Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Bölüm 34 - Adsız

Not: Bölümü neden bu kadar geç attım? Aşağıdaki şiiri geometrik bir şekilde dizelere ayırabilmek için elbette!
İyi okumalar efenim. :)

Kimin yetimisin sen,
kimi bekliyorsun durduğun yerde?
Saçlarında şimşek parçaları, dilinde kırağı,
Sağır bir günün sonunda yıldızsız mavi bir gece,
Sarıyor seni, artık tutunacak kimsen kalmadı.

Bana kazdıkları çukuru, ördükleri duvarı,
Ve bunlardan payına düşeni söyle.
Ne kadarı kaldı babandan,
Sen ne ekledin üstüne?
Bütün ölümleri gör,
Birini sakla,
kendine.

-Metin Altıok, Rüzgarın Yırtık Yeri

-*-

ARAS
sene 2001

Pazar yeri her zamankinden daha kalabalık görünüyordu. Erzurum'da nadiren yüzünü gösteren güneşle birlikte köylüler sokaklara dökülmüş, kadınlar şehirden gelen elbiselere bakmak üzere pazara akın etmişti. Tepe bayır gezmekten bıkmış çocuklar bile köydeydi o gün. Anneleri pazardan alışveriş yaparken gruplar halinde çevredeki ağaçların arasında oyun oynuyorlardı.

Pazar yerinin girişindeki taşlarda oturan yedi-sekiz yaşlarında bir grup çocuk ise oyun oynamak yerine pazardan aldıkları pamuk helvaları yemekle meşguldü. İçlerinden kısa boylu, tıknaz bir ufaklık kağıt helvasını bitirdikten sonra diğerlerine döndü heyecanla. Yeni öğrendiği bir haberi arkadaşlarına duyuracaktı.

"Aşağı köydeki kaybolan oğlana ne olmuş, biliyor musunuz?"

"Aras Nehri'ne düşmüş diyorlar." diyerek cevap verdi esmer bir çocuk. "Annem söyledi bana. Nehre gitmeyin sakın, siz de boğulursunuz dedi."

"Annen seni korkutmamak için öyle demiş akıllım." dedi tıknaz çocuk. "O oğlanı Sanatçı götürmüş, babamlar konuşurken duydum ben."

Duydukları isim çocukların birbirlerine korkuyla bakmalarına sebep olmuştu. Yöredeki sayısız efsaneden birinin kahramanıydı bu. Bir çoğu sanatın ne olduğunu bile bilmeden Sanatçı ismiyle tanışmıştı ve tıpkı diğer efsaneler gibi buna da gerçekliğini sorgulama gereği duymaksızın inanıyorlardı. Yükselti arttıkça köylülerin yalnızca şehirle olan fiziksel bağları kopmamıştı, zihinleri de şehirden yalıtılmış bir efsaneler kültürüyle bezenmiş durumdaydı.

"Götürmüşse ne olacak?" dedi çocuklardan biri cesur görünmeye çalışarak. "Sanatçı devletin adamı diyorlar..."

"Eskidenmiş o." diyerek atıldı biri. Diğerleri de başlarıyla onayladılar. "Eskiden teşkilatçıymış Sanatçı. Ama teşkilattan kovulunca kötü adamların hizmetine girmiş."

"Teşkilatı bırakan herkes kötü mü oluyor?" diye sordu esmer bir oğlan. Aklına eski bir teşkilatçı olan babasının köyden uzakta geçirdiği yıllar gelmişti. "O zaman... Benim babam da-"

Kafasının arkasına yediği ufak bir fiskeyle sözü yarıda kaldı. Hemen yanında oturan mavi gözlü bir çocuktu ona vuran. Aras. Helvasını bir kenara bırakmış ters ters çocuğa bakıyordu şimdi.

"Baran sen aptal mısın?" diye çıkıştı birden. "Senin baban teşkilattan kovulmadı, kendi ayrılmış zamanında."

Baran akranı olan bu yabancı çocuğa öfkeyle baktı. Aras'ın haklı olduğunu biliyordu fakat başka bir çocuğun kendi babasını ondan daha çok tanıyor oluşunu hazmedemiyordu. Annesinin söylediğine göre kendisi doğduğunda bile köyde değildi babası. Fırsat buldukça onları görmeye gelmişti fakat sonra geri gitmişti hep. Ta ki, birkaç hafta öncesine kadar. Babası eve geldiğinde bu kez hiç geri gitmemek üzere döndüğünü söylemişti onlara. Ne var ki, beraberinde yabancı bir çocuk da getirmişti. Annesinin söylediklerini düşününce daha da çok öfkelendiğini hissetti.

"Benim babamı benden iyi mi bileceksin, Adsız?" dedi mavi gözlü çocuğa dönerek. "Sen önce geceleri altına yapmamayı öğren."

"Altıma yapmadım ben!"

"Yaptın işte." diyerek güldü esmer çocuk. "Uykunda da ağlayıp duruyorsun. Ödün patlıyor karanlıktan."

Diğer çocukların güldüğünü duyunca öfkeyle ayağa kalktı Aras. Karşı çıkamamıştı zira gerçekten de karanlıktan deliler gibi korkuyordu. Depremin üzerinden neredeyse iki yıl geçmişti fakat göçük altında geçirdiği saatleri atlatamıyordu bir türlü. Gece olup da ışıklar kapandığında duvarların üzerine devrileceğini hissediyor, göz kapaklarının arkasındaki karanlığa hapsolmamak için uykuya direniyordu.

Bilhassa babasının yokluğunda büsbütün artmıştı korkuları. Eskiden eğer deprem olur da tekrar göçük altında kalırsa, babasının yine gelip onu çıkaracağını düşünerek rahatlıyordu fakat artık o da yoktu yanında. O göçükte günlerce kalmış zavallı kardeşinin nerede olduğunu ise ancak Tanrı bilirdi.

Lavinia'yı düşününce burnunun direği sızlamaya başlamıştı. Babaları hapse girmeden önce geceleri korktuğu zaman kardeşine sarılarak uyuyordu hiç değilse. Benzer şekilde Laviş de fırtınalardan korkarken onun yanına sığınıyordu. Gerçi, başlarda ağabeyinin kendisini koruyabileceğine pek güvenmemişti. Aras yanına gittiğinde babalarını çağırması için kıyameti koparıyor, onun nerede olduğunu sorup duruyordu ısrarla.

Kardeşine yalan söylemişti. Babalarının onları korumak için dışarıda kötü adamlarla savaştığını, giderken evi koruma görevini de ona bıraktığını anlatmıştı ufak kıza. Eğer babasıyla baş savcının konuşmalarını duymuş olmasaydı belki kendisi de bu yalana inanabilirdi. Henüz duyduklarını tam olarak idrak edebilecek yaşta değildi fakat anıların acelesi yoktu zaten. Zaman akıp giderken ağır ağır anlamlara boyuyordu hatıra tuvalini.

"Ne oldu, Adsız?" diye güldüğünü duydu çocuklardan birinin. "Yine kız gibi ağlayacak mısın yoksa?"

"Aras benim adım!" diyerek ayağa fırladı birden. Sonra esmer çocuğa dönüp hışımla çıkıştı. "Hep senin yüzünden! Sen adımı söylemiyorsun diye bunlar da öyle yapıyor!"

Erzurum'a geldikten sonra karşılaştığı sorunlardan biri de buydu işte. Nazmi'nin eşi Cemile Hanım onun evdeki varlığından pek hoşnut değildi. Aras'a ismiyle hitap etmiyor, diğer çocuklarının da evdeyken onun adını anmasını istemiyordu. Büyük oğlu Hakan dışında kadına karşı çıkan biri yoktu, bilhassa Aras'tan iki yaş küçük oğlu Baran bu meseleyi epey ciddiye almıştı.

"Abimin adını çalma o zaman!" diye çıkıştı ayağa fırlayarak. "Aras benim abim, sen değilsin!"

Aras çocuğun üstüne yürürken kendini tutamayıp bağırdı. "Senin abin öldü, gerizekalı!"

Onu kendine getiren şey, omzuna mengene gibi yapışan eller olmuştu. Aynı eller kendini yana doğru çevirdi, sonra ne olduğunu bile anlayamadan bir tokat indi yanağına. Aras yanağını tutarak çekilip kendisine vuran kadına baktı hayretle. Cemile Hanım'ın gözleri dolu doluydu, ellerindeki pazar torbalarını yere bırakmış öfkeyle ona bakıyordu.

"Bir daha oğlumun adını ağzına almayacaksın." diyerek üstüne yürüdü çocuğun. "Ne sen, ne de soysuz ailen ilişmeyecek evladımın hatırasına!"

"Soysuz değil benim ailem!" diye bağırdı Aras. Fakat kadının yeniden elini kaldırdığını görünce korkuyla geriye sıçradı. Çocukların gülerek onları izlediğini fark ettiğinde tüm sabrının tükendiğini hissetmişti. Ağlarsa onlara daha fazla dalga konusu olacağını bildiği için hiçbir şey söylemeden arkasını dönüp koşmaya başladı. Daha birkaç metre bile uzaklaşamadan ağlamaya başlamıştı.

Pazar meydanından çıkıp ormana giden yola saparken durup dinlenmedi bile. Nefret ediyordu buradaki insanlardan, onu burada yaşamaya mahkum ettiği için babasına bile öfkeliydi. Başsavcının evlerine geldiği günü hatırladı bir kez daha. Gizlice onları dinlerken yaşlı adamın babasına soruşturmadan vazgeçmesi için yalvardığına şahit olmuştu. Vazgeçmezse öldürüleceğini, çocuklarının kimsesiz kalacağını söylüyordu adam.

Neden vazgeçmemişti babası? Gururun neden bu kadar önemli bir şey olduğunu anlayamıyordu bir türlü. Tek bildiği şey, burada olmasının sorumlusunun gurur olduğuydu. Ağlayarak ormanda keşfettiği sığınağına koşarken kardeşini değil, başka bir bebeği düşündü bu kez. Neydi adı? Üzerinden en fazla iki yıl geçmişti fakat sanki bir asır geride kalmış gibi hissediyordu Aras.

Bebek gittikten aylar sonra hayatları öyle tepetaklak olmuştu ki, depremden öncesine dair her şey zihninde silik birer görüntüye dönüşmüştü. Yine de zihnini zorlayarak zihninde beliren bebeğin yüzüne bir isim vermeye çalıştı. Adını bile hatırlayamadığı ufaklığı düşündü.

Ve sonra düştü.

Ayağının altındaki çalılar çatırdayarak dağılıp karanlık bir çukura dönüştüğünde, elleriyle tutunacak bir yer aradı fakat bulamadı. Boşluk fazla büyüktü, sanki özenle kazılmış gibi pürüzsüzdü toprak. Havada geçirdiği saniyeler uzarken kendini bir uçurumdan aşağı düşüyormuş gibi hissetmişti. Ciğerleri keskin bir hava dalgasıyla dolmuş, korkudan eklemleri kaskatı kesilmişti birden.

Düşüş ölüm gibiydi. Fakat insanı öldüren şey düşüş değil, düşüşün sona ermesiydi.

Bedeni sert zeminle buluştuğunda acı bir çığlık yükseldi dudaklarından. Acı her yerindeydi, bilhassa sol kolunda ve bacağında katlanılmaz bir şekilde yankılanıyordu. Boyunun neredeyse iki katı derinliğindeki çukurun dibinde yatarken yeniden ağlamaya başladı. Şokun etkisiyle uzanırken yardım istemek aklına bile gelmemişti, acıdan başka hiçbir şey yoktu zihninde.

Gözleri ağaçların arasında masmavi uzanan gökyüzüne takıldığındaysa hıçkırıkları hafifler gibi oldu. Uçsuz bucaksız bulutlar yerin altında olduğunu unutturmuştu sanki ona. Bir elini yukarı uzatırken kolunun dehşetle sızladığını hissetti. Ardından maviliklerden aldığı güçle bağırarak yardım istemeye başladı.

Çok geçmeden beklediği yardım geldi de. Önce ormanda yürüyen birinin ayak seslerini işitti, sonra sesler yaklaşıp çukurun dibine kadar geldi. Birtakım sürüklenme hışırtıları duyarken kendisine uzanacak eli bekliyordu hala. Kim olduğunu göremediği birinin çalıları sürükleyerek çukurun üzerine kapattığını fark ettiğindeyse korkuyla nefesini tuttu. Karanlıkta kalacaktı. Bunu idrak ettiğinde hissettiği tüm acıya rağmen doğrulup ayağa kalkmaya çalıştı.

"Yapma lütfen!" diye bağırarak ayaklanırken karanlık gittikçe artıyordu. "Yapma! Karanlıktan korkuyorum ben!"

Bir anlığına sesler duruldu. Ardından dışarıdaki kişi daha da hızlı sürüklemeye başladı çalıları. Sadece karanlıkta kalmayacağını, aynı zamanda da burada ölüp gideceğini anladığında pürüzsüz toprağa tırmanmaya çalıştı Aras. Taşların üzerine basarak birkaç santim yükselmeyi başarmıştı fakat tutunmaya çalıştığı yerlerden yağan toz gözlerine kaçmıştı. Acıyla irkilirken ellerini bıraktığını fark etmedi bile, tutunmasına fırsat kalmadan geri düşmüştü.

Çukur zifiri karanlığa boğulurken yeniden yardım istemeyi denedi. Bir yandan da dışarıdaki kişinin efsanelerdeki yaratıklardan biri olmasından korkuyordu. Öyle ya, hiçbir insan durduk yere ona bunu yapmazdı. Çalıları sürükleyenin bir canavar olduğuna kanaat getirince korkuyla çukurun bir köşesine sindi.

Aklına depremde içine hapsolduğu enkaz çukuru gelmişti birden. Karanlığın babasının yokluğunu fırsat bulup onu sonsuza dek içine çekmesinden deli gibi korkuyordu. Bu yüzden dizlerini karnına çekip kollarını etrafına sardıktan sonra başını öne eğip sımsıkı yumdu gözlerini. Karanlıkta değildi artık. Sadece gözlerini kapattığı için böyle olduğunu sanıyordu. Karanlık değil. Zihninde annesinin yüzünü bulmaya çalıştı çaresizce. Çok karanlık.

Bulduğu şey annesi değil, aylar öncesine ait bir anı olmuştu. Depremden sonra yerleştikleri lojman eviydi burası. Babasının çalışma odasında, büyük bir koltuğun arkasında lego parçalarını arıyordu. Kapı birden açıldığında anlamsız bir şekilde kalakalmıştı orada, sanki önemli bir konuşmaya tanıklık edeceğini hissetmiş gibiydi.

Tahta döşemede yankılanan tok ayak sesleri... Başını kolçakların arasından uzattığında karşısına bembeyaz saçlarla çevrelenmiş, tanıdık bir yüz çıkmıştı. Babasının patronuydu bu, Başsavcı Amca. İki adam onun farkına bile varmadan koltuklara yerleşirken yüzünde acılı bir ifadeyle teselli cümleleri sıralayıp duruyordu. Sonra konuşmanın seyri değişmeye başlamıştı.

"Acın çok taze, oğlum." diyordu adam. "Yaşadıklarının kolay olmadığını biliyorum ama bu soruşturma... İntihar bu, Hakkı. Eğer durmazsan hayatını yakacaksın."

"Birilerinin yanması gerek." demişti babası. "Ben sadece görevimi yapıyorum, Başsavcım. Acıyla alakası yok bunun."

"Hadi oradan, dünkü çocuk!" diye birden öfkelenmişti yaşlı adam. "Biz ömrümüzü verdik bunlarla mücadele etmeye. Muammer Bey boşuna mı öldü, evladım? Gerekirse hepimiz o kurşunun önüne atlarız fakat senin yaptığın akılsız bir fedailikten ötesi değil. Çocukların seni güçsüz bilmesin diye kendini öldürmüyor olabilirsin ama büyüdüklerinde bu yaptığının da aynı kapıya çıktığını anlayacaklar!"

Sonra babasının öfkeli sesi... Neden öyle bağırmıştı o gün? Saklandığı yerde korkudan iliklerine kadar titrediğini hissetmişti. Öte yandan, kendisi de öfkelenmişti Başsavcı'ya. Babasının güçsüz biri olduğunu söylüyordu fakat kendisi bastonsuz yürüyemiyordu bile. Yukarı çıkıp kardeşinin yanına yatarken Başsavcı'nın kötü bir adam olduğuna kanaat getirmişti. Öyle ki, Başsavcı evlerine tekrar geldiğinde odasından bile çıkmamıştı.

Ta ki, son gelişine kadar.

Gözlerinin önündeki sahne değişti birden. Bambaşka bir anıyla dolmuştu zihni, aniden o kasvetli lojman evinde ailesiyle birlikte geçirdiği son günlerden birini hatırladı. O gün kardeşine sarılmış uyurken sanki bir şeyler dürtüklemişti onu. Yataktan kalkıp önce mutfağa indiğini anımsıyordu, komşulardan birinin getirdiği yemeklerden yediğini...

Tam salonun önünden geçerken gururla ilgili bir şeyler çalınmıştı kulağına. Başını kapı pervazından uzattığında Başsavcı'nın salonda babasıyla oturduğunu görmüştü. Fakat bu kez korkup odasına kaçmak yerine bir kenara ilişip onlara kulak kabartmıştı.

"Soruşturmadan vazgeçersen ilişmeyecekler sana," diyordu yaşlı adam yalvarır gibi. "Herkes bunu neden yaptığının farkında, evladım. Gel dinle sözümü, bu zamansız isyana bir son ver artık."

"Korkup da vazgeçeceğime ölürüm daha iyi!" demişti babası. Sonra suçlar gibi bir tavırla yaşlı adama dönmüştü. "Benden böyle bir gurursuzluk yapmamı nasıl beklersiniz, Başsavcım? Asla vazgeçmem soruşturmadan!"

"Evlatlarını düşün, oğlum! O yaşlı kurda mı bırakacaksın çocuklarını?"

Babası öfkeyle çıkışmıştı Başsavcı'ya. "O yaşlı kurt öldü!"

Kimden bahsettiklerini bilmiyordu fakat babasının düşmanlarından biri olduğunu anlamıştı. Kardeşine anlattığı masallar yalan değildi işte. Babaları gerçekten de onları korumak için düşmanlarla savaşıyordu. Yukarı çıkıp Laviş'e babalarının koskoca bir kurdu hakladığını anlatmak için sabırsızlanırken Başsavcı yeniden konuşmaya başlamıştı.

"Ama mirası hala yaşıyor." demişti son derece sakin bir tavırla. "Hem de senin oğlunun omuzlarında."

"Büyüdüğü zaman reddi miras yapacak. Aptal bir çocuk değil o."

Ne mirasından bahsettiklerini sormak üzere kalkmaya hazırlanırken Laviş'in ağladığını duymuştu. Geri döneceğini bildiği için parmak uçlarına basarak yerinden kalkıp yukarı koşturmuştu Aras. Neyse ki kardeşi artık onu kabullenmişti, artık babalarının nerede olduğunu sormuyor, ağabeyinin varlığıyla yetiniyordu. Bu yüzden küçük kızı sakinleştirmesi pek zor olmamıştı. Laviş yeniden uykuya daldığındaysa hala aşağıda devam eden tartışmadaydı aklı.

Bir süre yatakta debelendikten sonra yeniden kalkıp aşağı inmişti. Sessizce salona yaklaşıp eski yerine çökerken konuşmanın seyir değiştirdiğini anlayabiliyordu. Eskisi gibi öfkeli sesler yükselmiyordu içeriden, bunun yerine odaya uzlaşmacı bir hava hakim olmuştu. Bağdaş kurup ellerini dizine yaslayarak dakikalarca anlam veremediği şeyleri dinlemişti. Eğer kendisinden bahsedildiğini duymuş olmasaydı az kalsın gözleri kapanıp uykuya yenik düşecekti.

"Sana bir şey olması durumunda Aras'ın velayetini bana bırak bari," diyordu Başsavcı. "Elimden geldiğince sahip çıkarım oğluna."

Babasının kuşkuyla yaşlı adamı süzdüğünü fark etmişti. Sonra başını iki yana sallayıp reddetmişti onu.

"Bana bir şey olursa Aras'ı bırakacağım kişi belli. Ondan başkasına güvenemem efendim, lütfen beni mazur görün."

Başsavcı'nın neler söylediğini tam hatırlamıyordu fakat babası galip gelmişti bu tartışmadan da. Uyku yeniden üzerine çökerken meselenin başka taraflara kaydığını anlamıştı. Önemli olduğunu bildiği bir şeyler konuşuyorlardı. Bir süre sonra anlam yüklemeyi bırakmıştı Aras. Uykulu gözlerle olduğu yerde sallanırken koltuğun kenarına iliştiğini hatırlıyordu. İşte o zaman babası onun orada olduğunu fark etmişti. Panikle yerinden kalkıp kendisine orada ne aradığını sorarken Başsavcı gülerek başını iki yana sallamıştı.

"Çocuğun bunları duymasından ne diye korkuyorsun ki, Hakkı?" demişti babasına. "Eğer gururundan vazgeçmezsen, duyduklarından daha kötü şeyler yaşayacak bu oğlan."

Yaşlı adamın ne demek istediğini anlamamıştı. Babası telaşla onu odasına gönderirken uyumaktan başka bir şey yoktu aklında. Üst kata çıkıp kız kardeşine sarılmış, gözleri yıldızlarla dolu genç bir adamın gelip ağlayarak onlara sarıldığını hissedemeyecek kadar derin bir uykuya dalmıştı.

Karanlık çukurun köşesinde otururken yavaş yavaş o uykudan uyanmaya başladığını hissetti Aras. Uzaklardaki bir kurdun uluması korkuyla büzüşmesine sebep olmuş, anıları yanmış bir defterin sayfalarına hapsedip gerçekliğin soğuğunu iliklerine doldurmuştu. Bacağındaki sızıyı hissetmiyordu artık, karanlık ve soğuk dışında hiçbir şey yoktu çevresinde. Saatler ilerlerken nefesini kesen basıncın da azaldığını fark etmişti. Karanlığa direnmeyi bıraktıkça endişelerinin yerini telaşsız bir kabulleniş alıyordu.

Başsavcı'nın ne demek istediğini anlamaya başlamıştı.

✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧

"Bazı yaralar yararlıdır buna inan,
Bazı yaraların ortasından küçücük bir el,
Sanki geçmişine çiçek uzatır,
Bazı yaralardan sızan kanla,
Tüm geleceğin yıkanır."

-Didem Madak, Ah'lar Ağacı

-*-

Dosyadaki rakamları bilgisayara geçirirken telefonuma yeni bir mesaj daha geliyor. Tam elimi uzatmışken kapının açıldığını görüp vazgeçiyorum. İyi ki öyle yapıyorum zira içeri Emir giriyor. Son zamanlarda yüzünden hiç eksik olmayan asık ifadesiyle yanımdan geçerken duraksadığını fark ediyorum.

"Ersoylar dosyasını düzenlemeyi bitirdin mi?"

"Hayır ama az kaldı." diyorum mahcup bir tavırla. "Son rakamları işliyorum şu an."

"Acele et, Melek." diyerek ters bir bakış atıyor bana. "Ayşe Hanım'a da söyle, bana bir kahve göndersin."

Emir kravatını çekiştirerek odasına giderken panikle masadaki telefon hattına uzanıyorum. Her panik yaptığımda olduğu gibi hatlar karışıyor elbette. Yarı yolda kalem kutusuna çarpınca masada ufak çaplı bir arbede çıkıyor, yere saçılan kalemleri yakalamak için abuk sabuk hareketler yapmaya başlıyorum. İki tanesini havada yakalamayı başardıktan sonra kalan kalemleri toplamak için yere eğildiğimde Emir'in kapısı tekrar açılıyor. Yüzünde huysuz bir ifadeyle bana bakıp söylendiğini duyuyorum onun.

"Ne bu gürültü, Melek? Yaz dizisi mi çekiyorsun?"

"Ben- kalemlere şey oldum, özür dilerim..."

Bir an durup ters ters süzüyor beni. Boynumu yana büküp özür diler gibi bir bakış attığımda az da olsa yumuşadığını fark ediyorum. Hiç değilse suratımın ortasına yumruk atmak ister gibi durmuyor şimdilik...

"Bak, sana günlük hayatta davrandığım gibi davranmadığım için uyum sağlamakta zorlanmanı anlıyorum." diyor açıklama yapar gibi bir tavırla. "Ama buna alışman lazım, tatlım. İş hayatında herkes canavara dönüşür."

Aras'ı düşünerek kendi kendime homurdanıyorum. "Herkes değil..."

"Herkes." diyor Emir üstüne basa basa. Sonra yeniden eski moda dönüş yapıyor. "Ayşe Hanım'a kahve istediğimi söyledin mi? Yoksa ben içeri geçtiğimden beri burada sakar sekreter tiplemesi mi canlandırıyorsun?"

Hay seni de, kahveni de... Kafamı kaldırıp cevap vermiyorum bu kez, zaten istediği de bu değil. Kapıyı çarparak odasına döndüğünde arkasından küfür etmekle yetiniyorum. Gerçi, Emir durduk yere böyle sinir küpüne dönmüş değil. Baransel Hukuk Bürosu son davada bizim şirketi mat ettiğinde büyük tartışma yaşadılar Erdal Amca'yla. Filler tepişirken olan da benim gibi zavallı çimenlere oluyor işte.

Söylenerek kalemleri topladıktan sonra telefonu elime alıp kahveyi sipariş ediyorum. Yeniden dosyaya uzanmadan önce bakışlarım telefonuma takılıyor. Eğer Emir aniden çıkarsa yakalanmamak için hafifçe masanın kenarına eğildikten sonra telefonu elime alıp hızlıca gelen mesajlara göz atıyorum.

ARAS
"Şirketten erken çıktım, seni almaya geliyorum."

ARAS
"Neredesin, Melek? Saat 14:25."

Hala günde beş saat çalışan bir stajyer olduğumu sanıyor... Açıkçası terfi haberimi ona neden söylemediğimi ben de bilmiyorum. Sanırım sebep Aras'ın bu konudaki olağandışı hoşgörülü tavırları... Çalıştığım yerden her konu açıldığında usta bir sevecenlikle konuyu değiştirip güzel şeylerden bahsetmeye başlıyor şu aralar. Biricik arkadaşımın patlamaya hazır bir bombaya dönüşmesinden endişe etmiyor değilim.

ARAS
"Part time çalışan stajyerlere fazladan mesai yaptırmak kanuna aykırıdır, güzelim. Hukukçu olan patronuna bunu hatırlatmak istersen diye söylüyorum."

Kendimi tutamayıp cevap yazıyorum ona. "Sen ve hukuk ha? Gözlerim yaşardı..."

Yarım dakika bile geçmeden cevap geliyor.

ARAS
"İş hukukundan anlarım. Gelip beni sınamaya ne dersin?"

"Kağıt kalem hazırla. Beş dakikaya oradayım."

Sırıtarak telefonu bırakırken ara ofisi koridora bağlayan kapı açılıyor ve Ayşe Abla içeri giriyor. Kahve bardağı olan tepsisiyle yanımdan geçerken yüzünde imalı bir gülümseme olduğunu fark ediyorum.

"Kimlen yazışıyon kız?" diye soruyor kıkırdayarak. "Seninki mi yoksa?"

Dosyaya uzanırken masum bir tavırla dönüyorum ona. "Kimmiş benimki?"

"Gök gözlü var ya hani," diyerek göz kırpıyor. "Demin camdan gördüm, arabası aşağıda yine garibanın."

Ne gariban ama... Fırsatını bulsa tüm şirketi ayakta uyutur o gariban. Aras'ın son zamanlarda hayli sakin görünen hayatından işkillenmeyi bir kenara bırakıp dosyaya saldırıyorum yeniden. Yaklaşık on beş dakika boyunca debelendikten sonra nihayet son sayfa da bitiyor. Kağıtları bir araya toplayıp bilgisayarı kapattıktan sonra çantamı alıp Emir'in kapısını tıklatıyorum.

"Gel, Melek."

Kafamı kapıdan içeri uzattığımda yüzünde ters bir ifadeyle beni süzüyor. "Çıkmak için izin isteyeceksin?"

"Dosyayı bitirdim," diyorum telaşla açıklama yaparak. "Gönderdiğin evrakları da taratıp mail attım çoktan."

"Diğer dosyayı da bitirdikten sonra gidebilirsin," diyor homurdanarak. Sessiz kaldığımı fark edince eliyle masasındaki kırmızı dosyayı gösteriyor. "Şu sevimli parşömen yığınından bahsediyorum."

Sevimli ve devasa. Hayretimi gizleme gereği duymadan konuşuyorum. "Bugün mü yapmam gerekiyor?"

"Eğer senin için de bir mahsuru yoksa." diyerek lafı ağzıma tıkıyor Emir. "Mahsuru var mı, Melek?"

İlerleyip masasından dosyayı alırken sakin kalmaya çalışarak cevap veriyorum ona. "Elbette hayır. Hemen hallederim."

"Acele etmene gerek yok, nasılsa gün epey uzun." diyor keyifli bir sesle. Kapıyı açıp dışarı çıkarken arkamdan sesleniyor. "Ayrıca sevgiline söyle, şirketi kız meslek lisesi önüne çevirmesin."

Kapıyı suratına çarpmamak için harcadığım enerjiyle galaksiler arası seyahat falan organize edilirdi sanırım. Fakat bir şekilde başarıyorum bunu. Evdeki durumu, Naz'ın hala iş bulamamış oluşunu, yaklaşan ödemeleri düşünerek nazikçe kapıyı kapatıp masama dönüyorum. Tam koltuğa oturduğum andaysa telefonum çalıyor ve tüm sinirlerim boşalmış halde açıp arayan kişiye kükrüyorum bu kez.

"Ne var?!"

"Yanlış bir zamanda mı aradım?" diyor Aras sakince. "Beş dakika son gelirim demiştin de, aradan yirmi beş dakika geçince merak ettim."

"Bitirmem gereken yeni bir dosya daha çıktı."

"Hiç şaşırmadım," diye cevap veriyor bana. "Az önce o it camdan gördü beni. Bilerek üstüne iş yıkmıştır."

"Aras, lütfen..."

"Sonradan üzerine iş yıktığını inkar mı edeceksin?" diyor inatla. "Az önce işi bitirdiğini sen söyledin, Melek."

"Evet ama benim işleri bitirince şirketten erken çıkma lüksüm yok." diye tersliyorum onu. "Çünkü benim bir şirketim yok!"

"İndir o pençeleri, cadı." diye cevap veriyor Aras. "Kaç saat sürerse sürsün, sorun değil. Ben nasılsa buradayım."

"İşte sorun da bu zaten!" diyerek çıkışıyorum ona. "Sorun, senin kreşteki çocuğunu bekleyen ebeveynler gibi şirketin önünde beklemen! Arkadaşız diye her gün görüşmek zorunda değiliz, Aras."

Aramızda bir sessizlik meydana geliyor. Uzun bir sessizlik. Ne saçmaladığımı fark ettiğimde dilimi ısırıyorum fakat geri almak için çok geç artık.

"Anlıyorum..." diyor en sonunda. "Sanırım bugün görüşemeyeceğiz."

Sabit hattın çaldığını duyunca düşünmeden konuşuyorum. "Öyle görünüyor."

"Sonra görüşürüz o zaman." diyor samimi bir sesle. "Eğer yarınki konferans ertelenirse sana mesaj atarım. Kendine iyi bak, güzelim."

Telefonu kapattığında boşluğu izliyorum bir süre. Aklımın içinde konferans sözcüğü dönüp dururken sabit hat uzun uzun çalıp susuyor. Konferans... Nasıl unutabildim ki? Aras yarın sabah erken konferansa gidecek, en az bir hafta görmeyeceğim onu.

Aptal bir yumru boğazıma otururken telefonu bırakıp başımı masaya dayıyorum. Ne diye Emir'e olan öfkemi ondan çıkardım ki? Allah kahretsin, şimdi bile kokusunu özlemişken her gün görüşmek zorunda olmadığımızı söyledim adama! Sabit hat yeniden çalarken gözyaşlarımın yanaklarıma süzüldüğünü hissediyorum. Evdekiler şirketteki yeni işimi bildikleri için stresimi görmezden geliyor fakat Aras'a ne söyleyeceğim?

Gerçi telefonu kapatırken sesinde kırgınlık yoktu, aksine anlayışlı geliyordu fakat içim rahat değil işte. Başımı masadan kaldırıp hatamı telafi etmek için telefonuma uzanıyorum. Fakat ben rehbere bile giremeden Emir'in kapısı açılıyor. Başını uzattığını görünce kafamı eğip yüzümü kamufle ediyorum hızla. Neyse ki fark etmiyor ağladığımı, öfkeyle azarlarını sıralamaya başlıyor.

"Masanda duran tatlı cihaz bir dekor değil, Melek." dediğini duyuyorum onun. "Eğer çalıyorsa birilerinin onu açması gerekir."

Kuru bir sesle cevap veriyorum. "Özür dilerim."

"Bir daha özür dilersen seni kovarım."

Başımı kaldırıp bağırıyorum. "Özür dilerim!"

Ağlamaktan kızarmış yüzümü görünce daha da huysuz bir tavra bürünüyor. Kulağa ilginç geliyor olabilir fakat bu, Emir'in yumuşadığının göstergesi.

"Bana hatırlat, Aslı Hanım izinden döndüğü zaman seni kovup tekrar işe alacağım." diyor homurdanarak. "Şimdi aşk acınla vedalaş ve odama gel."

Emir kapıyı çarpıp kaybolurken arkasından sövüyorum. Sonra aklıma annemin kırılan koltuk değneği geliyor. Naz'la konuşup yeni koltuk değneği almaktansa yürüteç almaya karar vermiştik fakat rolatör fiyatları yüzünden hala gereken parayı toplayamadık. Sıkıntıyla iç çekerek telefonu bırakıp önüme dönüyorum. Emir haklı galiba, cidden yaz dizisi senaryosu gibi hayatım var. Eğer tüm bu boklukları yazan biri varsa umarım tez zamanda başka alanlarda kariyer yapmaya yönelir.

Sabit hat bir kez daha çalınca dişlerimi gıcırdatarak ayağa kalkıp tekrar Emir'in odasına gidiyorum. Az evvelki dosyada hatalı yaptığım yerleri gösterip uygun bir zamanda düzeltmemi istiyor benden. Aklım Aras'ta olduğu için dikkatimi veremiyorum bir türlü. Hal böyle olunca bazı yerleri iki kez anlatmak zorunda kalıyor. Tam dosyayı koltuğumun altına sıkıştırıp odadan kaçmaya hazırlanırken Emir'in havadan sudan konuşur gibi bir haber verdiğini duyuyorum.

"Hafta sonu İzmir'e gidiyoruz."

"Ha?" diyorum başta şaşkın şaşkın. Sonra hızla düzeltiyorum. "Yani, anlamadım?"

"İş için, Melek." diye cevap veriyor bana. "Şu tekstil firmasının hukuki işlerini devralacağız."

"İyi de neden oraya gidiyoruz ki?"

"Ah, çok özür dilerim, tatlım." diyor ellerini birleştirip mahcup bir şekilde bana bakarak. "Müşteriler toplantıyı orada yapmak isteyince fahri sekreterimin kıskanç erkek arkadaş problemlerini düşünmek aklıma gelmedi. İstersen hemen arayıp gelemeyeceğimizi bildireyim, ne dersin?"

Emir'e ters bir cevap vermemek için kendime telkin vermeye devam ediyorum bir süre. Sakinleştiğimdeyse acı bir gerçek yüzüme çarpıyor; bunların iş yerinde geçirdiğim son muhtemel dakikalar olduğu gerçeği... Zira ev hapsim yeni bitmişken annem asla şehir dışına çıkmama izin vermez.

"Sanırım beni kovma işini biraz erkene çekmen gerekecek," diyorum Emir'e dönerek. "Annemi tanıyorsun... İzmir'e gitmeme asla izin vermez, Emir."

"Merak etme, ben annenle konuştum." diyor politik bir tebessümle birlikte. "Yanımızda benim annem de olacağı için memnuniyetle izin verdi. Üstelik gezi haftasonu olacağı için mesai ücretin döner dönmez hesabına yatırılacak."

Sakin ol, Melek. Elektrik faturasını düşün. Kömür fiyatlarına gelen zamları düşün. Sakinleş...

Allah kahretsin, bana sormadan annemle konuşmuş! Elektrik faturası... Peki ya annem?! Bana sormadan izin vermiş patronuma! Nazenin'in kitapları ve yeni rolatör alma planlarımız... Yol boyunca Nazan Hanım Emir'le aramızı yapmaya çalışacak. Ev kirası, internet faturası, kredi borcu... Aras seyahate gittiğimi öğrenince Emir hakkında bir sürü laf söyleyecek. Eğer mesaimi Aslı Hanım'ın maaşı üzerinden hesaplarlarsa hesabıma yaklaşık beş yüz lira yatırılacak.

Zihnimdeki terazi bir o yana, bir bu yana kayarak en sonunda bir yerde duruyor.

"Peki, sen nasıl istersen." diyorum nezaketle gülümseyip ayağa kalkarak. "Şimdi, izninle dosyayı bitirmem gerekiyor."

Keyifli bir tavırla başını sallıyor bana. "Elbette."

✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧

SİNEM

Bundan yaklaşık 66 milyon yıl önce, bugün Meksika'da bulunan Chicxulub Krateri'ne çarpan devasa bir meteor tarafından tüm dinozor ırkı dünyadan silinmişti. Küçük bir çocukken bunun nasıl olduğunu anlayamazdım. Sonuçta dünya yuvarlaktı ve bir meteorun tüm dinozorları yok edebilmesi için hepsinin tam meteorun düşeceği noktaya toplanmış olması gerekiyordu. Söylemiş miydim bilmiyorum ama küçük bir çocukken meteor düşmesinin yaratacağı iklimsel felaket zincirinden habersizdim. Küçük bir çocukken, cahildim.

Şimdiyse, çarpışmaya saniyeler kala tam Chicxulub Krateri'nin göbeğinde duran bir dinozordan farkım yoktu. Gökyüzünden gelen garip sesleri ve hızla aşağı inen felaketi anlamaya çalışarak başımı kaldırmış masum masum yaklaşan meteora bakıyordum. Az sonra kafamın üzerine inecek olan meteora.

"Bu... Tam olarak ne?" diye sordum gözlerimi siyah, kadife bir kutunun ortasında duran meteordan almaya çalışırken. Sessizlikle geçen birkaç saniye içerisinde Mehmet yüzük kutusunu ters tuttuğunu fark edip bana doğru çevirmişti. Böylelikle felaketle yüz yüzeydim artık.

"Alyans." dedi bir dinozor saflığıyla. "Ben... Yani, evlenme teklifi alyans olmadan olmaz diye düşündüm..."

Ve sen düşünebildiğini iddia ediyorsun, öyle mi?

"Peki, bu şeyi neden bana vermeye çalışıyorsun?" diye sabırla sorgulamaya devam ettim. "Ve sen... Şey, neden dizlerinin üzerindesin?"

Lütfen romatizmalarım azdı falan de. Lütfen...

"Senin için ani olduğunu biliyorum," diyerek zırvalamaya devam etti Mehmet. "Bir aydır cesaretimi toplamaya çalışıyordum, Sinem."

"Anlıyorum..."

Anlamıyordum.

"Elbette hemen evlenelim demiyorum." dedi bir eliyle elimi tutarak. "Okul bitince... Tabi, evlilik sözleşmesi olması şartıyla. Hem ailenin beni yanlış anlamasını istemem, hem de böylesi daha rahat hissettirir-"

Bu noktada Mehmet'i dinlemeyi bıraktım. Zira olan biteni anlamış olmanın verdiği aydınlanmayı yaşamakla meşguldüm. Oysa ne kadar da basitti... Aptal kafam! Mehmet saçmalıyordu çünkü muhtemelen bir hipoglisemi atağının ortasındaydı. Bense ona glukagon iğnesi bulmam gerekirken karşısında dikilmiş zavallı çocuğunun şeker komasına girmesine seyirci kalıyordum. Hipokrat Bey anama sövse hakkıydı.

"Açlık hissediyor musun?" diye sordum yanına diz çökerek. "Çarpıntı? Terleme? Ağızda kuruluk?"

Hayretle baktı bana. "Sinem, ben şeker hastası değilim."

"Öyleyse neden saçmalıyorsun?" dedim kolundan tutup onu ayağa kaldırırken. "Alkollü falan mısın?"

İşte şimdi incinmiş gibi görünüyordu. Yarı yolda bırakılmış, duygularıyla oynanmış gibi. Lanet olsun, bu benim ona yapacağım numara değil miydi? Bir dakika... Numara mı? Tabi ya, numara!

"Anladım!" dedim ufak bir kahkaha atarak. Mehmet'i de kendimle birlikte bir banka oturturken hala gülüyordum. "Şaka tüm bunlar, değil mi?"

Vücudum kahkahalarla sarsılırken Mehmet'e olan tüm kötü düşüncelerim silinip gitmişti. Tanrım, nasıl da aptaldım! Onun bir kızı yüzüstü bırakmaya bile cesaret edemediğini falan düşünmüştüm oysa çocuk ortada yüzüstü bırakılacak bir şey görmüyordu. Hınzır şey bu konuyla ilgili şaka yapmaya bile kalkışmıştı.

Bakışlarım hala elinde duran yüzük kutusuna ve ortasındaki alyans takılınca kahkahalarım giderek yükselmeye başladı. Kimbilir kimin yüzüğünü ödünç almıştı? Mehmet'in sırf bir şaka için gidip yüzük alamayacak kadar fakir olduğunu biliyordum. Fakat mizah algısı epey zengin olmalıydı, birdenbire kanım kaynamıştı ona.

"Kimin yüzüğünü aldın?" diye sormaya çalıştım kahkaha atarken. "Y-yani, kimin bu?"

"Senindi." diyerek çıkıştı birden. Ardından kırgın bir öfkeyle beni süzdü. "Bunu bu kadar komik bulacağını düşünmemiştim, özür dilerim."

Mehmet hışımla ayaklanırken kahkaha atmaya devam ederek onun dönüp şaka yaptığını söylemesini bekledim. Fakat söylemedi. Bunun yerine yüzünde incinmiş bir ifadeyle yüzük kutusunu kapatıp arkasını döndü bana. Başı önde bir vaziyette benden uzaklaşırken şaşkınlıkla gidişini izliyordum. Şakasını yememiş olmama içerlemiş olmalıydı çünkü...

...ciddi olamazdı, değil mi?

Korkunç ihtimali fark ettiğimde kahkahalarım yavaşlayıp durulmaya başladı. Birden onunla geçirdiğimiz geceyi hatırlamıştım. Alkolden zom olmuş halde göğsüme yatıp sabaha kadar hoşlandığı kızın onu nasıl reddettiğini anlatmıştı bana. Babasının hastalığına ne kadar üzüldüğünden, kardeşlerine olan sevgisinden, okula ara verdiği dönemi telafi etme planlarından, gelecekte bir aile kurma hayallerinden bahsetmişti.

Ha siktir...

Az önce gerçekten bir evlenme teklifi mi almıştım ben? Bir zamanlar hayalini kurduğum bir şeydi bu. Taylan'ın dizlerinin üzerine çöküp bana minik, şirin bir alyans uzatacağı anın hayaliyle yaşıyordum. Evlenip minik minik canavarlar peydahlayacaktık, Instagram'da sabah akşam paylaşabileceğim mutlu ve gerzek bir ailem olacaktı. Şimdiyse tüm o kalpler ve pembe balonlar kıçıma girmiş gibi hissediyordum.

Ne bekliyordum ki cidden? Mehmet'in benden uzaklaşan yıkık görüntüsüne bakarken durumu neden şaka sandığımı merak etmeye başlamıştım. Zira bu tam da Melek'in kankasından beklenecek türden bir hareketti. İç Anadolu kültürünü ruhumun derinliklerinde hissederek ayağa kalkıp peşinden yürümeye başladım.

"Mehmet, dur lütfen!"

Sesimi duyunca bir an tereddüt etse de yürümeye devam etti. Sabırla iç çekerek adımlarımı hızlandırıp ona yetişmeye çalıştım. Kolundan tutup çektiğimde yüzünde aynı kırgın ifadeyle süzdü beni.

"Ne oldu, Sinem?"

"Ben... Özür dilerim." dedim üzgün görünmeye çalışarak. "Şaka sandım, gerçekten..."

Huysuz bir tavırla kolunu kurtardı benden. "Önemli değil, alınmadım."

"Lütfen trip atmayı keser misin?!" diyerek çıkıştım bu kez. "Yaptığın şey normal değildi, bunu sen de biliyorsun. O yüzden şaka sandığım için beni kınayamazsın."

Yüz ifadesi yumuşamıştı birden. Haklı olduğumu biliyordu. Sevgili bile değildik onunla, tutup da evlenme teklifini ciddiye alamadığım için trip atmaya hakkı yoktu. İç çekerek koluna girip onu yol kenarındaki masalardan birine sürükledim. Sorunun ne olduğunu az çok anlamıştım sonunda. Melek gibi Mehmet de yobaz bir mahallede büyümüştü, o geceyi hatırlamadığı için muhtemelen bakire falan sanıyordu beni. Klasik bir namus davası ve sahiplenme parodisinin içine düşmüştük. Merhaba, Atv.

"Bak, ben bakire falan değilim, tamam mı?" diyerek lafa girdim. "Ayrıca o gece-"

"Sen bakire olduğun için evlenme teklifi etmedim, Sinem." diyerek lafımı kesti. "Ama ben bakirdim ve bu yaşa kadar hep ilk ilişkimi evleneceğim kadınla-"

"NE?"

Püskürür gibi bir tavırla sormuştum bunu. Cidden, ne? Ne ara Atv'den Flash TV'ye geçmiştik ki? Ortamdaki tüm Gerçek Kesit esintilerine rağmen Mehmet şaşkınlığıma pek alınmış gibi görünmüyordu. Aksine bunu olgunlukla karşılaşmıştı fakat ben dehşete düşmüş haldeydim. Bu tarz erkeklerin sadece dizilerde ve çizgi romanlarda olduğunu sanıyordum çünkü.

"Bu benim seçimim." dedi inatçı bir tavırla başını sallayarak. Sonra utanarak ekledi. "Seçimimdi yani..."

Durumu idrak etmeye çalışarak ona bakarken aklımda yeni sahneler belirmeye başladı. Sütyen kopçamı açmayı bir türlü başaramayışı, onu soyarken utangaç kızlar gibi davranması, erekte olduğunda özür dilemesi... Mehmet'in o geceki tecrübesiz hallerini hatırladığımda dehşetim iki katına çıkmıştı.

Tanrım... Az kalsın adamın namusunu kirletiyordum.

"Mehmet, ben..."

"Bu yüzden kesinlikle seni suçlamıyorum." diyerek devam etti. "Aramızda bir şeyler geçtiğine göre ben de istemiş olmalıyım."

Hayatımda ilk kez ne diyeceğime dair hiçbir fikrim yoktu. O gece elbette yatmamıştık. Fakat biraz oynaşmıştık ve ben onun başlardaki tutukluğunu alkol etkisine yormuştum. Sonra aptal şey halının üzerine kusmuştu zaten.

Koca adamı soyup duşa sokmak zorunda kalmıştım ve az daha orada işi pişiriyorduk. Sadece... Sarhoş biriyle yatmak etik olarak uygun gelmemişti bana. Onu reddettiğimde Mehmet de durumu anlayışla karşılamış ve önümde saygıyla reverans yaptıktan sonra klozete eğilip bir kez daha kusmuştu. Duştan çıktığımızdaysa tekrar kusma ihtimaline karşı onu giydirmeye gerek duymamıştım. Bölük pörçük hatıralarında oynaşma sahnelerimiz olduğu için sabah uyandığında yattığımızı sanması doğaldı.

"Elbette sadece ilk seviştiğim kız olduğun için evlenme teklifi etmedim sana." dedi bakışlarını kaçırarak. "Ben... Ben senin kişiliğinden de etkileniyorum."

Görüp görebileceği en çirkef hatunlardan biriyle konuştuğunun farkında mıydı acaba? Hayretle ona baktığımı görünce yüzüne saftirik bir tebessüm yayıldı ve sözlerine devam etti.

"İnsanlara gösterdiğin gibi biri değilsin sen, Sinem." derken ciddileşti birden. "Seni ilk gördüğümde hiç sevmemiştim ama sonra kendini perdelediğini fark ettim. Melek'le Mert'e olan davranışların mesela... Sürekli laf sokuyorsun ama onları ne kadar çok sevdiğini gözlerinde görebiliyorum."

Ne sevgi ama... Bilhassa Mert denen böceğe yönelik amansız bir entomofobi besliyorum.

"Kırılmaktan korktuğun için sürekli kendini geri çekiyorsun ama bir o kadar da anaçsın." diyerek saçmalamaya devam etti. "Limandaki akşam Ozan için çok endişelenmiştin. Arabada Mert'e sarılırken, Melek için endişelenirken anaç bir tavrın vardı."

"Dudağında veya dilinde karıncalanma var mı?" diye sordum kuşkuyla gözlerimi kısarak. "Ense kökünden yukarı tırmanan bir ağrı?"

Mehmet gözlerini devirdi. "Seni hipoglisemi atağı geçirmediğime nasıl ikna edebilirim?"

Gözlerine bakarken istemeye istemeye bilincinin yerinde olduğuna kanaat getirmiştim. Dehşet verici gerçeği hazmedebilmek için yanaklarımı şişirerek öne eğdim başımı. Gözlerim ara sıra Mehmet'in elinde duran korkunç siyah kutuya takılıyordu. O kutudan kurtulmayı başarabilirdim fakat yanımda oturan genci nasıl kırmadan reddedeceğimi bilmiyordum.

Görünüşe bakılırsa aşık olma yolunda ilerliyordu Mehmet. Fakat aşık olduğu kişi ben değildim, zihninde hayal ettiği birini ben sanıyordu yalnızca. Belki de o gece bana bahsettiği kızdı bu, Melek'in kardeşi Nazenin. Reddedilince çareyi o kızın ruhuna ilk gördüğü kızın bedenini giydirmekte bulmuştu. Peki ben şimdi ne yapacaktım?

Eh, son derece açık bir cevabı vardı bunun. Mehmet'e o gece aramızda hiçbir şey geçmediğini anlatıp onun yoluna gitmesine izin vermeliydim. Bunu yaparsam kırılacaktı şüphesiz. Belki de yalan söylediğimi, ondan kurtulmak için yattığımızı inkar ettiğimi falan düşünecekti. O gece, mahallede Nazenin'le karşılaşmamak için evden erken çıkıp gece yarısı döndüğünü söylemişti bana. Ya şimdi de aynısını yaparsa? Benimle karşılaşmamak için okulu bırakmaya falan kalkışabilir miydi?

"Neyse, sadece bilmeni istedim." diyerek söze girdi yeniden. "Benzer şeyleri hissetmek zorunda değilsin, o geceyi unutmak istersen anlayışla karşılarım."

Mehmet ayağa kalkıp gitmeye hazırlanırken şaşkın şaşkın bakmaya devam ettim. Kutuyu bankta bırakmıştı, siyah meteor yanıbaşımda tüm ürkütücülüğüyle duruyordu. Bense kafama balyoz yemiş gibiydim. Onun yüzünde nezaket dolu bir gülümsemeyle elini bana uzattığını fark ettiğimde tepki verememiştim bile.

"Kendine iyi bak, Sinem." dedi utanarak elini indirirken. "Seni tanımak çok güzeldi."

Mehmet arkasını döndüğünde ağzım şaşkınlıkla açılıp kapandı. Garip olan ben miydim? On dakika önce bana evlenme teklifi etmişti bu çocuk. Üstelik evlilik sözleşmesinden tut, yanımda bıraktığı alyansa kadar üzerinde düşünüp taşındığı bir teklifti. Şimdiyse veda konuşmasını yapmış gidiyordu. Bugüne dek asla normal bir insan olduğumu iddia etmemiştim fakat Mehmet'in yanında benim anormalliğimin bile hiçbir hükmü kalmamıştı.

Yerimden kalkıp ayaklarım boşluğa basıyormuş gibi ileri birkaç adım attım. Kolundan tuttuğumda şaşkınlıkla dönüp baktı. Yüzümün halini gördüğündeyse endişeli bir ifade yerleşmişti bakışlarına.

"Sinem?"

"Hep böyle aceleci misin sen?" dedim kaşlarımı çatarak. "Cevabımı bile beklemeden nereye gidiyorsun?"

Kafası karışmış gibi bir tavırla beni süzdü. Ardından hala bankta duran yüzüğe baktı kuşkuyla. "Yani... Sen?"

"Hayır, evlilik asla olmaz." dedim net bir şekilde. "Bunun planını yapmak için bile çok genciz, Mehmet. Ama..."

Yapma Sinem, yapma...

"Takılmaya devam edebiliriz." diye devam ettim saçmalamaya. "Yani, sen de istersen..."

Mehmet'in yüzü sıcak bir tebessümle aydınlanırken ne bok yediğimi hala anlayamamıştım. Sadece hayallerindeki kızın ben olmadığımı ona göstermek istiyordum. Zira bir zamanlar ben de hayallerimdeki bir adamı gerçek sanmıştım ve karşımdaki yaratık hayallerimi maske yapıp yüzüne taktığı için bir hayalle yaşamıştım senelerce. Geç kalmış uyanışımın acısını ise hala içimde taşıyordum. Mehmet'in de geç kalmasına izin veremezdim.

"İsterim." dedi başını eğip yüzümü görmeye çalışarak. Ardından uzanıp banktaki kadife kutuyu cebine attı. "Ve seni temin ederim ki, mezun olana kadar bir daha evlilik lafı yok."

Rahatlamış bir halde sırıttım ona. "Teşekkürler."

Uzanıp elimi tuttuğundaysa allak bullak olmuştum. Kafamı eğip şaşkın şaşkın birbirine dolanmış parmaklarımıza baktım bir süre. Siktir... Takılmak derken sevgili olmayı kastetmemiştim ki ben. Birbirimizi tanırken yiyişmekten falan söz ediyordum. Zira hayatımda sadece bir kez sevgili yapmıştım ve onun sonucu da ortadaydı.

Kendimi daha iyi ifade edebilmek için başımı kaldırdığımda sözcükler boğazıma dizildi. Gülümseyerek beni izliyordu Mehmet, çikolata kahvesi gözlerinde mutluluk dolu bir bakış vardı. Boku yemiş olmanın verdiği huzurla ben de gülümsedim ona. Ufak bir kahkaha atarak kolunu omzuma attı.

Kızım Sinem, işte şimdi Chicxulub'un tam ortasına sıçtın.

✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧

"Yataklar var konuşmak için,
öpüşmek için telefon kulübeleri.
Aşklar var unutulmamak için,
boğulmak için ilk sevgili."

-Cemal Süreya

-*-

Emir'in odasından çıktıktan sonra Aras'ı arıyorum ancak telefonu açmıyor. Yaklaşık bir saat sonra aradığımı düşünürsek haksız sayılmaz tabi. Öte yandan, bu telefonu açmaması için bir bahane değil. Aras kaçmayı seven biri değil ki, bana öfkeli olsaydı telefonu açıp canımı yakacak şeyler söylemesi gerekmez miydi? Ama hadi ya kırgınsa? Kırgın olduğu zaman ne yapacağını bilmiyorum, onun kırıldığını görmedim ki hiç.

Binbir düşünceyle içim içimi kemirerek tekrar arıyorum onu. Açmıyor. İçimde yükselen öfkeyle birlikte pes edip dosyalara gömülüyorum mecburen. Saat dörde gelene kadar aralıksız çalıştıktan sonra nihayet Emir insafa gelip çıkabileceğimi bildiriyor. Sözünü hiç ikiletmeden çantamı alıp koşar adımlarla koridora atıyorum kendimi.

Asansöre bindiğimde tekrar Aras'ı arıyorum fakat bu kez de açmayınca büsbütün canım sıkılıyor. Telefonu kapatırken sesi hiç soğuk değildi halbuki... Moralimi bozmamaya çalışarak tekrar tekrar aramaya devam ediyorum. Eğer açmazsa sabaha kadar arayacağıma eminim. Zira insanlarla olan ilişkilerimde belirsizlik deli ediyor beni. Birinin bana kırgın olup olmadığını bilmediğim zaman ne yapacağımı şaşırıyorum, tüm dengem alt üst oluyor. Bunda Aras'a bu kadar çok değer vermemin de etkisi var elbette.

Dördüncü aramada telefon açıldığında derin bir nefes alıyorum. Ancak ben söze giremeden karşı tarafta beklediğimden farklı bir ses yankılanıyor. Nazmi Amca'nın sesi.

"Buradan mı açılıyordu bu? Dur oğlum, bozacaksın! Tamam, sen çık zaten müşteri de yok- Ha?"

"Nazmi Amca?" diyerek sesimi duyurmaya çalışıyorum ona. "Nazmi Amca beni duyuyor musun?"

"Melek misin sen?" şeklinde saçma bir soru soruyor bana. Ardından cevap beklemeden çıkışıyor. "Ne arıyorsun üst üste kızım? Elim ayağım birbirine dolaştı!"

"Sen neden açtın ki telefonu?" diyerek lafa dalıyorum birden. "Aras nerede?"

Telefonun diğer ucundan Şirin'in sesi geliyor. "Öldü, öldü!"

Bir anlığına yüreğim hop etse de Şirin'in ara sıra uykuyu ölüm şeklinde izah ettiğini hatırlayınca rahatlıyorum. Fakat onun neden böyle yaptığını da hatırlayınca içim birden cız ediyor. Nazmi Amca'nın söylediğine göre, Şirin'in annesi öldükten sonra kadının hareketsiz oluşunu uyuduğunu söyleyerek açıklamış babası. Zamanla bu durumu atlatmaya başlamış olsa da hala iki kavramı birbirine karıştırıyor.

"İki saattir uyuyor içeride," diyerek durumu özetliyor Nazmi Amca. "Yarım saate uyandır demişti ama çok yorgun diye kıyamadım."

"İyi yapmışsın, uyandırma." diyorum binadan çıkarken. "Ben sonra ararım onu."

Havadan sudan bir şeyler daha konuşuyoruz. Hakan Abi'nin izne geldiğinden, az sonra Şirin'le birlikte gezmeye gideceklerinden bahsediyor bana neşeyle. En kısa zamanda yanına uğrayacağıma dair söz verdikten sonra telefonu kapatıp otobüs durağına yürüyorum.

Beklerken bir ağırlık çöküyor üzerime. Otobüs geldiğinde ağırlık daha da çok artıyor sanki, direklere tutunarak devrilmemeye çalışıyorum. Öyle yorgunum ki... İş yerindeki stres ve koşuşturmacayla baş edemiyorum bir türlü. Kurumsal işlerle uğraşmak, stajyerliğin verdiği rahatlıktan da, garsonluk günlerimdeki fiziksel yorgunluktan da başka bir şey. Dosyaları düzenlerken tüm dikkatimi kağıtlara vermem gerekiyor, bir süre sonra zihnim öyle çok yoruluyor ki kocaman bir stres topuna dönüşüp okul, ev demeden önüme gelene çatmaya başlıyorum.

Aras'ın onu tanıdığımdan beri dosyalarla yaşadığını hatırlayınca bir kez daha içim buruluyor. Önümüzdeki bir haftayı bu şekilde geçirmem imkansız benim. Üstelik yarın gidip gitmeyeceğini de öğrenmem lazım, eğer Ankara'ya gidecek olursa yarın için yaptığım tüm planlar boşa gider.

O yüzden ani bir kararla telefonumu çıkarıp Naz'ı arıyorum. Durumu kısaca izah ettiğimde geç kalırsam beni idare etmeye çalışacağını söylüyor. Karşılığında ona maaş kartımı sınırsız kullanma hakkı taahhüt ederek telefonu kapatıyorum. Eh, bunu çoktan hak etti bence.

Otobüsten indiğimde eve giden yola sapmayıp koşarak karşıya geçiyorum. Merdivenleri aşıp sunağı geçtiğimde terasta bir sessizlik karşılıyor beni. Masaların arasından geçip terasın diğer ucundaki kapalı alana ilerliyorum. Kapının kulpunu çevirdiğimde hiç zorlanmadan açılıyor. Kabanımı ve spor ayakkabılarımı çıkarırken heyecandan içim içime sığmıyor sanki. Fakat ortasında büyük bir sobanın yandığı geniş salona girdiğimde birden duraksıyorum.

Hala uyuyor.

Gördüğüm en huzur dolu görüntü olabilir bu. Zira Aras uykusunda tam olarak buna dönüşüyor. Huzura. Ağır adımlarla yanına ilerlerken bir yandan da onu izlemeye devam ediyorum. Koskoca divanı tek başına işgal etmeyi başarmış bir şekilde. Yüzünde günlük hayatın tüm sorunlarından arınmış huzur dolu bir sakinlik geziniyor, gevşemiş bedenindense yatıştırıcı bir enerji yayılıyor etrafa.

Başucuna vardığımda divanın yanına diz çöküp kokusunu içime çekiyorum. Ellerim benden bağımsız bir şekilde havalanıp saçlarına uzanıyor, gezinirken kuzgun karası tutamlar kayıp gidiyor parmaklarımdan. Bir insan nasıl bu kadar güzel uyuyabilir? Yanağına minik bir öpücük bırakma niyetiyle eğildikten sonra geri çekemiyorum kendimi. İçimde kaynayan bir sevgiyle kollarımı boynunun etrafına dolayıp başını bağrıma bastırıyorum.

Şimdi burada buldum fakat bir dahaki sefere nerede olacak acaba? Gidecek öyle çok yeri, varlığını bile bilmediğim öyle çok evi var ki... Keşke kalbimin içinde saklayabilseydim onu. Hem nihayetinde kalp de dört odalı bir ev değil midir?

"Hmm..."

Uykusunda sayıkladığını duyunca yüzümü saçlarına gömüp bir öpücük konduruyorum. Nasılsa hatırlamayacak bunları... Bir şeyler daha mırıldanarak derin bir nefes alıyor, yakalanmaktan korkarak geri çekilmeye çalışıyorum. Fakat uzaklaşmaya yeltendiğimde huysuzlanıyor uykusunda, kolu havalanıp gevşekçe belime sarılırken yeniden sayıklıyor.

"Melek..."

"Benim..." derken sımsıcak oluyor içim. "Uyu sen, ben buradayım."

Anlamsız bir şeyler mırıldanarak divanda kenara kayıyor, sonra uykuyla uyanıklık arasında birden kendine çekiyor beni.

"Gel buraya..."

Tıpkı Araf'taki gece olduğu gibi dengemi kaybedip üstüne kapaklanıyorum pat diye. Buna rağmen uyanmıyor, kollarını belime doluyor homurdanarak. Gülmekle gülmemek arasında gidip gelirken Aras'ın üstünden kayarak yana uzattığı koluna yaslıyorum başımı. Uykusunun arasında üzerindeki battaniyeyi çekiştirip beni de hapsediyor içine. Dört bir tarafım onun uyku dolu sıcaklığıyla sarmalandığında huzurla iç çekiyorum.

Sesimi duyunca sırtımı okşuyor belli belirsiz. Başımı yukarı kaldırarak boynuna gömüp kollarının arasında kayboluyorum. Kokusu her yanımda... Vücudumu mayıştıran sıcaklığı, uykusunda sayıklarken tenime çarpan nefesi, bedenimin etrafında bir sığınağa dönüşen bedeni... Annemle kız kardeşime sarılmaktan çok farklı bir his bu, bambaşka bir duygu. Onlara sarıldığımda bedenlerinde tanıdık ve kırılgan bir yumuşaklıkla karşılanıyorum mesela. Şefkat dolu bir yumuşaklıkla.

Fakat Aras'a sarılırken yumuşak olmayan bir bedenin de şefkat dolu olabileceğini öğrendim. Farklı bir güven hissi var burada, Mert'e ya da Mehmet'e sarılırken duyumsayamadığım bir titreşim... Tıraş olmaktan sertleşmiş yüzüne alnımı yaslarken, sıcak nefesi saç diplerimi dağlarken, elleri sırtımı kavradığında parmakları etime gömülürken kalp atışlarımı hızlandıran bir büyü var.

Kendimi tutamayıp ufak bir buse konduruyorum boynuna. Uykusunda hafifçe irkilirken belime daha sıkı sarılıyor. Başımı uzatıp adem elmasına bir öpücük bırakıyorum, çenesine doğru ilerlediğimde adımı sayıklayarak bacaklarımı bacaklarının arasına hapsediyor. Uyanmak üzere olduğunu bildiğim için kaçamak bir öpücük bırakmaya yelteniyorum dudaklarına.

Fakat o benden önce davranıyor. Dudaklarıyla dudaklarımı kavradığında gözlerimi açıp şaşkınlıkla yüzüne bakıyorum. Hala uyanmamış. Fakat bir eliyle çenemden tutarak kendine çekiyor beni. Birden yana dönüp tamamen üstüme kapandığında kollarımı boynuna dolamaya çalışıyorum. Diliyle dilimi kavrayıp kendi ağzına çekmeye çalışırken sırtımdan tutarak gövdemi gövdesine bastırıyor.

Boğazımdan yukarı yükselen inlemeyi bastırabilmek için başımı arkaya atıyorum. Ağzımın içinde gezinmeyi bırakıp ıslak dudaklarıyla aşağı yöneliyor bu kez. Boynumun üzerindeki ince deriyi dudaklarının arasına alıp ısırdığında hafif bir acıyla irkiliyorum. Sabırsız hareketlerle adımı mırıldanırken ellerini aşağı indirip belimde gezdiriyor. Tişörtümü pat diye çekip çıkardığında başımı geri çekip hayretle gözlerimi açıyorum.

"Aras!"

Birden duruyor. Ne olduğunu anlamaya çalışırken onun da en az benim kadar şaşkın olduğunu fark ediyorum.

"Melek?" diyor hayretle gözlerini açarken. "Sen... Sen gerçek misin?"

"Ne?"

"Rüya değil..." diye mırıldanıyor bir şeyleri yeni fark etmiş gibi. "Sen gerçekten de gerçeksin."

Yüzümün az ötesindeki fırtınayla kararmış maviliklere bakarken ne diyeceğimi bilemiyorum. Uyurken mi öptü beni? Ha siktir... Acaba uykusunda tişörtümü çıkardığını fark edince ne yapacak? Aras uyku mahmurluğunu üzerinden atmaya çalışırken daha da çok ısınıyor yüzüm. Halimi görmemesi için kollarımı boynuna sıkıca sararak etrafa göz gezdiriyorum.

"Güzelim böyle insan mı uyandırılır?" diyerek düşüncelerimden uyandırıyor beni. Şaşkınlıkla ona baktığımda söylenmeye devam ettiğini duyuyorum. "Yemin ederim, her seferinde yeni bir travma yaşatıyorsun."

Bu ani suçlama karşısında utancım bile geride kalıyor. Tişört aramayı bir kenara bırakıp hayretle kendimi savunmaya çalışıyorum.

"İ-iyi de beni sen öptün..."

"Öperim tabi!" diyerek çıkışıyor bana. "Böyle uykumda yanıma sokulursan ben daha çok öperim seni!"

"Ben yanına sokulmadım..." derken neredeyse ağlamaklı çıkıyor sesim. "Yemin ederim, sen çektin yanına."

Bana bakarken yüzündeki ifadenin yumuşadığını fark ediyorum. Başını hafifçe yana çevirip duyamadığım bir şeyler mırıldanıyor. Durumu fark etmemesi için dua ederken etrafa göz gezdirerek tişörtümü bulmaya çalışıyorum. İç çekerek kolunu aşağı uzatıp yerde bir şeyler aramaya başlıyor Aras. Bir an sonra tişörtümle birlikte elini geri çektiğini görünce yüzümün kıpkırmızı kesildiğini hissediyorum.

"Üzerini çıkardığım için üzgünüm," diye mırıldanıyor tişörtümü katlarken. "Yani, hiç değilse deniyorum..."

Ona sövmek üzere ağzımı açıyorum fakat bir şey söylememe fırsat kalmadan tişörtü kafamdan geçiriyor. Kollarımı dışarı çıkartırken Aras'ın yeniden yana kayıp beni göğsüne çektiğini fark ediyorum.

"Ne yapıyorsun-"

"Uyumaya çalışıyorum." diyor kafamı göğsüne bastırarak. "Hala alamadım uykumu."

Geri çekilmeye çalışarak söyleniyorum. "Tek başına uyu o zaman."

"İstesem de yapamam." derken muzip bir gülümseme beliriyor yüzünde. "Slow bir uyku bu."

Aklıma ilk dansımız gelince elimde olmadan gevşiyorum. Aras'ın kokusu ciğerlerimi doldururken o güzel melodi yankılanıyor yine kulaklarımda. Yıldızların altında... Aklıma bugün telefonda söylediklerim gelince yüzümdeki tebessümün yerini pişmanlık alıyor.

"Önce konuşmamız lazım," diyerek geri çekiyorum kafamı. "Ben... Bugün telefonda sana öyle demek istememiştim."

"Biliyorum, Tinúviel." diyor uykulu bir sesle. "Streslisin, patlayacak yer araman çok normal."

"Ömrümün sonuna kadar stresli yaşamak istemiyorum..."

"Zamanla iş hayatındaki sorunları işyerinde bırakmayı da öğreneceksin." derken esnediğini fark ediyorum. "Ama şimdi uyku zamanı..."

"Ben diğer divana geçeyim." diyorum istemeye istemeye. "Nazmi Amcalar gelirse..."

"Gelmelerine daha çok var." diyerek geçiştiriyor beni. "İzin ver de huzurlu bir uyku uyuyayım, güzelim."

Ne yani, tek başınayken huzursuz mu oluyor? Kafam karışmış bir halde mırıldanıyorum. "Sen zaten uyurken huzurlu görünüyorsun."

Bir kez daha esniyor. "Dışı seni, içi beni."

O esneyince ben de esniyorum. Cümlesinin sonuna doğru sesi gittikçe ağırlaşıp kayboluyor, bir elini belimden ayırıp yanağıma yaslıyor şefkatle. Batan güneşin ardından gittikçe koyulaşan maviliğin arasında bedenimin gittikçe ağırlaştığını hissediyorum. Uyku siyah kanatlarını kocaman açarak eğiliyor üzerimize, akşamüstü maviliklerinden kopup simsiyah bir huzura çekiliyorum.

✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧

"İnsan bir an önce kargaşasını kendine anlam veren bir düzene çevirmezse,
yıldızlar doğurtamazsa karanlığına,
yok olacaktır."

-Nietzsche / Béla Tarr, Torino Atı

-*-

ARAS
2 sene önce

Aks vidasının üstündeki parçaları kaldırdıktan sonra çaresizce etrafıma bakındım. Vidayı bu şekilde sökmek imkansızdı, frenin arasına sıkıştırabileceğim bir parçaya ihtiyacım vardı. Ya da frene basacak birinin yardımına. Homurdanarak arabanın altından çıkıp babama baktım. Elinde evrak çantası ve yüzünde son derece huysuz bir ifadeyle benzer bakışı attı bana.

"Bitiremedin mi hala?"

Homurdanarak cevap verdim ona. "Neden kendine bir tamirci bulmuyorsun?"

"Sen varsın ya, oğlum."

Ne diyebilirdim ki? Annem hariç tüm sayısalcıları gerizekalı olmakla itham eden devasa bir ruh hastasıydı babam. Daha önceleri ona, milattan önceki devirlerden kalma bu hurda yığınını bile mühendislere borçlu olduğunu hatırlatmayı denemiştim. Umursamamıştı. Yola gelmeyince de kendisini Makina Mühendisleri Odası'na şikayet etmekle tehdit etmiştim.

"Siz İTÜ'lü tamircilerin bunu bir türlü idrak edemediğini biliyorum fakat makina değil, makine." diye cevap vermişti bana. "Ayrıca git kime şikayet edersen et. Eninde sonunda hakkınızı aramak için adliye kapılarına geleceksiniz nasılsa."

Babam böyle uğraşılmaz bir insandı işte. Bu yüzden ona cevap yetiştirmek yerine arabaya döndüm. Ne yazık ki, arabası da kendisi gibi anlaşılmaz bir baş belasıydı.

"Rotile ulaşamıyorum," dedim elimin tersiyle alnımı silerek. "Araca binip frene basman lazım."

Evrak çantasını kenara koyup sürücü koltuğuna doğru ilerlerken söylenmeye başladı. "Acele et, konferansa geç kalacağım!"

Ben de toplantıya geç kalacaktım. Simülatör sistemlerinde kullanılan üreteçler üzerine uzmanlaşmış bir startup şirketinin satın alma görüşmeleri vardı bugün. 13 milyon dolarlık bir anlaşmayla şirketi komple kendi bünyemize katacaktık. Aynı sistemleri tasarlayacak bir birimi sıfırdan kurmanın maliyeti ise bunun beş altı katı kadardı, bu yüzden dört aydır onlarca bürokratik engele rağmen görüşmeler devam etmişti.

Tabi, işin bir de şahsi boyutu vardı. Ne dayım ne de diğer yöneticiler bu minik şirketle neden bu kadar ilgilendiğime anlam verememişti bir türlü. Şirkette başlatmayı planladığım dönüşümün ateşleme fitilinin bugünkü anlaşma olacağını bilmiyorlardı. O yüzden son dakika yeni bir aksilik çıkar korkusuyla sabahın köründe kalkıp şirkete gitmek üzere hazırlanmıştım.

Ne yazık ki aksilik çıkmıştı. Aksilik, bizzat babamdı.

Vidayı söktükten sonra anahtar kutusuna uzanmaya çalıştım. Bu esnada kolum motor yağına bulanan aksamlara çarpmış, gömleğimde koyu renk lekeler meydana gelmişti. Öz babama küfür etmenin eşiğine geldiğim nadir anlardan birini yaşıyordum. Bugün toplantı olduğunu bal gibi biliyordu, telefonla konuşurken duymuştu beni. Sabahın köründe arabasından garip sesler geldiğini söyleyerek elime alet çantasını tutuşturması boşuna değildi.

"T45'i verir misin?" diye nazikçe rica ettim ondan. "Anahtar takımında, üçüncü sıradaki parça."

Bir an sonra anahtarı arabanın altına fırlatmıştı. Sabır dileyerek salıncak tarafındaki somunları sökmeye koyuldum bu kez. Arızalı rotili de çıkardıktan sonra babamın arabanın altına eğilip yeni rotili uzattığını fark ettim. Yeniden doğrulduktan sonra gerine gerine konuşmaya başladı.

"Lavinia son vizesinden 94 almış."

"Öyle mi?" dedim aks vidasını gevşetirken. "Hangi ders?"

"Roma Hukuku." diye cevap verdi bana. "Hani şu vizesinden 5 aldığın ders."

"Hoca bana taktı." dedim çekiçle porya tarafındaki somuna vururken. "Yoksa beni bilirsin, hukuk fakültesinin parlayan yıldızıyımdır."

"Orası muhakkak!" diye homurdandı babam. "Bir kez olsun ders çalışmayı denedin mi, oğlum?"

"Mühendislik okurken düzenli olarak yaptığım bir şeydi." dedim vidaları gevşetirken. "Alp, Cavit ve ben bölümün inekleri arasındaydık."

Bir kez daha homurdandı babam. "Hayret, nedense ben o dönemler seni hep sosyal hayatınla duyuyordum."

"Zamanında çalıştığımız için herkesin aksine haftasonları ve sınav dönemleri eğlenebiliyorduk çünkü." diyerek güldüm. "Diğer arkadaşlar deli olurdu hatta. Üçümüz Makine Elemanları dersini revizyona kalmadan geçince Berk ve Aslı bizi eve almamıştı."

"Ev arkadaşlarındı onlar, değil mi?"

"Hayır, ev arkadaşlarım Suzan ve Eren'di ama mezuniyet gününden sonra onlar da bizi evden kovmuştu." diyerek kahkaha attım. "Eren'in bölüm birincisi olarak yapacağı konuşmanın metnini, Suzan'a evlenme teklifi ederken söyleyeceklerini yazdığı metinle değiştirmiştik."

Ses tonundan babamın da keyiflendiğini fark etmiştim. "Sonra ne oldu?"

"Heyecandan kürsüde onu okumaya başladı aptal herif." diyerek yeniden güldüm. "Tabi, metinleri benim değiştirdiğim ortaya çıkınca Suzan Eren'in evlenmeyi düşünmediğini, o metni bizim yazdığımızı sanıp onu da evden kovmuştu."

"İyi halt etmişsin." diyerek tersledi beni babam. Sonra sesinde acıyan bir tınıyla ekledi. "Sakın bana senin yüzünden ayrıldıklarını söyleme."

Birden durdum. İki saattir kiminle konuştuğumu yeni fark etmiştim. Babam bahsettiğim insanların hiçbirini tanımıyordu ki, Suzan'ı ölümünü bile gazetede görmüştü. Ve görünüşe bakılırsa çoktan unutmuştu. Belki de sorun, onu hiç tanımamış olmasındaydı zaten.

Zira Suzan'ı biraz olsun tanımış olsaydı öldüğü dönemde "O kızın ölümünden kendini sorumlu tuttuğunu biliyorum." demezdi bana. Meselenin kendini sorumlu hissetmekten çok daha fazlası olduğunu anlar, "Acı çekiyorsun, bu iyi bir şey." demek yerine sarılmayı denerdi.

"Benim yüzümden ayrıldılar," dedim anahtarla somunları tekrar sıkarken. "Suzan şu fabrikada ölen kızdı."

Eren ise hala benimle konuşmuyordu. Başkalarının aksine o Suzan'ın ölümündeki payımı hiçbir zaman görmezden gelmemişti. Diğer arkadaşlarımsa kendimi gereksiz yere suçladığımı düşünüyordu, olaya yanlış bir noktadan baktıkları için son derece normaldi bu.

Onların bakış açısına göre Suzan'a yurtdışına gitmek yerine kalıp Saral Holding'de çalışması için ısrar etmiştim ve bunda hiçbir kötü niyet yoktu. O dönemler yönetime geçmeye yönelik bir isteğim yoktu, sahaya inip diğer mühendislerle birlikte eğitimini aldığım şeyi yapmak istiyordum. Suzan ise tam bir liderdi, insanları organize etme konusunda olağandışı bir yeteneğe sahipti her zaman.

Ona planlarımı anlattığımda başta itiraz etmişti. Benim yönetim işini yapabileceğime inanıyordu, onun bakış açısına göre en iyi liderler gönülsüz olanlardan çıkardı. Fakat en sonunda, ikna yeteneğim karşısında boyun eğmek zorunda kalmıştı. Ben şirkette Ar-Ge bölümünde çalışıp mekanik işlerle ilgilenecektim, o da normal kademeden başlayıp yeterli donanıma ulaştığında yönetim koltuğuna oturacaktı.

Son derece masum ve idealist bir plan. Suzan'ın seçimlerine müdahale etmiştim fakat sonuçta fabrikada o korkunç kazanın yaşanacağını tahmin edemezdim. En azından diğer arkadaşlarım durumu böyle değerlendiriyordu.

Fakat ben ortada birinin seçimlerine müdahale etmiş olmaktan çok daha fazlasını görüyordum. Ortada bir sorumsuzluk vardı. Arkadaşımın şirkette çalışmasını istemeseydim de o iş kazası yaşanacaktı, ölen bir başkası olacaktı yalnızca. Zira Suzan henüz şirket politikasını denetleyebilecek kadar yüksek bir konuma yükselmemişti, Özer Bey'in kurduğu çarpık düzense işlemeye devam ediyordu. Şirketteki aksaklıklar, yetersiz önlemler ve maliyete dayalı yönetim politikası bizim uzun vadeli planlarımızı bekleyecek değildi. Bense tüm bunlar olurken atölyemde mühendisçilik oynamakla meşguldüm.

Sorumsuzluk tam olarak buradaydı işte. Evet, çarpık düzeni ben yaratmamıştım fakat değiştirme şansım vardı. Ve bunu yapmakta geç kaldığım için en yakın arkadaşımın ölümüne sebep olmuştum. Bir diğer arkadaşımınsa sevdiği kadını almıştım elinden. Eren'in cenazede suratıma attığı yumruğu hatırlayınca yüzümü buruşturdum. Söyledikleri çok daha fazla yakmıştı canımı.

"Senin yüzünden öldü o! Senin yüklenmek istemediğin sorumluluklarını taşımak için, senin gitmeye bile tenezzül etmediğin şirketinde gece gündüz çalışırken öldü! Acaba şimdi kıçını kim toplayacak, veliaht hazretleri?!"

Somunları sıktıktan sonra arabanın altından çıkıp anahtarı yere bıraktım. Üstüm başım batmıştı, bir kez daha duş almam gerekecekti. İç çekerek gömleğimi silkelemeye çalıştım, ardından anahtarları alet çantasına dizdim özenle. Ellerimi çırpıp ayağa kalkmaya çalışırken babamın sessizce bana elini uzattığını fark etmiştim.

Elini tutup ayağa kalktım.

Yaşadıklarından ötürü babasını suçlayan o aptal çocuk değildim artık. En yakın arkadaşlarımı tanımaması, üniversite yıllarıma şahit olmaması, okul yıllarımda başarılı bir öğrenci olduğumu bilmemesi babamın suçu değildi. Erzurum'dan döndükten sonra yatılı okula gitmek isteyen, onu kendimden uzaklaştırmak için her yolu deneyen, aramızdaki bağları kopacak noktaya bilerek getiren bendim zaten. Reddi miras yapmamaya karar verdiğimde zorla onun yanına taşınarak bir şeyleri telafi etmeye çalışmış, fakat geç kalmıştım. Değişen tek şey resmi kayıtlardaki ikametgah adresim olmuştu.

Bu yüzden babamın "Mezuniyetine gelmeyi çok istemiştim..." dediğini duyunca hiçbir tepki veremedim. "Ama beni orada istemeyeceğini düşündüm."

"O dönemler istemezdim, evet."

"Yine de gelmem gerekirdi." dedi elini omzuma koyarken. "Gururu bir kenara bırakıp sana rağmen senin yanında olmalıydım."

Onun bu samimi itirafı karşısında diyebileceğim hiçbir şey yoktu. Başımı hafifçe salladıktan sonra arkamı dönüp krikoyu çıkarmaya giriştim. Ne diye babama okul yıllarımdan bahsetmiştim ki? Sonuçta, mezuniyetime gelip gelmemesinin hiçbir önemi yoktu. Artık yoktu. Geçmiş benim gözümde çökmüş bir dalga fonksiyonuydu, gerçekleşmemiş olasılıkları geri almanın imkansız olduğunu biliyordum. Bu yüzden istesem de kin tutamıyordum yaşananlara ve onlara sebep olanlara.

Aklıma gelen fikirle birlikte duraksadım. Madem geçmişim bir önemi yoktu, öyleyse neden onu cezalandırmaya devam ediyordum ki? Neden suçluluk duymasını istiyordum? Farkında bile olmadan arkasına sığındığım gururu bir kenara itip babama döndüm tekrar. Benim geçmişim için artık bir umut yoktu fakat geleceğimizin bir telafisi vardı hala.

"Mezuniyetime gelmeni çok istemiştim." dedim kaportada duran ıslak beze uzanırken. "Arkadaşlara belli etmiyordum fakat son ana kadar gözlerim kapıdaydı."

Kederle gölgelenen gözlerine bakarken benden beklediği şeyin bu olduğunu fark etmiştim. Ona kızmamı istiyordu babam, geçmişin hesabını sormamı. Evlatlar böyle yapardı çünkü. Ebeveynlerinden bir şeyler bekler, bazen onlara küser, bazense isyan ederdi. Senelerdir babama gösterdiğim hoşgörünün bizi birbirimizden daha çok uzaklaştırdığını idrak etmek içimi acıtmıştı. Evet, o baba olmayı unutmuştu. Fakat acı gerçek şu ki, ben de bir babanın evladı olmayı unutmuştum.

"Oğlum, ben çok üzg-"

"Bunları üzüntü duyman için söylemedim." dedim başımı iki yana sallayarak. "Bana bir söz vermen için söyledim."

Sana bir telafi şansı vermek istedim, baba.

"Ne sözü?"

"Lavinia'nın mezuniyetine birlikte gideceğiz." dedim ıslak bezle ellerimi silip ona dönerken. "Üçümüzün bir fotoğrafı olacak, yirmi yıl öncesine ait olmayan bir fotoğraf... O gün Lavinia seni ne kadar kovarsa kovsun gitmeyeceksin. Yanımda durup o diplomasını alırken, kepini havaya atarken, kürsüde birincilik konuşmasını yaparken gurur duyacaksın kızınla. Seni ancak bu şartla affederim."

Gözlerinde gözlerimin yansıması vardı, gözlerinde gelecek için bir umut kıvılcımı ışıldamaya başlamıştı. Başını aşağı yukarı sallayarak çatallaşmış bir sesle "Söz veriyorum." dediğinde gülümsedim babama. Geçmişimiz çökmüş bir dalga fonksiyonu olabilirdi fakat geleceğin puslu sayfalarında sayısız ihtimalin yanıp söndüğünü görebiliyordum. Bugüne dek üçümüz de ayrı ayrı ve tek başımıza gitmiştik annemin mezarına. Şimdiyse, günün birinde o mezarlıkta ailemizin yeniden bir araya toplanabileceğini fark etmiştim.

Babamın hapsolduğu duygusallığa yakalanmak üzere olduğumu anlayınca ıslak bezi bir kenara bıraktım. Eğer biraz daha burada durup Yeşilçamvari aile hayallerimizle vakit kaybedersem startup şirketi yerine babayı alacaktım. Saatime göz attıktan sonra alet çantasını elime alıp eve yöneldim telaşla. Fakat bir adım bile atamadan gömleğime yapışan bir el beni tutup geri çekmişti. Babam.

"Nereye gidiyorsun?" dedi eski nemrut haline dönerek. "Daha ateşleme bobinini değiştireceksin."

Harika. Cidden harika.

"Şimdilik diğer bobinlerle idare et." dedim yakamı kurtarmaya çalışarak. "Dördünü birden bozmuş olamazsın, değil mi?"

Sinsi tebessümü gözümden kaçmamıştı. "Tek bobin var bu arabada."

Dönüp hayretle ona baktım. Arabasının eski model olduğunu biliyordum fakat neolitik çağdan kalma bir şey kullandığından haberim yoktu. Gerçi, neden şaşırıyordum ki? Evde güvenlik amacıyla bulundurduğu tüfek de orta çağdan kalma bir şeydi.

Fakat durup bir de bobin tamiriyle uğraşamazdım. Beni aşan bir şeydi bu, az evvelki rotil değişimini bile mühendislik eğitimine değil, askerlik günlerime borçluydum. Üstelik burada biraz daha oyalanmak gibi bir lüksüm yoktu. Babam dün kulak misafiri olduğu şeyin toplantı öncesi görüşme saati olduğunu bilmiyordu fakat bobin işiyle uğraşırsam sadece görüşmeye değil, toplantıya da geç kalacaktım.

"Gerçekten gitmem gerek." dedim yalvarırcasına. "Çocuklara söyleyeyim, onlar ilgilensin arabanla-"

"AĞABEY!"

Lavinia'nın sesini duyunca sözlerim yarıda kesildi. Babamın yüzünde manidar bir tebessüm belirmişti, kardeşimin bana yeniden abi demeye başlaması hoşuna gitmişti muhtemelen. Bense minik farenin sesindeki öfkeye takılıp kalmıştım. Eğer onu biraz tanıyorsam ortada ters giden bir şeyler olmalıydı. Arkamı dönüp baktığımda yanılmadığımı anladım, bize yürürken ufaklığın gözlerinden ateşler çıkıyordu.

"Ne oldu, Laviş?"

"Bana hemen neler olduğunu anlatacaksın!" dedi hışımla yanımıza gelerek. "Melek neden senden nefret ediyor?"

Son derece masum bir tavırla konuştum. "Melek benden nefret mi ediyormuş?"

"Bırak palavrayı!" diye bağırdı bu kez. "Kızın dönemin başından beri nefretle bahsettiği züppe senmişsin meğer!"

Bir dakika- Ne? Melek cidden bana züppe mi diyordu yani? Babama baktığımda gülmemek için kendini zor tuttuğunu fark etmiştim. Olayın ciddiyetini de, Melek'le aramızdaki ihtilafın bir zamanlar annemle yaşadığı aşka dönüşebilecek türden bir nefret olmadığını da idrak edemiyordu kendisi.

Bense lakabıma takılıp kalmıştım. Kendimi aklamaya çalışacak değildim, Melek'in bana ettiği hakaretlerin bir çoğu nokta atışıydı cidden. Fakat, züppe... Rahmetli sarışın psikopatın nasıl bir yalan zinciriyle beni kızın gözünde züppeye dönüştürdüğünü hayal bile edemiyordum.

"Anlattıkları doğru mu?" diye sordu Lavinia öfkeyle. "Cevap versene, ağabey!"

Sakin bir tavırla sordum. "Ne anlatıyor ki?"

"Senin katil olduğunu söylüyor!"

Eh, cadalozun ara sıra beni bununla itham ettiğini bilmiyor değildim. Fakat olanları Laviş'e nasıl anlatacağıma dair hiçbir fikrim yoktu, Arzu'dan bile bahsetmemiştim ona. Arabaya yaslanıp sıkıntılı bir tavırla söze nereden gireceğimi kestirmeye çalışırken babamın sükunetle konuştuğunu duydum.

"Sen ne söyledin?"

Varlığını ilk kez fark etmiş gibi hayretle babama döndü Laviş. "Pardon?"

"Arkadaşın ağabeyine katil demiş," diyerek mırıldandı babam. "Bu ithamlar karşısında öylece sustun mu?"

Hayır... Babamın sesindeki pusuya yatmış öfkeyi duyabiliyordum fakat Lavinia habersizdi bundan. Babama ters ters baktıktan sonra umursamaz bir tavırla omuz silkti.

"Melek benim kim olduğumu bile bilmiyor. Ne yapmamı bekliyordun ki?"

"Ağabeyini savunacaktın!" diye bağırdı babam birden. "Dışarıdan biri ailen hakkında ileri geri konuşurken susup sineye çekecek kadar gurursuz olmayacaktın!"

Lavinia'nın hayretle gerilediğini gördüm. Eğer benimle olan atışmalarını saymazsak, hayatında ilk kez azar yiyordu birinden. Onun korktuğunu görünce içimde bir şeylerin harekete geçtiğini hissetmiştim.

"Baba, yeter-"

"Sen karışma, Aras!"

"Karışırım!" diye cevap verdim ona. "Eğer böyle bağırarak konuşursan, karışırım."

"Sakın!" diye bağırarak bana döndü bu kez. "Kızımla konuşurken sakın müdahale etme bana!"

Ne diyebilirdim ki? Babamın sesindeki sahiplenici tını olduğum yere mıhlamıştı beni. Ona ters bir cevap vermemek için kendimi zor tutuyordum fakat derinlerde bir yerde, söylediklerinden memnun olmuştum. Öfkeyle çarpılmış çehresine bakarken artık geri dönmesinden umudumu kestiğim bir adamın, yıllar önce ölen babamızın mezarından kalktığını görür gibiydim. Gündelik akışın dışında, nihayet gerçek bir tepki vermişti kızına. Lavinia'ya dönüp azarlamaya devam ederken kenara çekildim ve imkansız bir hayalin gerçeğe dönüşmesini izlemeye başladım.

"Beni reddedebilirsin fakat ağabeyini reddetmeye hakkın yok!" diye bağırdı bu kez. "Ağabeyinin senin üzerinde Özer denen itten bile daha fazla emeği var!"

"Ben zaten ağabeyimi-"

"Sen, küçük hanım, gidip arkadaşına ağabeyinin katil olmadığını söyleyene kadar gözüme görünmeyeceksin!" dedi babam hışımla. "Bütün meslek hayatımı faili meçhul cinayetleri çözmeye adadım ben! Hiç kimse benim oğluma katil diyemez!"

Kısa bir sessizlik çöktü aramıza. Lavinia'nın gözleri dolmuş bir halde başını salladığını fark etmiştim. Onun gidip de arkadaşlarına beni savunmayacağını biliyordum, eğer kardeş olduğumuzu söylerse Melek'le olan dostluğu sona ererdi. Üstelik babam gereksiz bir hassasiyet gösteriyordu, kızıyla iletişim kurmaya yanlış yerden başlamıştı. O kadar yanlıştı ki, duruma müdahale etmek için en ufak bir istek dahi kalmamıştı içimde.

Hiçbir şey söylemeden alet çantasını kenara bırakıp eve yürümeye başladım. Ateşleme bobinlerini değiştirmekle uğraşamazdım, toplantının başlamasına çok fazla zaman kalmamıştı. Yarım saat içerisinde yukarı çıkıp üzerimi değiştirip duş alacaktım. Fakat hepsinden önce ellerimi yıkamam gerekiyordu.

Ellerim çok kirlenmişti.

✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧

"Beni anlamıyorlardı, zararı yok.
Zaten beni daha kimler anlamadı."

-Oğuz Atay, Korkuyu Beklerken

-*-

EMİR
4 yıl önce

Yatağın üzerindeki pembe bebek elbisesine bakarken milyonlarca farklı düşünce geçiyordu zihnimden.

Birincisi, ayvayı yemiştik.

Artık ilişkimizi saklamamız imkansızdı, başta amcam olmak üzere herkes üvey kuzenime göz koyduğumu öğrenecekti. Beni büyütüp şirketinin başına geçiren adama, öz evlatlarından bir gün olsun ayırmadan anne şefkati gösteren kadına, bana ağabeyi gözüyle bakan Özgür'e ihanet etmiştim. Ne benim, ne de Arzu'nun Türkiye'de bir geleceği yoktu artık. Yaptığımız şeyin affedilebilecek bir hata olmadığının bilincindeydim, geri dönüşü olmamak üzere aforoz edilecektik aileden.

İkincisi, baba oluyordum.

Minik elbiseye bakarken sessizce tekrarladım bu cümleyi. Baba oluyorum. Kendimi bildim bileli sevdiğim kızla ortak bir şey getireceğiz dünyaya. Bir kız çocuğu. Gözleri tıpkı Arzu'nun deniz mavisi gözlerine benzeyen, güldüğünde onun gibi çenesinde minik bir gamze beliren, benim kadar inatçı, annesi kadar kurnaz ama bir o kadar masum minicik bir kız...

Arzu'yu asla klasik bir eş olarak hayal edemiyordum, bu doğru. Dünyada yalnızca ikimiz kalsak bile entrika çevirecek bir şeyler bulurdu şüphesiz. Beni deli edecekti, evimizde zaman zaman kavga ve tartışma sesleri yükselecek, onun zekasına ayak uydurmaya çalışırken tökezleyip duracaktım. Ancak günün sonunda hala sevdiğim kadın olacaktı. Çocuğumun annesi... Bu yaşa kadar hep amcamın denetiminde ait olmadığım bir aileye girmeye çalışıp durmuştum.

Fakat artık benim de bir ailem olacaktı.

Ağlamaya başlarken diz çöküp yataktaki minik elbiseye gömdüm yüzümü. Üzerinde hala tekstil kokusu vardı ancak gelecekte minik bir bebeğin kokusunu taşıyacaktı bu elbise. Bebeklere has, o masum pudra kokusu... Arzu yanıma diz çöktüğünde burnuma dolan eşsiz müge çiçeği kokusunu içime çektim tekrar.

Nedense beni ağlarken görmesini istemiyordum, bu yüzden yüzüm yere bakarak dönüp beline sardım kollarımı. Başımı karnına yasladığımda onun da ağladığını fark etmiştim. Tişörtünü kaldırıp ellerimi sıcacık teninde gezdirirken iç çekerek mırıldandım.

"Burada mı?"

"Burada," dedi elimi tutup kasıklarının yukarısına götürerek. "İki aylık, Emir. Doktor üç gram olduğunu söyledi."

Gözyaşları arasında ufak bir kahkaha attım. "Üç gram mı?"

"Şu kadar bir şey sanırım," diyerek parmağının ucunu gösterdi Arzu. "Ama çok hızlı büyüyor."

Elini tutup parmağının ucunu öperken diğer elimle gözyaşlarımı sildim. Kollarını başımın etrafına dayayıp beni şefkatle karnına bastırmıştı Arzu. Sıcaklığına gömülmüşken dünyanın geri kalanı umurumda bile değildi. İhanetse ihanet... Sonucunda dünyanın en güzel şeyi meydana gelen bir ihanet yüzünden istesem de suçluluk duyamazdım artık.

"Çok hızlı büyüyor..." diyerek tekrarladım Arzu'nun sözlerini. Ardından başımı kaldırıp yüzüne baktım. "Karnın ne zaman belli olacak?"

Tedirgin bir bakış attı bana. "En fazla iki üç ay sonra."

Nereye gidecektik? Bir süredir ben de kenara para ayırıyordum fakat işler öyle yoğundu ki, henüz bir kaçış planı yapmaya fırsat bulamamıştım. Böyle acil bir durumla karşı karşıya kalacağımız aklımın ucundan bile geçmiyordu.

Amcam başlarda çok öfkeli olacaktı elbette. Bize ya da bebeğe zarar verip vermeyeceğinden emin olamıyordum, Arzu'yu eve kapatıp beni uzaklaştırmaya kalkışırsa baş edemezdim onunla. Polise gitmeyi denediğim anda şirketteki açıkları önüme sürebilirdi. Yapar mıydı? Çevirdiği gizli kapaklı şeyleri öğrendikten sonra eskisi kadar güvenemiyordum ona.

"Emir, gitmek zorundayız..."

Peki ya Nazan Anne? Onun daha ılımlı yaklaşacağı muhakkaktı, bilhassa bebek haberini duyunca yelkenleri suya indirmesi bile mümkündü fakat amcamın karşısında en fazla ne yapabilirdi ki? Evde bir sıkı yönetim ilan edilmesi durumunda hiçbir şekilde yardım ulaştıramazdı bize.

"Emir, gitmeliyiz diyorum."

Aynı şey Özgür için de geçerliydi. Amcam Özgür'ün isyankar tavırlarını bir dereceye kadar hoşgörüyle sineye çekiyordu fakat böyle bir durumda evlat sevgisi onu durdurmaya yetmezdi. Her şeyi gizlilik içerisinde yapmak zorundaydık. Biz izimizi kaybettirene kadar gittiğimizin farkına bile varmamaları gerekiyordu, hatta birlikte kaçtığımızı bile anlamamalıydılar.

"Emir!" diye bağırdı Arzu bu kez. Yüzüne baktığımda kaygıyla beni izlediğini fark etmiştim. "Sana gitmemiz lazım diyorum."

"Halledeceğiz," dedim onu sakinleştirmeye çalışarak. "Söz veriyorum, bir çaresini bulacağız."

"Neyin?"

"Kaçmanın," dedim kaşlarımı çatarak. "Başka ne olabilir, Arzu?"

Birden rahatlamış gibi göründü. "Ben... Ben sandım ki..."

Ne sanmıştı? Gerçekten bebeği aldırmasını isteyeceğimi düşünmüş olabilir miydi? Aramızdaki güvensizliğin ulaştığı boyutlar karşısında ne diyeceğimi bilemedim. Şirkette vakit geçirip kaçmayı ertelerken bunun onu benden bu kadar uzaklaştıracağını tahmin edememiştim.

"Saçmalama lütfen." dedim başımı iki yana sallayarak. Ardından eğilip karnını okşadım şefkatle. "O bizim bir parçamız, Arzu... Bizim hatalarımızın bedelini onun ödemesine izin veremeyiz."

"Bizi hala bir hata olarak görüyorsun..." diye mırıldandı. "Ama bunu sineye çekeceğim, Emir. Bu zamana kadar yaptığın her şeyi, tüm bocalamalarını, bizden tüm kaçışlarını unutacağım. Tek bir şartla."

Geri çekilip şaşkınlıkla yüzüne baktım. "Ne şartı?"

"Beni bir daha yarı yolda bırakmaman şartıyla." dedi ciddi bir tavırla. "Eğer bir kez daha senin yüzünden düşersem..."

"Arzu, ben özür-"

"Eğer bir kez daha senin yüzünden düşersem..." diye yineledi sabırla. "Tekrar ayağa kalkamam, Emir. Ve karnımdakinin üzerine yemin ederim ki, bir dahaki sefere kendimle birlikte herkesi aşağı çekerim. Bunu sakın unutma."

Gözünden süzülen bir damla yaş usulca yanaklarına dökülmüştü. Hiçbir şey söylemeden Arzu'yu kendime çekip sımsıkı sarıldım. Tek bir hataya daha tahammülü olmayan yalnızca o değildi, tek bir hata daha yaparsam ben de bir daha asla affedemezdim kendimi. Hayatın bana tek atışlık bir şans tanıdığını, sevdiğim kızın karnındaki bebeğin, bebeğimizin, ikimizin de kurtuluş umudu olduğunu biliyordum.

Belki de son umudumuzdu.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro