattım. "Milli Parti'ye mi yatırım yaptın?"

"Temsil ettiğim sermayeyle birlikte, evet." dedi gülümseyerek. "Ki bu da bir zincirleme yatırım ağı yaratıyor. Büyük çaplı bir sermaye grubu bir ata yatırım yaptığı zaman diğerleri onun bir bildiği olduğunu düşünür ve o ata yapılan yatırımlar artar."

Senin temsil ettiğin sermaye mi vardı? Çaktırmamaya çalışıyordum ama birden yabancılaşmıştım ona. Zira benim tanıdığım Aras'ın toplumsal statüsü bu kadar yüksek değildi. Sosyetik zenginlerin rafine zevkleri, pahalı hobileri, lüks bir hayat tarzı olması gerekmiyor muydu? Eski araba, bilmem ne döneminden kalma antik para, tarihi eser koleksiyonları cart curt... Aras'ta hiç de öyle jet sosyete profili yoktu. Adam yemek bile seçmiyordu ya... Mesela Ali Koç'u kız arkadaşı ona bir torba kuru mantı verdi diye sevinirken pek hayal edemiyordum ama benimki havalara uçmuştu.

Onun hakkındaki izlenimlerimi nasıl izah edeceğimi bilemiyordum. İçimden de sosyal statüsünü sorgulamak gelmiyordu zaten. Ben daha çok canının derdindeydim.

"Peki ya dayın? Şirketin başında o yok mu zaten? O ne diyor bu konuda?"

"Hayır, dayım artık sadece onursal başkan sıfatıyla şirkette." diye cevap verdi. "Gerçi senelerdir böyleydi zaten. Onu şirketin başında zor tutuyordum, pezevenk herif her şeyi üstüme yıkıp kaçmak için fırsat kolluyordu."

Şaşkınlıkla güldüm. "İyi de onun babasının mirası. Nasıl yapabilir ki bunu?"

"Reddi miras yaparak."

Bu daha da çok karıştırmıştı kafamı. Gerçi Ertuğrul Saral'la ilgili her şey benim kafamı karıştırıyordu, fakat ona güveniyordum da. Şahsi olarak değil elbette, benim güvendiğim şey Kütüphaneci'nin gücüydü. Bu öğrendiğim şeyse hiç hoşuma gitmemişti. İnsanların Saral mirasından lanetliymiş gibi kaçmasının bir sebebi olduğunu düşünüyordum. Şimdiyse bu yük tamamen Aras'ın omuzlarındaydı.

"Sorumluluk sende yani..." dedim yanaklarımı şişirerek. "İyi de ülkede başka muhalif sermayeler de var. Milli Parti'yi desteklemek neden seni tehlikeye atıyor ki?"

"Çünkü bu yarış yatırım yaptığım atın ilk yarışı olacak." diye izah etti. "Üstelik rakibi olan at son beş yarışın şampiyonu oldu. Son derece riskli bir yatırım anlayacağın."

"Peki ya diğer at tekrar şampiyon olursa?"

"O zaman seçim öncesi isyan bayrağı açmış sermaye gruplarından hesap sorarlar." dedi sakince. "Küçük gruplar görmezden gelinir, orta halli olanlar batırılır, büyük sermaye gruplarında ise isyanı başlatan kişilerin kellesi alınır. Siyasi kumarların bedeli at yarışı kadar hafif olmaz."

Haklıydı. Büyük sermaye grupları oyuna yön verirdi genelde. Cılız bir atı desteklediklerinde bile insanlar onların bir bildiği olduğunu düşünüp etrafına üşüşürlerdi. Aras'ın ne kadar büyük bir sermaye grubundan bahsettiğini bilmiyordum fakat zincirleme bir hareket yaratırsa bedelini de o öderdi."

"Oynama o zaman." dedim panikle. "Seçim yapmama şansın yok mu?"

"Türkiye'de apolitik olmaktan mı bahsediyorsun?" diyerek güldü. "Bu ülkede vatandaş siyasete girmese bile siyaset vatandaşa girer, güzelim. Hiç kimsenin bundan kaçışı yok. Millet kıçındaki kazığı görmezden geliyor, hepsi bu."

"Sana apolitik ol demiyorum. Sadece, bunu yönetimi devraldığın ilk seçimde yapmak zorunda mıydın? Sonraki seçimi bekleyemez miydin?"

"Hayır."

Tek kelimelik bir cevaptı fakat altında yatan zorunluluk tınısını duyabiliyordum. Acele etmesini mecbur kılan bir şeyler vardı, bana anlatamadığı bir şeyler... Onun tüm bu sorumlulukları keyfinden üstlenmediğini görmemek için kör olmak gerekirdi.

Aras bir şeylerin peşindeydi. Ve görünüşe bakılırsa yeni bir durum değildi bu.

"Seni kim öldürmek istiyor?"

Konuyu değiştiremediğini anlayınca suratı asıldı. Bana burada sabaha kadar bir şeyler anlatsa da bu soruyu unutturmasına izin vermeyecektim. Ben onun güvenliğiyle ilgileniyordum, seçimler ve miras oyunları umurumda bile değildi.

"İçten içe isteyenler illa ki vardır." diye cevap verdi en sonunda. "Keşke öyle olsaydım ama ben senin sandığın gibi küçük startup şirketini büyütmeye çalışan genç ve azimli bir mühendis değilim. Ben temiz bir adam da değilim Melek, anlıyor musun? Sana zamanla daha çok şey anlatacağım ama benden her şeyi bir anda isteme. Hiç değilse şuradaki günlerimizi huzurlu geçirelim."

Gülümsemeye çalıştım fakat öfkeden tırnaklarım avuçlarıma saplanmıştı. "Hayatının tehlikede olduğunu bilirken, benden tatildeymiş gibi davranmamı mı istiyorsun?"

"Hayatım tehlikede değil, güzelim. Yemin ederim ki değil. Bu karnımdaki kurşun izi düşündüğün gibi bana düzenlenmiş bir suikast esnasında oluşmadı."

"Nasıl oldu o zaman?"

Kararsız bir bakış attı bana. "Söylerim ama detay istemek yok, bundan herhangi birine bahsetmek de."

Hevesle başımı salladım. Şu anda gerçekten her bilgi kırıntısına ihtiyacım vardı. Uzanıp ellerini tuttuğumda Aras'ın huzursuzluğunun azalır gibi olduğunu fark ettim. En sonunda iç çekerek gerçeği dile getirdi.

"Beni Ozan sanıp vurdular. Hedefleri oydu yani."

"Ne?!"

"Sakin ol Melek. Ozan'ın hayatı da tehlikede değil, Dündar Bey o adamların hepsini yok etti."

"Aras onun bunu bilmesi lazım." dedim dehşete kapılarak. "Eğer bu bir kere olduysa tekrarlanabilir. Zaten olmaması saçmaydı. Dedesi yeraltı dünyasının kralı olacak ve o da avukatlık yapıp kendi yağında kavrulacaksın, öyle mi? Şu ana kadar Ozan'a kimsenin bulaşmaması mucizeydi asıl."

Hafifçe tebessüm etti. "Mucize değildi."

Ne demeye çalıştığını anlayınca gözlerimi yumdum. Ozan'a kimse bulaşmıyordu çünkü dedesi ve Aras onu gizlice koruyup kolluyordu. Kim bilir benim bilmediğim daha neler olmuştu arka planda? Ozan her şeyden habersiz bir şekilde mutlu mesut yaşarken Aras kelle koltukta geziyordu. Öfkeme hakim olamadan kelimeler fırladı dudaklarımdan.

"Neden onun için kendini ateşe atıyorsun?"

"Çünkü o benim dostum."

"Dostluk taraflardan biri mutlu olsun diye ötekinin her şeyi üstlenmesi değildir," dedim ters ters. "Dostlar omuz omuza savaşır. Ortada bir problem varsa bunu birlikte üstlenirler. Sen Ozan'a dostluk değil, ebeveynlik yapıyorsun."

Söylediklerimden hoşlanmadığını görebiliyordum. Haklı olduğumu biliyordu çünkü. Haklı olduğumu biliyordu ve bu hiç işine gelmiyordu.

"Ozan'ın normal bir hayatı var, Melek." diyerek savunmaya geçti. "Aile kurdu kendine, hayatını bir düzene oturttu, annesiyle babasının ölümünden sonra toparlanamaz sanıyordum ama ayağa kalkmayı başardı. Bunu onun elinden almamı mı istiyorsun? Peki ya Ada? Efe? Ozan'a bir şey olursa Dündar Bey Efe'yi alır. Ada asla toparlanamaz-"

Kahkaha atmaya başladım. Problemin ne olduğunu anlamıştım birden. Kendini ateşe atıyordu çünkü Ozan'ın sevdikleri ve sevenleri vardı, onun başına bir şey gelirse birçok insanın hayatı mahvolacaktı. Ona gelince...

"Ama senin arkandan ağlayacak kimse yok, öyle değil mi?" dedim gülmeye devam ederken. "Kardeşin seni sevmiyor, baban babalık yapmıyor, üç ay ortadan kayboluyorsun kimse endişelenmiyor... Bu yüzden de kendini rahat rahat kurşunların önüne atma hakkın var, değil mi?—" Bu noktada gülmeyi kesip birden sert bir yumruk geçirdim omzuna. İki elimle onu arkaya ittiğimde sırtı yatak başlığına yaslandı. "Ve bu senin işine geliyor, öyle değil mi?! Hadi itiraf et, insanların etrafında pervane olmaması çok işine geliyor senin! Böylelikle kimseye hesap vermek zorunda kalmıyorsun, bir halt yerken kimseyi düşünmene gerek kalmıyor! Bu yüzden bu kadar hoyratsın, haksız mıyım?!"

"Melek saçm-"

"Seni var ya seni... Seni gebertirim ben! Topuklarına sıkıp sakat bırakırım, evden dışarı adımını atamazsın! Sen daha benim kim olduğumu tanımadın ama tanıyacaksın! O aptal kafanı kopardığım zaman sen çok güzel tanıyacaksın beni!"

"İndir bakalım o pençeleri." diyerek çekip kucağına oturttu beni. "Kendin yazıp kendin oynuyorsun resmen. Manyak mıyım ben, ne diye kendimi kurşunların önüne atayım? Seninle barışmasaydık bile Lavinia ile babam var... O küçük fareyi tek başına bırakır mıyım sence?"

İçimin az da olsa rahatladığını inkar edemezdim. Fakat yine de son bir uyarı vermek istedim ona. Dizlerimin üzerinde doğrulup boynuna sarıldığımda kollarını tekrar belime doladı. "Artık seni ne kadar sevdiğimi biliyorsun." diye mırıldandım başımı omzuna yatırarak. "Sana bir şey olursa hayatıma devam edemeyeceğimi de biliyorsun. O yüzden artık dikkat et Aras, sana bir şey olursa arkandan gelec-"

Popoma sert bir şaplak attı. "Aptal aptal konuşmayı kes."

Onu bırakıp geri çekilirken "Peki öyleyse, bunu bir daha dile getirmem." dedim. "Ama bu konuda benim üzerimde hiçbir etkin olmadığını da bil. Susuyor olmam fikrimin değiştiği anlamına gelmez. O yüzden kendini kurşunların önüne atarken beni de düşün."

"Melek, lütfen yapma." diyerek omuzlarımı kavradı elleriyle. "Bak şu anda saçmaladığını sen de biliy-"

"Evet, saçmaladım." dedim gülümseyerek. "Bak işte ikna ettin beni. İki saat manipülasyon konuşması yapmana gerek yok."

"Melek-"

"Arzu iki yıl denedi." diye hatırlattım ona. "Sana olan hislerimin değişmesi için iki yıl boyunca beni manipüle etti. Üstelik senin de ondan aşağı kalır yanın yoktu. Ama gördüğün gibi benim hislerim senin hareketlerine göre şekillenmiyor, Aras Karadağ. Buna alışsan iyi edersin."

Hiçbir şey söylemedi. Gözlerindeki öfkenin ardında gördüğüm çaresizlik keyfimi yerine getirmişti.

✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧

"Bir gölge eğildi diğer gölge üstüne
gecenin gizlisine saklandı
bir soluk kaydı bir yüze
iki dudak ortasında öpüş yalanlandı."

-Füruğ Ferruhzad

-*-

Bilgisayar ekranına bakarken kaşları hafifçe çatılmış, içine düştüğü yoğun düşünceler alnında belli belirsizlik bir kırışıklık yaratmıştı. Bir eliyle önündeki dosyaya notlar alırken diğer eliyle masanın üzerinde aranmaya başladı. Nihayet kahve bardağına ulaştığında kendi kendime sırıttım. Fincanı dudaklarına götürürken ona güldüğümü fark etmemişti bile, ciddi tavrını bir nebze bile bozmadan tekrar dosyalara eğildi.

Son dört beş saattir evdeki manzara buydu işte. Sabah şirketten gelen telefonun ardından Aras İstanbul'dan getirdiği bilgisayarın başına geçip çalışmaya koyulmuş, bense televizyonun karşısında pineklemeye mahkum olmuştum. Bir ara aklını çelebilmek için mutfağa geçip yemek bile yapmıştım. Ancak özene bezene pişirdiğim yemekleri aceleyle yiyip masasına koşturmuştu tekrar. Onu rahatsız etmemek için yatağa geçip uyumayı denemiştim ama gözüme uyku girmiyordu. Zaten hava yeni yeni kararıyordu henüz—

Hasiktir, hava kararıyordu! Adam resmen sabahtan akşama kadar çalışmak deyimini gözlerimin önünde eyleme dökmüştü. Onu kendi haline bırakırsam hızını alamayıp sabahtan ertesi sabaha kadar çalışacağını bildiğim için ani bir kararla yerimde doğruldum.

Yorganı üzerimden çektiğimde uyurken yukarı sıyrılan hırkamı düzelttim önce. Yılbaşı alışverişine çıktığımızda bunu alarak büyük akıllılık etmiştim. Epey bol, dize kadar uzanan ve fermuarlı bir şeydi, o mini gecelik takımlarının üzerine giydiğimde tüm problem ortadan kalkıyordu.

Ayağa kalktığımda başını çevirip bakmadı bile. Gidip şöminenin karşısındaki üçlü koltuğa oturdum. Kalın bir pikeyi dizlerime örterken hafifçe öksürsem de pek takmamıştı. En sonunda dayanamayıp ona seslendim.

"Aras?"

"Hmm?"

"İşin ne zaman bitecek?"

"Birkaç saat daha sürer." dedi bilgisayara bakarken. "Bir şey mi oldu?"

"Canım sıkıldı!" diyerek isyan edip ayağa kalktım. Ona doğru yürürken öfkeyle söylenmeye başlamıştım. "O kahrolası koltuğa sabah oturdun ve farkındaysan dışarıda hava kararıyor! Kalkman için bilgisayarını kırmam mı gerekiyor illa?!"

Yanına varınca ellerimi pat diye masanın üzerine yaslayıp ona doğru eğildim. Yüzümdeki ifadeyi görünce gülmemeye çalışır gibi birbirine bastırdı dudaklarını. Aptal herif... Eğer beni alaya alıp işe dönmeye kalkışırsa cidden o bilgisayarı kıracağımı göremiyor muydu?

"Bilgisayarıma dokunursan başına neler geleceğini biliyorsun."

Elim istemsizce popoma gitti. Geçen sefer attığı şaplakların sızısını ertesi güne kadar çekmiştim, üstelik yaşadığım utanç da cabasıydı. Bu yüzden kuyruğumu kıstırıp şirin bir şekilde gülümsedim ona. Görünüşe bakılırsa başka bir taktik denemem gerekiyordu.

Yüzüme masum bir ifade takınarak masanın etrafından dolaşıp bilgisayarla arasına girdim. Şükürler olsun ki, yana eğilip bilgisayara bakmaya çalışmak gibi bir öküzlük yapmadı.

"Ama bak bugün son günümüz..." diyerek dudaklarımı büktüm. Bir yandan da gömleğinin yakalarıyla oynamaya başlamıştım. "İstanbul'a dönünce oturup sınavlara çalışmam gerekecek, hem senin de işlerin falan olur kesin. Tabi bir de annem var... Ne olur yani sonra çalışsan?"

Yüzünde çaresiz bir ifade belirmişti. "Yemin ediyorum, kendi başımı kendim yaktım."

"Ha?"

"Utangaçlığını yenmen için uğraşıp durdum..." diyerek iç çekti. "Şimdi de zillinin tekiyle baş etmeye çalışıyorum."

Kaşlarımı çatıp ufak bir fiske geçirdim omzuna. "Deme bana şöyle!"

"Boş yapma, Melek." diyerek geçiştirdi beni. "Kötü anlamda demediğimi biliyorsun, alış artık."

İtiraza devam edecektim fakat fırsat vermedi. Beni önünden çekip popoma vurarak koltuklara doğru yönlendirirken kendisi de ayağa kalkmıştı. "Bak, bıraktım işte çalışmayı. Hadi film falan izleyelim."

Elini tutup onunla birlikte üçlü koltuğa yürürken onun aptala yattığını biliyordum. Bal gibi de asıl niyetimin onu konuşturup bir şeyler öğrenmek olduğunun farkındaydı. Buradayken bir sürü şey öğrenmiştim ama hala bana anlatmadığı tonla gerçek vardı. Şimdi bile kafasının içinde kırk tane tilki döndüğünü görebiliyordum. O tilkilerden birkaçının kuyruğunu bugün yakalamam gerektiğini de... Zira İstanbul'a dönünce doğru düzgün baş başa kalma fırsatı bulamayacaktık. Kalsak bile onu köşeye sıkıştırdığımda kolaylıkla sıyrılabilecekti.

Keşke Quesalid'in verdiği iksirden bir şişe daha olsaydı. Hiçbir şey içirmeden nasıl çözecektim ki bu adamın dilinin bağını?

Koltuğa oturduğumuzda kollarından birini omzuma atarak beni kendine çekti. Elimde olmadan gevşemeye başlamıştım, onunla sarmaş dolaş oturup film izleme fikri gözüme giderek daha güzel geliyordu. Başımı kaldırıp kararsızlıkla yüzüne baktığımda üst dudağımı dudaklarının arasına alarak işimi daha da zorlaştırdı. Kısa bir öpücüğün ardından geri çekilirken son irade kırıntılarımı kullandım.

"Film izlemek yerine başka bir şey yapsak olmaz mı?"

"Ne yapmak istersin?"

"Oyun oynasak mesela? Teknede oynadığımız oyundan... Olmaz mı?"

Gözleri kısıldı hafifçe. "Şişe Çevirmece mi oynamak istiyorsun?"

Masum görünmeye çalışarak başımı salladım.

"Oynarız ama bir şartla," dedi bana. "Bir kural eklemesi yapmama izin vereceksin."

"Neymiş o ekleme?"

"Cesaret dediğimde beni sonraki soruda doğruluğu seçmeye zorlamayacaksın. Bildiğin hile bu."

Al işte... Bunu yapmadan nasıl doğruluğu seçmesini sağlayacaktım ki? Tam önerisini reddetmeye hazırlanırken duraksadım. Aklıma daha iyi bir fikir gelmişti.

"Öyleyse ben de bir kural eklemesi yapacağım." diyerek kollarımı göğsümde kavuşturdum. "Doğruluk mu cesaret mi diye sormayacağız. Şişe kime denk gelirse gelsin doğruluk seçmiş gibi kabul edilecek ve karşı taraf soru soracak-"

"Asla olmaz—"

"Ama soruyu cevaplamak istemezsen cesareti seçebileceksin." diyerek devam ettim. "Tabi, shot atma cezasıyla birlikte."

Evde birkaç şişe tekila vardı. Aras'ı biraz olsun tanıyorsam şişe daha yirmi kez dönmeden tüm tekilayı içmesi gerekecekti. Gerçi o kadarına gerek kalacağını sanmıyordum. Sinem'le birlikte bara gittiğimizde birkaç shot atmıştım. Başta pek bir şey anlaşılmıyordu fakat sonrasında insanı gerçekten fena çarpıyordu. Ne kadar iyi içici olursa olsun Aras da bir yerden sonra sarhoş olacaktı.

"Madem o kadar istiyorsun, oynayalım bakalım." dediğini duyunca el çırpmamak için kendimi zor tuttum. "Ama tekrar ediyorum, sonrası soruda doğruluğu seçeceksin gibi şeyler istemek yasak."

Hah. Bu kuralı eklemeseydi bile ondan sonraki soruda doğruluk seçmesini istemeyecektim zaten. Önce doğruluk seçtiğinde yalan söylemeyeceğine dair teknede ettiği yeminden etmesini isteyecek, ikincisinde de direkt tüm sorularda doğruluk seçmesini söyleyecektim. Fakat şimdi mecburen onun sarhoşluğundan faydalanmam gerecekti, kendimi Nuri Alço gibi hissediyordum.

Mutfakta shot tepsisini hazırlayıp içeri geçtiğimde Aras da şömineye odun atıyordu. Beni görünce şöminenin karşısındaki sehpayı kaldırıp halının üstünü boşalttı. Minik bardaklarda içkiler, limon dilimleri ve tuzla dolu tepsiyi kenara koyduktan sonra yere oturup bağdaş kurdum. Aras geçen gün içtiğimiz kuyruklu yıldız işlemeli şarap şişesini almıştı eline. Çevirdiğindeyse kapak kısmı her zamanki bahtsızlığımla bana geldi. Kollarımı göğsümde kavuşturup soracağı soruyu bekledim.

"Hangi sütyeni giydin?"

Hasiktir... Sütyen yoktu ki altımda. Kirlileri çamaşır makinasına atalı daha birkaç saat olmuştu. Üzerimde kalın hırka olduğu için onlar kuruyana kadar sütyensiz kalmakta bir sakınca görmemiştim. Mecburen tepsideki tuzu bileğime döküp yaladım. Shot attıktan sonra limon dilimlerinden birini emip tekrar Aras'a döndüm.

"Cesaret."

Yüzünde ufak bir tebessüm belirdi. "Çıkar sütyenini."

İki kere hasiktir... Dudağımı dişlerken kafamı öne eğdim. Başımın altından mahcup bir bakış attığımda gözlerinde kahkaha parıltıları belirmişti.

"Siktir. Yok mu cidden?"

Kaşlarımı çatarak yanaklarımı şişirdim.

"Hırkanı çıkar öyleyse."

"Çok beklersin. Tek istek hakkın var Aras."

"Ama sen o isteği yerine getiremedin."

Ağzım şaşkınlıkla açılıp kapandı. Saçmaydı fakat teorik olarak haklıydı işte. Ona ters bir bakış atarak önce saçlarımı açıp önüme aldım. Ardından hırkanın fermuarını açıp kollarımı çıkardım. Şortum çok kısa olduğu için hırkayı çıkarıp atmak yerine bacaklarımın üstüne koymakla yetinmiştim. Neyse ki şişe tekrar döndüğünde şansım yaver gitti ve kapak kısmı Aras'a geldi.

Ne soracağımı düşünmedim bile. "Arzu'nun yalanlarını neden o hayattayken gelip bana anlatmadın?"

Ne yapacağını düşünmedi bile. Tuz, tekila, limon. Ardından da cesaret. Bu seçimini işimi sağlama almak için kullanmaya karar verdim.

"Oyun bitene kadar doğru söyleyeceğine dair tüm toprağa verdiklerinin üzerine yemin et."

"Sen gerçekten çok fenasın." dedi ters bir bakış atarak. "Ama madem istiyorsun öyleyse yemin ederim."

"Düzgün et şu yemini Aras."

Meydan okur gibi ifadelerle birbirimize baktık. En sonunda direnişi bir kenara bırakıp "Tüm toprağa verdiklerimin üstüne yemin ederim ki oyun bitene kadar doğru söyleyeceğim." dedi. "Oldu mu?"

Rahatlamıştım. Fakat Aras huysuzlaşmıştı, oyunun devamında bunun acısını benden çıkarmak isteyeceğini görebiliyordum. Bu yüzden şişe dönerken bana gelmemesi için sessizce dua ettim.

Şişe bana geldi.

"Arabada beni uyanık tutmaya çalışırken çocukken yaşadığın yılbaşı akşamlarından bahsetmiştin. Gerçek miydi onlar?"

Gözlerimi kaçırarak cevap verdim. "Gerçekti ama yaşayan ben değildim, Naz'dı."

Yüzü ifadesiz görünüyordu fakat gerildiğini fark etmiştim. "Peki ya sen?"

"Ben odamda otururdum." diyerek geçiştirdim onu. "Çevir hadi şişeyi."

Tutup da kapı aralığından salondaki eğlenceli ortamı izlediğimi falan anlatıp dram kasmak istemiyordum. Geçmişim yüzünden bana hassas bir şeymişim gibi davranmasını da... Neyse ki huzursuzluğumu fark etmişti, o yüzden daha fazla uzatmayıp şişeyi çevirdi. Kapak kısmı onda durunca az evvelki sorumu tekrarladım.

"Arzu'nun yalanlarını neden o hayattayken gelip bana anlatmadın?"

Az evvel yaptığı şeyi tekrarladı. Tuz. Tekila. Limon. Cesaret.

Birden öfkelendiğimi hissettim. Bu soruyu sormak için böyle oyunlar çevirmeme gerek yoktu ki, zaten normal bir ilişkide karşı tarafın cevap vermesi gerekirdi. Bunu öğrenmek hakkımdı benim. Başlarda beni sevdiğini kabullenememiş olsa da mantar zehirlenmesi yaşadığımda kendiyle savaşmayı bıraktığını söylemişti. 2016 Aralık ayından bahsediyorduk burada... Arzu 2018 Mayıs'ta ölmüştü ve aradaki koskoca zaman diliminde Aras onun oyunlarına ortak olmaya devam etmişti. Bunun sebebini bilmek zorundaydım.

"Tamam o zaman." dedim gözümü karartarak. "Üst üste yedi shot atmanı istiyorum."

-*-

Şişenin kapağı önümde durunca başımı eğip boş boş baktım. Bu iş giderek can sıkıcı olmaya başlamıştı. Güya onu sarhoş edip konuşturacaktım ama içtikçe suskunlaşıyordu Aras. Bense giderek sapıtıyordum, shotlar fena çarpmıştı. Ya da bölmüş... Tekila'nın hafiften solcu bir havası vardı bence, o yüzden bölünmesi daha mantıklıydı. Gerçi bölünüyordu da zaten. Eğilip tuzluğu alırken tepsideki minik shot bardaklarına kısa bir bakış attım. Sol fraksiyonlar gibi kendi içlerinde bölünmüşlerdi.

Başımı kaldırıp Aras'a baktım. Sırtını tekli koltuğa yaslayıp bacaklarını halının üstüne uzatmıştı. Gömleği yoktu üzerinde, bir önceki cesaret diyişinde onu çıkarmasını istemiştim. Bana ne soracağına karar vermeye çalışırken gözlerinde düşünceli bir ifade kol geziyordu.

"Gördüğün en erotik rüya neydi?"

Yok. Bu olmazdı bu. Yuh yani... Tamam, şu an kendimi daha cesur hissediyordum fakat onunla yiyiştiğimizi gördüğüm rüyayı anlatacak kadar da değil... Mecburen tepsiye uzanıp tuz, tekila, limon, cesaret ritüelini gerçekleştirdim. Aras'ın yüzünde beliren tebessüme bakılırsa başım fena halde dertteydi.

"Bir tane daha shot at." dedi oturduğu yerde iyice yayılarak. "Ama tuzu benim üzerime döküp yalayacaksın."

Normalde bunu yapar mıydım bilmiyorum fakat şu anda o kadar da utanç verici gelmemişti bana. Üçlü koltuğa tutunarak yavaşça ayağa kalktım. Doğrulmamla birlikte bacaklarıma örttüğüm hırka yere düştü. Birkaç saniye boş boş baktıktan sonra eğilip yerden aldım, ardından üçlü koltuğun kenarına astım. Bu esnada Aras'ın hafifçe öksürüğü de dikkatimden kaçmamıştı. Yanına giderken kuşku dolu bir bakış attım yüzüne.

"Ne oldu?"

"Memelerine bakıyordum da..." dedi dürüstçe. "Eğilince çok seksi görünüyor."

Yanına otururken dalgın bir tavırla mırıldandım. "Öyle mi?"

"Hıhı..."

Açıkçası ben de onun birçok şeyini seksi buluyordum. Ses tonu gibi... Örneğin hıhı derken derinden ve hafifçe çatallanarak çıkan o kalın tını hoşuma gitmişti. Bu yüzden tuzluğu elime aldığımda seçim yapmam çok zor olmadı.

"Başını yana eğ."

"İşte benim kızım..." diye gülerek başını eğip boynunu açığa çıkardı. Önce elime shot bardağındaki tekiladan döküp tenini ıslattım onunla. Bir elimle çenesini tutarak üzerine eğildiğimde kolunu kalçama sararak beni kendine çekti. İtiraz etmemiştim, tuzu tekilayla ıslanmış yere dökerken aklımda boynunun ne kadar güzel koktuğundan başka bir şey yoktu.

Başımı eğip boynundaki tuzu yaladığımda kalbimin deli gibi atmaya başladığını hissettim. Aynı şeyin onun için de geçerli olduğunu biliyordum. Zira tam şu anda şah damarı dilimin altında atıyordu. İçgüdüsel bir şekilde o noktayı emdiğimde hafifçe inledi. Gaza gelip daha istekli bir şekilde boynuna gömüldüm. Diğer kolunu belime sarıp başta kalçalarımı kavradı, fakat hemen ardından sert bir çimdik atarak uzaklaştırdı beni.

"Yerine geç, Melek." diyerek homurdandığını duydum. "Emin ol, benim sabrımın da bir sınırı var."

Sonrasında sarhoş olduğumla ilgili bir şeyler söylendi kendi kendine. Derdini anlayınca ısrar etmedim. Onu bırakıp yerime döndüm yeniden, oturduktan sonra başımla şişeyi işaret ettim.

"İyi o zaman... Hadi şişeyi çevir."

İç çekerek doğrulup şişeyi döndürdü. Kapak kısmı onun tarafında durunca "İŞTE BU BEE!" diye bağırarak kollarımı havaya kaldırdım. Yüzümde kibirli bir sırıtış da vardı fakat Aras memelerime baktığı için bunu görmemişti. Gerizekalı...

Soru sormadan önce "Bak bari bu kez cevap ver..." diye yalvardım. "Sabahtan beri uğraşıyorum be!"

"O zaman başka soru sor."

"Geçen yaz üç ay boyunca neredeydin?"

Piç kurusu dalga geçer gibi güldü. Ardından tepsiye uzanıp shot attı. Normalde öfkeden kudururdum ama o gülünce benim de gülesim gelmişti. İntikam dolu bir sırıtışla "Üç tane..." dedim. "Üç tane daha shot at."

Kahkaha attı. Ama shot da attı üç tane. Sonra şişeyi çevirip bir de bana gol attı. Kapak kısmına düşmanca bir bakış atarken Aras'ın iç çekerek sorduğu soruyu duymuştum.

"Ne yapacağız biz seninle, Melek?"

Seks.

Bunu dile getirmeye bir tarafım yemediği için efendi efendi tepsiye uzanıp shotımı attım. "Cesaret." dediğimde şeytanın yüzünde şaşkın bir ifade belirdi. Neye şaşırdığını bilmiyordum ama üzerinde durmadı pek, arkasına yaslanırken isteğini dile getirdi.

"Üç tane isteğimi yerine getireceksin."

"Ama olmas ki!" diye bağırdım ona. "Hile bu! Hatta sen kendin dedin yasak diye!"

"Ben sadece cesareti kullanarak doğruluğu seçtirmek yasak dedim. Ama cesareti kullanarak istek sayısını arttırmak yasak değil."

Ne dediğini anlamamıştım ama öyle kendinden emin konuşuyordu ki birden ikna oluverdim. "Pekiy..."

"Öyleyse dans et."

Ee, bu zor bir şey değildi ki? Ben evde tek kaldığım zamanlarda da dans ediyordum. Hatta bence çok da güzel dans ediyordum. Efendi gibi isteseydi zaten reddetmezdim, hiç de cesaret mesaret seçtirmesine gerek yoktu.

"Ama müziksiz olmaz..." dedim ayağa kalkarken. "Müzik açcaksın bana."

Yerinden kalkmadan telefonuna uzandı. "Ne açayım?"

Başta mezdeke istemeyi düşünmüştüm ama şu anda pek oryantal oynayasım yoktu. Evde dans ederken açtığım favori şarkılarımdan birini dinlemek istiyordum.

"Cirrus - She Kills." dedim yerdeki yastıklardan birini tekmeleyerek. Sonra aklıma Aras'ın zengin olduğu geldi. "Ama spotifayda yoktur... Şeyden aç, yutuptan."

O tekli koltuğa oturup şarkıyı ararken diğer yastıkları da tekmeleyerek halının üzerini boşalttım. Kendime bir dans pisti yarattığımda Aras telefonun sesini sonuna kadar açıp kenara bıraktı. Sırtını koltuğa yaslayıp kollarını göğsünde kavuştururken "Acele etmene gerek yok." dediğini duydum. "Şarkı replay modunda."

Yüzündeki gülümsemeye bakarken müzik çalmaya başlamıştı bile. Solist şarkıya girerken ben de yavaştan dans etmeye başladım.

"All she wants is: to live, to live.
All she does is: she kills, she kills
All she wants is: to live, to live.
All she does is: she kills, she kills

Onun tek isteği yaşamak;
Yaşamak için tek yaptığı, öldürmektir.
Onun tek isteği yaşamak;
Yaşamak için tek yaptığı, öldürmektir."

Seviyordum bu şarkıyı... Yavaş yavaş başlayıp bir yerden sonra durmadan hızlanıyordu. Aras beni öptüğünde hissettiğim şeylerin özeti gibiydi. Ellerimle saçımı başımın üstünde toplayarak kalçamı kıvırırken omzumun üstünden ona baktım. Bana çapkın bir tavırla göz kırparken tepsiye uzanıp bir shot attı.

"It's just a gipsy, a funky death,
It's just a gipsy, a sexy death.
It's just a gipsy, a funky death,
It's just a gipsy, a lovely death...

O yalnızca bir çingenedir, korkak bir ölüm...
O yalnızca bir çingenedir, seksi bir ölüm.
O yalnızca bir çingenedir, korkak bir ölüm...
O yalnızca bir çingenedir, sevilesi bir ölüm."

Kendimi tutamayıp ufak bir kahkaha attım. Sinem haklıydı galiba, benim içimde cidden şırfıntının teki vardı. Zira Aras'a doğru dönüp eğilmeye başladım bu kez, yeterince dekolte verdikten sonra saçlarımı savurup gülerek doğruldum. Şömineye dönerken onun ufak bir kahkaha attığını gördüm, ardından elini ağzına götürüp uzun bir ıslık çaldı.

"All the difference between you and I,
is that you try, you try,
The difference between you and I,
is that you try, when I cry.
The difference between you and I,
is that you think that you have the time.
The difference between you and I,
is that you are not afraid to die,

Aramızdaki tüm fark; sen denersin, denersin,
Aramızdaki asıl fark; ben ağlarken, sen denersin.
Seninle benim aramdaki fark,
Sen zamanın olduğunu sanıyorsun.
Seninle benim aramdaki fark,
Sen ölümden korkmazsın."

Burada şarkı öyle çok hızlandı ki, kendimi tamamen müziğe kaptırdım. Gözlerimi kapattığımda bulunduğum oda kaybolmuş ve kendimi deniz kenarında bulmuştum. Üzerinde dans ettiğim halının yumuşaklığı sahildeki kumları andırıyordu, yıldızlı geceyse ardımda durmuş beni izliyordu zaten. Şömineden yayılan alevler tenimi yalarken kendimi bir sahil ateşinin etrafında dans ediyormuş gibi hissediyordum.

Arkamı döndüğümde Aras'ın yüzündeki neşeli ifadenin kaybolduğunu fark ettim. Gözlerindeki bakış bana bir yerlerden tanıdık geliyordu fakat hatırlayamıyordum. Bedenimi dalgalandırarak saçlarımı savurduğumda kaşları hafifçe havalandı. Arkasına yaslanıp tekli koltuğa iyice yayılırken elini kaldırdığını gördüm, iki parmağıyla ufak bir işaret yaptı.

Gel.

Birden hatırladım. Yüzündeki bu gizemli tebessümü locada otururken görmüştüm. Orada da böyle bakmıştı bana. Ve tıpkı orada olduğu gibi, şimdi de nefesim kesilmişti.

Üstelik şimdi bir de ışıklar girmişti işine içine. Oda karanlıktı fakat şöminedeki alevler etrafa zengin bir ışıltı saçıyordu. Dans etmeye devam ederek ona doğru yürürken yılbaşı ağacımızdaki minik led lambalardan yayılan neon ışıkların doğrudan Aras'ın yüzüne çarptığını fark ettim. Gözleri... Gözlerinin mavilikleri gerçek olamayacak kadar parlak bir forma bürünmüştü. Bu rengi en yıldızlı gecede bile göremezdim.

Ona arkamı dönüp dizlerine oturduğumda elindeki kadehi tepsiye bıraktı. Ardından kulağımın hemen dibinde nefesini hissettim.

"Dans etmeye devam et."

Açıkçası başım dönüyordu ama yine de ayaklanmaya çalıştım. Dizilerinden kalktığım anda kollarından birini karnıma sarıp beni geri oturttu. Omzumun üzerinden şaşkın bir bakış attığımda başını hafifçe yana eğmişti.

"Ayakta değil." dedi elini karnımdan çekerek. "Kucakta..."

Müzik devam ederken dizlerinin üzerinde kalçalarımı kıvırmaya başladım. Kollarımı havaya kaldırdığımda elleri tekrar karnıma uzandı. Ardından tek hamlede yukarı çekip kucağına oturttu beni. Kalçanın altındaki sertliği hissedince bir anlığına duraksamıştım fakat elleri göğüslerime uzanınca başımı arkaya atıp omzuna yasladım. Vücudumu kıvırarak dans ediyordum hala, Aras'ın elleri atletimin altında çıplak tenimi yakıyordu.

Sonra birden karnımdan kavrayıp kendine doğru çevirdi beni. Bacaklarımı iki yana açıp beline sararken kollarımı boynuna doladım. Diliyle dudaklarımı aralarken sol elinin sırtımdan aşağı indiğini fark ettim. Elini belimle kalçam arasında kalan oyuğa bastırdığında gövdem istemsiz bir şekilde arkaya doğru bükülmüştü. Şaşkınlıkla kirpiklerimi aralarken sağ elini bağrıma koyup hafifçe arkaya itti beni. Başım arkaya doğru eğilirken kendimi bir piyanistin ellerinin altındaki piyano gibi hissetmiştim.

Bununla birlikte kalçam dizlerinden kasıklarına doğru kaymıştı farkında olmadan. Göğsümde yarattığı hazza odaklanmışken vücudumun en hassas noktasında hissettiğim sertlik beklenmedik derecede şiddetli bir zevke dönüştü. Ne yaptığımı bile düşünmeden kendimi daha çok bastırdım ona. Aras'ın dudaklarından yükselen inlemeyi duyduğumda bacaklarımı beline sarıp kenetledim.

Elleri vücudumda gezinirken bana doğru eğilmeye başladı. Karanlıkta gözlerimiz buluşunca dalgın bakışlarla yüzünü inceledim. Masmavi bir yangın vardı kirpiklerinin altında, dudaklarından ufak bir öpücük aldığımda "İkinci istek..." diye mırıldandığını duydum. Bir yandan da tepsiye uzanıp tuzluğu almıştı. Onu benim elime tutuşturduktan sonra kendi ellerine de bir dilim limonla shot bardağı aldı.

"Atletini aşağı sıyır."

Ne yapacağını anlayınca dilim damağım kurumuştu. Heyecanımı bastırmaya çalışarak atletimin askılarını dirseklerime kadar indirdim. Serin hava tenime çarparken göğüslerimin ucu sivrilmeye başlamıştı. Aras gözlerini gözlerimden ayırmadan bardağı bana doğru çevirdi. Buz gibi tekilayı sol göğsümden aşağı boşalttığında tüm vücudum tepeden tırnağa titremişti. Tuzu üzerime döktükten sonra elindeki limon dilimini ters çevirip ağzıma sıkıştırdı.

Başını gövdeme eğerken heyecandan nefesimi tuttum. Tenimdeki ıslaklığı yalayarak karnımdan yukarı çıkmaya başladığında ufak bir inilti yükseldi boğazımdan. Ardından dudakları göğsüme kapandı ve tekilaya bulanmış tuzu açlıkla emmeye başladı. Boğazımdan yükselen sesle birlikte az kalsın ağzımdaki limonu düşürüyordum. Kalçamı kıvırarak kasıklarına sürtününce bedenimin dehşetli bir zevk dalgasıyla sarsıldığını hissettim. O dalgayı yeniden hissetmek için hafif bir ritimle dans etmeye devam ettim üzerinde.

En sonunda dudakları yukarılara uzandı ve ağzımdaki limona ulaştı. İnce dilimi dişlerinin arasına alıp yere fırlatırken tuzdan dudaklarının şiştiğini fark etmiştim. Baygın gözlerle yüzünü incelerken hafifçe iç çektim elimde olmadan. Aklından neler geçtiğini bilmiyorum ancak dudakları ufak bir tebessümle kıvrıldı.

"Ve üçüncü istek..." diyerek tepsiye uzanıp bir shot daha attı. Ardından beni kendine çekip dudaklarıma yapıştı. Kollarımı boynuna sardığımda elleriyle koltuğun kenarlarından destek aldığını hissettim. Aras kucağında benimle birlikte koltuktan kalkarken telefondaki müzik çalmaya devam ediyordu.

"Now I'm leaving the reality.
leaving the reality,
and I am living.

Şimdi gerçekliği terk ediyorum.
Gerçekliği terk ediyor,
Ve yaşıyorum."

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro