Bölüm 36 - Sihirbaz
.·:*¨༺ ༻¨*:·.
Kişisel gizliliğinizin tehlike altında olduğu bir çağda yaşıyorsunuz. Google üzerinde aradığınız anahtar kelimelerin, yazdığınız mesajlarda konusu geçen nesnelerin ve hatta ağzınızdan çıkan bazı sözcüklerin bile internette karşınıza bir reklam olarak çıkması tesadüf değil. Neye ihtiyaç duyduğunuzu biliyorlar; çünkü sizi tanıyorlar. Kimlik bilgileriniz, fiziksel özellikleriniz, mevcut yönelimleriniz ve tüm rafine zevklerinizle büyük bir veri ağacının dallarını meydana getiriyorsunuz.
Bu bilgilerin önem arz etmediğini düşünüyor olabilirsiniz fakat yanılıyorsunuz. Zira kişisel bilgileriniz mahremiyetinizi oluşturur; ve mahremiyetiniz, sizi özgür kılan şeydir. Yaklaşan dijital yıkımın önüne geçilmediği taktirde, kişisel gizliliğinizi sanal bir gerçeklikle takas edeceksiniz. Gözden çıkardığınız her bilgi kırıntısıyla birlikte birer enformasyon yığınına dönüşecek, mahremiyetinizle birlikte özgürlüğünüzü de kaybedeceksiniz.
Dark Şirketler Topluluğu olarak, işte tam bu noktada biz devreye giriyoruz. Kurumsal ve bireysel kullanıcılara yönelik özelleştirilmiş ürün paketlerimizle birlikte tüm Dark hizmetlerini ulu bir ağaç olarak düşünebilirsiniz. Bu ağacın gövdesini oluşturan DarkApp gizlilik uygulamasını ise yalnızca bugün değil, gelecekte de ücretsiz olarak sunacağız. Zira postmodernizmin tüm insanlığı bir simülakra dönüştürdüğü modern çağlarda, her birimiz Nebukadnezar'ın düşünde gördüğü o ulu ağacın dallarıyız.
Özgürlük, dünyaya hükmetmiş dört kraldan birinin Babil'de gördüğü bir düştür. Bizler; o düşü gerçeğe dönüştürecek olanlarız.
.·:*¨༺ ༻¨*:·.
"Ey el değmemiş Babil kızı, çök de toprağa otur.
Ey Kaldelilerin kızı, tahtın yok artık, yere otur."
Kutsal Kitap, İşaya; 47:1-15
-*-
Kusursuz bir yalancı, aynı zamanda da kusursuz bir sihirbazdır. Bir illüzyonist. Zira tıpkı sahne oyunlarıyla nesneleri görünmez hale getiren bir sihirbaz gibi, bir yalancı da kelimelerle illüzyon yaratarak gerçekleri bir perdenin arkasına saklar. Ta ki, gösteri bitene kadar.
Karşımdaki sihirbazın yalan mavisi gözlerindeyse, henüz oynanmamış binlerce gösterinin vaadi var.
O vaatlerin arasında bir şeyler söylemek, bağırıp çağırmak istiyorum fakat karşımda muhatap alabileceğim birini bulamıyorum. Bilmediğim bir çevreden gelen, buz gibi duygusuz ve bakışlarında henüz silmeyi akıl edemediği tehditkar bir ışıltı yanan bir adam bu. Sadece bir anlığına görebildiğim yabancı bir adam...
Aras'ın gözlerinde gördüğüm tehditkar yabancı, sessiz bir lahza boyunca bakışlarıyla yıkayıp içselleştiriyor varlığımı. Ardından sanki hiç var olmamış gibi kaybolup, yerini şaşkın fakat tanıdık maviliklere bırakıyor. Geçirdiği dönüşümün hızı karşısında kendimi şapkadan çıkan bir tavşan kadar savunmasız hissediyorum.
"Melek?" diyor gözlerinde temkinli bir kıpraşmayla. "Ne işin var burada?"
Hiçbir tepki veremiyorum. Zihnimde durmaksızın dönen bir heyula var sanki. Sahi, benim ne işim var burada? Fakat daha da önemlisi, tam şu anda kim var karşımda? Onun bana yaklaştığını görünce bir adım geriliyorum. İstemsiz olarak verdiğim bu tepki çenesinin kasılmasına neden oluyor.
"Ne zaman geldin?"
Ne zaman geldiğimi soruyor bana... Ne zaman geldiğimi soruyor çünkü konuşmalarının ne kadarını duyduğumu öğrenmek istiyor. Onun hala yalanlarını kurtarma derdinde olduğunu idrak edince içimdeki kaçma dürtüsünün bacaklarımı zorladığını hissediyorum. Fakat sebep bir yabancıya duyduğum ürperti değil artık. Öfkeliyim. Ve birçok duygu gibi, öfke de bende kaçma arzusu yaratıyor.
Hiçbir şey söylemeden arkamı dönüp ilerlemeye başlıyorum. Yürürken anlık bir sessizlik çınlıyor geride, hemen ardından peşimden gelen adımların sesini duyuyorum. Onun beni durduracağını anlayınca ellerim öfkeli birer yumruk halini alıyor. Kolumdan tuttuğunu hissettiğimdeyse benden bağımsız olarak havalanıyor yumruklarım. Göğsüne rastgele bir darbe geçirerek onu hışımla kendimden uzaklaştırıyorum.
"Dokunma bana!"
Omuzlarıma sabitlenmiş avuçları kayarak aşağı iniyor. Geri çekilirken ellerini teslim olur gibi bir tavırla havaya kaldırdığını görüyorum.
"Tamam, dokunmuyorum." diyor bir av hayvanını ürkütmemeye çalışır gibi. "Az önce ne duydun bilmiyorum fakat açıklama yapmama-"
Gülüyorum. Dudaklarımdan küçümseyici bir nefesle birlikte ufak bir nida dökülüyor. Ne açıklamasından bahsediyor ki? Gerekli tüm açıklama onun birkaç metre gerisinde durmuş bana bakıyor zaten. Begüm'le göz göze geldiğinde kusmamak için yapabileceğim tek şeyi yapıyorum; sırtımı tekrar onlara dönüp yürümeye başlıyorum.
Attığım her adımla birlikte duyduklarım tekrar tekrar zihnimde yankılanıyor. Fakat az evvel odada gördüğüm tehditkar adamla, buraya gelmeden önce göğsüne yaslanıp boğazın sularını izlediğim sevgi dolu adamı asla bağdaştıramıyorum. Gerçi, ben onun hiçbir kimliğini bir diğeriyle bağdaştıramamıştım zaten.
Tanıştığımız gün gördüğüm nazik ve entelektüel adamla, Arzu'nun sevgilisi olan umursamaz züppe bambaşka insanlardı. Üç yıl önce onu tesadüfen mühendislik fakültesindeki atölyede çalışırken gördüğümde sorumluluklarının arasında kendini bile unutmuş bir adam vardı. Arkadaşlarının yanında neşeli ve eğlenceli bir insan oluyordu Aras. Arzu öldükten sonraysa gözümde şifreli bir labirente dönüşmüş, onun hep bir şeylerin peşinde olduğunu görmüştüm.
Ve tüm bu farklı kişilikleri bilmeme rağmen son zamanlarda Aras'ı tanıdığımı sanmaya başlamıştım. Bedeninin sıcaklığına aşina oldukça ona karşı hissettiğim yabancılık kayboluyordu. Uyurken nefes alışlarının sıklığını biliyordum. Kokusunda büyülü bir şeyler olduğunu, istediği zaman sesiyle insana sarılabildiğini, çoğu zaman derin uykuya dalamadığını fakat onu tamamen uyandırmanın da ne çok zor olduğunu biliyordum artık. Ve tüm bunları bilmenin, beni sihirbazın maskesinin altındaki yüze ulaştıracağına inanmıştım.
"Melek!"
Merdivenlerin sonuna geldiğimde dönüp arkama bakmıyorum bile. Bir kez daha kolumdan tutarak beni durduruyor.
"İçeride duyduğun o sevk-"
Kolumu çekiyorum hışımla. "Bırak dedim!"
"Bırakamam!" diyor inatçı bir tavırla beni kendine çekerek. Yüzümü ellerinin arasına aldığında bir kez daha o tavşana dönüşüyorum. Yanaklarımdaki yaşları silerken yalvarır gibi bir tonla konuşuyor. "Begüm'ün laflarının doğru olmadığını sen de biliyorsun. Kocası alt düzey bir diplomat, söylediği her şey-"
"Ruh hastası mısın sen?!" diye bağırıyorum öfkeyle onu iterek. "Ne yalanı, Aras? Begüm'ün sözlerine bir kez bile itiraz etmedin-"
Birden kollarımdan tutarak durduruyor beni. "Ne demek itiraz etmedim?"
Hayretle ona bakıyorum. Gerçekten, ne sanıyor ki? Israrla bana karşı çıkarsa duyduklarımı unutacağımı falan mı? Öfkeden dişlerimi sıkarak silkinip bir kez daha kurtuluyorum ondan.
"Uğraşma artık, hepsini duydum!" derken sesim titremeye başlıyor. "Begüm ona attığın kazığı anlatmaya başladığından beri dinliyorum sizi! Onunla olan maceralarından da, diğer kızlarla yaptığın şeylerden de haberim var. Tüm gün boyunca beni nasıl salak yerine koyduğunu biliyorum, Aras!"
Anlık bir rahatlama beliriyor bakışlarında. O kadar kısa sürüyor ki, hayal görüp görmediğimden bile emin olamıyorum. Fakat içime batan kıymıklar hayal değil. Üzerimdeki şoku atlattıkça duyduklarım birer kıymık halini alarak teker teker saplanıyor göğsüme. Sayıları öyle çok ki, birinin acısına alışamadan diğeriyle paramparça oluyorum.
Oysa birkaç saat önce ne kadar da mutluydum. Mutluyduk... Mahalleden ayrıldıktan sonra sahile gidip çay içmiştik birlikte. Cama vuran yağmuru izlerken uzun uzun muhabbet etmiş, Ankara'daki konferansın dönüşünde neler yapacağımızı konuşmuştuk. İzleyeceğimiz filmler vardı, birlikte maça gidecektik. İkimiz de daha önce hiç lunaparka gitmemiştik mesela, döndüğü zaman ilk iş lunaparka gitmeye karar vermiştik. Farkında mıydı bilmiyorum ama teknede verdiği sözü tutmuştu Aras. Geleceğe dair hayaller kurmamı sağlamıştı.
O hayalleri bu kadar erken yıkması ne acı...
"Sana anlatacaktım." diyor bana doğru bir adım atarak. "Yanına geldiğimde geçmişte Begüm'le bir ilişkim olduğunu itiraf edecektim, Melek."
"Onunla düğün davetiyeleri üzerinde seviştiğini de söyleyecek miydin?!" diye bağırıyorum öfkeyle geri giderek. "Peki ya bardaki kız? Yukarıda Begüm'e söylediğin gibi o kızla-"
Devam edemiyorum zira düşündükçe çıldıracakmış gibi hissediyorum kendimi. Daha dün flört işlerinden anlamadığını söylememiş miydi bana? Odama geldiği gece daha önce çok fazla kız arkadaşı olmadığını kendi ağzıyla itiraf etmişti! Onun çapkın biri olmasından kuşkulandığımda kişiliğine hakaret etmişim gibi bozulan kendisi değil miydi?
"Bak, orada kastettiğim şey-"
"Orada ne kastettiğini gayet iyi anladım!" diyerek hışımla çıkışıyorum ona. "Çocuk değilim ben!"
Aras çaresizlik dolu bir sessizliğe gömülürken içimden üzerine atlayıp ağzını burnunu dağıtmak geliyor. Bana doğru bir adım attığında yüzümde tiksinir gibi bir ifadeyle geri adım atıyorum. "Sakin bir yere gidip konuşalım, Melek." diyor ısrarcı bir tavırla. "Hepsini anlatacağım sana."
"Neyi anlatacaksın ya?!" diye bağırıyorum bu kez. "Yaptığın iğrençlikleri dinlemek istediğimi de nereden çıkardın?!"
Kaşları hafifçe çatılıyor. Yüz ifadesinden dilinin ucuna kadar gelen bir lafı geri gönderdiğini görebiliyorum. Nasıl bu kadar aptal olabildim ki? Oysa bahçede Cavit ve Alp'le konuşmasına kulak misafiri olduğumda şüphelenmem gerekiyordu. Orada duyduklarım Aslı'nın deyimiyle matkap tayfaya özgü bir bilgisayar muhabbeti değildi elbette.
Matkap tayfa... Bu ismin anlamını sorduğumda Aslı'nın nasıl bocaladığını hatırlayınca zihnimde bazı taşların yerine oturduğunu hissediyorum. Öfkem öyle bir boyuta ulaşıyor ki, ellerim demirden bir yumruk halini alıyor. İşte ancak o zaman kolyemi hala avucumda tuttuğumu fark edebiliyorum. Bu farkındalıkla birlikte Begüm'ün aşağılayıcı sözleri zihnimin duvarlarında yankılanıyor yeniden.
"Kolyesine kola dökülünce nasıl paniklediğini gördün, değil mi? Safirin kararacağını sanıyordu, zavallıcık."
Tüm öfkemi unutmabeni çiçeğinin yapraklarına hapsedip hışımla Aras'a fırlatıyorum. Refleksif bir hareketle havada yakalıyor, ancak elini indirip avucunda duran kolyeyi gördüğünde bakışlarının karardığını fark ediyorum. Kolyeyi bana geri uzatırken sanki görünmez bir sınırı aşmışım gibi uyarıcı bir tonlamayla konuşuyor.
"Kolyeni bana veremezsin, Melek."
"Öyleyse Begüm'e götür de o taksın." diyorum küçümseyen bir ifadeyle. "Hiç değilse o değerli taşları ayırt edebiliyor."
İnanamıyormuş gibi bir kahkaha atıyor Aras. Aslına bakılırsa, durup bunu tartıştığıma ben de inanamıyorum. Bugüne dek aramızdaki ekonomik uçurum hiç rahatsız etmemişti beni. Bunda Aras'ın parasını insanın gözüne sokan bir tip olmayışı da etkiliydi elbette. Nazmi Amca'nın esnaf lokantasında uyuyan, bozuk klimaları tamir etmeye çalışan, sergide gördüğüm kadarıyla cemiyette pek bilinmeyen bir insandı. Onun zenginlere özgü bir yaşam sürebileceği hiç aklıma gelmemişti.
"Ne yani, sırf üzerinde az bulunan bir taş var diye kolyeni bana geri mi vereceksin?" diyor bana doğru ilerleyerek. "Bu kolyenin senin tılsımın olması dışında bir değeri yok, Melek-"
"Siktir git, Aras!" diye bağırıyorum yumruklarımı sıkarak. "Manipüle etme beni artık!"
Çünkü yoruldum. Durmadan yönlendirilmekten, gerçeklerimin bir simülasyondan ibaret olduğunu görmekten, zihnimin benden daha zeki insanlar tarafından bir oyun bahçesine dönüştürülmesinden usandım artık. En çok da başıma gelenlerden ders alamamış olmam yoruyor beni. Oysa en yakın arkadaşımı bile aslında pek tanımadığımı gördükten sonra biraz olsun temkinli olmam gerekirdi, öyle değil mi?
Fakat Arzu'yu bile ancak o öldükten sonra tanımaya başlamıştım. Ondan hesap sormam imkansız bir hale geldikten sonra... Ki ben hiçbir zaman imkansızın peşinden koşan biri olmadım.
Aras'ın elimden tuttuğunu hissedince ondan kurtulmaya çalışıyorum. Fakat benimle ilgilenmiyor, dikkatini dışarıdan yükselen seslere vermiş durumda. Aslı'nın bağırdığını duyunca ben de dışarı odaklanıyorum. Bu yüzden Aras beni elimden tutup villanın dış kapısına doğru sürüklerken engel olamıyorum ona. Bahçeye açılan terasa çıktığımızda tartışmaya başka sesler de ekleniyor. Aras'ın elinden kurtulup birkaç adım geri çekilirken durumu anlamaya çalışıyorum.
"Kokteyllerde alkol yoktu!" diye bağırıyor Aslı. "Anlamıyor musun Berk? O kaltak alkollü kokteyl göndermiş Akın'a! Hem de adamın alkol tedavisi gördüğünü bile bile!"
Aras'a döndüğümde gözlerinde parlayan öfke her şeyi açıklıyor bana. Bahçedeki topluluktaysa sadece Aslı değil, Cavit ve Turgut da epey öfkeli görünüyor. Turgut'un "Ben bu karıya haddini bildireceğim artık!" diye öfkeyle villaya doğru atıldığını görüyorum. Alp son anda önüne geçerek onu zaptetmeye çalışıyor. Tüm bu kaosun ortasında "Selçuk geldi!" diye bağırıyor birileri. Begüm'ün kocası... Aslı'nın Berk'in elinden kurtulup öfkeyle merdivenleri tırmanmaya başladığını görüyorum.
"Çık dışarı sürtük!" diye bağırarak terasa fırlıyor Aslı. "Bu sefer seni kimse kurtaramaz elimden!"
Fakat kurtarıyor. Aras'ın birden öne atılıp içeri girmeye çalışan Aslı'ya engel olduğunu fark ediyorum. Kadını zaptetmeye çalışırken terasın merdivenlerine doğru ilerliyorlar. Omzunun üzerinden bana dönüp "Arabaya git, Melek!" diye bağırırken kımıldayamıyorum yerimden. Kalabalığa dönüp "Melek'i arabaya götür!" diyerek birilerine komut veriyor.
Aşağıdaki kalabalıktan birkaç kişi terasa koştururken ardımda bir hıçkırık sesi duyuyorum. Begüm bu... Omzumun üzerinden baktığımda onun evin içindeki merdivenlerin başında dikildiğini görüyorum. Dehşetten kirece dönmüş bir yüzle olanları izliyor. Kimden korkuyor acaba? Aras'tan mı? Kocasından mı? Yoksa Aslı'dan mı? Oysa asıl korkması gereken kişi bunlardan hiçbiri değil.
Ani bir kararla arkamı dönüp villaya doğru koşturuyorum. Büyük kapıdan içeri süzülürken "Melek buraya gel!" diye bağırıyor Aras. Yüzünde delirmesine ramak kalmış gibi bir ifadeyle Aslı'yı bırakıp bana doğru hamle yaptığını görüyorum. Fakat yakalayamıyor. Metal kapıyı büyük bir gürültüyle çarpıp kapattığımda herkes gibi dışarıda kalıyor o da.
Ve sessizlik.
Begüm'le baş başa kaldığımızda anlık bir sessizlik çöküyor ortama. Dış kapıyı yumruklayan elleri, Aras'ın artık geride kalmış öfkeli sesini ve diğer insanların gürültüsünü dinlemeyi bırakıp karşımda duran sarışın kadına bakıyorum. Açık mavi gözlerinde bana son derece tanıdık gelen bir bakış var. Bir av hayvanının ürkek bakışı. Bugüne dek hep benim gözlerimde olan ifade...
"Derdin neydi benimle?!" diye bağırıyorum hışımla kadına atılırken. "Ne yaptım ben sana?! Sözlerine güvenip dostluğuna inanmaktan başka ne yaptım?! İki yüzlü orospu seni!"
Karşılık vermek yerine kaçmaya çalışıyor Begüm. Ellerimi saçına doladığımda "Böyle olsun istemezdim!" diye bağırdığını duyuyorum. Durmadığımı görünce çaresiz bir tavırla devam ediyor sözlerine. "Pişman olduğumu biliyorsun, Melek! Son anda da olsa bir şans verdim sana!"
"Ne şansı be?!"
"Aras'ı kaybetmemen için bir şans!" diyor gevşeyen parmaklarımdan saçını kurtarırken. "Sana gitmen için işaret yaptığımda arkanı dönüp bunları hiç duymamış gibi davranabilirdin! Bu şansı verdim sana!"
Sineye çekmekten bahsediyor... Aldatılmayı sineye çekip ilişkime devam edebileceğimi düşünüyor. Bu o kadar hastalıklı bir düşünce ki, hissettiğim tiksintiyle birlikte tüm kontrolümü kaybediyorum. Gözüm dönmüş bir şekilde üzerine atlarken ufak bir çığlık atıyor Begüm. Ellerimi acımasız bir şekilde saçlarına dolayıp tüm gücümle çekiyorum.
"Nasıl bir yaratıksın sen?!" diye bağırdığımda dudaklarından acı dolu bir çığlık yükseliyor. "Aras'ı kaybetmeme şansıymış! Tüküreyim ben öyle şansa!"
Sözleriyle ikna edemeyeceğini anlayınca boynumu tırmalayarak benden kurtulmaya çalışıyor. Bir anlığına acıyla bağırırken buluyorum kendimi, ardından iki elimle birden kadına saldırıyorum. İçimdeki tüm mahalle kültürünü ortaya dökerek dizimi karnına geçirdiğimde boğulur gibi inliyor. Ellerimle ulaşabildiğim her yerini tırmalarken Begüm'ün elbisemin eteklerini çekiştirmeye başladığını fark ediyorum. Bağırarak yardım isterken eteğimde çaresiz bir yırtık açarak bacaklarımı daha rahat hareket ettirebilme fırsatı veriyor bana. Aptal.
Bir bacağımı kadının bacağının arkasına dolayıp onun dengesini kaybetmesini sağlıyorum. Begüm yere düşerken aklıma telefonda bana uydurduğu yalanlar geliyor. Partide yaptıkları. Az evvel kolyem hakkında söyledikleri...
Kolyem... Tabi ya, sırf bu yüzden kola döktü üzerime! Onun ne yaptığını idrak edince eteğimi toplayıp ona doğru atılıyorum. Bacaklarımı iki yana açarak üzerine oturduktan sonra mahalle stilini bir yana bırakıp esaslı bir tokat atıyorum suratına. Acı dolu bir çığlıkla birlikte bağırarak yardım istiyor utanmadan.
"Aras, yardım et!"
Kahkaha atıyorum. "Demek sevgilinden yardım istiyorsun, ha?!"
"Bırak beni ruh hastası!" diyor boşluğumdan faydalanıp yüzüme bir tokat atarak. Yakama yapışıp çekiştirerek beni üzerinden itmeye çalışıyor hışımla. Ancak saç köklerinden tutup çektiğimde kolları bir kez daha çözülüyor.
Dış kapı gürültüyle sarsılırken muhatabımın değiştiğini fark etmeden birkaç şey daha haykırıyorum. Üzerinde hiç düşünmeden, sadece taşmaya yüz tutmuş sandıklardan sızanları dile getirerek... Begüm ağlayarak özür dilemeye başlıyor önce. Onun bu zavallılığı, yaptığı kötülüklerin arkasında bile duramayışı karşısında daha da çok öfkeleniyorum. İkinci tokadım yanağında patlarken acı dolu bir çığlık fırlıyor ağzından. Hemen arkasından dış kapının gürültüyle açıldığını duyuyorum.
"Melek!"
Anlık duraksamamı fırsat bilip saldırıya geçiyor Begüm. Acıyla bağırırken dönüp bir tokat daha atıyorum suratına. Ağlayarak kaçmaya çalışırken "Aras, yardım et!" diye bağırıyor utanmadan. Elbette yardım çağrısı cevapsız kalmıyor. Begüm bağırdıktan hemen sonra Aras'ın belimden kavrayıp beni kadının üzerinden kaldırdığını hissediyorum.
"Bırak beni!" diye bağırıyorum bacaklarımla boşluğa tekmeler atarken. "Bıraksana piç kurusu!"
Bırakmıyor. Belime kenetlenmiş ellerini açmaya çalışırken Begüm'ün "Ben saldırmadım!" diye bağırdığını duyuyorum. İnsanlardan destek toplamaya çalışıyor. "Siz de gördünüz, üstüme çıkmıştı!"
"Evet ben saldırdım!" diyerek haykırıyorum. "Dahası da gelecek! Hem sen, hem de beş para etmez sevgilin korkun benden!"
"Ne sevgilisi?"
Kalabalıktan yükselen sesle birlikte herkes susuyor. Begüm'ün gözlerinde beliren korku dolu bakışı görünce sesin kaynağına bakıyorum ben de. Konserde gördüğüm adam bu... Kocası gelmiş... Sessizlikle geçen bin yıllık bir anın sonunda kulaklarımda Aras'ın iç çekişi yankılanıyor. Nefesi boynuma çarptığındaysa hala onun kucağında olduğumu fark ediyorum.
Sonra kahkaha atmaya başlıyorum.
✧ ═════*¨༺ • ♡ • ༻¨*═════ ✧
Erzurum, 2006
Nazmi gözlerini açtığında bir tabutun içinde olmadığına epey şaşırmıştı. Pencereden içeri parlak beyaz gün ışığının hücum ettiği bir hastane odasıydı burası. Yan taraftaki refakatçi yatağında oğlu Hakan'ın bükülmüş gövdesi uzanıyordu. Onu görünce şimşek gibi görüntüler çakmaya başladı zihninde. Yıldızlı bir Erzurum gecesi. Kendisine doğrultulmuş bir silah. Ağlayan bir çocuk. Karanlık bir çukur. Aras.
Aras vurmuştu kendini. Hayır, Aras Sanatçı'yı vurmuştu. Kendisi hala yaşıyordu, ardında iki cansız beden bırakarak sağ çıkmayı başarmıştı o çukurdan. Hafızası yavaş yavaş yerine gelirken hafifçe doğrulmaya çalıştı. Ne kadar zamandır buradaydı? İnsanlar onu kimin vurduğunu öğrenmiş miydi? Ve en önemlisi, Aras neredeydi?
Yattığı yerde hafifçe öksürerek boğazını temizledi. Onun sesiyle birlikte Hakan hafifçe kıpırdanmıştı uykusunda. Tekrar boğazını temizlediğinde oğlunun gözlerini açıp hızla yerinde doğrulduğunu fark etti. Bir anda dipçik gibi ayağa fırlayıp ona doğru döndü Hakan. Nazmi oğlunun gözlerindeki ani şaşkınlığın açığa vurduğu sevinci görünce allak bullak olduğunu hissetti.
İlk evladını kaybettikten sonra baba olmayı bir sorumluluğa indirgemişti. Belki de bir tür savunma mekanizmasıydı bu. Aras'ın ölümünün verdiği acı o kadar ağır gelmişti ki, aynı acıyı bir daha yaşamamak için evlatlarıyla duygusal bağ kurmaktan uzak durmuştu hep. Hakan bu savunma mekanizmasının ilk kurbanıydı. Bilhassa Aras'ın eve gelişinden sonra babasından iyice uzaklaşmış, Nazmi oğlana eziyet ettikçe tepkisel bir içgüdüyle çocuğu sahiplenmişti. Şimdiyse babasının hasta yatağına yaklaşırken yumuşak bir ifade vardı bakışlarında. Nazmi bu bakışa sığınarak oğluna elini uzattı.
"Aras..."
"Merak etme baba, Aras iyi." diyerek gülümsedi Hakan. "Senin sayende."
Tüm halsizliğine rağmen konuşmayı denedi tekrar. "Oğlum ben-"
"Siper olmuşsun onun önüne." dedi oğlu gururla ona bakarak. "Her şeyi anlattı bize. Ben... Bugüne dek hep ona kötü davranmakla suçladım seni..."
Nazmi iki şeyi anlamanın verdiği rahatlıkla derin bir nefes aldı. Birincisi, Aras herkesi uydurduğu senaryoya inandırmıştı. İkincisi, Hakan hiçbir şeyin farkında değildi. Oğlu Harbiye'yi kazandığında en korktuğu şey bu olmuştu oysa. Yıllar boyu verdiği eğitimlerin hepsi kamplarda ve özel eğitim alanlarında gerçekleştiği için kimliğinin açığa çıkmasından fazla endişe duymamıştı. Ancak Aras eve getirdiği bir projeydi.
Sıradan insanlar amaçsız bir eziyetle amaca yönelik bir eğitim arasındaki farkı anlamayabilirdi fakat bir asker fark ederdi bunu. Gerçi eğittiği oğlan asker, militan ya da istihbaratçı olmayacağı için ona kamplardaki SERE eğitimlerini birebir vermemişti. Daha çok süzgeçten geçirilmiş ve bazı açılardan özelleştirilmiş bir eğitimdi bu. Fakat yine de eğitimdi işte. Eğer Hakan önce askeri lise sonra da Harbiye için senelerdir İstanbul'da olmasaydı, illa ki fark ederdi.
Muayene edilene dek arkasına yaslanıp içinde bulunduğu koşulları öğrenmeye çalıştı. Pek fazla bir şey söylemiyordu Hakan. Doktor içeri girene dek bir haftadır yoğun bakımda yattığından, birkaç gündür de normal odada olduğundan başka bir şey öğrenememişti. Kısa süren rutin muayenenin ardından bunun sebebini de anladı.
Böbreklerinden biri yoktu artık. Diğeri de ancak hasarlı şekilde kurtarılabilmişti. Eğer Aras ateş ederken son anda kendini yana atmış olmasaydı muhtemelen kaybettiği şey böbreği değil, kalbi olacaktı. Artık bir böbrek hastası olduğu fikrine alışmaya çalışırken omuriliğinin de zarar gördüğünü öğrendi doktordan. Yürüyebiliyordu fakat bacağı aksayacaktı. Bunun fizik tedavi ile düzelme imkanı olduğunu söylemişti doktor. Ancak sağ kolundaki zayıflık için yapılabilecek bir şey yoktu. Gündelik hayatına devam etmesine engel teşkil etmese de artık düzgün nişan alması imkansızdı.
'Gerçekten de öldürdü.' diye düşündü Nazmi. 'Sanatçı'yı tamamen öldürdü.'
Doktor gittikten sonra sıra polislere gelmişti. İfade verirken hiç zorlanmadı, anlatması gereken senaryoyu biliyordu zaten. Aras'ın ona söylediklerini tekrarlarken oğlanın bunu bilerek yapıp yapmadığını merak etmeye başlamıştı. Niyeti en başından beri geri dönüp onu kurtarmak olabilir miydi? Ayıldığı zaman polislere verdiği ifade kendininkiyle çelişmesin diye mi anlatmıştı tüm planını? Eğer öyleyse Aras onu öldürmeye hiç niyetlenmemiş demekti bu.
'Ama kalbime nişan aldı.' diye düşündü tekrar. 'Yana atılacağımı bilemezdi ki.'
Hemşire gelip serumunu değiştirirken Hakan tekrar uğradı yanına. Oğlan epey yorgun görünüyordu, muhtemelen günlerdir o kalıyordu babasının yanında. Nazmi onu eve göndermeye çalıştığındaysa bu fikre şiddetle karşı çıkmıştı. Gözlerini açmış olsa bile henüz kendi başına kalacak durumda değildi adam. Karısı ise son zamanlarda yataktan kalkamıyordu bile, hasta haliyle gelip ona refakatçilik yapamazdı.
"Ben kalırım burada."
Başını kaldırdığında kapının önünde duran Aras'la göz göze geldi. Mahcup bir bakış vardı oğlanın gözlerinde, kendilerine doğru ilerlerken onun hayatta kaldığına epey sevinmiş gibiydi. Aras'la konuşma fırsatı ayağına gelince bu öneriye hevesle tutundu Nazmi. İkisinin ısrarı karşısında Hakan en sonunda pes edip gitmeyi kabul etmişti.
Oğlu onlarla vedalaşıp odadan çıktığı anda atmosfer buz kesti.
Oğlana nasıl davranacağını bilemiyordu Nazmi. Konuşacakları çok şey vardı fakat hepsi o çukura gömülmüş gibiydi. İç çekerek yerinde doğrulmaya çalışırken "Aras..." diye seslendi. "Konuşmamız gerek oğlum."
"Ben de şerefsiz suratını görmeye gelmedim zaten." dedi oğlan yüzüne bile bakmadan. "Söyleyeceklerim var sana."
Sessiz kalıp onun konuşmasını bekledi Nazmi. Aras Hakan'ın kalktığı koltuğa oturup ona doğru dönerken ne söyleyeceğini az çok tahmin edebiliyordu.
"Babam hiçbir şey bilmeyecek." dedi oğlan onu hiç şaşırtmayarak. "Bunca yıl nasıl oynadıysan aynı numaraya o geldiğinde de devam edeceksin. Eğer öteki tarafa gidip geldin diye vicdan yapıp ötmeye kalkarsan bu sefer kalıcı yollarım seni."
Nazmi iç çekti. "Başka?"
"Başka bir şeye gerek yok." diye devam etti Aras. "Babam gelince siktir olup gideceğim buradan. Sen de bir daha ne benim ne de ailemin karşısına çıkmayacaksın."
"Gidip babanla mı yaşayacaksın yani?" diyerek kaşlarını çattı Nazmi. "Öyleyse beni boşuna tembihledin demektir. Sen nasılsa kendin anlatırsın, çocuk."
"Anlatacak olsam gider polise anlatırım." diye çıkıştı Aras. "Gidip de kendi ağzımla babama ötmem."
"Baban seni öttürür oğlum." diyerek ufak bir kahkaha attı Nazmi. "Eski DGM Savcısı buradaki polislere benzemez. Sen altında bezle dolaşırken ben babanın Susurluk Davası'nda istihbaratçı sorguladığını bilirim. En ufak bir şüphe duyarsa sonuna varana dek işin ucunu bırakmaz."
Aras bir süre sessiz kaldı. Nazmi ise oğlanın babası karşısında ne kadar şansı olduğunu düşünüyordu hala. Onu kendisi eğitmişti fakat Hakkı da hafife alınacak biri değildi. Anadolu'da görev yaparken çok şey görmüştü, bilhassa DGM sonrası dönem hepten katılaştırmıştı onu. Sivas'ta gördüğü güler yüzlü gençle, Susurluk davasındaki eski istihbaratçıları sorgulayan savcı arasında dağlar kadar fark vardı. Gündelik hayatında karıncayı bile incitmeyen adamın sorgulara girerken gömleğinin kollarını katladığını biliyordu.
"Yatılı okula gideceğim." dediğini duydu Aras'ın. "Sıfırdan başlayacağım her şeye."
Gözlerine bakarken onun zihninin geleceğe dair planlarla dolu olduğunu görebiliyordu. Ağzını açıp bir şeyler söylemek istedi fakat açılan kapı buna engel olmuştu. Elinde yemek tepsisiyle birlikte hemşireydi gelen. Tepsiden yayılan kokularla birlikte midesinin kazımaya başladığını hissetmişti. Ancak hemşire kalmadı odada, refakatçi olduğunu görünce tepsiyi sehpaya bırakıp dışarı çıktı. Onun gidişiyle birlikte Aras da ayağa kalkıp yemek tepsisini eline almıştı.
Nazmi oğlanın doğruca çöp kutusuna yürüdüğünü görünce "Dur ulan!" diye seslenmeye çalıştı. "Ne yapıyorsun sen?"
"Sana yemek mi yedirecektim bir de?" diyerek güldü Aras. "Üzülme, beni aç bıraktığın günlere sayarsın."
Ardından tepsideki yemekleri olduğu gibi çöpe boşalttı.
✧ ═════*¨༺ • ♡ • ༻¨*═════ ✧
OZAN
Uyanmamı sağlayan şey ne bacağımdaki sızı, ne de Mertlerin gürültüsü olmuştu. Kokuydu beni uyandıran. Kucağımda yatan yaratığın yaydığı, insana kendini Dündar Bayraktar'la birlikte bir foseptik çukuruna düşmüş gibi korkunç hissettiren bir bok kokusu. Gözlerimi araladığımda Araf'ın alt katındaki odada, ki buraya Cehennem lakabını takmıştım, yalnız olduğumu fark ettim. Tabi, koca kafasını göğsümden kaldırıp ağzının kenarındaki salyayla birlikte neşeyle bana sırıtan kardeşimi saymazsak...
Uyandığımı görünce neşeli bir çığlıkla salyasını gömleğime sildi. Sırıtarak cılız saçlarını karıştırırken Efe'nin burun deliklerinin genişlediğini fark etmiştim. Evet, bu onun sıçarken takındığı surat ifadesiydi. Odaya yayılan kesif bok kokusuyla yüzümü buruştururken kendi kendime sızlandım.
"Sen bunu nasıl yapıyorsun ya?"
"Adddd..."
İşte yine başladık. Efe'nin son moda işkencelerinden biri de buydu işte, konuşmayı öğrenme egzersizleri. Normal bebeklerin en geç bir yaşında konuşmayı öğrenmiş olması gerekirken Efe bu konuda biraz geriden geliyordu. Aylar önce doktoru zihinsel gelişiminde herhangi bir problem olmadığını, bazı çocukların geç konuşmaya başlayabileceğini söyleyerek bizi rahatlatmıştı. Daha doğrusu rahatlayan bendim. Ada ise çocuğun sürekli evde kaldığı için böyle olduğu konusunda endişeleniyordu. Bu yüzden Efe'yi haftanın belirli günleri kreşe götürmeye başlamıştık.
İşe yaramıştı da. Son birkaç aydır seçim dönemindeki bir cumhurbaşkanı kadar çok konuşuyordu Efe. Onun sayesinde bebeklerin nasıl olup da bir dili öğrenebildiğini keşfetmiştim. Yöntemleri oldukça basitti: duyduğun her sesi taklit et. Ve bunu gece gündüz yap. Durmadan.
"Addd..."
"Ada yok işte." dedim gözlerimi yeniden kapatarak. "Seni kötürüm abinin üstüne atıp kaçmış olmalı."
Eğer bunu yaptıysa ona kızamazdım doğrusu. Bir aydır sayısız kez cinnetin eşiğine getirmiştik kızcağızı. Hastayken dünyanın en korkunç insanına dönüşüyordum, bacağımdan yaralı olmama rağmen yemeğimi bile Ada yedirmişti ilk günlerde. Bu arada Efe de durmadan altını doldurarak ve yaramazlık yaparak işkencenin dozunu arttırmıştı. Harbiden bu kız bize nasıl katlanıyordu ya?
"Şizofren abisine desek daha doğru olur."
Ada'nın sesini duyunca tamamen uyanmış bir şekilde gözlerimi açıverdim. Sonsuz bir yeşillik... Bir elini kapının pervazına yaslamış, yüzünde kınayan bir tebessümle bizi izliyordu. Onu görünce bok torbasının el çırparak güldüğünü fark etmiştim, aynı tepkiyi vermemek için kendimi zor tuttuğumu düşünürsek bebek haksız sayılmazdı.
Ada gülerek bize doğru yürürken zar zor gözlerimi ondan almayı başardım. Fakat görünüşe bakılırsa uykum hala açılmamıştı. Zira kız yanıma gelip bana doğru eğildiğinde bir an için onun bana günaydın öpücüğü vereceği fikrine kapılmıştım. Neyse ki hafifçe öne uzanan kafamın farkına varmadı bile, Efe'yi kucağımdan alıp ustalıkla geri çekildi. Homurdanmamayı başardığım için kendi omzumu sıvazlayasım gelmişti.
Bebekle birlikte diğer koltuğa otururken "Çocuğun yanında söylediklerine dikkat et artık," dediğini duydum onun. "Büyüyor Ozan, bizi anlamaya başlıyor."
Kuşkulu bir tavırla Efe'yi süzdüm. "Bu mu büyüyor?"
"Büyüyor tabi," dedi gülerek Efe'yi öperken. "Kocaman oldu abisi."
Efe'nin kıkırdayarak Ada'nın boynuna sarıldığını görünce homurdandım. Öte yandan, kız haklıydı. Mesela eskiden kucağımda Efe'yle birlikte televizyon karşısında sızıp kalmak gibi bir hobim vardı. Şimdiyse kollarımda kopacakmış gibi bir ağrıyla uyanmayı göze almadan yapamıyordum bunu. Ufaklık haddinden fazla ağırlaşmıştı cidden. Ya da belki de ben formdan düşmeye başlamıştım. Tekrar homurdandım. Bir an önce şu sakatlık numarasına son verip yan taraftaki antrenman odasına düzenli ziyaretlerde bulunmam gerekiyordu. Tabi bunu Ada'ya itiraf edecek değildim.
"Hepsi senin yüzünden." diyerek ters bir bakış attım kıza. "Bizim memleketin kadınları gibi çocuk bakıyorsun."
Yeşil gözlerinde hayretli bir bakışla bana döndü. "Pardon?"
"Modern kadınlar gibi değil de Of'lu teyzeler gibi besliyorsun çocuğu." diye açıkladım. "Instagram'da görüyorum mesela, millet çocuğuna organik mama dışında bir şey yedirmiyor." Ada'nın şaşkın bakışları arasında telefonumu elime alıp hızla uygulamaya girdim. Bahsettiğim profili açtıktan sonra ekranı ona çevirip gösterdim. "Bak, bu kadın Mulipa mamaya brokoli falan katıyormuş. Sense oğlana kuvvet olsun diye pastırmalı yumurta yediriyorsun."
Şaka yapmıyordum. Geçen gün kahvaltı ederken Efe'ye pastırmalı yumurta yedirdiğini gördüğümde aynen böyle söylemişti bana; "Çocuğa kuvvet olsun diye yediriyorum, Ozan." Normal koşullarda bir hackerdan duyamayacağınız sözlerdi bunlar. Fakat Ada'nın bazı sabahlar çay bardağında pekmez sulandırıp çocuğa içirdiği bile oluyordu. Onun memleketteki akrabalarımla görüştüğünden şüphelenmeye başlamıştım. Zira çocukken babamın halası Dürdane Hala da bana sulandırılmış pekmez içirirdi.
"Nasıl çocuk yetiştirileceğini senden öğrenecek değilim." dedi telefonumu üstüme atarak. "Instagram annelerinden de."
"Sen çocuk yetiştirmiyorsun, Ada." dedim gülmemeye çalışarak. "Sen tosun yetiştiriyorsun."
"Kontrole gittiğimizde doktor Efe'nin kilosunun da sağlığının da gayet yerinde olduğunu söyledi." diyerek burun kıvırdı. "Ayrıca fotoğraflarını gördüm, sen de bebekken tosun gibiymişsin."
"Çünkü Of'lu teyzeler tarafından yetiştirildim."
Annem de bir doktor olduğu için Gölcük'e taşınana kadar Dürdane Teyze bakmıştı bana. Taşındıktan sonraysa yeni bakıcım Gülnihal Teyze olmuştu. Onun da pek Instagram annesi olduğunu söyleyemezdim ama Dürdane Teyze gibi sabahları iştah açsın diye çocuklara bıldırcın yumurtası içirecek türden biri de değildi. Kendi oğlunun iştahı hiç kapanmadığı için bu tarz anaç refleksler geliştirmek zorunda kalmamıştı.
"Eğer Efe'yi benim yetiştirdiğimi görmekten rahatsız oluyorsan..." diyerek söze girdi Ada. "O zaman gözlerini kapatmayı deneyebilirsin. Zira daha önce de söylediğim gibi, çocuk yetiştirmeyi senden öğrenecek değilim."
Bunları söyledikten sonra yüzünde kibirli bir ifadeyle yerinden kalkıp kucağında Efe'yle birlikte yan taraftaki boş odaya doğru ilerlemeye başladı.
Sırıttım.
Korktuğum cevabı vermemişti Ada, onun Efe'yi bu kadar benimsemiş olduğunu görmek hoşuma gidiyordu. Aralarındaki iletişime müdahil olmaya çalıştığımda kendini yabancı hissedip alınmak yerine beni kışkışlaması, kardeşime Of'lu teyzeler gibi pekmez içirmesi, bu kadar genç olmasına rağmen bu kadar olgun ve bilinçli olması hoşuma gidiyordu. İki yıl önce alelacele evlenirken gözardı etmiş olabilirdim fakat nikah masasına oturduğumuzda henüz 20 yaşındaydı bu kız.
Bense 24 yaşına geldiği halde üniversiteyi bitirememiş, o yaşa dek bir kez bile sorumluluk almamış, kendini hala evin haylaz oğlu sanan bir çocuktum. Gerçekten çocuktum. Ve her çocuk gibi, oyun arkadaşımı örnek alarak hareket etmeye başlamıştım. Ada'nın olgunluğuna ayak uydurmaya çalışırken ailemin acısını unutmuş, derslerime asılıp okulu bitirmiş, dedemin merhametine sığınmadan hayatımı düzene sokmuştum. Ne ara oyun oynamayı bırakıp gerçekten büyüdüğümü ben de bilmiyordum.
"Çok da bir şey yapmamıştı."
Ada'nın kucağında Efe'yle birlikte içeri girdiğini görünce başımı kaldırdım. Yan taraftaki boş odalardan birini bebek eşyalarını koymak için kullanıyorduk, evde değil de Araf'ta olduğumuz zamanlar kolaylık sağlıyordu bu.
"Emin misin?" dedim bebekle birlikte buzdolabına ilerleyen kıza bakarken. "Yaydığı koku tam aksini gösteriyordu da..."
"Abartıyorsun, Ozan." diyerek gözlerini devirdi. Ardından tekrar buzdolabına eğildi. "Bir şey ister misin?"
Bunun retorik bir soru olduğunu, Ada'nın süt ve ayran dışında bir seçeneğe müsaade etmeyeceğini bildiğim için suratımı astım. Efe buradayken içki içmemizi yasaklamıştı, ne yazık ki kendisini biranın alkollü içecek sayılmayacağına bir türlü ikna edememiştim. Fakat bir noktada haklı sayılırdı zira Efe içtiğimiz her şeyden ona da vermemizi istiyordu. Sırf acı olduğunu görüp çenesini kapatsın diye bir yudum rakı vermeyi bile denemiştim fakat yüzünü buruşturduktan sonra tekrar istemişti. O gün Aras'la birlikte bu ufak veledin önünde ceketimizi iliklediğimiz gündü. Ve Ada'nın bizi çocuğa içki içirmekle suçlayıp ortalığı birbirine kattığı gün.
Ada elime bir bardak süt tutuşturunca bir kez daha homurdandım. Efe'nin yanında sadece alkol kullanımını bırakmamıştık, aynı zamanda da sağlıklı şeyler içmek zorundaydık. Onun bilhassa beni rol model aldığını söylüyordu Ada. Bu yüzden sabahları huysuz kardeşime pekmez içirmeyi başaramadığında onu da önce benim içmem gerekiyordu.
"Baaa-"
Efe'nin elimdeki sütü işaret ederek bağırması beni şaşırtmamıştı. İçtiğim içecekten istiyordu elbette. Sadece onun içecekler için kullandığı burmmm kelimesini değiştirmiş olmasını garipsemiştim. Gülerek süt bardağını ona uzattığımda tombul elleriyle geri itti. "Baaa-"
"Tamam, al işte." dedim sütü bebeğe içirmeye çalışarak. İnatçı bir tavırla bardağa elini vurdu, ardından kollarını havaya kaldırıp ardı ardına aynı şeyi söylemeye başladı. "Baa-"
Anlamaya çalışarak Ada'ya baktım bu kez. "Sütü pipetle falan mı içmek istiyor?"
Yüzü bir anlığına kararsızlıkla gölgelendi. Anlayamadığım fakat onun canını sıkan bir durum vardı ortada. Kollarını şefkatle bebeğin etrafına sararken başını öne eğdi. "Süt istemiyor, Ozan."
"Ne istiyor peki?"
"Hiçbir şey, sadece sana sesleniyor." dedi anlayışlı bir tavırla gülümseyerek. Ardından Efe'nin söylediği heceyi anlamlı bir kelimeye dönüştürdü. "Baba diyor, anlamıyor musun?"
Hayretle bakakaldım. "Bana mı?"
Efe hevesle tekrarladı. "BAAAABBBBAA."
"Kreşteki diğer çocuklardan görmüş olmalı." diyerek dudağını ısırdı Ada. "Eh, etrafında sürekli gördüğü tek yetişkin erkek sensin."
Bir şey söylemek üzere ağzımı açtım fakat sonra tekrar kapattım. Ne diyeceğime dair hiçbir fikrim yoktu çünkü. Neden bana baba diyordu ki? Ada'ya anne demiyordu mesela, ona ismiyle hitap ediyordu. Aynı mantıkla bana da Ozan demesi gerekmez miydi? Adımı söylemek zor geliyorsa abi de diyebilirdi, kısa ve kolay bir kelimeydi bu. Neden baba?
Uzanıp kucağıma aldım Efe'yi. Yüzünde şapşal bir sırıtışla aynı kelimeyi tekrarladıktan sonra başını omzuma yatırdı. Ona babası olmadığımı nasıl anlatacaktım? Babamızın toprağın altında olduğunu idrak edebilmesi için kaç yaşına gelmesi gerekiyordu? O zamana dek beni babası sanarak büyürse öğrendiğinde iki kez babasını kaybetmiş olmayacak mıydı?
"Ozan..."
Ada yerinden kalkıp yanıma otururken düşünceler denizinde kaybolmuş vaziyetteydim. Annemin hamile olduğunu öğrendiğimde verdiğim olumsuz tepkileri düşünüyordum. Kazık kadar olmuşken kardeş sahibi olmak utanç verici gelmişti bana. Babamın Efe doğduğu dönemlerdeki mutluluğu gözümün önünden gitmiyordu. O esnada ben çocuk gibi trip atmakla meşguldüm, babam yeni doğmuş kardeşimi kucağıma vermek istediğinde geri çevirmiştim onu.
Şimdiyse kucağımdaydı işte. Beni babası sanıyordu. Gerçek babasının öldüğünden bile haberi yoktu.
Ada omzumda uyuyakalmış kardeşimi alıp diğer koltuğa yatırırken hiçbir tepki veremedim. Yastıklarla koltuğun etrafına bir bariyer yaptıktan sonra eğilip bebeğin yanağına ufak bir öpücük kondurdu. Yaptığı bu hareket birden annemi getirmişti gözümün önüne. Ölmeden önceki son sözleri zihnimin içinde uğuldayıp duruyordu. 'Kardeşin sana emanet, Ozan.'
"Ozan, konuş benimle."
Ada'nın elimi tuttuğunu fark edince şaşkınlıkla ona döndüm. Gözlerindeki yeşilliklerde endişe ve şefkat iç içe geçmişti. Fakat benim görmek istediklerim bunlar değildi.
Bu yüzden onu kendime çekip öptüm.
Aklımdan ne geçiyordu, ya da bir aklım var mıydı emin değilim. Tıpkı aylar önce ona hislerimi itiraf edişim gibi anlık gelişen bir hareketti. O itirafın yarattığı mesafeyi aşabilmek için çok uğraşmam gerekmişti. Sözlerimin anlık bir kafa karışıklığı olduğuna, Selin'i unutamadığım için saçmaladığıma, bir daha asla tekrarlanmayacağına ikna olması için aylardır istemediğim bir ilişkinin içerisindeydim. Şimdiyse hepsini yıkıp geçiyordum işte.
Şaşkınlıktan donakalmış olması benim için beklenmedik değildi. Birkaç saniye içerisinde yiyeceğim tokadın da farkındaydım. Fakat dudaklarında tıpkı o çok sevdiği böğürtlen reçelini andıran bir aroma vardı. Dilimle o aromanın tadına bakarken biraz daha yaklaştım ona. Ellerini tutup parmaklarımı parmaklarına geçirirken hafifçe iç çekti.
İçimden kollarımı beline dolayıp onu kendime çekmek geliyordu fakat tereddütlü hareketlerinden daha önce öpüşmediğini anlamıştım. Bu da beklenmedik değildi. Asıl beklenmedik olan şey, Ada'nın hala beni itmemiş oluşuydu. Dilimle nazikçe dudaklarını aralarken başını hafifçe yana eğdiğini fark ettim. Ellerimin arasında duran elleri gevşemeye başlamıştı, işi ağırdan alarak adımları atması için ona izin verdim. Hayatımın en ızdırap dolu saniyeleri olabilirdi ancak sonunda elleri ağır ağır kolumdan yukarı tırmanıp boynuma sarılmıştı.
Ve sonra birden bitti.
Beni itip panikle kendini geri attığında onu durdurmaya çalışmadım. Selin'le gerçekten sevgili olduğumu sanıyordu, aylar önce beni reddettiği için mahcup olmasını anlayabiliyordum. Utanmasını da. Fakat bakışlarındaki buz gibi nefreti gördüğümde hayretle kalakaldım.
Aramızda en fazla birkaç metre vardı fakat gerçek mesafenin kıtaları aştığına yemin edebilirdim. Ada'nın nefret ve tiksinti karışımı bakışları tüm zihnimi allak bullak etmişti. İstemsizce oturduğum yerde ondan uzaklaşırken öpüşmemizi düşünmeye başladım. Nerede hata yapmıştım? Kontrolü elden bıraktığım tek bir anı bile hatırlayamıyordum, hayatımın en şehvetten arındırılmış öpüşmesiydi bu.
"Ada..."
Bakışları ağır ağır yumuşarken suçluluk dolu bir ifade belirdi yüzünde. Ellerinin tereddütle havalanıp dudaklarına uzanmasını izledim. Ardından avuçlarıyla yüzünü kamufle edip başını öne eğdi.
"Ada, konuşm-"
Birden sözümü kesti. "Eve gidiyorum ben."
Panikle öne atılıp koltukta uyuyan Efe'yi kucağına aldı. Kıpkırmızı kesilmiş yüzüne bakarken sakatlık numarasını bir kenara bırakıp ayağa kalkmıştım bile. Ona doğru adım attığımda elini kaldırarak görünmez bir duvar çizdi aramıza. Ardından çantasını omzuna asıp bebekle birlikte kapıya doğru ilerledi. Çıkmadan önce omzunun üstünden bana bakarken gözlerini kaçırmıştı.
"Bu akşam eve gelme, Ozan. Lütfen..."
✧ ═════*¨༺ • ♡ • ༻¨*═════ ✧
"Yenildim ben, unutuldum ve üzgün değilim inan.
Büyüktü çünkü onların dünya arzusu
Benim otların sesiyle kaplı kalbimden
Söktüm atımı söğüdün gölgesinden
Şimdi yol benim yeniden."
-Birhan Keskin
-*-
"Seni mahvedeceğim! O kaltakla birlikte beni aptal yerine koymak neymiş göstereceğim sana! Bak var ya, andım olsun-"
Aras'ın eli tekrar ağzıma kapandığında tehdidim yarım kalıyor. Dişlerimi acımasızca avucuna geçiriyorum bir kez daha. Yüzünü acıyla buruştursa da sessizliğini koruyor. Nefes almam için elini hafifçe çektiğinde kaldığım yerden devam ediyorum.
"-Doğduğun güne pişman edeceğim seni! Sen daha beni tanımadın puşt, ama tanıyacaksın! O duvardan kalın kafanı kopardığım zaman göreceksin kim olduğumu! Yemin ederim bu sefer-"
İç çekerek elini ağzıma kapatıyor. Allah belasını versin! Öfkeden gözüm dönmüş bir halde yerimde yükselip başımı çenesine geçiriyorum. Acıyla homurdanarak kollarını etrafıma sarıyor. Soğuktan buz kesmiş vücudumun onun sıcaklığı karşısında bir anlığına gevşediğini hissediyorum. Allah vücudumun da belasını versin!
Aras'ın kollarından kurtulamayacağımı anlayınca şansımı bacaklarında deniyorum. Ayakkabımın topuğuyla sağlam bir tekme attığımda hafifçe inliyor. Bu sesi takriben minik bir kıkırtı yankılanıyor arabanın ön tarafında. Gözlerimi kısarak sesin sürücü koltuğundaki Alp'ten mi, yoksa onun yanında oturan Cavit'ten mi geldiğini anlamaya çalışıyorum. Galiba her ikisinden birden...
"Çok mu komik?!" diye bağırıyorum onlara dönüp. "Pezevenk kankanızın saftirik aksesuarı çok mu komiğinize gitti? O yüzden mi bütün gün benimle alay edip durdunuz?!"
İkisi de sessizliğe gömülüyor. Hemen ardından tepemde Aras'ın sesini duyuyorum. "Ne alayı?"
"Cenaze alayı!" diyorum çırpınarak. "Bil bakalım tabutta kim olacak?"
Pek takmıyor beni. Soran gözlerle Alp ve Cavit'e bakarken arkadaşlarının durumu izah etmeye çalıştığını duyuyorum. Benimle dalga geçmediklerini, onun düştüğü komik duruma güldüklerini falan söylüyorlar. En sonunda şeytan ikna oluyor sanırım. Kulağıma doğru eğilip gönlümü almaya çalışır gibi "Gördüğün üzere, kimsenin seninle alay ettiği yok." diyor utanmadan. "Zaten buna izin vermezdim, Melek."
"ŞAKA MISIN SEN YA!" diye bağırıyorum kayışı tamamen kopararak. "İZİN VERMEZMİŞ! SENİN BEN O İKİYÜZLÜ KORUMACI TAVRINI Sİ-"
Elini ağzıma kapatıyor.
Çırpınarak elinden kurtulmaya çalışırken bakışlarım yola takılıyor. Yol kenarındaki tabelayı görünce nereye gittiğimizi anlıyorum. Araf'a giden yol burası... Birden keyiflendiğimi hissediyorum. Şeytan üç ay boyunca ortalıkta olmadığı için bilmiyor olabilir fakat ben birkaç kilometre sonra karşımıza bir polis çevirmesi çıkacağını bilecek kadar iyi tanıyorum bu yolları. Bakalım onu ve saz arkadaşlarını zorla alıkoyma gerekçesiyle tutuklattığım zaman ne halt edecek?
Muhtemelen paçayı yırtmanın bir yolunu bulurlar fakat hemen değil... Aras'ı biraz tanıyorsam bu yaptığıma öfkelenip olay çıkaracaktır. Eğer polisleri gaza getirebilirsem görevli memura mukavemet suçunu da hanesine yazarlar. Böylelikle nezarette bir gece geçirmelerini garantilemiş olurum. Ancak en güzeli tevkif edilişlerini izlemek olacak.
Çırpınmaya mola verip arkama yaslanırken o güzel anın hayaliyle dolduruyorum zihnimi. Aras'ın ters kelepçeyle kafasından bastırılarak polis aracına yaslandığını düşünmek bile zevkten dört köşe olmama yetiyor. Nefesi saçlarıma çarpana kadar... Ona yaslandığımı fark edince tiksintiyle öne itiyorum kendimi. Verdiğim tepki karşısında bileklerimi tutan eli biraz daha baskısını artırıyor. Ardından Alp'e dönüp basit bir buyruk dile getiriyor.
"İlerideki kavşaktan sola dön."
Ağzım kapalı olduğu için Aras'ın direktifine bir tepki veremiyorum fakat Cavit sözlerime tercüman oluyor zaten. "Ne alaka abi? Dediğin yoldan çok uzak olur."
"Bu yolda da polis çevirmesi var."
Şeytan'ın verdiği cevapla birlikte tüm tutuklatma hayallerim yıkılıyor. Homurdanarak yola bakarken sürücü koltuğundaki Alp'in belli belirsiz sırıttığını fark ediyorum. Cavit ise hala şaşkın görünüyor. Kafası karışmış bir halde oturduğu yerde dönüp "Polis varsa ne olmuş?" diyor bu kez. "Melek tutup da bizi ihbar edecek değil herhalde."
Aras'ın sevimli bir ses tonuyla "Hiç yapar mı öyle bir şey?" dediğini duyuyorum. Ardından ağzımdaki elini çekmeden çenemden tutup beni kendine çeviriyor. Kendimi birden onunla yüz yüze bulunca öfkeli bir tavırla kaşlarımı çatıyorum. Konuşurken bakışlarında gösteriye hazırlanan bir sihirbazı anımsatan tehditkar bir parıltı yanıp sönüyor. "Yapar mısın, Melek?"
Başımı sallayarak onu onaylıyorum.
Bastırılmış bir kahkahanın hayaleti titreşiyor dudaklarında. Ağzımdaki elini çekip parmaklarıyla çatık kaşlarımı düzeltmeye çalışırken "Elbette yaparsın," dediğini duyuyorum. "Hatta bahse girerim, zihninde bunu çoktan tasarlamışsındır."
"Evet, tasarladım!" diyerek gururla itiraf ediyorum. "Polis çevirmesinden yırtmış olabilirsin fakat savcılıktan kaçamayacaksın! İlk fırsatta gidip suç duyurusunda bulunacağım! Adam kaçırmak neymiş göstereceğim sana!"
"Ben seni kaçırmıyorum." diyor uzlaşmacı bir tavırla. "Sadece sakinleşip konuşabileceğimiz bir yere gidiyoruz."
"Seninle konuşmak istediğimi de kim söyledi?" diyerek uzaklaşıyorum ondan. "Konuşmayı geç, yüzünü bile görmek istemiyorum! Yerin yok artık hayatımda!"
"O kadar kolay değil, küçük hanım." diyerek kestirip atıyor. "Onca şey atlatmışken böyle saçma bir şey yüzünden benden ayrılamazsın."
"Ayrılamam çünkü biz zaten birlikte değildik!" diyorum hışımla onu iterek. "Sen partide sevgilinle rahatça kırıştırabilmek için arkadaş olduğumuzu söylemiş olabilirsin fakat ben orada arkadaşız derken yalan söylemiyordum!"
"Kimseyle kırıştırmıyordum, Melek." diyor beni zaptetmeye çalışırken. "Yemin ederim, Begüm evlendikten sonra onunla bir kez bile görüşmedim."
"Evlendikten sonra derken tam imza atma anını mı kastediyorsun?" diyerek kahkaha atıyorum. "Düğün davetiyesinin üstünde yapan adam, gelin odasında da yapar çünkü!"
Cavit son derece basit fakat insani bir tepki veriyor. "Yuh."
"Bu daha ne ki?!" diyorum müttefik bulmanın verdiği gazla Cavit'e dönerek. "Bu var ya bu, utanmadan flört işlerinden anlamam demişti bana! Güya daha önce çok fazla kız arkadaşı olmamış!"
Kısa bir sessizliğin ardından Alp söze karışıyor. "İyi de bu-"
"Alparslan!"
Yine susturuyor birilerini. Bunu fark ettiğimde minik sakinleşme emarelerimden de oluyorum. Öfkem gözlerimden, ellerimden, tenimden fışkırıyor adeta. Dışarıdan birileri duyar umuduyla imdat çığlığı atarken dirseğimle karnına vurmaya çalışıyorum. Elini ağzıma kapatarak çığlığımı kesiyor fakat çırpınmamla başa çıkamıyor. Başını bana doğru eğip "Sakinleş artık." diye yalvardığını duyuyorum.
Fakat sakinleşemiyorum.
Kaç kıza dokundu acaba? Kaç farklı bedende dolaştı nefesi? Bunları düşündükçe fokur fokur kaynıyor içim. Bir sürü kadının ona dair benim hiç bilmediğim şeyleri bildiğini düşündükçe delirecek gibi oluyorum. Begüm Aras'ın sevişirken ona aşk sözleri fısıldadığından bahsetmişti mesela, bense neler söylemiş olabileceğini tahmin edemiyorum bile. Onu sevdiğini mi söyledi kadına? Güzel olduğunu mu? Sevişirken başka ne söylemiş olabilir ki? Üstelik bir masada!
Aras'ı hışımla iterek kendimden uzaklaştırmaya çalışıyorum. Begüm masadaki unutulmaz sevişmelerinden bahsederken onun yüzünde alaycı bir tebessümle masaya anlık bir bakış attığını fark etmiştim. Ne düşündü orada mesela? İlk sevişmelerini mi hatırladı? Bu düşünceyle birlikte gözlerim dolmaya başlıyor, kolumun kanadımın kırıldığını hissediyorum. Fakat aklıma Begüm'ün onu barda bastığı kız gelince hüznümün yerini eskisinden de büyük bir öfke alıyor.
Sağa sola dönerek ondan kurtulmaya çalışıyorum. Bacağına bir tekme attığımda acıyla nefesini tutuyor, fırsattan istifade kendimi yan tarafa atıp camı açmaya çalışıyorum. Ufak aralıktan çığlık atarak yardım isterken Aras belimden tutarak engellemeye çalışıyor beni.
Sabrının tam olarak hangi noktada taştığından emin değilim ancak kollarımdan tutup beni pat diye geri çektiğinde karşı koyamıyorum. Tıpkı teknedeki gece derimi kazırken karşı koyamadığım gibi. Hızımı alamayıp yerden seken bir yoyo gibi ona çarptığımda kolunu karnıma sarıyor. Bir an sonra dudaklarını kulağıma yasladığını hissediyorum.
"Seni bu şekilde zaptetmek kolay değil." diyor uyarır gibi bir tonla. "Ama kucağıma alırsam kolay olur. Yolun kalanını kucağımda gitmek istemiyorsan, dur artık."
İki yabancı erkeğin gözü önünde onun kucağına oturmak mı? Bunun düşüncesi bile ürpermeme sebep oluyor. Ona duyduğum tüm nefrete rağmen sesimi kesip hareketsiz kalmaya çalışıyorum. Fakat bu durum daha çok çaresiz hissettiriyor bana. Hıçkırıklarımı bastırsam bile yanaklarımdan aşağı süzülen yaşlara engel olamıyorum.
İç çekerek gözyaşlarımı silmeye çalışıyor. Göğsüne yaslanıp duyduğum her şeyi unutmayı istiyor bir yanım. Bugün yaşananların bir kabus olmasını, gözlerimi onun kollarında açmayı... Fakat onunla uyurken kabus görmemin imkansız olduğunu biliyorum. Aras'ın bana yaşattığı tüm kabuslar gerçek.
Kafamı sağa sola çevirerek ondan kurtulmaya çalışırken Alp'in hafifçe güldüğünü duyuyorum. "Şanslı günündesin." diyerek başıyla yolu işaret ediyor Aras'a. Çırpınmaya son verip gösterdiği yöne baktığımda kahkaha atmamak için kendimi zor tutuyorum. Bu yolda da polis çevirmesi var!
"Saçma bir şey yapma, Melek." diyor Aras usulca. "Seni gerçekten kaçırıyor olsam bile polisler hiçbir şey yapamaz. Tek bir telefona bakar, anladın mı?"
"Allah belanı versin." diyorum tüm tiksintimi sesime yansıtarak. "Sen ve senin gibilere bu gücü verenlerin de, yarattığınız bozuk düzenin de Allah belasını versin."
"Bu düzeni ben yaratmadım, Melek." diyor utanmadan. "Türkiye'nin düzeni bu."
"Öyle düzenin ben-"
Polislerin el ettiğini görünce sesim kesiliyor. Fakat elbette boynumu büküp oturacak değilim. Bu yüzden Alp camı aralar aralamaz başlıyorum bağırmaya. Kopardığım yaygara karşısında tüm polisler birden aracın etrafına doluşuyor. Görevliler bizi araçtan indirmeden hemen önce Aras'ın diğer tarafında duran çantamı kapıyorum. Begüm'ün yarattığı darp izleri ve ağlamaktan kızarmış yüzüm polisler üzerinde sandığımdan da büyük bir etki yaratıyor. Aras, Cavit ve Alp tam da hayallerimdeki gibi ekip otosuna yaslanırken iki polis memuruyla birlikte boş ekip aracına biniyorum.
Beni arabaya bindirdikten sonra başıma bir görevli dikip geri gidiyor polisler. Arkama dönüp camdan baktığımda Aras ve arkadaşlarının kısa bir üst aramasından geçtiğini görüyorum. Ne yazık ki tüm öfkesine rağmen sakin kalmayı başarıyor Şeytan. Onlar memurlarla bir şeyler konuşurken aralarındaki atmosferin giderek renk değiştirdiğini fark ediyorum. En sonunda Alp eline telefonunu alıp birilerini arıyor ve tüm umudum suya düşüyor.
Telefon konuşmasından sonra görevlilerin çoğunun tavrında gözle görülür bir yumuşama meydana geliyor. Bazılarınınsa yüzlerinde memnuniyetsiz bir öfkeyle bu manzarayı izlediğini görüyorum. Fakat hiçbiri ses çıkaramıyor. Türkiye'nin düzeni yüzüme çarpıyor acımasızca. Eskisinden de büyük bir öfkeyle çantama uzanırken ön taraftaki polisin benimle konuştuğunu duyuyorum.
"Gerçekten adamları tanımıyor musunuz?"
Diğerlerine nazaran genç, temiz yüzlü bir adam bu. Dikiz aynasındaki bakışları kaygılı görünüyor.
"Bakın, benim sizi kurtarmaya gücüm yetmez." diyor gerçeği basitçe dile getirerek. "Şimdi gaza basıp gitsem bile iki kilometre ötedeki çevirmede durduruluruz."
Adamın bu sözleri çarpık düzeni yüzüme vuruyor adeta. Evet, şu anda canım tehlikede falan değil. Ancak olabilirdi de. Gerçekten kötü niyetli insanlar tarafından kaçırılıyor olabilirdim, yüzümdeki darp izleri gerçekten beni kaçıran adamların eseri olabilirdi ve çevirmede yardım istediğim polisler beni yine kendi elleriyle o adamlara teslim edecekti.
"Sizi buradan götüremem ama isterseniz sigara içmek için dışarı çıkabilirim." diye devam ediyor arabadaki polis. Şaşkın şaşkın baktığımı görünce iç çekerek açıklama yapıyor. "Cep telefonumu burada unutacağım. Eğer canınız gerçekten tehlikedeyse vaktiniz varken sosyal medyada olayı duyurmanızı öneririm. Dışarıdaki adamların yüzü görünecek şekilde bir video çekin, kişisel bilgilerinizle birlikte yayınlayın." Omzunun üzerinden dışarı kısa bir bakış atıyor. "Ve acele edin."
Türkiye'nin düzeni bu mu gerçekten? Ön koltuktaki adamın yüzüne bakarken meselenin o kadar da basit olmadığını fark ediyorum. Dışarıdaki polisler arasındaki zıtlaşma büyürken arabadaki görevli de telefonunu yan koltuğa bırakıp kapıya uzanıyor.
"Adamları tanıyorum, endişelenmeyin." diyorum telefonumu elime alarak. "Eğer izin verirseniz bu meseleyi siz mesleğinizi tehlikeye atmadan da çözebilirim."
Görevli onay verdikten sonra rehbere girip bana yardım edebilecek tek kişiyi arıyorum. İkinci çalışta telefon açılıyor ve tanıdık bir ses ahizeyi dolduruyor.
"Alo, Melek?"
"İyi günler, hocam." diyorum gözümü karartıp. "Bir konuda yardımınıza ihtiyacım var."
✧ ═════*¨༺ • ♡ • ༻¨*═════ ✧
OZAN
Ada'nın kapattığı kapının suratıma çarptığını hissettim. En çok da yüzünde beliren özür diler gibi ifade oturmuştu içime. Allah kahretsin, neyi yanlış yapmış olabilirdim ki? Daha fazla ne kadar ağırdan alabilirdim? İkimiz de liseli değildik, kaldı ki lise yıllarımda bile bir kızı sadece elini tutarak öpmemiştim.
Yeniden koltuğa çöküp başımı ellerimin arasına aldım. Kendimi sigara paketlerindeki cinsel iktidarsızlık mağduru çift görsellerinden birine düşmüş gibi hissediyordum. Tek sorun, ortada iktidar tartışması yaratabilecek bir cinselliğin olmayışıydı. Aşırıya kaçmamaya öyle çok özen göstermiştim ki, bu öpüşmenin bir tık altında bayramlarda Mahmut Amca'nın elini öpme performansım yer alıyordu.
Ani bir kararla ayağa fırladım yeniden. Peşinden gidip onunla konuşmam gerekiyordu. Gerekiyor muydu? Dışarı çıkıp koridora göz attığımda dışarı açılan kestirme kapının aralık olduğunu fark ettim. Üst kata bile çıkmadan buradan kaçmış olmalıydı.
Bacağımda bir halta yaramayan sargılarla koridorda ilerleyip aralık kapının önüne çıktım. İlerideki park yerinde Efe'yi bebek koltuğuna oturtmakla meşguldü. Telaşla geri çekildiğinde bir anlığına gözlerimiz buluştu ve kendimi tutamayıp ona doğru bir adım attım. Bunu fark ettiği anda gözlerinde yalvaran bakışlarla iki yana salladı başını. Ardından arabaya bindi ve şaşkın bakışlarım arasında gaza bastı.
Gitmişti.
Peşinden gidebilirdim. Hatta belki de şu anda yapmam gereken tek şey buydu fakat ben de sarsılmış durumdaydım. Üstelik şu anda Ada'yla baş başa kalma fikri pek mantıklı gelmiyordu gözüme. İkinci bir öpüşmede Mahmut Amca performansımı koruyabileceğimden emin değildim.
Tekrar içeri dönüp koltuğa çökerken onu öptüğüm an zihnimde belirmişti. Seviyordu beni. Sevmeseydi hiç karşılık vermezdi, sevmeseydi elleriyle bileklerimi okşamazdı onu öperken. Fakat bilmediğim bir nedenden ötürü benden kaçıyordu. Acaba dedem miydi problem? Ada'nın ondan korktuğunu biliyordum, bu konuda pek haksız da sayılmazdı. Bir suç baronunun torunuydum ben, dedemi reddetsem de aradaki kan bağı yakamı bırakmayacaktı. Tıpkı annemle babamın yakasını bırakmadığı gibi.
Tabi bir de Selin vardı. Var mıydı? Giderek seyrekleşmişti onunla görüşmelerimiz. Neden artık seks yapmadığımıza anlam veremiyordu mesela. Ona gerçeği söyleyemediğim için sessiz kalarak sebebi bir sağlık problemine yormasına izin vermiştim.
Telefonumu çıkarıp hızlıca bir mesaj yazdım ona. İki yıl önce bir mesajla terkedilmiş olmama misilleme falan yapmıyordum, sadece sesini duymak istemiyordum şu an. Gönder tuşuna bastığım anda üzerimden büyük bir yük kalkmıştı. Sakinleştiği zaman Ada'ya da söyleyecektim bunu, Selin'e dönme sebebimin bile o olduğunu bilmesi gerekiyordu.
Sonra? Sonrası için bir planım yoktu henüz. Zaten ben hiçbir zaman planların adamı olmamıştım. Son iki yıldır yaptığım gibi bu kez de savrularak yolumu bulacaktım. Ya da kaybolacaktım.
Arkama yaslanıp gözlerimi kapattığımda dışarıdan sesler yükselmeye başlamıştı. Üst katta bir bar olduğunu düşünürsek gürültü olması normal gelebilirdi fakat sorun şu ki, harika bir ses yalıtımı vardı bu binanın. Bir dakika... Bugün bar açık değildi ki.
Harika. Siktiğimin yerinde bir tek hırsız eksikti zaten.
Sabrım tükenmiş halde tekrar ayağa kalktım. Tam şu anda birilerini dövme fikri gözüme epey güzel görünmüştü. Bu yüzden dışarı çıkmadan önce kapı arkasında duran haydarı da aldım elime. Koridora adım attığımdaysa seslerin aralık bıraktığım kapının dışından geldiğini anlamıştım. Birileri itiş kakış içerisinde bara doğru ilerliyordu.
Kapıyı kapatıp sürgüledikten sonra koşarak merdivenlere yöneldim. Elimde sopayla üst kata çıkarken alt kata inen kapıyı da ardımdan kapatmayı ihmal etmemiştim. Basamakları arşınlarken ses yalıtımı giderek kaybolup, yerini tenteleri döven yağmur sesine bırakmaya başladı. Bunun üstüne bir de çarpma sesi eklenince bir tür doğal felaketle karşı karşıya olduğuma kanaat getirdim. Muhtemelen az sonra barın yarısının bir hortum tarafından biçildiğini görecektim.
Fakat üst kata çıktığımda bar hala yerinde duruyordu. Bu esnada dışarıdaki sesler de giderek yaklaşmıştı. Üstelik hiç yabancı gelmiyorlardı bana. Kavga eden iki erkeğin gök gürültüsünü andıran kükremeleri verandayı doldururken kaynağın hırsız ya da kasırga olmadığını çoktan anlamıştım. Kaynak, Karadağ erkekleriydi.
Barın kapısı savrularak açılıp duvara çarparken önce genç olan girdi içeri. Aras'ın büyük bir öfkeyle odanın içine ilerlemesini izlerken Ada ve Efe gittiği için memnun olmuştum. Zira normal insanlar için korkutucu bir manzara olurdu bu. Hemen arkasından içeri dalan Hakkı Amca'nın yüzüne baktığımdaysa Ada ve Efe'yle birlikte gitmediğim için pişman olmuştum. Zira benim için de korkutucu bir manzaraydı bu.
-*-
Kız kaçırmıştı manyak herif.
İkisi etrafı yıkarak kavga ederken anlayabildiğim tek nokta buydu. Fakat Hakkı Amca'nın neden öfkelendiğini anlayamamıştım. Bildiğim kadarıyla bu tarz kız kaçırma olaylarının büyük destekçisiydi kendisi, üstelik Melek'in onun gelini olmasına dünden razıydı. Tamam, laf arasında kızın yemek yapma yeteneğinden bahsederek bu duruma katkıda bulunmuş olabilirdim fakat neticede ortada öfkelenmesini gerektirecek bir durum yoktu.
Fakat dakikalar ilerlerken durumun sandığım gibi olmadığını anlamıştım. Bir kere Melek bohçasını alıp kendi isteğiyle kaçmamıştı Aras'a. Hayvan herif gerçekten de kızı kaçırmıştı. Bunu neden yaptığını öğrendiğimdeyse ayağa kalkıp onu alkışlamamak için kendimi zor tutmuştum. Ki bu benim çok nadir yapacağım bir şeydi.
Zira bu hayatta Aras'ı dövmekten daha çok sevdiğim bir şey varsa, o da onu eleştirmekti. Açıkçası bu konuda pek malzeme eksikliği yaşamıyordum, bir eleştirmen için mükemmel bir rol modeldi kendisi. İncelikten yoksundu mesela, erkek ırkına özgü tüm öküzlükleri bünyesinde barındırıyordu. Derinlerde bir yerde iyi kalpli olduğunu düşünsem de duygusal açıdan tam bir morondu.
Fakat ben bile onun sorun çözme konusundaki cüretkarlığını takdir etmeden duramazdım. Problemlere yaklaşımı öylesine net ve mühendisçeydi ki, karşısına çıkan engellerin basit bir düğüm ya da çözülmesi imkansız bir Gordion düğümü olması önemli değildi. Zira Aras genelde her iki düğüme de aynı çözümü uyguluyordu; onları bir baltayla kesmek gibi.
"Bir dakika, doğru mu anladım?" diyerek lafa karıştım. "Melek tüm yalanlarını öğrenip haklı olarak senden ayrılmak istedi ve sen de onu kaçırdın, öyle mi?"
"KAÇIRMADIM!" diye böğürdü bana dönerek. "SAKİNLEŞİP KONUŞTUKTAN SONRA EVİNE GÖTÜRECEKTİM!"
Hakkı Amca yerinde bir müdahalede bulundu. "ULAN KIZI ARABAYA TIKIP KAÇIRARAK MI SAKİNLEŞTİRECEKTİN?!"
Şimşek çaktı. Ciddiyim. Hava her zamanki gibi kapalıydı zaten, yetmezmiş gibi bir de onların kükremesine eşlik eden gök gürültüsü durumu iyice ürkütücü hale getiriyordu. Hakkı Amca bağırırken havanın onların öfkesinden etkilendiği hissine kapılmıştım. Babasını daha fazla öfkelendirmemesi için Aras'a kaş göz işareti yapmaya çalıştım fakat beni görmedi bile.
"NEYİ NASIL YAPACAĞIM SADECE BENİ İLGİLENDİRİR!" diye bağırdı öfkeyle. "ZAMANINDA ANNEMİ KAÇIRMIŞ BİR ADAMDAN AKIL ALACAK DEĞİLİM!"
"ANNENİN RIZASI VARDI HAYVAN HERİF!" diyerek kükredi Hakkı Amca. "ZORLA KAÇIRMADIM BEN ONU!"
"BEN DE MELEK'İ KAÇIRMADIM!"
Hakkı Amca oğluna pek inanmış gibi durmuyordu. Açıkçası başka zaman olsa ben de Aras'a inanmazdım fakat şu an biz bizeydik zaten. Babasından pek çekinmediğini düşünürsek ortada yalan söylemesini gerektirecek bir durum yoktu. Eğer cidden kızı kaçırmaya çalışmış olsaydı bunu inkar etmezdi bence. Melek durumu biraz abartmış olmalıydı ancak kızın başına gelenleri düşününce ona da hak vermeden edemiyordum.
"Lan oğlum..." diyerek tane tane konuşmaya başladı Hakkı Amca. Öfkeden bıyıkları titriyordu. "Sizi bulduğumda kızcağız hırpalanmış bir halde arabada tıkılıydı. Ne demek kaçırmadım ulan?!"
Eh, işte bu noktada kankamın iftiraya uğradığı kesindi. Zira Aras bir kadını hırpalamazdı, hele ki Melek'e zarar vermesi ihtimal dahilinde bile değildi.
Aras babasına öfkeyle kahkaha atarak "Kızcağıza neden hırpalandığını da sordun mu?" dediğinde bir şeyler döndüğünü anlamıştım. Üzerindeki ceketi söker gibi çıkarıp atarak gömleğinin yakasındaki kan lekelerini gösterdi. "Kızcağızın partide bir kadını sevgilim sanıp evire çevire dövdüğünü de biliyor muydun?"
Hakkı Amca hayrete düşmüş gibi görünüyordu. Bense onun kadar şaşırmamıştım. Melek'in sakin ve uysal görünümünün altında eli maşalı bir tip yattığını az çok biliyordum. Neyse ki Aras bayılıyordu onun bu yönüne. Şimdi bile kızın Begüm'ü dövdüğünden yakınırken sesindeki gizli gurur tınısını duyabiliyordum. Haksız da sayılmazdı. Sahi, Melek 1,70'lik Begüm'ü nasıl dövmüş olabilirdi ki?
"İyi yapmış!" diyerek kükredi Hakkı Amca. "Keşke seni de dövseymiş!"
Keşke patlamış mısır olsaydı. Aklıma karım gelince fikrimi değiştirdim. Keşke rakı olsaydı. Az evvel yaşadığım öpüşmeyi zihnimden söküp atamıyordum bir türlü. Aşağıda iki farklı kızı öpmüştüm sanki. Biri benim tanıdığım naif güzellikti; öpüşürken ellerimin arasındaki ellerinin gevşediğini, çekingen adımlarla bana yöneldiğini hissetmiştim. Diğeriyse sert bir savaşçıydı, beni itip çekilirken gözlerinde neredeyse cani bir bakış görmüştüm.
Onu tanıdığım gece pencereden gördüğüm İstanbul manzarasını hatırladım. Çöp konteynerinde yaktıkları ateşin etrafına toplanmış evsiz çocuklar ve boğazda lüks bir yatta parti yapan zengin gençler... Eğer bir fotoğrafçı olsaydım o manzarayı çekip ismini Ada koyardım. Zira o da tıpkı İstanbul gibi iki farklı suret taşıyordu içinde. Bense onun iki suretine de aşıktım.
"Ozan!"
Hakkı Amca'nın kükremesini duyunca başımı kaldırıp ona baktım. Öfkeden bıyıkları titriyordu harbiden. Ben düşüncelere gömülmüşken Aras ne halt yediyse adamın tepesini attırmış olmalıydı.
"Efendim Hakkı Amca?"
"Şunun ağzına geçir bir tane!" dedi eliyle oğlunu işaret ederek. "Ama sağlam olsun!"
Kendisi bugüne dek bir kez bile vurmamıştı evlatlarına. Fakat ben onun evladı değildim, eğer Aras'a vurmazsam yumruk yeme ihtimalimi gözardı edemiyordum. Başımı çevirip kararsızlıkla arkadaşıma baktığımda kaşlarını hafifçe yukarı kaldırdığını gördüm. Bu ona vurmaya kalkışırsam tüm öfkesini benden çıkaracağı anlamına geliyordu. Uzun zamandır antrenman yapmadığım için kum torbası görevi üstlenme ihtimalim yüksekti ne yazık ki.
"Üzgünüm Hakkı Amca." dedim bar taburesine yaslanıp boynumu bükerek. "Bacağım henüz tam iyileşmedi."
İkisi birden başını çevirip bana baktı. Bir şey söylememişlerdi fakat yüzlerindeki birbirinin kopyası ifade aynı şeyi söylüyordu; 'Hassiktir oradan.'
Neyse ki çalan telefon beni öfkeli babayla oğul arasında kalmaktan kurtardı. Hakkı Amca "NE VAR?" diye nazikçe kükreyerek açtı telefonu. Karşı taraftaki kişi her kimse öfkesi yatışır gibi olmuştu, bize tehditkar bir bakış fırlattıktan sonra "Kız nasıl, Nazmi?" diyerek dışarı doğru yürümeye başladı. Verandaya çıkmadan hemen önce telefonu eliyle kapatarak oğluna dönüp çıkıştı.
"Melek'in annesi polise gideceğim diye tutturmuş." derken büsbütün öfkelenmişti. "Ulan madem kız kaçıracaksın, ne diye yarı yolda yakalanıyorsun?!"
Aras'ın yüzünde öfke ve hayret karışımı bir ifade belirmişti. Onu yakalayan kişinin babası olduğunu düşününce benim de gülesim geliyordu doğrusu. Hakkı Amca kapıyı çarparak verandaya çıktıktan sonra rahat bir nefes alarak bar taburesine oturdum. Ne yazık ki Aras hala sakinleşmiş değildi. Bir iki saniye bocaladıktan sonra beni hiç şaşırtmayarak kapıya doğru ilerlemeye başladı. Oturduğum yerde iç çekerek ona seslendim.
"Sence şu anda kızın kapısına dayanmak mantıklı bir davranış mı?"
"Hayır ama aklıma başka bir şey gelmiyor."
"Olayı bana anlatmaya ne dersin?" dedim uzlaşmacı bir tavırla. "Mesela ne sikime Begüm'ün evine götürdün kızı?"
Götürmemişti. Aras söverek dönüp masalardan birine çökerken elime bir şişe viski alıp bardaklarla birlikte karşısına oturdum. İçine düştüğü tesadüfler silsilesini bana anlatırken bir yanım ona acır gibi olmuştu. Pezevengin teki de olsa kankamdı sonuçta. Hayatında ilk kez bir kıza aşık olmuştu ve tüm evren onların arasına girmek için işbirliği yapmış gibi görünüyordu. Öte yandan aralarındaki en büyük problemin Aras'ın kendisi olduğunu da gözardı edemiyordum. Melek yine iyi katlanıyordu bu puşta.
"Anlamadığım şey, neden Begüm'ü tehdit etmek için partinin sonuna kadar bekledin ki? Madem elinde koz vardı, en başta kullansaydın."
Normal bir insanın vicdan ya da merhamet yüzünden kadını tehdit etmediğini düşünebilirdim. Fakat Aras hayatındaki tehlike unsurlarına karşı merhamet duyabilen biri değildi. Begüm onu tehdit ettiği andan itibaren gözünde ortadan kaldırılması gereken bir hedefe dönüşmüş olmalıydı. Gün boyunca neden ona tahammül ettiğini anlayamamıştım.
"Elimde koz falan yoktu." diyerek duruma açıklık getirdi. "Oturup da geçmişte takıldığım tüm kızların hayatını didiklemiyorum, Ozan. Başta Melek'i içeri gönderip Begüm'le konuşmayı denedim fakat epey gaza gelmişti. Ben de isteklerine boyun eğmiş gibi görünüp onun ya da kocasının bir açığı olup olmadığını araştırmaları için bizim çocukları aradım. Son ana kadar bir açığı olup olmadığı bile meçhuldü."
"Sen de onu tehdit ederek susturmaya çalıştın." dedim bir elimi çeneme yaslayarak. "Ama sadece bununla yetinmeyeceksin sanırım?"
"Üçü de en geç bir hafta içinde siktir olup gidecek." dedi aniden parlayan bir öfkeyle. "Artık yurtdışında ayrılırlar mı, yoksa üçü birlikte mi takılır bilemiyorum."
Başımı kaldırıp hayretle ona baktım. "Ulan hadi Begüm ve Akın'ı anladım da Selçuk'un suçu ne?"
"Melek ona Begüm'le ilişkim olduğunu söyledi."
"Ama yok, değil mi?"
"Begüm evlendikten sonra olmadı." diyerek öfkeyle onayladı Aras. "Ama kocasının benim lafıma inanacağını sanmıyorum."
Yine de eksik noktalar vardı sanki. Mesela her şey açığa çıktığı halde onun neden Begümleri sürgün etmek istediğini anlayamamıştım. Üstelik Selçuk bu konuda gerçekten de suçsuzdu. Aras muhtemelen onun intikam almak istemesinden çekiniyordu. Fakat bu da mantıklı gelmiyordu bana. Alt düzey bir diplomat ondan nasıl bir intikam alabilirdi ki? Durumu çözer gibi olunca iç çekerek boşalan bardakları doldurmaya koyuldum.
"Seninle ilgili bir şeyler biliyorlar, değil mi?" diye sordum bardağını ona uzatırken. "Mesele çapkınlık öyküleri falan değil. Melek'in öğrenmesini istemediğin başka şeyler de var."
"Aynen öyle." dedi gözlerini üzerime sabitleyerek. "O şeylerin ne olduğunu öğrenmek ister misin, Ozan?"
İstemiyordum. Zira gerçeklerin her zaman bir bedeli olurdu. Hele ki bu gerçekler, her sözü yalan olan bir adamın ağzından çıkacaksa...
"Hayır." dedim başımı iki yana sallayarak. "Fildişi kulemde mutluyum ben."
Fakat mutlu da değildim. Olayların dışında olmak olayların varlığını bilmekten korumuyordu beni. Öğrendiğim her gerçek yüzünden o gerçeği söylemediğim insanlara karşı suçluluk hissediyordum. Evet, fildişi bir kulede yaşıyordum fakat bu aynı zamanda aşağıda yaşanan tüm kaos ve teröre şahit olmak demekti. Aras kuleden aşağı inip bu kaosu yaratmasında ona yardımcı olmamı istiyordu.
"Bulunduğun yer bir Babil Kulesi." dedi umursamaz bir tınıyla. "Umarım oradan düşmezsin."
"Melek gibi mi?"
Eh, onun bam teline basmak bu kadar kolaydı işte. Başını kaldırıp öfkeyle bana bakarken yüzüme yayılan acı tebessüme engel olamamıştım. "Sana sordu, değil mi?" diyerek konuşmaya devam ettim. "Tabloyu ne yaptığını sordu. Ne anlattın ona?"
"Durumu emniyete bildirdiğimizi söyledim." dedi verandada telefonla konuşan babasına kısa bir bakış atarak. "Cinayet davasına artık onların baktığını, gizlilik nedeniyle soruşturmanın kimseye duyurulmadığını sanıyor."
"Gerçeği neden söylemedin?"
Hafifçe omuz silkti. "Gerçeği bilmesi hiçbir işe yaramaz."
"Olayları ve insanları senin işine yarayıp yaramamalarına göre kategorize edemezsin, gerizekalı." dedim bıkkınlıkla. "Gerçeği öğrenmemiz senin olmasa da bizim çok işimize yarardı. Eğer Arzu'nun mezarının boş olduğunu bilseydik, o kahrolası soyguna hiç kalkışmazdık mesela."
Aras ters ters bakmakla yetindi. Az sonra patlayacağını biliyordum. Fakat ben de patlamanın eşiğinden çok uzakta değildim artık. Cinayeti belgeleyebilmek için aptal gibi liman soymaya kalkışmıştık oysa ortada bir ceset bile yoktu. Üstelik bu gerçeği soygundan günler sonra öğrenmiştim. Melek ise hala bilmiyordu elbette.
"Sakın bana soygundan bahsetme, Ozan." dedi buz gibi bir sesle. "O gece Melek oradan sağ çıktığı için, Lavinia bu işe hiç bulaşmadığı için şükret ve kapat bu konuyu."
Uzatmadım. Soygun konusunda Melek'i durdurmamakla hata ettiğimi ben de biliyordum. O gece ters gidebilecek her şey ters gitmişti. Limanda kapalı kaldıkları süreçte aralarında ne geçtiğini bilmiyordum fakat o gün hasta yatağımın başına geldiğinde cehennemden çıkmış gibiydi Aras. Melek yaralıyken üç gün boyunca eli kolu bağlı kalmak onu epey yıpratmış gibi görünüyordu.
Bana doldurduğu bardağı elime alıp arkama yaslandım. Aklımda bir çift yeşil göz belirip duruyordu. Ada'nın eve gelmememi istediğini hatırlayınca hiç uzatmayı bardağı kafama diktim ben de. Sessizlik dakikalara yayılıp uzarken kafamı dağıtabilmek için Aras'a dönüp "Ne yapmayı düşünüyorsun?" diye geveledim. "Yani... Melek Begüm meselesine epey öfkelenmiş olmalı."
"Onun hayatında artık yerim olmadığını söyledi." dedi katı bir tavırla. "Anlayacağın, olmayan ilişkimizi bitirdi."
Yüzünden bir şey anlamak mümkün değildi fakat ses tonunda yatan kederi duyabiliyordum. Ağır bir gerçeği kabullenmeye çalışıyormuş gibi görünüyordu.
"Bu sözleri öfkeyle söylediğini biliyorsun, değil mi?"
"Öfkeyle söyledi." diyerek onayladı beni. Ardından ellerini iki yana açarak ekledi. "Fakat eninde sonunda olacak olan bu zaten."
Açıkçası epey şaşırmıştım. Söylediği şeye bakılırsa gerçekten de umudunu kaybetmek üzereydi. Onun ne kadar inatçı bir adam olduğunu bildiğim için bu anlamsız geliyordu bana. Eğer Melek'ten vazgeçecek olsaydı kız ondan nefret ederken yapardı bunu, değil mi? Oysa aralarında en ufak bir kıvılcım bile yokken vazgeçmesi için ona verdiğim tüm nasihatleri elinin tersiyle itmişti Aras. Tam da hislerine karşılık bulmuşken pes etmesine anlam veremiyordum.
"Sen ciddi misin?" dedim yaşadığım hayretle. "İlişkiniz öfkeyle söylenmiş sözler yüzünden mi bitecek?"
"Benim zorumla var olan bir ilişkiden bahsediyoruz, Ozan." dedi ciddi ciddi. "Ancak en iyi koşullardayken var olabilen bir ilişki... Hayatımdaki tüm pürüzleri bir kenara kaldırıp günlük güneşlik biri gibi davrandığımda hislerime karşılık veriyor fakat sorun şu ki, ben günlük güneşlik bir adam değilim. Melek de olduğum kişiyi kabul edecek kadar çok sevmiyor beni. Olay bu."
Ne demek istediğini anlamıştım. Fakat yaptığı çıkarımlara katılmıyordum. Melek'in onu sevdiği gün gibi ortadaydı, Aras'ın yokluğunda geçen üç ay boyunca hepimiz görmüştük bunu.
"Belki de günlük güneşlik biri gibi davrandığın için sana güvenemiyordur." dedim omuz silkerek. "Ama seni sevdiğine eminim. Hatta bana kalırsa tahmininden de fazla seviyor."
İkilemde kalmış gibi bir ifade belirdi yüzünde. Onun buna pek inanamadığını görebiliyordum ve haksız da sayılmazdı. Melek duygularını haddinden fazla kendine saklayan bir tipti. Yaz boyu endişesini bile saklamaya çalışmıştı bizden, üstelik Aras'ın yanındayken duygularını daha da derine gömüyordu. Gördüğüm en yavaş ilerleyen ilişkiyi yaşıyorlardı.
Bu yüzden Aras'ın "Bazen bunu ben de düşünüyorum." dediğini duyunca şaşırmama engel olamadım. İlişkileri mesafe kat etmiş olabilir miydi?
"Bazen öyle bir bakıyor ki..." dedi gözlerini kadehten ayırmadan. "Bakışlarıyla sarılıyor sanki. Bilmiyorum Ozan, çok fazla susuyor."
"Kızın üstüne gitme o zaman."
Ona ne diyeceğimi bilemiyordum fakat buna gerek kalmadı zaten. Cevabı benim yerime Hakkı Amca vermişti. Başımı çevirdiğimde onun kapının önünde dikildiğini gördüm, ne yapacağını bilemez halde oğluna baktı önce. Ardından iç çekerek bara doğru ilerlemeye başladı.
"Biraz ürkek bir kız Melek." dedi büyük buzluktan bir şişe rakı çıkararak. "Sen üstüne gittikçe daha çok içe kapanıyor.- Ozan, gel yardım et bana."
"Hakkı Amca benim bacağım-"
"Karın mıyım ulan ben senin?" diyerek çıkıştı birden. "Sakatlık numarası yapmayı bırak da gel meze hazırla."
Homurdanarak ayağa kalkarken ters ters Aras'a baktım. Mutfak konusundaki beceriksizliği yüzünden kimse ona iş buyurmuyordu. Yetenekli olmanın lanetini yaşıyordum resmen. Gerçi, yetenekli olsa bile şu an bir işe yarayabileceğini pek sanmıyordum. Nedense üç kişilik rakı ziyafeti çekecek oluşumuz keyfini kaçırmıştı onun. Babasına kısa bir bakış attığında kalkıp gitmesinden korkmuştum fakat neyse ki bunu yapmadı.
Mezeleri hazırlarken Hakkı Amca'nın sataşmalarına maruz kaldım elbette. Kendi babamdan idmanlı olduğum için bunları gülerek savuşturabiliyordum. Üstelik viski yüzünden kafam da güzelleşmişti biraz. Bu yüzden mezeleri tabağa koyarken bana "Ada ne yapıyor?" diye sorunca "Kaçtı." deyiverdim. "Bugün ilk kez öpüştük, sonra apar topar eve kaçtı."
Evliliğimizin sahte olduğunu biliyordu. Benim karıma aşık olduğumu da... Gülerek omzuma vurarken "O da seni öptüyse sorun yok demektir." dediğini duydum onun. "Utanmıştır, oğlum."
"İyi de çok öpmedim ki!" diyerek saçmalamaya devam ettim. "Azıcık öpünce niye utansın?"
"Bunların hepsi böyle." diye lafa karıştı Aras. Masada oturmuş avucunda tuttuğu mavi bir kolyeye bakıyordu. "İlk öpüştüğümüzde ben de Melek'i azıcık öpmüştüm ama tuttu kafa attı bana. Sonra da kaçtı tabi."
Rakıyı masaya götürürken Hakkı Amca'nın kıs kıs güldüğünü duymuştum. "Ben sana demiştim." diyerek sırtına vurdu oğlunun. "Bu kız senin ağzına daha çok tükürür."
Aras'ın kahkaha attığını duyunca hayretle onlara baktım. Ortada yalnızca ikisinin bildiği bir espri olmalıydı. Mezeleri tepsiye dizip masaya taşırken tebessüm etmekten kendimi alamadım. İlk kez gerçek bir baba oğul gibi görünüyorlardı.
.·:*¨༺ ༻¨*:·.
SİNEM
"Ben zaten o tabloda ağır metal olduğunu anlamıştım." diyerek zırvalamaya devam etti Mert. "Ama emin olmadan sizi yanlış yönlendirmek istemedim."
Derin bir nefes aldım ve elimdeki tıbbi mikrobiyoloji kitabını kafasına geçirmemeyi başardım. Son yarım saattir Mert'in klasik kendini övme seanslarından birine düşmüştük ve bir karadeliğe düşmekten farkı yoktu bunun. Üstelik ben diğerleri gibi istediğim zaman onu zihnimde sessize alamıyordum. Yanıbaşımda durmuş, soygun akşamı kafasını depodaki zehir dolu kolilere sokan kendisi değilmiş gibi böbürlenmeye devam ederken beynimin içinde vızıldayan bir sinek gibiydi.
"Mesela Babil Kralı Nebukadnezar da bu yüzden delirmiş." diyerek fetişini laf arasına sıkıştırdı. "Sarı rengini çok sevdiği için tüm sarayını antimon sarısına boyatmış. Eh, antimon da ağır metal bildiğiniz üzere. Sonra gelsin katliamlar-"
Yardım dilenircesine diğerlerine göz attım ancak kimse oralı olmadı. Ada dertli dertli uzaklara dalıp gitmekle meşguldü, Mehmet dersteydi hala, Emre hayranlıkla Mert'i dinliyordu, Ozan hem mezun olduğu, hem de evde sakat numarası yapmakla meşgul olduğundan bir süredir bize katılmıyordu ve Melek bugün de ortalarda yoktu. Açıkçası bu duruma pek şaşırmamıştım. Aras'la yaşadıklarını hepimiz öğrenmiştik, birkaç gündür evde ızdırabın dibine vuruyor olmalıydı.
"Bunca şeyi nasıl öğrendin Mert Abi?"
Emre'ydi konuşan. Ellerini yanağına yaslamış, kıvırcık saçlarıyla ve iri kahverengi gözleriyle minik bir köpek yavrusu gibi Mert'e bakıyordu. İkisi tencere kapak tarzı bir ikili olmuştu aslında.
"Araştırma yaparak, Padawan." dedi Mert kasıla kasıla. "Tabi bu kadar çok araştırma yapmanın zararları da var. Mesela bazen bildiğim her şeyi beynime sığdırmakta zorlanıyorum."
"Sığmamasının sebebi çok şey bilmen değil," dedim lafa karışarak. "Sorun beyninin fındık kadar olmasında, gerizekalı."
"Memeli canlıların beyin büyüklüğü ile zekası arasında bir korelasyon yoktur, Sinemiko." dedi bana küstah bir tavırla. "Aksi taktirde balinalar en zeki canlılar olurdu."
Tanrım! Bir tıp öğrencisine Evrim Ağacı'ndan arakladığı bilgilerle ders vermeye çalışıyordu cidden. O kadar uğraşılmaz bir yaratıktı ki, cevap bile vermedim. Neyse ki Emre'nin derse girmesi gerekiyordu. Tek gönüllü dinleyicisi gidince Mert'in susacağını umut ederek sabırla köşeme çekildim.
Susmadı.
Ada içecek bir şeyler alma bahanesiyle yanımızdan tüyerken Kumran'da bulunan Ölü Deniz Yazmaları hakkında bir şeyler zırvalıyordu Mert. Nebukadnezar'ın yaptığı katliamlardan bahsetmeye koyulduğunda son kez onu uyarmaya çalıştım.
"Mert, sus artık."
"Tabi, Nebukadnezar'ın bir kara büyü etkisiyle bunları yaptığı da düşünülmüş." diyerek devam etti konuşmaya. "Malum, Babil uygarlığından bahsediyoruz-"
Sakin bir tavırla mikrobiyoloji kitabımı elime aldım. O kadar ağır bir kitaptı ki, arabadan buraya getirene kadar geçen birkaç dakikada bile kollarım kopmuştu. Şimdiyse bir Naim Süleymanoğlu performansıyla havaya kaldırıyordum kitabı.
"Üstelik Nebukadnezar da bir Kaldeli-"
Büyük bir gürültüyle kitabı kafasına indirdim. Çenesi kapandığında kulaklarım bir anlığına huzur dolu bir sessizlikle doldu. Ardından acıyla bağırdı Mert. Darbenin etkisiyle kafasında kitapla birlikte oturduğu yerde devrilmişti. Onu kitabın altında ezilerek bağırsakları dışarı çıkmış bir böcek gibi görme umuduyla başımı aşağı eğdim.
"Sinem sen manyak mısın?!"
Kitabın altında ezilmemişti fakat harbiden sert vurmuş olmalıydım. Bir eliyle kafasını ovuştururken kırgın bakışlarla yerden kalktı. Tekrar yerine otururken kitabımı da yerden alıp masaya koyması içime dokunmuştu. Kafasının kızarmaya başladığını görünce iç çekerek doktorluk güdülerime uydum.
"Gel kafana bakayım."
Huysuz bir tavırla omuz silkti. "İstemez, kalsın."
"Neyse, sonuçta benim kafam kadar hasar görmüş olamaz." dedim başımı göstererek. "İki saattir boş yapıyorsun, Mert."
"Boş yapmıyorum, genel kültürünüze katkı sağlayacak bilgiler bunlar."
"Ve günlük hayatta hiçbir işimize yaramayacaklar."
Acıyan bakışlarla beni süzdü. "Biliyor musun? Tıp fakültesi hiç kurulmamış olsaydı da sen yine tıpçı olurdun."
Tehditkar bir şekilde kitabı işaret ettiğimde çenesini kapattı. Fakat bu kez de telefonum bozmuştu sessizliği. Ekranı kaydırıp bildirim panelindeki uygulama güncellemelerine göz atarken homurdanarak konuştum.
"Şu Dark sende de sürekli güncelleme istiyor mu?"
Aylar önce arkadaşlardan görüp kurduğum bir gizlilik uygulamasıydı bu. Eh, liman soymak dışında illegal bir insan olmadığımı düşünürsek muhtemelen gereksiz bir önlemdi. Fakat telefonumdaki onca gereksiz uygulamaya bir yenisini daha eklemekte sakınca görmemiştim.
"Uygulama izinlerini onaylarsan sorun çözülür." dedi Mert omuz silkerek. "Uygulamanın diğer uygulamaları denetleyebilmesi için onlara erişebilmesi gerek, öyle değil mi?"
Kulağa mantıklı geliyordu. Ayarlar sekmesine girip uygulama izinleri zımbırtısını aramaya koyuldum. Arama Kayıtları, Kamera, Kayıt Yeri, Kişiler, Mikrofon, Takvim, Telefon, Vücut Sensörleri, Ek İzinler... Gizlilik uygulaması kurarken bu sekmeye ilk girdiğimde uygulamaların ne kadar çok şeye erişebildiğini görmek beni epey şaşırtmıştı.
Şimdiyse izinlerin çoğu bloke olmuş görünüyordu, gizlilik uygulaması diğer uygulamaların sadece kullanım esnasında gerekli olursa bu kısımlara erişmesine izin veriyordu. Önceleri uygulamaların arka planda çalışmasının ne demek olduğunu pek bilmiyordum. Fakat geçen dönem okulda verilen kişisel gizlilik konulu bir konferans gözümü epey korkutmuştu. Telefomun ben uyurken bile kendi kendine mikrofonu açıp ses kaydı alabileceği gerçeği hoş bir bilgi değildi sonuçta.
"Geliyor bizimki."
Mert'in işaret ettiği yöne baktığımda yüzüme yayılan sırıtışa engel olamamıştım. Bahçenin girişinde beliren yer cücesi Melek'ten başkası değildi. Üzerine anneanne kreasyonundan çıkma bol bir elbise giymişti, makyajın varlığından bihaber yüzüyle hayaleti andırıyordu. Yine de okula gelmesine sevinmiştim. Ne kadar dağılırsa dağılsın bir şekilde yeniden toparlanmayı başarıyordu. Tabi, buna toparlanmak denebilirse...
"Selam."
Cılız bir sesle selam vermesinden hoşlanmamıştım. Mert'le göz göze geldiğimde onun da aynı durumda olduğunu gördüm. Hatta benden farklı olarak öfkeliydi de. Az sonra Melek'i gazlamaya başlayacağını bildiğim için ondan önce davranmaya karar verdim.
"İyi misin, Melek?"
"İyiyim." dedi gözlerini kırpıştırarak. "Sen nasılsın?"
"Onu demiyorum, gerizekalı." diyerek gözlerimi devirdim. "Hani Aras'la ayrıldınız ya, bunu sormaya çalışıyordum."
"Her şeyi biliyorsunuz zaten." dedi bakışlarında beliren öfkeyle. "Ozan anlatmıştır."
Anlatmıştı. Kıza yaptıklarını duyunca öfkeyle Aras'ı aramış fakat onun Ankara'da olduğunu öğrenmiştim. Kırıp döktükten sonra toparlama zahmetine bile girmiyordu anlaşılan. Belki de tüm diğer erkekler gibi kızı elde edince ilgisi sönmüştü. Melek ona yüz vermiyorken peşinden koşup da hislerine karşılık alınca böyle davranmasına başka bir açıklama getiremiyordum.
"Olanları biliyoruz ama senin nasıl olduğunu bilmiyoruz," dedim Melek'e dönerek. "Kaç gündür niye gelmedin okula?"
"Gelebilecek halde değildim Sinem-"
"Neden? Ayrılık acısı çekerken devam edemiyor musun hayatına?" diyerek çıkıştım ona. "Çünkü Aras devam ediyor. Sen evde zırlarken o Ankara'da sorumluluklarının peşinde koşturuyor, Melek."
"Ne hali varsa görsün!" diyerek patladı birden. "Onca yalandan sonra Aras'ın ne halt ettiği umurumda mı sanıyorsun Sinem?!"
Ben cevap veremeden sözü Mert devraldı. "Hangi konuda yalan söyledi sana?"
"Her konuda!" dedi Melek kendini tutamayıp ağlamaya başlarken. "Bana üniversiteden arkadaşı olarak tanıttığı evli kadınla geçmişte ilişkisi varmış mesela! Üstelik kadın nişanlıyken! Bir de tutup daha önce çok fazla kız arkadaşı olmadığını söylemişti bana! Meğerse barlarda-"
"O konuda yalan söylediğini sanmıyorum, Melek."
Ah, harika. Mert'in konuştuğunu duyunca onu bakışlarımla ikaz etmeye çalıştım. "Ne var, Sinem?" dedi bana ters ters. "Şu kızı çocuk yerine koyup durmayın artık."
"Ne çocuk yerine koyması?"
Bakışlarımı Melek'e çevirdiğimde ne diyeceğimi bilemedim. Ağlamaktan kızarmış burnuyla ve elinin tersiyle yanağını silerken gözlerine yerleşmiş meraklı bakışla oldukça çocuksu görünüyordu. Fakat Mert haklıydı. En az bizler kadar yetişkindi Melek. Bir şeyler döndüğünü anlamış olacak ki, uzanıp Mert'i dürttü ısrarla.
"Ne demek bu?"
"Bir kızla yatmak için onunla kız arkadaş olmasına gerek yok, Melek." dedi pat diye. "Düzenli ilişki insana sorumluluk yükler. Sürekli aynı insanla görüşürsün, ona sadık kalırsın, gün içinde vakit ayırırsın falan. Bir insan aşık değilse bu sorumluluğu almak istemez."
Onu dürtmeye çalıştım fakat durmadı.
"-Ama cinsellik ihtiyaçtır. Bu yüzden alt gelir düzeyindeki erkekler eskortlara gider, üst gelir düzeyindeki insanlarınsa seks için para ödemesine gerek yoktur. Cinselliğin tabu olmadığı bir çevrede yaşadıkları için bu imkana sahiptirler zaten. Yani seninkinin çok kız arkadaşı olmaması onun çapkın olmadığı anlamına gelmez."
Melek'in gözlerindeki hayal kırıklığı dolu ifadeye bakarken onun bunu düşünememiş olduğunu sanmıyordum. Belli ki sadece Aras'a konduramamıştı. Bu da aşkın insanın gözünü nasıl kör ettiğinin ispatıydı sanırım.
"Ve bu da Aras'ı iki kat daha pislik yapıyor." diyerek devam etti Mert. "Etrafında kendi dengi bir sürü kız varken gidip nişanlı bir kadınla yatması tamamen şerefsizlik. Listeye bir çentik eksik atsaydı ölmezdi sonuçta."
Melek'in hıçkırarak ağlamaya başlaması beni şaşırtmamıştı. Hiçbir şey söylemeden onu kendime çekip sarıldım. Neyse ki bulunduğumuz yer insanların ortasında falan değildi. Tahta bankın uzun sırasında otururken epey kamufle olmuş durumdaydık. Bu yüzden çantamı kenara çekip dizime yatırdım kızı. Karşı koymamıştı bile, Mert ayağa kalkıp ceketini üzerine örttüğünde başını kumaşın içine gömüp kendini tamamen kapattı.
Bu kez Aras'ın onu açması epey zor olacaktı.
Mert kıza su almak üzere kantine giderken Melek'in ağlaması durulur gibi olmuştu. Fakat hala ceketin altında kesik kesik iç çektiğini duyabiliyordum. Ani bir öfkeyle telefonuma uzanıp Aras'ı aramaya yeltendim önce. Fakat ekranı açmama bile fırsat kalmadan telefon titremeye başlamıştı. Uygulama bildirimlerinden bıkmış halde ekranı kaydırdığımdaysa bunun bir mesaj bildirimi olduğunu gördüm.
Aras
"Melek neden ağlıyor?"
Harika. Demek Aras Ankara'dan dönmüştü. Onun bizi gözetlediğini anlayınca hızlıca bir cevap yazdım. "Yanımıza gel de kendin öğren."
Aras
"Hala Ankara'dayım Sinem. Nesi var Melek'in?"
Başımı kaldırıp tedirginlikle etrafa bakındım. Aras'ın bilmediğimiz sihirbazlık güçleri falan olabilir miydi? Nedense onun bir cam kürenin başında bizi izliyor olabileceği gelmişti aklıma. Sonra ikinci bir ihtimali fark ettim. Korumalar. Evet, muhtemelen bizi izleyen birileri ona Melek'in ağladığını söylemişti.
"Melek'in hayatındaki en büyük problem sensin." yazdım kendimi tutamayıp. "Kızın kapısında yatman gerekirken şehir dışına mı gittin cidden?"
Aras
"Erken gelmeye çalışacağım. Siz de mümkünse kızı dolduruşa getirmek yerine kafasını dağıtmasını sağlayın."
"Emredersin." yazdım ona. Ardından tıpkı iş telefonuna yaptığım gibi bu numarasını da engelledim. Melek'le vakit geçirmekten şikayetçi değildim fakat Aras'ın bakıcılık yapmamızı emretmesi hoşuma gitmemişti. Yine de, Aras'ın emrine karşı gelecek değildim. Madem benden Melek'in kafasını dağıtmamı istiyordu, öyleyse seve seve yapacaktım bunu. Telefonu bir kenara fırlattıktan sonra dizimde ağlayan kızı dürttüm. Başını ceketin altından çıkarıp şaşkınlıkla bana baktı.
"Ezikliği bir kenara bırakıp silkelen artık." dedim pat diye. "Aras gelip de senin gönlünü alsın diye bekliyorsun resmen."
"Yok öyle bir şey!"
İşe yaramıştı. Söylediğim şey bam teline basmış olacak ki, ceketi üzerinden atıp hışımla doğruldu yerinde. Yüzü hala ağlamaktan kıpkırmızıydı fakat gözlerinde gördüğüm öfke hoşuma gitmişti.
"O zaman zırlayıp duracağına devam et hayatına." diyerek gazladım onu. "Aras bunu yapabiliyorsa sen de yaparsın."
"Yapıyorum zaten." diyerek itiraz etmeye çalıştı Melek. "Okula geldim, işe de gidiyorum Sinem."
"Aman ne büyük başarı." diye tersledim onu. "Bu şekilde ona haddini bildiremezsin, aptal."
Bakışlarındaki umutsuz ifade silinir gibi olmuştu. Burnunu çekerek yanaklarını sildi önce, ardından kararlı bir ifadeyle konuştu.
"Ne yapmam gerekiyor?"
"Bana takılacaksın." dedim keyifli bir tebessümle. "İstanbul gece hayatına akacağız seninle. Birilerinin çapkınlık nasıl yapılır görmesi lazım."
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro