Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Bölüm 45 - Quesalid

"I. Tanınmış, fakat yaşı ilerlemiş bir bilim insanı bir şeyin mümkün olduğunu söylediği zaman hemen hemen kesinlikle haklıdır. Bir şeyin olanaksız olduğunu söylediği zaman, çok büyük olasılıkla yanılmaktadır.

II. Mümkün olanların sınırlarını keşfetmenin tek yolu, onları aşıp azıcık olanaksızın içine doğru girmektir.

III. Yeterince gelişmiş bir teknolojiyi sihirden ayırt etmek mümkün değildir."

- Arthur C. Clarke'ın Üç Yasası

✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧

"Her durumda kendi özelliğini koruyan tek renk mavidir.
En koyudan en açığa kadar maviyi alın, her zaman mavi olacaktır."

-Paul Éluard

Bir dergide maviyi insanlar için bu kadar büyüleyici kılan şeyin ulaşılmazlığı olduğunu okumuştum. Çünkü mavi, doğada var olan bir renk değildir. Ağaçlarda yeşili, muz kabuğunda sarıyı, çiçeklerde kırmızıyı, yaban mersininde o garip morumsu tonu görebiliriz ancak simyacılar mavi pigmentleri elde edene kadar; binlerce yıllık insanlık tarihi boyunca, mavi sadece gökyüzünde ve okyanuslarda vardı. İnsanoğlunun gözlerinde bile çok geç belirdi, altı bin yıl önce o garip mutasyon gerçekleşene dek hiç kimse gökyüzünü gözlerinde taşımamıştı.

Ve muhtemelen mavi pigment elde edilene dek kimse bu rengin gerçek olduğuna inanmamıştı. Çünkü atalarımız bu renge hiç dokunamadı. Okyanusların o büyüleyici mavisi sahile gidip de suları avuçladıklarında kayboluyordu. Gökyüzü masmaviydi fakat yukarı çıktıkça onlardan uzaklaşıyordu. Belki de antik dönemlerdeki yüksek yapılar sırf bu yüzden inşa edilmişti. Tanrıya ulaşmayı amaçlayan bir tapınak ya da Tanrıyı gökten yere indirmeye çalışan bir kibir anıtı yoktu orada, belki de yalnızca eski insanların tepelerinde uzanan gizemli maviliğe dokunabilme arzusu vardı.

Ne yazık ki bunu hiçbiri başaramadı.

Kapalı göz kapaklarımın ardında bilincim yavaş yavaş yerine geliyordu. Bir minderin üzerine uzandığımı anlamıştım, gövdemin yarısı sımsıcak bir bedene yaslanmıştı. Yanı başımda bir tartışma yaşandığını duydum. Aras ve yanılmıyorsam bizi içeri alan kadının sesiydi bu.

"...dakika oldu, neden uyanmıyor?"

"Senin yüzünden." dediğini duydum kadının. "Varlığınla buradaki enerjiyi sönümlüyorsun. Bir kara delikten farkın yok."

"Bakın fantastik kurgularınızı anlayışla karşılıyorum ama eğer ona yanlış bir şey verdiyseni-"

"Bu ne cüret, şeytan soyu?! Şifa için gelen bir insana asla zarar vermeyiz biz!"

Aras'ın alaycı bir şekilde güldüğünü duydum. "Yoksa şamanlarda da mı hipokrat yemini var? Çağa ayak uydurma hızınız oldukça etkileyici hanımefendi, bu tempoyla birkaç yüz yıla rönesansı görürsünüz."

Ne şamanı? Tanrı aşkına nereye geldik biz?! Bayılmadan hemen önce devasa çadırların olduğu, çitlerle çevrili bir araziye geldiğimizi hatırlıyordum. Kapıdaki kılıç kuşanmış adamlar, anlayamadığım bir dilde sarf edilen sözcükler, Aras'ın boğazına dayanan keskin metal... Acaba şeytan beni orta çağa falan mı getirmişti?

"Bu çağa ayak uydurmak gibi bir gayemiz yok." diye sakince konuştu kadın. "Bu çağı zaten bizler yarattık."

"Fakat küçük bir astım spreyi bile sizden daha başarılı. Yarattıklarınızın altında eziliyorsunuz hanımefendi, ben olsam bunu kibirle perdelemeye çalışmazdım."

"Ve bu evimize geldiğin andan beri yaptığın ilk akıllıca davranış olurdu." diye cevap verdi kadın. "Benim yanımda istediğin forma bürünebilirsin ama Quesalid'in karşısına çıktığında ardına saklanabileceğin bir perde olmayacak."

Aras ufak bir kahkaha attı. "Aylardır benimle görüşmeyi reddeden bir adamdan bahsediyorsunuz. Nedense bana saklanan kişi oymuş gibi geliyor."

Böylelikle Aras'ın tanımadığı insanlara neden böyle küstahlık yaptığını anlamış oluyorum. Bu insanları tanıyor çünkü. İyi de neden? Onun her daim bir işler karıştırdığını ve o işlerin son derece sıradışı şeyler olduğunu biliyordum. Fakat aylardır bir şaman kabilesinin peşinde olması benim için bile fazlasıyla fantastik. Üstelik ne onlar Aras'tan, ne de Aras bu insanlardan pek hoşlanmıyor.

Oturup ciddi ciddi bunları düşündüğümü fark edince gülesim geliyor. Biz şu anda cidden bir göçebe çadırında mıyız yani? Yanı başımda Aras'a şeytan soyu diye hitap eden bir Şaman var. Ve şu an bunlar gerçekten de yaşanıyor. Kendimi bir anlığına Müge Anlı'nın stüdyosunda başıma gelenleri anlatırken hayal ediyorum.

Doğrudur Müge hanımcığım, İzmir'in dağlarındaki göçmenlerle dolu bir yerleşim yerinde gerçek bir Şaman tarafından iyileştirildim. Evet, tarafından. Ne münasebet efendim, bir şey aramıyordum dağ başında, İzmir'e sadece iş için gitmiştim. Sonra bir takım talihsiz olaylar yaşandı ve sevdiğim bey beni kaçırıp bir dağ evine kapattı. Bu arada kendisi şeytanın dünya şubesidir, tanısanız çok seversiniz. Ama üç metre uzaktan bir çubukla falan dürterek... Gerçi üstüne atlamaya da çalışmanız da mümkün, geçmişte yapanlar var. Varmış yani, bana var dediler. Hatta birini sevdiğim beyin bilgisayarını kurcalarken kendim gördüm. Ha, yok, topuğuna bu yüzden sıkmadım. Başka bir şerefsizliği yüzündendi ama o kadar çok ki, hangisi olduğunu hatırlayamıyorum.

"Melek?"

Aras'ın sesini duyunca Müge Anlı'nın stüdyosu kayboluyor birden. Bir dakika... Ben uykuya mı dalmışım ya? Şimdi uyandığıma göre öyle olmalı. Çok garip... Uyanana kadar uyuduğumun farkında bile değildim. O hayalleri sahiden de uyanık olarak kurduğumu sanmıştım fakat hepsi rüyaymış meğerse. Çok, çok garip... Eğer az evvel kendimi uyanık sanarken aslında bir rüyadaysam, aynı şeyi şu anda da yaşamadığım ne malum? Gerçekliğin içinde olduğumu sanarken bir rüyayı yaşamadığımı, birilerinin yazdığı saçma bir senaryoda rol almadığımı, hayatımın bir kurgudan ibaret olmadığını bana kim garanti edebilir?

Bana gülüyorsun, peki ya sen? Sana kim garanti edebilir?

"Melek, beni duyuyor musun?" diyerek sarsıyor beni Aras. "Uyandığını biliyorum."

Nereden bilebilir ki? Sırf ona yanıldığını göstermek için sessiz kalıyorum. Bunun üzerine endişeyle tekrar dürtüyor omuzlarımı. "Melek lütfen..." derken gözlerinden düşen bir damla yaş üzerime damlıyor. "Müge Anlı'yla değil, benimle konuşman gerek."

Oha. Bunu nereden biliyor olabilir ki? Acaba uyurken sayıklamış olabilir miyim? Gözlerimi açıp ona rüyalarıma girmeyi nasıl başardığını sormaya niyetleniyorum. Ayrıca Aras sahiden de ağlıyor, iyi olduğumu kanıtlamam lazım ona. Fakat yapamıyorum.

Çünkü birden uyandım.

Ne zaman uyudum ki ben? En son Aras'la kadının ütopik konuşmalarını dinliyordum ve sonra... Sızmış olmalıydım. Galiba rüya falan da görmüştüm ama kesik kesik parçalardan başka bir şey kalmamıştı zihnimde. Aras beni tekrar sarstığında uyuşukluk içerisindeki bedenimi oynatmaya çalıştım. Göğüs kafesimde havasızlığın verdiği tanıdık bir ağrı vardı. Fakat gözlerimi araladığımda sonsuz bir mavilik karşıladı beni. Elimi sebepsiz bir şekilde yüzüme götürüp silmeye çalıştım fakat yüzüm ıslak falan değildi. Bu esnada Aras biraz endişeli, biraz mesafeli ve çokça öfkeli bakışlarla beni süzüyordu.

"İyi misin, Melek?"

Yutkunarak başımı salladım ona. Derin bir nefes alırken kollarımdan nazikçe tutarak bedenimi doğrultup kolunun altına aldı. Arabada söylediklerinden sonra buna izin vermek ağırıma gitmişti. Fakat şu anda yabancı bir yerde olduğumuzun farkındaydım, üstelik Aras'ın dostu değildi bu insanlar. Onun tedirginliğini bedeninde bile hissetmiştim.

"Aras ne oluyor?" diye fısıldadım ona iyice yaklaşarak. "Neresi burası?"

Kulağıma eğilip mırıldandı. "Evden çıkmadan önce ne konuşmuştuk?"

"Quesalid'in huzurundasınız." diyen bir ses yükseldi çadırda. Yaşlı kadın. Oturduğu yerde Aras'a ters bir bakış atmıştı. "Burada her milletten ve cinsiyetten bekçi bulunur. Şeytanın ayak basamayacağı huzur noktasıdır burası. Tabi, belirli özel durumlar dışında..."

Kadının söylediklerinden sonra kafamı kaldırıp şaşkınlıkla Aras'a baktım. Yüzündeki bezgin ifadeye bakılırsa o pek ciddiye almamıştı.

"Büyücüye mi geldik biz?"

"Saçmalama Melek." diye tersledi beni. "Yalvarırım fala büyüye inandığını söyleme bana."

Ben daha nelere inanıyorum sen bir bilsen... Mesela Arzu vefat ettikten sonra yaz tatilinde annem beni köye götürmüştü. Kabuslar görüyorum diye hoca hoca gezdik biz oralarda, ağaçlara çaputlar bağladım, ipe sarımsak dizdim, koruyucu muskalar taktım. Türbelerde adak geçmişim bile var.

Uysal bir sessizliğe bürünüp bu gerçeği onunla paylaşmadım. Zaten o sırada çadırdan içeri birileri girdi. Takım elbiseli, gözlüklü, temiz yüzlü bir adamdı. Elli altmış yaşlarında olmalıydı, geleneksel bir şekilde dizayn edilmiş çadırla ve yani başımızda duran yüzü dövmeli kadınla en az bizim kadar tezat içerisindeydi. Onu görünce kadının birden ayağa fırladığını fark ettim.

"Hoşgeldiniz, Profesör."

"Hoş buldum, Minerva." dedi yaşlı adam. "Şu çantamı alır mısın lütfen? Bugün dersler biraz yorucuydu da..."

Kadın evrak çantasını alırken adama tedirgin bir bakış attı. "Quesalid ne zaman gelecek, biliyor musunuz?"

"İnan, hiçbir fikrim yok." diyerek hafifçe güldü adam. "Bilirsin, onun işlerine akıl sır ermez..."

Bu esnada dönüp başıyla kısa bir selam verdi bize. Ardından hiçbir şey söylemeden çadırdaki odalardan birine geçti. Onun gidişiyle birlikte Aras'ın iyice sabırsızlandığını hissetmiştim. Ellerini karnımda kenetleyerek beni kendine çekerken kadına dönüp söylendi.

"Nerede bu büyücü? Eğer kalkıp gelmeyecekse ben onun yanına gideyim."

"Başka bir evrende."

Kahkaha atmamak için yanaklarımın içini ısırdım. Açıkçası bu kadarı benim gibi hurafelere inanan biri için bile fazla saçmaydı.

"Bak sen şu işe," dediğini duydum Aras'ın. Sesinde havadan sudan konuşur gibi bir tını var, alay ediyordu kadınla. "Ee ne yapıyor peki orada?"

Minerva'nın yüzünde küçümser bir ifade belirdi. "Senin soyunun yarattığı kaosla uğraşıyor."

"Desenize işi çok zor." diyerek güldü şeytan. "Peki evrenler arası gidip gelirken gördünüz mü hiç kendisini? Ne bileyim, odanın ortasına ışınlanırken mesela?"

İtlik yaptığını kadın da fark etmişti. Minerva'nın bize öfkeli bir bakış atıp ayaklandığını fark ettim, ardından çadırın içindeki bölmelerden birine geçip gözden kayboldu. Evet Müge Hanımcığım, bu şeytan koskoca Şaman'ı bile canından bezdirdi. Siz varın bir de beni düşünün...

"Ne geçiyor aklından?"

"Hiç." dedim Aras'ı duyunca. Sonra benim de ona itlik yapasım geldi. "Acaba gördüğüm kabuslar için muska yazdırabilir miyim, onu düşünüyordum."

"Güzel espri, Melek. Bir daha yapma."

"Niye ya? İnanıyorum böyle şeylere, inanamaz mıyım? Kaldı ki bunları yaşıyorum da ben, rüyalarımda neler gördüğümden haberin var mı?"

Ve güzel bir gol yedim. "Eğer kabuslardan kurtulmak istiyorsan kolyeni benden geri al."

Elbette almayacaktım. Hele ki Aras İstanbul'a döndüğümüzde yollarımızın ayrılacağından bu kadar eminken asla alamazdım. Fakat bu söylediği şey bana da güzel bir orta açmıştı. "Bak işte, sen de inanıyorsun." diyerek kuyruğundan yakaladım onu. "Kolyenin tılsımlı gücü olduğunu kabul ettin resmen."

"Kolyenin sendeki etkisi psikolojik, Melek." diye diretti. "Hurafelere ne kadar çok inandığını düşününce beklenmedik bir şey değil bu."

"Peki ya ikimizin ortak gördüğü rüya? Tıpatıp aynı rüyayı görmedik mi seninle? Olimpos'taki bir çayırdaydık, sen geceyi izliyordun, ardından ben yanına geldim, boynumdan öptün beni."

Verecek cevap bulamamıştı. Birkaç saniye sessiz kaldıktan sonra "Ayna nöronlar," diye girdi lafa. "Yani bilimsel olarak bir açıklaması var bunun-"

"Tamam Aras, inanma." dedim pes ederek. "İnanma bak yalvarırım inanma. Hepsi hurafe bunların, oldu mu?"

Huysuz bir bakış attı bana. "Nihayet anlamana sevindim."

Yüzümü buruşturup ellerini çözdüm belimden. Ardından aramıza mesafe koyup kafamı başka yöne çevirdim. Şamanların bile laf anlatamadığı adamı ben niye ikna etmeye çalışıyordum ki? Üstelik kahrolası bir inat damarı vardı bu adamın. Ayrılmamız çok yerindeydi cidden. Çünkü şimdiden böyle inatçı ve aksi olan bir erkeğin emeklilik yıllarını düşünemiyordum bile. Eninde sonunda öldürtürdü bana kendini. Çok iyi olmuştu ya ayrılmamız, ne güzel yaşlı ve inatçı haline katlanmak zorunda kalmayacaktım. Gözlerimin dolduğunu hissedince saçlarımı önüme çekip perde yaptım. İnadını sevdiğim...

Sırtımı gövdesine yasladığımda kollarını yeniden belime sarıp beni kendine çekti. Sessiz bir barışma anı yaşanmıştı aramızda. O an, aslında onunla anlaşabileceğimizi fark ettim. Küslüklerimiz ve kırgınlarımız uzun sürmezdi mesela, hepsi bir dokunuşla kaybolurdu. Zaten biz birbirimize en büyük hasarları geçmişten söküp aldığımız bıçaklarla vermemiş miydik?

Fakat artık sökülecek bıçak kalmamıştı orada. Onun Arzu'yla bir bebeği olmadığını, hatta sevişmediklerini bile yavaş yavaş idrak ediyordum. Yaklaşık üç yıldır Aras'a verdiğim tüm tepkiler bilinçaltımdaki bu travmayla besleniyordu. Bu travmayı yaratan gerçeğin aslında yalan olduğunu öğrenmiştim fakat travmanın kendisi yavaş yavaş siliniyordu zihnimden.

Bu yüzden son beş gündür avare gibiydim. Gün içinde durup dururken Aras'ın beni hiç aldatmadığını hatırlayıp neşeleniyordum. Bazense aklıma gördüğüm öpüşme geliyordu, öfkeleniyordum. O gün onun ne fısıldadığını duymamış olsam da dudak hareketlerini görmüştüm, söylediği şey anlık bir filiz olarak zihnimde açmıştı. Fakat bu düşünce benim kendimden nefret etmeme de sebep olmuştu. Onları öpüşürken görmüştüm işte, benim sorunum neydi? 'Tamam öptü ama aklında kesin ben vardım' diye kandırıp bununla avunmaya çalışacak kadar rezil miydim ben? Değildim. Ancak belli ki Aras öyleydi. Ve bunu düşündükten birkaç dakika sonra aklıma yeniden onların sevişmediği gerçeği geliyordu. Arzu'nun onu nasıl kafaya taktığını biliyordum, son zamanlardaysa onun insanları nasıl manipüle ettiğini fark etmeye başlamıştım. Buna rağmen Aras'ın ona kanmadığını bilmek beni mutlu ediyordu. Ölümü görünce sıtmaya razı oluyor gibiydim.

Sivrisinek misali düşüncelerimle boğuşurken birinin içeri girdiğini fark ettim. Az evvelki adamdı. Takım elbisesini ve gözlüklerini çıkarıp tıpkı kadın gibi geleneksel kıyafetler giymişti üzerine. Karşımıza oturup bağdaş kurarken değişen tek şeyin adamın kıyafetleri olmadığını anlamıştım.

Bakışları da değişmişti. Az evvelki çekingen ve sakin görüntüsünün yerinde meraklı ve enerjik bir ifade vardı. Uzun uzun bizi süzdükten sonra iç çekerek tebessüm ettiğini fark ettim. Aras'a dönüp memnuniyetsiz bir tavırla homurdandı.

"Yakınlarda olduğunu fırtınadan anlamalıydım. Kaç gündür gök deliniyor resmen."

Aras da en az benim kadar şaşırmıştı. "Pardon?"

"Fırtına..." diyerek tekrarladı adam. "Gerçi bu evrende iletişiminiz tek taraflı oluyor, sen ona ulaşsan bile onun sana gelecek gücü yok. Ne büyüleyici bir evrende yaşıyorsunuz ama, değil mi? Fırtınanın bir ehlileştirildiği bir diyar..."

Emin olmak adına tekrarladım. "Fırtınanın ehlileşmesi derken?"

"Enerjiyi sönümleyen bir şeyler var bu evrende." diyerek sakalını sıvazladı. Ardından Aras'a dikti bakışlarını. "Baksana kanatlarınız bile görünmüyor. Ama sana bir sır vereyim mi, ben yine de burayı çok seviyorum. Enerjisi düşük, fakat dehşet ve kaos da aynı oranda düşük. Bu yüzden bazı evrenlerde bu evrenin yarı cennet olduğuna ve oralarda ölen bazı kimselerin burada tekrar doğacağına inanılıyor, biliyor muydun bunu? Öhö-öhöm. Yüzündeki ifadeye bakılırsa müstehzi kibirini cennete bile taşımışsın eski dostum." Aras'ı bırakıp bana çevirdi bakışlarını. "Peki ya sen ne dersin küçük hanım? Haklı olabilirler mi? Eğer onlar haklıysa siz ikinizle zaten tanışıyoruz demektir. Sana ölmeden önce yaşadığın hayatı anlatmamı ister misin?"

Yaşlı adam konuşmayı bitirince çadıra derin bir sessizlik çöktü. Bakışlarımı Aras'a çevirdiğimde onun da en az benim kadar şaşkın olduğunu gördüm, ardından şaşkınlığı birden kayboldu ve hafifçe iç çekti.

"Quesalid sensin, değil mi?"

"Beden hala Profesör'e ait." diye cevap verdi kendini göstererek. "Ara sıra benimle paylaşıyor sadece."

Tırstığımı inkar edemem. Aklıma annemlerin ve mahalledeki teyzelerin anlattığı üç harfli hikayeleri gelince bacaklarımı toplayıp Aras'a sokuldum. Bir eliyle omzumu sıvazlarken bana doğru eğilip "Korkma Melek, adam sadece hasta." diye fısıldadı. "Dissosiyatif kimlik bozukluğu tanısı var, suyuna gitmeye çalış."

"Peki ya söylediğim şeyin bu rahatsızlıktan kaynaklandığını nereden çıkardın?"

"Çünkü değişen tek şey kafanın içi, ihtiyar." diyerek açıkladı Aras. "Başka evrene falan gittiğin yok, senin kafan gidip geliyor hepsi bu."

"Başka evrenden buraya nasıl gelmemi bekliyordunuz ki?" diye çıkıştı Quesalid. "Işınlanarak falan mı? Kahrolası planck sabitiniz çok küçük ve ben kütleçekim kuvveti değilim! Sicimlerden geçip başka evrenlere sızabilecek olsam tası tarağı toplar buraya taşınırdım. Ah, ne güzel olurdu..."

Aras'a yaklaşıp fısıldadım. "Bu adam ne saçmalıyor?"

"Üzücü olan şu ki, saçmalamıyor." diyerek iç çekti. "Kuantum mekaniği tam olarak bu."

Soruyu düzelttim. "Peki sen ne saçmalıyorsun?"

"Adam geçmişte bilim insanıydı, Melek." diye cevap verdi bana. "Sanrılarını fizik kuramlarıyla açıklayarak deli olmadığını ispat etmeye çalışıyor. Yani söyledikleri teorik olarak doğru ama adam kesinlikle bir deli."

Eh, bu biraz olsun içimi rahatlatmıştı. Çünkü benim aklıma ilk gelen şey adamın içine cin girdiği falan olmuştu. Bunu Aras'a söylersem bana da deli diyeceğini bildiğim için sessizce saç örgümle oynamaya başladım. Bu durum ihtiyarın gözünden kaçmamıştı. Önce bana baktı, ardından öfke ve sitemle Aras'a döndü.

"Her evrende kendinize bir kızıl bakire buluyorsunuz, öyle değil mi?"

Ağzım bir karış açık kalmıştı. "Kızıl bakire derken?"

"Bakirlerin ve bakirelerin enerjisi daha saf olur, kızıllarınki de güçlü." diye cevap verdi. "Gerçi senin çok saf olduğun söylenemez, tenine bu şeytanın karanlığı işlemiş."

Tırsmadım desem yalan olur. Adam benim daha önce sevişmediğimi nereden biliyordu ki? Gerçi sevişmekle saflığın da ne alakası olduğunu çözememiştim ama başka evrenden geldiğini iddia eden birine feminizmden bahsetmek biraz abes kaçardı.

"Ne oldu?" dedi Aras bana eğilerek. "Kabusların için muska yaptıracaktın hani?"

Çaktırmadan fısıldadım. "Vazgeçtim, bu adam cidden deli."

"Ve sen de sadece bir kızıl bakire değil, kâhin bir kızıl bakiresin." dedi Quesalid.

"Ha?"

"Körlük." diye açıkladı yaşlı adam. "Başka evrene bakanlar, buraya karşı kör olurlar. Teiresias da öyleydi..."

"Yeter!" diye çıkıştığını duydum Aras'ın. "Saçmalamayı bırakıp bana odaklan ihtiyar. Buraya senden bir şey istemeye geldiğimden haberin var, değil mi? Kütüphaneci'nin yeğeniyim ben."

Oysa ihtiyarın onu pek taktığı yoktu. Gözlerini gözlerimden ayırmadan elini uzattı bana. "Buraya gel, Melek. Şeytanın yanında otururken seni göremiyorum, karanlıkta kalıyorsun. Yanıma gelip elimi tutman lazım, sana yardım etmek istiyorum."

"Hayır, sen bana yardım edeceksin." diye araya girdi Aras. "Kütüphaneci sana ne istediğimi söylemiş olmalı-"

Quesalid ters bir bakış attı ona. "Sıranı bekle, Şeytan. Önce Melek yanıma gelip elimi tutacak."

"Şey, teşekkür ederim ama ben pek-"

"Sol kolun kaşınıyor, öyle değil mi?" diyerek sözümü kesti ihtiyar. "Sen bir sanat eserisin çocuğum. Yoksa geçmişin izlerini görmemden mi korkuyorsun?"

Donakaldım. Şu anda kolumun kaşındığını nereden bilmişti? İçimden bir ses farkında olmadan kaşıdığımı ve ihtiyarın da bunu fark etmiş olabileceğini söylüyordu fakat korkunç bir huzursuzluğa kapılmıştım yine de. Ani bir kararla Aras'ın kolunun altından sıyrılıp adamın yanına gitmeye yeltendim. Bir an sonra bir çift el omuzlarımdan kavrayarak beni yere oturttu.

"Ne halt ediyorsun sen?"

"Sadece elini tutacağım," dedim Aras'a dönerek. "Ne söyleyeceğini merak ettim."

Kulağıma eğilip homurdandı. "Bu herif raporlu deli, Melek. Buraya onun geçmişteki bilimsel çalışmaları için geldik, fal baktırmaya değil."

"Ne o, yoksa korkuyor musun benden?" dediğini duydum Quesalid'in. "Senin gözünde güçsüz, aklını yitirmiş bir ihtiyar olduğumu sanıyordum."

"Aynı zamanda da tehlikeli bir bilim adamısın. Sana güvenmiyorum, ihtiyar."

Huzursuzluğumun daha da arttığını hissettim. Adamın bana dair bir şeyler bildiğinin farkındaydım, kelimeleri rastgele seçilmemişti. Geçmişin izlerini pat diye ortaya dökmesindense elimi tutmasını yeğlerdim.

"Aras, lütfen bırak." diyerek sızlandım. "Yanımdasın zaten. Sadece elini tutacağım adamın. Başka türlü saçmalamayı bırakmayacak, görmüyor musun?"

"Hayır, otur oturduğun yerde."

Yaklaşık yirmi dakika boyunca çadırda didişmeye devam ettik. Aras buraya her ne için geldiyse onu alıp gitmek istiyordu, Quesalid ise benim enerjime bakmadan onun istediği şeyle ilgili konuşmayı bile reddediyordu. Fakat en sonunda ısrarlarım işe yaradı ve Aras gönülsüz bir tavırla ondan bir metre uzağa gitmeme müsaade etti. Onun tedirgin bakışları arasında yerimden kalkıp hevesle ihtiyarın yanına çöktüm.

Elimi tuttuğu zaman hiçbir şey olmadı. Evet. Bunca mistik şovdan sonra hiç değilse elimde bir elektrik akımı falan hissetmem gerekmez miydi? Memnuniyetsiz bir tavırla gözlerini kapatmış adama bakarken onun benimle aynı fikirde olmadığını fark ettim. Elimi bıraktığında çehresinde gizemli bir ifade belirmişti.

"Enerjin sandığımdan çok daha yüksek." diye mırıldandı. "Bir hücrede falan mı büyüdün sen? Ölümlülerle pek fazla etkileşime geçmemişsin, içindeki saf enerji dünyaya dağılmamış... Çok dikkatsizsin Melek, bu dünyada olan bitenleri hep gözden kaçırıyorsun. Diğer evrenlere bakmayı bırakman gerek, o rüyalar sana ait değil."

Aras ardımda ufak bir kahkaha attı. "Al sana fal."

Yüzümdeki tedirgin ifadeyi görseydi muhtemelen böyle düşünmezdi. İnsanlarla fazla etkileşime geçmediğimi nereden biliyordu? Hücrede büyümemiştim fakat bir hücrede yaşar gibi büyümüştüm. Nasıl bilebilirdi ki bunları? Stresten dudaklarımı kemirirken ihtiyarın elimi bırakıp gözlerini açtığını fark ettim. Ardından bir şeyleri görmeye çalışır gibi bana baktı. "Kanatlarını açar mısın?"

"Anlamadım?"

"Sırtında bir çift kanat varmış gibi düşün." diye buyurdu. "Gözlerini kapa ve tüm zihninle yoğunlaşarak onları açtığını düşün."

İhtiyarın kaçık olduğuna tamamen emin olmuştum. Fakat bu tarz insanlarla inatlaşıp mantıklı açıklamalar yaparak bir yere varmak mümkün değildi. Üstelik dediğini yapmak da bir şey kaybettirmeyecekti bana. Bu yüzden gözlerimi kapatıp olmayan kanatlarımı hayal etmeye çalıştım.

Sahi, kanatlarım olsa nasıl hissederdim acaba? Muhtemelen epey zorluk çıkartırlardı, sırtımda çıkıntılar varken sırt üstü uyuyabilir miydim ki? Sonuçta önümde de göğüslerim vardı ama onlarla uyuyordum. Gerçi kanatlar devasa şeylerdi, oraya buraya takılırdı yürürken. Tabi, kollar ve bacaklar gibi canlı birer uzuv olsalardı takılmazlardı herhalde. Bu şekilde yerde otururken kanatlarımın alt kısımlarını bükerek halıya yayardım, uzun süre böyle oturunca nasıl uyuştuklarını hisseder gibiydim hatta.

"Ah, çok güzeller!"

Quesalid'in hayranlık dolu sesini duyunca ciddi ciddi dönüp arkama baktım. Bir an bile inanmıştım kanat çıkardığıma. Aras bunu görünce inanamıyormuş gibi bir bakış attı, muhtemel buradan çıkışta akıl hastanesine götürecekti beni.

Onu daha da sinir etmek için ihtiyara dönüp "İyi de böyle hiç rahat değilim." diye söylendim. "Kanatlarım halının üzerinde bükülmekten uyuştu resmen."

"Haklısın, bir süre sonra insana işkence gibi gelir." diyerek iç çekti Quesalid. "Şimdi onları kapattığını düşün ve kapansınlar. Ya da kendi haline bırak, zaten bu evrenin enerjisi yüzünden çok uzun süre açık kalamazlar."

Kapatmak derken? Kapatınca sırtımı içine girdiklerini falan mı düşünecektim? İyi de oraya nasıl sığacaklardı ki?

Evet, kafayı yemiştim. Gerçi bu benim hep merak ettiğim bir şeydi, fantastik romanlarda kanatlar kaybolunca onların nereye gittiğini merak ederdim hep. İnsanların kanatlanıp uçabilmesi mantıklı geliyordu ama o kanatların ufalıp yok olmasına anlam veremiyordum. Çocukluğum bir zeka parıltısı olarak geçmişti cidden.

"Kabuslara gelince... Onları ancak sen durdurabilirsin." diyerek devam ettiğini duydum adamın. "Diğer evrenlere bakmayı bırak, yapmadığın seçimlerin sonuçları onlar. Bazen farklı seçimlerin aynı kapıya çıktığı olur ama o kapılara giden yollar asla kesişmez, Melek. Hiç değilse fiziksel olarak."

Hafifçe kaşlarımı çattım. "Kabuslarımda diğer evrenlerdeki halimi mi görüyorum yani?"

"Hepsinde olduğunu sanmıyorum ama uyurken rahat durmadığın belli. Eğer istersen bu konuda kendini geliştirmene de yardımcı olabilirim kızım. Bedensiz bir bilinç olarak var olmayı göze alıyorsan evrenlerin kapısı sana açılır."

Diğer evrenlerde beni pek iyi şeylerin beklemediğini biliyordum. "Kabus görmesem yeterli olur aslında."

"Bu şeytanın bahsettiği kolyeyi takabilirsin. Neye benzediğini bilmiyorum ama işe yaradığına göre bir enerji içeriyor demektir."

Aras ciddi bir tavırla çenesini sıvazladı. "Sonra da o enerjiyi düşman neredeyse o yöne gönderiyor, değil mi? Bence de kolyeyi takmalısın Melek, nazardan da korur."

"Saçmalamayı kes, şeytan." diye söylendi Quesalid. "Enerji skaler bir büyüklüktür. Yönü olmayan bir büyüklüğü herhangi bir yöne gönderemezsin."

Skaler neye deniyordu ya? Lisede böyle bir şey anlattıklarını hatırlıyordum, vektörel ve skaler büyüklükler falan... Zihnimi epey zorlasam da ne olduğunu hatırlayamadım. Zihnim okumaktan İskenderiye Kütüphanesi'ne dönmüştü ama içeride sadece eşit ağırlık kitapları vardı.

"Bilim adamının da delisi hiç çekilmiyor..." diye homurdandığını duydum Aras'ın. "Senin lafını dinleyip buraya gelen aklıma tüküreyim, Kütüphaneci..."

Quesalid hala takmıyordu onu. Bir süre daha arkamdaki boşluğa baktıktan sonra ilgi oklarını Aras'a çevirdi yeniden. Onlar didişirken ihtiyarın benimle ilgili bazı şeyleri nereden bildiğine dair bir cevap yeşermişti zihnimde. Kütüphaneci... Aras dayısının kütüphanesinin insanların sırlarından oluştuğunu söylediğinden beri Ertuğrul Saral'dan fazlasıyla korkuyordum. Nazmi Amca emniyetteki dosyamın kaybolduğunu ve yerine değiştirilmiş bir dosya konduğunu söylediğinde aklıma ilk gelen isim o olmuştu. Eğer Kütüphaneci geçmişimi öğrendiyse bunu pekala Quesalid ile paylaşmış olabilirdi.

"-ciddiye almazsan olmaz tabi!"

Düşüncelerden sıyrıldığımda çadırdaki iki adam arasında şiddetli bir tartışma yaşandığını fark ettim. Quesalid şimdi de Aras'ın kanatlarına takmıştı kafayı, isteği yerine gelmedikçe giderek huysuzlaşıyordu. En sonunda kesin bir dille son noktayı koydu.

"Ya kanatlarını açarsın, ya da buradan kalkıp gidersin."

Aras'ın sabrının taşmak üzere olduğunu görebiliyordum. İstediği şey her neyse, onun için çok önemli olmalıydı. Quesalid inatçı bir tavırla kollarını göğsünde kavuştururken derin bir alarak sakinleşmeye çalıştı. Ve şükürler olsun ki, bunu başardı.

"Melek'in kanatlarını gördün ya," derken uysal bir tını belirmişti sesinde. "Benimkiler pek güzel değil zaten, baksana açamıyorum bile."

Kahkaha atmamak için kendimi zor tuttum. Başımı diğer tarafa çevirip yanaklarımın içini ısırırken benim yerime güldü Quesalid. "Kanatlar senin soyunun sahip olduğu nadir güzelliklerden biridir. Şimdi, bana numara yapmayı bırak da aç onları."

Aras derin bir nefes alıp gözlerini kapattı. Birkaç saniye boyunca öyle yoğunlaşmış görünüyordu ki, ihtiyarla birlikte ben de onun sırtına bakıyordum. Nihayet gözlerini açtığında yüzünde dingin bir ifade vardı. Büyüleyici bir sanat eseri görmüş gibi mırıldandı.

"Biliyor musun, ben de gördüm. İnanılmaz güzeller gerçekten, fakat halıya yaslamaktan belim tutuldu. Kapatabilir miyim artık?"

Öyle güzel rol yapıyordu ki, bir anlığına onun gerçekten kanat görmüş olabileceğini düşünmüştüm. Ta ki kanatlarını halıya yaslamaktan bahsettiğini duyana kadar... Pezevenk herif benden kopya çekiyordu resmen, hayal etmeyi denememişti bile. Quesalid'in bunu fark etmemiş olmasını umarak ihtiyara döndüm fakat muhtemelen o da halı detayından durumu anlamıştı.

Eski sakinliğini de yitirmişti birden. İsteği yerine getirilmemiş bir çocuk gibi huysuzlaştığını fark ettim, öfkeden yüzü kıpkırmızı kesilmişti. Onun bizi buradan kovacağına emindim artık. Fakat kovmadı.

"Seni düzenbaz şeytan!" diye bağırdı öfkeyle. "Ama ben o kanatları açmasını bilirim..."

Her şey o kadar ani oldu ki, zihnimde kesik kesik görüntüler oluşmuştu sadece. Quesalid'in elini cübbesine sokup keskin bir bıçak çıkardığı an vardı birinde. Diğerinde o bıçağın saplanmaya hazır bir halde havaya kalktığını görmüştüm. Aras'ın yüzündeki dehşet dolu ifade ve bana doğru atılışı... Dudaklarımdan fırlayan ufak bir çığlık... Ve yaşlı adamın bıçağı bana doğru indirdiği an.

Sonrası karanlıktı.

✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧

ARAS

"Oyun o kadar büyük ki, bir kişi bir seferde ancak küçük bir parçasını görebilir."

-Rudyard Kipling

-*-

Sene 2019
- Araf'taki soygunun gerçekleştiği gün -

Fabrikaya giden yollar hızla kısalırken arabanın arka koltuğunda oturmuş dedeme sövmekle meşguldüm. Stresli olduğum zamanlarda birilerine sövmek çok rahatlatıyordu beni. Hele ki sövdüğüm kişi ailemden biriyse bu rahatlama etkisi iki katına çıkıyordu. Muhtemelen ömrümün yarısını kendi soyuma sopuma sövmekle geçirmiştim ve gerçek şu ki, hepsini hak ediyorlardı.

"İşçilerle yüz yüze tanışmak istediğine emin misin?"

Dedemin kara kutusu ve aynı zamanda da fedailerinden biri olan Turan Amca'ydı bu. Seneler önce Alper'in söylemesiyle varlığını öğrendiğim, dedemin hala onun adına çalışan binlerce adamın biri. Onlara fedailer diyordum zira dedem olacak pezevengin Hasan Sabbah'tan farkı yoktu. Hatta ikisi karşı karşıya gelse, Hasan Sabah da İbrahim Saral'ın fedaisi olurdu. Zira Sabbah'ın ordusu haşhaşla kurulmuş ve o öldükten sonra dağılmıştı fakat dedemin ordusu tamamen organikti. Kötü olan şeyse, o öldükten yirmi sene sonra bile dağılmamış oluşuydu. O insanları bir ölüye itaat etmeye iten motivasyonu gerçekten merak ediyordum.

"Yapmak zorundayım, Turan Amca."

"Değilsin Aras," diyerek gülümsedi. "Özer yapmamıştı mesela."

"O zaman benim kesinlikle yapmam gerek."

Bıyık altından güldü. Turan Amca dedikodu yapmayı pek seven biri değildi, onun Özer'e hakaret ettiğini bile duymamıştım. Fakat onu sevmediğini biliyordum, fedailerde anti Özercilik gibi bir trend vardı sanırım. Salak herif şirketin başındayken içeriyi kendi adamlarıyla doldurmaya çalışacağını dedemin adamlarını bulup ortadan kaldırmaya çalışsaydı daha efektif bir iş yapmış olurdu. Zira Özer'in adamları fetöcüler gibiydi, badem bıyık bırakmıyorlardı fakat liboş söylemlerinden ve yavşak gülüşlerinden şak diye tespit edebiliyordunuz.

Birden gülesim gelmişti. İnsan ancak kendi benzerlerinden bir ordu kurabiliyordu galiba. Özer'in yavşaklar ordusu bu anlamda oldukça tutarlıydı.

"Öyleyse orada kim olduğunu sakın unutma, olur mu?" diye devam etti Turan Amca. "İşçilerle mesafeni korumak zorundasın. Eğer bunu yapamayacağını hissedersen bana işaret ver, bir bahane bulup oradan ayrılırız."

Başımı sallayarak onayladım. Aslında işçilerle tanışacak olmak endişelendirmiyordu beni. Sorun, benim işçilerle zaten tanışıyor oluşumdu. Dünyanın en fırıldak patronu olarak ajan gibi aralarına sızıp onlarla birlikte fabrikada çalışmıştım. Bilhassa şimdi gittiğimiz palet fabrikası en uzun süre ve en son çalıştığım yerdi, oradaki herkes beni tanıyordu.

Şimdiyse karşılarına patron olarak çıkacaktım. Açıkçası ne tepki vereceğimi ben de bilmiyordum. Mesela orada çalışırken Necip Usta'dan yediğim fırçanın haddi hesabı yoktu. Zamanla adamın ne zaman kulağımı çekip ne zaman enseme vuracağını çözüp bunlara karşı refleksler geliştirmiştim. Turan Amca mesafeni koru diyordu ama az sonra Necip Usta kazara elini havaya kaldırırsa kafama vida fırlatacağını sanıp eğilebilirdim. Acaba fabrikayı arayıp Necip Usta'yı eve göndermelerini falan mı söyleseydim?

Ben karar verene kadar fabrikaya varmıştık bile. Üzerimde takım elbiseyle arabadan inerken kendimi seneler sonra köyüne otomobille dönen alamancılar gibi hissediyordum. Fabrikayı görünce işçi tulumumu arar olmuştum birden.

"Müdür şu mu?"

Turan Amca'nın bakışlarını takip edince gülmemek için kendimi zor tuttum. Titrek müdür her zamanki titrekliğiyle bize doğru koşturuyordu. Adamın telaşını izlerken işçilerin ona titrek müdür lakabını taktığını bilse ne olacağını merak etmiştim. Sahi, bana ne lakap takacaklardı acaba? Fabrikada çalışırken büyük patrona zengin züppe falan diyorlardı. İşçilerin genel kanısı patronun el bebek gül bebek büyütülmüş, şımarık ve tecrübesiz bir velet olduğu yönündeydi. Bugünden sonra lakabımı sahtekar, düzenbaz, şeytan tarzı bir sıfatla revize ederlerdi muhtemelen.

"Aras B-bey, hoşgeldiniz."

Titrek müdürün elini sıkarken gülümsedim. "Hoşbuldum müdür bey. İşçileri durumdan haberdar ettiniz, değil mi?"

"Evet, büyük p-patronun geleceğini biliyorlar." dedi bizimle birlikte yürürken. "Ama şeyi na-nasıl söyleyeceğimizi bilemedik..."

Büyük patronun burada işçi olarak çalıştığını... Hatta işçilerin arasında ortam yapıp sekiz beş vardiyasının sevilen yüzü olduğunu... Gerçekten de seviyorlardı beni. Patronların kulağına laf gitmiyor olabilirdi ama işçiler birbirlerinin dedikodusunu yaptığında bu durum mesai bitmeden herkese intikal etmiş olurdu. Gerçi beni tekniker sandıkları için başta soğuk durmuşlardı. Ön lisans mezunu olduğumu söyleyerek bu tepkiyi kırmıştım biraz. Fakat asıl takdir toplayan davranışım fabrikadaki bir mühendise ayar vermem olmuştu. İşçiler normalde de mühendisleri pek sevmezdi ama o herife ayrı bir gıcık oluyorlardı, haksız da sayılmazlardı. Adamın havasını söndürünce fabrikada günün kahramanı olmuştum. Aralarına girdikten sonra da karı kız muhabbetleri yaparak kendimi sevdirmeyi başarmıştım. Zira en alt tabaka ya da en elit kesim fark etmez, erkeklerden oluşan bir ortamda karı kız muhabbeti her zaman ilgi çekerdi. Erkekler neden bu kadar çabuk kaynaşıyor sanıyordunuz? Ortak gündem asla değişmezdi çünkü. Çoğunluğu erkeklerden oluşan TBMM'nin oturum aralarında da bütçe ve siyaset konuşulduğuna sadece kadınlar inanırdı.

Yine de işin bokunu çıkardığımı kabul ediyordum. Saral Holding'in eski büyük patronları hep ettikleri bilgelik dolu laflarla hatırlanırdı. Şirketin giriş katında asılı büyük bir tabloda İbrahim Saral'ın, onun babasının ve dedesinin, hatta Özer itinin bile birkaç özlü sözü yazılıydı. İleride benim özlü sözlerim bölümünde yazacak cümleyi hayal edince kahkaha atasım gelmişti.

Bu esnada Turan Amca da müdüre bir şeyler sormakla meşguldü. Arkamızda bizi takip eden asistan kız ve iki korumayla birlikte heyet şeklinde devasa yapıya doğru ilerliyorduk. Büyük kapıdan içeri girerken titrekle Turan Amca biraz geride kaldığını gördüm. Peşimden gelen asistanla korumalara da dışarı kalmalarını söyledim zira içeri korumayla girmek bayağı dangalakça olurdu.

Asistan kızı da yanıma alamazdım çünkü o da bugün fazla mini giyinmişti. Tekin, Mesut, Avni Abi ve osbirci Feyzullah'ın bulunduğu bir fabrikaya o etekle girerse sıkıntı çıkabilirdi. Herifler hayatında karı görmemiş gibi abazaydı, gerçi muhtemelen görmemişlerdi de...

"Aras!"

Siktir... Başımı çevirdiğimde Necip Usta'yla Adem'in bana doğru koşturduğunu gördüm. Benim hatamdı, daha doğrusu alışkanlıktan kaynaklanan bir hataydı bu. Aylardır fabrikaya her geldiğimde aynı yolu tepip doğruca çalışma sahasına gittiğim için düşünürken farkında olmadan ayaklarım beni buraya getirmişti. Fakat üstümde bir işçi tulumu olmadan...

Ustayla Adem henüz garipliğin farkına varmamış gibi görünüyordu. Zira yanıma geldiklerinde ikisinin de yüzü gülüyordu, onların sesini duyunca diğer işçiler de bize doğru çevirmişti başını. İçlerinden bazılarının bana selam vermek üzere yerlerinden ayrıldığını görünce dedeme küfür ettim. Ben henüz stresimi atamadan Necip Usta bana sarılıp pat pat sırtıma vurmaya başlamıştı.

"Oğlum sen nerelerdesin ya?!" dedi gülerek. "Yok oldun gittin birden, arıyoruz ulaşamıyoruz, merak ettik be evladım!"

Necip Usta geri çekilip beni süzerken Adem de "Naber lan sahtekar şeytan?" diyerek omzuma vurmuştu. Feyzullahların da bize doğru geldiğini görünce büsbütün kapana sıkıştığıma emin olmuştum. Üstelik Playboy Aytaç da buradaydı... Allah kahretsin, onun askerde olması gerekmiyor muydu?!

Arkamı dönüp koşarak buradan kaçmayı düşünürken Adem'in "Aha Aytaç geliyor valla," diyerek güldüğünü duydum. "Şimdi sana yine beni kızlarla tanıştır diyecek."

Elbette isterdi çünkü ben fabrikadayken bu herifin şahsi pezevengi gibi bir şey olmuştum. Erkek ortamlarında karı kız muhabbeti yapmak her zaman ilgi çekerdi ama bazen de haddinden fazla çekerdi işte. Playboyun neşeyle yanıma gelişini izlerken keşke vakti zamanında sikimi koparsaydım da, bu herife tavsiye verecek deneyimi edinemeseydim diye düşünüyordum.

Fakat Aytaç halinden çok memnundu. Yanıma gelince "Vaay kralım gelmiş!" diyerek sırtıma vurdu öküz gibi. "Ulan o kadar aradım, açmadın. Hani bizi senin şu ortamlara götürecektin? Bak valla Feyzullah da çok hevesli, ona da bi' krallık yap da çocuk karı yüzü görsün."

Gerginlikten konuşamıyordum bile. O sırada Necip Usta'nın "Hayırdır Aras, bu kılık kıyafet ne böyle?" dediğini duydum. "Banka mı soydun kerata?"

Ne diyecektim ki? Titrek müdürün sahaya koşturduğunu fark etmiştim birden. Koskoca bir anksiyete ve panik atak krizinden ibaret olan bu herifi bir meteor bile durduramazdı. Az sonra yanıma gelip özürler dilemeye başlayarak beni ifşa edecekti zaten. O yüzden sonunu kabullenmiş bir idamlık gibi hafifçe gülümsedim ustabaşına.

"Hadi siz yerlerinize geçin."

Diğer işçiler titreğin gelişini görmüş olmalıydı. Playboyun eliyle bir telefon işareti yaparak "Bak söz verdin ha, iş çıkışı araşalım." dediğini duydum. Bir yandan da geri geri giderek uzaklaşıyordu bizden. Titrek müdür kekeleyerek bağırdığında arkasını dönüp makinasına doğru koştu.

"P-PATRON GELDİ A-ARKADAŞL-LAR!"

Milletin gözünü sahanın giriş kapısına dikmiş merakla baktığını görüyordum. Patronun geleceğini duyunca Fethi ile Süleyman ikilisi hayatında ilk kez baret takmışlardı. Özcan'ın paletlerin arkasında gizlice içtiği sigarayı telaşla söndürdüğünü fark ettim. Fuat'la Sedat tulumlarını ilk kez yarım yamalak değil de adam gibi giymişti, Feyzullah bile ciddileşmişti birden. Elbette tüm bunlar biz buradan çıkar çıkmaz kaybolacak görüntülerdi.

O sırada Necip Usta da kolumdan tutup beni çekiştirmeye başladı. "Büyük patron gelecekti bugün," dediğini duyunca gülesim gelmişti. "Gel şöyle paletlerin arkasına geç de tulumsuz görmesinler."

"Aras Bey!"

Turan Amca'nın sesiydi bu. Arkamı döndüğümde onun telaşla bana doğru koşturduğunu gördüm, zor durumda kaldığımı anlamış olmalıydı. Titrektense bahsetmiyordum bile, kurşunların önüne atlamak istermiş gibi bir adanmışlıkla koşuyordu herif. Sahi, bu adamı kim buraya müdür yapmıştı acaba? Özerci olsaydı bilirdim, bilmediğime göre dedemin zamanından kalma biriydi. İbrahim Saral'ın fabrika idaresini neden bunu yapabilecek en son kişiye, yürüyen bir anksiyeteye verdiğini merak etmiştim. Ve bir de bu fabrikanın nasıl hala ayakta olduğunu...

"Ulan onlar bey mi dedi sana?"

Adem de tıpkı ustabaşı gibi şaşırıp kalmıştı. Ona cevap verecektim ancak bakışlarım sahanın ortasındaki boş alana takılınca oraya kahrolası bir kürsü koyduklarını gördüm. Sikeyim ya, konuşma mı yapacaktım bir de? Ettiğim küfür titreğin bağırtısıyla yarıda kesildi.

"EFENDİM B-BİZ DE SİZİ ARIYORDUK!"

Adama dönüp "Senin ben efendinin sikeyim." diyesim gelmişti. Fakat anksiyete krizi geçirirken titrek müdüre elleşmemek gerekiyordu. Hayır, herif panikten kalp krizi geçirse iş kazası diye bana dava açacaklardı. Dede ben senin şirketini sikeyim ya...

Titrek yanımıza öyle bir gelmişti ki, bir anlığına etrafta keskin nişancılar olduğunu sanmıştım. Üstelik Necip Usta'yla Adem'i benim yanımda görünce büsbütün dehşete düştü.

"NAA-PIYORSUNUZ S-SİZ?!" diye bağırdı birden. "B-BÜYÜK PATRON VAR K-KARŞINIZDA!"

Fabrika birden ölüm sessizliğine büründü. İşçilerin şaşkınlıkla bize baktığını gördüm, Turan Amca bir kenarda tepkisiz kalmayı seçmişti, yanımdaki iki adamsa şaşkınlıktan konuşamıyordu bile. Titreğin daha da panikleyerek Necip Usta'yla Adem'e doğru yürüdüğünü fark ettim.

"K-KARŞINIZDAKİ KİŞİ P-PATRON!" diye çırpındı tekrar. "B-BIRAKI-"

"Yeter!" diyerek bağırdım adama. Tüm sinirlerim yay gibi gerilmişti, oyunun bittiğini idrak etmiştim artık. "Sadık Bey sakinleşin lütfen."

Daha da beter paniklediğinin farkındaydım fakat hiç değilse sesi kesilmişti. Onu susturduktan sonra birkaç adım gerileyerek hala şaşkınlıkla bana bakan iki adama döndüm. "Sizler de lütfen yerlerinize geçin. Birazdan durumu anlayacaksınız."

İkiletmediler. Zira Necip Usta anlamıştı bile. Başını sallayıp "Emredersiniz efendim." derken gözlerinde gördüğüm hayal kırıklığının canımı yaktığını hissettim. Ardından hala saf saf ne olduğunu anlamaya çalışan Adem'i kolundan tutup yanımızdan uzaklaştı. Arkamı döndüğümde Turan Amca'nın anlayışlı bir tavırla bana başını salladığını gördüm. Ardından onun bakışları da kürsüye takıldı ve hayretle müdüre döndü.

"Bu kürsünün burada ne işi var?"

"Konuşma için..." diye geveledi titrek. "Aras Bey'in işçilerle tanışacağını söyleyince-"

İşçilerin duymasını istemediği için bağırmamıştı fakat sesi öfke doluydu. "Tanışacağını söyledik, kürsü konuşması yapacağını değil!"

"Turan Bey, tamam." diyerek durdurdum adamı. "Müdür Bey iyi düşünmüş, toplu bir konuşma daha iyi olur."

"İyi de elimizde konuşma metni bile yok."

Çaresizce iç çektim. "Siz bana bırakın."

Kendi pisliğimi kendim temizleyecektim her zamanki gibi. Artık az evvelki paniği içimde hissetmiyordum, gerçeklik birden yüzüme çarpmıştı. Ben tekniker değildim. Burada çalışan o genç ve haylaz tekniker sadece büründüğüm bir kimlikte ibaretti.

O kişi olmayı çok isterdim. İki yıllık önlisans mezunu teknikerin en büyük kaygısı geçim sıkıntısıydı. Uzun zamandır hoşlandığı bir kız vardı fakat ona açılmaya cesaret edemiyordu. Annesi ev hanımı, babası emekli savcıydı, hukuk okuyan cimcime bir kız kardeşi vardı, iki katlı evlerinin küçük olan üst katında kendisi yaşıyordu, alt kattaysa ailesi oturuyordu. Fırsat bulursa DGS'ye girip makina mühendisliği eğitimi alacaktı, hayatını düzene soktuktan sonra sevdiği kıza açılacak, eğer karşılık alırsa da buna muhtemelen en çok annesi sevinecekti. Genç tekniker on dört yaşındayken tembel bir öğrenci olduğu için meslek lisesine gitmişti. Bir mağarada elini kana bulayıp katil olmamıştı. Teknikerin gittiği lisede aldığı disiplin cezaları sayısızdı, fakat bir arkadaşının ölümüne sebep olduğu için okuldan atılmamıştı. Üniversitedeyken korkunç bir vicdan azabı tatmamıştı. Genç teknikerin pasaportu bile yoktu, Almanya'daki özel bir kliniğin en üst katında en yakın arkadaşını, annesi, babası, ablası olan ve hayatını mahvettiği o gencecik kızı, Suzan'ı serum kablosuyla boğarak öldürmemişti.

Fakat ben o genç tekniker değildim. Ellerim Suzan'ın kanıyla yıkanmış, karanlığımdsn birçok insan nasibini almıştı. Çoğunlukla hayata karışmayı başarsam da içimde bir yerlerde oluk oluk kanayan bir yara vardı.

Turan Amca daha fazla ısrar etmedi. Müdürün yol göstermesiyle kürsüye doğru ilerlerken fabrikadaki fısıltıların uğultuya dönüştüğünü fark etmiştim. Çoğu durumu ilginç bulmuştu, gülerek birbirlerine bir şeyler söylüyorlardı. Takdir edenler de vardı, bir patron olarak yaptığım şeyi akıllıca bulduklarını söyleyen fısıltıları seçmiştim. Aytaç ve Feyzullah'a dönüp bakmadım. Gözlerim bu fabrikada o genç teknikerin yalandan ibaret olan hayatını baştan sona dinlemiş tek kişiyi, Necip Usta'yı arıyordu.

En sonunda buldum. Fakat gözlerine bakmak istemedim. Buradaki herhangi bir kişinin varlığından güç alamazdım, şu anda bana yol gösterebilecek tek kişi Sanatçı'ydı. İçimdeki gerçek kimliğim olan karanlığı bütünüyle tanıyan tek kişi oydu, o karanlığı biçimlendiren de.

Bana kalırsa saf kötülükten ibaret değildi o karanlık. Bir canavardı fakat canavarca hislerle de olsa insanları sevebiliyordu. Suzan son ana kadar onu hiç tanımamıştı fakat içimdeki karanlık onu hep sevmişti. Eğer cesaret edebilseydim çok daha öncesinde gerçek kimliğimi gösterirdim ona. Beni dizine yatırıp saçlarımı okşadığında içerideki karanlığın da onun şefkatiyle yatıştığını bilmesi gerekirdi. Suzan'ın gerçek kimliğimi, o karanlık canavarı gördüğünde sevmemesinden korkmuştum sanırım. Zira normal bir insan böyle bir şeyi sevemezdi. Babam da bunu bildiğinden, beni sevememekten korktuğu için görmezden geliyordu onu.

Fakat Suzan Alahçın normal bir insan değildi. Ölmeden hemen önce o karanlığın gözlerine bakarak seni seviyorum deyişini asla unutamayacaktık. Ne ben, ne de içimdeki.

"Kolay gelsin arkadaşlar, ben Aras Karadağ." dedim mikrofona eğilerek. "Aslında tulumumu giyip gelecektim ama soyunma odasında bulamadım, birileri yine yürütmüş anlaşılan. Bu arada yedi numaralı makinadaki arkadaşlar, baretleriniz çok yakışmış. Biz buradan ayrıldıktan sonra da takmaya devam edin lütfen."

Diğer işçiler gülerken Fethi ile Süleyman'ın yüzünde mahcup bir sırıtış belirmişti. Muhtemelen Turan Amca'nın yapmamı isteyeceği konuşma bu değildi fakat aylarca enseye şaplak takıldığım heriflerin karşısına geçip de şirket olarak vizyonumuzdan ve hedeflerimizden bahsedemezdim. Onları beklentisi de bu değildi zaten. Genç teknikerin aksine ben, bu insanların beklentilerini tahmin edebiliyordum.

"Bugün burada bir zengin züppe görmeyi beklediğinizi biliyorum, hatırlarsanız ben de büyük patrona sövenler arasındaydım. Ara sıra kendine sövmek insana iyi hissettiriyor, size de denemenizi tavsiye ederim. Belirtmeme gerek var mı bilmiyorum ama burada çalıştığım süre zarfında sizlerden duyduğum hiçbir şeyi kişisel algılamadım, attığım kahkahalar rol icabı değildi. Özetle, söylediğiniz hiçbir şeyden ya da yaptığınız hiçbir davranıştan endişe duymanıza gerek yok."

İlk beklentileri, geçim kaygısını dindirmekti elbette. Belirsizlikten kurtulmanın onları gevşetmesine şaşırtmamıştım. Muhtemelen bu hafta bitene kadar ani bir işten çıkarılma korkusuyla çalışacaklardı fakat hiç değilse kafalarını bana verebiliyorlardı artık.

"Fakat endişe verici şeyler yapanlar oldu, buraya gelmemin sebebi de onlardı zaten." diyerek devam ettim. "Fabrikalarla holding binası arasında büyük bir hiyerarşi zinciri var. Tahmin edeceğiniz üzere sizin şikayet ve talepleriniz çoğu zaman holding binasının kapısından içeri bile girmiyor. Bu iletişimsizlikten faydalanan bazı yöneticilerimiz olduğunu tahmin ediyordum. Bu yüzden bizzat fabrikalara gidip neler olduğunu görmek istedim ve üzülerek söylemeliyim ki, kötü niyetli yöneticilerin sayısı sandığımdan çok daha fazlaydı. Eğer burada sizinle birlikte ramazan erzağı almamış olsaydım, yakın zamanda işine son verdiğimiz bir yöneticinin şirketin gönderdiği erzakları satıp sizlere kalitesiz ve ucuz bir erzak kolisi dağıttığını asla öğrenemezdim-"

Bu noktada devam edemedim çünkü alkış kopmuştu. Tam da tahmin ettiğim gibi bu örnek etkilemişti onları. Bilhassa yönetim kademesini kötülemek işçiler üzerinde her zaman olumlu bir algı yaratırdı. Yarattığım oyunlarda boğuluyordum.

"Buna benzer bir çok olay tespit ettik ve sorumluları siz farkına bile varmadan işten çıkarıldı. Ek olarak, burada bulunarak sizlerin taleplerini de net bir şekilde öğrenme imkanını elde etmiş oldum. Son aylarda çalışma koşullarınızda yaşanan olumlu değişikliklerin sebebi sizlersiniz. Fabrikalardaki bu değişim rüzgarını sizin talepleriniz doğrultusunda başlattık."

Köklü bir değişim yaratabilmek... Fransız ihtilalinden bu yana tüm işçilerin gizli veya açık fantezisi. Onlara yalan söylemiyordum, gerçekten de değişiklikler onların istekleri üzerine gerçekleştirilmişti. Bayramlarda ikramiye almaları, erzak yardımları, çocukları için burs imkanları, yemekhanede daha kaliteli yemekler ve kendi çalışanlarımız için emlak, eğitim, sağlık gibi alanlarda oluşturduğumuz bazı kredi paketleri... Bunlar sektörün geri kalanının yanında onlara cennette yaşadıklarını hissini veren şeyler olabilirdi fakat köklü bir değişim değildi. Köklü bir değişim yapmaları olasıydı elbette, ancak nihayetinde o değişim onları da yiyecekti. Bu yüzden solcu görünümlü bir patronu seveceklerini tahmin edebiliyordum. Gerçi bir çoğu solculardan nefret ediyordu ama olsun, biz patronlar da solcu değildik zaten.

"İbrahim Saral'ın torunu olarak ondan devraldığım koltuğu boş bırakacağıma emin olabilirsiniz. Zira pek oturmaya niyetim yok. Hem sizin de bildiğiniz üzere holding binasındaki nezih ve terbiyeli ortam pek bana yönelik değil. O yüzden düzenli aralıklarla beni görmeye alışmanızı öneririm. Bugün vaktimiz kısıtlı ama bir dahaki sefere sizlerle kürsüden değil, bire bir diyalog kuracağım. Gördüğünüz usulsüzlükleri bildirmekten lütfen çekinmeyin. Fabrika kurallarını ihlal eden arkadaşlara gelince, sizleri tanıyorum beyler. O baretleri takmaya, tulumları giymeye ve paletin arkasında sigara içmemeye alışana kadar şeflerin gözünün üstünüzde olacağını bilin. Ve son olarak, tulumumu kim aldıysa lütfen yerine koysun çünkü bir dahaki gelişimde bana lazım olacak. Şimdilik söyleyeceklerim bu kadar, sağlıcakla kalın."

Ve alkış tufanı.

İşçilerin alkış ve ıslıklarını dinlerken onlarla aynı coşkuyu paylaştığım söylenemezdi. Onlar paylaştığımı sanıyorlardı fakat hayır, ben bunun bir yönetim stratejisi olduğunu biliyordum. Bir topluluğu yönetmek zorunda kalmış her insan bu hissi yaşardı. Kürsülerin önü çok coşkulu ve kalabalık olabilirdi fakat kürsülerin ardında yalnızca stratejilere, planlara ve yalanlara yer vardı.

Dışarıdan bakan birinin kürsünün önünde manipüle edilen mağdur bir kalabalık, kürsünün ardındaysa artniyetli bir şeytan gördüğünü tahmin edebiliyordum. Genel muhalefetin durduğu noktadaki manzara hep böyle olurdu. Tepeden tırnağa kötülükle donatılmış manipülatör bir lider ve o lider tarafından kandırılan zavallı masum halk. Onlar kürsünün önündeki kalabalıkta kurtarılmayı bekleyen mağdurlar görürdü.

Kürsünün önündeki kalabalıksa buraya baktığında kendini görürdü. Aşağıdaki adamları kürsüdeki adamı canları pahasına savunmaya iten şey de buydu. Zira insanlar yalnızca kendilerine benzeyenin ardından giderdi. Ve bir kalabalığı yönetmenin tek yolu, orada bulunan insanların her birini sizinle aynı kişi olduklarına ikna etmekten geçerdi. Liderlerin ortak değerleri dilinden düşürmemesinin sebebi buydu işte. İnsanları yönetmek için önce onları birbirine kenetleyip tek karakterli bir kitleye dönüştürmek zorundaydılar. Aksi taktirde birbirinden siyahla beyaz kadar farklı yüzlerce insanı nasıl onlarla aynı kişi olduğunuza ikna edebilirdiniz ki?

Herkesi kürsüye oturtamazdınız, tahtlar tek kişilik olurdu. Bu yüzden de iyi liderler önce insanlardan tek karakterli bir kitle yaratır, sonra da kürsüye çıkıp o kitlenin karakterine soyunurdu. Kürsünün önündeki kalabalığın gözlerine iyi bakın, o gözler devrimlere ve değişimlere tanıklık ettiğini sanıyordu.

Ve son olarak kürsüdeki adamın gördüğü manzara vardı. İçlerinde en basit olanı... Bizler aşağı baktığımızda yalnızca yönetilmeye muhtaç bir yığın görürdük. Yalanlarla, propagandayla, vaatlerle ve en çok da umutla hepinizi manipüle ediyorduk. Çünkü özgür iradelerinizin sizi bir araya toplayabileceği tek bir ortak nokta vardı; vahşet. Ellerimizi üzerinizden çektiğimiz anda arkaik çağlardan kalma sürüngen beyninizin vahşi içgüdülerine kulak verecektiniz.

İşte bu yüzden, biz o kulakları yalanlarla dolduruyorduk.

Alkışları ardımda bırakarak kürsüden inip Turan Amca'ya doğru yürümeye başladım. Konuşma onu memnun etmiş gibi görünüyordu, yanına vardığımda dudaklarını oynatarak 'Aferin' dediğini fark etmiştim.

"İsterseniz hemen çıkalım Aras Bey."

Sesli olarak söylediği şey de buydu. İşçilerin bakışlarının hala benim üzerimde olduğunu fark etmiş olmalıydı, birileri yanımıza gelmeden ayrılmak istiyordu buradan. Bunu ben de istiyordum fakat ayaklarımın önüne taş koyan bir şeyler vardı. Necip Usta.

Bayramda elini öpmüştüm ben o adamın. Molalarda birbirimize çay ısmarlamıştık, tıpkı babamda olduğu gibi ona da yalanlarım genelde sökmüyordu, çok çekmişti kulağımı bu yüzden. Ailesini anlatmıştı bana, üniversitede Mekatronik Mühendisliği okuyan oğlundan, evli kızından, torunundan, eşinden bahsetmişti. Ben de kardeşimden bahsetmiştim, Melek'i anlatmıştım, elbette tüm detaylarıyla değil fakat birçok sıkıntımı paylaşmıştım. Hiç değilse gitmeden önce kendimi açıklamak istiyordum Necip Usta'ya. Zengin bir züppe olmadığımı, el bebek gül bebek büyümediğimi, beni hala oğlu gibi görebileceğini söylemem gerekiyordu. Kürsüden inince lider de yığın da geride kalmıştı. Asla o genç tekniker olamayacaktım ama fakat ustanın ona anlattığım şeylerin uydurma yalanlar değil, hayal ettiğim hayat olduğunu bilmesini isterdim.

Turan Amca tereddüt ettiğimi görünce "Sakın Aras." diye mırıldandı. "Sakın fevri bir şey yapma."

Başımı çevirip arkama baktığımda Adem'in de bizi izlediğini gördüm. Necip Usta hiçbir şey yokmuş gibi makinada çalışmaya devam ediyordu. Adem onun beni fark etmediğini sanmış olacak ki, adamı koluyla dürtüp bir şeyler söyledi. Necip Usta'nın başını makinadan kaldırmadan ona bir şeyler fısıldadığını fark ettim, hemen ardından Adem de başını eğip işine dönmüştü.

"Sen arabaya git Turan Amca, ben hemen geliyorum."

Ani bir kararla arkamı dönüp makinalara doğru ilerlemeye başladım. Aslında akşam evine gidip konuşmak daha mantıklı olurdu fakat vicdan azabım aciliyete mecbur bırakmıştı beni. Hiç değilse gerçek telefon numaramı vermek istiyordum, böylelikle meramımı anlardı belki. Yürürken titrek müdürün kürsünün oradan şaşkın şaşkın beni izlediğini, görüş alanına girdiğim işçilerin başının birer birer çevrildiğini fark etmiştim. Bizim makinaya yaklaşırken Necip Usta başını kaldırıp bana baktı. Ardından Adem'e dönüp bir şeyler fısıldayarak çocuğu gönderdi yanından. Adem paletlerin arkasında kaybolurken ben de makinanın başına varmıştım.

"Kolay gelsin, Necip Usta."

Sesimi duyunca yaşlı adamın yüzünde ufak bir tebessüm belirmişti. Mavi bakışlarındaysa donuk bir resmiyet vardı hala. Ellerini saygılı bir tavırla önüne kovuşturarak hafifçe başını eğdi.

"Teşekkür ederim, efendim."

Bana karşı takındığı tavır canımı acıtmıştı. Titrek müdürden çekiniyordu muhtemelen, ya da Turan Amca'dan. Benden çekiniyor olabileceğini düşünmek bile istemiyordum.

"Ben, şey..." dedim geveleyerek. "Necip Usta ben sana aslında söyleyecektim ama..." Ne söyleyecektim ki? Çalıştığı fabrikanın sahibi olduğumu mu? İç çekerek söyleyebileceğim tek şeyi söyledim. "Kusura bakma lütfen..."

Sanki onu azarlamışım gibi iyice eğdi başını. "Estağfurullah, efendim."

Adamın burada rahat konuşamadığını anlamıştım. Üstelik gerçekten de benden çekiniyor olabilirdi. Haksız sayılmazdı, aylarca yalan söylemiştim ona. Ama soyadım dışında rol yapmadığımı izah etmem gerekiyordu. Aksine kendi dayıma bile anlatmadığım şeyleri bu adama anlatmıştım.

"Ee, şey..." dedim cebimde kartımı arayarak. "Ben sana numaramı-"

"Elbette efendim, istediğiniz gibi yaparım."

Adamın minnetle başını sallayarak gerilediğini görünce elim cebimde kalmıştı. Diğer makinalardaki işçiler onu bir ayıbı yüzünden affettiğimi düşünüyor olacak ki, acıyarak bakıyordu adama. Necip Usta'nın ne yaptığını anlamaya çalışırken Turan Amca'nın yanımda belirdiğini fark ettim.

İşte şimdi anlamıştım.

"Aras Bey, acilen şirkete dönmemiz gerekiyor."

Konuşurken öfkemi saklama gereği duymadan sesime yansıttım. Aslında bir uyarıydı bu. "Turan Amca sen arabaya git."

"Aras Bey-"

Elimi cebimden çıkardığım an kartı kapıp avucunda buruşturdu. Sol tarafımda durduğu için ondan ve Necip Usta'dan başka gören olmamıştı bunu. Ne yapmaya çalışıyordu? Dedemin adamı olabilirdi fakat benim kiminle görüşüp görüşmeyeceğime karar verebileceğini sanıyorsa yanılıyordu. Amca dediğim adamla fabrikanın ortasında tartışmak istemediğim için bu hareketi görmezden gelip ustabaşına döndüm.

"Necip Usta telefonunu versene, numaramı yazayım."

Fabrikanın kalanına hafifçe sırtını dönerek konuştu. "Efendim, lütfen-"

"Usta sen kafayı mı yedin?" diye çıkıştım en sonunda. "Versene şu telefonunu-"

Necip Usta başının altından öfkeli bir bakış attı bana. Kararlı olduğumu görünce işçilere tamamen sırtını dönüp "Oğlum çekil git!" diye fısıldadı. Ardından Turan Amca'ya baktı ters ters. "Neyi bekliyorsun, Turan? Arabaya götürsene şu çocuğu!"

Donup kaldım.

Ne olmuştu az önce? Necip Usta... Nasıl ya?

Turan Amca'nın adama ters bir bakış atıp "İyi halt ettin, Necip..." diye söylendiğini duydum. Ustabaşı da ona ters bir bakış atmıştı. Konuşurken sesindeki öfkeye bir de sabırsızlık eklenmişti.

"Turan götür çocuğu, itlerin gözü burada." diye mırıldandı bu kez. Ardından bakışlarını bana çevirdi. "Aras gitmen gerek, Turan Amcan sana dışarıda anlatır. Hadi toparla kendini."

Olanları idrak ettiğimde bir anlığına afalladım. Bir anlık. Daha fazlası değil. Ardından ustabaşına dönüp "Dediğim gibi burada duyduklarımı şahsi algılamıyorum." diye yüksek sesle cevap verdim. "Tekrarlanmadığı sürece bunları dert etmenize gerek yok."

Necip Usta yeniden el pençe divan oluverdi. Yüzünü işçilere dönerken minnet dolu bir ifadeyle "Çok teşekkür ederim, efendim." diye konuştu. "Allah razı olsun sizden."

Samimiyetsiz bir patron gülümsemesiyle başımı salladım adama. Sonra diğer düzenbaza dönüp daha içten görünen başka bir sahte gülümseme takındım. "Gidebiliriz Turan Bey."

Üçümüzün içinde oyunculuğu en zayıf olan oydu. Zira benim toparladığımı anlayınca derin bir nefes aldığını fark etmiştim. Bense arkamı dönüp yürümeye başlarken tüm gerçek hislerimi yüzümden silmiştim bile. Zihnimin içindeki kargaşanın zihnimin içine girmedikçe görülmesi mümkün değildi.

Bu oyuna nasıl geldiğimi anlayamıyordum. Sahiden anlayamıyordum. Çok basitti çünkü. Çok barizdi. Necip Usta elbette dedemin fedailerinden biriydi, benimle ilgilenmesinin başka nasıl bir açıklaması olabilirdi ki? Oturup dertlerimi dinlemişti, bana akıl vermişti, yol göstermişti. Bunların sebepsiz yere olabileceğini nasıl düşünmüştüm?

Kim bilir ona anlattıklarımı kimlere raporlamıştı? Dedemin manyaklar ordusunun nasıl işlediğini bilmiyordum ama dedem öldükten yirmi yıl sonra bile ayakta kaldıklarına göre birilerinden emir alıyor olmalıydılar. O kişinin kim olduğunun önemi yoktu, dedem için çalışan hiç kimseye güvenemezdim. Hepsi beni korumak için canını verirdi fakat bunu yapmalarının sebebi aldıkları emirdi. Dedemin planlarında özne değil, nesneydim ben. Eğer o planlar uğruna ölmem gerekirse bu adamların her biri gözünü bile kırpmadan canımı alırdı. Hiçbirinin özgür iradesi yoktu.

"Aras, bekle!"

Beklemedim. Yolun sonuna vardığımda korumalardan diğer arabanın anahtarlarını istedim, bir an önce buradan çekip gitmek istiyordum. Fakat ben araca binemeden Turan Amca yetişip önüme geçti.

"Gel iki dakika konuşalım, oğlum-"

"Oğlun falan değilim ben senin." diye cevap verdim ona. "Hiçbirinizin babalığına ihtiyacım yok. Düşün artık yakamdan!"

"Amacımız sana zarar vermek değil, biliyorsun bunu!" diyerek diretti. "Biz seni korumaya çalışıyoruz, Aras. Şirketteki görevinde yardımcı olmaya çal-"

"Ben sizin koruma anlayışınızı sikeyim." dedim Erzurum'daki yedi yılımı düşünerek. "Ben sizin yardımınızı da sikeyim. Yirmi sene önce geberip gitmiş bir orospu çocuğuna hizmet eden ruh hastalarısınız hepiniz!"

Öfkeli olduğumu görünce ısrar etmedi. Arabaya binip oradan uzaklaşırken yanıma öfkemden başka hiçbir şeyi almamıştım. Necip Usta'ya anlattığım genç tekniker artık yaşamıyordu. Birden fazla kimliği olan her adam gibi ben de bir çok kez ölmeye mahkumdum. Her seferinde de katil yine ben oluyordum.

Mezardaki puşt muaftı tüm bunlardan. Tek bir kimliğiyle ve yine kendi verdiği karar neticesinde girmişti o mezara. İbrahim Saral, ölümü bile kendi ayağına çağırarak can vermiş bir adamdı. Ölümün bile biat ettiği bir adam...

Neydi amacı? Gerçek amacı neydi? Adamları onun tüm bu bokları iyilik ve barış için yaptığına inanmış olabilirdi fakat ben yemiyordum. Yirmi yıl önce ölmüş bir adamın acımasız bir iktidar savaşının piyonlarıydık hepimiz. İbrahim Saral, üstüne bile oturamayacağı bir taht uğruna kendi kanını kurban etmişti.

✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧

"ἀλλ' ἄλλην χρὴ πρῶτον ὁδὸν τελέσαι καὶ ἱκέσθαι
εἰς Ἀίδαο δόμους καὶ ἐπαινῆς Περσεφονείης,
ψυχῇ χρησομένους Θηβαίου Τειρεσίαο,
μάντηος ἀλαοῦ, τοῦ τε φρένες ἔμπεδοί εἰσι·
τῷ καὶ τεθνηῶτι νόον πόρε Περσεφόνεια,
οἴῳ πεπνῦσθαι, τοὶ δὲ σκιαὶ ἀίσσουσιν."

(Od. 10.490-5)

"Fakat önce başka bir yolculuğa çıkmalı
ve ulaşmalısın Hades ile Persephone'un
korkunç ikametgahına
danışmak için Thebaili Teiresias'ın ruhuna.
Persephone ölüler ülkesinde bile
Bir bilinç vermiştir bu kör kahine
Düşünebilen bir odur ölülerden.
Ötekilerse ibarettir,
uçuşup duran gölgelerden."

Homer - The Odyssey
10.490-5
Büyücü Circe'nin Teiresias hakkında söyledikleri

-*-

Kendimi bir anda yerde ve onun altında bulmuştum. Tepemizde Quesalid'in kıkırdayan sesi yankılanıyordu. Başımı çevirdiğimde onun elindeki bıçağa baktığını fark ettim.

"Sadece şakaydı," dedi bıçağı kendi boğazına saplayarak. Ufak bir çığlık atarken sivri metalin sapının içine kaçtığını gördüm. "Plastik bu, üniversitedeki öğrencilerimden biri vermişti."

Derin bir nefes alıp başımı yere bıraktım. Bakışlarımı Aras'a çevirdiğimdeyse hissettiğim bütün rahatlama uçup gitmişti. Onun gözlerindeki ifadeyi görünce kollarımı boynuna dolayıp "Sakin ol," diye fısıldadım kulağına. "Adamın akıl sağlığı yerinde değil. Elindeki şey plastik. Yalvarırım sakin ol."

Ancak olanları idrak ettikçe ben de öfkeleniyordum. Adam hançeri kaldırdığında Aras üzerime atlamıştı, şu anda romantik bulabileceğim bir şey değildi bu. Eğer o hançer gerçek olsaydı ve Quesalid elini indirseydi onu kaybedebilirdim.

"Derdin ne senin piç kurusu?!"

"Sadece seni korkutmak istedim." diye cevap verdi yaşlı adam. "Bunun işe yarayacağını umuyordum."

Bu esnada hala elindeki plastik bıçakla oynuyordu. Aras'la ben yerden kalkarken "Bir Şaman kampında olduğunuzun farkındasınız, değil mi?" diyerek iç çekti. "Burada hiç kimse size zarar vermez. Bana gelince... Profesör'ün psikolojik rahatsızlıkları olabilir fakat uzun yıllar önce kontrol altına alındı bu durum, senelerdir ilaçlarını hiç aksatmadan içiyor. Aksi taktirde onun üniversitede hoca olmasına izin verirler miydi sizce?"

Üniversitedekiler büyük bir hata yapıyordu. Öte yandan Aras'ı sakinleştirmek için rahat davranmam gerektiğini biliyordum. Köşeye geçip onun yanına otururken "Adam tehlikeli biri değil." diye mırıldandım. "Sence tehlikeli olsaydı dayın seni buraya gönderir miydi?"

Güldü.

Ona bir şey söyleyecektim fakat Quesalid'i görünce şaşkınlıktan tepki veremedim. Oyuncak bıçağı elinde kalakalmıştı, Aras'ın arkasındaki bir noktaya bakarken Stendhal Sendromu geçiriyormuş gibi görünüyordu. Baktığı noktada hiçbir şey yoktu elbette, fakat o noktanın birkaç santim ötesine bakarsa yüzünde ölümcül bir öfkeyle onu izleyen adamı görebilirdi.

"Siyah..." diye mırıldandı Quesalid. "Gerçek siyah kanatlar... Bunu görmeyeli yüzyıllar olmuştu."

Aras'ın kendi kendine "Siktiğimin delisi..." diye söylendiğini duydum.

"Kanatların görünmez olduğu bir evrendeki adamda bulunmaları büyük haksızlık..." diyerek devam etti ihtiyar. "Sanırım bunlar senin türünde bulunan en güzel siyah kanatlardan biri. Ah, resmen ışığı içine çeken kadife bir siyahlık... Azab'tan bu yana böyle büyüleyici bir şey görmemiştim."

"Senin ben beynine sinyal veren elektriği sikeyim Kütüphaneci..." diye homurdandı Aras. Ona ters ters baktığımı görünce "Ne?" diye çıkıştı bana. "Bıktım senin yanında hanımevladı taklidi yapmaktan. Yetti be!"

Kuyruğumu kıstırdım. "Tamam ya, bir şey demedim..."

Bu esnada Quesalid hala aynı noktayı izliyordu. Adamın yüzündeki büyülenmiş tebessümü gördükçe Aras'ın daha çok öfkelendiğini fark ettim. Koluna girip gözlerine baktığımda sakinleşir gibi oldu.

"Dur hayır, kapatma..." diyerek bir şeyleri durdurmak istercesine elini öne uzattı Quesalid. Yüzü birden hüsranla gölgelenmişti.

"Bu kadar şov yeter, ihtiyar. Karışımı ver, gidelim."

Ne karışımı? Sorgulayan bakışlarla Aras'a döndüğümde onun benimle ilgilenmediğini fark ettim. Öfkeyle Quesalid'i süzüyordu hala. Onun bakışları altında huzursuz bir tavırla kıpırdanarak "Olmaz," dedi ihtiyar. "Yarım asır önce o hatayı bir kez yaptım ama bir daha asla."

Aras'ın yüzünde kendinden emin bir ifade vardı. Sakin bir tavırla bana dönüp "Şimdi senden bir şey isteyeceğim." dediğini duydum. Ne isteyeceğini tahmin etmek pek zor değildi aslında. Bu yüzden o lafa girmeden yüzüme son derece kararlı bir ifade yerleştirdim ve "Hayır." dedim. "Ben de burada kalacağım."

Beş dakika sonraysa yüzümde aynı kararlı ifadeyle çadırın dışında oturuyordum. Piç kurusu... Buradaki tiplere pek güvenmediği için beni onları duyamayacağım, fakat çadırın kapısındaki aralıktan beni görebileceği bir noktaya dikmişti. Üç dakikada bir eğilip yerimde olup olmadığımı kontrol ediyordu pislik herif. Bir şeyler yapmam gerektiğini biliyordum, burada oturarak onun ne haltlar karıştırdığını öğrenmem mümkün değildi.

Bu yüzden sakince üç dakikanın dolmasını bekledim. Süre dolduğunda Aras başını uzatıp altıncı kez kontrol etti.

O başını çeker çekmez ayağa fırladım.

Üç dakikada pek fazla şey öğrenebileceğimi sanmıyordum ama yine de hiç yoktan iyiydi. Çadırın yanına varınca koşmayı bırakıp yerdeki muşambanın üzerinde sessizce ilerledim. Kapının hemen dibine oturduğumda içerideki sesler kulağıma çalınmaya başlamıştı.

"-ya da birilerine içirmek istemiyorum," diyordu Aras. "Laboratuvarda analiz ettirip panzehirini bulacağız. Fazla vaktim yok, ihtiyar."

"O panzehiri bulsan bile işine yaramaz. Aynı karışımı kullandıklarını sanmıyorum, bunca yılda geliştirmiş olmalılar."

"Eğer orijinal karışım elimde olursa aynı şekilde geliştirerek onların formülünü yakalayabiliriz. Ben bilim adamı değilim ama bana bu yardımı sağlayabilecek bir sürü güvenilir insan var. Gerekirse koca bir laboratuvar kurarım."

Anlamaya çalışarak alnımı kırıştırdım. Neyden bahsediyorlardı böyle? Ortada bir karışım ve onu kullanan bir grup insan olduğunu anlamıştım fakat ne o insanların kim olduğunu, ne bu karışımın ne olduğunu, ne de karışımı ne için kullandıklarını bilmiyordum. Ve en önemlisi, Aras'ın tüm bunlarla ne alakası vardı?

"Sana asla güvenmem." dediğini duydum ihtiyarın. "Ama kıza-"

"Onun bu meselede yeri yok." diyerek adamı susturdu Aras. "Hayatından tamamen çıkacağım. Karışımı bana vermek zorundasın."

Beni korumak için falan mı terk ediyordu yani? Gülesim gelmişti bu duruma. Tam içeri dalıp ona dizi klişelerini kendine saklamasını söyleyecekken çadırdaki odaların birinden Minerva'nın çıktığını gördüm. Ağzı kapalı bir sürahiyle bardakların bulunduğu bir tepsi vardı elinde, onları ikisinin ortasına bıraktıktan sonra gözden kayboldu.

Quesalid'in sürahinin kapağını açarken "Tamam, karışımı sana vereceğim." dediğini duydum. "Bu arada, içmez misin?"

Sürahiyi açar açmaz içindeki sıcak sıvının buharı yükselmeye başlamıştı. Aras ihtiyarın ona uzattığı dolu bardağa alaycı bir bakış attıktan sonra iki yana salladı başını.

"Ne planlıyorsun bilmiyorum ama senin elinden bir şeyler içecek kadar aptal değilim."

Quesalid elindeki bardağı geri çekip sessizce dudaklarına götürdü. İçindeki sıvıdan bir yudum alırken "Ama kibirlisin." diye mırıldandı kendi kendine. Ardından bardağı havaya kaldırıp beğeni dolu bakışlarla inceledi. "Çok ilginç bir karışım, öyle değil mi? Buharı bayıltıyor, panzehiri ise sıvının kendisi-"

Aras'ın oturduğu yerde yana doğru devrildiğini görünce ufak bir çığlık attım. Quesalid başını çevirip bakma gereksinimi bile duymamıştı. Zaten baksa da beni kapının önünde bulamazdı zira çoktan içeri dalmıştım.

Aras'a doğru koşarken ihtiyarın "Biraz sert düştü..." diyerek hayıflandığını duydum. "Umarım ayıldığında başı falan ağrımaz."

"Ne yaptın ona?!"

"Bayıldı sadece." diye gülümsedi yüzsüz yüzsüz. "Seninle konuşmam gereken şeyler vardı. Yoksa Profesör'ün kimya bilgilerini insanları bayıltmak için kullanmak benim de hoşuma gitmiyor."

Eğilip nefesini kontrol ettim Aras'ın. Başımı göğsüne yaslandığımda kalbi sakin sakin atıyordu. Tekrar nefesine bakarken "İstersen tansiyonunu da ölçebilirsin." dedi Quesalid. "Ee şey, Minerva, tansiyon aletimi getirebilir mis-"

"Kes şaklabanlığı!" diyerek adamın üstüne yürüdüm bu kez. Gözleri tekrar sırtımın arkasına takıldı. Yakasına yapıştığımda elindeki bardağı birden burnuma dayadığını fark ettim. Refleksif bir nefes aldığımda sıvının buharı burnumdan içeri süzülmüştü bile.

"Benimle oturup konuşacak mısın?" diyerek kadehi bana uzattı. "Öyleyse şunu iç ve karşıma geç. Aksi taktirde yarım dakika sonra şeytanın yanına devrileceksin."

"Sen ne-"

"Yirmi beş saniye." diyerek elindeki bardağı işaret etti. "Konuşmamız lazım, Melek."

Gözlerimin kararmaya başladığını hissedince bardağı kapıp kafama diktim. Üçüncü yudumda etraf yeniden netleşmeye başlamıştı. Zihnindeki sallantı tamamen sona erince bardağı yere bırakıp Aras'a döndüm. Kalbi hala sorunsuz bir şekilde atıyordu, nefes alışları da normaldi. Göz kapaklarının hafifçe titreştiğini görünce onun çoktan rüyalar alemine daldığını anlamıştım.

"Uyuyor işte, uzatma." diyerek sabırsızlandı ihtiyar. "On dakikaya kalmadan uyanacak. Karşıma geç de konuşalım artık."

"Eğer ona bir şey yaptıysan-"

"Tamam, istediğini yaparsın bana. Hatta senden önce Ertuğrul beni öldürür. Şimdi vakit kaybetmeyi bırak da otur şuraya."

Kütüphaneci'den bahsedince duraksadım. Eğer bu adamın tehlikeli olduğunu düşünseydi yeğenini buraya göndermezdi, öyle değil mi? Üstelik Aras'ın nefesinde ya da nabzında herhangi bir sorun yoktu. Her ihtimale karşı sol bileğini tutup parmaklarımı etine bastırarak adama doğru döndüm. Nabzını elimde hissetmek beni biraz daha rahatlatmıştı.

"Evet, seni dinliyorum."

"Şaka yapmıyor." diyerek Aras'ı gösterdi bana. "Seni gerçekten de azat etmiş."

"Azat etmiş derken?"

"Şu anda enerjisiyle etkilemiyor seni." diyerek açıkladı ihtiyar. "Yani söylediği şey yalan değil, gerçekten de hayatından tamamen çıkacak. Şeytan tarafından azat edilmek çok az insana nasip olur. Ne kadar şanslı olduğunu tahmin bile edemezsin..."

Omuzlarım çöktü birden. Ben gelmeden önce bunu da mı konuşmuştu adamla? Gerçi bilmediğim bir şey değildi zaten, onun artık beni hayatında istemediğini biliyordum. Çok kırmıştım kalbini, Nazmi Amca haklıydı. Aras'ın başını yerden kaldırıp dizlerime koyarken gözlerim dolmaya başlamıştı bile. Quesalid şans olarak gördüğü şeyin benim için sonsuz bir ızdırap olacağını biliyor muydu acaba?

Sıcak yaşlar yanaklarıma süzülürken "Ah, sen aşıksın..." diyerek iç çekti ihtiyar. "Onun enerjisi yüzünden değil, sen gerçekten de aşık olmuşsun."

Eğilip kucağımda uyuyan adamın alnına bir öpücük kondurdum. Elimin tersiyle gözyaşlarımı silerken başımı sallamakla yetinmiştim.

"Onun bundan haberi var mı?"

İki yana salladım başımı. "Ne kadar zamandır olduğunu bilmiyor."

"Anlıyorum..." diye mırıldandı yaşlı adam. "Sanırım yollarınızın ayrılması daha iyi olacak. Daha mutlu olursun."

Birilerinin gelip onu elimden almasından korkar gibi daha sıkı sarıldım Aras'a. Ayrılmak istemiyordum. Ondan uzak kalmak da istemiyordum. Yıldızlı gecelerle avunmak istemiyordum ben artık.

"Onsuz mutlu olmak istemiyorum."

"Emin misin?" diyerek güldü. "Beylik laflar ederken iyi düşün küçük hanım, mutluluk öyle kolayca gözden çıkarabileceğin bir şey değildir."

Gülümsedim. "Aras için dört yılımı gözden çıkardım ben. Eğer beni bırakırsa hayatımın geri kalanı da buna dahil olacak."

"Ah siz her şeyi bildiğini sanan küçük kızlar..."

"Senin de pek bir şey bildiğin söylenemez." diye gülümsedim. "Sözde evrenler arası seyahat ediyorsun ama birbirini seven iki insanı kavuşturmaya bile gücün yetmiyor."

"Sen sahiden de körsün, Teiresias." diyerek ayağa kalktı. "O gözleri biraz açmak lazım... Bekle, hemen geliyorum."

İhtiyar adam çadırdaki odaların birinde kaybolurken kucağımdaki uykucunun yanağına bir öpücük bıraktım. Şu ana dek hep onun bu ayrılık fikrinden eninde sonunda cayacak olmasına güvenmiştim. İstanbul'a döndüğümüzde ayrılsak bile illa ki özlem ağır basacaktı, uzak kalamayacaktık birbirimizden. Fakat ihtiyarın kesin sözleri içimdeki güveni paramparça etmişti.

Quesalid elinde minik bir şişeyle geri döndüğünde gözlerimi kurulayıp ona döndüm. İç çekerek elindeki şişeyi bana uzattı. "Ondan ayrılmamakta ve hayatını yakmakta kararlıysan bunu iç."

"Nedir bu?"

"Kaderini değiştirecek bir karışım işte." diyerek homurdandı. "İçecek misin, içmeyecek misin?"

Başka koşullarda ve başka bir kafayla bunu asla yapmazdım. Fakat içinde bulunduğum atmosfer mistik şeylere olan inancımı daha da kuvvetlendirmişti. Üstelik kaybedecek bir şeyim de yoktu. Bu yüzden ihtiyarın elinden şişeyi alıp kafama diktim. Sıvı mideme doğru yol alırken Quesalid'in yüzünde ufak bir tebessüm belirdi. Diğer elinde dörde katlanmış bir kağıt olduğunu görmüştüm, Aras yattığı yerde hafifçe kıpırdanırken kağıdı elime tutuşturup "Saat tam gece yarısı olduğunda bu kağıdı ona ver." dedi. Anlayamadığım bir dilde yazılar vardı üzerinde, battı balık yan gider diyerek onu da cebime attım.

Daha şimdiden pişman olmaya başlamıştım.

✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧

ARAS
- Araf'taki soygunun gerçekleştiği gün -

Nereye geldiğimi fark ettiğimde arabayı durdurdum. Özgür iradesiyle yanımda olan tek kişinin yanına gelmiştim elbette, hayatımın içine eden manevi amcamın yanına. Onu affettiğimi duymak için canını bile vereceğini biliyordum; ona bunu asla söylemeyeceğimi de. Fakat Sanatçı'yla aramdaki bağı koparıp atamıyordum. Orospu çocuğu bu hayatta bana gerçekten değer veren tek insandı.

Merdivenleri çıkıp lokantaya girdiğimde içeride çok fazla müşteri olmadığını fark ettim. Sanatçı sanki hiç Kerkük'ün kuzeyindeki kamplarda kontrespiyonaj eğitimi vermemiş gibi sevecen bir tavırla masalara hizmet ediyordu. Bazen gerçekten de bu herifin içinde birden fazla insan yaşadığından şüpheleniyordum. Psikolojik olarak değil, gerçekten.

Beni gördüğünde samimi bir sevinç belirdi yüzünde. Son aylarda buraya pek uğramaz olmuştum. Genç tekniker olmak hoşuma gitmişti, Necip Usta'yla dertleşmek gerçekten mutlu ediyordu beni. Hatta evlerine bile gidiyordum, eşi Nermin Teyze harika yemekler yapıyordu. O kadar sıradan bir hayatı vardı ki adamdan en ufak bir şüphe dahi duymamıştım. Allah kahretsin, oturup Melek'i bile anlatmıştım onlara. Yaşça büyük birilerinden akıl almak hoşuma gitmişti.

Fakat eninde sonunda kendimi kürkçü dükkanında bulmuştum işte.

Sanatçı işleri çırağına devredip yanıma gelirken arkamı dönüp gidesim gelmişti. Bu herifi affetsem muhtemelen benim için de her şey daha kolay olurdu. Mesela ihtiyaç duyduğum dert ortağım manevi amcam olabilirdi. Ona bir şeyler anlatıp anlatmamanın fark yaratmayacağını biliyordum, istediği an birçok şeyi öğrenme imkanı vardı zaten. Onun istihbarat ağının Kütüphaneci'yle boy ölçüşebilecek seviyede olduğunun farkındaydım.

Zira Sanatçı'nın eğittiği tek öğrenci ben değildim. Sırtında o damgayı taşıyan bir sürü başka insan vardı, hepimiz dünyanın dört bir tarafına dağılmış durumdaydık. Diğer öğrencilerinin ondan nefret edip etmediğini bilmiyordum fakat bu kadar güçlü olduğuna göre çoğu ona saygı gösteriyor demekti.

"Aras, hoşgeldin oğlum!"

"Siktirtme oğlunu, yürü içeri." diyerek iteledim onu. "Konuşmamız gereken şeyler var."

Bana ters bir bakış atıp geri çekildi.

"Sana kaç kez benimle düzgün konuşmanı söyleyeceğim? Amcanım ben senin!"

"Senin gibi amcanın ben amına koyayım." dedim sevecenlikle. "Tanrı aşkına yorma beni. Konuşacağımız şeyler var, San-"

Yüzünün öfkeyle karardığını görünce devam etmedim. Piç kurusunun hassas noktasıydı bu, deli beyninde içindeki psikopatlardan birinin öldüğüne inandığı için ona Sanatçı denmesinden hazzetmiyordu.

"Tamam tamam, Nazmi." diye düzelttim. "Hatta Nazmi Amca. Oldu mu? Geç içeri şimdi."

Homurdana homurdana yürümeye başladı. İçeri geçtiğimizde mutfağa yöneldi direkt, aklım hala allak bullak olduğu için onun bunu neden yaptığını sorgulamadım bile. Dış kapıyı çarparak kapattığımda eliyle sobalı odayı gösterip "Evladım yavaş!" diyerek beni uyardı fakat biraz geç kalmıştı. Zira birkaç saniye sonra sobalı odadan bir ağlama sesi yükseldi.

Şirin uyuyordu. Daha doğrusu artık uyumuyordu sanırım. Sanatçı panikle odaya seğirtirken "Geldim dedecim!" diye seslendi içeri. "Ağlama benim güzel kızım."

Peşine takılıp odaya gittiğimde ufaklığın divanda uyuduğunu gördüm. Minik ellerini yumup yanağına yaslamıştı, uykusunda ağlıyordu iç çekerek. Nazmi yanına oturup saçlarını okşamaya başlayınca sakinleşir gibi oldu, çok geçmeden ağlaması durulmuştu.

Çocuğun uykuya tamamen daldığında emin olunca Sanatçı ayağa kalkıp koltuktaki pikeyi eline aldı. Şirin'in minik battaniyesinin üstüne onu da örterken yüzünde şefkatli bir ifade belirmişti. Manyak herifin tonton dedelik moduna girdiğini görünce gözlerimi devirdim. İlginç bir şekilde harika bir dede olmuştu Nazmi. Bugüne dek evlatlarından esirgediği tüm sevgi ve şefkati torununa gösteriyordu.

Odadan çıkıp mutfağa geçerken onunla konuşacağım şey önemini yitirmişti. Galiba Şirin benim de hassas noktamdı, onu uykusunda ağlarken görünce kendimi çok kötü hissetmiştim.

Mutfaktaki sandalyeye otururken "Şirin'in durumu nasıl?" diye sordum. "Doktor olumlu bir şey söyledi mi?"

Annesini kaybedeli çok olmamıştı henüz. Gözünün önünde öldüğü için çocuğun psikolojisi harap haldeydi. İşin kötü yanı, babası da yoktu yanında. Aslında Hakan Abi'nin tayinini torpille buraya aldırabilirdim fakat bunu dile getirdiğimde bile ağzıma sıçmıştı. Nazmi gibi bir pezevengin oğlu olamayacak kadar dürüst ve şerefli bir adamdı kendisi. Üniformasına leke sürdürmektense ölmeyi yeğleyeceğini biliyordum.

Fakat hem Atatürkçü, hem idealist, hem de bu kadar başarılı bir asker olup da ordudan ihraç edilmemesi mümkün değildi. Cemaatçi götverenlerin orduya kumpas düzenlediği dönemlerde listeye ilk alınan isimlerden biri olmuştu hatta. Kütüphaneci'yi devreye sokup etrafına koruma kalkanı oluşturmasaydık muhtemelen onu da babam gibi Silivri'ye uğurlardık. Arkasından çevirdiğim işleri öğrenecek diye ödüm patlıyordu.

"Doktor olumlu şeyler söylüyor ama zaman lazımmış." dediğini duydum Nazmi'nin. "Kolay değil, Aras. Annesinin ölümüne şahit oldu bu çocuk, ışıklar kapalıyken uyuyamıyor bile."

"Ben de annemin ölümüne şahit olmuştum." dedim kendimi tutamayıp. "Beş gün boyunca enkazın altında yavaş yavaş sesinin zayıflamasını, umudunu kaybetmesini, hıçkırıklarını dinledim. Beşinci günün sonunda da ezilmiş cesedini gördüm. Ve biliyor musun, ben de karanlıktan deliler gibi korkuyordum. Ama senin sayende yendim o korkuyu-"

"Aras, oğlum yapm-"

"Sen, annesini yeni kaybetmiş ve depremde enkaz altında kalmış bir çocuğu derin bir çukura atmıştın, hatırlıyor musun?"

"Aras..."

"Üstüne üstlük, zifiri karanlıkta kalsın diye o çukurun üstünü kapatmıştın. Güya karanlık korkumu yenecektim o sayede."

"Ve yendin de."

"Ben karanlıktan korkmuyordum ki." diyerek güldüm. "Ben annemin feryatlarını duymaktan korkuyordum. Kızını kurtarmamız, onları oradan çıkarmamız için yalvararak öldü o kadın. Üç gün, Nazmi Amca. Ben o çukurda üç gün boyunca annemin enkazdaki feryatlarını dinledim. Böylelikle karanlık korkumu yendiğimi sanıyorsun, fakat hayır, Sanatçı; ben sadece karanlığa alıştım. Sen alıştırdın."

"Ölürdün!" diye bağırdı en sonunda. "Ben de bilirdim sevgiyle şefkatle çocuk büyütmesini! Büyüttüm de! Aras'ı gözümden bile sakınarak yetiştirmiştim, sonra kollarımda öldü! Eğer seni öyle büyütseydim sen de daha on sekizine varamadan ölürdün!"

Haklıydı. Dedem beni varisi yaptığı gün kaderim çizilmişti zaten. Bu piç kurusu hayatımın içine sıçmıştı fakat elimdeki diğer seçenekte de ölüm vardı.

Şirin'in yeniden ağlamaya başladığını duyunca ona ters bir bakış atıp ayağa kalktım. Tam mutfaktan çıkacaktım ki, kolumdan tutup durdurdu beni. Yüzünde pişmanlık göreceğimi sanmıştım fakat hayır, yüzünde Sanatçı vardı.

"Bir daha sakın o adı ağzına alma, anladın mı?" dedi sakince. "Yeniden öldüremeyeceğin bir şeyi asla diriltme, Aras."

Başımı sallayarak onu onayladım. Kolunu bırakırken yüzünde tekrar Nazmi Amca belirmişti, işte şimdi gözlerinde pişmanlığı görebiliyordum.

Arkamı dönüp hiçbir şey söylemeden odaya doğru ilerledim. Ufaklık uyanmıştı bu kez, üstelik şimdi epey de korkmuş görünüyordu. Küçük battaniyesinin içinde ürkek gözlerle etrafa bakındığını görünce içim cız etmişti.

"Prenses, uyandın mı sen?"

Beni görünce dudaklarını büzüştürüp kollarını öne uzattı. Ufak bir kahkaha atarak eğilip kucağıma aldım küçük kızı. Minik elleriyle boynuma tutunup başını omzuma yatırdı. Lavinia da bana böyle sarılırdı küçükken. O bunu genelde iğneden korktuğu için yapıyordu ama farkında olmadan bana da güç veriyordu. Eğer Suzan'ın öldüğü akşam Laviş'in anjiyosu için Rusya'ya gitmeseydim muhtemelen o gecenin sabahını göremezdim. Kardeşime sarılmak ayakta tutmuştu beni.

Şirin'e sarılmak da iyi hissettirmişti. Bana böyle sımsıkı sarılıp yanağını omzuma yatırınca içim sımsıcak oluyordu. Küçük çocukların insana huzur veren bir masumiyeti vardı. Kucağımda ufaklıkla odanın içinde volta atarken ağlaması durulur gibi olmuştu. Kalbinin hala küt küt attığını hissedince "Geçti güzelim..." diyerek sırtını sıvazladım. "Gerizekalı deden bağırmadan konuşamıyor işte."

Birden kıkır kıkır gülmeye başladı. Neyi komik bulmuş olabilirdi ki? Başımı çevirip kapının önünde sevgi yumağı gibi sırıtarak bizi izleyen Nazmi'ye baktım. Neler olduğunu sorarcasına kaşlarımı kaldırdığımda ellerini iki yana açtı. Görünüşe bakılırsa o çocuğun neye güldüğünü çözememişti.

"Neye gülüyorsun cimcime?" diyerek Şirin'e sordum ben de. "Dedenin gerizekalı oluşuna mı?"

Kıkırdayarak başını omzumdan kaldırıp griye çalan gözlerini yüzüme dikti. Kafasını sallarken tavşan dişlerini göstere göstere sırıtıyordu hala. Gerçekten de buna gülüyordu. Gerizekalı lafının nesini komik bulduğunu bilmiyordum ama onun bu halini görünce keyfimin yerine geldiğini hissettim.

"Evet, deden bir gerizekalı." diyerek başımı Nazmi'ye çevirdim. "Öyle değil mi, dedesi? Baksana çocuk bile senin zeka seviyenin farkında."

Ufaklık kahkahalara boğulmuştu şimdi. Bir eliyle de kapının önünde duran pezevenk dedesini işaret ediyordu. Zaten mutlu etmesi çok kolay bir çocuktu Şirin. Lavinia denen huysuz teröristin çocukluğuyla baş etmiş biri olarak bu ufaklıkta pek zorlanmıyordum.

"Şuna da bak, günlerdir yüzü gülsün diye uğraşıyorum, seni görünce gülesi geldi."

Nazmi'nin homurdandığını duyunca eğilip yanaklarını ısırdım ufaklığın. Mesela bunu Laviş'e yapsam kıyameti koparırdı ama Şirin daha çok gülmeye başlamıştı. Geri çekildiğimde eliyle yanağını işaret etti bana, ağzıyla da öpücük işareti yapıyordu. Kahkaha atarak yanaklarından öperken Nazmi'nin dertli dertli iç çektiğini duydum.

Arkamı dönüp baktığımda "Çocuk da nasıl yakışıyor kucağına..." diyerek göz süzdü utanmadan. "Yok mu kucağına çocuk verecek bir kız? Malum, evlilik yaşın geldi artık."

"Yok kız mız." diye tersledim onu. "Başımda kaç tane dert olduğunu bilmiyormuş gibi saçmalama-"

Neyse ki telefon çalmaya başlayarak beni bu saçma muhabbetten kurtardı. Cebimden çıkarıp ekrana baktığımda bir anlığına tepki veremedim. Melek arıyordu. Başkası olsa sevinirdi ama ben endişelenmiştim. Onu beni aramaya itecek kadar önemli ne olmuş olabilirdi ki? Hiç bekletmeden telefonu açıp kulağıma götürdüm panikle.

"Melek?"

Pat diye lafa daldı. "Arzu ölmeden önce bana bir mektup yazmış."

Ee, o zaman sikeyim ben böyle işi... Birden tüm keyfimin kaçtığını hissettim. Nazmi imalı imalı sırıtarak Şirin'i kucağımdan alırken sarışının başıma ne bela örmüş olabileceğini düşünüyordum. Üzücü olan şey şu ki, her haltı yapmış olabilirdi.

Nazmi kapıyı kapatıp dışarı çıkarken "İçinde ne yazıyor?" diye sordum. Melek beni öldürmek yerine aradığına mektupta önemli bir şey yazıyor olamazdı. Hem sesi de cinayete meyilli gibi gelmiyordu pek, daha çok korkmuş gibiydi.

"Sorun da bu ya!" dedi panikle. "Şifreli bir yazı var kağıtta, okuyamıyorum!"

Harika. Sarışın o mektuba bildiği her şeyi döşemişti, adım gibi emindim buna. Hatta şifreli yazı yazacak kadar ileri gittiğine göre daha fazlasını da anlatmış olabilirdi, belki de benim bile bilmediğim şeyleri biliyordu. Fakat Melek'in ses tonundaki korku yüzünden kafamı toplayamıyordum, yanına gitmeye yönelik bastırılamaz bir istek vardı içimde.

"Melek, benim için gözlerini kapatıp birkaç derin nefes alabilir misin?" dedim onu sakinleştirmeye çalışarak. "Sen böyle panik içindeyken durumu anlayamıyorum."

Cevap vermemişti. Bu kızın böyle bir problemi de vardı işte, sorulara cevap vermeyi unutuyordu. Bu yüzden şu anda onun dediğimi yaptığı için mi, yoksa başına bir şey geldiği için mi sessizleştiğini anlayamıyordum. Tam bağırmaya hazırlanırken derin bir nefes verdiğini duydum. Ardından sesi tekrar ahizede belirdi.

"Tamamdır."

Ben de derin bir nefes aldım. "Güzel, şimdi bana şu şifreli yazıdan bahsetmeni istiyorum."

"B-ben bilemiyorum..." diye bocaladı. "Sanki alfabedeki her harf için ayrı bir sembol kullanılmış ve tüm mektup onunla yazılmış."

Eh, Arzu'nun kriptolojiden anlamaması normaldi zaten. Başıma ilk bela olduğu dönemlerde ona karşı koz olarak kullanabileceğim bir şeyler bulmak için telefonuna trojan yazılım yerleştirmiştim. Teknolojiyle alakasının sıfır olduğunu öğrenmiştim bu sayede, Google'da uygulama nasıl silinir diye aratan bir tipti. Tutup da RSA algoritmasıyla şifreleme yapacak hali yoktu.

"Sembollerden bahset."

"Aslında bazıları bilindik semboller..." diye mırıldandı Melek. "Mesela şunun diyez sembolü olduğuna eminim. Tam emin değilim ama fizik formüllerinde kullanılan bazı simgeler de var."

İç çektim. "Sanırım neden bahsettiğini biliyorum."

Bilmiyordum. Fakat bildiğimi düşünürse şifreyi çözmem için mektubu bana vermesini sağlayabilirdim.

"N-nasıl?" dedi şaşkınlıkla. "Sana da mı mektup bırakmış yoksa?"

"Hayır ama o şifreli yazıyı daha önce de görmüştüm. Arzu günlüğünü de onunla yazıyordu."

Arzu'nun bir günlüğü olduğundan bile emin değildim. Kahrolası şey oraya ne yazacaktı ki? Yaptığı şeytanlıkları mı?

"Mektupta yazanları çözebilir miyiz?"

"Biz çözemesek de Ada mutlaka çözer," diyerek milli hackerımızı devreye soktum. "Şu an neredesin? Seni almaya geleyim, Araf'ta hep birlikte oturup mektuba bakarız."

Karşı tarafta derin bir sessizlik oluştu. Görünüşe bakılırsa Ada'yı öne sürmem bile Melek'in içini rahatlatmamıştı, muhtemelen mektubu ondan zorla alacağımı falan düşünüyordu. Dibine kadar haklıydı.

"Bugün olmaz," diyerek geçiştirmeye çalıştı beni. "Nazan Hanım'a sözüm var, hatta evlerine geldim bile."

Onun nerede olduğunu duyunca tadım daha da kaçtı. Öte yandan, hemen buluşmayı kabul etmemesi de işime gelirdi benim. Sesindeki paniğe bakılırsa mektup için ilk aradığı kişi bendim, evine dönerken tipik bir kapkaç vakasıyla karşılaşırsa parçaları birleştirmesi zor olmazdı. Onun beni suçlayamayacağı bir şekilde halletmeliydim bunu.

"Sen yine de işin bittiğinde bana haber," diye cevap verdim. "Bu bir oyun değil, Melek, bir cinayet soruşturması."

"T-tamam..." dedi tedirgin bir sesle. "Sonra görüşürüz."

Ve evet, yine korkmuştu. Onun korkmasından nefret ediyordum fakat önüne gelene mektuptan bahsetmesine de izin veremezdim. Telefonu kapattığımda başımı ellerimin arasına alıp hızlıca bir yol haritası çizdim kendime. Korumalardan ikisini Bozkıroğlu malikanesine göndermem gerekiyordu, Melek'i orada tek başına bırakmazdım. Kahrolası evin her tarafı camdandı zaten, bahçeye bir drone indirmek çok da zor olmazdı.

Ve bir plan yapmalıydım. Melek zarar görmeden, benden şüphelenmeden ve başka birileri o mektubu öğrenmeden bu sorunu çözmek zorundaydım.

✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧

Uyandığında bu kez ihtiyarın boğazına çökmüştü Aras. Korumalar yetişmeseydi Quesalid'i onun elinden alamazdık muhtemelen. Neyse ki adamın bunu benimle konuşmak için yaptığından haberi yoktu, adamın şaka olsun diye onu bayılttığını düşünmüştü. Aynı adam yarım saat önce şaka olsun diye plastik bıçakla bana saldırdığı için böyle düşünmekte pek haksız sayılmazdı.

Quesalid en sonunda istediğini vereceğini söyleyerek gönlünü almıştı onun. Beş dakika sonra içinde ne olduğunu bilmediğim minik bir sandıkla birlikte çadırdan çıkmıştık. Arabaya vardığımızda Aras derin bir nefes almıştı, deli gibi gergin olduğu için yediğim haltı söylemeye cesaret edememiştim.

İyi ki söylememiştim yoksa boşuna azar yiyecektim. Zira ihtiyarın bana verdiği sıvıdan hiçbir şey çıkmamıştı. İçeli neredeyse on saat olmuştu ve ben hala aynı bendim.

Fakat aynı şeyi Aras için söylemezdim. Bugün çok fazla yormuştu kendini, adamın beni bıçaklayacağını sanıp üstüme atıldığında dikişleri epey zorlanmıştı. Eve geldiğimizde pansuman yaparken dikişlerinden kan sızdığını görünce neredeyse aklım çıkıyordu. O kadar çok paniklemiştim ki çenemi kapatmam için yatağa girip uyumaya razı olmuştu.

Şimdiyse bir kenarda oturmuş dışarıdaki korkunç fırtınayı dinlemekle meşguldüm. Hava kesinlikle normal değildi, onu uçurumun kenarında bulduğum günkü fırtınadan bile daha beteri vardı şu anda. Fakat benim derdim fırtına değildi. Aklıma bugün arabada yaptığımız tartışma gelip duruyordu. Oturduğum yerde kendi kendimi öfkelendirdiğimi fark edince kıyafetlerimi yanıma alıp duşa girdim.

Yarım saat sonra çıktığımdaysa karşımda öfkemi daha da arttıracak bir manzara vardı. Daha doğrusu yoktu. Evet, Aras yine yatakta yoktu. Allah kahretsin ki, iki dakika yerinde durmuyordu bu adam. Onu masanın başına geçmiş bilgisayarına bakarken görünce cinlerim tepemde bir halay çekti önce, şaşkınlıktan yere düşen ağzımla birlikte ona doğru ilerledim.

"Şaka yapıyorsun, değil mi?"

"Ne konuda?"

"Çalışmak konusunda!" diye bağırdım. "İki dakika dinlensen ölür müsün Aras?!"

"Maillere bakmam lazım, Melek." diyerek başından savdı beni. "Havaya baksana, birazdan elektrikler gider kesin. Fırsatım varken işlere bir göz atacağım."

"Asla olmaz." dedim masanın etrafından dolaşırken. "Senin maillere bakman en az bir saat sürüyor. Eğer sen uyurken o bilgisayarı kırmamı istemiyorsan yatağa geç Aras."

Başını bilgisayardan kaldırıp tatlı bir tebessümle bana baktı. "Yerinde olsam böyle bir şeye asla cüret etmezdim."

"Yatağa geç o zaman."

"Melek, git başımdan." diye homurdandı. "Zaten günlerdir hiçbir şeyle ilgilenemedim."

"Şu an sadece puştluk yapıyorsun." dedim dişlerimi sıkarak. "Önemli işin falan yok, derdin bana-"

"Derdim sana duracağın yeri hatırlatmak!" diye bağırdı aniden. "Çünkü bilmiyorsun! Daha beş gün önce alarmımı kapattığın için az kalsın bir proje iptal oluyordu ama bundan zerre ders almamışsın."

"Çünkü ne proje, ne de mailler umrumda değil! O bilgisayar da umrumda değil. Eğer kalkıp yatağa geçmezsen onu da kırarım!"

Sakin bir tavırla konuştu. "Sabrımın sınırlarını zorlama, Melek. O sınırın ötesinde sana böyle davranmam."

Meydan okur gibi bir tavırla başımı kaldırırken "Nasıl davranırsın?" diye sordum. "Birkaç gün önce bana asla zarar vermeyeceğini falan söylüyordun da, ondan soruyorum."

"Sana zarar vermem ama pamuklara saracak da değilim." diyerek söylendi. Ardından derin bir nefes aldı bana bakarak. "Gerçekten sabrım taşmak üzere. Çok birikti, anlıyor musun? Daha fazla sınama beni."

Oysa ben sınarım. Ben en çok da güvendiğim insanları sınarım. Önüme geçmemem bir çizgi çekip de diğer tarafa geçmemem söylendiğinde ilk yapacağım şey sınırı geçmek olur. İsyan etmek için yapmam bunu, sadece sınırın ötesinde bir belirsizlikle yaşamaktansa o sınırı geçip karşımdaki kişinin bana en fazla ne kadar zarar verebileceğini görmek isterim. Bir nevi hasar tespiti. Fakat Aras bunu bilmiyordu.

Bu yüzden bilgisayarı önünden çekip hışımla yere çaldığımda derin bir sessizlik kapladı odayı. Onun şaşkınlıkla önce yerdeki kasası çatlamış metale, sonra da bana baktığını gördüm. Gözlerinde beliren ifadeyi nasıl tarif edebilirim ki? Şaşkınlığı azaldıkça korkunç bir öfke beliriyor orada, stresten ellerim titrerken birkaç adım geri gidip ondan uzaklaştım.

"Sen-"

Devam edemedi. Bunu yapmamı beklemediğini anlamıştım, muhtemelen alttan alacağımı düşünüyordu. Bense o bardak taşsın istiyordum. Hem o bardak taştığında neler olacağını merak ettiğim için, hem de Aras'ın bana olan öfkesini kusması için. Belki o zaman bir şeyler değişirdi aramızda.

Hiç değilse az önce böyle düşünüyordum. Fakat onun ayağa kalktığını görünce merakımın da, cesaretimin de eskisi kadar fazla olmadığını fark ettim. Birdenbire arkamı dönüp kaçma arzusuyla dolmuştum. Neyse ki gururum hala yerindeydi. O gurura sığınarak parmağımı havaya kaldırıp yırtıcı bir hayvan gibi ağır ağır bana doğru yürüyen adama doğrulttum.

"Gördüğün üzere seni sınadığım falan yoktu Aras, gayet ciddiydim. Bir daha sakın beni bilmediğim bir şeyle tehdit etme kalkma, tamam mı? Tehdit edeceğine direkt yap."

Küçük bir baş hareketiyle onayladı. "Yapacağım."

Her şey o kadar hızlı gelişti ki, bu sefer kendimi savunmak için bir girişimde bulunamadım. Önce onun bana doğru atıldığını gördüm, ardından bedenimi kollarının arasına hapsettiğini. İçine düştüğüm panik gururumu da etkisiz hale getirmişti. Onu sınamak istemiyordum artık, sadece kaçmak istiyordum.

"Bırak beni aptal herif!" diye bağırdım ondan kurtulmaya çalışırken. "Dikişlerin açılacak!"

"Açılırsa açılsın!" dedi yatağa oturup beni kucağına çekerek. "Üç gün önce şömine maşasıyla kafamı yarmaya çalışıyordun, beni umursamak şimdi mi aklına geldi?!"

Karnıma sardığı kolunu ısırmaya çalışırken haykırdım. "Ya çeksene ellerini! Ne yapacaksın Aras, beni mi döveceksin?!"

"Aynen öyle yapacağım." diye cevap verdi. Sonra ne olduğunu bile anlamadan kucağında topaç gibi ters çevirdi beni. Başım aşağı doğru salınırken ellerimle yerden destek alarak kendimi yukarı itmeye çalıştım. Fakat o daha önce davranmıştı, bir an sonra dirseğini bel çukuruma bastırarak beni etkisiz hale getirdi. Diğer eliyle bacaklarımı kavrayıp kendi bacaklarının arasına kıstırdığını hissettim.

Bu muydu vereceği ceza? Beni başüstü durmaya zorlayarak beynime kan gitmesini mi sağlayacaktı? Başımı hafifçe yana çevirip saçlarımın arasından ona bakmaya çalıştım. Yüzünü göremiyordum ama gerek yoktu zaten, diğer elini havaya kaldırdığını görünce dehşetten beynim durmuştu.

"SAKIN ARAS! YEMİN EDİYORUM ÖLDÜRÜRÜM SENİ-"

Elini indirdi. Popoma. Ufak bir çığlık atarak yeniden doğrulmaya çalıştım. Ensemden tutup başımı aşağı eğerken "Sana sabrımı sınama demiştim!" diye bağırdı bana. "Kıçının üzerine oturamazsan aklın başına gelir belki!"

Canımı yakacak kadar sert vurmadığını biliyordum. Üç gün önce yarasına pansuman yaparken yarı baygın halde bana karşı koymaya çalışmıştı. Kolumu sıktığı yerde kocaman bir morluk vardı günlerdir, şimdiyse popoma vururken orada hissettiğim acının çeyreğini bile hissetmiyordum. Fakat yine de gurur kırıcıydı yaptığı, eli kalçama her indiğinde utançtan daha da kızarıyordu yüzüm.

Tüm öfkemle bacağına çimdik atarken "Çek ellerini kalçamdan!" diye haykırdım. "Sen ne hakla bana böyle dokunurs-"

"Çok mu rahatsız oldun?" diye çıkıştı bana. "Önüme gelen adamla yatacağım diyordun, Melek?! Mesaiye kalıp patronunun..."

Devam edemedi. Onun yerine bir tane daha geçirdi popoma. "Ya sen hala orada mısın?!" diye bağırdım. "Hepsini seni öfkelendirmek için söylediğimi o kafan almıyor mu?!"

"İstediğin şey öfkeyse amacına ulaştın!" Öfkeden çıldırmış gibi bir kahkaha attığında sülalesine sövdüm. "Bu üç gün önce beni deliler gibi endişelendirdiğin için!" diye elini indirdi bir kez daha. "Buraya geldiğimiz gün söylediğin şeyleri de es geçmemek lazım. Bu o densiz lafların için... Bu restorandaki aile yemeği için... Nazan Hanım'la terzilere gidip gelinlik kumaşları bakarken dedikodu çıkacağı aklına hiç gelmedi, değil mi? Belki bu aklını başına getirir... Üstelik bir de evlerine gidip cemiyet toplantısında boy göstermişsin küçük hanım, bak bu da onun için!"

"Ne yani, böyle mi intikam alıyorsun benden?! Popoma vurarak mı? Aptal mısın sen Aras?!"

"Bundan sonra böyle!" diyerek bir tane daha patlattı popoma. "Akılsız başın cezasını, seksi kalçalar çeker!"

"Ben sana göstereceğim cezayı!" diye bağırdım fakat beni dinlemedi bile. Üstelik çimdiklerime karşı da bağışıklık kazanmış gibi duruyordu, arasına hapsolduğum bacakları bir milim bile gevşememişti.

"Son dördü o patlattığın lastikler içindi!" diye devam etti işkenceye. "Boynuna taktığın o aptal kolye vardı bir de... Bar maceraları... Cenk ibnesi... Magazin haberleri... O kahrolası gelinlik ve beni karşı karşıya getirdiğin manzara... Başka ne vardı?"

Bel çukuruma dirseğini koyup elini çenesine yasladı düşünceli bir tavırla. Diğer eli hala popomun üzerindeydi, parmaklarıyla hafifçe vurarak ritim tutmaya başlamıştı. Piç kurusu dört ayaklı bir masa muamelesi yapıyordu bana. "Seni geberteceğim." dedim açık ve net bir şekilde. "İstanbul'a döndüğümüzde sakın karşıma çıkma... Çünkü karşılaştığımız zaman benim elimde babamın beylik tabancası olacak."

"İki dakika sessiz olur musun?" diyerek tersledi beni. "Burada yediğin diğer haltları hatırlamaya çalışıyorum."

Keşke bunu yaparken elini kıçımdan çekseydi. Ya da hiç değilse vurmaya devam etseydi. Çünkü hafif dokunuşlara garip tepkiler veriyordu bedenim, ritim tutan parmakları kalçama her çarptığında kuyruk sokumumdan başlayarak omuriliğime doğru bir elektrik akımı yayılıyordu. Bu akım karşısında kendimi kasmamak için öyle çok çaba sarf ediyordum ki, Aras'ın tuttuğu ritmin sekteye uğradığını fark etmemiştim. Kısa bir sessizliğin ardından hafifçe öksürdüğünü duydum, ardından kalçamda duran elini geri çekti.

"Şimdilik bu kadar yeter." dedi kuru bir ses tonuyla. "Aklıma başka bir şey gelmiyor."

Allah kahretsin, irkildiğimi fark etmiş olabilir miydi? Bacaklarını gevşetip beni serbest bıraktığında ayağa kalkmaya yönelik tüm hevesimi kaybetmiştim. Şu anda doğrulup da kıpkırmızı olmuş yüzümü ifşa etmek pek iyi bir fikir değildi. Tam kendimi baş üstü bırakıp tesbih böceği gibi yuvarlanmaya hazırlanırken ensemden tuttuğunu fark ettim. Kendi başıma doğrulamadığımı düşünmüş olacak ki, yakamı çekip beni pat diye ayağa kaldırdı.

Eh, bu da iyi bir fikir değildi. Ters durmaktan tüm kanım beynime akmış gibi hissediyordum, ayaklarımın üzerinde doğrulduğum anda dengem bozulmuştu. Bacaklarım hala bacaklarının arasında olduğu için düşmek yerine pat diye diğer dizine oturdum. Popomun sızladığını hissedince yüzümü buruşturdum hafifçe.

Normal koşullarda şimdiye çoktan ona saldırmış olurdum. Fakat göz göze geldiğimizde hissettiğim tek şey kalp çarpıntısı olmuştu. Az ötemde duran yüzüne bakarken çarpıntının daha da şiddetlendiğini fark ettim. Eğer hemen buradan kalkmazsam ya o kalbimin sesini duyacaktı, ya da... Ben onu öpecektim.

Var olan tüm irademi kullanarak bakışlarımı kaçırdım Aras'tan. Bundan sonrası daha kolaydı, zira ayağa kalktığımda beni durdurmamıştı bile. Hiçbir şey söylemeden ona arkamı dönüp giysi odasına kaçtım. Kapıyı çarpıp kapattığımda kalbim hala deli gibi atıyordu.

Neyse ki peşimden gelmedi. Odadaki üçlü koltuğa oturup bacaklarımı karnıma çekerken onun bu kez gerçekten çileden çıktığını biliyordum. Sahiden de çekilecek insan değildim ben. Öfke kontrol problemlerim olduğu aşikardı, normal bir insan tutup da o bilgisayarı kırmazdı mesela. Başımı ellerimin arasına alırken Sinem'in terapist önerisi ilk kez kulağıma mantıklı gelmeye başlamıştı.

Fakat doktora her şeyi anlatamadıktan sonra bana yararı olacağını pek sanmıyordum. Ben kendime bile her şeyi anlatamıyordum ki. Bir doktora itirafta bulunmak istesem bile geçmiş zihnimde bölük pörçüktü. Kötü anılardan kaçmaya çalışırken yolumu kaybetmiştim.

Aras'ı kaybettikten sonra o yolu bir daha asla bulamayacağımı biliyordum. Kendi zihnime oynadığım oyunlar beni paramparça etmişti. Yaralı bir hayvan gibi etrafa saldırıp duruyordum çünkü gerçekten de kan revan içinde kalmıştı vücudum. Geçmişi yok sayarak atlatamıyordum.

On yedi yıl. On yedi yıl bir cehennemde yaşamıştım. Durmadan kaçtığım fakat eninde sonunda yüzleşmek zorunda kalacağım bir cehennem vardı geçmişimde. Herhangi bir terapist beni o karanlıktan çekip alabilir miydi acaba? İstanbul'da doğup büyümüş fakat İstanbul Boğazı'nı ilk kez on yedi yaşında görmüş bir insan normale dönebilir miydi? Hayata bu kadar uyum sağlayabilmiş olmam bile bana mucize gibi geliyordu. Bazen çok ince bir detay, diğer insanlar için üzerinde durulmayacak kadar sıradan fakat on yedi yaşına kadar mahallesinden hiç çıkmamış birinin bilemeyeceği herhangi bir detay çıkıyordu karşıma. Çaresizlikten nefesimin kesildiğini hissediyordum. Bazen de bir adamla karşılaşıyordum kayın ağacının altında. O adamın yaşadığım her şeyin bedeli olarak kaderin bana verdiği bir umut ışığı olduğuna inanıyor, sonra daha da derine saplanıyordum.

Kanepeye kıvrılıp ağlarken uyku etrafımda çiçek açmaya başladı. Yarın hava normale döner miydi acaba? Eğer dönerse buradan gideceğimizi biliyordum. İçimden bir ses ayağa kalkıp Aras'a her şeyi anlatmamı, içimde ne var ne yoksa dökmemi söylüyordu bana fakat artık gücüm yoktu. Daha yirmi bir yaşında tüketmiştim içimdeki nehirleri. Denizler kalkıp ayağıma gelse bile oraya dökecek suyum yoktu. Daha yirmi bir yaşında tüm ruhum kurumuştu.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro