Bölüm 4 - Görünenin Arkası
Lisedeyken bilim fuarları kapsamında okulumun da desteğiyle bir kitabım basılmıştı. Epey küçük çaplı bir şeydi, bin tane falan basıldı sadece ama benim için çok büyük bir gururdu bu. Yukarıdaki şiir de o kitaptan alıntı işte. Tıpkı hikayenin adı gibi. :)
-*-
bir kelebek ağrısıydı,
vakit dardı, mevsim hicazdı,
yetişmem gereken bir ölüm,
kaçmam gereken bir hayat vardı...
-birhan keskin
-*-
"Yani olaylar bu şekilde oldu, öyle mi?"
Başımı salladım Mert'e. Öğleden sonra da dersim olduğu için sabah dersinin bitiminde onunla birlikte müzik odasına gelmiştim. Tanışalı üç ay oluyordu ama şimdiden kardeşim gibi bir şey olmuştu Mert. İlk vizelerden önce ders çalışmak için bize gelmişti mesela, annemin böreklerine aşık olmuştu. Annem de onu çok sevmişti, evde ne zaman Mert'ten bahsetsem Vatanım Sensin'de oynayan teğmene benziyor bu çocuk, kanı pek şeker diyip duruyordu.
Şimdi de ona geçen yıl olanları anlatıyordum işte. Bugüne dek bahsetmememin sebebi olanları arkamda bırakmak istememdi fakat bırakamıyordum. Bu yüzden oturup olan biten ne varsa anlatmıştım. Son bir saattir de soru cevap şeklinde ilerliyorduk.
"Arkadaşın ikinci sınıf olduğu için onunla pek bir muhabbetimiz yoktu ama cemiyetten biliyordum az çok. Arzu'nun ölümü cemiyette de büyük oldu, Melek. Büyükbabamla birlikte cenaze törenine de gitmiştik."
Ben gidememiştim. Arzu öldükten sonra ben okula bile gidememiştim, eğer ortalamayla geçiyor olmasaydım finallere girmediğimden sınıfta kalacaktım. Zira evde sürekli ağladığım için annem en sonunda beni tutup köye götürmüştü. İşten de ayrılmıştım ama Mükremin Abi durumu bildiğinden geçici süreliğine işten ayrılmama izin vermişti, yaz sonunda kendimi toplarsam beni tekrar işe alacaktı. Aldı da. Özetle 2018 yazı benim için kabus gibi geçmişti.
"Ama biz olayı talihsiz bir trafik kazası olarak biliyorduk." dedi Mert. "Ve bana kalırsa annesiyle babası da öyle biliyordu. Çünkü şu cehennem tayfası dediğin kızlardan birinin ailesi de vardı cenazede, durumu bilseler onların orada durmasına izin vermezdi. Gerçi perişan haldeydiler zaten, fark etmemeleri de mümkün."
Bence de bilmiyorlardı. Arzu'nun psikolojik problemleri olduğunu falan biliyordu ailesi. Yazın onlarla konuşmaya gitmek istemiştim ama annem bu meselenin beni ne hale getirdiğini gördüğü için şiddetle karşı çıkmıştı. Köye gidişimin temel sebebi de buydu zaten.
"Sence onlara anlatmalı mıyım?"
"Ne anlatacaksın ki?" diyerek çenesini sıvazladı. "Kızınız birine platonik aşıktı ama aşkına karşılık alamayınca cinnet geçirdi mi?"
Şaşkın şaşkın ona baktım. "Sen az önce beni dinledin mi?"
"Dinledim ve senin meseleye sağlıklı yaklaşmadığını düşünüyorum." diye cevap verdi. "Arzu ezik bir kız değildi ki, bizim bölümdeki erkeklerin kızı tavlayabilmek için yapmadığı şaklabanlık kalmamıştı. Yani bahsettiğin kişiler alay etmemiştir demiyorum ama bullying? Burası lise değil, Melek."
Aklıma Arzu'nun bahçedeki haykırışları geldi. Kimsenin onun ne halde olduğunu görmediğini söylemişti, görünüşe bakılırsa haksız değildi.
"Tamam, diyelim ki Arzu akıl hastasıydı ve o şeytanı kafasına takmıştı... Sence Aras'ın onu reddetmesi gerekmez miydi? Kızın sağlıklı düşünemediğini biliyordu sonuçta."
Mert'in kaşları şaşkınlıkla havalandı. "Reddetmedi mi?"
Yüzümde acı bir tebessümle birlikte başımı iki yana salladım. "Aksine onun durumundan faydalandı. Arzu onun kölesi gibiydi, anlatabiliyor muyum? Çoğu zaman kıza karşı kaba ve acımasız davranıyordu ama Arzu ne zaman ondan umudu kesecek gibi olsa kızı tekrar kendine çekiyordu. Mesela bir keresinde Arzu cesaretini toplayıp ondan ayrılmaya gittiğinde kızı kendine çekip sarıldı, ellerini tutup yalvardı resmen. Ben de onları izliyordum, yani kendi gözlerimle gördüm. Sence de ortada bir cinayet yok mu Mert?"
Üstelik bu yalnızca olanların ona anlatabildiğim kısmıydı. Oysa çok daha fazlası vardı. Ve ben biliyordum ki, o araba ona çarpmasaydı bile Arzu zaten intihar edecekti. Cılız bir umuttu onu yaşatan, araba kazasının ondan aldığı tek şey buydu. Taşmak üzere olan bir bardağın son damlası...
"Ortada bir orospu çocukluğu var." dedi Mert şaşkınlıkla. "Eğer her şey anlattığın gibiyse bence ailesi bunları öğrenmeli. Ama daha fazlasına karışma derim. Bahsettiğin insanların hepsinin soyadı marka değeri taşıyor, anlatabiliyor muyum? Filler tepişirken sen ezilirsin."
Huzursuz bir şekilde başımı salladım. Cemiyetin içindeki savaşa girmek gibi bir niyetim yoktu, istesem de giremezdim zaten. Üstelik çok ders çalışmam gerekiyordu, burs komitesi bursumu kesmemişti ama süresini de uzatmamıştı. Ben yine toplamda beş yıl boyunca burslu okuyacaktım. Bu da son sınıfı burssuz okuyacağım anlamına geliyordu. Şimdiden birikim yapmaya başlamalıydım.
Kapı açıldığında irkilerek düşüncelerden sıyrıldım. İçeri önce Mete girdi, Mert'in arkadaşı. Fakat diğer gelen burada görmeyi hiç beklemediğim biriydi. Hazırlık sınıfından tanıdığım Cenk.
Beni gördüğünde gözlerinin ışıldadığını fark ettim. Açıkçası bu ışıltı bende çaresizlik ve mahcubiyet yaratmıştı, zira anlamını biliyordum.
"Melek?" diyerek doğruca yanıma geldi. "Senin ne işin var burada?"
"Ee şey, Mert'le takılıyoruz-"
"Ne demek takılıyoruz?"
Soruyu bana değil, Mert'e sormuştu. Yüzündeki bastırılmış öfkeyi görünce çığlık atarak buradan kaçma isteğiyle doldum. Bu çocuk ne zaman umudunu kaybedecekti ya?
"Lan salak salak tribe girme, o anlamda takılmak değil." diyerek terslendi Mert. Sonra hınzır bir tebessümle bana baktı. "Hem hayırdır? Flört falan mısınız siz?"
Panikten sesimin tonunu ayarlamadım. "Hayır!"
İşte bu hoş olmamıştı. Cenk'in yüzünde buruk bir ifade belirdi yavaşça, Mete gülmemeye çalışıyormuş gibi görünüyordu, Mert şaşkındı, bense yine ve yine mahcuptum. Cenk dışarıda işi olduğuyla ilgili bir şeyler geveleyerek odadan çıkarken yüzüm daha da çok kızardı. Ağlamaklı bir tavırla diğerlerine döndüm ancak pek yardımsever görünmüyorlardı, aksine, kapı kapanır kapanmaz kahkahayı bastılar.
"Melek insan nikah masasında o kadar bağırmaz be..."
"Sonunda biz kardeşiz demesini de beklemedim değil valla."
"Gerçekten çok ayıp ediyorsunuz." diye söylendim. "O çocuk arkadaşınız değil mi sizin?"
Mert gülerek cevap verdi. "Yoo. Hatta gruba da yeni katıldı-" Birden durup Mete'ye döndü hayretle. Neler olduğuna anlam vermeye çalışırken kendi aralarında konuşmaya başlamışlardı.
"Lan yoksa?"
"Yok artık abi, o kadar da değil..."
"Bence de değildir ya, adam süper bateri çalıyor."
"Ama eğer öyleyse..."
"Deli misin Mert? Zaten solist çekip gitti, grubu tamamen dağıtalım mı istiyorsun?"
Dayanamayıp araya girdim. "Siz neden bahsediyorsunuz?"
"Ya sen onu boşver de ben şeyi anlamadım," dedi Mert. "Bu Cenk ikinci sınıf şu anda. Siz nasıl hazırlıkta aynı sınıfta oluyorsunuz ki?"
İç çekerek açıkladım. "Çünkü ben hazırlığı iki kez okudum."
"Ee ama bursluyum demiştin-"
"Komite bursumu kesmedi." dedim kısaca. Meraklı bakışlarını görünce devam etmek zorunda kalmıştım. "Başarısız olduğum için kalmadım, ailevi bir sebepten ötürü final sınavlarına giremediğim için kaldım."
Mert annemin geçirdiği kazadan bahsettiğimi anlamış olmalıydı ki, daha fazla irdelemedi. Mete ise duruma anlam verememiş gibi görünüyordu.
"Mazeret sınavı peki? Bir sene daha burs vermek yerine ona girmene izin vermeleri daha mantıklı olmaz mıydı?"
"Bir sene daha burs vermeyecekler ki." diye izah ettim. "Ben şu anda aslnda ikinci sınıftaki burs hakkımı kullanıyorum."
Özetle toplamda beş yıllık burs hakkım vardı, komite yalnızca üst sınıfın hakkını önceden kullanma şansı vermişti. Eğer sınıfta kalırsam bir yıllık parayı ödeyecektim. Eğer sınıfta kalmazsam, son sınıfa geldiğimde burs hakkım bitmiş olacaktı ve paralı devam edecektim. Yani her halükarda o parayı ödeyecektim.
"Alenen pezevenklik ya..." diye söylendi Mete. "Abi baksana açgözlü köpekler yirmi bin lira için kızın tepesine çökmüşler."
Anlattığıma pişman olmuştum birden. Mert yarım ağızla onu onaylarken arkadaşı biraz daha söylendi. Tam dersi bahane edip kaçmaya karar vermiştim ki Mete çantasını alıp ayaklandı. Ben de onunla birlikte gidecektim ama Mert'in sessizce bekle gibisinden bir işaret yaptığını gördüm. Müzik odasında yalnızca kaldığımızda sessizliği bir kenara bırakıp bana döndü.
"Şu burs saçmalığını kafaya takma, tamam mı? Sınıfta kalsan bile yirmi bin lira için okuldan atılmana göz yumacak değilim. Bunu bil de, kendini boş yere strese sokma diye söylüyorum."
Kollarımı göğsümde kavuşturdum. "Pardon?"
Ciddileştiğimi görünce iç çekti. "Yeşilçama bağlamadan önce biraz mantıklı düşün, Melek. Yirmi bin lira senin için önemli bir para ama benim ablam için iki üç tane elbise demek. Yani birine yirmi bin lira verince iyilik yapmış falan olmuyorum, çünkü zaten-"
"Konuşmaya devam et." dedim sakince. "Devam et de cümlen bittiğinde seninle olan arkadaşlığımız da bitsin."
Öfkelenmiş gibi görünüyordu. Bunun sebebini de anlıyordum, elinde imkan varken değer verdiği birine yardım edememek insana çaresizlik hissettirirdi. Fakat böyle bir şeyi kabul edersem bursumu kaybetmesem bile onunla çıkar için arkadaşlık yapıyormuş gibi hissederdim. Bu konuda kendi hislerim öncelikliydi.
"Off Melek ya... Cidden hiç çekilmiyorsun bazen."
"Madem öyle, cümleni bitir de kurtul benden." diyerek tersledim onu. "Birkaç kelime daha söylemen yeterli. Hadi."
"İyi söylemiyorum hiçbir şey!" diye çıkıştı birden. "Gerizekalı olduğun için duruma benim gözümden bakamayacaksın zaten."
"Sen de benim gözümden bak o zaman." dedim çantamı omzuma takıp. "Gerizekalıymış... Asıl gerizekalı sensin be."
Yüzünde kibirli bir ifade belirdi. Gülerken bana acıyan bir tavırla baktığını fark etmiştim. "Sen benim zeka testimin sonucunu biliyor musun acaba?"
Kapıya doğru yürürken durup tekrar ona döndüm. Aklıma çok güzel bir cevap gelmişti. Benzer şekilde kibirli bir kahkaha attıktan sonra topu doksana çaktım. "Ailen bile zekandan şüphe edip test yaptırdığına göre sonucun bir önemi yok."
Lafı yiyince susacağını düşünmüştüm fakat "Neyse ki ben senin zekandan şüphe etmiyorum, Melek." diye cevap verdi. "Olmadığına eminim çünkü."
Doksana çaktığım top ofsayt yemişti. Verecek cevap bulamayınca masanın üzerindeki bagetlerden birini aldım elime. Bageti havaya kaldırıp gözlerimi kıstığımı görünce burnunu kıvırdı. "Bana bak sen benim dayağımı daha hiç yemedin..." diyerek son kez uyardım onu. "Kendine bu travmayı yaşatma derim."
O koca çenesini kapatmayacağı için az sonra elimde bateri sopasıyla okulda onu kovalayacağımı biliyordum. Aslında bu çok da garip bir durum değildi, tabi okul ilkokul olmadığı sürece... Fakat Mert'le kavga ederken sıfır altı yaş seviyesine inmemek mümkün değildi, lafı yiyince sesini kesme opsiyonu yoktu gerizekalıda.
Ayağa kalkıp sessizce yanımdan geçip kapıya yürüdüğünü gördüm. Şaka gibiydi, resmen tanıştığımız günden bu yana ilk kez lafı yiyince çenesini kesmişti Mert. Tam vicdan azabı çekmeye başlarken Kapının önünden bana seslendiğini duydum.
"Haklısın, bu durum benim için travmatik olur." dedi dışarı çıkarken. "Bir yer cücesinden dayak yemiş olacağım çünkü. Tabi dövebilirsen..."
Kapıyı çarpıp kaçtığında bir anlığına ağzım açık kaldı. Ardından diğer bageti de elime alıp peşinden fırladım. Kapının önüne çıktığımda onun birine çarptığını fark ettim, artık nasıl korkuyorsa bu bile durdurmadı onu. Mert tam koridoru dönmek üzereyken son bir umutla bageti kafasına fırlattım... Ve isabet etti.
Ancak Mert'in kafasına değil.
Minik tahta şak diye oğlanın birinin kafasına inince okkalı bir küfür çıktı ağzımdan. Mert olacak pislik arkasına dönüp bakmamıştı bile. Bu okula tekrar gelmek zorunda kalacağı yarınlar yokmuşcasına kaçıyordu. O yarınları düşünerek Mert'in arkasından koşmaktan vazgeçip kafasına baget attığım oğlana doğru koşturdum. Arkası bana dönük olduğu için geldiğimi görmemişti. Tam o sırada önüne dönmeye karar verince bu kez de saçma bir şekilde kafalarımız tokuştu. Oğlanın elindeki kitaplar yere saçılırken panikle geri çekildim.
"Çok, çok özür dilerim gerçekten! Ben birden nasıl oldu anl-"
Oğlan başını kaldırıp yüzüme baktığında duraksadım.
Zira oğlan falan değildi bu, kızdı. Ufak tefek ve cılız cüssesine giydiği bol kıyafetler yanıltmıştı beni sadece. Tabi üzerinde kaban olmasının da etkisi vardı. Şaşkınlığımı atlatınca kızın asık bir suratla yere çöktüğünü gördüm. Kitaplarını toplamaya başladığını görünce panikle yanına çöküp yardıma koyuldum ben de.
"Yemin ederim anlamadım nasıl olduğunu! Tekrar tekrar özür dilerim ya... Başın çok ağrımıyor değil mi?"
Huysuz bir tavırla cevap verdi. "Merak etme, sen baget atmadan önce de sevgilin çarptı zaten."
"Hangi sevgili?" dedim şaşkınlıkla. Mert'ten bahsettiğini anlayınca hafifçe güldüm. "O koşan gerizekalıyı diyorsan, kardeşim sayılır kendisi. Hatta ben onun adına da özür dilerim senden."
Yüzündeki ifade birden yumuşamıştı. Yerden aldığım iki kitabı ona uzatırken "Özür dilemene falan gerek yok." diyerek gülümsedi. "Asıl ben özür dilerim. Baksana alnın kıpkırmızı olmuş, sanırım oraya çenemi geçirdim..."
Alnımın biraz sızladığını inkar edemezdim. Fakat o sızı bana harika bir arkadaşı kazandırdı. Lavinia'yı...
Ayaküstü muhabbet ederken aynı sınıfta olduğumuzu fark etmiştik. Üç aydır okula gidip geldiğimizi düşününce insana biraz garip geliyordu fakat sınıf iki yüz kişilikti zaten. Üstelik söylediğine göre o hep en arkalarda oturuyordu. Birlikte kantine inip orada da devam ettik muhabbete. İsminin hikayesini sorduğumda ebeveynler arası zıtlaşma vakası olduğundan bahsetti. Babası tam bir edebiyat, annesiyse tam bir müzik tutkunuymuş. O nedenle ikili arasında şiddetli tartışmalar yaşanmış minik kızlarının ismi konusunda. Babası ısrarla Atilla İlhan şiirlerine konu olan ismi öneriyormuş kızı için; Aysel. Annesi ise tam tersine Arya ya da Nağme olması konusunda diretiyormuş. Tam tartışmaların kızıştığı sıralarda Feridun Düzağaç'ın Lavinia adlı şarkısı piyasaya çıkmış. Şarkıyı tesadüfen dinlediklerinde hem Özdemir Asaf'ın şiirlerine konu olan, hem de artık müzik dünyasında yer alan bu ismi minik kızlarına uygun görmüşler.
İsmi gibi kendisi de hayli ilginç ve zarif bir tipti. Kısacık kesilmiş simsiyah saçları ve masmavi gözleri vardı, minik yüzü ise beyaz tenli olduğundan büyük bir tezat oluşturuyordu saçlarıyla. Kısa boylu, zayıf bir kızdı Lavinia. Bağdaş kurup kollarını kendi etrafına sarsa çeyrek metrekarelik alan bile kaplamaz denilebilecek türden.
Bu minik, utangaç kıza nedensiz bir şekilde ısınmıştım.
-*-
Arzu'yla birlikte soğuğa aldırmadan kafeteryada oturuyoruz. Normalde teselli eden taraf ben olurdum ancak bu kez o beni teselli ediyor. Gözlerimden usulca süzülen yaşları görünce arkadaşımın da gözleri doluyor ve bana sarılıyor. Atıştırmaya başlayan kar tanelerinden birinin saçlarıma süzüldüğünü hissediyorum.
"Arzu konuşmamız lazım."
Duyduğum erkek sesiyle birlikte irkilip toparlanıyorum. Allah aşkına, huzurumuzu başka zaman kaçırsaydı olmaz mıydı?
Kafamı çevirip ona bakma zahmetinde bulunmuyorum bile. Eğer bu kadar itici bir aptal olmasaydı her normal insan gibi arkadaşımın sevgilisine selam falan verebilirdim. Fakat Arzu bizi karşı karşıya getirdiği gün elimi uzatıp tanıştığımıza memnun olduğumu söylediğimde bile bana "Ben memnun olmadım." şeklinde cevap veren bir iblisle ne konuşabilirim ki? Gerçi sonradan yaptıklarının yanında bu hiç kalır. Sessizce başımı diğer tarafa çevirirken tekrar konuştuğunu duyuyorum.
"Konuşmamız lazım dedim sarışın, duymuyor musun?"
Hangi insan kendi kız arkadaşına sarışın diye hitap eder ki? Eğer şu anda kendi dertlerime ağlıyor olmasaydım muhtemelen bu lafı duyunca kusma efekti yapardım. Tabi şeytan gittikten sonra.
Arzu'nun yüzünde bir isteksizlik emaresi görüyorum. Bakışları önce kararsız bir şekilde benim üzerimde geziniyor, ardından dönüp kısa bir cevap veriyor tepemizde dikilen adama.
"Şu an olmaz. Melek'le konuşuyoruz."
"Uzatma Arzu," diyor Aras sabırsızca. "Seni buradan sürükleyerek götürmek istemiyorum."
Onun bu umursamaz ve aptal tavırları karşısında içimde bir öfke bulutu yükseliyor. Ağlamaktan kızarmış yüzümü öne eğmenin ne kadar gereksiz olduğunu fark ettiğimde başımı kaldırıp gözlerimi yüzüne dikiyorum. Bana kayıtsız bir bakış atmakla yetiniyor.
"Seninle konuşmak istemiyor işte," diyorum ters ters. "Neden defolup gitmeyi denemiyorsun?"
Sanki hiç konuşmamışım, orada yokmuşum hatta hiç var olmamışım gibi beni duymazdan geliyor. Onun yüzüme bile bakmadan gözlerini Arzu'ya diktiğini fark ediyorum. Ardından kızı kolundan tutup tek hamlede ayağa kaldırıyor. "Benimle geliyorsun."
Arzu sızlanarak kolunu kurtarmaya çalışırken çileden çıkıyorum. Sandalyeyi sertçe itip ayağa kalkıyorum, ardından öne atılarak o şeytanın koluna yapışıyorum ben de. Bu zorbalığa daha fazla sessiz kalacak değilim!
"Eğer hemen Arzu'yu bırakmazsan, güvenliği çağırırım."
Umursamaz bir tavırla kolunu çekiyor benden. Cevap vermeye bile tenezzül etmiyor. Neyse ki Arzu araya girip kendini feda ediyor yeniden.
"Melek sakin ol," diyor bir olay çıkmaması için yalvarır gibi. "Beş dakika konuşup geleceğim, tamam mı?"
Ve gidiyorlar. Ne Arzu'ya yalvarmalarım ne de o züppeye savurduğum tehditler hiçbir işe yaramıyor. Kendi derdimi, neye ağladığımı bile unutup endişeyle tekrar çöküyorum masaya. İçimden keşke peşlerinden gitseydim diye geçiriyorum. Arkadaşımın yaşadığı hastalıklı ilişki gün geçtikçe daha çok korkutuyor beni.
Hiçbir zaman cesur biri olduğumu iddia etmedim çünkü gerçekten değilim. Bilhassa o şeytan korkutuyor beni. Bir gün ona savurduğum tehditleri ciddiye almasından, benim farkıma varmasından içten içe ölesiye korkuyorum.
Çok geçmeden geri geliyor Arzu. Yüzünde garip bir ifade var. Hem mutlu gibi hem de hüzünlü görünüyor.
"Ne oldu?" diyorum telaşla. "Ne söyledi sana?"
Dudaklarını ısırıyor arkadaşım. Gözleri yine dolu dolu. Konuşurken sesi çatallanıyor.
"Başta biraz tartıştık..." diyor gözlerini benden kaçırarak.
"Sonra ne oldu?"
Omuz silkiyor Arzu. Belli ki bana söylemekten çekiniyor. Korka korka soruyorum yine de.
"Aranızda ne geçti Arzu?" diyorum anlamaya çalışarak.
Telaşlandığımı görünce sakinleştirmeye çalışıyor beni. "Kötü bir şey değil. Hatta aksine iyi bir şey..."
"Şeytan üç aylık ömrü kaldığını falan mı söyledi?" diyorum sabırsızca. "Aklıma gelen en iyi şey bu."
Arzu bıkkın bir tavırla gözlerini deviriyor.
"Bak o senin enişten sayılır," diyor bana cilveli cilveli. "Artık ondan nefret etmesen olmaz mı?"
Arzu'ya öyle bir bakış atıyorum ki sesini kesiyor.
-*-
Hayatımın artık yolunda gittiğini düşünmek istiyordum. Aralık ayının son günlerindeydik, eşsiz güzellikte bir fırtına vardı dışarıda. Kardeşimin okuluna yürürken 'Hepsi geride kaldı.' diyordum kendime. 'Kalmamalıydı.'
Dün gece rüyamda Arzu'yu gördüğümden beri bunun suçluluğuyla pençeleşiyordum. Klasik kabuslarımdan biri gibi değildi. Parçalanmış bedenler yoktu içinde, kan revan yoktu, kuleler, dibine çakıldığım uçurumlar, korkunç yaratıklar yoktu. Sadece Arzu vardı. Tek başına...
Onu yine fakültenin bahçesinde görmüştüm. Yaşadığını görünce mutluluktan aklım çıkıyordu, koşarak yanına gidip sarılmaya çalışıyordum fakat aramızda görünmez bir engel var gibiydi, aşamıyordum. Sorular soruyordum ona, benimle konuşması için yalvarıyordum fakat benimle konuşmuyordu. Yalnızca gülümsüyordu. Yüzünde ölmeden hemen önce beliren tebessümle...
Naz'ın okulunun önüne geldiğimde duraksadım. Bugün izinli olduğum için onu okuldan alırım, birlikte biraz dışarıda gezeriz diye düşünmüştüm ancak görünen o ki, bunu düşünen tek kişi ben değildim. Zira Mehmet de buradaydı. Onu okul kapısının karşı kaldırımda dikilirken görünce tüm gerginliğimin ayyuka çıktığını hissettim.
Öfkeyle ona doğru yürürken beni fark etti. O esnada paydos zili çalmaya başlamıştı, öğrenciler az sonra çıkacaktı okuldan. "Yürü Mehmet." diyerek kolundan çekiştirdim. "Bu konuyu artık konuşalım."
Sessizce kolunu çekip benimle birlikte yürümeye başladı. Hızlı hareket ediyordum fakat sokağın köşesini dönünce rahatladım. Naz diğer taraftan durağa gidecekti, bizse önce biraz yürüyecektik.
Bir yandan kafamda söyleyeceklerimi tartarken bir yandan da Mehmet'i yokluyordum. İstemeye istemeye onun benden çekindiğini fark ettim ve gayet haklıydı çekinmekte. Naz'la aramdaki bağın ne kadar kuvvetli olduğunu en iyi bilen insanlardan biriydi Mehmet. Benim hep kardeşimi koruyup kollamakla görevlendirilerek büyüdüğümü, bu durumun zamanla bir içgüdüye dönüştüğünü biliyordu.
"Naz'ın sınav yılı olduğunun farkındasın, değil mi?"
Pat diye konuşmaya başladığımda dönüp kafası karışmış gibi bir tavırla beni süzdü.
"Ne demek şimdi bu?"
"Mehmet bence sen anladın." diyerek gülümsedim. "Aptal değilim ben, senin bir süredir Naz'la ilgilendiğinin farkındayım."
Kısa bir sessizliğin ardından yüzüme bakmadan konuştu. "Diyelim ki öyle, bunun nesi yanlış?"
"Zamanı yanlış." diye cevap verdim. "Üniversite sınavına hazırlanıyor Naz. Sence şu anda aşkla meşkle uğraşması gereken zamanda mı?"
"Tek sorun bu mu?"
"Nasıl yani?"
"Tek sorun Naz'ın sınav yılında olması mı?" diyerek açıkladı. "Üniversiteyi kazandığında onunla birlikte olmam senin için problem olmaktan çıkacak mı?"
Bir süre susup Mehmet'in hüsran içindeki yüzüne baktım. Eğer babası rahatsızlanmasaydı o da tıp fakültesinde okuyor olacaktı şu an. Başlarda hepimiz gibi o da babasının rahatsızlığının geçici olduğunu düşünüyordu. Yüksek miktarda kredi borçları olduğu için bir dönemliğine dondurmuştu okulunu. Fakat işler öyle yürümedi, babasına böbrek yetmezliği teşhisi konulduğunda o bir dönemlik kayıp iki döneme yükseldi. Sonra üç döneme... Mehmet okula geri dönme fırsatı bulamadı hiçbir zaman.
"Bu gayet yeterli bir sebep." dedim ona tane tane. "Onun çocukluğundan beri yarış atı gibi derslere boğulduğunu, bu baskıyla büyüdüğünü biliyorsun. Kendi bencilliğin ve bir iki aya sönecek ilgin yüzünden kardeşimin kafasını karıştırma."
"Sen nasıl kendinden bu kadar emin olabiliyorsun?"
"Ne?"
"Benim aklımda Naz üniversiteye başlayana kadar ona açılmak gibi bir düşünce yoktu zaten." diye cevap verdi. "Her şeyi bildiğinden çok eminsin, Melek. Kendi perspektifinden gördüklerini mutlak hakikat yerine koyuyorsun. Üstelik hiçbir hayat tecrübesine sahip olmadan."
Başımı kaldırıp ona baktığımda fazla ağır konuştuğunu anlamıştı. Başını eğerken "Özür dilerim." dediğini duydum. "Seni küçümsediğim için bunları söylemediğimi biliyorsun. Ben de senin kardeşine ne kadar çok değer verdiğini biliyorum. Kendi önyargılarınla onu boğma."
"İyi, sen bilirsin." dedim omuz silkerek. "Yalnız haberin olsun, Naz üniversiteyi yurtdışında okumayı planlıyor. Bunu başaracak potansiyeli olduğunu da düşünürsek, artık mektupla falan açılırsın ona."
Madem hassas noktaları hedef alıyorduk, o zaman ben de elimi korkak alıştırmayacaktım. Fakat bu kararı alırken Mehmet'le aramızdaki bağın derinliğini hesaba katmamıştım. Birbirimizi kırsak da kopmayacak kadar uzun süredir tanıyorduk.
"Belki de ben de onunla birlikte giderim." dediğini duydum.
Ona bakmakla yükümlü olduğu ailesini, yurtdışına gidebilecek maddi gücü olmadığını, bunu burs alarak yapabilmesinin de imkansız olduğunu hatırlatmama gerek yoktu bence. O yüzden basit bir soru sormakla yetindim.
"Nasıl?"
"Sağlık sektörü çalışanları için yurtdışı imkanlarının yüksek olduğunu duymuştum." diyerek kafamı büsbütün karıştırdı. "Tabi, bunun için birkaç yıla ihtiyacım olacak."
"Yoksa s-sen?"
"Evet, üniversiteye devam edeceğim." dedi bana gülerek. "Selim'le Ali liseyi bitirdi, üniversiteye gitmeye de hiç niyetleri yok. Onlar da çalıştığı için sırtımdaki yük epey hafifledi, part time çalışarak da evi ayakta tutabilirim, Melek. Kredi borcu da ben mezun olmadan önce bitmiş olur, hem yurtdışında düzenimi kurup hem de aileme destek olabilirim."
Ona olan öfkem birden buharlaşıp gitmişti. Az önce canını yakmaya çalıştığım insan için sevinmekle meşguldüm şimdi.
"Ee, hala olmaz mı diyorsun?"
Mehmet'in sorusu karşısında bocaladım. "Bu benim verebileceğim bir karar değil ki. Naz hala seni ağabeyi olarak görüyor."
"Yani, sonuç olarak senden izni koparabildim. Öyle değil mi?"
"Evet ama," diyerek Naz faktörünü de es geçmemesini anlatmaya çalıştım ancak Mehmet aniden sarılmıştı bana. Neşe içerisinde havaya kaldırıp döndürürken omzuna yumruklar atarak durdurmaya çalıştım. Sevinç içerisinde teşekkürler ediyordu bana. En sonunda biraz sakinleşince ayaklarımın yeniden yere değmesine izin verdi. Aslında ona kızmayı düşünmüştüm ancak kendime engel olamayıp gülmeye başladım. Bir yandan da onu tehdit ederek kuyruğu dik tutmaya çalışıyordum.
"Kardeşimin saçının teline zarar gelirse, kafanı kopartırım."
"Senden önce ben kendi kafamı kopartırım."
"O zevk bana ait."
Bana bakıp aptal aptal sırıttı. "Eli maşalı baldız falan filan, ha?"
Ona dil çıkardım. Bana kalırsa bu kelime için epey erkendi fakat Naz'a sınavı geçene kadar açılmayacağı konusunda Mehmet'e güveniyordum. Fakat en çok da aradaki zaman rahatlatıyordu beni. Bu sayede onun ilgisinin geçici olup olmadığını görmüş olacaktık. Eğer geçici değilse... Ondan sonrası içinse diyebileceğim bir şey yoktu.
Onun hala planlarından bahsettiğini fark edince düşünceleri bir kenara bıraktım. Alacakaranlık akşama evrilmek üzereydi, arada şimşekler çakıyordu gökyüzünde. Otobüs durağına yürürken birbirimize saçma sapan şeyler anlatıp gülüyorduk.
Arkamızda sessizce bizi takip eden bir çift mavi gözden haberimiz yoktu.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro