Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Bölüm 47/2 - Zorlu Yollardan Yıldızlara

Bu bölümü benden sevgisini ve desteğini hiç esirgemeyen, pamuk kalpli biricik Nefes Abla'ma ithaf ediyorum. İyi ki varsın ablacım. ❤️

*Aşağıdaki şüphe konulu pasaj daha önce Erzurum partlarından birinde de geçmişti.

✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧

Aşağıdaki partın şarkısı: Rammstein - Reise Reise efenim. Buraya link bırakılmıyor ama Youtube'dan bulup dinlerseniz çok sevinirim. ✨

"Her şeyden kuşku duyabilirim, ama kuşku duyduğumdan kuşku duyamam; ne var ki, kuşku duymak düşünmektir ve öyleyse şu kesindir: düşünüyorum, öyleyse varım."

-René Descartes

-*-

ARZU

Size bir deney laboratuvarındaki sıvı dolu bir kavanozda elektrik sinyalleri verilerek canlı tutulan ve kendini insan sanan bir beyinden ibaret olmadığınızı düşündüren şey ne?

Ben söyleyeyim; zihninizdeki kusursuz küresel simetri. Gerçekliği gerçekten sorgulamış tüm zihinler, öncesinde şüpheyle biçimlendirilirler.

Zira şüphe, insan zihnini deforme eder. Kuşkuyla yaklaşılan her fikir, insanlara yönelik her güvensizlik hissi ve nesnenin varlığına dair her temkinli yaklaşım, bu kusursuz simetride açılan yeni bir oyuktur. Zihnin kendi kendinden şüphe etmesiyse, bir tekillik noktası yaratır. Sonsuz bir çukur. Ve bu noktaya ulaşan bir zihnin geri dönüş şansı artık yoktur; ya içine düştüğü tekillikte ölür, ya da bambaşka bir forma dönüşür.

Planlarımı anlatmayı bitirdiğimde "Sizi ona hep anlatacağım!" diye vızıldadı Dilek. "Ne kadar iyi yürekli bir halası olduğunu bilerek büyüyecek. Hatta belki ara sıra görmeye gelirsiniz bizi-"

"Bak şu konuda anlaşalım." diyerek susturdum onu. "Bu benim sana edeceğim son yardım olacak. Eğer bir kez daha hata yaparsan yapayalnız olacağını bil, çünkü ben gelecekte burada olmayacağım."

Doğrulup otururken gözündeki yaşları sildi. "Nereye gidiyorsunuz ki?"

"Beni kontrol edemeyecekleri bir yere."

Kafası karışmış gibi görünüyordu. "Kimlerin?"

Cevap vermedim. Eskiden başıma gelenleri herkese anlatıp insanların bana yardım etmesini umardım. Fakat bu aciziyet bana paranoid şizofreni damgası kazandırmaktan başka bir işe yaramamıştı. Sevdiğim adam bile söylediklerime inanmıyordu.

Şimdiyse inanmamış oluşuna seviniyordum. Hayır, Emir'i asla affetmeyecektim. Onun bana olan inançsızlığı yüzünden ölmüştü bebeğimiz. Ancak inanmış olsaydı bile yardım edemeyeceğini anlamıştım artık, yalnızca onun hayatı da tehlikeye girecekti.

"Arzu Hanım..." diye mırıldandığını duydum Dilek'in. "Yoksa siz hala..."

Gülüp geçmek isterdim fakat yapamadım. Zaten Dilek gidecekti buralardan, bir şeyler öğrenmek ona zarar vermezdi.

"Şizofren değilim ben." diyerek uzanıp ellerini tuttum kızın. "Bazı fikirlerim değişti, evet. Artık beni öldürmek istediklerinden emin değilim fakat arsenikle zehirlensen sen ne düşünürdün ki? İnsanın aklına gelen ilk ihtimalin bu olması çok doğal değil mi?"

Hüsran dolu bir bakış attı bana. "Arzu Hanım..."

Dilek'in gözlerindeki acıyan bakışı görünce devam edemedim. Zaten ne diye anlatmaya çalışıyordum ki? Raporlu paranoid şizofrendim ben. Söylediklerime kimsenin inanmaması çok normaldi, geberdiğimde cesedime otopsi yapmak isteyeceklerini bile sanmıyordum. Gerçi otopsi yapsalar kaç yazardı ki? Tahlil sonuçlarım gibi o da tertemiz çıkacaktı. Çünkü o sonuçlar değiştiriliyordu. Benim tarafımdan. Hayır, babam. Özgür ve Annem beni kurtarmaya çalışıyordu. Hangi annem? Beni unutan. Tan. Vatan. Satan.

Arzu, aklını topla. Kafiye yapmayı kes, kafiyeyi şizofrenler yapar. Odaklan, eğer odaklanırsan eninde sonunda bitecek. Kurtaracaksın. Kurtulacaksın. Kurtulacaksın.

Ama ne zaman? Zaman?
Şaman. İman. Ferman. Roman. Eleman. Yaman. Orman. Keman.

Telefonum bir kez titreştiğinde irkilerek kendime geldim. Dilek gitmeliydi. Ressam onu burada görürse... Kıza acele etmesini söylemek üzere başımı kaldırdığımda bakışlarında yuva yapmış çaresizliği gördüm. Acıma, hüzün, şefkat ve bir de hayal kırıklığı... Hepsini bir araya toplamış bakışlarıyla üzerime yağdırıyordu.

Ne düşündüğünü anlayınca gülmemek için kendimi zor tuttum. Şizofrendim ya hani, onu kurtarma planlarımın da hayal ürünü olduğunu düşünmüştü muhtemelen.

"Dilek ben ağır metal zehirlenmesi geçiriyorum." diyerek arseniğin periyodik cetveldeki yerini hatırlattım ona. "Belirtiler arasında ensefalopati de var, yani zehir zihnime de etki ediyor. Merak etme, deli falan değilim. Seni gerçekten kurtaracağım."

İnanmadığını görebiliyordum. Birden onu kolundan tutup köşke götüresim gelmişti. Ben burada onun ve bebeğinin hayatını kurtarmaya çalışıyordum, aptal sürtük bana inanmıyordu bile. İnanmayan insanlar için neden uğraşıyordum?

Telefonum tekrar titreşti.

"Dilek saklanmak zorundasın!" diyerek kızı kolundan tutup ayağa kaldırdım. "Acele et, biri geliyor!"

Şaşkınlıkla kapıya doğru yürümeye başladı. "Dış kapı çalmadı ki-"

Saçına yapışıp son anda geri çektim onu. Dilek çırpınırken bir elimle de ağzımı kapatmıştım. Muhtemelen şu anda bir deli tarafından saldırıya uğradığını sanıyordu ve bıraktığım an eceline doğru koşmaya başlayacaktı.

Onu kapıdan uzaklaştırırken "Hayatında bir kez olsun aklını kullan ve bebeğini düşün." dedim öfkeyle. "Ellerimi ağzından çekmem gerekiyor. Sadece on saniye çeneni kapalı tutarsan her şeyi kendi gözlerinle göreceksin, tamam mı?"

Korkuyla başını salladı. Sözünü tutup tutamayacağından emin değildim, büyük bir risk aldığımın da farkındaydım fakat karnındaki bebek için yapmam gerekiyordu. Yine de elimi çekmeden önce onu son kez uyardım.

"Yerinde olsam benim lafımı dinlememezlik yapmazdım, Dilek. Farkındaysan bedeli ağır oluyor."

Kızı serbest bıraktığımda bir an için çığlık ata ata dışarı koşacağını sandım. Fakat ufaklık annesine zeka takviyesi yapmaya devam ediyordu anlaşılan. Zira arkamı dönüp gözleri önünde bomboş duvarda rastgele yerlere dokunmaya başladığımda bile sesini çıkarmamıştı. Yedinci saniyedeyse nefesini tuttuğunu duydum. Yerde kayarak açılan platforma bakıyordu şaşkınlıkla. Birkaç saniye sonra yeraltına uzanan merdivenler belirmişti.

"Aşağı in ve kameralardan olanları izle." diyerek dehlizi işaret ettim. "Oraya girmek için on yedi saniyen var Dilek. On altı. On beş. On dört-"

Panikle dehlize girip merdivenlerden aşağı inmeye başladı. O gözden kaybolurken yeniden duvara dönüp sayıları girdim. Birkaç saniye sonra platform tekrar kayarak kapanmış ve varlığını gösteren tüm izler ortadan kalkmıştı.

Hata yaptığımı işte o anda anladım.

Odadan çıkıp çizim sandalyeme doğru yürürken ne bok yediğimi yeni yeni idrak ediyordum. Eğer Dilek de onlardan biriyse, bu sahip olduğum her şeyi kaybettiğim anlamına geliyordu. Her şey. Tüm planlarım, bildiklerim, sahip olduğum kozlar... Hepsi elimden uçup gitmişti.

Oyuna gelmiştim. Telefonum üçüncü ve son kez titrediğinde kendimi yığılır gibi koltuğa bıraktım. Bebeğimi kaybettiğimden bu yana kendimi ilk kez bu kadar boş hissediyordum. Elimdeki her şeyi kaybedince öyle hafiflemiştim ki, sanki ayaklarım yere bile basmıyordu. Sanki kanatlarımı açmış uçuyordum.

Kendi kendime güldüm. Yere çakılana kadar sürecek bir uçuştu bu. Zira benim uçtuğum falan yoktu.

Ben düşüyordum.

Nasıl anlayamıştım ki? Oysa her şey çok basitti. Bebeğini korumak isteyen çaresiz bir anne göndererek zayıf noktamdan vurmuşlardı beni. Muhtemelen aşağıdaki kaltağın karnında bebek falan yoktu.

Allah kahretsin!

Elime tuvalin yanında duran fırçayı alıp hışımla duvara fırlattım. Bir yandan da bağıra bağıra ağlamaya başlamıştım. Bu kadar salak olamazdım, bu kadar salak olmam imkansızdı. Nasıl bu kadar salak olabilmiştim?

Zayıf noktalar. Hep oradan vururlar.

İçimden bir ses yanılmış olabileceğimi, mucizevi bir şekilde Dilek'in oyunun bir parçası olmayabileceğini söylüyordu ama neden olmasındı ki? Böyle bir mucizeyi hak edecek bir şey yapmamıştım ben. Aptallıkların bedeli olurdu. Benim aptallığımın neden bir ödülü olacaktı?

Kontrolün birden ellerimden kayıp gitmesi beni deliye döndürmüştü. Ensefalopati dedi zihnimdeki bir ses. Şu an tam bir ruh hastası gibi davranıyorsun. Çünkü mantıklı düşünemiyorsun. Mantıklı düşünemediğimiz zamanlarda ne yapmamız gerektiğini hatırladın mı Arzu?

Hiçbir şey. Mantıklı düşünemediğim zamanlarda eylemsizlik moduna alırdım kendimi.

Fakat şimdi bunu yapamıyordum. Atölyenin kapısının çalındığını duyunca bağırarak küfür ettim gelen kişiye. Şimdi gelip halimi görecek ve mutlu olacaktı. Annemin beni koruyamadığını görmek onun hoşuna gidecekti. Gitsindi. Anneler yavrularını her zaman koruyamazdı çünkü. Aksi taktirde benim de karnımdaki bebeği koruyabilmiş olmam gerekirdi.

Kapı ısrarla vurulmaya devam edince kumandayı elime alıp kilit düğmesine bastım hıçkırarak. Bir an sonra kapı açılmış ve annem telaşla bana doğru koşturmaya başlamıştı.

"Arzu!" diye bağırarak omuzlarımdan tutup sarstı beni. "Annem ne oldu sana? Niye ağlıyorsun kızım?!"

Yüzündeki endişe dolu ifadeye bakarken birden kahkaha atmaya başladım. Gözlerimde yaşlarla deli gibi gülerken yüzünün çaresizlikle çarpıldığını fark etmiştim. Yanımdaki sandalyeye oturup bağrına çekti beni, saçlarımı okşarken ona sımsıkı sarıldım.

"Ne olur durun artık!" diye yalvardım hıçkıra hıçkıra. "Dayanamıyorum, tükendim ben!"

"Geçecek kuzum." diyerek ağlaya ağlaya saçlarımı okşamaya başladı. "Sen iyi olacaksın, tüm bu kötü günler geride kalacak-"

Başımı göğsünden kaldırıp onu hırsla arkaya ittim. "Bitir öyleyse Ressam!"

Orospu resmen dalga geçiyordu benimle. Evdeyken hiçbir şekilde açıktan iletişim kurmamasının ödlekliği yüzünden olduğunu biliyordum, o kadar rezil bir kevaşeydi ki buluşmamız gerektiğini anlatana kadar bile iki saat tiyatro çevirmiştik. Acaba anneme de böyle oyunlar oynamış mıydı?

Aptal sürtük. Gözlerine bakarken derinlere saklanmış ruh hastasını görebiliyordum. Evde ona yaptığım göndermeyi bal gibi de anlamıştı, zekasını hafife aldığımı ve aklımla oynayamayacağını biliyordu.

Zeki insanlar değişime daha açık olurlar.

Verdiği tüm o gevezeliğin ana metni buydu. Geri kalan her şey, hepsi, laf kalabalığıydı. "En azından dene, sevmeyi dene. Gör bak o zaman her şey yoluna girecek." derken bahsettiği şeyin hukuk okumak olmadığını da biliyordum. Karşı koysam da, boyun eğsem de hiçbir şeyi değiştiremeyeceğimi anlatıyordu bana. Nasıl da yanılıyordu...

Onun afallamış bir yüzle beni izlediğini görünce tekrar kahkaha attım. Bir elini yardım etmek istercesine bana doğru uzatmış, temkinli adımlar atarak aramızdaki mesafeyi kapatmaya çalışıyordu.

"Arzu sakin ol..." diyerek yatıştırmaya çalıştı beni. "Benim kızım, annen-"

Kahkaha attım.

"Ne işin var burada annecim? Ben Ressam'ı bekliyordum."

"Kızım saat bir oldu!" diye çıkıştı birden. "Evde içim rahat etmedi, yerleşkeyi arayıp sana bakmalarını söyledim ama ışıklar kapalıymış. Kalkıp kendim geldim ben de korkudan."

Ve hayatımda belki bir milyonuncu kez aklımdan şüphe ettim. Bir anlığına. Tek bir anlığına beni çekmeye çalıştıkları çukura eğilmiştim fakat o esnada bakışlarım kapıya takıldı. Kapının önünde yerleşkenin güvenliklerinden biri, İhsan Abi, durmuş bizi izliyordu. Elbette o varken gerçek yüzünü göstermeyecekti bana. Fakat o gittikten sonra da ben bu kadına tahammül etmek istemiyordum. Zaten onu Dilek hakkında konuşmak için çağırmıştım. Kız ortadan kaybolunca doğal olarak bu sürtüğün ona zarar vermesinden kuşkulanmıştım ancak görünüşe bakılırsa hepsi bir tuzaktı.

"Defol buradan." diyerek elimle kapıyı gösterdim. "Hemen çık git."

"Arzu, yalvarırım-"

"Çık git diyorum sana! Allah belanı versin düş artık yakamdan!" Durup birden güvenliğe döndüm. "Bu kadını hemen yerleşkeden çıkarın. Mülk sahibi benim, yaşım da on sekizden büyük. Eğer bir daha benden izinsiz içeri birini alırsanız sizi de şikayet ederim!"

İhsan Abi mahcup bir tavırla başını salladı. Kaltak yine ulaşmıştı amacına, onun yüzünden bir kez daha başkalarının gözünde deli konumuna düşmüştüm.

Keyfi yerine gelmiş olacak ki fazla uzatmadı. "Tamam annecim sakin ol-" diye yatıştırıcı bir ses tonuyla teskin etti beni. Kapıya yönelirken yüzüne uzlaşmacı bir şefkat maskesi taktığını görmüştüm. "Gidiyorum bak... Ama sen de geç saate kadar kalma ne olur, aklım kalıyor Arzu-"

"DEFOL!"

Kaltak, mağdur anne moduna girip seke seke kaçtı atölyeden. İyi rol kesiyordu fahişe, o kadar temkinliydi ki yalnız kaldığımıza emin olmadıkça asla maskesini çıkarmıyordu.

Güvenlikle beraber siktir olup gittiklerinde yere çöküp başımı ellerimin arasına aldım. Şimdi ne halt edecektim? Acaba Dilek gerçekten de onlardan biri miydi? Eğer öyleyse sığınaktan çıkmasına izin verdiğim an gidip koşa koşa patronlarına haber verirdi ve her şeyimi kaybederdim.

Belki de onu bu gece oradan çıkarmamalıydım. Sığınak kapandıktan sonra örüntüyü bilmeyen hiç kimse içeri giremezdi. Eğer içeride biri varsa örüntüyü bilmek de kar etmiyordu, çok daha karmaşık başka bir şifreyle birlikte açılıyordu ancak. En güzel yanı ise aşağıdan dünyayla iletişim kurmanın imkansız oluşuydu. Dilek indikten sonra üstteki çelik bölmelerin de kapandığını biliyordum, ne kadar bağırırsa bağırsın onu hiç kimse duymazdı.

Belki de onu üç gün oradan çıkarmamalıydım.

Belki de beş...

Henüz hiçbir şeyi kaybetmemiştim. Kaltak hala poz kesmekle uğraştığına göre yaptığım salaklıktan haberi yoktu. Eğer Dilek'i beş gün orada bırakırsam oyuna geldiğimi bile kimse bilmeyecekti. Sadece beş gün normal hayatıma devam ederek riske attığım her şeyi geri kazanabilirdim.

Süklüm püklüm halde yerde otururken atölyenin kapısı tekrar çaldı. Oturduğum yerden "Defol!" diye bağırmakla yetindim. Sözümü dinlemeyip içeri geleceğini biliyordum aslında, az evvel kapıyı kilitlememekle büyük hata yapmıştım. Fakat dışarıdan başka bir ses yükseldi.

"Arzu Hanım, gelebilir miyim?"

Güvenlik görevlilerinden biriydi bu. Şaşkınlıkla ayağa kalkarken "Gel Fatih Abi!" diye seslendim kapıya doğru. Ben koltuğa oturduğumda adam da kapıyı açıp içeri girmişti.

"Kusura bakmayın, rahatsız ediyorum ama..."

"Sorun değil, ne oldu?"

"Anneniz..." diye geveledi. "Telefon açtı da... Sizi merak etmiş, benden gelip bir bakmamı rica etti."

"Oha ama artık ya!" diyerek güldüm. "Daha on dakika oldu buradan çıkalı! Huzur kavramına tepki olarak doğmuş bu kadın-"

Adamın yüzündeki şaşkınlığı görünce duraksadım. "Anlamadım efendim." diyerek başını salladı bana. "Anneniz mi on dakika önce buradan çıktı?"

"Evet." diyerek kaşlarımı çattım. "İhsan Abi söylemedi mi? İkisi birlikte gelmişti."

Adam birden tedirgin olmuş gibi görünüyordu. Başını eğerken cılız bir sesle "Efendim mümkün değil." dediğini duydum. "Bu akşam tek nöbetçi benim, biri girseydi görürdüm. İhsan Abi zaten üç gündür izinde."

Şaşırmam gerekiyordu, öyle değil mi? Hayatımın aydınlanmasını yaşayıp aslında deli olduğumu falan idrak etmeliydim. Hani şu Akıl Oyunları filmindeki profesör gibi... Arkadaşının küçük kız kardeşinin hiç büyümediğini, küçük kız yoldaki kuşların üstüne koşarken hiçbirinin ürküp kaçmadığını fark edince aslında kızın gerçek olmadığını anlıyordu.

Bana kalırsa o film insan zekasına yapılmış bir hakaretti.

Gerçekçi bir senaryoda o kız çocuğu büyürdü. Çünkü hiç var olmayan bir çocuğu hayalinde yaratabilen bir zihin, o çocuğu büyütmeyi de başarırdı pekala. O kuşlar da havalanıp uçardı. Bir insan yaratmayı başarabilen zihin için kuşları havalandırmak çok da zor olmazdı.

Çünkü insan beyni kendini asla alt edemezdi.

Bana kalırsa Profesörün hasta olduğunu kanıtlayan şey, zihninin oyunlarını görmezden gelemiyor oluşuydu. O küçük kız çocuğunu yok sayıp hayatına devam edemiyordu, paranoyaları onu harekete geçmeye zorluyordu. Peşindeki ajanları da görmezden gelemiyordu mesela. Gerçek olduklarına öylesine emindi ki, paranoyalarının yarattığı tehditleri ortadan kaldırmaya çalışıyordu.

Fakat ben bir şizofren değildim.

Bu yüzden güvenlik görevlisini gönderip kapıyı arkadan kilitledim ve küçük odaya koştum. Bomboş duvara örüntüyü girerken tüm bunların hayal olabileceğini biliyordum, belki de bu duvar da hayaldi, bu atölye, bu akşam buraya gelişim, olduğum kişi, yaşadığım hayat... Bir deney laboratuvarındaki sıvı dolu bir kavanozda elektrik sinyalleri verilerek canlı tutulan ve kendini Arzu Bozkıroğlu sanan bir beyinden ibaret olabilirdim. Varlığından emin olduğum tek şey kendi zihnimdi zira bunları düşünen şey oydu.

Descartes düşünüyorum öyleyse varım derken düşünmenin ve sorgulamanın öneminden bahsettiğini mi sanıyordunuz? Hayır. Descartes burada kendi zihni dışındaki hiçbir şeyin varlığından emin olamayacağını anlatıyordu. Gökyüzünde uçan kuşların zihnimin eseri olup olmadığını asla bilemeyecektim. Siz de bilemeyecektiniz. Siz bildiğinizi sanacaktınız. Sanıyordunuz. Sanıyorduk. Sanrılarla dolu bir evrende gerçekliği arıyorduk.

Platform kayarak açıldığında panikle aşağı inmeye başladım. Birkaç basamak sonra durup ellerimle merdivenin kenarındaki bir butonu aramaya koyulmuştum. Sonradan eklediğim bir detaydı bu, platformun daha hızlı kapanmasını sağlıyordu. Butonu bulup bastığımda metallerin hızla kayarak iç içe geçtiğini gördüm. Birkaç saniye içinde dışarıyla bağlantım kesilmişti bile. Yoluma devam edip aşağı indiğimde merdivenlerin önünde durup etrafa bakındım.

Kimse yoktu.

Korkuyla nefesimi tutup sırtımı merdivene yasladım. Bu mümkün değildi. Dilek tek başına buradan çıkmış olamazdı, en ufak bir ihtimali bir yoktu bunun.

Tabi içeri girdiyse...

Bir anlığına dizlerimin bağının çözüldüğünü hissettim. Gözlerimden yaşlar süzülmeye başlarken korkunç bir ihtimal zihnime saplanmıştı. Hemen arkasından karanlığın içinden yükselen cılız bir sesi duydum.

"Arzu Hanım?"

Ekranların önünde diz çökmüş kızı görünce rahat bir nefes alamadım bile. Evet, onu orada otururken görememiş olmam çok normaldi. Fakat gerçek olduğundan hala emin değildim.

Hıçkırarak yere çökerken bana doğru koştuğunu gördüm. Yanıma diz çöküp kollarını sardı boynuma. Gözyaşları içinde "Haklıydınız!" diye dediğini duymuştum. "Arzu Hanım neden yapıyorlar? Ben de gördüm geldiklerini ama sonra d-diğer güvenlik g-geldi- Neden?!"

Kıza sarılıp omzuna yasladım başımı. Artık tükenmek üzereydim. Her şeyden, herkesten, tüm varlığımdan şüphe ederek yaşamak mahvediyordu beni. Destek olmaya çalışan insanların varlığından bile şüphe ederken nasıl sağlam kalacaktım ki? Boş yere ölüme yürüyor olabilirdim ve bunu asla bilemeyecektim.

"Dilek lütfen gerçek ol!" diye hıçkırdım çaresizce. "Yalvarırım gerçek ol!"

✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧

"Uzat ellerini, küçük sürgünüm
Uzat bana
El eledir çünkü aşkla ölüm."

-İlhan Berk

-*-

ARAS

Bir insan ya damgalanır; ya da dağlanır.

Damgaların karanlığı işaret eden semboller olduğunu çok erken yaşta öğrenmiştim. Okuduğum bir tarih kitabında Babil'de kölelerin ve suçluların bedenlerinin damgalandığı yazıyordu. Vltava nehri kıyılarında yaratılmış o karanlık canavarın alnında bir damga vardı. Bazense bu semboller bir katliam daveti taşırdı. Maraş'ta ve Sivas'ta Alevi ailelerin kapısına koyulan kırmızı damgalar, birkaç gün sonra sokaklara kan olarak akmıştı.

Damgalar karanlıktı, damgalananlar ise bu karanlığı ölene dek bedeninde taşırdı.

Dağ ise eski Türklerin damgaya verdiği addı. Damgaların aksine dağlar bir çeşit övgü anlamı taşır; Türk kültüründe suçlular değil, soylular ve kahramanlar dağlanırdı. Bu yüzden de neredeyse tüm kağanların, şamanların ve savaşçıların bedenlerinde dağlar vardı.

Bense damgaları ruhumda, dağları sırtımda taşıyordum.

Melek'in beni itip uzaklaşmaya çalıştığını fark edince karşı koymadım. Onun sırtında da toplum baskısı vardı ne yazık ki. Bana pek ailesinden bahsetmese de babasının muhafazakar bir adam olduğunu biliyordum, annesinin de ondan geri kalır yanı yoktu. Yetiştiği koşullar değişse bile Melek kendi kendini baskılamaya devam ediyordu.

Başımı hafifçe yana eğerek tekrar dudaklarına uzandım. Öpüşmek, Melek'le birlikte sevdiğim şeylerden biri olmuştu. Elbette ön sevişme yapmayı lütuf sayan öküzlerden biri değildim, az çok tecrübesi olan her erkek tatmin olmuş bir kadının çok daha iyi tatmin edeceğini bilirdi. Fakat çoğu erkek gibi ben de uzun uzun öpüşme romantizmine pek anlam veremezdim. 

Melek'e gelince... Sadece aşık olduğumdan değil, bu kızla öpüşmeyi gerçekten seviyordum. Üst dudağının dolgun ve hafif öne çıkık görüntüsü her daim emilmeye hazır bir hava katıyordu ona. Mesela tam şu anda da bunu yapıyordum. Onunla öpüşmeden önce hep bu şişkin et parçasının göründüğü kadar yumuşak olup olmadığını merak ederdim. Allah kahretsin ki, göründüğünden bile yumuşaktı.

Aynı durum memeleri için de geçerliydi. Üzerimdeki gömleğe ve onun üzerindeki ipli body atlete rağmen yumuşaklığını kendi göğsümde hissedebiliyordum. Yatağa doğru ilerlerken bir elimle atletinin üzerinden bu dolgunluğu kavradım. Diğer elim bacaklarının kalçalarıyla birleştiği noktada geziniyordu hala, orada her seferinde beni hayrete düşüren müthiş bir kıvrım vardı.

Dışarıdan havai fişek sesleri yükselince irkildiğini hissettim. Parmakları hala gömleğimin üzerinde gezinip düğmelerle savaşıyordu. Heyecandan ellerinin titrediğini fark edince bir elimle sırtını okşamaya başladım. İşe yaramış olacak ki, yatağa vardığımızda düğmeleri açmayı başarmıştı.

Karyolanın kenarına oturup gömleği tamamen çıkarmasına izin verdim. Aslında iyi gidiyordu fakat kol düğmelerini atlamıştı, gömlek bileklerimde takılı kalınca yan dönüp Melek'i çarşafların üzerine yatırdım. Gömleği üzerimden çıkarıp tekrar ona döndüğümde karşıma sayısız kez hayalini kurduğum manzara çıkmıştı. Hayallerimden çok daha güzel bir manzara.

Saçları bir yangının alevleri gibi dağılmıştı çarşafa. Derin derin nefesler alırken göğsü yükselip alçalıyor, gözlerindeki zümrüt kırıntıları heyecanla ışıldıyordu. Atletin penye kumaşından sivrilen meme uçlarına bakarken kasıklarımdaki sertliğin biraz daha arttığını hissettim.

Üzerine eğildiğimde kollarını tekrar boynuma doladı. Onu belinden kavrayıp kendimle birlikte yatağın yastık kısmına sürükledikten sonra kendimi hafifçe geri çektim. Ağırlığımı vermemek için dirseklerimle karyoladan destek aldıkça kadınsı bir içgüdüyle beni kendine çekiyordu. Melek'le öpüşmenin en zor taraflarından biri de buydu işte. Neyi neden yaptığını bilmediği için tepkileri tamamen kontrolsüzdü. Hem kendi kontrolümü, hem de onun kontrolünü sağlamaya çalışırken üstümden tır geçmiş gibi oluyordum.

Bacaklarını yeniden belime doladığında o tır tekrar geçti üzerimden. Neyse ki kendini nereye bastırmaması gerektiğini öğrenmişti, böylelikle iki gün önceki işkenceyle sınanmıyordum. Başımı eğip dudaklarımı omuzlarına sürterken hırkasını yavaş yavaş sıyırdım üzerinden. Sıra atletine geldiğindeyse gerildiğini hissetmiştim, ellerimle karnını okşarken başını geri çekip yüzüme baktı.

"Şimdi mi yapacağız?"

Gerginliğinin sebebini anlayınca eğilip burnunun ucunu öptüm. "Hayır, seks yapmayacağız. Ama yazın yaptırdığın dövmeyi deliler gibi merak ediyorum güzelim."

Sahiden de o dövme içime dert olmuştu. Sinem ağzını açıp tek kelime bile etmiyordu. Ne yaptırmış olabilirdi ki?

"İyi de... Dövme şeyde... Göğsümün altında..."

Gülümsedim. "İstersen atletini sıyırarak da gösterebilirsin."

Yüzünde kararsız bir ifadeyle bir süre sessiz kaldı. Ona bakarak üzerinde baskı oluşturmamak için dudaklarına eğildim yeniden. Aklından her ne geçiyorsa pek dikkatini veremiyordu. Birkaç saniye sonra sırtımdaki kollarının aramıza girip hareket ettiğini hissettim. Kolları aramızda olduğu için tenini hissedemiyordum fakat muhtemelen atleti sadece göğsüne kadar sıyırmıştı.

"B-bakabilirsin..."

Dudaklarını bırakıp üzerinde doğrulduğumda az kalsın siktir çekiyordum. Evet, atletini sadece sıyırmıştı fakat yukarı doğru değil, aşağı doğru sıyırıp göğüslerinin altına indirmişti. Ve daha da kötüsü, üzerine kolunu kapatıp kamufle etmeye çalışıyordu kendini. Göğüslerini kendi vücuduna bastırarak etinin kolunun kenarlarından taşmasına sebep olmuştu, bundan daha uyarıcı bir kamuflaj hayal edemiyordum.

"Aras..." diye mırıldandı. "Dövmeye bakmayacak mıydın?"

Hangi dövme?

"Ee, bakıyorum..." gibisinden bir şeyler geveledim. "Nerede?"

Göğüslerini koluyla yukarı itti hafifçe. "Tam altında."

Kasıklarımdaki sızıyı görmezden gelip başımı gösterdiği yere doğru eğdim. Dövmesini gördüğümdeyse kaşlarım hafifçe çatılmıştı. Her iki göğsünün altında da minicik şekilde ikişer kelime yazıyordu.

Sağ göğsünün altındaki yazıya bakarken "Ne demek bunlar?" diye sordum. "Per aspera..."

"Zorlu yollardan..." diyerek çevirdi sözleri.

Başımı diğer tarafa çevirip sol göğsünün altındaki yazıyı okudum. "Ad astra..."

"...Yıldızlara."

Duraksadım. Geçmişte olsa bu dövme bana çok garip gelmezdi, onun yıldızlara olan aşkını biliyordum zaten. Fakat o aşkın kaynağını öğrendiğimden beri işler değişmişti.

Evinin önüne gidip onu izlerken hep ne düşündüğünü merak ederdim. Yıldızlara baktığında ne görüyordu orada? Çalıştığı kafede bile bazen durup gökyüzüne bakardı, yüzünde beliren tebessüme bir türlü anlam veremezdim. Allah kahretsin, sergi gecesinde bile bunu yapmıştı. Tepesine dikildiğimde önce bana, sonra gökyüzüne bakışını hatırlayınca pişmanlıkla gözlerimi yumdum. Nasıl fark edememiştim?

Onun da benim hislerime karşılık verdiğini hayal ettiğim çok olmuştu fakat böyle çok sevdiğini hiç hayal etmemiştim. Böyle çok sevilmeyi istemezdim de zaten. Bana kalsa, onun beni normal bir sevgililik ilişkisi yaşıyormuş gibi sevmesini isterdim. Günün birinde ayrılırsak biraz üzülüp sonra hayatına devam edebilecek şekilde sevmesini...

Fakat Melek de benim gibiydi. Sevgisi karşısındaki insanın hareketlerinden ya da kişiliğinden ötürü gelmiyordu, sevince her şeyiyle seviyordu. Sergi gecesinde bana neden vurduğunu da anlamıştım. Ona zihninde kargaşa yaşadığından, Emir itiyle benim aramda kaldığını bildiğimden, zamanla bu kargaşayı ortadan kaldıracağımdan söz etmiştim. Benim hareketlerimin onun hisleri üzerinde etkisi olmadığını söylemişti. Oysa asıl öfkelendiği şey...

Başımı kaldırıp sessizce yüzüne baktım. Gözlerinde ışıldayan yaşlarla beni izliyordu.

"Melek..." diye mırıldandım. "Melek özür dilerim..."

Yüzünde şaşkın bir ifade belirmişti. "Seni sevdiğim için mi?"

"Hayır, seni bırakmayacağım için." diyerek alnından öptüm. "Allah kahretsin, ben de o masallardaki adamlar kadar bencilim. Bunun için özür dilerim."

Duraksadığını hissettim. Güzel gözlerini yüzüme diktiğinde zümrüt kırıntıları mutlulukla ışıldıyordu. "Ne yani... Ayrılmayacak mıyız?"

Başımı iki yana salladım. "Sen o şansı kaybettin."

Yüzünü kaplayan mutluluğa bakarken içimin sımsıcak olduğunu hissettim. Bir yandan da, sırtımda taşıdığım dağları ona nasıl açıklayacağımı düşünüyordum. Kim olduğumu nasıl izah edecektim? Damarlarımda doğunun ve batının, siyahın ve beyazın, birbirinin tam karşısında duran iki farklı şeytanın kanı dolaşıyordu. Korkunç bir savaşta her iki tarafın da veliahtıydım, savaşı kim kazanırsa kazansın kaybeden ben olacaktım.

Dudaklarımız buluşurken kollarını yavaşça çekti aramızda. Çıplak tenine temas edince göğsümün ortasında şimşekler çakmıştı sanki. O kadar yumuşaktı ki, gerçekliğinden emin olamıyordum. Bedenimi hafifçe hareket ettirerek ona sürtündüğümde göğüs uçlarının tenimde sertleştiğini hissettim. Tırnakları sırtıma geçerken dudaklarından boğuk bir ses yükselmişti dudaklarından. O sesi tekrar duyabilmek için ellerimi karnından yukarı sürükleyip göğüslerini kavradım.

"Melek..."

"Hmm?"

"Peki ya Silmarillion?" diye sordum derin bir nefes alarak. "O Cenk denen piç Silmarillion kitabını sende gördüğüm zaman neden kitabın kendisine ait olduğunu söylemişti?"

"Çünkü sana olan hislerimi biliyordu..." diye mırıldandı. "Bu konuda sırdaşımdı benim."

İşte şimdi kafam karışmıştı. "Sırdaşın mıydı?"

"Yardım ediyordu bana..." diyerek iç çekti. "Hatta sizi kayın ağacının altında gördüğümde de beni kurtarmak için öyle davranmıştı. Kavga falan etmemiştik biz, onun da kütüphanede olduğunu bilmiyordum bile."

Orospu çocuğu. Eğer üstüne vazife olmayan yavşaklıklara kalkışmasaydı belki de çok daha önce anlayacaktım Melek'in hislerini. Resmen aramıza girip bizi birbirimizden uzaklaştırmıştı. Ben bu piçi neden gebertmemiştim ki?

Negatif enerjim yüzünden Melek'in gerildiğini hissedince dudaklarımı teninden çekip üzerine serildim. Başımı boynuna gömüp saçlarını koklarken yapboz parçaları gibi kaynaşmıştık. Burnumda bir görünüp bir kaybolan menekşe kokusu vardı, sağ göğsü bedenimin altında eziliyordu. Diğeriyse elimdeydi hala, kusursuz yuvarlaklığı okşayarak sakinleşmeye çalışıyordum.

"Aras?" diye mırıldandığını duydum Melek'in. "Ne düşünüyorsun?"

"Önce kimi geberteceğime karar vermeye çalışıyorum." diye cevap verdim. "Cenk mi, Emir mi? Ya da ikisini birlikte mi gebertsem?"

Bıkkın bir tavırla iç çektiğini duydum. Dudaklarımı boynunda gezdirirken "Tanrı aşkına, Emir nereden çıktı?" diyerek söylendi. "Cenk'in benden hoşlandığını inkar edemem ama Emir konusunda gerçekten kuruntu yapıyorsun."

"Seni üzerinde gelinlikle adamın kollarında görünce biraz paranoya yapmış olabilirim, haklısın."

"Yemin ederim ortada sandığın gibi bir durum yok." diye sızlandı. "Onun tek derdi seni sinir etmek. Bana o gözle bakmıyor bile, ciddiyim-"

Ve tepem attı. Dudaklarımı boynundan çekip öfkeyle doğruldum üzerinde. "Son gördüğümde az kalsın seni öpüyordu o şerefsiz."

Manzarayı gördüğümde canım acıdı. Yemin ediyorum, acıdı. Afallamış bir halde onu izlerken Melek'in "Hayır öpmeyecekti!" diye çemkirdiğini duydum. "Bir an için ben de öyle sanıp 'sakın deneme' dedim ama bana 'elbette seni öpecek değilim, sadece Karadağ'ı biraz daha delirtmek istiyorum' dedi. Ciddiyim, Emir'in bana o gözle baktığı falan yok. Sadece senin deliye dönmen hoşuna gidiyor, hepsi bu- Aras?"

Nereye baktığımı görünce kollarını yeniden vücuduna sarmaya yeltendi ancak ellerinden tutarak durdurdum onu. Ardından atletinin askılarını parmaklarıma takıp yavaşça omzundan sıyırdım. Kamuflaj ortadan kalkınca manzara daha da nefes kesici hale gelmişti.

Az önce neye kızdığımı bile unutmuştum. Güzel yüzü gecenin ortasında bir yakamoz gibi parlıyordu, nefes alışları hızlandıkça göğüs kafesi daha hızlı inip kalkmaya başlamıştı. Sertleşmiş göğüs uçlarının beyaz teninin ortasında açmış iki pembe çiçeği andırdığını fark ettim. Bakışlarım karşısında utandığını biliyordum ancak gözlerini yumup başını yana çevirmekle yetindi. Şöminedeki alevlerin ışığı göğsündeki çiçeklere vururken ilk kez bir sanat eseri karşısında büyülenmiştim.

Elimi uzatıp bu çiçeklerden birini hafifçe okşadığımda tüm vücudu kasıldı. Gözlerini açtığını görünce başımı eğip önce sağ göğsünün altındaki yazıyı öptüm. Zorlu yollardan. Ardından dudaklarımı teninde sürükleyip sol taraftaki yazıya ulaştım. Yıldızlara.

Bakışlarımı ondan ayırmadan dilimi göğsünün ucuna uzattım yavaşça. Dilimin ıslaklığı tenindeki pembe çiçekle buluştuğunda dudaklarından bir inleme kopmuştu. Bedeni dokunuşlara karşı çok fazla hassastı, verdiği tepkiler karşısında aldığım zevk katlanarak artmıştı. Bu kıza dokunduktan sonra senelerce zırvalık dediğim ten uyumunun gerçekten var olduğunu anlamıştım. Bedenlerimiz sahiden de birbirine ait olduğunu biliyor gibiydi.

Adımı sayıkladığını duyunca başımı göğsünden kaldırıp ona baktım. Yanakları kıpkırmızı olmuştu, göz kapakları yarı yarıya kapalıydı, teni hafifçe nemlenmişti. Yukarı uzanıp dudaklarına yapışırken üzerinden kayarak vücudunun sol tarafını özgür bıraktım. Bu esnada Melek de başını yana çevirmiş benimle öpüşmeye devam ediyordu. O kadar çok kaptırmıştı ki kendini, sol kolumu başının altından geçirip göğsünü avuçladığımda hala pozisyon değişikliğinin farkına varmamıştı.

Sağ elimle karnını okşarken hafifçe iç çekti. Elimi pijamasının altına sürüklediğimdeyse duraksadığını fark ettim. Başını geri çekip gözlerinde sorularla yüzüme baktı.

"Canını yakacak bir şey olmayacak." diye onu rahatlatmaya çalıştım. "Sadece sana dokunmak istiyorum."

Kuşkuyla gözlerini kıstı. "Dokunmak derken?"

"Biyoloji anlatmamı mı istersin?" diyerek alt dudağını dişlerimin arasına aldım. "Yoksa göstermemi mi?"

Bu esnada elimle çıplak memesine vurdum hafifçe. Dudaklarından kopan boğuk bir sesle birlikte başını arkaya attı. Dikkatini daha çok dağıtmak için yeniden üzerine eğilmiştim. Tam da tahmin ettiğim gibi, elimi pijamasının içine soktuğumda bana itiraz etmedi. Bu kabullenişin ardında muhtemelen dilimle göğsünün ucunda oynadığım oyunların da etkisi vardı fakat vicdan azabı duymuyordum.

Pijamasının altındaki elimi önce iç çamaşırının üzerinde gezdirdim. Kalçalarını havaya kaldırarak kendini bana bastırmaya çalıştığını hissedebiliyordum. Başımı tekrar göğsüne eğerken derin bir nefes alıp kendini yatağa bıraktı. Bir anlığına. Nemli ucu dudaklarımın arasına alıp yukarı çektiğimde kafasını arkaya atıp inlemişti. "Aras..."

İnlerken adımı söylemesi çok hoşuma gidiyordu. Göğsüne ufak ısırıklar bırakırken elimi tekrar ıslaklığının tepe noktasına kaydırdım. Teninde ritmik daireler çizerken ellerini saçlarımın arasına daldırarak başını arkaya attı. Baskıyı arttırdığımda bu kez gerçek bir ah nidası koptu dudaklarından. Tırnaklarını sırtıma geçirirken inleyerek konuştuğunu duydum.

"Aras..." diye mırıldandı. "Seni seviyorum."

"Hadi sevgilim..." dedim usulca. "Gel bana..."

Ufak bir çığlıkla birlikte kendi adımı duymuştum dudaklarından. Vücudu tepeden tırnağa kasılmaya başlarken parmaklarımı hareket ettirmeyi bırakmadan hafifçe üzerinde doğruldum. Kaç saniye süreceğini merak ediyordum. Ve nasıl görüneceğini...

Melek'i gördüğümde saymayı bıraktım. Bedeni kasılırken onu yatağa bastıran elime karşı koyuyordu. Terle nemlenmiş kızıl saçları alev alev yastığa dağılmıştı. Yüzü, göğüsleri ve boynu kızarmıştı şehvetten, derin derin nefesler alırken düşmemek için bana tutunuyordu.

Bedeni sakinleştiğinde elimi pijamasından çıkardım yavaşça. Parmaklarım parıldayan bir ıslaklıkla kaplanmıştı, tadını deliler gibi merak ediyordum fakat kendime daha fazla acı çektirmeye niyetim yoktu. Başımı çevirip Melek'e baktığımda gözlerinin kapalı olduğunu gördüm. Bu rahatlamanın üzerine pamuk gibi bir uyku çekeceği ortadaydı.

Elimi yıkayıp geri döndüğümde sızmıştı bile. Bense hala kazık gibiydim. Evet, kulağa biraz aptalca geliyordu ama içeride o varken elimle takılmayı gururuma yedirememiştim. Bu yüzden yanına uzanıp huzurlu uykusunu izlemeye başladım sessizce. Göğsü hala çıplaktı, uyumadan önce atletini üzerine çekecektim fakat şimdilik manzaraya dokunmak istemiyordum.

Teninde şehvetin yarattığı kızarıklıklar yavaş yavaş azalmaya başladığında benim yarattığım kızarıklıklar ortaya çıkmaya başlamıştı. Sol göğsünün alt kısmındaki kızarıklığın hoş bir morluğa dönüşeceği kesindi mesela. Eğer Melek bu yüzden beni öldürmezse fotoğrafını çekip atmasını rica edecektim. Gözlerimle görmek isterdim fakat o esnada kendini eve kapatmış olacağı kesindi.

"Aras..."

Uykusunda sayıklıyordu fakat kaşları çatılmıştı. Ben bu ifadeyi biliyordum. Şimdi kesin ona sarılmamı isteyecekti, uykusunda çok sık yaptığı bir şeydi bu. Gülmemeye çalışarak cevap verdim.

"Efendim Melek?"

"Üşüyorum..." diye söylenerek bana döndü. "Sarılsana bana..."

Tam da tahmin ettiğim gibi... Hafifçe gülerek doğrulup pikeyi aldım elime. Bu esnada elleriyle yatakta beni aramaya başlamıştı, huysuz bir tavırla yastığı çarşafı yokluyordu. Beni bulduğu zaman koynuma sokulup yanağını avucuma yaslayacağını da biliyordum. Sonra uykusunda gülümseyecekti kendi kendine. Ve ben de her zamanki gibi, ağzını yüzünü yememek için kendimi zor tutacaktım.

Bakışlarım çıplak göğüslerine takılınca yüzümdeki sırıtış kayboldu. O memelere sarılarak uyumak için canım gidiyordu fakat aşağıdaki elemana daha çok acı çektiremezdim. Melek'in "Aras..." diye homurdanarak yan döndüğünü görünce pikeyi bırakıp üzerine eğildim.

"Dur önce üzerini giydireyim." diyerek sırtüstü yatırdım onu. Kollarını uzatıp anlamsız bir şeyler söylenerek beni kendine çekmeye çalıştı. "Melek dur tamam, sarılacağım-"

Sarılamadım. Üzerindeki atlet aşağı sıyrılınca karnındaki minik bir yara izi gözüme çarpmıştı. Silikliğine bakılırsa küçüklüğünden kalma bir şeydi. Melek'in haylaz çocukluğunu düşününce gülümsemeye başlamıştım, kimbilir o zamanlar nasıl bir cadıydı? Yara izinin tamamını görebilmek için atletini daha da aşağı sıyırdım merakla.

Yüzümdeki gülümseme kayboldu. Yara izi önce yara izlerine, ardından da işkence kalıntılarına dönüşmüştü gözlerimin önünde. Hiç düşünmeden atletini üzerinden tamamen çıkardım, sonra pijamasını sıyırıp aldım bacaklarından. Uykusunda sızlanarak kollarını vücuduna sarmaya çalışmıştı. Nefesimi tutarak onu kendime çekip kucağıma aldım. Melek koynuma sokulup ısınmaya çalışırken korka korka başımı sırtına eğdim.

İzler... Vücudunda izler vardı. Sigara izleri, derin kesikler, yanıklar...

Hiçbir çocuk bu kadar haylaz olamazdı.

Dehşete düşmüş bir halde Melek'in narin vücuduna bakarken uykusunda iç çektiğini duydum. Ardından anlamsız bir şeyler söylenerek kollarını bedenime sardı. Üşüyordu... Bense içimde hissediyordum o soğuğu. Gece birden hiç olmadığı kadar ıssızlaşmıştı.

Melek'in bedeni damgalanmıştı.

✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧

Üç gün önce

Uyumadım, aksine uyandım.

Bazı rüyalar öyle olur, gerçekliğe uyandırır göreni. Aras'ın koynunda karanlığı izlerken hayatımın en gerçek anlarını yaşadığımı biliyordum. Bağlamlar dönüp duruyordu zihnimde, beklenmedik anlamlardan sarsılmaz köprüler yaratıyordum. Mesela bazı detaylar eskisi kadar sıradan değildi, hiç fark etmediğim bir örüntünün eksik parçaları gibi duruyorlardı geçmişimde. Sadece elimi karanlığa uzatıp onları geçmişten almaya cesaret edememiştim.

"Yaa konuşsana!" diyerek Aras'ın dizinden kalktım. "Çok mu üzüldün sen?"

Onu sevdiğimi öğrendiğinden beri tek kelime bile etmemişti. Yatakta oturup bağdaş kurarken gözlerimi kısarak neler döndüğünü anlamaya çalıştım. Söylediklerime bu kadar çok mu üzülmüştü cidden? Piçe bak... Sevsek üzülüyor, sevmesek terk ediyor. Ağzının üstüne bir tane patlatasım gelmişti.

Neyse ki henüz eyleme geçemeden beni kendine çekip kucağına oturttu. Yüzünde hüzünlü bir tebessüm vardı, gözlerinin ışıl ışıl parladığını görebiliyordum. Bir eliyle hafifçe yanağımı okşamaya başladığında esnedim. Bunu görünce yüzündeki gülümseme iyice genişledi. Sol yanağındaki çukur belirgin hale gelmişti, köşeli çenesine, düzgün burnuna, masmaviş gözlerine bakarken iç çektim. Ben bu yakışıklı şeyin ağzına nasıl vuracaktım ki? Bence bu yakışıklı şeyi dövmek değil öpmek lazımdı...

"Aşşşkımm!" diyerek boynuna sarıldım birden. "Ya sen niye bu kadar seksisin?"

Cansız bir sesle güldü. "Biraz daha konuşursan Quesalid şerefsizine minnet duymaya başlayacağım."

"Quesalid ne alaka ya?" diye homurdandım. "Ben hep seksi buluyordum seni. Mesela bardaki akşam locada otururken... Dibim düştü zalımın oğlu."

Yüzünde ufak bir tebessümle birlikte alnımı öptü. "Bence uyu artık Melek. Sabah bunları hatırlarsan on sene yüzüme bakmazsın."

Geri çekilip kaşlarımı çattım. "Sen niye bunları duyunca etkilenmiyorsun ki? Sevildiğini duyunca nutkun şaştı ama seksi diyoruz takmıyorsun... Hayırdır, çok mu alışıksın bunu duymaya?"

Cevap vermedi ama haklı olduğumu biliyordum. Birden cinlerim tepeme çıkmıştı, bu puşt kesin gün içinde onu kestiğimin de farkındaydı. Öyle miydi acaba? Öfkeyle yüzüne bakarken sevecen bakışlarla beni izlediğini fark ettim. Sanki üç yaşında çocuk vardı karşısında...

"Sen kendini çok akıllı sanıyorsun dimi?"

"Ne?"

"Ben geçmişte bal gibi de farkındaydım senin ilginin." diyerek küçümser bir bakış attım ona. "Mesela kütüphaneye benim için geldiğini biliyordum."

Başını hafifçe yana eğdi. "Hep senin çalıştığın yere gelmemden mi anlamıştın?"

"Hayır, direkt kütüphaneye gelmenden anlamıştım," diye cevap verdim. "Derslerle alakan yoktu, orada da ders çalışmıyordun zaten. Başka ne için gelecektin ki?"

Ve her gelişinde neden benim bulunduğum çalışma salonuna oturacaktı? Belki de Kütüphanede kaldığımız gece bile beni tesadüfen bulmamıştı. Belki de zaten kütüphanede beni arıyordu. Aras bir gölge gibi geziniyordu hayatımda, parçaları bir araya getirebilseydim anlardım.

"Haklısın..." derken yüzünde hüzünlü bir tebessüm belirmişti. "Kütüphaneye senin için geliyordum."

"Tahmin etmiştim zaten." diyerek başımı salladım. Ardından bir elimle çenesinin altından tutup ona doğru eğildim. "Ama asıl soru, sen okula ne için geliyordun?"

Geçmişte hep onun neden kütüphaneye geldiğiyle ilgilenmiştim. Hazırlıktayken zaman zaman karşıma çıkıyordu mesela, neden hazırlık fakültesinde olduğunu sorguluyordum. Oysa tüm bunların ötesinde, Aras'ın o okulda Hukuk okuması anlamsızdı. Bölümden nefret ediyordu, derslerle ilgilenmiyordu, halihazırda zaten meslek sahibiydi. Kütüphanede dosyaların arasında uyuyakaldığı olurdu bazen, yanından geçerken çaktırmadan nelerle uğraştığına bakardım. Hepsi mühendislikle alakalı iş dosyalarıydı. Şirketi olduğunu bilmesem de onun mesleğiyle alakalı bir işte çalıştığını biliyordum.

Belki de içten içe kendimi onun babasının zoruyla Hukuk okuduğuna inandırmıştım. Son derece klişe ve mantıklı bir senaryoydu. Ta ki, onların arasındaki baba oğul ilişkisini öğrenene kadar... O noktadan sonra Aras'ın okula babasının zoruyla gelmeyeceğini hesaba katmak gerekiyordu. Zaten Hakkı Bey de oğlunun hukukçu olması için çırpınıp durmuyordu pek. Aras okula Hukuk okumak için gelmemişti.

"Arzu içindi, değil mi?" diye sordum kaşlarımı çatarak. "Bir şeyler yüzünden onun yakınında olman gerekiyordu. Bu yüzden beni sevdiğin halde Arzu'yu hayatında tutmaya devam ettin... Sahi, sen beni mi seviyordun?"

Üzerine çöken huzursuzluk gözümden kaçmamıştı. Bunu ne kadar hızlı perdelediği de...

"Ben hep seni sevdim." diye cevap verdi. "Ama şimdi bunları konuşmanın sırası değil Melek, içtiğin şey yüzünden mantıklı düşünemiyors-"

Başımı iki yana sallayarak "Aksine geçmişteki mantıksız fikirlerimi bile görebiliyorum şu an." dedim. "Mesela-"

Ellerim cebimdeki sert bir cisme çarpınca bir mantıksızlık daha gözlerimin önüne serildi. Elimi hafifçe alnıma vurup "Tabi ya!" diyerek güldüm. Aras endişeli ve şaşkın bakışlarla beni izliyordu.

"Ne oldu?"

"Telefonunu versene," diyerek elimi uzattım. "Fırtına duruldu, internet gelmiştir muhtemelen. Bir tabloya bakmam lazım."

Kararsız kaldığımı görebiliyordum fakat merakı ağır bastı. Telefonunu çıkarıp bana uzattığında "Teşekkürler mavişim." diyerek dudağına bir öpücük kondurdum. Sanırım onu yine utandırmıştım. Aras sabır dileyerek geri çekilirken Google'a girip tablonun adını yazdım ben de.

O an eksiksiz ve kusursuz bir şekilde hafızamda duruyordu. Elimde telefonla birlikte yataktan kalkıp ağır adımlarla geçmişe doğru ilerledim. Gözlerimi kapattığımda son derece tanıdık bir manzarayla karşı karşıya kalmıştım.

Odada aydınlık ama ilginç bir şekilde boğucu bir atmosfer vardı. Devasa pencerelerin hemen önünde birkaç süs bitkisi yer alıyordu. Duvarlardan biri boydan boya kitaplık haline getirilmişti. Beyaz mobilyaların arasında koyu ciltli kitaplar hemen dikkat çekiyordu. Altlardaki raflı bölmelerin ise iş dosyaları için olduğunu tahmin ediyordum. Emir Bey'in beyaz ahşaptan masası hiç kullanılmamış gibi sade ve düzenliydi. Krem renkli deri koltuğunun arkasındaki duvarda bir sürü tablo asılıydı.

Bir tanesi diğerleriyle uyumsuzdu.

En büyük tabloda ata binmiş mağrur bir adam göze çarpıyordu. Resmin kenarına küçük harflerle resimdeki adamın, Napolyon Bonapart'ın, baş harfleri yazılmıştı. Onun hemen sağ tarafında ise Dali'ye ait olduğunu tahmin ettiğim başka bir tablo vardı. Bükülmüş ve bir yerlerden sarkan duvar saatleri erimiş peynirleri hatırlatıyordu bana. Sol taraftaki tablonun ise Picasso'ya ait olduğuna emindim. Aynanın arkasındaki bir kız ve onun yansıması çizilmişti. Başka bir tabloda koyu renklerin içinde kaybolmuş bir köpek vardı. Kanlar içindeki oğluna sarılmış dehşet içindeki bir baba. Kafede tek başına oturan sarı şapkalı bir kadın. Elini başına dayamış sıkıntılı bir ifadeyle karşıya bakan bir kadının siyah beyaz sureti.

Gözlerimi açıp telefonun ekranına baktığımda uyumsuzluğun sebebini gördüm. Napolyon tablosunu Arzu çizmemişti. Resmin kenarına küçük harflerle resimdeki adamın, Napolyon Bonapart'ın, baş harfleri yazılmıştı. Fakat o harfler Napolyon Bonapart'ı temsil etmiyordu. O harfler ressamın imzasıydı, aksi saçmalık olurdu zaten. Tabloların köşesine kazınmış baş harfleri görünce normal bir insan bunun imza olduğunu bilirdi, ben neden tabloda yer alan kişinin ismi sanmıştım ki?

Aras'ın şaşkın bakışları arasında elimi cebime götürüp gelinliğin düğmelerini çıkardım. Aynı imza burada da vardı. Nazan Bozkıroğlu'nun baş harfleri zarifçe işlenmişti sedef düğmelere.

Ressam, Nazan Bozkıroğlu'nun ta kendisiydi.

"Melek ne oldu?"

"Nazan Hanım..." diye mırıldandım. "Emir'in şirketteki odasında asılı Napolyon tablosunu o çizmiş. Baksana, bu düğmedeki imzayı o tablonun üzerinde de görmüştüm."

Aras bu detayı ilginç bulmuş gibi görünüyordu. Karşısında bir saçmalık varmış gibi başını iki yana sallarken "O kadın Napolyon tablosu mu çizmiş?" diye iç çektiğini duydum. "Kızı arsenik zehirlenmesinden ölen bir annenin arsenik zehirlenmesinden ölmüş bir adamı çizmesi... Hayat bazen insanla alay ediyor gerçekten."

Ya da belki de sadece Nazan Hanım yeşil ton ağırlıklı eserler yapmayı seviyordu. Mesela bana hediye ettiği yonca yaprağı figürlü kolye de öyleydi. Fakat ne yazık ki, ben o zarif şeyi öküzün teki yüzünden şömineye atmıştım.

"Uyuyalım mı artık?" dediğini duydum öküzün. "Neredeyse gün ışımak üzere."

"Neyse zaten ben de seninle sevişemezdim."

Hafifçe güldü. "Hiç şaşırmadım."

Ona bir şeyler söyleyecektim fakat gömleğini çıkardığını görünce çenemi kesip manzarayı izledim. Beni fark ettiğinde sabır diledi yüzüncü kez. Yattığım yerde yan dönüp pencerenin dışındaki zifiri karanlığı süzdüm. Hiç de az sonra sabah olacakmış gibi durmuyordu.

"Uyumadan önce son bir sorum daha var."

Başımı çevirip Aras'a baktığımda onun üzerine bir tişört geçirdiğini fark ettim. Bu durum canımı sıkıştı.

"Eğer tişörtünü çıkarırsan istediğin her soruya cevap veririm."

Ufak bir kahkaha attı sözlerime. Giydiği tişörtü çıkarırken "İçindeki şu hatunu ne zaman salacaksın çok merak ediyorum." diye söylendiğini duymuştum. Ne yani, içimde böyle bir fahişe olduğunun farkında mıydı?

"Soruma gelince... Yazın yaptırdığın dövmenin ne olduğunu öğrenmek istiyorum."

Vücuduma mı bakacaktı? Zihnimde alarm zillerinin çalmaya başladığını fark ettim. Bakamaz, bakamaz, izler var, bakmamalı, geçiştir onu, istediği cevabı verip geçiştir.

"Sence nasıl bir dövme var?"

"Sarhoşken yaptırdığını düşünürsek her şey olabilir," diye çenesini sıvazladı. "Yıldızlarla alakalı bir şey mi yoksa?"

Neşeyle kıkırdadım. "Evet."

Başta tahmininin doğru çıkması onu sevindirmiş gibi görünüyordu. Çünkü insan beyni böyledir. Eğer bir bilgiyi sorgulamasını istemiyorsan, onu bir bulmacaya gizlemelisin. Cevaba kendi başarısıyla ulaştığını sanan insanlar, buldukları cevabı sorgulamazlar. Çoğunluk için sorgulama süreci, sorunun yanıt bulduğu noktada biten bir şeydir. Bilhassa da verilen cevabın doğruluğu onaylandığında, başarının verdiği kibir sorgulama arzusunun önüne bir perde gibi gerilir.

"Peki o yıldızlı dövmeyi görebilir miyim?"

Başımı utangaç bir tavırla öne eğerek "Şimdi mi?" diye mırıldandım. "Pat diye gösterirsem çok utanırım, Aras. Tanıyorsun beni."

Fakat bazı insanlar o perdeyi yırtıp atmıştır. Kendi keşfettiği şeyi çürütüp sonra da hata yaptığını ve aslında keşfinin doğru olduğunu fark eden Einstein o insanlardan biriydi mesela. Benim karşımda duran adamsa kendi zihninden bile şüphe duyarak etrafında bir tekillik yaratmıştı.

"Dövmenin göğsünde olduğunu biliyorum." dedi sakince. Numarayı yememişti. "Ve ben bir hafta önce seni zaten sütyenle gördüm Melek."

Utangaçlık numarasını yemediğini anlamıştım. Ver ona istediğini. Üvey baba şiddeti olduğuna inandır. Babanın sevgisizliğinin yarattığı hasardan bahset, psikolojik sorunları olduğunu, eski teşkilatçı olduğu için acımasızlığını ön plana çıkar. Ağlamaya başla Melek. Tek başına geçirdiğin yılbaşı akşamlarından dem vur, acıklı şeyleri itiraf et, manipüle, manipüle et onu.

Zihnimde fısıldayan şeytanı dinledim. Ne zamandan beri oradaydı? Bu fısıltıları ne zamandan beri dinliyordum? Birileri hayatıma yön veriyordu, kim olduğunu ben bile bilmiyordum. Aras'ın gözlerini kısarak bana baktığını görünce üzerimdeki ipli geceliğin askılarını indirip göğsümün altına çekmeye çalıştım. Ya yeterli gelmezse? Daha fazlasını görmek isterse ne yapacaktım?

Aras neden daha fazlasını görmek istiyordu?

Tam geceliği sütyenime doğru çekiştirirken "Tamam, göstermene gerek yok." diyerek durdurdu beni. "Sadece bana şunu söyle Melek, geçmişten kalan bir cinsel travman var mı? Taciz ya da başka bir cinsel saldırı yaşadın mı?"

Rahatladım. Soyunmaktan utanıyor oluşumu buna bağlamıştı. Eh, haksız da sayılmazdı. Frijit tavırlarımın altında başka bir şeyler ararken aklına ilk gelen şey elbette bu olacaktı. Bu sefer gözlerimi gözlerine dikerek cevap verdim.

"Travmatik bir şey yaşamadım." diye mırıldandım. "Gerçi kafede çalışırken yaşlı bir amca popomu ellemişti. Ha, bir de toplu taşımada adamın biri elledi."

"Ne?!"

"Ama çok travma yaratmadı." diyerek rahatlatmaya çalıştım onu. "Zaten ikisinde de yaygara kopardım, millet linçledi tacizcileri."

Oysa çok ayağa fırlayıp öfkeyle odanın içinde gezinmeye başlamıştı bile. Bir süre sövüp durduktan sonra "Koruma işini çok gevşettim..." diye söylendi kendi kendine. "Eskisi gibi yedi yirmi peşine adam takmam gerekiyordu. Olaya bak amına koyayım, daha kızı tacizcilerden koruyamıyoruz!"

Duraksadım. "Ne koruması?"

"Seni belalardan korumaya çalışıyorum işte!" diyerek öfkeyle güldü. "Malum, başını belaya sokma konusunda çok yeteneklisin."

Yalan söylüyordu. Fakat yalanına inanmış gibi yapıp çenemi kapalı tuttum.

Aras yalan söylüyordu. Yedi yirmi dört takip ettirmekten bahsetmişti, basit bir şey değildi bu. Geçmişte yaşadıklarımı zaten biliyor olması mümkün müydü? Çoğunu ben bile hatırlamıyordum... Fakat babam söylemişti. Annem söylemişti, şeytanların beni bulacağını söylemişlerdi. Quesalid... Evet, Quesalid de söylemişti. Hepsi biliyordu, hepsi farkındaydı, Aras...

Kayın ağacının altında çarpıştığımız an geldi aklıma. Kütüphaneye gidiyordu fakat elinde bir kalem bile yoktu. Bana o muhiti pek tanımadığını söylediğinde neden şüphelenmemiştim ki? Navigasyon uygulamasını kullanabilirdi. Üstelik o muhiti tanımaması zaten imkansızdı, öz babası senelerdir o okulda akademisyenlik yapıyordu. Niye buna hiç dikkat etmemiştim?

Aras okula Arzu için gelmemişti. Aras benim için gelmişti.

✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧

Not: Şimdi 25. bölüme gidin ve bölüm sonundaki nota bakın. Her cümlenin ilk harfini alıp yan yana koyarsanız, notun altındaki sorunun cevabını bulacaksınız. (lütfen notun bulunduğu kısma bununla ilgili bir şey yazmayın, henüz 47. bölüme gelmemiş olanlara spoiler bırakmış olursunuz.)

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro