Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Bölüm 33 - Yalıçapkını


Hoca dersin bittiğini söyleyip kürsüsüne doğru ilerlerken herkesle birlikte eşyalarımı toplamaya başlıyorum. Çantamın fermuarını çekerken gözlerim duvardaki saatin on ikiye gelen akrebine ilişiyor. Harika. Daha günün yarısındayız. İşin kötü tarafı, Emir iş gezisine gittiği için şirkete de gitmeyeceğim bugün. Eve gitmekse benim için seçenek bile değil. Zira yıllar sürmüş gibi gelen hapis hayatım biteli dört gün oldu ve ben henüz dersten çıkar çıkmaz eve koşma moduna geçebilmiş değilim.

Belki de buradan çıkışta Nazmi Amca'nın yanına giderim. Nasılsa annem bugün işe gitmeyeceğimi bilmiyor, ki bu da epey vaktim var demektir. Şirin'le boyama falan yaparız, akşama doğru müşteriler yoğunlaşınca da garsonluk günlerime yönelik özlemimi gideririm. Bu bir şaka değil. Son zamanlarda gerçekten de Mükremin Abi'nin kafesindeki huzur ve eziyet dolu günlerimi özlemeye başladım. Oradayken kafam rahattı en azından. Dırdırını duymazdan geldiğim ve biricik paralarıyla arasına girmediğim sürece, Mükremin Abi ile yaşayabileceğim en büyük problem sinirlendiği zaman kafama bulaşık süngeri atmasıydı.

Şirketteyse rahatım. Çok rahatım. İşler çok fazla zamanımı almıyor, maaşım kafedekine oranla çok çok yüksek ve üstelik terfi bile aldım. Emir dün işe aldığı dördüncü asistanı da kovduktan sonra sekreteri Aslı Hanım doğum izninden dönene kadar bu pozisyona yükseldiğimi bildirdi. Üstelik onun sekreteri olarak çalışacağım üç ay boyunca normalde aldığımın üç katından fazla maaş alıp, eğer bu süreçte her şeyi elime yüzüme bulaştırmazsam Aslı Hanım döndüğü zaman onun yardımcısı olarak yine çok iyi bir pozisyonda işe devam edeceğim. Rüya gibi bir teklif. Fakat nedense içimde bir sıkıntı var.

Şirketle ilgili düşünceleri bir kenara bırakıp trençkotuma uzanıyorum. Fakat yarı yolda bir el kolumdan tutarak engelliyor beni, hemen ardından ise Lavinia'nın onaylamaz cıklaması duyuluyor.

"Hava o kadar da soğuk değil, Melek."

"Evet ama ben üşüyorum," diyorum ona. "Çorap giymeme de izin vermedin zaten."

"Üşüdüğün falan yok, sadece mızırdanıyorsun." diyerek inatlaşıyor benimle. Ardından pat diye çekip alıyor trençkotumu. "Ayrıca şort denilen şey çorapla giyilmez, yengecim."

Çantamın ön gözünden görünen peçeteleri alıp kafasına fırlatıyorum. "Deme şöyle!"

Verdiğim tepki karşısında bir kez daha püskürür gibi kahkaha atıyor. Bense söylenerek yere eğilip düşen peçeteleri toplamaya başlıyorum. Tamam, onu böyle neşeyle kahkaha atarken ve tüm o tutukluğundan sıyrılmış olarak görmek beni mutlu ediyor ama dört gündür yenge esprilerinden bıktığımı da inkar edemem. Hele bu sabah yaptığı şey tam anlamıyla bir komploydu. Derse gitmek üzere evden çıkarken beni arayıp acil bir durum olduğunu söylediğinde aklım çıktı resmen. Birinin başına bir şeyler gelmiş olma ihtimalinin verdiği panikle evlerine nasıl gittiğimi hatırlamıyorum bile.

Sonra Lavinia kapıyı açıp "Günaydın" dedi bana. Evet. Ardından içeri davet edip mutfağa sürükledi ve boynunu bükerek ona omlet yapmam için yalvarmaya başladı. Guruldayan karnını ovalarken o kadar şirin görünüyordu ki, kıyamadım. Keşke kıysaydım.

"Aslında çıkışta direkt size gitsek iyi olur." diyorum onunla birlikte kapıya yürürken. "Katlettiğin kıyafetlerimi yıkamam lazım."

"Altı üstü meyve suyu döküldü, Melek." diyerek dudak büküyor tekrar. "Ayrıca aşk olsun, yoksa benim kıyafetlerimden tiksiniyor musun?"

"Estağfurullah, ben komple senden tiksiniyorum."

Bana dil çıkarıyor. "Gerizekalı."

"Amip beyinli."

"Yenge."

"Lavinia!"

Kıs kıs gülerek kafama bir fiske vuruyor. Saçıma bağladığım bandana yerinden çıkınca ben de ona bir fiske vuruyorum. Ardından kafamda öne kaymış bezi çözüp boynuma sarıyorum homurdanarak. Başımı kaldırdığımdaysa kör talihim bir kez daha yüzüme gülüyor ve Hakkı Bey'le göz göze geliyorum. Neyse ki, durup konuşmuyor bizimle. Onun ufak bir baş selamı verdikten sonra bahçeye doğru ilerlediğini görünce rahat bir nefes alıyorum.

"Melek Abla!"

Emre'nin sesini duyunca aldığım rahat nefes boğazıma diziliyor. Lavinia ise görmüş geçirmiş bir insan edasıyla iç çekiyor yalnızca. Emre'yi bizim bölümde gördüğümde onun neden böyle yaptığını anlayamamıştım fakat geçen dört gün çok şey anlattı bana. Daha doğrusu, Emre çok şey anlattı. Zira kendisi hiç susmuyor. Hiç.

Lavinia ile durup onun gürültülü bir felaket gibi bize koşturmasını izliyoruz. Kıvırcık saçlarını neşeyle sallayarak geliyor yanımıza. Heyecanının sebebini az çok tahmin etsem de sormadan edemiyorum.

"Nasılsın, Emre?"

"Bomba gibiyim, Melek Abla!" diyerek sazı eline alıyor. "Mert Abi beni gruba baterist olarak aldı, birazdan onların yanına gideceğim. Öncesinde test falan yapması gerekiyormuş ama bence Lavinia Abla beni ekibi aldırır, öyle değil mi? Lavinia Abla? Ha, evet, diyorum ki keşke geçen hafta sen de onlarla sahneye çıksaydın! Gerçi, bu hafta ve gelecek hafta da Cazzabell'de sahne alacaklar ama o zamana kadar da Aras Abi dönmüş olur... Neyse, artık sen de büyük gösteride çıkarsın. Hem belki o zamana ekibe yetişmiş olurum. Acaba sahneye çıktığımda Naz da bizi dinlemeye gelir mi? Sen ne dersin, Melek Abla? Anneniz hanımefendinin bu konularda katı olduğunu biliyorum ama eğer yardım edersen-"

"Emre, yeter!" diye bağırıyorum en sonunda. "Yalvarırım nefes al!"

"Çok mu kaptırdım?" derken mahcup bir tavırla başını eğiyor. "Heyecanlanınca çeneme vuruyor da biraz..."

"Sadece heyecanlanınca mı?" diyor Lavinia kulaklarını ovuşturarak. "Emre, gerçekten susmanı sağlayacak bir şey var mı?"

"Bateri çalmak!" diyerek sırıtıyor yeniden. "Zaten Mert Abi de bagetleri susmam için kafama atmıştı ama çalmaya başlayınca hoşuna gitti sanırım- Oradaki Hakkı Amca mı? Gidip bir selam verey-"

"Hayır!" diye panikle öne atılıyor Lavinia. "Babamın migreni tuttuğu zaman ne kadar çekilmez biri olduğundan haberin var mı senin?"

"İyi de ben yalnızca selam-"

"Düş önüme, Emre." diyor Lavinia bu kez. "Benimle birlikte provaya geliyorsun. Şimdi."

Lavinia ve prova mı? Onun beni ekmesinden çok Mert'in bulunduğu provaya gidecek oluşuna şaşırıyorum. Dönüp sorarcasına baktığımda Emre'yi göstererek omuz silkmekle yetiniyor.

"Yarın görüşürüz, Melek."

"Ama-"

Bir şey söylememe fırsat vermeden Emre'yi bir köpek yavrusu tutar gibi ensesinden tutarak çekiştirerek uzaklaşmaya başlıyor. Elimde olmadan arkalarından seğirtirken Lavinia'nın bir an durup arkasını döndüğünü fark ediyorum. Şaşkın bakışlarım arasında koltuğunun altına kıstırdığı trençkotumu kafama atıyor. Havada açılarak balık ağı gibi üzerime fırlayan kumaşı yakalayamıyorum elbette.

Trençkotu kafamdan çekmeye çalışırken okkalı bir küfür fırlıyor ağzımdan. Sağa sola yalpalarken Lavinia'nın yardımcı olmaya çalıştığını fark ediyorum. Ne yazık ki, düğmelerden biri saçıma takıldığı için canımı acıtmaktan başka işe yaramıyor yardımı. Kendimi geriye atarak kurtulmaya çalışıyorum çaresizce. Bununla birlikte saçım da çekiliyor ve acıyla sızlanmaya başlıyorum. Ta ki, tepemde yükselen sesi duyana kadar.

"Güzelim, hareket etme." diyor Aras iç çekerek. "Sabit durmazsan saçını kurtaramam."

Onun sesini duyunca olduğum yerde donakalıyorum. Gerçek mi bu? Hayretle derin bir nefes aldığımda burnuma çarpan kokusu gereken cevabı veriyor bana. Evet, gerçekten de o. Ama nasıl olur ki? İki gün sonra gelmeyecek miydi? Hatta sabah bu sabah Lavinia bana...

Lavinia!

Ağabeyinin geleceğini biliyordu elbette... Bu yüzden Emre'yle birlikte toz oldu birden. Onun bu bilgiyi benden sakladığını idrak edince bir kez daha küfür ediyorum. Tepemde trençkotumla uğraşırken ufak bir kahkaha atıyor Aras. Bir an sonra düğmeye takılan saçımı kurtarıp kumaşı kafamdan çektiğini fark ediyorum. Onun trençkotu kenardaki banklardan birine bırakmasını izlerken heyecandan elim ayağım birbirine dolaşıyor.

Sonra Aras bana dönüyor ve birden heyecanımı bile unutuyorum. Yüzünde içimi ısıtan bir gülüşle kollarını açtığında beynim komut vermeyi bırakıyor sanki. Gittikçe ısınan yüzüme birlikte kendimi ona ağır ağır doğru yürürken buluyorum. Ufak bir kahkaha daha atarak bu kez kocaman açıyor kollarını.

"Gelsene prenses!"

Koşma Melek. Dört yaşında değilsin. Yapma sakın, yapma.

Yapıyorum. Aramızdaki birkaç metrelik mesafeyi koşar adımlarla aşıp yanına vardığımda belimden kavrayıp havaya kaldırıyor beni. Ayaklarım yerden kesilirken kendimi tutamayıp ufak bir çığlık atıyorum. Düşmemek için kollarımı boynuna doladığımda gülerek başını saçlarıma gömüyor. Acaba arkadaşlar birbirini havada döndürür mü? Bilmiyorum. Ama dayanamayıp ben de gülmeye başlıyorum halimize. Tabi, nerede olduğumuzu hatırlayana kadar.

Fakülte bahçesinde olduğumuzu fark edince "İndir beni!" diyorum panikle. "Bahçedeyiz Aras, baban da burada!"

"Evet, kendisi şu an bizi izliyor."

"Ne?!"

Ufak bir kahkaha atarak yere bırakıyor beni. Ayaklarım zemine değdiğinde başım döner gibi oluyor fakat bir şekilde dengemi bulmayı başarıyorum. Acaba cidden Hakkı Bey bizi görmüş olabilir mi? Başımı çevirdiğimde onun masaların birinde ciddiyetle kitap okuduğunu görüyorum. Aras'ın şaka yaptığını anlayınca yüreğime su serpiliyor resmen. Kızmak için ona dönüyorum fakat gülümseyerek beni izlediğini görünce ne diyeceğimi unutuyorum.

Üzerinde takım elbise yok bu kez. Koyu renk bir pantolonun üzerine ince keten bir gömlek giymiş. Hala nemli olan saçlarına ve az evvel burnuma çarpan tıraş losyonu kokusuna bakılırsa evden geliyor buraya. Onun son buluşmamızın aksine son derece dinç göründüğünü fark edince rahat bir nefes alıyorum. Eğer gözlerinde en ufak bir yorgunluk emaresi görmüş olsaydım uyuması için sürükleyerek evine götürmem gerekecekti.

"Yine çok konuşkansınız, küçük hanım."

"Şaşırdım sadece..." diyorum ciddi bir tavırla. "Uyku denen şeyi keşfetmiş gibi görünüyorsun."

Gülerek kolunu omzuma atıyor. "Dün geceden beri deliksiz uyuyorum."

Kolunun altından ustalıkla sıyrılıp trençkotumu bıraktığı banka doğru yürümeye başlıyorum. "Senin adına çok sevindim, canım arkadaşım."

Arkamda kendi kendine bir şeyler söylenmekle yetiniyor. Trençkotu elime aldıktan sonra yeniden Aras'ın yanına gidiyorum. Birlikte bahçeden çıkışına ilerlerken onun Araf'ta uyumuş olabileceği geliyor aklıma. Atölyeyi düşünmenin verdiği paniği gizlemeye çalışarak konuşuyorum.

"Gece Araf'ta mıydın?"

"Hayır, babamlarda kaldım." diyor Aras. "Çantanı versene."

Öyleyse sabah o da evdeydi... Aras sırt çantamı alıp tek omzuna asarken şaşkınlıktan ne diyeceğimi bilemiyorum. Aslında Lavinia'nın bana söylememesi iyi olmuş. Eğer onun birkaç oda ötede uyuduğunu bilseydim yanına gitmeye kalkışabilirdim çünkü. Tamam, Lavinia benimle bu kadar dalga geçerken gidemezdim muhtemelen. Bilemiyorum ki. Söz konusu Aras olduğunda ne yapacağımı ben bile kestiremiyorum...

"Ne oldu, Melek?"

"Evde olmana şaşırdım." diyorum omuz silkerek. "Sabah ben de sizdeydim."

"Gerçekten mi?"

"Evet, Lavinia çağırdı." diye cevap veriyorum ona. "Birlikte kahvaltı ettik, hatta üzerime meyve suyu dökülünce bana kendi kıyafetlerini verdi. Bir sürü gürültü yaptık, Aras. İyi ki uyanmamışsın."

Gerçi uyanması epey saçma olurdu. Normal koşullarda bile uykusu yeterince ağır zaten. Yorgun haldeyken bizi duymaması son derece doğal.

"Meyve suyunu kim döktü?"

"Ha?"

"Meyve suyu..." diye tekrarlıyor Aras. "Üzerine sen mi döktün?"

Başımı iki yana sallıyorum. "Hayır, Lavinia döktü."

"Hiç şaşırmadım." diyor önce. Sonra gülerek ekliyor. "Malum, bizim fare epey sakardır."

Onun ne kadar haklı olduğunu bildiğim için ben de gülüyorum. Fakat yol kenarına park ettiği arabasını görünce yüzümdeki gülümseme yerini şaşkınlığa bırakıyor.

"Nereye gidiyoruz?"

"Arkadaşça vakit geçirmeye." diye cevap veriyor Aras. "Tabi, sen de istersen."

Heyecanla başımı sallıyorum ona. İlk kez gerçekten vakit geçireceğiz. Mecburiyetten ya da koşullar bizi yan yana olmaya zorladığı için değil üstelik. Cinayet davaları, kavgalar ve gözyaşı olmadan...

✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧

SİNEM

Önümdeki boş kağıtta bir takım hesaplamalarla boğuşurken hocanın duraksadığını fark ettim. Yoksa... Aman Tanrım, dersi bitirmeye karar vermiş olabilir miydi? Anlık bir umutla başımı kaldırıp da profesörle göz göze geldiğimde yanıldığımı anladım. Pezevenk herifin dersi bitirdiği falan yoktu. Yanımdan geçerken gözleri kağıtta yaptığım karalamalara takılmıştı sadece.

Eh, farmakoloji dersinde oturup da uzay zaman bükülmesini hesaplamaya çalıştığımı düşünürsek şaşırması doğaldı. Fakat amacım hocayı tiye almak falan değildi. Ben yalnızca zamanın geçmemesine bilimsel bir açıklama getirmeye çalışıyordum. Zamanın bu kadar yavaş akması hiç normal değildi, bir yerlerde sessizce bir solucan deliğine falan girmiş olmalıydık. Ne yazık ki, formülü hatırlayamadığım için zamanda yolculuk hızımızı kestiremiyordum.

Hoca yüzünde memnuniyetsiz bir ifadeyle yanımdan geçip giderken cep telefonumu çıkarıp mesaj yazmaya koyuldum. Fiziği en son üniversite sınavı döneminde görmemiş olan birilerinin yardımına ihtiyacım vardı.

"Kaptan müsait misin?"

Mesajı gönderdiğim anda karşı taraftan okundu bildirimi geldi. Birkaç saniye sonra cevap da onu izlemişti.

"Önemli bir şey mi?" diye yazdı önce. Hemen ardından ikinci bir mesaj daha geldi. "Ayrıca iş telefonumun sende ne işi var?"

Ozan'dan almıştım. Zira son zamanlarda Aras'a normal telefonundan ulaşmamız iyice zor hale gelmişti. Kendi kendine bir takım iş adamı pozları kestiği için onu rahatsız etmek istemiyordum fakat grupta paylaştığımız capslere görüldü atmasına da hoşgörü gösteremezdim. Mizah algısını yitirmeden de Çakma Steve Jobs olabileceğini anlaması gerekiyordu.

"Uzay zaman bükülmesinde zamanın yavaşlama miktarını bulduğumuz formülün adı neydi?" diye yazdım yüzsüz bir şekilde. "Farmakoloji dersinde bir solucan deliğine girdik de..."

On saniye sonra cevap geldi. "Seni engellersem alınır mısın?"

Demek öyle, ha? Önce rehbere girip adını Çakma Steve Jobs olarak değiştirdim. Bu intikamımın ilk aşamasıydı. Ardından yeniden WhatsApp'a girip intikamımın ikinci aşamasına giriştim. Onun tüm bu kasıntı iş adamı triplerine nasıl son vereceğimi çok iyi biliyordum.

"Hayır ama beni engellersen Melek'in dövmesinin yerini asla öğrenemezsin."

Üç saniye. Cevap vermesi yalnızca üç saniye sürdü.

"Ne dövmesi?"

"Önce zaman yavaşlaması formülünün adını söyle."

"Lorentz Dönüşümü." diye anında cevap verdi Aras. Hemen arkasından ikinci bir mesaj geldi. "Ne dövmesi, Sinem?"

Onu engelledim. Ardından Google'a girip söylediği formülün adını yazdım hızlıca. Görünüşe bakılırsa son yarım saattir yanlış hesap yapıyordum ama hiç değilse doğru olan formül lise bilgilerimle çözebileceğim basitlikteydi. Aklıma derste yapabileceğim başka bir işsizlik gelmediği için defterde boş bir sayfa açıp bulduğum formülle yeniden hesaplamaya giriştim. Fakat on saniye bile sürmedi bu durum. Tam formülü yazmayı bitirdiğim anda profesör insafa gelerek dersi bitirdiğini ilan etti. Sınıftan toplu halde yükselen derin iç çekişe bakılırsa ızdırap çeken yalnızca ben değildim.

Solucan deliğinden çıktığım için artık işime yaramayacak formül kağıdını buruşturup çöpe basket attıktan sonra çantamı toplamaya koyuldum. Hızlı hareketlerle eşyalarımı tıkıştırıp kapıya doğru ilerlerken sınıftaki iki kızın bana selam verdiğini duymuştum. Duymamış gibi yaptım. Neyse ki laftan anlayan tiplerdi, onları bilinçli olarak duymazdan geldiğimi anlayınca selamlarını tekrarlama gereği duymadılar.

Kapıdan çıkıp koridora dalarken telefonum çalmaya başlamıştı bile. Ekrandaki Arayan: Çakma Steve Jobs yazısını gördüğümde pis bir sırıtış yayıldı yüzüme. Telefonu açıp kulağıma götürdüğümde karşı tarafta Aras'ın öfkeli sesi yankılandı.

"Sinem sen manyak mısın?"

"Evet." dedim nihayet anlaşılmış olmanın verdiği huzurla. "Ve dövme işine gelince... Ne olduğunu asla söylemem."

"Yani gerçekten de dövme mi yaptırdı?"

"Alkol insana neler yaptırıyor bilirsin..." diyerek iç çektim. Sonra sırıtarak ekledim. "Sen arabeske bağlamadan söyleyeyim, dövmeci kadındı."

Aras'ın homurdanarak "Dövmecinin cinsiyetini sormadım sana." dediğini duydum. "Ben sadece ev hapsindeyken nasıl sarhoş olup dövme yaptırabildiğini anlamaya çalışıyorum."

"Dövmeyi ev hapsindeyken yaptırmadı ki. Yazın sen yokken yaptırdı."

"Ama görünürde dövmesi falan yoktu-"

Karşı tarafta kısa süreli bir sessizlik oluştu. Atanamamış Bill Gates'in mevzuyu çözdüğünü anladığımda ufak bir kahkaha fırladı ağzımdan. Birileri çok fena avucuma düşmüştü. O da bunun farkına varmış olacak ki çaresiz bir sesle konuşmaya başladı.

"Sanırım bana bu konuda bilgi vermeyeceksin."

"Kesinlikle."

"Dövmenin nerede olduğunu da söylemeyeceksin."

"Asla." dedim keyiften dört köşe olarak. "Git kendin bul."

Belki bu esnada kızın geçmişine dair bir takım izler de bulurdu. Belki de bulamazdı. Ben bile Ada dikkat çekene kadar Melek'in vücudundaki izlerin yaramaz bir çocukluğun simgeleri olduğunu sanmıştım. Şehvet altındaki bir erkeğinse izlerin varlığını fark etmesi bile mucizeydi. Fakat bundan daha fazla müdahale edemezdim onlara. Dövmenin varlığını söylemem bile o gece birbirimize verdiğimiz söze ihanet etmiş gibi hissetmeme neden olmuştu.

Düşünceli bir halde tıp fakültesinin bahçesinden çıkarken birinin beni izlediği hissine kapılarak duraksadım. Aniden başımı çevirdiğimde göz göze geldiğim kişi yanıltmamıştı beni. Mehmet fakültenin merdivenlerinde son bir aydır yaptığından farklı olmayan bir şey yapıyordu. Konuşmak için kıvranıyordu. Fakat içimde eskisi gibi onunla uğraşmaya yönelik bir istek yoktu artık. Yanıma gelip yaşandığını sandığı şeyin bir hata olduğunu söyleyerek beni başından atacak cesareti bile olmadığını anladığımda ona olan ilgim sönüvermişti. Bir kızı yüz üstü bırakmaya bile cesaret edemeyen bir erkek. Peh.

Ona acıdığımı zerre gizlemeden yüzümü buruşturup arkamı döndüm. Yola çıktığımda adımlarım beni farkında olmadan Hukuk fakültesine sürüklemeye başlamıştı. Gidip biraz Melek'le uğraşmayı planlıyordum. Hatta şansım yaver giderse Mert denen aptal iguanayı da görüp günlük sarkazm ihtiyacımı giderirdim.

Hukuk bahçesine girdiğimdeyse buraya gelme kararımdan eskisi kadar emin olmadığımı fark ettim. Onlarla arkadaş değildim ki ben. İtişip kakışmak dışında hiçbir şey paylaşmamıştım o embesillerle. Uzun zamandır hiçbir insanla itişip kakışmak dışında bir şey paylaşmıyordum. Böylesi daha huzurlu hissettiriyordu nedense. Daha güvenli. Bugüne dek hep sevdiğim insanların peşinden sürüklenmiştim ve hayatımın içine sıçmaktan başka bir işe yaramamıştı bu durum.

Sırf yanında olabilmek için Cerrahpaşa'yı bırakıp bu okula geldiğim erkek arkadaşım bir yıl boyunca psikolojik şiddetten başka bir şey vermemişti bana. Tecavüz girişimiyle yaptığı jübileyi saymıyordum bile. Melis'e olan kırgınlığım da bir başka detaydı. Detaylarda boğuluyordum.

Arkamı dönüp çıkışa doğru yürümeye başladım. Regl öncesi depresyonlarda evden dışarı çıkmamayı öğrenmem gerekiyordu. Haddinden fazla duygusal oluyordum çünkü. Karakterime aykırı davranışlar sergileyerek kendime bol bol cringe moments yaratıyordum.

"Sinem!"

Ah, hayır. Sarsak şeyin sesini duyunca hiçbir şey olmamış gibi hızlı adımlarla yoluma devam ettim. Aramızda pek fazla mesafe yoktu, tıpkı sınıftaki kızlar gibi onun da bilerek duymazdan geldiğimi idrak edip peşimi bırakması gerekiyordu. Fakat sorun şu ki, Melek pek de laftan anlayan biri değildi. Bir saniye sonra kafama çarpan buruşturulmuş bir kağıt topuyla net bir şekilde idrak ettim bunu.

"Sana diyorum, kaltak!"

Arkamı dönüp hayretle ona baktım. "Çocuk musun sen?"

"Biri sana seslendiğinde dönüp bakman gerekir." dedi yüzünde inatçı bir tavırla yanıma yürürken. "Bakmıyorsan da böyle baktırırlar."

Tanrım... Gerçekten çocuktu. Tam ona bol hakaret içerikli bir cevap vermeye hazırlanıyordum ki bana çarpan bir şeyle birlikte dengemi kaybettim. Öne arkaya yalpalarken aynı şey kolumdan tutarak durdurmaya çalıştı beni. Mert'in aptal sesini duyunca çantamı tutup acımadan kafasına geçirdim.

"Aah! Ne vuruyorsun be?!"

"Dikkat etsene, gerizekalı!" diye bağırdım bu kez. "Trafik kazası mısın sen?"

Yediği darbeyle birlikte minik beyni zarar görmüş olacak ki, kafasını iki yana sallayarak yerine getirmeye çalıştı. Bense onun garip stilini incelemekle meşguldüm. Kocaman bir güneş gözlüğü ve dedektif stili şapka takmıştı aptal solucan.

"Ben de seni gördüğüme sevindim, Sinemiko." dedi bana yüzsüz yüzsüz. Sonra başını çevirip tedirgin bir şekilde etrafı kolaçan etti. "Neyse, benim gitmem gerek. Görüşürüz kızlar."

Mert dönüp koşarak uzaklaşırken hayretle Melek'e baktım. "Derdi ne bunun?"

"Okuldaki feministlerin ona kafayı taktığını sanıyor," diyerek açıkladı Melek. "Hani yazın anlatıp durduğu linç meselesi vardı ya..."

Neden bahsettiğini anlamam zor olmamıştı. Zira gerçekten de Mert tüm yaz boyu feministlerden linç yediğini anlatarak sızlanıp durmuştu bizlere. Bahsettiği kızları birebir tanımıyordum fakat daha önce birkaç mekanda denk gelmiştik. Aklıma gelen bir şeyle birlikte Melek'e döndüm yeniden.

"İyi de Lavinia gidip kızlarla konuşmamış mıydı?"

"Evet ama Mert bunu bilmiyor," diyerek sırıttı. "Beni anneme ispiyonladığı için ondan bu şekilde intikam alıyorum."

"Aferin çekirge," dedim uzanıp kızın saçını karıştırarak. "Ama benim aklımda daha iyi bir fikir var."

Melek koluma girip beni sürüklerken ona aklımdaki plandan bahsettim. Entrika kıtlığı çeken bir insan olduğu için bu minik numara bile onu sevinçten dört köşe yapmaya yetmişti. Hevesle Mert'e mesaj atmasını beklerken beni kafeteryaya getirdiğini fark etmiştim. Telefonunu bir kenara koyduktan sonra fikrimi sormadan garsona kahve siparişi verdi. Birilerine nazik davranmayı bırakalı o kadar uzun zaman olmuştu ki sözlerimin onu kırabileceğini fark ettiğimde konuşmuştum bile.

"Neden arkadaşmışız gibi davranıyorsun?"

"Çünkü öyleyiz zaten." dedi umutsuzca iç çekerek. "İnan bana, kaltağın tekiyle arkadaş olmayı ben de istemezdim."

"Bazı alışkanlıklarını aşamıyorsun sanırım."

Neyse ki Arzu denen yılana laf sokmama alışmıştı artık. Ya da belki de eskisi kadar rahatsız etmiyordu onu. Her ne kadar ölülere saygı duyma konsepti yüzünden dile getirmese de Melek'in Arzu'ya olan bakış açısının epey değiştiğini görebiliyordum. Artık eskisi gibi canhıraş bir şekilde savunmuyordu onu. Arkadaşı sandığı şeytanın kendisine söylediği yalanlara zehirlenme olayını kılıf yaparak avunmaya çalıştığının farkındaydım. Zamanla o kılıfı da bir kenara bırakmak zorunda kalacağı için şimdilik ilişmiyordum ona.

Kahveler geldiğinde masada duran telefonumun çalmaya başladığını fark ettim. Arayan Melis'ti ve ekranda onun adını görür görmez tadım kaçmıştı. Bu yüzden neredeyse refleksif sayılabilecek bir hareketle sessize aldım aramayı. Ekranı ters çevirip kapattığımdaysa Melek dikkatli bir şekilde beni izliyordu.

"Aranız bozuk, değil mi?"

Ona anlatmayabilirdim. Melek'i epeydir tanıyordum fakat aramızdaki yakınlık çok uzun bir geçmişe dayanmıyordu. Fakat çok daha uzun geçmişe dayalı ilişkilerimde bile kazık yedikten sonra insanları zamana göre kategorize etmeyi bırakmıştım artık. Bu yüzden kahveden bir yudum alırken tek cümlelik bir açıklama yaptım.

"Melis Taylan'ın kuzeniydi."

Aradaki bağlantıyı kurduğunda hayretle bakakaldı. Tüm şaşkınlığına rağmen kafasında sorular olduğunu görebiliyordum. Uzanıp kendi kahvesini yudumlarken daha fazla içinde tutamadı bunları.

"Sana onu hatırlattığı için mi görüşmek istemiyorsun?"

"Hayır, kuzenini korumaya çalıştığı için." dedim kızı iyice hayrete düşürerek. "Sonradan özür dileyince onunla barışmıştım ama eskisi gibi olmuyor işte..."

Unutamıyordum o günleri. Kendi aykırı yaşamıma rağmen muhafazakar bir aileye sahip olduğum için başıma gelenleri anlatmaya çekinmiştim. Ailem beni yargılamazdı fakat babamın polise gitmek yerine Taylan'ı öldürmeyi tercih edeceğini biliyordum. Yine de birilerinin desteğine ihtiyacım vardı. Aras ve Ozan çözüm odaklı insanlardı, onlarla dertleşmeye çalıştığımda Taylan'ı öldürerek sorunu çözme eğiliminde bulunuyorlardı.

İhtiyaç duyduğum psikolojik desteği verebilecek tek kişiyse benden çok kuzenini korumakla meşguldü. Melis'le dertleşirken açıktan açığa dile getirmese de onun Taylan'ı aklama çabalarını sezinleyebiliyordum. Sonra işler çok daha fazla karışmıştı.

"-Ozan'ın haberi yoktu aslında, ona Aras'ı durdurması için mecburen haber verdim." diyerek anlatmaya devam ettim o günleri. "Ama tam tersine birbirlerini gazladılar. Taylan'ı ıssız bir yere götürüp hastanelik edene kadar dövmüşler. Melis bunu duyduğunda beni onları dolduruşa getirmekle suçladı."

Melek tiksinmiş gibi görünüyordu. "Lütfen bana kızı evire çevire dövdüğünü söyle."

"O esnada psikolojik olarak çökmüş vaziyetteydim," diyerek başımı iki yana salladım. "Aras ve Ozan Melis'i evden kovdu, hala konuşmuyorlar onunla. Birkaç ay sonra da Melis yurtdışına gitti zaten."

"Peki ya sen?" diye sordu Melek. "Sen neden barıştın o kızla?"

"Benim yüzümden arkadaşlarını kaybettiğini düşünüyordum." dedim kahveyi masaya bırakırken. "Aras ve Ozan onun arkadaşlarıydı, Melek. Ben sonradan Melis vasıtasıyla ekibe dahil olmuştum."

Melek bana inanamıyormuş gibi başını iki yana salladı. "Ne yani, suçluluk hissettiğin için mi o kızla görüşmeye devam ettin?"

"Aynen öyle." dedim gülümseyerek. "Suçluluğun insana neler yaptırabileceğini en iyi sen bilirsin."

Yüzü kaskatı kesildiğinde yanılmadığımı anlamıştım. Aras ne kadar inkar ederse etsin, sebep buydu işte. Üstelik bir süredir bu suçluluğun nedenine dair bir tahminim de vardı.

"Aras'ı seviyordun, öyle değil mi?" dedim uzanıp güç verir gibi elini tutarken. "Kafede bana o yüzden saldırdın. Gururun incindiği için..."

Cevap veremeyecek kadar sarsılmıştı. Bense kafedeki olayı düşünmeye başlamıştım yeniden. O gün Melek'e birçok şey söylemiştim fakat bana saldırmasına sebep olan söz farklı bir ima içeriyordu.

"Aslında Aras'ı defalarca uyarmıştım biliyor musun? İlla birileriyle gönül eğlendirmek istiyorsa Arzu yerine seninle takılmasını söylemiştim. Sonuçta mizacın daha sert, kendini arabanın altına falan atmazdın. Ama gel gör ki sen Aras'a göre gönül eğlendirmek için bile çok düşük seviyede kalıyorsun."

Bunca zamandır bunu nasıl fark edememiştim cidden? Allah kahretsin, ikisi de yıllardır birbirini seviyordu! En kötüsü ise, bunu o Arzu denen sürtüğün de bildiğine adım gibi emindim. Aras'ın hislerinden haberi vardı, Melek ise onun en yakınındaydı zaten.

Arzu sadece Aras ve Melek'e bir kamuflaj perdesi yaratmıyordu, yarattığı perdeyi aynı zamanda onların arasına da çekmişti. Manipülasyon konusunda öyle başarılıydı ki, geberip gittiği gün bile hiçbirimiz şüphelenmemiştik. Aras'ı taş kesilmiş bir halde, kucağında baygın yatan Melek'e sarılarak Arzu'nun cesedini izlerken bulduğumuz günü hatırlayınca boğazıma bir yumrunun oturduğunu hissettim. O gün durumu anlamamız gerekiyordu fakat cesediyle bile bir kamuflaj yaratmıştı Arzu.

"B-ben senin neden bahsettiğini anlamıyorum..." diye mırıldandığını duydum Melek'in. Panikten elleri titremeye başlamıştı. "Yok öyle bir şey, Sinem. Bu saçmalıkları çıkar aklından."

"Neden korkuyorsun ki?" diye sordum anlamaya çalışarak. "Aras seni seviyor zaten. Hisleriniz karşılıklı, gerizekalı."

"Şu anda öyle!" diye bağırdı birden. "Geçmişte değildi. Anladın mı beni? Geçmişte Aras benim en yakın arkadaşımın sevgilisiydi ve ben de ondan nefret ediyordum!"

Durumu anlamıştım. Gerçeği öğrenirse Aras'ın onu yargılayacağını düşünüyordu. Geçmişte Arzu'yla arkadaş olduğu için ikiyüzlülükle yaftalanmaktan korkuyordu muhtemelen. Aras'ın geçmişte de onu sevdiğini bilmediği için bu düşündükleri son derece doğaldı.

Evet, Aras... Onun bu gerçeği Melek'ten neden sakladığına dair hiçbir fikrim yoktu. Öğrendikten sonra defalarca kez onunla konuşup meseleyi açığa kavuşturması için yalvarmıştım fakat bana Melek'in bununla yetinmeyeceğini, başka sorular da soracağını söylemişti. Haksız olmadığını biliyordum, üstelik bu sırrı kimseyle paylaşmayacağıma dair söz vermiştim Aras'a.

"Merak etme, ne Aras'a ne de bir başkasına kimseye söylemeyeceğim." dedim Melek'e dönerek. "Ama ben söylemesem bile eninde sonunda fark edecek, Melek. Buna emin olabilirsin."

Melek'i susacağıma ikna edip sakinleştirmek zor olmamıştı. Kafeteryadan ayrılırken ilk fırsatta Aras'la konuşup gerçekleri Melek'e anlatması için baskı yapmaya karar verdim. Kıza söylediği yalanlar diz boyunu aşmıştı artık. Bir yerlerden itiraf etmeye başlaması gerekiyordu. Eğer beni reddedip yalanlara devam edecek olursa ben de Melek'e verdiğim sözü tutacaktım.

Madem ki Melek Aras'ın onu geçmişte de sevdiğini bilmiyordu, o zaman Aras da sandığından çok daha uzun zamandır sevildiğini bilmeyi hak etmiyordu. Er ya da geç bunu fark edeceğini biliyordum fakat ona bu bilgiyi veren kişi ben olmayacaktım. Melek gerçekten de dostumdu artık.

"Sinem!"

Tam arabamın önüne varmışken duyduğum sesle birlikte duraksadım. Mehmet'in sesiydi bu. Birileri nihayet cesaretini toplamıştı anlaşılan.

"Efendim?" dedim arkamı dönüp umursamaz bir tavırla bana yaklaşmasını izlerken. "Eğer önemli değilse sonra konuşalım çünkü işim var."

"Önemli." diyerek başını salladı bana. "Yani... Benim için önemli..."

Nihayet beklediğim pişmanlık konuşmasını yapacak gibi duruyordu. Fakat eski hevesimi yitirmiştim çoktan. Yarı yolda bırakılmış masum kız numaraları çekerek ona işkence etmek gelmiyordu içimden. Tek istediğim şey bir an önce konuşmayı bitirip hayatımdan çıkmasıydı.

"Ben bir aydır bunu sana nasıl söyleyeceğimi düşünüyordum aslında," diyerek bocalamaya başladı. "O gece... O gece aramızda geçenler hakkında uzun süre düşündüm ve..."

Gerizekalı. O gece aramızda hiçbir şey geçmediğini bile hatırlamadığı halde düşündüğünü falan iddia ediyordu. Nedense birden gülesim gelmişti. Kollarımı göğsümde kavuşturarak Mehmet'in klasik pişmanlık vızıltılarına göğüs germeye hazırlandım.

"...Ve bunun bir anlamı olduğuna karar verdim."

"Ha?"

"Biliyorum, birbirimizi çok uzun zamandır tanımıyoruz fakat bir şeyler yaşadığımıza göre birbirimizden etkilenmiş olmalıyız." diyerek saçmalamaya devam etti. Sonra elini cebine atıp birden diz çöktü önümde. Cebinden çıkardığı koyu renkli bir kutuyu açtığında neler olduğunu hala anlayamamıştım. Titreyen elleriyle kutuyu ters tuttuğu için içinde ne olduğunu bile göremiyordum üstelik. Neyse ki çok geçmeden malum soru geldi ve Mehmet durumu net bir şekilde izah etti bana.

"Sinem, şey, benimle evlenir misin?"

✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧

"ben ki müptelasıyım anlatmadan anlaşılmanın,
anlatmaya yeltendiğimde sesimi çocukluğum kesiyor."

"Ev hapsimin son haftasında pek sıkılma fırsatım olmadı çünkü annemin bu konuda tamamen mahkumların konforunu düşünerek tasarladığı bir premium gold esaret paketi var. Hunharca ev işi yaptırmayı içeren türden bir şey. Bunu bir çeşit kürek mahkumluğu gibi düşünebilirsin."

"Kulağa korkunç geliyor, Jean Valjean." diyor Aras ürpermiş gibi yaparak. Ardından dikiz aynasına kısa bir bakış atıp otoban yoluna sapıyor. "Yeni bir mantı uygarlığı daha mı kurdunuz?"

"Hayır, geçen haftaki kısır ve gıybet uygarlığıydı." diyerek çene çalmaya devam ediyorum. "Şu kentsel dönüşüm zımbırtısı yüzünden mahalledeki eski komşuların hepsi başka yerlere dağılmıştı. Arada sırada gelinlerini çekiştirip akrabalarının dedikodusunu yapmak üzere toplanıyorlar. İşte en son sıra bizdeydi ve Naz'ın okulu benden bir hafta erken açıldığı için o kutlu günde tek başımaydım. Ellerimi öne doğru uzatıp hüsran dolu bir bakış atarken ekliyorum. "O kadar çok bulaşık çıkardılar ki, tezgahın üstündeki yığın sona erdiğinde ellerimin sonsuza dek kırmızı ve deterjan kokulu kalacağını düşünmüştüm. Dedikodunun insanları bu kadar acıktırması son derece ilginç..."

Gözlerim gülmemeye çalışır gibi bir ifadeyle ellerime bakan Aras'a takıldığında sesim zayıflayarak kayboluyor. Allah aşkına, ne anlatıyorum ben? Yarım saattir heyecanlı bir yavru kanguru gibi durmadan gevezelik ettiğimi fark ettiğimde yüzümün ısındığını hissediyorum. Başımı camdan tarafa çevirirken Aras'ın sesi yankılanıyor kulaklarımda.

"Niye sustun, Melek?"

"Biraz da sen anlat," diyerek topu ona atmaya çalışıyorum. "Yola çıktığımızdan beri hep ben konuştum."

"Yine sen konuş." diyor başını iki yana sallayarak. Ardından bir itirafta bulunur gibi ekliyor. "Çok sustun geçmişte. Ben... Bazen yanımdayken bile senin sesini özlüyordum."

Sesimi mi özlüyordu? İçimde minik kuşların kanat çırptığını hissediyorum birden. Aras gözlerini kaçırıp yeniden yola dönerken aramızda tatlı bir sessizlik meydana geliyor. Onun ne kadar utanmaz bir adam olduğunu bildiğim için bu ani mahcubiyeti ruhuma dokunuyor resmen. Yüzüme yayılan tebessümü bastırmaya çalışarak cevap veriyorum ona.

"Ne anlatmamı istersin?"

"Çocukluğundan bahset." diyor keyifli bir sesle. "Mesela küçükken hayalindeki meslek neydi?"

Çocukluğumu sorgulaması hoşuma gitmese de bunu ona belli etmiyorum. Hem zaten sonra derece sıradan bir şey sordu bana, uzun uzadıya düşünmeme bile gerek yok. Derin bir nefes alıp gülerek cevap veriyorum.

"Dansözlük."

Kahkaha atarak bana dönüyor Aras. "Ciddi misin sen?"

"Eskiden mezdeke müzikleri açıp evde dansözcülük oynardım." diyerek gülüyorum. "Bence son derece eğlenceli bir meslek."

"Bir ara performansını izlemek isterim."

"Çok beklersin." diyerek burun kıvırıyorum ona. Sonra konuyu başka tarafa çekmeye çalışıyorum. "Ee, ne konserine gideceğiz?"

"Ben de sana bununla ilgili bir şey soracaktım aslında," diyor Aras. "Metal müzikle aran nasıl?"

"Ergenlik dönemlerimde alternatif metal dinlerdim. Bir de Rammstein falan. Koyu bir metalci olduğumu söyleyemem ama severim yani."

"Eh, bu yeterli." diyor rahatlamış görünerek. "Konserde sıkılmandan korkuyordum."

Onunla birlikte yaptığım herhangi bir aktivitede sıkılmak mı? Gülerek cama dönüyorum yeniden. Fakat şaşırdığımı da inkar edemem. Konsere gideceğimizi söylediğinde gerçek bir konserden bahsettiğini düşünmemiştim hiç. Canlı müzik tarzı bir şeyler olur diye tahmin etmiştim.

"Hangi grubu dinlemeye gidiyoruz?"

"Avenged Sevenfold." diyor sıradan bir şey söyler gibi. "Dinledin mi hiç?"

Dinledim. Ve sıkı takipçisi olmasam da epey ünlü bir grup olduğunu da biliyorum. Konser bileti fiyatlarına yansıyacak kadar ünlü. Nedense bu durum canımı sıkıyor. Muhtemelen biletleri çoktan aldığı için ona para versem de kabul etmeyecek, kaldı ki üzerimde o kadar para da yok zaten. Öte yandan, bir kişiye daha borçlanmak istemiyorum.

Her ne kadar Mert verdiği paranın varlığını bile unutmuş gibi görünse de ona olan elli bin dolarlık borcum hala aklımda. Tek seferde ödemem imkansız olduğu için kendi kafamda parayı taksitlere böldüm. Maaşımı alır almaz ilk taksidi ödemeyi planlıyorum ama asıl sorun ona parayı kabul ettirme kısmı olacak.

"Sevmediğin bir grup, değil mi?" diyerek düşüncelerimi bölüyor Aras. Başımı çevirip ona baktığımda yüzünde anlayışlı bir ifadeyle devam ediyor. "Gerçi bu grubu ben de pek bilmiyorum, biletleri metal müzik tutkunu bir arkadaşım hediye etmişti. Eğer istersen başka bir yere gidebiliriz."

"Hayır, konsere gidelim." diyorum birden rahatlayarak. "Severim bu grubu."

Başıyla ufak bir onaylama işareti yaparken gülüyor bana. Yeniden yola döndüğündeyse bakışlarım onda takılı kalıyor, bir türlü alamıyorum gözlerimi. Güneş ışığı altında ipek gibi görünen saçlarına dokunmak geliyor içimden. Yüzünün tüm hatlarını karakalemle portre çizer gibi takip etmek istiyorum ellerimle. Mesela burnunun düzgün hatlarını çizmek zor olmazdı. Sol kaşının birkaç santim yukarısına ufak bir çentik atıp gölgelendirerek bir yara izi de çizebilirdim. Fakat gözleri... Aras'ı karakalemle çizme isteğimin birden kaybolduğunu fark ediyorum. Zira gözlerindeki eşsiz maviler siyaha dönüşemeyecek kadar güzel.

Araba birden durduğunda elimdeki hayali kalem de yere düşüyor sanki. Başımı hızla öne çeviriyorum önce, ardından yeniden ona dönüp neden durduğumuzu anlamaya çalışıyorum. Şehir içinde bir yerde değiliz, koskoca yolda bizden başka araba bile yok. Fakat Aras camı açtığında kulağıma bir grup çocuğun şamatacı kahkahaları doluyor ilginç bir şekilde.

Kafamı onun tarafındaki cama doğru uzattığımda yanılmadığımı anlıyorum. Yolun diğer tarafında uzanan çayırda çocuklar var gerçekten de. Yaklaşık yirmi metre ötemizde ellerinde uçurtmalarla gülüşerek yürüyorlar. Aras'ın kapıyı açtığını fark edince şaşkınlıkla tekrar ona bakıyorum. Yanağımdan makas alıp dışarı çıkarken ufak bir soru soruyor.

"Ben çağırana kadar burada kal, olur mu?"

Ardından bir şey söylememe fırsat kalmadan kapıyı kapatıp yürümeye başlıyor. Kısa süreli bir şaşkınlığın ardından peşinden gitmek üzere hamle yapıyorum ben de. Kimbilir yine neyin peşinde? Kapıyı açıp arabadan aşağı atladığımda ayakkabılarım asfaltta yankılanıyor. Birkaç adım yürüdükten sonra kollarımı arabanın kaportasına yaslayıp etrafa bakınıyorum.

Orada. Çayırın asfalta evrildiği noktada arkası bana dönük şekilde durmuş çocuklarla muhabbet ediyor. Yanlarına gitmek üzere hamle yapıyorum önce. Elini cebine götürdüğündeyse onun çocuklara harçlık vereceğini anlayıp vazgeçiyorum. Arkamı dönüp yeni biçilmiş ekin tarlasını izlerken gülüşmeleri çalınıyor kulağıma. Onun çocuklara bir şeyler söylediğini duysam da sözlerini seçemiyorum.

Kimbilir yine neyin peşinde?

Onunla birlikteyken en çok sorduğum sorulardan biri bu. Çünkü hep bir şeylerin peşinde Aras. Kimi zaman gözlerinde çocuksu bir merakla, bazen karanlığa dalar gibi ürkütücü bir ciddiyetle, koşullar ne kadar umutsuz olursa olsun bakışlarında hiç sönmeyen bir ateşle, hatta bana kalırsa düşlerinde bile bir şeylerin peşinde bu adam. Onunlayken her şey belirsizleşiyor, gelecek tahmin edilemez kör bir noktaya dönüyor içimde. Eğer onu bir romanda okumuş olsaydım, bu kadar yorucu bir adama insan asla katlanamaz derdim herhalde.

Fakat tam şu anda geleceğimde yarattığı belirsizlik hiç rahatsız etmiyor beni. Neden? Gerçek şu ki, onunlayken bir geleceğe bile ihtiyaç duymuyorum. Şimdiki anın dışında kalan her şey önemini yitiriyor gözümde.

"Melek!"

Arkamı dönüp baktığımda onun elinde devasa bir uçurtmayla yolun kenarında durduğunu görüyorum. Uzaklaşmakta olan çocuklardan birkaçı arkasını dönüp bize bakıyor. Bana el salladıklarını görünce ne yaptığımı bilemez halde ben de onlara el sallıyorum. Yeniden Aras'a döndüğümdeyse elindeki beyaz uçurtmayı havaya kaldırıp sallamaya başlıyor. Şaşkın bakışlarımı görünce ufak bir kahkaha attığını fark ediyorum. Uçurtmayla birlikte çayıra dalmadan önce bir kez daha sesleniyor bana.

"Torpido gözündeki kalemi yanına alıp arkamdan gel, Tinúviel!" diye sesleniyor bana. "Bakalım uçurtmayı kim daha yükseğe uçuracak?"

Aras'ın arkasından bakarken kafamın büsbütün karıştığını hissediyorum. Doğru mu anladım? Allak bullak olmuş halde arabaya dönüp dediğini yapıyorum önce. Kalemi arka cebime atıp kapıyı kapatırken heyecandan kıpır kıpır oluyor içim. Birlikte uçurtma mı uçuracağız sahiden? Hevesle arkamı dönüp baktığımda Aras'ın epey uzaklaştığını fark ediyorum. Çayırın ortasındaki açık alanda, devasa bir ağacın altında uçurtmayla birlikte bekliyor. Onun bana el salladığını görünce koşarak yolun karşısına geçip çayıra dalıyorum ben de.

Gerçekten de uçurtma uçuracağız!

Aras bilmiyor, fakat benim çocukken en büyük hayallerimden biriydi bu. Televizyonda gördüğüm o pikniklere, koskoca çayırlarda uçurtma uçuran çocuklara, ağaçların arasında koşturup oyunlar oynamalarına özenirdim hep. Birkaç kez okuldaki piknik gezilerine gidebilmek için anneme yalvarmayı denemiştim fakat babam varken imkansızdı elbette.

Şimdiyse çocukluk hayallerimden birine kavuşmak üzereyim. Aras'a doğru koşarken yanaklarım ısınmaya başlıyor heyecandan. Bastıramadığım bir gülüşün ağzımı iki ucundan tutup yanaklarıma doğru çekiştirdiğini hissediyorum. Üzerinden atladığım çalılar minik çizikler atıyor bacaklarıma, saçlarım rüzgarla birlikte ardımda bir kuyrukluyıldıza dönüşüyor.

Bugüne dek özgürlüğün ne olduğunu sayısız kez sorgulamıştım. Şimdiyse birçok cevaba sahibim artık. Özgürlük, rüzgardır. Saçlarının arasında uğuldayan, tenine çarparak sana hayatta olduğunu hatırlatan bir esinti... Özgürlük, heyecanlı bir kahkahanın altında yankılanır. Eğer yüzünde yanaklarına doğru yayılmak için direnen bir gülüş varsa, orada özgürlük de vardır. On yedi yaşına kadar yaşadığı mahalleden bile dışarı çıkamamış bir genç kız içinse, çoğu şey özgürlük anlamı taşır. Cehennem de özgürlüktür mesela. Çünkü hapishanenin dışında kalır.

İsyan eden ciğerlerime rağmen durmuyorum. Ona doğru koşarken yüzünde en sevdiğim gülüşüyle beni izlemeye devam ediyor Aras. 'Özgürlük bazen de bir insanın tenine saklanır.' diye düşünüyorum ona bakarken. 'Belki de özgürlük, sevdiğin adama sarılmaktır.' Bu yüzden aramızdaki son birkaç metreyi aşarken durmaktan vazgeçiyorum.

Duracağımı sanıyor olmalı ki, kollarımı açtığımda şaşkınlıkla bocalıyor. Birkaç saniyelik zaman diliminde önce kollarını açtığını, sonra elindeki uçurtmayı fark edip telaşla yere bıraktığını, ardından yeniden kollarını açtığını görüyorum. Freni patlamış bir kamyon gibi hızla ona doğru ilerlediğimi düşünürsek şaşırmakta haksız değil. Yine de boynuna atladığımda dengesini kaybetmemeyi başarıyor bir şekilde.

"Çok teşekkür ederim!" diyorum ona sımsıkı sarılarak. Ardından kafamı geri çekip yüzünün iki yanını tutuyorum ellerimle. Yanağına kafa atar gibi bir öpücük bıraktığımda ufak bir kahkaha atıyor. Bir uçurtmaya bu kadar sevinmeme şaşırmış olmalı. Haklı da. Deminden beri saçma sapan davrandığımı idrak ediyorum birden. Kollarından sıyrılıp geri çekilirken yüzüm utançla ısınmaya başlıyor.

Heyecanımı baskılamaya çalışırken yere eğilip beyaz uçurtmayı elime alıyorum. Arka yüzeyinde uçurtmaya altıgen biçimini veren çıtalar bulunuyor. Kuyruğunu oluşturan kısımda uzun beyaz püskülleri, ipinin dolandığı ufak bir makarası var. Acaba nasıl uçuruluyor? Zihnimi zorlayıp filmlerde gördüğüm uçurtma sahnelerini anımsamaya çalışıyorum fakat aklıma hep uçurtmanın havada olduğu görüntüler geliyor.

"Daha önce hiç uçurtma uçurmadın mı?"

Aras'ın sesini duyunca başımı kaldırıp ona bakıyorum. Uçurtmayı fazla detaylı incelediğimi fark etmiş olmalı. Başımı sallayarak onu onayladıktan sonra kısa bir açıklama yapıyorum.

"Okuldaki pikniklere hiç gitmemiştim. Eh, mahalle arasında da uçurtma uçurulmuyor zaten."

"Peki ya ailenle?" diye soruyor kaşlarını hafifçe çatarak. "Büyüklerin mangal yaptığı, çocukların uçurtma uçurduğu klasik pikniklere gitmediniz mi hiç?"

Ailem giderdi elbette. Pikniğe, denize, bayram alışverişlerine... Babam izne geldiği zamanlarda beni komşuya bırakıp üçü dışarı çıkardı birlikte. O zamanlar Nazenin çok küçüktü, babama olan öfkesini bile kazanmamıştı henüz. Annemse birkaç kez beni de götürmek istemişti fakat çok fazla diretememişti. Ailemiz dağılmanın eşiğine geldikten sonra babamın beni evden göndermemesiyle yetinmesi gerektiğini biliyordu.

Ben de halimden şikayetçi değildim açıkçası. Onlar dışarıdayken uslu uslu Seval Teyzelerde oturup Mehmet ve kardeşleriyle birlikte oyun oynardım. Nereye gittiklerini hiç sormazdım, hiç merak etmezdim, hiç öğrenmek istemezdim. Babamın gözüne ilişmemek, dikkat çekmemek, durduğum yerde görünmez olmak yegane amacım haline gelmişti.

Fakat ben sormasam da, piknikten döndükleri zaman Naz anlatırdı zaten. Gece yanıma uzanıp tüm günü anlattıktan sonra neden onlarla gitmediğimi sorardı. Sonra, o soruları babama sormaya başladı. Ve zamanla soruları öfkeye, öfkesi nefrete, nefreti de isyana dönüştü. İkisinin arasındaki mesafe benim yüzümden arttıkça, babamın bana olan nefreti de arttı.

Sorgulamıyordum onu. Babamın hayal meyal hatırladığım nefret dolu olmayan yüzü zihnimde silik bir hatıraya dönüşmüştü. Sadece, bazen eski yılbaşı akşamlarımızı özlüyordum. Odamda tek başıma otururken, salonda hala yaşanmaya devam ettiğini bildiğim o güzel akşamları...

Geçmişi bir kenara bırakıp benden hala bir cevap bekleyen Aras'a dönüyorum. Yüzünde yine bilmediği dildeki bir kitabı okumaya çalışır gibi olan o ifade var. "Benim ailem piknikte top oynayan ailelerdendi." diyerek geçiştiriyorum sorusunu. Ardından uçurtmayı ona uzatıyorum heyecanla. "Konser başlamadan önce şunu uçuralım artık!"

Beni kısa bir sessizlikle cevaplasa da fazla uzatmıyor. Elimdeki uçurtmayı alırken kaçamak bakışlarının üzerimde gezindiğini hissediyorum. Geçmişi çoktan sandıklara kaldırdığımı bilmeden ekmek kırıntılarını arıyor bir süre. Yüzümde heyecandan başka bir şey bulamayınca arayışının yerini ufak bir gülüşe bıraktığını duyuyorum. Elinde uçurtmayla yere oturduktan sonra toprağa vurarak bana da oturmamı işaret ediyor.

"Önce uçurtmanın gittiği her yere bizi de götüreceğinden emin olalım."

Gülerek yanına oturuyorum. "O nasıl olacakmış?"

"Uçurtmanın üzerine ikimizin adını yazarak." diyor bilmiş bir tavırla. "İsimler önemlidir, Melek. Türk mitolojisine göre bir varlığın adı, onun ruhunu taşır."

Nazmi Amca'nın defterinde yazanlar... Yazın o defterin geri kalanını da okuduğum için bu konuya epey hakimim artık. Bu yüzden cebimdeki kalemi çıkarıp uçurtmanın üzerine onun adını yazarken bilmişlik taslamaya başlıyorum.

"Türk mitolojisinde kainatın yaratılışı ad verilerek başlar." dediğimde durumu anlayıp hafifçe gülüyor. İsminin üzerine minik eklemeler yaparken konuşmaya devam ediyorum. "Çünkü ad varlığın bir parçasıdır ve aralarında bir bağ vardır. Hatta adsız-"

"Ha?"

Başımı kaldırıp şaşkınlıkla Aras'a bakıyorum. Bu tepki neydi şimdi? Ona seslenmedim ki ben. Durumu idrak etmeye çalışırken Aras'ın gülerek uçurtmayı işaret ettiğini görüyorum. "Adımın üzerindeki kanatlara şaşırdım, güzelim." diyor bana göz kırparak. "Beni beyaz kanatlı bir iyilik sembolü olarak görmen hoşuma gitti."

Uçurtmada isminin iki üst köşesine iliştirdiğim kanatlara göz atıyorum kısaca. Onları birer zebani boynuzuna çevirmek için çok geç artık. Fakat renk kısmında oynama yapabilirim. Yüzümde hınzır bir gülümsemeyle birlikte kanatları siyaha boyadıktan sonra ona dönüp "Oldu mu?" diye soruyorum.

"Olmadı." diyerek kalemi alıyor elimden. Biçimsiz yazısıyla adının yanına benim adımı yazıyor önce. Sonra tıpkı benim yaptığım gibi, köşelere iki küçük kanat iliştiriyor. "İşte şimdi oldu."

Yan yana duran isimlerimize bakarken bastıramadığım bir gülümseme yayılıyor yüzüme. Başımı çevirdiğimde Aras'ın kalemi kenara koyup ayağa kalktığını fark ediyorum. Uçurtmayı da yerden aldıktan sonra yüzünde davetkar bir tebessümle elini bana uzatıyor.

"Cennete çıkmaya hazır mısınız, küçük hanım?"

Elini tutup ayağa kalkarken şaşkınlıkla soruyorum. "Cennete mi?"

"Türk mitolojisinde cennetin gökyüzünde olduğuna inanılır," diye cevap veriyor. "Yani, isimlerimiz gökyüzüne çıkarsa ruhlarımız da cennete çıkmış olacak."

"Cennete çıkmak bu kadar basit mi yani?" diyerek sırıtıyorum ona. "Öncesinde cehennemin en dibine inmemiz gerekmiyor muydu?"

Arabada bana söylediklerini hatırlamış olmalı. Cennete çıkabilmek için önce cehennemin en dibine inmek zorundayız... Peki ya biz? Biz indik mi oraya? Başımı çevirip Aras'a baktığımda yüzündeki ifadenin eskisi kadar neşeli olmadığını fark ediyorum.

"Cehennemin dibi yoktur." derken dipsiz kuyular beliriyor gözlerinde. "Kazmaya devam edersen sonsuza kadar gider. Eğer dibe varmak istiyorsan yeni dipler yaratmayı bırakmalısın, güzelim. Çünkü her insan, cehennemde düşebileceği en dip noktayı kendisi belirler."

"Yerli Schopenhauer'dan inciler..." diyerek işi sululuğa vurmaya çalışıyorum. Sonra ürpermiş gibi bir ifadeyle ekliyorum. "Ya da Albert Caraco mu demeliyim? Kaleminizden kan damlıyor, bayım!"

"Yanakların, Melek..." diye mırıldanarak makarayı elime tutuşturuyor. "Yanaklarının hayatı tehlike altında."

"İyi de söylediklerinden gerçekten etkilendim!" diyorum büyülenmiş gibi. "Hele son cümle... Bence o sözü kesinlikle dövme yaptırmalısın."

Dudaklarının kenarı seğirir gibi oluyor. "Nereye mesela?"

"Alnına." diyorum ciddi görünmeye çalışarak. "Böyle İtalyanca yazdıracaksın. Yanına da tabancı artı kanayan gül falan..."

Kahkaha atarak beni kendine çektiğinde karşı koyamıyorum. Başını saçlarıma gömüp gülmeye devam ediyor bir süre. Sesinde çınlayan neşeyi duydukça kalbimin sımsıcak olduğunu hissediyorum.

"Bak mesela şu anda yeni bir dip buldun." diyor kollarını gevşetip yüzüme bakarken. "Kekoluğun dibini."

Küçümser bir tavırla süzüyorum onu. "O dibi bulmak isteseydim, sırtıma boydan boya ejderiya dövmesi yaptırırdım."

Ejderiya lafını duyunca yeniden gülmeye başlıyor. Onun oralı bile olmadan kahkaha atmasını izlerken somurtmaya çalışıyorum. Fakat Aras rüzgarla yüzüme dağılan saçlarımı çekerken pek mümkün olmuyor bu. Bana doğru eğildiğini fark edince kalbimin deli gibi çarpmaya başladığını hissediyorum.

"Benimle arkadaş kalmak istiyorsan şu dövme muhabbetini bir kenara bırak, Melek." diyor kulağıma eğilerek. "Çünkü bu şekilde yaptırdığın dövmenin yerini daha çok merak etmeme sebep oluyorsun."

Geri çekilip dehşetle yüzüne bakıyorum. "Sen nereden-"

Sinem. Tabi ya... Aras gülerek uçurtmayı alıp ayağa kalkarken yerimde oturmaya devam ediyorum. Bu sefer o kaltağı kimse elimden alamayacak. Kendisi artık ilk fırsatta öldürülecekler listemde Mert'in hemen altında yer alıyor.

Aras'ın uzaktan bana el ettiğini görünce tüm fiyakam sönmüş halde ayaklanıyorum. Ona doğru yürürken pislik yapmaya devam ederek sanki kıyafetlerimin içini görebilecekmiş gibi baştan aşağı süzüyor beni. Kollarımı vücuduma sarma dürtüme engel olmaya çalışarak listeme üçüncü bir isim daha ekliyorum. Neyse ki ölümcül bakışlarımı fark etmesi uzun sürmüyor. İmalı bir şekilde göz kırptıktan sonra makaraya sarılı ipi bana uzattığını fark ediyorum.

"İpi açarak şu yöne doğru yürü," diyor güneyi göstererek. "On beş metre kadar açman yeterli."

Makarayı elime alıp ona bakıyorum. "Sonra?"

"Ben burada rüzgarı bekleyeceğim." diyerek elindeki uçurtmayı havaya kaldırıyor Aras. "Sen sadece koş dediğim zaman sırtını rüzgara verip koşmaya başla, Melek."

Bu kadar basit mi yani?

Onu başımla onayladıktan sonra makarayı açarak güneye doğru ilerliyorum. Rüzgar kuzeyden estiği için hafif bir esinti tişörtümü sırtıma yapıştırıyor yürürken. Yeterince uzaklaştıktan sonra omzumun üzerinden Aras'a bakıyorum. Başının üzerine kaldırdığı beyaz uçurtmamızla birlikte yeniden göz kırpıyor bana. Gülümsemesine bakarken listemdeki üçüncü ismin silinip kaybolduğunu fark ediyorum.

Gerçekleşen hayalleri ne yapmalı insan? Olur da suya düşer diye hepsini anı sandığıma saklamak geliyor içimden. Fakat bazı hayaller sandıklara sığmıyor işte. Bazı hayaller gerçekleşse bile eninde sonunda suya düşüyor ve insan er geç, her hayalin peşinden gidemeyeceğini anlıyor. Ta ki, hayal ettiğin şey kalkıp kendi ayaklarıyla sana gelene kadar.

"MELEK, KOŞ!"

Aras'ın sesini duyunca hiç düşünmeden öne atılıyorum. Daha birkaç metre koşmuşken elimdeki ip makarası gerilmeye başlıyor. Uçurtmanın havaya direnirken yarattığı etki olabilir mi bu? Omzumun üzerinden dönüp arkaya baktığımda 'Hayır,' diye geçiriyorum içimden. 'Uçurtmanın otlara takılırken yarattığı etki bu.'

Somurtarak yere çakılmış uçurtmayı izlerken Aras'ın gülerek o noktaya yürüdüğünü fark ediyorum. Yerlerde sürünen uçurtmamızı eline aldıktan sonra "Rüzgarı arkana alarak koşman gerekiyordu, Melek." diye sesleniyor bana. Koşarken güneyden saptığımı fark edince iyice asılıyor yüzüm. Aras'ın bana bakarken ufak bir kahkaha atıp yeniden konuştuğunu duyuyorum.

"İlk denemede düşmesi çok normal!" diyor uçurtmayı tekrar havaya kaldırırken. "Hadi tekrar deneyelim!"

Deniyoruz. Uçurtma ikinci kez yere çakıldığında bazı tavsiyeler veriyor Aras. Rüzgarın çıkmasını beklerken etki tepki mekanizması, havanın sürtünme katsayısı gibi terimlere maruz kalıyorum ne yazık ki. Arada bir yerlerde aerodinamik sözü geçtiğindeyse sabrım taşıyor. Arkamı dönüp sen-ciddi-misin der gibi bakıyorum ona. Kendini fazla kaptırdığını fark edince vitesi düşürüyor neyse ki. Uçurtmayı havalandırmak için ipi serbest bırakmak yerine çekmem gerektiğini söylediğindeyse yüzüme hınzır bir gülüş yayılıyor.

"Hayat da böyledir kıral," diyorum omzumun üzerinden sahte bir efkarla ona bakarak. "Bir şeyi kendine ne kadar çok çekersen, senden o kadar uzaklaşır."

"Tam dövme yaptırılacak söz." diyerek ıslık çalıyor bana. "Sonrasında üzerine kezzap dökmek şartıyla tabi..."

Ona laf sokmaya fırsat bulamadan yeniden rüzgar çıkıyor. Aras uçurtmayı serbest bıraktığında bu kez güneyden sapmadan koşmaya başlıyorum. Yaklaşık on metre falan. Sonra bir kez daha yere çakılıyor uçurtmamız. Yüzümün asıldığını görünce yanıma gelip uçurtma uçurmanın aslında çok zor bir şey olduğundan, birlikte uçurtma uçurmaya gittiği bir arkadaşının yirmi kere denediği halde yapamadığından falan bahsediyor. Bana moral vermeye çalıştığını bildiğim için büsbütün mahcup oluyorum.

Dördüncü düşüşün ardından Aras sorunu tespit ettiğini söylüyor. Çok fazla düşünüyormuşum koşarken. Sürekli yönümü sabit tutmaya çalışırken farkında olmadan daha çok sapıyormuşum. Son derece düz bir yörüngede koştuğuma emin olduğum için sorunun bu olduğundan çok da emin olamıyorum. Beşinci düşüşte sessiz kalıyoruz ikimiz de. Fakat altıncı çakılışın ardından Aras'ın sabrının epey tükendiğini fark ediyorum.

"Bu iş artık uçuş zayiatı olmaktan çıktı." diye sesleniyor arkamdan. Dönüp baktığımda onun yerde duran beyaz altıgeni hüsranla izlediğini görüyorum. "Senden Vecihi Hürkuş olmanı beklemiyorum ama güzelim, uçurtma yahu!"

"Bozuk bu uçurtma!" diyerek kendimi savunmaya çalışıyorum. "Uçmuyor bile, havada zik zak çiziyor!"

"Koşarken yönünü sabit tutamadığın için olabilir mi?"

"Ben gayet düz bir çizgide koşuyorum!" diye itiraz ediyorum ona. "Hem hani uçurtma uçurmak çok zor bir şeydi? Hani arkadaşlarından biri yirmi kere denediği halde yapamamıştı?"

"Bahsettiğim arkadaşım Şirin'di, Melek." diyerek lafı ağzıma tıkıyor. "Yapamıyordu çünkü o zamanlar kendisi de uçurtma kadar bir şeydi. Ve seni temin ederim ki, o bile uçurtma bozuk gibi bir bahane öne sürmemişti."

Bana bir kez daha çocuk muamelesi yaptığını fark edince yüzüm asılıyor. Elimde makarayla ona sırtımı dönüp beklerken 'Gösteririm ben sana, pislik.' diye geçiriyorum içimden. Aras uçurtmayı alıp on beş metre kadar uzağıma çekilirken aramızda kısa bir sessizlik oluşuyor. Omzumun üzerinden arkaya baktığımdaysa onun yüzünde huysuz bir ifadeyle beni süzdüğünü görüyorum. Sonra başını hafifçe yana çevirip kendi kendine duyamadığım bir şeyler mırıldanıyor.

Yeniden önüme dönerken aklıma gelen fikirle birlikte hınzır bir sırıtış beliriyor yüzümde. Rüzgar çıktığındaysa serbest kalan uçurtmayla birlikte hiç düşünmeden öne atılıyorum. Koşarak ondan uzaklaşırken arkaya dönüp "Beceriksizliğim için özür dilerim!" diye sesleniyorum sahte bir mahcubiyetle. Aras hayretle bana bakarken ufak bir kahkaha atarak ekliyorum. "Ama söz veriyorum bu sefer uçuracağım, Aras Abi!"

Yüzündeki hayret öfkeyle yer değiştirirken arkamdan bağırıyor. "Senin bu yaptığına ne derler, biliyor musun?!"

"Part vuruşu derler!" diye bağırıyorum koşmaya devam ederken. "Beğendin mi, Aras Abi?"

"Daha hızlı koş, Melek!" diye öfkeyle bağırıyor arkamdan. "Çünkü bu sefer gerçekten koparacağım yanaklarını!"

Onun da koşmaya başladığını görünce kahkahalarımı durdurmaya çalışarak daha da arttırıyorum hızımı. Neyse ki, o harekete geçmeden önce hatırı sayılır bir mesafe koymuştum aramıza. Elimde bu mesafe avantajıyla birlikte koşarken arkamdan seslenmeye devam ediyor Aras. Sesinin giderek yaklaştığını fark edince omzumun üzerinden tekrar arkaya bakıyorum. Evet, araya mesafe koymayı akıl etmiştim. Fakat onun aradaki mesafeyi bu kadar hızlı alması benim için de sürpriz oldu tabi. Bana yetişmek üzere olduğunu görünce heyecan dolu bir çığlık atarak hızlanmaya çalışıyorum.

Sonra arkamdaki ayak sesleri kesiliyor birden. Şaşkınlıkla dönüp baktığımda Aras'ın geride kaldığını fark ediyorum. Çayırın ortasında durmuş gülümseyerek gökyüzündeki bir noktayı izliyor. Bakışlarını takip edip başımı havaya kaldırdığımda havada gittikçe daha da yükselen beyaz uçurtmayı görüyorum. Bizim uçurtmamızı. Büyülenmiş bir halde gökyüzünde süzülen beyazlığı izlerken Aras'ın bana seslendiğini duyuyorum.

"Makarayı açmaya başla, Melek!"

Uçurtmanın ipinin de onu onaylarcasına kolumu çekiştirdiğini hissedince dediğini yapmaya koyuluyorum hemen. Ardından kaçarken geldiğim yolu dönüp sevinçle ona doğru koşmaya başlıyorum. İp açıldıkça uçurtmamız havada yükselmeye devam ediyor. Aras'ın yanından geçerken isimlerimizle birlikte gökyüzünde gezinen beyaz noktayı işaret ediyorum gülerek.

"Uçurdum işte, gördün mü?"

"Hem de ellinci denemende falan." diyerek ciddiyetle onaylıyor. "İstatistiksel olarak ilk denemede uçurmaktan daha zor bir işi başardın. Rus ruleti oynarken ardı ardına beş kez tetiği çekip de hayatta kalmak gibi bir şey-"

"Gerizekalı!" diye bağırarak üstüne atılıyorum öfkeyle. Bir elimde uçurtmanın ipi olduğu için ona çok sert tosladığım söylenemez ama hazırlıksız yakalanmış olacak ki dengesini kaybediyor. Düşmemek için tutunacak bir yer ararken kolunu belime sardığını hissediyorum birden. Ne yazık ki bu durum beni de onunla birlikte düşürmekten başka bir işe yaramıyor. Sırt üstü çimlere devrildiğinde acıyla inlediğini duyuyorum.

"Ahh!"

"Özür dilerim!" diye panikle kalkmaya çalışıyorum. "Ben- hesap edemedim düşeceğini-"

Üzerinde doğrulup oturmamla ne halt ettiğimi anlamam bir oluyor. "Eyvah uçurtmayı unuttuk!" diyerek ayaklanıyorum yeniden. "Koşmazsam düşecek-"

"Artık uçmak için senin koşmana ihtiyacı yok." diyor yattığı yerden gökyüzünü işaret ederek. "Bulunduğu noktadaki hava akımının senden daha hızlı olduğuna emin olabilirsin."

Çok bilmiş. Uçurtmanın ipini ona verip hemen yanına uzanıyorum mecburen. Çayırdaki sessizlikle birlikte gökyüzünü izlemeye başlıyoruz.

Sonra batmak üzere olan güneşin önündeki bulutlar çekiliyor ve manzaranın birden değiştiğini fark ediyorum. Serbest kalan kızıl huzmeler yalnızca yeryüzüne yağmıyor, ilk bakışta sade ve beyaz görünen uçurtmayı da bir gökkuşağına çeviriyor gökyüzünde. Kuyruğundaki püsküllere çarpan ışığın yarattığı renk cümbüşüne bakarken elimi uzatıp göğü işaret ediyorum gülerek.

"Baksana, nasıl pike yaptı!"

"Büyüleyici."

Başımı yana çevirdiğimde onun beni izlediğini fark ediyorum. Yüzündeki derin tebessüme, saçlarında dans eden rüzgara, aldığı nefeslerle birlikte sakince yükselip alçalan göğsüne, kızıl ışıklar çarptıkça gözlerinde yanan yıldızların parıltısına bakarken attığım kahkaha duruluyor birden. İçimde uyanan başka bir heyecanla yanaklarımın ısındığını hissediyorum.

Boştaki elinin yüzüme doğru havalanışını izlerken daha da artıyor bu ısı. Elini ters çevirip tüy gibi bir dokunuşla yanağımda gezdirirken gözlerimi yumuyorum. Başımı hafifçe ona çevirdiğimde Aras tıpkı arabada ona yapmak istediğim gibi işaret parmağıyla yüz hatlarımı takip etmeye başlıyor.

Kaşlarımın kenarından, elmacık kemiklerimden, burnumun üzerinden ve çenemin altından geçerken tepkisiz kalmayı başarıyorum. Fakat dudaklarıma dokunduğunda son öpüşmemizin hayaliyle doluyor zihnim. Yanaklarımdaki kızarıklık boynuma inerken Aras'ın elini tutup yüzümden çekiyorum. Karşı koymuyor, ancak elimi avucunun içine hapsediyor bu kez. Elimi çekmeye çalışırken homurdanarak gözlerimi açıyorum.

"Hani arkadaş olacaktık?"

Elimi dudaklarına götürüp parmaklarımı öpüyor. "Bence bu gayet arkadaşça."

"Arkadaşlığın belli sınırları olur." diyorum elimi ondan kurtarırken. "Mesela bana öyle istediğin gibi dokunamazsın."

"Sana istediğim gibi dokunduğumu da kim söyledi?"

Ses tonunun kalbimi teklettiğini inkar edemem. Ancak başımı yana çevirip de yüzündeki sakin tebessüme bakarken aklım karışıyor. Edepsiz imalar yaparken takındığı o çapkın gülüş değil bu. Yine de... Sözlerinde bir ima vardı bence. Emin olamasam da kalp atışlarımı yavaşlatmıyor bu belirsizlik. Başımı diğer tarafa çevirip heyecanımı bastırmaya çalışırken gökyüzünü izlemeye başlıyorum. Sonra...

"Uçurtma!" diyerek boş gökyüzünü gösteriyorum ona. "Aras, uçurtma düşmüş!"

"Sonsuza kadar orada kalamazdı, öyle değil mi?" diye mırıldanıyor sakince. "Ama çok uzağa düştüğünü sanmıyorum, gitmeden önce yanımıza alırız."

"Bence isimlerimizi uçurtmaya yazmak iyi bir fikir değildi." diyerek dudağımı büküyorum. "Bir kere gerçekten uçmuyor bile. İpi yeryüzüne bağlı bir şey nasıl uçabilir ki?"

Ufak bir kahkaha atıyor Aras. "O zaman uçaklar ve roketler dışında hiçbir şey uçamıyor demektir."

"Bir şeyi atlıyorsun, Mühendis." diyorum sırıtarak. "Kuşlar da var."

Aldırmadan saymaya devam ediyor. "Sıcak hava balonları ve füzeler de var."

"Arılar." diyerek ekliyorum. "Kelebekler, ateş böcekleri..."

"Ve dronelar..."

"Sabri Yıldız'ı da unutmamak lazım."

Bir an durup şaşkın şaşkın bakıyor bana. "O kim?"

"Uçan Adam Sabri var ya..." diyorum ciddi ciddi. Sonra sesimi değiştirerek adamın repliğini söylüyorum. "Havada durdum, şahitlerim var."

Neden bahsettiğimi anlayınca kahkaha atarak beni kendine çekiyor Aras. Kolunu boynuma dolarken kendimi tutamayıp ben de gülmeye başlıyorum. Kahkahasında bulaşıcı bir şey var bu adamın... O gülerken mutlu olmamak elde değil, insan birden sırıtırken buluyor kendini. Manzarayı kaçırmamak için başımı göğsünden kaldırıp yüzünü izlemeye başlıyorum. Aralarından rüzgar süzülen saçlarını, başının altına yasladığı kolunda gerilen gömleğini, neşeyle ışıldayan yıldız hırsızı gözlerini...

Onu izlerken sorular beliriyor zihnimde. Aşk nedir tam olarak? Neden yabancı bir insana karşı açıklanamaz bir sevgi duyarız ki? Aras'a dair sevdiğim sayısız detay var fakat onu bu detaylar yüzünden sevmiyorum. Tam tersine, bu detayları onda olduğu için seviyorum. Ama neden?

"Ne düşünüyorsun, Melek?"

"Aşkın ne olduğunu..." diyorum boş bulunup. Ardından birkaç şey ekleyerek durumu kurtarmaya çalışıyorum. "Hayatın, ölümün, kaderin ne olduğunu... Varoluşsal şeyleri yani..."

"Son üçü hakkında bir fikrim yok," diyor dalgın dalgın. "Ama aşkın ne olduğunu biliyorum."

Çenemi tutmak için verdiğim tüm uğraşlar sonuçsuz kalıyor elbette. "Neymiş?"

'Bravo, Melek.' diye söyleniyor iç sesim. 'Arkadaş olma girişimlerin gerçekten göz kamaştırıcı...' Tutarsızlıkta yeni bir zirveye oynadığımı fark edince bakışlarımı yeniden gökyüzüne çeviriyorum. Rüzgar şiddetini artırarak devinip geçiyor üzerimizden. Tepemizde yükselen meşe ağacının dallarına bakarken Aras'ın sesini duyuyorum.

"Çocuktur aşk, küçük sürgünüm... Bir avuç gökyüzüdür."

İlhan Berk dizelerini duyunca başımı kaldırıp hayretle ona bakıyorum. Yüzünde sakin bir tebessümle saçlarımı okşuyor ağır ağır. Heyecanım yanaklarımı kırmızıya boyarken başımı eğip saklanacak bir yer arıyorum.

"Öylesine güzelsin ki, beni sen soydun bir çiçeğe su verir gibi..." diye devam ediyor şiire. Dudaklarını boynumda hissedince elimde olmadan titriyorum. Konuşurken tenime çarpan sıcak nefesiyle imparatorluklar kuruluyor içimde. Çenemden tutarak başımı diğer tarafa çeviriyor Aras. Bir an sonra dudaklarını ensemde gezdirerek devam ettiğini duyuyorum.

"Usulca ensenden öptüm seni
Usulca,
Bozulup dağılıyor topuzun
Karnın, kolların ipince düşüyorsun."

"Aras ben-"

"Aşk, küçük dağ köyleridir
Diyordum, yüzünle çıktığım."

Bir yumru oturuyor boğazıma. İçime hapsettiğim sevginin damarlarımı aşarak tenime hücum ettiğini hissediyorum. Kafamı çevirip yeniden boynuna gömdüğümde kollarını etrafıma doluyor Aras. Yanağıma ufak bir buse bırakırken onun gülümsediğini fark ediyorum. Son dizeyi okurken uzanıp ellerimi hapsediyor avuçlarının içine.

"Uzat ellerini, küçük sürgünüm
Uzat bana
El eledir çünkü aşkla ölüm."

Gözlerimi açıp birkaç santim ötemde duran yüzüne baktığımda diyecek bir şey bulamıyorum. Ve ağlamaya başlıyorum... Mutluluktan ağlamak böyle bir şey mi acaba? Daha önce hiç mutluluktan ağlamadığım için bilemiyorum bunu. Gözyaşlarım yanaklarıma süzülürken Aras haklı olarak şaşırıyor. Başımı yeniden boynuna gömdüğümde onun hayretle konuştuğunu duyuyorum.

"Neden ağladığını sorabilir miyim, Melek?" diyor yüzümü görmeye çalışarak. "O kadar mı kötü okudum?"

"Hayır, çok güzel okudun..." diyorum ağlamaya devam ederken. "Bahçede de çok güzel okumuştun zaten. Şu Borges şiirini... Sen niye böyle yapıyorsun ya?"

Bunları onu suçlar gibi bir ses tonuyla itiraf ettiğimi duyunca gülmeye başlıyor Aras. "O gün etkilendiğini anlamıştım zaten."

Burnumu çekerken kuyruğu dik tutmaya çalışıyorum inatla. "Hiç de bile etkilenmemiştim..."

"O yüzden mi gözlerinden kalpler çıkıyordu?" diyerek pislik yapmaya devam ediyor. "İtiraf et, bana o gün aşık oldun."

"Sapkın fantezilerini kendine sakla."

"Zaten öyle yapıyorum, güzelim." diyor kahkaha atarak. Ardından kulağıma doğru eğilip fısıldıyor. "Ama istersen birkaç tanesini sana anlatabili- Ah!"

Kolunu çimdiklediğimde sesi kesiliyor. Sonra ben de sesimi kesip huzurun kollarına bırakıyorum kendimi. Güneşin son ışıkları üzerimizde gezinirken rüzgar daha da yakınlaştırıyor bizi birbirimize. Ellerimi yumruk yapıp göğsüne yaslarken kararsız bir sesle mırıldanıyorum.

"Bu da mı arkadaşça?"

Kahkahasını bastırmaya çalışırken altımda uzanan bedeni sarsılıyor. Beni iyice kendine bastırırken "İstersen anılarımızı buraya gömebiliriz," dediğini duyuyorum onun. "Buradan ayrılınca da arkadaşlığa devam ederiz."

"Anılarımızı nasıl gömeceğiz ki?"

"Aslında gömdük bile," diyor üzerimizde uzanan ağacı işaret ederek. "Bunun ne ağacı olduğunu biliyor musun?"

Bilmiş bir tavırla başımı sallıyorum. "Ceviz ağacı."

"Peki ceviz ağaçlarının hafızası olduğunu biliyor muydun?"

Ha? Göğsünde kıpırdanarak yüzünü görmeye çalışıyorum bu kez. "Nasıl yani?"

"Ceviz ağacı gördüğü her şeyi gövdesinin içine resmedermiş." diyor vakur bir ciddiyetle. "Hatta eski insanlar ceviz ağaçlarını işleyerek o resimleri ararmış."

Nedense bu düşünce hoşuma gidiyor. Bundan yüzlerce yıl sonra insanların bu ağacın içinde bizim resmimizi bulacak olması... Herhangi bir fotoğraf makinesiyle elde edilen görsellerden çok daha kalıcı bir şey bu.

"Nasıl göründüğümüzü merak ettim," diyorum bakışlarımı ağacın dallarına dikerek. "Keşke o resmi görmenin bir yolu olsaydı."

"Aslında var," diyerek yattığı yerde kıpırdamıyor Aras. Telefonunu çıkardıktan sonra havaya kaldırıp yüzünü bana çeviriyor. "Gülümse bakalım."

"Ha? Ne-"

Yanağımdan öptüğünde şaşkın şaşkın başımı kaldırıp ona bakıyorum. Başını yüzüme yaslayıp telefonun açısını değiştiriyor. Çıkan deklanşör sesleriyle birlikte onun tüm bunları birer fotoğrafa dönüştürdüğünü fark ediyorum.

"Gülecek misin artık Melek?" diyor homurdanarak. "Yoksa ben mi güldüreyim?"

Aras beni gıdıklamaya başladığında kendimi tutamayıp kahkaha atıyorum. Çırpınıp dururken koluyla beni kendine hapsedip fotoğraf çekmeye devam ediyor. Kafamı boynundan çıkarıp kahkahalarımı durdurmaya çalışıyorum. Nihayet kameraya baktığımı görünce gıdıklamayı bırakıp pat diye dudağımdan öpüyor beni. Ne olduğunu bile anlayamadan onun gülerek geri çekildiğini fark ediyorum.

Beni de kaldırarak oturur pozisyona geçtikten sonra birkaç fotoğraf daha çekiyor. Beynime kan gitmeye başlarken kolumu omzuna sarıp çimdikliyorum onu. Telefonu cebine koyup omzunu ovuşturuyor gülerek. Kalbim hala deli gibi çarptığı için Aras ayağa kalkıp elini uzattığında düşünmeden tutuyorum. Beni yukarı çektikten sonra üzerini çırpmaya başlıyor.

"Uçurtmayı bulup yola koyulsak iyi olacak," dediğini duyuyorum onun. "Konserin başlamasına bir saat kaldı."

O böyle söyleyince aniden bir hüzün çöküyor üstüme. Konsere gitmeyi çok istiyorum fakat burası da terk edilecek gibi değil... Ceviz ağacının yerlere eğilen dalları usul usul sallanıyor, kimi yerlerde dize kadar gelen otlar dans ediyor rüzgarla birlikte. Her şey öyle güzel ki... Gözlerimi alacakaranlıkta cennetten bir bahçe gibi görünen çayırda gezdirirken mırıldanıyorum.

"Burayı çok özleyeceğim."

"İleride yine geliriz, güzelim." diyerek saçımı karıştırıyor Aras. Ardından kulağıma doğru eğilip fısıldıyor. "Hatta belki üç kişi geliriz."

"Üç kişi mi?"

"Dört de olabilir." diyor eğilip kulağımın kenarına bir öpücük kondururken. "Ya da beş... Sayı tamamen sana kalmış."

Neden bahsettiğini anlayınca hayretten nefesimin kesildiğini hissediyorum. Dudaklarının değdiği noktada bir ateş hattı belirip oradan vücuduma dağılıyor sanki. Heyecandan kalbim deli gibi çarpmaya başlarken onun tam dibimde olduğunu unutarak başımı kaldırıyorum. Birkaç santim ötemde duran yüzünde sanki bunu yapmamı bekliyormuş gibi yarım bir tebessüm beliriyor. Bakışlarının dudaklarıma kaydığını görünce kalbimin yerinden çıkmaya hazırlandığını hissediyorum.

"Sen burada bekle," diye mırıldanıyor gözlerini dudaklarımdan çekmeden. "Ben de şu uçurtmayı bulup geleyim."

Aras birden arkasını dönüp yürümeye başladığında tepki veremiyorum. Alacakaranlıkta benden uzaklaşan adamı izlerken allak bullak olmuş ruh halim de düzelmeye başlıyor. Sırtımı ceviz ağacının gövdesine yaslayıp yeni bir hayalin kollarına bırakıyorum kendimi. Onun bana ait olduğunu bile kabullenememişken ikimize ait bir çocuk fikri imkansız olacak kadar uzak bir ihtimal.

İmkansız olacak kadar güzel...

✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧

ARAS
Sene 2016

Tekila shotları ile doldurulmuş tepsinin bulanıklaşarak gözümün önünden kaybolduğunu fark ettim. Hayır, henüz bir bardak bile içmemiştim, sarhoşluk değildi bu. Sadece bugün dikkatim haddinden fazla dağınıktı, aylardır görmediğim arkadaşlarımla buluşmak bile aklımı toplamam için yeterli olmamıştı.

Evet, arkadaşlarım. Ali, Cavit, Aslı, Turgut ve Berk. Üniversite tayfasının bir kısmı... Bu akşam Berk ve Aslı'nın bebek haberini kutlamak için toplanmıştık. Aylar sonra arkadaşlarımla bir araya gelince mutlu olmam gerektiğini biliyordum fakat onların varlığı bir yandan da Suzan'ın yokluğunu hatırlatıyordu bana.

"Ee sende ne var ne yok Yalıçapkını?"

Turgut'un bana seslendiğini duyunca aklımı tekila bardaklarından alıp sohbete döndüm. Bir yandan da çaktırmadan saatini işaret etmişti bana. Onun ne sorduğunu anlayınca onaylarcasına göz kırptım, ardından hiçbir şey olmamış gibi sorusuna odaklandım yeniden.

"Biliyorsunuz işte," dedim shotlardan birini gömerken. "Okula falan gidiyorum."

"Kıyamam ya okula da gidermiş." diyerek kahkaha attı Alparslan. "Sınıf arkadaşlarınla iyi anlaşıyor musun bari?"

"Yazık bu şimdi çapkınlık da yapamıyordur orada." diye lafa karıştı Berk. "Sınıfındaki tüm kızlar 2000'li olduğu için..."

Boş bardağı bırakırken "Sınıftaki hatunların en küçüğü 98'li." diyerek göz kırptım ona. "Ve seni temin ederim ki, özelde hukuk okumakla devlette mühendislik okumak aynı şey değil."

Değildi cidden. Mühendislik okurken okulu dört senede bitirmek gibi şaşmaz bir amacım vardı. Devlet üniversitesi olduğu için ders ekme imkanlarım son derece kısıtlıydı mesela. Bunun sebebi hocaların yoklama takıntılı olması falan değildi, bir çoğu yoklama almazdı bile. Fakat mühendislikte yazılı olmayan kanunlardan biri de budur: derse gitmezsen, dersi geçemezsin. Şimdi gittiğim özel üniversitedeyse mezun olmak gibi bir amacım olmadığı için devam zorunluluğu umurumda bile değildi.

Fakat okulda ima ettiğim gibi çapkınlık yaptığım anlamına da gelmiyordu bu. O küçük cadı dikkatimi öyle çok dağıtıyordu ki, henüz sınıftaki kızların biriyle bile tanışma fırsatım olmamıştı. Melek'in yüzü gözlerimin önünde belirince başımı iki yana sallayarak muhabbete dönmeye çalıştım. Berk'in hayret dolu bir sesle sorduğu soruyu son anda yakalayabilmiştim.

"Ne yani, orada ineklik yapmıyor musun?" derken ses tonu kınama doluydu. "Matkap tayfaya ihanet etmişsin be oğlum!"

Matkap tayfa; Alp, Cavit ve ben. Üniversite yıllarında tüm öğrencilerin aksine dönemin başından itibaren düzenli olarak ders çalışan tiplerdik biz. Basit fakat etkili bir yöntemdi. Benimsediğimiz bu minik öğreti sayesinde diğerlerinden çok daha az çalışarak ve çok daha erken bitirebilmiştik bölümü. Fakat matkap tayfa ismini almamızın sebebi bu değildi.

"Biz inek değil, akıllıydık oğlum." diye savunmaya geçti Cavit. "Siz sınav dönemlerinde sabahlara kadar ders çalışırken biz matkaba çıkıyorduk."

Buydu. Hafta sonları ve derslerin olmadığı sınav haftaları orada burada takılmak için ideal zamanlardı. Alp'in ağabeyi İstanbul gece hayatına ev sahipliği yapan mekanlardan bazılarının işletmecisi olduğu için bu konuda avantajlı sayılırdık.

"Bu hıyarın bizim mantığımıza erişmesini bekleme, Java." dedim Cavit'e dönerek. "Adam Calculus 1'i bile beş kerede verebildi."

Berk'in okkalı bir küfür savurduğunu duydum. Alparslan telefonunu çıkarıp küfrü not aldı hemen, muhtemelen orijinal küfürleri kaydettiğimiz kutsal küfür ansiklopedimize ekleyecekti. Bense matkap tayfadan söz açıldığından beri Eren'in yokluğunu düşünüyordum. Toparlanabilmiş miydi acaba? Suzan'ın ölümünden hala beni sorumlu tutuyor muydu? Düşünceleri aklımdan kovabilmek için bir shot daha attım.

"Aslı!"

Berk'in sesini duyunca bardağı bırakıp onlara döndüm. Yüzünde kızgın bir ifadeyle Aslı'ya bakıyordu, kızın suçlu bir çocuk gibi ellerini önünde kavuşturduğunu görünce kendimi tutamayıp kahkaha attım. Diğerleri de gülmeye başlayınca Berk'in eline tutuşturduğu alkolsüz içeceği masaya bırakıp somurtarak açıklama yaptı.

"Tekilayı içmeyecektim ki, sadece kenarındaki limonu alacaktım..."

"Hayatım elinde zaten limonata var." diyerek başını salladı Berk. "Limonata içerken canın limon çekmiş olamaz, değil mi?"

Ardından söylenerek bardaklardaki limonları söküp kıza uzattı. Aslı'nın neşeyle kabukları kemirmesini izlerken diğerleri gibi ben de gülmeye başlamıştım. Fakat aklım bambaşka yerlere gitmişti çoktan. Başımı bardaklara eğip bir shot daha atarken zihnim yine onun esareti altına girmişti. Kayın ağacının altında başını kaldırıp bir ceylanı andıran iri gözlerini yüzüme diktiği anı hatırladım elimde olmadan. O anı içimden söküp atamıyordum.

Üstelik gün geçtikçe yeni anlar ekleniyordu üzerine. Onu kafeteryada soğuktan kıpkırmızı olmuş ellerini ısıtmaya çalışırken gördüğüm günü düşündüm. O küçük elleri ellerimin arasına alıp ısıtmak istemiştim. Hayatımda ilk kez bir kızın elini tutmayı hayal etmiştim o gün. Şimdi de onun nasıl bir anne olacağını merak ediyordum işte. Gündelik hayatta da elbise giymeyi seven biri olduğu için hamilelerin giydiği elbiselere kolayca uyum sağlardı muhtemelen. Melek'i büyümüş karnıyla ve mutluluktan ışıldayan bir yüzle sevdiği adamın elini tutarken hayal edince allak bullak olduğumu hissettim.

"Beyler Ozan doğru söylüyormuş..."

Berk'in sesini duyunca başımı kaldırıp onlara döndüm yeniden. Ozan'ı tanıyorlardı elbette, farklı okullarda olsak da ekibimizde yer edinmişti. Fakat neden bahsettiklerini hala anlayamamıştım.

"Harbiden de aşık olmuş bu." diyerek duruma açıklık getirdi Cavit. "Mecnun gibi dalıp dalıp gidiyor."

Ozan ben senin çeneni sikeyim...

"Kız kim bu arada?" diye sordu Aslı. "Ozan Begüm'ün yanında kızın kimliğiyle ilgili hiçbir şey söylemedi bize."

Ozan ben senin yapacağın entrikayı da sikeyim...

"Begüm varsa ne olmuş?" diyerek diklendim. "Onunla aramızda hiçbir şey olmadığını daha kaç kez söyleyeceğim size?"

Arada sırada sevişiyorduk sadece. Fakat ne bölümdeyken, ne de mezun olduktan sonra aramızdaki ilişki duygusal boyuta taşınmamıştı. Matkaba çıkma muhabbetimiz bir kez bile rahatsız etmemişti onu. Ben başka kızlarla sevişirken Begüm de başka erkeklerle sevişmişti. Birbirimiz için tanıdık bir bedenden fazlası değildik.

"Olmasın da zaten." diye çıkıştı Aslı. "Kız nişanlandı lan, uzak dur da boşa gitmesin."

Duruyordum. Begüm nişanlandıktan sonra hiç görüşmemiştik onunla, görüşeceğimizi de sanmıyordum. Fakat Aslı'nın sözlerinin altında yatan imanın farkındaydım. Begüm'ün bana inat olsun diye evlenme kararı aldığını düşünüyordu Aslı. Aramızdaki ilişkinin sadece cinsellikten ibaret olduğunu bilmiyordu. Gerçi, bilseydi bile fikrinin değişeceğini sanmıyordum. Begüm'le aralarında yıllardır süren bir soğuk savaş vardı, önceleri bunu Begüm'ün bölümdeki popüler kız oluşuna bağlıyordum fakat mezun olduktan sonra bazı şeyleri fark etmeye başlamıştım.

"Ne Begüm'ü ne de başkasını gözüm görmüyor ki," diyerek masum bir bakış attım ona. "Ozan haklı Aslı, fena kapıldım ben..."

Teşekkürler, hamilelik hormonları. Aslı'nın ışık hızıyla yumuşadığını fark edince gülmemek için kendimi zor tuttum. Fakat diğerleri yememişti elbette. Aslı bana evladıyla gurur duyan bir anne gibi övünçle bakarken Alp'in uzanıp yanaklarımı sıktığını fark ettim.

"Ya çen aşık mı oldun?" diyerek kafamı iki yana salladı. "Hanimiş de bizim Yalıçapkını?"

Kahkahalarla gülmeye başladı hepsi. Piç herifler. İşin kötü yanı, mekanın diğer ucunda duran kız grubu da bize bakarak gülmeye başlamıştı. Onlara baktığımı görünce içlerinden biri bizden tarafa doğru el sallamaya başladı. Hiçbirini tanımadığım için görmezden gelmeye karar verdim. Akıllıca bir davranış olmuştu zira çok geçmeden Aslı da kızlara el sallamaya başladı.

Fakat bu yeterli gelmemişti anlaşılan, kız grubundaki esmerlerden birinin seksi bir el hareketiyle Aslı'yı yanına çağırdığını fark ettim. Muhtemelen çağırdığı kişi Aslı değildi. Çünkü birden tanımıştım hatunu, yüzüne vuran bar ışıkları zihnimde birkaç hafta önceki güzel bir anıyı tetiklemişti. Pantolonumun altında hareketlenme yaratan bir anıyı... Elimdeki bardağı selam verir gibi kıza doğru kaldırıp gülümserken Turgut'un konuştuğunu duydum. Diğerleri onu dinlerken esmer kızın flörtöz bir tavırla gülümsediğini fark etmiştim.

"Kim bunlar?"

"Bizim dernekten kızlar." diye cevap verdi Aslı. "Pek tanışıklığımız yoktur aslında..."

"Bence yine de bir selam ver." diyerek gazladım onu. "Baksana, seni çağırıyorlar."

Aslı kararsız bir ifadeyle bana baktıktan sonra iç çekerek ayaklandı. Onun Berk'e bir şeyler söyleyip uzaklaşmasını izlerken esmer kıza ufak bir baş işareti yaptım ben de. Kahkaha atarak çantasını bırakıp ayaklandığını görünce bardağı bırakıp ben de ayaklandım. O esnada Aslı diğer kızların yanına varıp bir şeyler konuşmaya başlamıştı.

"Hayırdır paşam, nereye?"

Turgut'un yüzündeki sırıtışı görmezden gelip masum bir tavırla cevap verdim. "Okuldan bir arkadaşımla konuşacağım, öğretmenim."

"Arkadaşının arkadaşıyla da ben konuşabilir miyim?" diye söze karıştı Alp. "Şu sarışın olan."

Başımı çevirdiğimde sarışın kızın Alp'e güldüğünü fark ettim. Esmer kız da ona işaret ettiğim koridora girip gözden kaybolmuştu.

"Tekneye gidip uzun uzun konuşun," dedim Alp'e dönerek. "Anahtarlar arabanın torpido gözünde, kapılar kilitli değil zaten."

Benim o kadar uzun konuşmaya niyetim yoktu. Gündüzleri okulda olduğum için sabaha kadar yaptığım tek şey, şirketteki dosyalara gömülmekti artık. Alp'in bana üst katı işaret ettiğini görünce gülerek başımı salladım. Masadan ayrılıp yürümeye başlarken sabaha kadar sevişmek isteyeceğim bir isim belirmişti zihnimde. Allah kahretsin.

O ismi düşünmemeye çalışarak masadan ayrılıp adının Cansu olduğunu yeni hatırladığım kızın peşine takıldım. Koridora daldığımda onun arızalı tabelası asılı erkekler tuvaletinin önünde beni beklediğini fark etmiştim. Elinden tutup onu üst kata çıkan merdivenlere yönlendirdiğimde ufak bir kahkaha atarak peşime takıldı.

"Mekan senin mi yoksa?"

"Hayır ama arkadaşımın ağabeyinin mekanı." dedim kızı odaya doğru yönlendirirken. "Belki duymuşsundur, Alparslan Ahıskalı."

Kapıdan içeri girerken gözlerini devirdi. "O piçle arkadaş mısın gerçekten?"

"Aslında çok iyi çocuktur." diyerek savunmaya çalıştım. "İTÜ Makina mezunu hatta."

"Yine de ben beyefendileri tercih ederim." dedi kollarını boynuma dolayarak. Sonra beni süzüp ufak bir kahkaha attı. "Hiç değilse, dış görünüş olarak."

"Öyleyse bir beyefendi gibi davranmalıyım." diyerek kıza göz kırpıp geri çekildim. "Ne içersin?"

Kızla ilk karşılaşmamızda kafam pek yerinde değil, o gece bana anlattıklarının bir çoğu silinip gitmişti hafızamdan. Bu yüzden kadehleri doldururken öğrendiğim bir bilgi epey şaşırmama neden oldu. Aşağıda diğerleriyle dalga geçme maksatlı söylediğim şey doğru çıkmıştı, kız hakikaten de şu anda gittiğim üniversitenin öğrencisiydi.

Ne yazık ki, rahatsız olmak için çok geçti artık. Cansu'yla daha önce de sevişmiştik zaten. Üstelik Hukuk öğrencisi olduğunu da pek sanmıyordum, aksi taktirde onu hatırlamam gerekirdi. Fakat bu gereklilik hatırlayacağım anlamına gelmiyordu işte. O küçük cadı etraftayken başka bir şeye istesem de odaklanamıyordum. Her ne kadar insanların arasında görünmez olmaya çalışsa da benim için ışıldayan bir ikaz lambasından farksızdı Melek.

Onunla pek fazla konuşma şansım olmamıştı fakat içe dönük kişiliğinden beklenmeyecek kadar keskin bir mizah anlayışı olduğunu biliyordum. Muhtemelen ergenlik döneminde içe kapanmış olmalıydı zira kısa kollu tişört giydiği zaman üstlerden görünen yara izleri çocukken son derece yaramaz olduğunu gösteriyordu. Yaptığı haylazlıkları onun ağzından dinlemek için birçok şeyi feda edebilirdim. Ağzı... Evet, ağzı da ilgimi çekiyordu.

Üst dudağı alt dudağına göre yatay olarak daha kısaydı mesela. Ortalarda muazzam bir dolgunlukla başlayıp iddialı bir şekilde yanaklarına doğru uzanıyor, fakat ağzının kenarlarına varamadan ansızın bitiyordu. Bu orantısızlığın yüzüne çocuksu bir hava kattığını fark etmiştim, dudaklarını ise tam tersine cezbedici hale getiriyordu.

Tabi bir de kalçaları vardı. Kalabalık ortamlarda onu çoğu zaman kalçalarından tanıdığımı bilse ne yapardı acaba? Evet, bir şekilde beni yine nezarete attırırdı. Cadı.

"Bakıyorum da dalıp gittin..."

Cansu'nun sesini duyunca kendimi düşüncelerden çekip kopardım. Elimde viski kadehiyle masaya yaslanıp camdan dışarıya bakarak dalıp gitmiştim sahiden. Dalıp gitmemem gerekiyordu. Bunca derdin ve sorumluluğun arasına bir de imkansız bir ihtimali ekleyemezdim. Aramızdaki ten uyumundan kaynaklanan bu ilgi er ya da geç sönecekti elbette. Bardağı sehpaya bırakırken kızı bir kez daha zihnimden kovaladım ve Cansu'ya dönüp gülümsedim.

On dakika sonraysa Melek'e dair bir çok şey silinmişti zihnimden. Yarıya kadar bile içilmemiş kadehlerimiz sehpada duruyordu hala, onları asla bitiremeyecektik. Kızı kucağımdan indirip duvara yaslarken hafifçe güldüğünü duydum. Eteği çoktan sıyrılıp yere düşmüştü, göğüslerine ulaşabilmek için yakalarına sonuna kadar açmıştım.

"İçime girmek istemediğine emin misin?" diye mırıldanarak başını arkaya attı. "Ben zaten korunuyorum."

Çekmecede olması gereken kondom paketinin boş olduğunu fark ettiğimizde penetrasyon olmadan bir şeyler yapmaya karar vermiştik. Kondomsuz seks yapmamak gibi bir takıntım vardı. Kızın ilaç alıp almadığına güvenemezdim, üstelik korunuyor olsa bile bu onun sadece hamile kalmayacağını gösterirdi. HIV virüsü taşımadığını değil.

"İçine gireceğim zaten." dedim bacaklarının arasındaki ıslaklığı okşarken. "Nasıl girdiğimin bir önemi var mı?"

"Yani-"

Parmaklarından birini derinliğine ittiğimde başını arkaya atarak inledi. Dudaklarıma uzanınca kızı geri çevirmedim, bir yandan da öpüşmeye başlamıştık. Bedenim tepkisiz kalmamıştı, tahrik olmak benim kontrol edebileceğim bir şey değildi. Fakat zihnim bir türlü konsantre olamıyordu olaya. Kahrolası suçluluk duygusunun ufukta belirdiğini görünce kendi suratıma yumruk atasım gelmişti.

Çünkü bu salaklıktan başka bir şey değildi. Ortada suçluluk duymamı gerektirecek bir şey yoktu zira kimseyi aldatmıyordum. Sonuçta o kızla sevgili değildim, ona aşık kesinlikle değildim. Evet, durmadan aklıma geliyordu çünkü onun güvende olduğundan emin olmak zorundaydım. Birileri size bir çuval elmas emanet etse onu evin bir köşesinde unutabilir miydiniz? Elbette hayır. İşte ben de Melek'i bu yüzden unutamıyordum. Hepsi bu. Fakat tutup da evimin bir köşesinde bir çuval elmas var diye tüm cinsel hayatımdan vazgeçecek değildim. Çünkü o elmaslar ömrümün sonuna kadar orada olacaktı. Ve asla benim olmayacaktı.

Kahretsin.

Melek'i düşündüğümü fark edince panikle gözlerimi açıp yanımdaki kızın yüzünü görmeye çalıştım. Cansu. Cansu'yla sevişiyorsun, aptal herif. Üç kişilik sevişmelerden bıkmıştım artık. Normal koşullarda son derece hoşuma giden bir durum olurdu bu fakat kızlardan biri zihnimin içinde olunca kendimi rahatsız hissediyordum. Üstelik anlamsız bir suçluluk hissine de sebep oluyordu Melek. Elini bile tutmadığım bir kızın hayatıma müdahale etmesine izin veremezdim.

Cansu'nun tırnaklarını boynuma saplayarak bir şeyler söylediğini duyunca suçluluk hissini bir kenara bıraktım. Sıcak sıvısı parmaklarıma yayılırken başımı kaldırıp orgazm olan kızın yüzüne bakmak aklıma bile gelmemişti. Bir kez daha kahretsin. Kasılmaları sona erdiğinde geri çekilip kızı serbest bıraktım. Ellerimi temizlerken bacaklarının hala titrediğini fark etmiştim, yarı aralık gözlerinde şehvet vaadiyle dolu bir ifade vardı.

"Sıra bende."

"Öyle görünüyor." dedim kemerimi çözerek ona doğru yürürken. Bu tarz sıralı işlerde zevk alma önceliğini karşı tarafa vermenin daha avantajlı olduğunu düşünüyordum. Zira tatmin olmuş bir kadın çok iyi tatmin etmek isterdi. Bu yüzden kızın benden önce davranıp fermuarımı indirmesine şaşırmadım. Cansu işe koyulurken inleyerek gözlerimi kapattım.

Evet, gözlerimi kapattım. Melek'i düşünmekten korkmuyordum zira istesem de onu böyle dizlerinin üzerinde hayal edemiyordum zaten. Acaba bu bilgiyi onunla paylaşsam ne tepki verirdi? 'Seni altımda ve üstümde sayısız şekilde hayal edebiliyorum ama yerde diz çökmüş bana oral seks yaparken hayal edemiyorum. Evet, bence de çok romantik. Elinde dekupaj testeresiyle üstüme yürüdüğüne göre, sen de etkilenmiş olmalısın.'

Beni sikerdi. Ama cinsel anlamda değil.

Gülmekle inlemek arasında bir ses çıkartırken koridorda yankılanan atak seslerini duydum. Böyle boktan bir özelliğim vardı işte. Kendimden ne kadar geçersem geçeyim ortamdaki diğer uyaranlardan kopamıyordum. Kattaki tek odanın burası olduğunu bildiğim için tüm irademi kullanarak ani bir hareketle geri ittim kızı. Erkeklik tarihine geçecek türden imkansız bir başarı örneğiydi bu. Cidden.

Fakat bir kadın olarak Cansu sadece şaşırmakla yetindi. Kız hayret dolu bir sesle kıçının üzerine düşerken telaşla pantolonumu çektim üzerime. Birkaç saniye sonra odanın kapısı açıldığını duymuştum. Başımı çevirdiğimdeyse burada görmeyi en son beklediğim insanlardan biriyle göz göze geldim. Begüm.

Kahretsin, Begüm'ün ne işi vardı ki burada? Bakışları yerde oturan kızla benim aramda gidip gelirken son derece kaygısız göründüğünü fark etmiştim. Sivri topuklu ayakkabılarını özgüven dolu bir hareketle yerde sektirerek hiçbir şey yokmuş gibi odanın ortasına doğru ilerledi. Tekrar bizden tarafa döndüğündeyse yüzüne sevecen bir tebessüm takınmıştı.

"Selamlar," dedi hal hatır sorar gibi bir ses tonuyla. "Ne yapıyorsunuz bakalım?"

Aynı ses tonuyla cevap verdim. "Seks."

Düşünceli bir ifadeyle vücudumun belden aşağısını süzdü. "Görüyorum."

Bakışlarını takip edince neden bahsettiğini anlamam zor olmadı. Pantolonumun önündeki kabarıklık yeterince açıktı zaten. Cansu ise yarı çıplak bir halde yerdeydi hala, yüzünde hayret dolu bir ifadeyle neler olduğunu anlamaya çalışıyordu.

"B-bu kim?"

Kıza cevap vermeden önce Begüm'e dönüp başka bir soru sordum. "Neden geldin buraya?"

"Kız arkadaşınla tanışmak için." dedi Cansu'yu süzerek. "Ozan'ın bahsettiği kız bu mu?"

"KIZ ARKADAŞIN MI VAR?"

Hayretle Cansu'ya döndüğümde kızın öfkeden tir tir titrediğini gördüm. Her an üstüme atlayıp beni parçalara ayıracakmış gibi duruyordu. Bu kadar çok sertleşmişken kendimi savunamazdım muhtemelen. Kasıklarımdaki acıyı düşünmemeye çalışarak dikkatimi kıza vermeyi denedim.

"Aslında düşündüğün gibi bir-"

"Sen beni ne sandın orospu çocuğu?!" diye hışımla üzerime yürüdü. "Başı bağlı adamlarla yatmam ben!"

"Yatmadın zaten." dediğini duydum Begüm'ün. "Ayaktaydınız, tatlım."

Ona cevap vermeye fırsat bulamadan Cansu'nun tokadının yanağımda patladığını hissettim. Yuh. Kız harbiden iyi vurmuştu. Bunun arkasından hızını alamayıp kasıklarıma da tekme atmasından korkarak uzaklaştım ondan. Sertleşmiş haldeyken bir tekme yersem çekeceğim acıyı tahmin bile edemiyordum.

Neyse ki korktuğum şeyi yapmaya çalışmadı. Öfkeden kıpkırmızı olmuş bir suratla tişörtünü düzeltmekle meşguldü şimdi. Eteğini üzerine geçirirken dönüp sülaleme sövdüğünde ağzımı açıp tek kelime edemedim. İtiraf etmeliyim ki, etkilenmiştim. Sövdüğü için değil. Karakter sahibi olduğu için.

"Allah belanı versin!" diye bağırdı hışımla arkasını dönerken. Ardından masanın üzerine bıraktığı çantasını kapıp karnıma geçirdi. "Allah hepinizin belasını versin!"

Cansu kapıyı çarpıp çıkarken hiçbir şey söyleyemedim. Onu durdurup kız arkadaşım olmadığını açıklamamın bir anlamı yoktu, zaten bir daha görüşmeyecektik. Asıl sorun burada, yanıbaşımda duruyordu. Daha önce bir kez bile özel hayatıma karşı böyle bir saygısızlık yapmamıştı Begüm. Aramızdaki ilişkinin sınırlarını ikimiz de biliyorduk, bugüne dek hiç aşılmamıştı o sınırlar.

"Derdin ne senin?" dedim ona doğru dönerek. "Bu gövde gösterisinin amacı neydi, Begüm?"

"Kızı sevgilin sandım." diye açıklamaya çalıştı kendini. "Amacım kızla tanışmaktı sadece. Sonuçta kız arkadaşınla barda seks yapmazsın diye düşünmüştüm. O yüzden pat diye içeri daldım."

"Kız sevgilim falan değildi," dedim öfkeyle ona çıkışarak. "Şanslısın ki, değildi!"

Eğer sevgilimle seviştiğim esnada içeri dalmış olsaydı benden göreceği tavır bu olmazdı çünkü. Sadece cinsellik üzerine kurulu bir ilişki yaşadığım kızlarda bile aşamadığım korumacı dürtüler duygusal bir ilişkide çok daha güçlü olurdu muhtemelen.

"Ne yani, cidden kız arkadaşın mı var?" dedi ağır adımlarla bana doğru yürürken. "Bu yüzden mi telefonlarımı açmıyorsun?"

Kendimi tutamayıp kahkaha attım. "Nişanlandın, Begüm!"

Öfkem hoşuna gitmiş gibi görünüyordu. "Bununla ilgili bir problemin mi var?"

"Benim açımdan bir sorun yok." dedim dürüstçe. "Nişanlısına ihanet eden sensin."

Açıkça konuşmam onu öfkelendirmiş gibi duruyordu. Elini sinirle saçlarının arasından geçirirken yüzünde tükürür gibi bir ifadeyle baktı bana. Alt taraftaki sızıyı görmezden gelerek onu dinlemeye çalıştım.

"İsimlere neden bu kadar önem veriyorsun?" diye sordu öfkeyle. "Eskiden başka bir erkekle yatmam rahatsız etmiyordu seni, o erkeğin bir sıfata sahip olması neden rahatsız ediyor?"

Buna verecek bir cevabım cidden yoktu. Onun için önemsiz olabilirdi fakat sevgili, nişanlı, eş gibi sıfatlar bende bir çeşit aidiyet hissi uyandırıyordu. Begüm başka bir adama aitti, ona dokunduğumda kendimi hırsız gibi hissediyordum.

"Nişanlın adına üzülüyorum sadece." dedim adamla empati kurmaya çalışarak. "Eğer onun yerinde olsaydım-"

"Ama olmadın!" diye bağırdı birden. "O yüzden, bar köşelerinde kız becerdikten sonra kalkıp da ahlak bekçiliği taslama bana!"

Haklıydı. Birilerine ahlak dersi vermeye hakkım olduğunu pek sanmıyordum. Begüm'le yatmak benim açımdan bir problem teşkil etmiyordu, hayatımda bir sıfata sahip herhangi biri yoktu şu an.

"Haklısın." dedim başımı kaldırıp kıza bakarak. "Niyetim seni yargılamak değildi, özür dilerim."

Bir şeylere kırılmış gibiydi fakat bunu çabucak perdeledi. Yüzüne o kendinden emin gülümsemesi yayılırken benim tanıdığım Begüm geri gelmişti bile. Kibire varan bir özgüvene sahip, dikkat çekmekten hoşlanan ve insana hayatı kolaylaştıran kız... Her erkeğin elde etmek isteyeceği türden biri olduğunu biliyordum.

Fakat tam tersi özelliklere sahip bir kız ağır ağır işgal ediyordu zihnimi. Korumalardan birinin attığı son bilgilendirme mesajını hatırlayınca duraksadım. Melek'in evde olduğunu, kendisinin de Araf'a döneceğini bildirip kızın evinin uzaktan çekilmiş bir fotoğrafını göndermişti bana. Karanlıkta zar zor seçiliyordu fakat pencerenin önündeki yatakta yorgana sarılmış silüetini seçebilmiştim. Melek evinde, ailesinin yanındaydı.

Peki sen neredesin, Aras? Neyi arıyorsun?

"Başka bir yere gidelim mi?" dedim aniden Begüm'e dönerek. "Tabi, gelmek istersen..."

Nereye gideceğimizi düşünmemiştim, gidecek bir yer illa ki bulunurdu. Kaybolmuş bir insana gittiği her yer ev olurdu. Kendimi bok gibi hissederek viski kadehine uzandım yeniden. Neyse ki zihnimde ergenlik günlerimden kalma varoluşsal sancılarıma pek yer yoktu şu an. Kasıklarımdaki sancı hepsini bastırmaya yetiyordu. Bunu Begüm de fark etmiş olacak ki, bana doğru yürürken ufak bir kahkaha attığını duydum.

"Önce şunu indirsek iyi olacak."

✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧

"Nasıl yaşarım ki sevdiklerim olmadan?
Zaman sayfalarını çeviriyor hala yanmış bir kitabın
Yeri ve zamanı aklımda her zaman
Çok şeyim var anlatacak fakat sen çok uzaksın.

Korkmuyorum ben, uyu güzelce
Sevdiklerimiz burada, benimle birlikte
Bir köşe ayarla bana
Çünkü işim biter bitmez koyulacağım yola
Sonsuz yaşama..."

Avenged Sevenfold - So Far Away

-*-

Elimdeki biraları havaya kaldırarak bir kez daha bağırıyorum. "To live eternally!"

Sesim daha ağzımdan çıkmadan diğer insanların gürültüsüne hapsoluyor. Bulunduğum yer sahneye çok yakın değil, hıncahınç kalabalığın insana bir metrelik kişisel alan bırakacak kadar seyrekleştiği bir nokta burası. Konserin sonuna kadar kalamayacağım için özellikle arkalarda olmak istemiştim. Şimdiyse önümde uzanan devasa insan yığınına bakarken ne kadar iyi yaptığımı fark ediyorum bir kez daha.

"Bira!"

Aras'ın sesini duyunca elimdeki biralara bakarak hangisinin ona ait olduğunu hatırlamaya çalışıyorum. Sağdaki mi? Soldaki mi? Tepki vermediğimi görünce bir eliyle dizimi dürtüyor önce. Ardından bacaklarımın arasında duran kafasını yukarı kaldırıp yüzüme bakmaya çalışıyor. Sesimi duyurabilmek için kulağına doğru eğilerek konuşuyorum.

"Hangisinin senin biran olduğunu unuttum."

"Ne fark eder ki?" diyor bana. "İkisinden de içirdin zaten."

Öyle mi yaptım? Harika...

İç çekerek omuzlarında doğrulup elimdeki biralardan birini ağzına götürüyorum. Tam o sırada ani bir çığlık yükseliyor seyircilerden. Başımı kaldırıp heyecanla sahneye baktığımda gördüğüm ilk şey sahnede arka arka koşmaya başlayan solist oluyor. Adam kendini kalabalığın üzerine atarken kendimi tutamayıp çığlık atıyorum ben de.

Fakat benim çığlığımın sebebi solist değil, Aras. Olduğu yerde sağa sola dönerek beni öyle bir sarsıyor ki kollarımı panikle kafasına sarıyorum. Neyse ki dizlerimden tutarak düşmeme engel oluyor. Onun hareketsiz kaldığında emin olduğumdaysa kollarımı çözüp başımı yana uzatarak yüzünü görmeye çalışıyorum.

"Derdin ne senin?!"

"Birayı ağzımda unuttun, Melek!" diye cevap veriyor bana. Ardından kahkaha atarak ekliyor. "Korkma, asla düşürmem seni."

Kafasına bir fiske geçiriyorum fakat dudağının kenarından çenesine doğru sızan sıvıyı görünce sesim kesiliyor. Duruma müdahale edebilmek için sağ elimdeki birayı sol dirseğimin arasına kıstırmayı deniyorum. Eğer bir elim boşta kalırsa gömleği mahvolmadan duruma müdahale edebilirim bence. Fakat Aras benden önce davranıyor.

Başını yana çevirip ağzını bacağımın iç kısmına sildiğinde dudaklarından tenime elektrik çarpıyor sanki. Tüm vücudum kaskatı kesilirken içgüdüsel olarak bacaklarımı kapatmaya çalışıyorum. Arada kafası olduğu için önce elleriyle beni sabit tutmaya çalışıyor Aras. Başını kaldırıp bana baktığında bir parça şaşkın olduğunu görüyorum.

"Birayla yapamayınca taktik mi değiştirdin, Melek?" diye soruyor utanmadan. "Neden beni bacaklarınla boğmaya çalışıyorsun?"

"Tiksindim de ondan! Resmen üzerime sildin ağzını!"

"Özür dilerim, güzel arkadaşım." dediğini duyuyorum onun. "Bacaklarını öpmek için aklıma başka bahane gelmedi."

Ha siktir...

Beynim tamamen durmuş halde bir bacağımı omzundan çekmeye çalışıyorum. Umarım tepe üstü düşüp ölürüm. Zaten ne halt etmeye onu dinleyip buraya çıktım ki? Yok efendim sahneyi göremezmişim, yok efendim arkadaşlar böyle günler içinmiş. Al sana arkadaş...

"Melek şaka yaptığımı biliyorsun," diyerek beni durdurmaya çalışıyor. "Güzelim, düşeceksin!"

Tepesinde doğrulup öfkeyle öne eğiliyorum yeniden. Kollarımı boynuna dolayıp kafasını ısırmaya çalıştığımda "Dursana cadı!" diye bağırıyor bana. Biraları basket yaparak çöp kutusuna attıktan sonra ellerimle gözlerini kapatıp "Al sana şaka!" diyerek cevap veriyorum. Aras çaresizce çırpınırken öfkem de saman alevi gibi sönüp yerini kahkahalara bırakıyor.

"Düşeceğiz bak!"

İntikam dolu bir gülüşle cevap veriyorum. "Ne oldu? Hani asla düşürmezdin be-"

Sözlerimi bitirmeme bile fırsat kalmadan pat diye şaplak atıyor bacağıma. Acıyla bağırarak ellerimi gözlerinden çekip bacağımda duran eline eğiliyorum.

Bileğini acımasızca ısırdığımda acıyla inleyerek belimden tutup alaşağı ediyor beni. Aras kolunu kaburgalarıma dolayıp beni tutmadan önce öyle bir çığlık atıyorum ki çevredeki herkes dönüp bize bakıyor. Korkudan kalbim yerinden çıkacakmış gibi atarken beni yere bıraktığını fark ediyorum. Yüzümdeki ifadeyi görünce kahkahalarla gülerek başını saçlarıma gömüyor.

"Ödüm patladı, pislik!" diye çıkışarak itiyorum onu. "Yere düşeceğimi sandım!"

Kibirli bir ifadeyle sırıtıyor. "Düşürmem demiştim."

"İyi halt ettin!" diye çıkışıyorum ona. Ardından kızarmış kaba etimi gösteriyorum. "Ayrıca elinin ayarı yok mu senin? Baksana, kıpkırmızı oldum!"

"Benim elimin ayarı var ama senin ağzının ayarı yok, güzelim." diyor diş izleriyle kan oturmuş bileğini göstererek. "Tenin hassas diye rövanşını almaya kıyamıyorum ama bir dahaki sefere acımam, haberin olsun."

Gözlerimi kısıp öfkeyle onu süzerken Aras'ın arkada bir yere baktığını fark ediyorum. Ardından eğilip trençkotumu alıyor yerden. Sırtına çıkmadan önce onun omzuna atmıştım fakat boğuşurken düşmüş olmalı. Başımı arkaya çevirip onun nereye baktığını anlamaya çalışırken "Üşüyeceksin şimdi..." dediğini duyuyorum.

Eh, aslında çoktan üşümeye başladım bile. Bu yüzden trençkotu belime bağlarken sesimi çıkarmıyorum ama kızgınlığım da geçmiş değil. O kadar çok korktum ki kalbim hala deli gibi çarpıyor. Geri çekildikten sonra mahcup bir ifadeyle yüzüme baktığını fark ediyorum. Başını yana eğerek gönlümü almaya çalışır gibi konuşuyor benimle.

"Dondurma alayım mı sana?"

Gösterdiği yere bakınca seyyar dondurma standını fark ediyorum. Hevesle başımı salladığımda gülerek dondurmacıya doğru ilerlemeye başlıyor Aras. Aslında dondurmaya öyle ahım şahım bir düşkünlüğüm yok benim. Nazenin yüzünden en çok tükettiğim tatlının dondurma olması bu gerçeği değiştirmiyor. Fakat az önce öyle tatlı bir şekilde sordu ki, hayır demek mümkün değildi.

Aklıma meşhur tuzlu kahve hikayesi gelince elimde olmadan somurtuyorum. Umarım ömrümün sonuna kadar dondurma seviyor gibi davranmama gerek kalmaz. Kollarımı göğsümde kavuşturup dondurma standının önünde duran Aras'a bakarken somurtkanlığım iyice artıyor. Eğer yanlış görmüyorsam sırada bekleyen iki kız ona bakıyor çünkü. Kızlardan sarışın olanın kıkırdayarak arkadaşına bir şeyler söylediğini fark edince yanlarına gidip gitmemek arasında kararsız kalıyorum. Neyse ki ben hareket edemeden Aras dondurmayı alıp standın önünden ayrılıyor. Yanıma geldiğinde kızlara ölümcül bakışlar atmayı kesip ona dönüyorum.

"Al bakalım." diyor dondurmayı elime tutuştururken. "Karamelli, çikolatalı ve muzlu. Afiyet olsun."

İştahlı görünmeye çalışarak dondurmayı alırken sormadan edemiyorum. "Neden kendine de almadın?"

"Maillere göz atacağım," diyor telefonunu çıkarırken. "Eh, sen tek başına yeterince dikkatimi dağıtıyorsun zaten."

Dondurmayı yerken kaşlarımın hafifçe çatıldığını hissediyorum. Aklıma birden aylar önceki o saçma muhabbet geliyor. Benim arka koltukta oturup dinlemek zorunda kaldığım muhabbet. Laf sokmadan duramıyorum bir kez daha.

"Hayret, arabada yan koltukta falan da değilim halbuki." diyorum sinirle dondurmaya gömülürken. "Malum senin dikkatini sadece-"

"Sen dağıtıyorsun." diyor lafımı keserek. "O gün de dikiz aynasından sana bakıyordum."

Hatırlamaya çalışıyorum o günü. Işıklar değiştiğinde hareket etmediğimiz için arkadaki araçlar korna çalmıştı. Sonra Elfida ona neyi beklediğini sormuştu. Eğer ona bakıyor olsaydı bunu sormasında gerek kalmazdı, değil mi? Yüzüme yayılmaya çalışan tebessümü bastırıyorum ancak kızarıp kızarmadığımdan emin değilim. Ne yazık ki, kontrol etmek için telefonumun ekranına göz atınca acı bir gerçek karşılıyor beni. Öfkeliyken asla dondurma yememem gerektiği gibi.

Göz ucuyla telefonuyla uğraşan Aras'a bakıyorum. Düzgün görüntüsü canımı daha çok sıkmaktan başka işe yaramıyor. Yeniden önüme dönüp ağzımın etrafındaki dondurma kalıntılarını dilimle çaktırmadan temizlemeye çalışıyorum. Birden aklıma çocukken en nefret ettiğim tipler geliyor, Aras gibiler.

Oysa hepimiz eşit şekilde girerdik sınıfa. Saçlarımız örülü, okul formamız temiz ve ütülü olurdu. Fakat okul bitiminde onlar sabah geldikleri gibi düzgün şekilde eve dönerken ben, yaramaz bir çocuk olmadığım halde, öğle arasına bile varmadan dağılmış olurdum. Sanki sırf ben eve gittiğimde azar yiyeyim diye saçımdaki örgüyü dağıtıp okul formamı kirleten görünmez bir el vardı hayatımda.

Başımı kaldırdığımda dondurma standının önündeki kızların hala bizi izlediğini fark ediyorum. Trençkotumun cebindeki peçeteleri çıkarıp yüzümü temizlerken bakışlarım hala telefonuyla uğraşan Aras'a takılıyor. Onun kızların farkında bile olmadığını anlayınca içimin ısındığını hissediyorum. Sonra bakışlarım elimdeki dondurmaya takılıyor. Yüzümde sevimli bir gülümsemeyle Aras'a dönüp dondurmayı uzatıyorum.

"Yemek ister misin?"

Başını iki yana sallıyor. "Teşekkür ederim ama hayır."

"Tadına bak bari."

Ufak bir tebessüm beliriyor yüzünde. "Şimdi mi?"

"Evet, hadi," diyorum dondurmayı yüzüne yaklaştırırken. "Biri yer biri bakarsa kıyamet koparmış derler."

"Olmaz, maillere bakıyorum." diyor inatla başını sallayarak. "Hem ben dondurma sevmem, Melek."

"İnadın batsın be adam!" diye sinirleniyorum birden. "Azıcık yesen ölür müsün?"

Kahkaha atıyor. "Eğer bir yerim şişer diye endişeleniyorsan-"

Dondurmayı ağzına bastırıyorum. Yüzünün her tarafını batırırken telefonunu cebine atıp müdahale ediyor bana. Geri geri kaçarken dondurmayı ağzından çekip çöpe attığını fark ediyorum. Ardından bana dönüp intikam dolu bir sırıtışla üzerime yürümeye başlıyor.

"Senin canın oyun mu istiyor?"

"Hayır, asla." diyorum kahkaha atarak gerilerken. "Uzak dur bak vallahi-"

Dondurmaya bulanmış ağzını yüzümde gezdirirken ufak bir çığlık atarak ondan kurtulmaya çalışıyorum. Kalçamın altından kavrayarak beni havaya kaldırdıktan sonra istikrarlı bir şekilde her tarafımı batırıyor. Kahkaha atarak yanağımı ısırırken tekme atmaya çalışıyorum ona. Neyse ki yanıbaşımızda yankılanan bir sesle birlikte rezilliğe son veriyor.

"Yok artık!" diyerek kahkaha atan bir kadın sesi duyuyorum önce. "Yalıçapkını'na bak sen!"

Aras beni yere indirdiğinde hayretle sesin geldiği yere bakıyor. Birkaç metre ötemizde bize el sallayan kadınla adamı görünce neşeyle güldüğünü fark ediyorum. Ardından kulağıma eğilip ufak bir açıklama yapıyor bana.

"Üniversiteden arkadaşlar."

Kadınla adam yanımıza geldiğinde mahcup bir şekilde selam veriyorum onlara. Dondurmaya bulanmış halimize bakarken eğlendiklerini gizlemiyorlar bile. Bense hala kadının Aras'a seslenirken söylediği kelimeyi düşünmekle meşgulüm. Yalıçapkını diye bir kuş türü olduğunu biliyorum ama yüzlerce tür arasından neden o kuş? Kuşkulu bir tavırla Aras'ı süzerken kadının sevecen bir tavırla onu yanaklarından öptüğünü fark ediyorum. Ardından elini tuttuğu adamı işaret ederek gülümsüyor bizlere.

"Eşim Selçuk," diyerek otuzlu yaşlardaki adamı gösteriyor. Ardından kocasına dönüp Aras'ı işaret ediyor. "Hayatım bu da bizim Aras işte. Hani sana anlatmıştım ya, üniversite tayfasından..."

Adam Aras'la tokalaşırken kadının bana döndüğünü fark ediyorum. Elimi uzattığımda ufak bir kahkaha atarak uzanıp beni de yanaklarımdan öpüyor. Geri çekildiğinde sitemkar bir tavırla Aras'a dönüyor bu kez.

"Kız arkadaşınla bizi tanıştırmayacak mısın?"

Tam kız arkadaşı olmadığımı söylemek üzere ağzımı açacakken Aras'ın benden kolunu belime doladığını fark ediyorum. Neşeli bir gülüşle önce beni takdim ediyor kadına.

"Sevgilim Melek," dediğinde şaşkın şaşkın ona bakmakla yetiniyorum. Ardından göz kırparak kadını işaret ediyor bana.

"Güzelim bu hanımefendi de Begüm. Kendisi üniversite yıllarından arkadaşım olur."

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro