Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Bölüm 32 - Kralların Zehri

Tarihte, acımasız bir hükümdara sinirlenen bir hahamın ebced alfabesini kullanarak Vltava Nehri'nin kıyısındaki killerle yaptığı bir heykelden bahsedilir. Haham, bu kilden esere can verebilmek için heykelin alnına İbrani alfabesinin ilk, orta ve son harfleri olan alef, mem ve taw sembollerini sırasıyla kazımış ve böylelikle İbranice'de hakikat anlamına gelen emet kelimesini yazmıştı. Yaratığı yok etmek içinse alnına yazılı harflerden ilkini silmek yetiyordu. Zira alef silindiğinde "hakikat" anlamına gelen emet kelimesi, "ölüm" anlamına gelen met kelimesine dönüşüyordu.

Mert'in babasından duyarak bana anlattığı bu efsanede harflerle yaratılan esrarengiz yaratık çekmemişti ilgimi. Bir harf silindiğinde ölüme dönüşen hakikati düşünüyordum yalnızca. Hakikat, ölümü içinde mi saklıyordu? Yoksa ölümü var eden şey hakikatin yokluğu muydu?

Çayları karıştıran kız kardeşime bakarken endişe bir bulut olup içimde yükselmeye başlıyor. İçeride beni bekleyen adamı düşünüyorum durmadan. Eğer annem bizi yakalarsa kopacak kıyameti düşünüyorum. Bunları düşünmek az da olsa suçluluktan kurtarıyor beni. Fakat yine de kardeşimi son kez uyarmaktan kendimi alamıyorum.

"Naz, emin misin?"

"Hiçbir şey olmaz, merak etme." diyor birkaç tane hapı çaya karıştırırken. "Bunlar zaten annemin kendi ilaçları, abla."

Endişeyle söyleniyorum. "Ama artık kullanmıyor ki."

"Eğer gece uyanıp da sizi yakalarsa dil altı hapı içmesi gerekecek." diyerek gözlerini deviriyor kardeşim. "Bunu mu tercih edersin?"

Ne yazık ki, haklı. Fakat yine de kendi anneme uyku ilacı verecek olmak içime sinmiyor. Eğer Naz'ın uykusu hafif olsaydı bunu yapmak zorunda kalmazdık. Fakat gece bırak anneme göz kulak olmayı, uyanıp bizi öldürmeye kalksa bile uyanmaz kardeşim. Bu yüzden annemin de uyanmayacağından emin olmak zorundayız.

"Hadi sen git duşa gir." diyor Naz fısıldayarak. Sonra ufak bir kahkaha atıyor. "Seninkini biraz daha bekletirsen salona falan gelmeye kalkabilir."

Onun espri yapma maksatlı söylediği bu şeyin gayet olası bir ihtimal olduğunu bildiğim için gülemiyorum sözlerine. Çay içirme işini ona devredip koşturarak banyoya gidiyorum. Soyunurken korkudan nefesim sıkışmaya başlıyor bir kez daha. Ya Naz çayı içirmeyi başaramazsa? Daha da kötüsü ya Aras odadan çıkmaya kalkarsa? Keşke babamın beylik tabancasını saklasaydım!

Neyse ki sıcak su az da olsa rahatlamamı sağlıyor. Nefes alışlarım düzene girdikçe paniğimin azaldığını hissediyorum. Fakat bu durum yalnızca duştan çıkana kadar sürüyor. Sıcak buharla dolu banyoda iç çamaşırlarımı giyerken dışarıya kulak kabartıp duruyorum. Eğer annem Aras'ı yakalarsa öldürmez, o babamın tabancasına ulaşamadan önce Aras'ı evden göndermeyi başarırım bence. Peki ya sonra? Sonrasında beni kim kurtaracak?

Paniğim katlanarak artarken geceliğimi üzerime geçirip dışarı fırlıyorum. Benim için son derece talihsiz bir hareket oluyor bu. Soğuk hava hala ıslak olan bedenime çarptığında nefesimin gerçekten kesildiğini hissediyorum. Havadaki oksijen derişimi giderek azalıyor sanki, bir elimle boğazımı kavrayarak salona gidiyorum önce. Annemlerin uyuduğunu gördüğümde içimdeki panik sönüp kayboluyor birden. Sobanın yanındaki boş çay bardaklarına ev sahipliği yapan tepsiyi alıp kapıyı kapatıyorum arkamdan.

Tepsiyi mutfağa bırakırken gözüme Naz tarafından bardak altlığına sıkıştırılmış bir not ilişiyor. Mission completed. Annemin çayı içtiğine emin olunca tamamen rahatlamış olarak derin bir nefes alıyorum. Daha doğrusu, almaya çalışıyorum. Neyse ki bu gibi durumlara son derece alışkınım ben. Eğer sakinleşmeyi başarırsam sorunun çözüleceğini bildiğim için gözlerimi kapatıp ona kadar sayıyorum.

Az da olsa işe yarıyor. Oksijen azar azar ciğerlerime süzülürken titreyen ellerimle bir torbaya kuru mantılardan dolduruyorum. Aslında mantıyı pişirip götürmek isterdim fakat odamda beni bekleyen adamı düşündükçe sabrım azalıyor. Torbanın ağzını sıkıca bağlayıp koridora çıkıyorum telaşla. Odama doğru koştururken kurutmaya fırsat bulamadığım saçlarım sırtımı ıslatmaya başlıyor. Kapının önüne geldiğimde derin bir nefes alıp kulpu çeviriyorum.

İlk fark ettiğim şey, Aras'ın odadaki yokluğu oluyor. Açık pencereden içeri dolan buz gibi havanın vücuduma çarpıp bir kez daha nefesimi kestiğini hissediyorum. Boş yatağıma bakarken hayal kırıklığı iliklerimi geçip hücrelerime kadar sızıyor. Derin bir nefes almaya çalışırken elimi boynuma götürüyorum istemsizce.

Bir işi çıkmış olmalı. Fakat yine de kolum kanadım kırılıyor sanki. Soğuktan titreyerek mantı poşetini çalışma masamın üzerine bırakırken tüm coşkumun dönüp gittiğini hissediyorum. İçeri gelip bana haber veremezdi ama çıkmadan önce iki satır karalayıp ardında bir not bırakmak bu kadar mı zordu? Gerçi, Aras ne zaman giderken haber verdi ki bana?

Kuru bir öksürük boğazımı delip geçtiğinde silkinip kendime geliyorum. Normal insanlar için öksürmek sıradan bir olay olabilir fakat benim için bu tarz bir kuru öksürük, genelde yaklaşan astım krizinin habercisi demek. Öksürük nöbetine tutulursam başıma gelecekleri bildiğim için salona gidip ilaçlarımı almak üzere kapıya dönüyorum. Birkaç adım bile atamadan yeni bir öksürükle ciğerlerim sökülüyor yeniden. Nefesimi tutup sakinleşmeye çalışıyorum, neyse ki nefes almadığım sürece öksürük rahatsız etmiyor beni.

"Melek?"

Aras'ın sesini duyunca kapıya uzanan elim havada asılı kalıyor. Başımı çevirdiğimde pencerenin önünde durduğunu görüyorum onun. Evin dışında. Sırtımı kapıya yaslayıp hayretle Aras'ın yeniden pencereye tırmanmasını izlerken havasızlıktan hayal görüp görmediğime emin olamıyorum. Pervaza tutunup kendini yukarı çekiyor bir kez daha. Ardından odanın içine atlayıp bana arkasını dönüyor. Pencereden dışarı sarkıp bir alet çantasıyla bir evrak çantasını yukarı çektiğini fark ediyorum.

"Arabaya gidip geldim." diyor geri çekilip pencereyi kapatırken. "Klimanız ısıtmıyordu. Sanırım iç ünitenin fan motorunun balanslarında problem var. Sen dönmeden önce gidip gelirim diye düşünmüştüm ama- Melek?"

Yeni bir öksürük dalgası vücudumu sarsarken arkasını dönüp şaşkınlıkla beni süzüyor. Boğazıma sardığım ellerime bakarken yüzünün endişeyle gerildiğini görüyorum. Ciğerlerime batan minik iğneler yüzünden giderek hızlanıyor nefes alışlarım. Konuşacak halde olmadığım için hiçbir şey söylemeden kapıya doğru ilerlemeye çalışıyorum hızla. Ne yazık ki yeni öksürük bacaklarımdaki dermanı da kesiyor, derin derin nefes almaya çalışırken komodinin kenarına tutunarak destek alıyorum.

"Melek!"

Önce yere düşen çantaların sesini duyuyorum, sonra bir çift kol belime sarılıyor. Nefessizlikten boğulur gibi olurken Aras'ın bacaklarımın arkasından tuttuğunu hissediyorum. Bir anda yerden yükselince başım dönmeye başlıyor. Onun kollarına tutunarak gözlerimi kapatıp ona kadar saymaya çalışıyorum yeniden. İşe yaramıyor. Aras'ın beni kucağına alıp kapıya doğru ilerlediğini fark edince büsbütün panikliyorum.

"N-nereye?"

"Hastaneye!" diyor beni dizine oturtup kapının kulpuna uzanarak. "Astım krizi geçiriyorsun!"

"Hayır!" diyerek yakasına asılmaya çalışıyorum. "B-biri gör... İlacım v-var!"

Hastaneden daha hızlı bir çözüm olduğunu anlamış olacak ki kollarıyla sarsıyor beni. "Yerini söyle, Melek!"

"Ben a-alırım..." diyorum ayaklanmaya çalışarak. Onu annemlerin uyuduğu odaya gönderemem. "Ben-"

Kucağında benimle birlikte birden doğrulup odanın içine doğru ilerliyor. Onun daha çok telaşlandığını görünce sessiz bir şekilde nefes almaya çalışıyorum. Fakat sesimi kesmeye çalıştıkça durum daha da kötü hale geliyor. Aras beni yatağa yatırdığında daha fazla dayanamayıp boğulur gibi bir nefes çekiyorum içime. Sonra bir öksürük daha. Panikle üzerime eğilip beni sarsan adama bakarken gözlerimin önündeki görüntü bulanıklaşmaya başlıyor.

"Güzelim, ilaçlarının yerini söyle." diyor yalvarır gibi. "Konuş, Melek! Yoksa tüm evin altını üstüne getiririm."

"S-salonda..." diye konuşmaya çalışıyorum. "Masa... Üzerine b-bak ama sessiz-"

Sözlerimin devamını dinlemiyor bile. Aras gözden kaybolurken ellerimi geceliğimin yakasına götürüyorum çaresizce. Tüm çocukluğum bu astım krizleriyle geçmiş olsa da son birkaç yıldır sağlık durumum bronşitte sabitlendiği için hiç kriz yaşamamıştım. Fakat boğazın soğuk suları ve o günlerde sırtımdaki yaranın az da olsa enfeksiyon kapması eski canavarı uyandırmaya yetti ne yazık ki.

Şimdiyse ciğerlerim parça parça ellerime dökülüyor gibi hissediyorum. Kalbime minik iğneler saplanıyor, göğüs kafesim hırıltılı bir acıyla deşiliyor sanki. Sırt üstü yatarken nefes almanın çok daha zor olduğunu bildiğim için yan dönerek bacaklarımı karnıma çekmeye çalışıyorum.

Yaşamayan birine bu hissi anlatmak imkansız. Birinin ellerini ağzına kapatarak nefesini kesmesi gibi bir şey değil bu, odadaki havanın tükenmesi de değil. Daha çok, ihtiyaç duyduğun şeyle çevrili olup da ona ulaşamamak gibi bir şey. Evet, soludukça havayı fazlasıyla çekiyorum içime, fakat boğazımdan süzülen oksijen ciğerlerime varmıyor. Havasızlığı ağzımda ya da burnumda hissetmiyorum ben. Çok daha içeride, bizzat ciğerlerimde boğuluyorum.

Ve bir de öksürük... Filmlerde astım hastası insanlar sadece nefessiz kalırlar fakat gerçek hayatta derin derin solumaktan ibaret değildir astım. Göğüs kafesinde korkunç bir acıdır, kalbine saplanan iğnelerdir, parçalanarak eline döküldüğünü hissettiğin ciğerlerindir. Nefessiz kaldıkça öksürmek, her öksürükle birlikte daha çok nefessiz kalmak, kıvranırken iki büklüm olmaktır. Kendi boynunu tırmalamak, havayı içine alabilmek için derini oyup bir delik açmaya çalışmaktır.

Vücudum yeni ve beni daha da nefessiz bırakacak bir öksürük dalgasıyla sarsılırken odanın kapısının açıldığını görüyorum hayal meyal. Ardından bir adamın koşan adımlarının sesi... Yatağım onun ağırlığıyla çökerken başımı tutarak beni dizlerine yatırıp astım spreyimi ağzıma sıkıyor. Ventolin'in tanıdık tadı damağıma çarptığında ciğerlerimdeki paniğin azalmaya başladığını hissediyorum.

Sonra bir kez daha sıkıyor spreyi, içgüdüsel bir alışkanlıkla dilimi geriye itip derin bir nefesle ilacı içime çekiyorum. Birkaç saniye içinde canımı söken kuru öksürük duruluyor. Yay gibi gerilen sırtımın gevşediğini, boğazımdan süzülen havanın azar azar ciğerlerimle buluştuğunu hissediyorum. Fakat nefesimin düzene girmesi için biraz daha zamana ihtiyacım var.

Vücudum giderek gevşerken Aras boynuma geçirdiğim parmaklarımı nazikçe açarak beni kendimden kurtarıyor. Onun hastane lafları ederek kalkmaya çalıştığını fark edince başımı iki yana sallıyorum telaşla. Ardından durması için dizlerine tutunuyorum ellerimle. Onu engellemeye çalıştığımı görünce üzerime eğilerek beni ikna etmeyi deniyor.

"Hastaneye gitmeliyiz, Melek."

"Hayır..." diye geveliyorum tüm gücümü harcayarak. "G-gerek yok..."

"İyi ama-"

"Geçecek..." diyerek sözünü kesiyorum. "Zaman v-ver-"

Tereddüt etse de nefes alışlarımın giderek yavaşladığını görünce ikna oluyor sanırım. Dizlerine tutunan elimi alıp öpüyor, ardından yüzüne yaslıyor sarılır gibi. Sonra birden beni belimden kavrayıp kendine çektiğini fark ediyorum. Bir bebeği tutar gibi kollarının arasına alıyor vücudumu. Sırtını yatağımın başlığına yasladıktan sonra yorganımı üzerimize çekiyor. Dudaklarını alnıma yaslayıp kollarını etrafımızda birleştirerek bizi yine o sığınağa hapsettiğinde huzurla gözlerimi kapatıyorum.

Bir süre sessiz kalıyoruz. Saniyeler ilerlerken ilginç bir şekilde onun kokusunun da en az Ventolin kadar ferahlatıcı olduğunu fark ediyorum. Tıpkı teni gibi kokusu da büyülü bu adamın. Ciğerlerime çarptıkça nefesimi açıyor, elleriyle belli belirsiz kaburgalarımı okşarken acımı dindiriyor farkında olmadan. Ondan aldığım güçle kendimi toplamaya çalışırken alnımda yankılanan sesini duyuyorum.

"Çok korkuyorum, Melek." diye fısıldıyor Aras. "Sen böyle nefessiz kalınca... Elimden hiçbir şey gelmiyor."

Gözlerimi aralayıp "İ-iyiyim..." demeye çalışıyorum fakat nefesimin hala düzene girmediğini görünce vazgeçiyorum konuşmaktan. Zaten konuşmak istemiyorum şu an. Dışarıda yağan yağmurun sesi, sevdiğim adamın kokusu ve odamın huzur dolu karanlığı Ventolin'in verdiği uyuşuklukla birleşince kelimeler anlamını yitiriyor.

Başımı boynuna yaslayıp güzel kokusunu içime çekerken aklıma onu erkek arkadaşım olarak görmediğimi söylediğim an geliyor. Galiba tutarsızlığım hususunda haksız değil. Üstelik ona dair tutarsızlıklarımın çoğunu bilmiyor bile.

Arzu hayattayken ara sıra okulda karşılaşırdık mesela. Varlığımın farkında bile olmadan yanımdan geçip giderken ölesiye nefret ederdim ondan. Varlığımın farkına varmasından deli gibi korkardım. Kütüphaneye geleceğini, tıpkı benim gibi her zaman üçüncü kattaki çalışma salonunu tercih ettiğini bildiğim için sınav dönemlerini iple çekerdim. Fakat kaç sınav öncesi sırf o içeride diye kütüphaneye girmeyip göğsümde kör bir bıçakla eve gitmiştim.

Aras tutarsızlığım konusunda gerçekten de haklı. Fakat beni tüm tutarların dışına itenin kendisi olduğunu bilmiyor. Arayışlarımı, bulamayışlarımı, boynumdaki kolyenin gerçeğini hala bir mektup zarfında sakladığımı bilmiyor. Onu ne çok sevdiğimden, yüreğimde kanayan üç yıllık bir yaranın varlığından, gözlerini yıldızlı gecelere, varlığını bir fırtınaya benzettiğimden haberi bile yok. Zorlu yollardan yıldızlara yapılan bir yolculuğu kazıdım gönlüme. Bundan da haberi yok.

-*-

EMİR
5 yıl önce

Apartmana girdiğimde merdivenleri es geçip asansöre yöneldim. Bugün öyle çok yorulmuştum ki, tek istediğim sıcak bir duş alıp tüm haftasonunu uyuyarak geçirmekti. Sözde yüksek lisans yapıyordum fakat amcam bir ayağımın Türkiye'de olduğundan emin olabilmek için durmadan şirketle alakalı bir şeyler yıkıyordu üzerime. Sırtımdaki yükün giderek arttığını, bazen nefes almak için bile zaman bulamadığımı hissediyordum.

Buna rağmen huzurluydum. Evet. Deli gibi yoruluyordum fakat hiç değilse bir parça huzura kavuşabilmiştim. Amcamların evinde yaşadığım huzursuz çatışmalar, yakamı bir an bile bırakmayan stres ve gerginlik sona ermişti. Artık bana o evde istenmediğimi hatırlatmak için elinden geleni yapan, varlığıyla bile canımı sıkan, her hareketiyle sabrımı sınayan aptal üvey kuzenimi görmek zorunda değildim.

En azından bir süre öncesine kadar.

Amcam dil okulu için Arzu'yu Birmingham'da yaşayan kuzeninin yanına postalarken onunla aynı ülke sınırları içerisinde bulunacak olmak bir miktar rahatsız etmişti beni. Fakat durumun sadece bununla sınırlı kalacağını bildiğim için görmezden gelmeye çalışmıştım. Ta ki, amcamın kuzeni Sude Abla iş gezisi için bir haftalığına yurtdışına gidene kadar.

Biricik amcam sevgili kızının iki haftalığına bile olsa yalnız bırakılmayacak kadar tehlikeli olduğunun farkındaydı elbette. Bu yüzden dün uçağa atlayıp buraya gelmiş, Arzu'nun tüm karşı çıkmalarına rağmen kızı kendi elleriyle evime yerleştirdikten sonra geri gitmişti. Baş belası yaratığı haftanın üç günü dil okulu için Birmingham'a götürüp getirme görevi de bana aitti üstelik.

Amcam gittikten sonra pek konuşmamıştık onunla. İstanbul'dayken birkaç ay önce aramızda geçen o saçma anı görmezden gelmek ikimiz için de kolaydı fakat burada aynı eve tıkılınca suspus olup kalmıştık. Erkenden odalarımıza çekilirken onun da tıpkı benim gibi o saçma akşamı unutmak istediğinin farkındaydım.

O saçma an, benim birden peydah olan yüksek lisans aşkımın yegane sebebiydi. Aynı çatı altında büyüdüğüm, sözde varlığına bile katlanamadığım kızı öptükten sonra o evde kalamazdım. Amcamın tüm itirazlarına rağmen geri adım atmamış, belki de hayatımda ilk kez karşı gelmiştim ona. Ne yazık ki kader beni İngiltere'de de bulmuştu.

Yarın öğlen ufak bir iş dışında tüm gün boştum mesela. Normal koşullarda bu değerli zamanı tez çalışmalarıma ayırırdım fakat şimdi, yarın için dışarıda yapacak bir şeyler bulmam gerekiyordu. Onu öptükten sonra Arzu'nun gözlerinde gördüğüm şaşkın bakışı hatırlayınca çaresizce iç çektim. Bunu beklemediğini anlamıştım. Ve bana karşı ilgisiz olmadığını. Sayemde imkansız bir ihtimalin içine hapsolmuştuk.

Asansörün durduğunu fark edince isteksiz adımlarla dışarı çıktım. Eve girmek ölümden beter geliyordu şu an. Aklıma gelen bir fikirle birlikte telefonumu çıkarıp flörtleştiğim kızdan gelen son mesaja baktım.

Cecilia: "Might we have tea tomorrow? Say 5:00?"

İki gün önce gelen bu mesajı tez çalışmalarımı bahane ederek geri çevirmek gibi bir aptallık yapmıştım. Eğer ertesi gün Arzu'nun kapımda belireceğini bilseydim Cecilia'ya çayı Alaska'da içmeyi falan teklif ederdim. Gerçi, kızın bariz ilgisini düşününce hala bir şansım olabilirdi. Şansımı denemeye karar verip ona yarın uygun olup olmadığını soran bir mesaj attım. Neyse ki alınıp duran bir tip değildi. Kapıyı açmak üzere anahtarlarımı ararken yeni bir mesaj sesi apartman boşluğunda yankılanmıştı bile.

"Lunch?"

Ne yazık ki öğlen tez danışmanımla görüşmem vardı. Şansıma lanet ederek kıza o saatlerde işim olduğunu yazmak zorunda kaldım. Henüz telefonu cebime bile koyamadan yeni bir mesaj gelmişti.

Cecilia: "Dinner afterwards, then?"

Eh, akşam yemeği çok daha iyi olurdu kuşkusuz. Apartman boşluğundaki dolaba yaslanıp gülümseyerek cevap yazmaya koyuldum.

"Sounds good. I'll pick you up tomorrow."

Anahtarları bulmaya çalışırken telefonun ekranını kapattım fakat henüz kapıyı bile açamadan yeniden titremişti. İç çekerek ekranı yeniden açıp mesaja göz attım kısaca. Kızın yazdıklarını okurken bir yandan da anahtarlarla boğuşmaya devam ediyordum.

Cecilia: "Well, what you gonna do tonight?"

"I'll work on my thesis." Aklıma içeride beni bekleyen kız gelince ekledim. "I need some good luck."

Tam anahtarları bulduğum anda yeni bir mesaj geldi.

Cecilia: "Luck? No, you need some good fuck."

Kendimi tutamayıp ufak bir kahkaha attım. Bu mesajın hemen ardından kızın adresinin yazılı olduğu bir mesaj daha gelmişti. Normal koşullarda bu mesaja yarım saat sonra orada olacağımı belirten bir cevap yazardım. Fakat Arzu'yu tüm gün evde yalnız bırakarak Londra halkının güvenliğini yeterince tehlikeye atmıştım zaten.

Ve bir de, eğer geceyi dışarıda geçirmeye kalkışırsam onun da kısasa kısas mantığıyla dışarı çıkacağını adım gibi biliyordum. Dairenin önünde kararsızlıkla bocalarken birden kapının açıldığını fark ettim, hemen ardından telefonum elimden uçup gitmişti bile.

"Bakalım kime mesaj yazıyorsun?"

Arzu elinde benim telefonumla salona doğru yürürken şaşkın bir şekilde arkasından bakmakla yetindim. Çok uzun sürmemişti bu durum. Olacakları tahmin ettiğimde çantamı bir kenara bırakıp kızın peşinden içeri fırladım. Geleceğimi tahmin etmiş olmalıydı ki, yemek masasının arkasına geçerek güvence altına almıştı kendisini.

"Ver şu telefonu!" diye bağırdım Arzu'ya. Başını kaldırıp ses tonumdan hiç etkilenmemiş gibi dudağını büktü. Ardından eskisinden de hevesli bir tavırla kurcalamaya başladı telefonumu. Yüzündeki kendinden emin gülümseme silinip giderken onun mesajları gördüğünü anlamıştım.

"Demek fuck, ha?" derken zalim bir gülüş fırladı dudaklarından. Ardından hışımla mesaj yazmaya koyuldu. "Al sana fuck."

"Ne yazdın?!" diye çıkıştım kıza bu kez. "Arzu!"

"NO, BITCH yazdım sadece." diyerek omuz silkti. Sonra başını kaldırıp göz kırptı bana. "Artık kuzenim yazmış dersin."

Kafayı yemek üzereydim. Ciddi anlamda. Öne atılıp üzerine yürüdüğümde ufak bir kahkaha atarak masanın arkasında sağa sola hamle yaptığını fark ettim. Hareket ederken üzerindeki bornozun kuşağı havada salınmaya başlamışt-

Bornozun. Evet. Üzerinde benim bornozum vardı.

Birden durduğumu fark edince kendinden emin bir gülüş belirdi yüzünde. Bu gülüşü iyi tanıyordum. Öpüştüğümüz günün ertesinde onu karşıma alıp yaşananların bir hata olduğunu, ona karşı herhangi bir şey hissetmediğimi ve tekrarlanmayacağını söylediğimde de böyle gülmüştü bana. Başta onun bana hak verdiğini, durumu kabullenip unutmaya çalışacağını sanmıştım.

Fakat mezuniyetime geldiği gece yanıldığımı göstermişti Arzu. Bütün akşam sınıfımdaki aptal heriflerin etrafında pervane olmasına müsaade edip önüne gelenle flörtleşerek sabrımı sonuna kadar sınamıştı. Gecenin sonunda sınıf arkadaşlarımdan birini dövdüğümde yine bu gülüş belirmişti yüzünde.

Neyse ki amcam bunu bir abilik içgüdüsü olarak değerlendirmişti. Fakat Londra'ya gelmeden önce arkadaşlarla yaptığımız ufak partide olanları bilseydi durumun abilik içgüdüsüyle açıklanamayacağını da anlardı şüphesiz. Zira bu kez kavga ettiğim kişi sınıfımdaki herhangi biri değildi, o gece Arzu sayesinde en yakın arkadaşlarımdan biriyle kanlı bıçaklı olmuştum. İşin kötü tarafı, o gece beni kıskandırmak için ekstra bir çaba sarf etmemişti bile. Allah kahretsin ki, hiçbir şey yapmıyorken bile son derece dikkat çekiciydi.

Bakışlarımı ondan kaçırarak arkamı döndüm. Cecilia meselesini kurtarmak için çok geçti artık, açıkçası benim için büyük bir yıkım da değildi. Fakat Arzu'dan bir an önce kurtulmak zorundaydım. Ben onun ağabeyi değildim, hayatına giren erkekler konusunda korumacı bir tavır takınmaya hakkım yoktu. Öteki ihtimali ise düşünmek bile istemiyordum.

"Defol odana." dedim dişlerimin arasından konuşarak. "Bir daha da evin içinde bornozla dolaşma."

"Tahrik mi oldun yoksa?"

"Saçmalama, Arzu!" diye bağırdım bu kez. "Kuzeninim ben senin."

"Üvey kuzen."

"Kardeş gibi yetiştirilmiş iki üvey kuzen." dedim net bir tavırla. "Aramızdaki ilişki tam olarak bu."

Gözlerindeki beliren alevleri görünce onun öfkelendiğini anlamıştım. Neden onu öptüğümü sormak istediğini biliyordum fakat bunu soramayacak kadar gururluydu. Bu yüzden hiçbir şey söylemedi bana, masanın arkasından çıkıp sakin bir tavırla odanın içlerine doğru ilerledi. Koltuğa oturup bacak bacak üstüne attığında bornozu sıyrılmadığı için son derece şanslıydım.

"Flörtleştiğim birileri var zaten."

"Birileri?"

"Üç kişi, evet." dedi şirin bir şekilde tebessüm ederek. "Hatta uçakta tanıştığım adamla birlikte dört olabilir."

Beni delirtmek için yaptığını biliyordum. Onun oyunlarına gelmemem gerektiğini de. Fakat yine de rahatsızlığıma engel olamadım. Daha düşünmeden sözcükler fırlayıp çıkmıştı ağzımdan.

"Uçakta mı?" diye sordum küçümser gibi bir sesle. "Uçakta biriyle flört mü ettin cidden?"

Neden bahsettiğimi anlayınca gözlerinde öfke alevleri belirdi yeniden. Hışımla uzanıp koltukta duran telefonumu alırken yukarı sıyrılan bornozuna bakmamaya çalıştım. Bir an sonra elindeki telefonu göstererek bağırmaya başlamıştı.

"Benim flörtlerim seninkiler gibi olmuyor, gerizekalı!" diye çıkıştı bana. "Sadece muhabbet ettim. Bu seferlik yani."

Son yaptığı ekleme dişlerimi gıcırdatmaya yetmişti. Kıskandığımı açığa vurarak işleri daha karmaşık hale getiremezdim. Fakat onu görmezden gelip odama gidemeyecek kadar da öfkeliydim.

"Hayret!" dedim ufak bir kahkaha atarak. "Nasıl oldu da tavlayamadın adamı?"

"Çünkü istemedim." dedi kendinden emin bir gülümsemeyle. "Sence isteseydim bana karşı koyabilir miydi?"

Allah kahretsin, sana ancak şeytan karşı koyabilir.

Bense ne melektim, ne de şeytan. Buna rağmen uzun bir süre hislerime karşı koymayı başarabilmiştim. Bunda Arzu'nun yaşının da etkisi büyüktü elbette. Ona yönelik duygularım hiçbir zaman ağabeylik şeklinde olmamıştı fakat bedenine yönelik duygularımın geçmişi bir yıldan fazla değildi. Ergenlik sivilcelerinin ardına saklanmış güzelliği ortaya çıkmaya başladığında hayranlığımın aşka dönüşmüştü.

"Çok hoş biriydi, biliyor musun?" diyerek beni düşüncelerimden uyandırdı. "Şu uçaktaki adam... Bana kalırsa onu sen de tanıyorsun."

Yüzündeki kibirli gülümsemeye küçümser bir bakış atarken "Zannetmiyorum." dedim. "Tanıdığım tüm adamları peşine taktın zaten."

"Ah, onlar senin arkadaşındı." diyerek keyifle arkasına yaslandı. "Fakat Aras Karadağ ile arkadaş olduğunuzu hiç sanmıyorum."

Donup kaldığımı belli etmedim ona. Dalgın bir tavırla yere bakıp söylediği ismi sindirmeye çalışırken yüzümde tepkisiz bir ifade vardı. Öyle olduğunu umuyordum. Aksi taktirde Arzu işi inada bindirip döndüğünde gerçekten bulurdu adamı. Eğer onu da peşine takarsa amcamın neler yapacağını hayal bile edemiyordum.

"Elbette arkadaş değiliz." dedim kuru bir sesle. "O aileden hiç kimseyle bir ilişkim olamaz, Arzu. Baktığımız davada karşı tarafın müvekkili onlar."

"Şirket işleri beni ilgilendirmiyor." diyerek burun kıvırdı bana. "Hem merak etme, adamı nikahıma alacak değilim. Sadece takılacağım."

"Kendi yaşıtlarınla takılmaya ne dersin?"

"Abartma istersen!" dedi büsbütün keyiflenerek. "Hem boarding sırasında pasaportuna baktım. Birkaç ay küçük senden."

"Burada kıstas olarak alman gereken şey benim yaşım değil, kendi yaşın." diyerek karşı çıktım. "Hem o zibidi senin tipin bile değil."

"Hoşlandığım tipleri değiştirmiş olamaz mıyım?" derken alaycı bir tavırla süzdü beni. "Ayrıca zibidilik konusunda Aras'a haksızlık ediyorsun, bana kalırsa kendisi tam bir beyefendi."

"Sadece gündüzleri." dedim onu durdurmaya çalışarak. "İtin teki o herif, inan bana. Ya da git ağabeyine sor, eminim İstanbul gece hayatında yolları kesişmiştir."

"Sanki sen farklısın!" diyerek çemkirdi bana. "İstanbul'da yediğin haltları bilmediğimi mi sanıyorsun yoksa? Düşüp kalktığın orospular bana görümce muamelesi yapıyor. Sayende İstanbul'un yarısıyla görümce oldum, piç kurusu!"

Eh, ne diyebilirdim ki? Öğrenciyken yediğim haltları inkar edecek değildim. Açıkçası ondan kaçmaya çalışırken kime gittiğim pek umurumda olmamıştı. Yine de beni aynı kefeye koyduğu kişiyi düşündükçe sinirlerim bozuluyordu.

"İyi, sen bilirsin." dedim blöf yaparak. "Veliaht pozları sayesinde kız düşüren bir acizle flört etmeyi kendine yedirebiliyorsan sorun yok demektir."

"Aras'ın kız düşürmek için veliaht olmaya ihtiyaç duyacağını sanmıyorum." diyerek gülümsedi. "Ha, eğer beni ondan kıskandıysan durum başka..."

Benim onu herkesten kıskandığımı göremiyor muydu? Son bir yılı Arzu'nun gözlerimin önünde büyüleyici bir kadına dönüşmesini izleyerek geçirmiştim. Karakteri gereği her zaman etkileyici bir insandı fakat onun bu kadar güzelleşebileceğini ben bile tahmin edemezdim. Güzelliğinin farkına vardığımdaysa benimle birlikte birçok erkek de bu durumun farkına varmıştı. Maalesef.

"Ben sadece senin iyiliğini düşünüyorum." dedim omuz silkerek. "O piçin belasını arayan serseri bir mayından farkı yok. Sana zarardan başka bir şey veremez, inan bana."

"Peki ya sen?" dedi acı bir tebessümle. "Sen bana zarardan başka bir şey verebildin mi?"

Oysa ben ona yalnızca sevgimi verebilmeyi istemiştim. Fakat bunu her düşündüğümde amcamın varlığı çıkıyordu karşıma. Tüm çocukluğum onun bana verdiği emekleri hatırlatmasını dinlemekle geçmişti, şimdi bile zihnimin gerilerinde sesini duyuyordum sanki. Nazan Anne ve Özgür'ün aileye dahil olmam için verdiği tüm uğraşlar boşunaydı. Amcam kim olduğumu unutmama hiçbir zaman izin vermemişti.

Arzu benden bir devrim yapmamı istiyordu ancak ben ne ezilen halka dahildim, ne de soylular sınıfına. Ben yalnızca bir kurşun askerdim. Bir kral muhafızı. Kralın kızına aşık olmamam gerekiyordu. Bu yüzden yasak prensesin gözlerinde umutsuz bir bakışla ayaklandığını görünce irademi korumaya çalıştım. Er ya da geç gidecekti buradan. Er ya da geç benden vazgeçecekti. Er ya da geç bir başkasına aşık olacaktı.

Etekleri salınarak bana yaklaşırken kendimi durdurmaya çalıştım. Yanımdan geçip gidecekti, tek bir ana sığdırılmış bir seçimdi bu. Bundan önce sayısız kez onun çekip gitmesine nasıl seyirci kaldıysam şimdi de aynısını yapmak zorundaydım. 'Saçmalama.' diye telkin verdim kendime. 'Hata yapma, Emir.'

Sonra öpmeye başladım onu. Bir an önce yanımdan geçip gidiyordu, bir an sonrasındaysa kollarıma almıştım. Arzu'nun şaşkınlıkla donduğunu fark ettim. Ardından o da karşılık vermeye başladı öpüşlerime. Az sonra elimin bornozunun kuşağına gideceğini, korkunç bir hatanın eşiğinde olduğumuzu biliyordum. Kendimi zor da olsa geri çekip yüzünü ellerimin arasına aldım.

"Arzu... Bu bir hata olur."

"Bunu şimdi mi söylüyorsun?" dedi çeneme bir buse kondurarak. "Hatayı yaptıktan sonra mı?"

Sonra onu öpmeye devam ettim.

✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧

"Sen ki, deniz görmemiş bir deniz kızısın
Bütün yaşamım seninle geçiyor belleğimden
Seninle var ve seninle sürüp gidecek artık
Seni, gülüşü gül olup da açan kız

Seni, yürüyüşü yağmur, kokusu menekşe
Uykusunda konuşurken sesini öptüğüm"

-Ahmet Erhan

-*-

Bir şimşek odanın içini ışığa boğuyor ve hemen arkasından gelen gök gürültüsünde dörtnala bir fırtınanın nal sesleri yankılanıyor. Bense bizzat o fırtınanın kollarındayım. Gittikçe artan bir şiddetle cama çarpan yağmurun sözleriyle yadsınan bir sessizlik var sığınağımızda. Tıpkı teknede el ele uyuduğumuz gece olduğu gibi bir kez daha şimdiye hapsolmuş durumdayım.

Çoktan düzene girmiş nefesime rağmen terk edemiyorum burayı. Bedeninden yayılan ısı bir girdap gibi içine çekiyor bedenimi, kollarıyla yarattığı sığınakta huzurlu bir uykuya davet var. Biraz daha böyle kalırsam uyuyacağımı bildiğim için bu daveti reddedip gözlerimi aralıyorum. Onun dalgın bakışlarla beni izlediğini görünce tüm vücuduma bir elektrik yayılıyor sanki.

Gözlerimi gözlerinden kaçırmadan ben de onu izlemeye koyuluyorum. Aras'ın elleri boynumda dolaşırken bir şeyler titreşip duruyor içimde. Saniyeler ilerledikçe bedenimi saran kollarını çok daha net biçimde hissediyorum. Kalp atışlarım gittikçe hızlanırken boynumda gezinen parmakları aşağı inmeye başlıyor. Geceliğimin yakalarına ulaşıp göğsüme doğru ilerlerken şaşkınlıkla başımı kaldırıp yüzüne bakıyorum. Ne düşündüğümü anlamış gibi manidar bir tebessüm beliriyor dudaklarında. Ardından hiçbir şey söylemeden elini geri çekiyor.

Kolyemle birlikte.

Parmaklarının arasında duran çiçeği fark ettiğimde yüzüm alev alıyor sanki. Duş alırken kolyeyi çıkarmayı unutmuş olmalıyım... Fakat utancımın sebebi kolyeyi görmüş olması değil, durumu yanlış anladığımı fark etmiş olması. Aras yüzünde kinayeli bir tebessümle kolyeme bakarken elim ayağım birbirine dolaşıyor. Ne yapacağımı bilemez halde kollarından sıyrılmaya çalışıyorum.

"İzin verir misin?"

"Vermesem olmaz mı?" diye sakince mırıldanıyor. "İyiydik böyle."

Kolyemi geceliğimin yakalarından içeri bırakırken hiçbir şey söyleyemiyorum. Sonra nefes almaya çalışırken açtığım düğmeleri ilikliyor ağır ağır. Düğmelerin varlığını hatırlayınca yüzümdeki kızarıklığın boynuma kadar yayıldığını hissediyorum. Evet, böyle iyiydik. Fakat biraz daha böyle durursak ben heyecandan öleceğim.

"Lütfen." diyorum geri çekilmeye çalışarak. "Beni-"

"Kalk bakalım." diyor isteksiz bir tavırla kollarını gevşetirken. Ardından kendi kendine bir şeyler söyleniyor. "Seni yürüyüşü yağmur, kokusu menekşe."

Kendimi ileriye atıp yatağın köşesine geçtikten sonra hayretle dönüp bakıyorum ona. Daha geçen hafta okuduğum bir kitaptan alıntı yapmış olması mümkün mü? Bakışlarım kitaplığıma takılınca bunun mümkün olduğuna kanaat getiriyorum. Yeri değişen kitaplarıma bakarken Aras ufak bir açıklama yapıyor bana.

"Altını çizmişsin bazı şiirlerin."

Kendimden emin bir tavırla başımı iki yana sallıyorum. "Ama o şiirin altını çizmemiştim."

"Onu da ben çizdim."

Ona bir cevap vermek üzere konuşmaya hazırlanırken aklıma gelen şeyle birlikte donup kalıyorum. Bir an için. Anı sandığımın odada olmadığını hatırlayana kadar. Şükürler olsun ki Aras benim salonda ikamet ettiğim bir dönemde geldi odama. Aksi taktirde genelde kitaplığımın üzerinde duran minik sandığı da görebilirdi. Bunun imkansız olduğu fikriyle birlikte derin bir nefes alıyorum. Sırtımı yeniden yatak başlığına yaslarken içim ferahlıyor.

Sonra gözlerim Aras'ın yüzündeki şaşkın ifadeye takılıyor. Bakışlarını takip ettiğimde onun çalışma masamın üst raflarındaki kitapları izlediğini görüyorum. Ah, hayır...

"Doğru mu gördüm?" diyor ben engel olamadan ayaklanarak. "Babamın kitapları mı onlar?"

Aras kitaplığıma doğru ilerlerken aklıma ilk gelen bahaneyi dile getiriyorum. "Bazı hocalar sınavda kendi kitaplarından soruyor. Hakkı Bey de öyle yapıyordur diye almıştım."

Kitaplardan birini eline alıp kapağını aralıyor. Okurken aldığım notları görünce onun ikna olduğunu fark ediyorum. Ancak bununla yetinmiyor pislik herif. Hakkı Bey'in başka bir kitabına uzanıp içine göz atarken ayağa kalkmak için yorganıma uzanıyorum. Ancak ben hareket edemeden kitabın ilk sayfasını görüp duraksıyor. Onun notu okumaya başladığını anlayınca yeniden yatağa sinip orada yazanları hatırlamamaya çalışıyorum. Fakat kelimesi kelimesini bildiğim için mümkün olmuyor bu.

"Canım öğrencim Melek'e,
Temiz kalbin, azmin ve keskin adalet duygunla çok iyi yerlere ulaşacağından şüphem yok. Parlak geleceğinde, hayranı olduğun hukukçuyla meslektaş olabilmen dileğiyle.

Serpil Akçakaya
28.11.2014"

Tarihi unutmam imkansız çünkü hocam kitabı on altıncı yaş günümde hediye etmişti. Lise yıllarımda da Hakkı Bey'in kitaplarını okuyordum ben. O yaşlarda siyasi fikirlerimin rayına oturmasındaki en büyük etkenlerden biriydi kitapları. Elbette o zamanlar, ileride hukuk okuma hayalleri kuramıyordum. Deli gibi ders çalışırken hayal edebildiğim tek şey çok yüksek bir sıralama yaparak babamı etkileyip üniversiteye gitmeme izin vermesini sağlamaktı.

Babam gözlerimin önünde can çekişerek öldüğündeyse, hayallerimin peşinden gitmeye ne hevesim ne de cesaretim kalmamıştı. Başa çıkamıyordum onun ölümüyle, darmadağın olmuş vaziyetteydim. Tek isteğim, kabuslarımla birlikte odama kapanıp ölmeden önceki son sözlerini unutabilmekti. Sınav sonucumu bile rehber hocamın evimize gelişiyle öğrenmiştim, tercih yapmayacağımı söylerken onun beni dinlemeyebileceği aklıma gelmemişti.

Tercih sonuçları açıklandığındaysa az çok toparlanmıştım, bu yüzden ailemle hocalarımın ısrarlarını geri çevirmedim. Kabusları arkamda bırakıp kendime yeni ve güzel bir sayfa açmak istiyordum. O sayfanın da kana bulanacağından haberim yoktu.

Aras benimle uğraşmaya devam ederken derin bir nefes alıp geçmişi gömüyorum yeniden. Neyse ki kitaplarımı kurcalarken içine düştüğüm çukurun farkına varmıyor. Hiçbir şey söylemeden yüzündeki neşeyi izliyorum bir süre. Ufak bir kahkaha attığında gülüşü içimdeki karanlık dağılıp kayboluyor hızla. Kitaplarımı rahat bırakıp bana doğru yürümeye başladığındaysa onun bu konuyu diline dolayacağını fark edip somurtuyorum. Tam da tahmin ettiğim gibi yanıma oturup muzip bir bakışla süzüyor beni.

"İtiraf etmeliyim ki beni epey şaşırttın." diyor manidar bir sesle. "Babamın hayranı olduğunu bilmiyordum, güzelim."

"Bir zamanlar öyleydim, evet." diyorum ters ters. "Ama sonra oğluyla tanıştım."

"Ve bir de baktın oğluna hayran olmuşsun."

Yastığımı kafasına geçirirken kendimi tutamayıp bağırıyorum. "Gerizek-!"

Ne olduğunu bile anlayamadan uzanıp eliyle ağzımı kapatıyor Aras. Kaşlarımı çatarak ona bakarken "Şş... Yakalanacağız." diyerek beni uyardığını duyuyorum. Sonra başını geri çekip yüzüme bakıyor ve utanmadan yüksek sesle gülmeye başlıyor. Gür kahkahası odamda yankılanırken kafasının arkasından tutarak yüzünü yorgana kapatmaya çalışıyorum panikle.

"Babam kitap işini öğrenirse gazetelere düşeriz..." diyor kahkahalarının arasında. Ardından bir gazete manşetinden bahseder gibi ekliyor. "Kız istemeye nikah memuruyla gittiler..."

Söylediklerini duyunca elim ayağım birbirine dolaşıyor. Ve birden o sahneyi hayal ederken buluyorum kendimi. Annem kapıyı bir açıyor ve karşısında manzara şu: Kucağında çiçekle bekleyen Aras, elinde çikolata tutan Lavinia, takım elbisesiyle son derece ciddi görünen Hakkı Bey ve bir adet şaşkın nikah memuru. Sonra babamın silahı. Yüzümdeki sırıtış yerini paniğe bırakıyor hızla.

"Eğer susmazsan gerçekten gazetelere düşeceğiz!" diyorum dönüp kapıya bakarak. "Üçüncü sayfaya hem de!"

Başını kaldırıp göz kırpıyor bana. "Nasıl susturacağını biliyorsun."

"Çok beklersin, pislik herif!" diyorum yastığı tekrar kafasına geçirerek. "Ayrıca ben yokken kitaplığımı karıştırdığını da fark etmedim sanma!"

"Bunu evime turşu bidonu koyan kız mı söylüyor?"

Ha siktir... Aras yastığı itip doğrularak otururken suçüstü yakalanmış gibi hissediyorum kendimi. Allah kahretsin, ben orayı eski haline getirecektim ya! Soygun işi biter bitmez etrafı toplayıp izleri ortadan kaldırmaya karar vermiştim fakat Aras'ın soygun gecesi dönünce yapamadım. Gerçi, dönmemiş olsaydı bunu asla yapamayacaktım zaten.

Yatağın köşesine sığınıp yorganı karnıma kadar çekerken "Özür dilerim." diyorum samimi bir tavırla. "Yazın bazen Araf'ta sabahlıyorduk, ben de alt katta sıkışmak yerine senin evinde uyumak mantıklı olur diye düşünmüştüm."

"Eve senden başkası girmediği sürece sorun yok, güzelim."

"Hayır, almadım kimseyi." diyorum ona. Aklıma gelen düşünceyle birlikte sırıtarak ekliyorum. "Sinem'i görmen lazımdı, Mert'le birlikte epey arıza çıkardılar ama yine de kapının dışında kaldılar."

Onların asansörün önünde küçük köpek yavruları gibi boynunu büktüğü anı hatırlayınca kendimi tutamayıp kahkaha atıyorum. Fakat Mert'i düşünmek başka bir şeyi daha anımsatıyor bana. Kayıp Picasso tablosunu...

"Tablo!" diyorum panikle Aras'a dönerek. "Picasso tablosu ne oldu?!"

Sakin bir şekilde başını sallıyor. "O problem bir ay önce çözüldü."

"İyi de nasıl?" Cevabını beklemeden yeni bir soru soruyorum. "Mert hayatta mı?"

"Ne yazık ki, evet."

"Şükürler olsun!" diyorum rahat bir nefes alırken. "Onu benden başkası öldürecek diye çok korkmuştum."

Mert'i öldürme gerekçeleri listem o kadar kabarık ki, savcılar cinayeti neden işlediğimi sorduğu zaman sebeplerden birini seçmem bile günler sürebilir. Tabi, hastaneyi anneme ispiyonlamasının ilk beşte her alacağı kesin. Sonra gidip Picasso tablosu çalmayı başarması var mesela. Daha Araf'a gitmesini bile beklemeden, arabada ve gözümün önünde Aras'a ötmeye başlaması da ayrı bir gerekçe. Kimbilir yüz yüze geldiklerinde daha neler yumurtladı? 

"Bunu söylemek benim için ölümden bile zor," diyerek lafa giriyor Aras. "Ama tablo konusunda Mert suçsuz, Melek."

"Onun yerinde olsaydın sen de aynı hatayı yapacağın için empati kurman çok doğal." diyorum ters ters. "Fakat sanat düşmanı olmayan insanlar için üzerinde koskoca Picasso imzası bulunan bir tablonun Picasso'ya ait olduğunu anlamak çok da zor değil, Aras."

"Peki ya ortada tablo falan yoksa?"

"Nasıl?"

"Picasso tablosu gerçekten önemsiz bir tablonun arkasına gizlenmişti, Melek." diye cevap veriyor bana. "Araf'a gittiğimde diğerleri hala Picasso tablosunun orada olduğunun farkında bile değildi. Kriminal işlere uzak insanlar için çok normal bir durum bu."

Duyduklarım karşısında hissettiğim şaşkınlığı aşınca birden mahcup hissediyorum kendimi. Mert'e olan öfkem bile azalır gibi oluyor. Fakat Aras'ın bana son derece tanıdık gelen sözlerini düşünürken hepsinin geride kaldığını hissediyorum. Hayret dışında.

"Ne dedin sen?" diyorum panikle ona dönerek. "Picasso tablosu nerede dedin?"

"Önemsiz bir eserin arkasında." diyerek şaşkınlıkla tekrarlıyor sözlerini. "Ne oldu, Melek?"

Kör Kütüphaneci. Daha liman soygunu ihtimali bile ortada yokken, sergi gecesinde söylemişti bunu bana. Zihnimi zorlayarak Ertuğrul Saral'ın sözlerini hatırlamaya çalışıyorum. Bu esnada Aras endişeyle bana doğru eğiliyor. Gözlerimiz buluştuğunda kendimi tutamayıp konuşuyorum.

"Dayın söylemişti zaten."

"Ne söylemişti?"

"Bu salondaki eserlerin bir çoğunun arkasında yatan gerçek sanata rağmen, çağdaş sanat kara para aklamak için enfes bir araçtır." diyerek dayısının sözlerini tekrarlıyorum. "Sanattan konuşurken bunu söylemişti bana. Salondaki eserlerin bir çoğunun arkasında yatan gerçek sanat... Tam olarak bundan bahsediyordu, değil mi?"

Yüzündeki ifadeden hiçbir şey anlamak mümkün değil. Fakat uzun bir sessizliğin ardından başını sallayarak onaylıyor beni.

"Eser kaçakçılığında sıkça kullanılan bir yöntem bu."

"Yoksa... Yani, demek istediğim-"

"Hayır güzelim, dayım bir eser kaçakçısı değil." diyerek soramadığım soruya cevap veriyor Aras. "O yalnızca gözlemler ve belgeler. Kütüphaneci olmasının sebebi de bu."

Belgelerle dolu bir kütüphane... Nedense bu bilgi dayısına olan bakış açımı değiştiriyor. Sergi gecesi tanıdığım tatlı ihtiyarın gözümde ürkütücü bir ciddiyet kazandığını fark ediyorum. Durumu sezmiş olacak ki, hafifçe tebessüm ediyor Aras.

"Bu arada, sana söylemeyi unuttum ama evine Ozan da girdi." diyorum aklıma yeni gelen bir şeyi düşünerek. "Soygun günü water jet'in şarj kablosunu araması için kapıyı açtım ona."

"Hani şu limanda unuttukları water jet mi?"

Harika... Gerçi, Ozan'ın vurulduğunu düşünürsek o hengamede ekipmanları unutmaları çok normal aslında. Üstelik water jet yüzünden yakalanmamız imkansız. Başımı kaldırıp ekiptekileri aklamaya çalışıyorum ona.

"Eğer parmak izi için endişeleniyorsan, o gece hepimiz eldiven giyiyorduk."

"Water Jet'in üzerinde bizim şirketin amblemi vardı, Melek."

"Bir tane üretmiş olamazsınız, değil mi?" diyerek ısrar ediyorum. "Satın aldığımızı düşünürler, Aras."

"Bak, askerlerini böyle savunman çok güzel ama o water jet henüz üretime çıkmamıştı." diyor sakince. Sonra ciddi bir tavırla ekliyor. "Yokluğumda yaptığın darbe az çok kulağıma çalındı fakat bu tahtı sana bırakacağım anlamına gelmiyor, güzelim."

Az çok kulağıma çalındı derken? Ne kadar az mesela?

"Evindeki eşyalarımdan mı bahsediyorsun?" diye umutla soruyorum. "Seni temin ederim ki, ilk fırsatta gelip hepsini alacağım."

"Hayır, ben atölyemden bir water jet aşırmaya cüret etmenizden bahsediyorum." diyor sesinde tehditkar bir tınıyla. "Evdeki duruma gelince... İşgallerine bedel olarak eşyalarına el koydum."

Sadece bir water jet aldığımızı sanıyor... Birden rahatladığımı hissediyorum. Henüz atölyesini görmemiş! Derin bir nefes alıyorum önce, sonra sözlerinin devamını düşünerek öksürmeye başlıyorum.

"Ne demek eşyalarına el koydum?!"

"Eşyalarını almayı unut demek." diyerek sözlerine açıklık getiriyor. "Tek bir çöp bile çıkaramazsın evimden."

Espri yapıp yapmadığını anlamaya çalışarak onu süzüyorum fakat son derece ciddi görünüyor. Hatta ciddi olmaktan ziyade, öfkeli bir ifade var yüzünde. Öte yandan, bu söylediği imkansız. Mutfaktaki gereçlerin çoğunu kendi paramızla aldığımız için onları orada bırakabilirim ancak diğer eşyalarımı almam gerek. Annem şimdiden ortadan kaybolan giysilerimi sorgulamaya başladı bile.

"Mümkün değil." diyorum başımı iki yana sallayarak. "Mutfaktaki gereçler senin olabilir ama kişisel bakım eşyalarım işine yaramaz ki. Ayrıca kıyafetlerimi orada bırakamam, onlar bana lazım."

Dönüp hayretle süzüyor beni. "Kıyafetlerin de mi var?"

Aras'ın yüzündeki neşeli ifadeye bakarken öfkesinin bir maskeden ibaret olduğunu görebiliyorum. Fakat benim derdim bu değil. Ben daha çok onun elbise dolabını bile açmamış oluşundayım.

"Bu akşam ilk kez mi gittin evine?" diye çıkışıyorum ona birden. "Son iki haftadır burada yoktum dedin, neredeydin? Kimin evinde kalıyordun? Neden daha önce gitmedin evine?"

Mantıklı düşünme yetimin kanatlanıp uçtuğunu fark ediyorum. Aras'ın bana şaşkın şaşkın baktığını görünce öfkem ayyuka çıkıyor. Acaba yakayı ele verdiği için mi şaşırdı? Kıyamam. Ya da belki de kıyarım. Hem de öyle bir kıyarım ki, teknede yediği dayağa rahmet okurken bulur kendini.

"Araf'a gitmeye fırsatım olmadı, bugün bile eve girip çıktım sadece." diyor kaşlarını çatarak. "Diğer soruna gelince, ilk iki haftanın yarısını babamın ablukası altında, diğer yarısını da tam şurada geçirdim."

Eliyle sokağı işaret ettiğini görünce midemde bir şeyler kanat çırpmaya başlıyor. Bir yandan da onun henüz atölyesini görmemiş oluşunun verdiği rahatlama sarıyor etrafımı. Fakat yine de hemen yumuşayacak değilim. Yalancılık üzerine ders verilmiş olsaydı Aras'ı o dersin kürsü başkanı yaparlardı muhtemelen. Bu yüzden dikkatli bir tavırla yüzünü inceleyerek bir ipucu yakalamaya çalışıyorum.

"Yalan söylemediğin ne malum?"

"Tanrı aşkına, başka ne olabilir ki?" diyerek gülmeye başlıyor birden. "Oradan bakınca çapkın biri gibi mi duruyorum?"

Kuşkulu bir bakışla süzüyorum onu. "Değil misin?"

"Elbette değilim." diyor dürüst bir tavırla. "Flört işlerinden falan pek anlamam ben."

Kollarımı göğsümde kavuşturup ona ters ters bakıyorum. "Kesin öyledir."

"Gerçek bu, Melek." diyerek omuz silkiyor. "İster inan, ister inanma. Böyle şeylere vaktim yoktu benim."

Geçmişi gözümün önüne getirince ister istemez hak veriyorum ona. Sonuçta Arzu'yla çıktıkları dönemde onun tek bir falsosunu bile görmemiştim. Arzu'dan sonra bile Aras'ın okuldaki kızlarla ilgilendiğine şahit olmadım hiç. Kendisine bakanları bile itinayla görmezden geliyordu, hatta belki de gerçekten farkına varmıyordu. Bunları düşünürken içimin ısındığını, yüzümdeki ifadenin yumuşamaya başladığını hissediyorum. Başımı kaldırıp yeniden ona baktığımda bana sevecenlikle gülümsüyor. Bu kez sorgulamak için değil, sadece meraktan bir soru yöneltiyorum ona.

"Peki son iki haftadır neredeydin?"

"İlk üç gün Sakarya'daydım." diye cevap veriyor. "Arifiye'deki Palet Fabrikası'nda denetim vardı."

"Palet mi?" diyorum kendimi tutamayıp gülerek. "Dalgıç kıyafeti mi üretiyorsunuz?"

"Tank paleti, güzelim."

Pekala... Savunma sektöründe çalıştığını düşünürsek bu söylediği daha mantıklı. Fakat palet kelimesinin dalgıç kıyafetlerindeki komik ayakkabıları çağrıştırması benim suçum değil ki. Şimdi bile bir tank paletiyle neyi kastettiğinden pek emin değilim. Acaba o dönüp duran devasa dişlilerden mi bahsediyor? Neyse, ev hapsim bittiğinde annem modemi geri verirse bu konuyla ilgili bir araştırma yaparım artık.

"Anladım." diyorum olgun bir tavırla. "Peki ondan sonra?"

"Sonraki günlerimin tamamı Ankara'da geçti." diyor ellerini iki yana açarak. Sorarcasına kaşlarımı kaldırdığımı görünce iç çekerek açıklama yapıyor. "İlk hafta SaSaD Genel Kurul Toplantısı ve Savunma Sanayi İhracatçıları Birliği'nin ödül töreni zımbırtıları vardı. Savunma Sanayi Müsteşarlığı'nda resepsiyon falan yaptılar. Sonraki haftanın tamamı RAST konferanslarıyla geçti, o da bu yıl Türkiye'de düzenlendi."

"Vay be..." diyorum kendimi tutamayıp ıslık çalarak. "Kulağa bayağı havalı geliyor."

"Ne yazık ki, değil." diyerek omuz silkiyor Aras. "Mallarını serbest bölge limanlarına yığarak kağıt üzerinde ihracat devi olmaya çalışan yaşlı amcalarla, badem bıyıklı bürokratların ablukası altında geçen son derece sıkıcı bir süreçti. Hala da bitmiş değil."

Yine aynı şey... Serbest bölge limanları. Aklım epey karışmış vaziyette sorguya devam ediyorum. "Serbest bölge limanları ne alaka?"

"Çok basit, Melek." diyor elini yeni çıkmaya başlamış sakallarına götürerek. "Serbest bölge limanları gümrük sınırları dışında kalıyor. Sektördeki uyanık firmalar da yılın belli dönemlerinde ellerinde kalan malları limanlara yığarak kağıt üzerinde ihracat yapmış gibi gösteriyorlar. Al sana bazı firmaların her yıl ihracat devi olduk masallarının perde arkası."

Bu sefer gerçekten de vay be... Bu ülkede neden hiçbir iş olması gerektiği gibi yapılmıyor ki? Aklıma arabada haberleri dinlerken hissettiklerim geliyor birden. Her şeyden habersiz sıradan bir vatandaş olarak yaşarken hayat çok daha kolaydı benim için. O zamanlarda da ülke için endişeleniyordum fakat meselelerin iç yüzünü gördükçe çaresizlik ekleniyor hislerime. Bu olayların içinde yer alan biri olarak kim bilir Aras neler hissediyordur?

"Tüm bu konferanslara neden sen gidiyorsun ki?" diyorum isyan edercesine. "Şirketin başında dayın yok mu?"

"Normalde şirket dışındaki sosyal faaliyetlere o gidiyordu zaten." diyerek homurdanıyor. "Fakat son dönemlerde aksiliği üzerinde. Mecburen o işler de bana kaldı."

Geldiğinden beri üzerine sinmiş yorgunluğu da bir anlam kazanıyor böylelikle. İçimin ezildiğini hissederken yorganın üzerinden ona doğru uzanıp, Aras'ın şaşkın bakışları arasında elini tutuyorum. Avucunun içindeki çizgileri, baş parmağının bitimindeki eklemleri, koluna uzanan damar çizgilerini okşarken sessizce izliyor beni. Fakat vücudu onun kadar sessiz kalamıyor. Bileğinin iç kısmındaki mavi çizgileri takip etmeye başladığımda kolundaki kasların gerildiğini fark ediyorum. Aklıma arabada bileğimi öptüğü anlar geliyor birden. O da benim gibi mi hissediyor şu an? Kalbim hızla çarpmaya başlarken başımı kaldırıp yüzüne bakıyorum.

"Bundan sonra tüm kongrelere ben gideceğim." diyor gözlerini tavana dikip imalı bir şekilde gülerek. "Geri dönüşü çok güzel oluyor."

Döndüğü gece gözlerinde gördüğüm karanlığı düşünerek "Gitme." diyorum birden. "Her gittiğinde geri dönen bir başkası oluyor."

Yüzündeki tebessüm donup kaldığında emin oluyorum. Başını eğip doğru duyup duymadığından emin olmaya çalışır gibi bana bakarken engel olamadığım bir gülümseme yayılıyor yüzüme. Saniyelere uzanan sessizlikte Aras'ın gözlerinin parıltılı bir gece mavisi rengine büründüğünü fark ediyorum. Öyle güzel bir manzara ki bu, istesem de kaçıramıyorum bakışlarımı.

"Evet, yol insanı başkalaştırır." diyor elimi tutarak. "Sana her dönüşümde kapına gelen kişi, bir başkası olacak."

Kendimi yine o dağ çayırında buluyorum. Olimpos Dağı'nın tepesinde, gerçekten de var olup olmadığını merak ettiğim, büyüleyici bir çayırda gökyüzünü izlerken. Tıpkı rüyamda olduğu gibi pencereden içeri giren ay ışığı büsbütün siyaha çeviriyor saçlarını. Ellerimin içinde kaybolduğu uzun parmaklarına, en gergin anlarında bile minik bir parçasını muhafaza etmeyi başardığı kayıtsız duruşuna, hafifçe bana doğru eğildiği için kollarında gerilen gömleğinin kumaşına, yutkunurken boynunda hareket eden adem elmasına bakıyorum uzun uzun.

"Ancak şu da bir gerçek ki," diye devam ediyor sözlerine. "Yolun sonunda kime dönüşmüş olursam olayım, sen hep benim sevdiğim kadın olacaksın."

İçimde eksik kalan tüm boşluklar ısınıyor sanki. Ona atıldığımı görünce Aras da bana doğru hareket ediyor ve yarı yolda buluşuyor dudaklarımız. Kollarının belimde kenetlendiğini, geceliğimin eteklerinin aramızda ezildiğini hissediyorum. Basınca kayıtsız kalmayıp dudaklarımı araladığımda dili açlıkla ağzımın içinde gezinmeye başlıyor. Tüm vücudumun karıncalanmaya başladığını hissedip olduğum yerde yükselerek dizlerinde kendime bir yer ediniyorum. Parmakları etime gömüldüğünde kalbim yerinden çıkacakmış gibi çarpmaya başlıyor. Nefes alışlarımın giderek hızlandığını fark ediyorum, vücudumda dokunduğu her noktada alevler dans ediyor adeta. Arkaya doğru eğildiğimi hissedince gömleğine tutunarak iyice sokuluyorum ona.

Eliyle yatak başlığından destek alarak beni yatağa yatırırken nefes almak için hafifçe geri çekiliyor. Bir anlığına. Kollarımı boynuna dolayıp kendimi ona bastırdığımda dilinin coşkuyla dilimi kavradığını hissediyorum yeniden. Heyecanım göğüs kafesimden dışarı taşıp tüm vücudumu saran bir titremeye dönüşüyor. Ne yaptığımı bilemez halde aramızdaki yorgandan kurtulmaya çalışıyorum çaresizce. Bir eliyle bileklerimi tutup başımın üstüne sabitleyerek beni durduruyor Aras.

Ellerimi ondan kurtaramayınca kendimi yukarı doğru iterek dudaklarında kayboluyorum tamamen. Bunun üzerine o da kontrolünü kaybediyor sanırım, kendini geri çekme çabaları tereddüte bulanırken üzerimdeki ağırlığının giderek artmaya başladığını fark ediyorum. Sevdiğim adamın bedeniyle hapsolmak... Yaşadığım şey tam olarak bu. Bir zamanlar böyle bir şeyin gerçekleşme ihtimalini geçtim, bunun insana haz verebileceğini tahmin bile edemezdim.

Şimdiyse ona dolanıp bedenini kendime çekebilmek için kıvranıyor ellerim. Başımın üzerindeki prangadan kurtulmaya çalışırken gövdemi yukarı itiyorum farkında olmadan. Bedenlerimiz kaynaşırken alt dudağımı dudaklarının arasına hapsedip hafifçe ısırıyor Aras. Ardından vücudumda gezinen diğer eliyle hayretten nefesimi keserek göğsümü kavrıyor birden. Sütyenimi sertçe yukarı ittirdiğinde dışarı taşan etimin geceliğimle bütünleşmiş gömleğine çarptığını hissediyorum. Boğazından kopan inilti ağzımda yankılanırken sımsıcak bir şeyler kasıklarımın yukarısında toplanmaya başlıyor. Vücudum verdiği tepkilere hayretle itaat ediyorum.

Sonra Aras birden duruyor. Bir dağın zirvesinde yakılan ateşin külleri doluyor aramıza. Ardından kendini geri çekip allak bullak halde bırakıyor beni. Bileklerimi tutan eli gevşeyip çekilirken kımıldayamıyorum bile. Başını boynuma gömdüğü için sıcak nefesi boynuma çarpıyor ve oradan damarlarıma geçerek kanıma karışıyor usulca. Birkaç saniyelik sessizliğin ardından dudaklarını kulağıma yaslayıp "Kapı..." diye mırıldandığını duyuyorum Aras'ın. "Kapı çalıyor, Melek."

Hangi kapı? Dehşetle başımı çevirip odamın kapısına baktığımda hala kapalı olduğunu görüyorum. Üzerimdeki ağırlığı kaybolunca yeniden Aras'a dönüyorum fakat ne olduğunu bile anlayamadan belimden kavrayarak kaldırıyor beni. Birden oturur vaziyete geçince başımı kaldırıp şaşkın bir şekilde ona bakıyorum. Bir anlığına direnci kırılır gibi olsa da geri çekilip aramıza mesafe koymakla yetiniyor. Bu esnada eliyle pencereden sokağı işaret ettiğini fark ediyorum.

Ne oluyor?

Zilin sesini duyunca cevabımı alıyorum. Dış kapı...

Dış kapı çalıyor! Durumu idrak edince sarsak hareketlerle öne atılmaya çalışıyorum aniden. Bacaklarıma dolanan yorganı üzerimden çekerek yardımcı oluyor kalkmama. Fakat yataktan inmek üzereyken kolunu karnıma dolayıp bir kez daha durduruyor beni. 

"Kapıyı açma, Melek."

Neden? Aklımı toplayamıyorum bir türlü. Başımı çevirip anlamaya çalışır gibi ona baktığımda hiçbir şey söylemeden geceliğimin eteklerini aşağı indiriyor. Aras saçlarımı düzeltirken kapının yeniden çaldığını duyuyorum. Tereddütle yüzümü inceliyor bu kez, ardından başını iki yana sallayarak sözlerini tekrarlıyor.

"Annenlerin uyuduğunu söyle." derken öğüt verir gibi bir tını beliriyor sesinde. "Bir şeyler uydur ama açma kapıyı. Tamam mı?"

Tamamdır herhalde. Sebebini anlamasam da başımı sallayarak onaylıyorum onu. Ardından allak bullak olmuş halde ayağa kalkıp kapıya doğru yürüyorum. Tam şu anda sarhoş gibi olduğumu düşünürsek benim için büyük bir başarı bu. Dışarı çıkıp kapıyı kapattığımda yüzüme çarpan soğuk havayla afallıyorum bir an.

Havada yürür gibi koridorda ilerlemeye başlasam da henüz kendimde değilim sanırım. Aklım hala içeride. İçeride olanlarda. Sahi, ne oldu içeride? Bana dokunmadı bile, giyinik oluşumuzu geçtim, üzerimde sütyenim vardı. Ama yine de dokunuşunu hissettim. Tenini değil, evet, ama teninin verdiği basıncı şimdi bile duyumsayabiliyorum.

İlerleyen saniyeler ve koridordaki soğuğun ayıltıcı etkisiyle aklım başıma geldikçe katlanılmaz bir utanç sarıyor her yanımı. Neden bana her dokunduğunda çevreyle olan ilişkim kopup gidiyor ki? Kapıyı duymamış olduğum gerçeği utancımı ikiye katlıyor resmen. Fakat kapının önüne varıp da vestiyerdeki aynada cehenneme dönmüş yüzümü görünce bunun hiçbir şey olduğunu anlıyorum. Yediğim haltların sonuçlarına bakarken Aras'ın "Kapıyı açma." deyişi zihnimde anlam kazanıyor birden. 

"Efsun Teyze!"

Ah, hayır... Mehmet'in sesi bu! İrkilerek bakışlarımı aynadan alıp kapıya doğru atılıyorum. Neyse ki konuşurken sesim titremiyor.

"Kim o?"

"Melek?" diye bir ses yükseliyor diğer taraftan. "Kapıyı açsana."

"A-açamam." diyorum panikten kıvranarak. "Annemler uyuyor, anahtarların yerini de bilmiyorum. Ne oldu ki?"

Tüm bunları teklemeden söylüyorum zira yalan değil hiçbiri. Annem gerçekten de uyumadan önce evin kapılarını kilitliyor. Eskiden anahtarları vestiyere asardı fakat ev hapsine alındığım günden beri nereye koyduğuna dair hiçbir fikrim yok.

"Koli bandı bitti bizde." dediğini duyuyorum Mehmet'in. "Bu saatte bakkal da kapalı. Neyse... Nuran Ablalara sorayım en iyisi."

İyi geceler dilediğinde ona cevap vermeyi başarıyorum fakat ayak sesleri uzaklaşıp kaybolurken yeniden panik sarıyor etrafımı. Odaya nasıl döneceğim? Dönmezsem salona gelmeye kalkışır mı acaba? Belki de sağduyulu davranıp gider. Bu ihtimali düşünürken dudaklarımdan fırlayan umutsuz bir iç çekiş karanlık koridora dağılıyor. Gitmesini istemiyorum ki... Allah kahretsin, gerçekten.

Beni sevdiğini söylediğinde kendimi kaybettim resmen. Öte yandan, kaybedilmeyecek gibi de değildi. Sesinde beliren o yoğun tınıyı hatırlayınca kalbimin hızla çarptığını hissediyorum bir kez daha. Odaya dönmek sorun değil. Sorun, ondan uzak kalabilmek. Ne yazık ki üzerimde üç yılın yorgunluğu varken bunu yapacak gücüm yok benim.

✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧

"Çünkü gerçekten sahiplenebilmek için, yakıp yıkmaktan başka bir çare de yoktur. Ve özgürce yaşamaya alışmış toprakları işgal eden biri, eğer o toprakları yakıp yıkmazsa, o topraklar tarafından yakılıp yıkılmayı bekliyor demektir."

Machiavelli - Hükümdar

-*-

ARAS
sene 2017

Mailleri okurken elimdeki çay bardağını toprağa koydum. Bir çoğunu şirketteki sekreterler cevaplamıştı fakat bazı önemli yazışmaları kontrol etmem gerekiyordu yine de. Bilgisayarın yedek bataryasının şarjı da hızla sona yaklaştığı için fazla zamanım olmadığını biliyordum. Gerçi, her şekilde bir buçuk saat içerisinde bu işleri bitirmek zorundaydım zira iki saat sonra Finansman ve Yatırım Stratejileri eğitimi başlayacaktı. Mali işleri de üstüme yıkarak direncimi sonuna kadar zorlayabilmek için dayımın ayarladığı onlarca eğitimden biriydi bu.  

Dayıma sövme işini erteleyip toprağın üzerine yığdığım dosyalara uzanmaya çalıştım. Öne doğru eğilirken saatlerdir bir ağaca yasladığım için tutulan sırtım isyan etmeye başlamıştı bile. Sırtım haksız sayılmazdı, bir üniversite kütüphanesinin bahçesinde ve toprakta debelenerek yapılacak işler değildi bunlar. Fakat iki farklı hayatı aynı anda yürütmeye çalışmanın böyle can sıkıcı sonuçları oluyordu işte.

Birden atölyemi özlediğimi fark ettim. Alyan setlerimi, tornavidalarımı, breadbordları, ince uçlu havya ile bayram şekerlerini andıran ledlerimi, jumper kabloları birbirinden ayırarak stres atmayı ve hiçbir işe yaramayan minik cihazlar yapmayı... Tabi, bir de Melek'i özlemiştim. Çalıştığı masa pencerenin önünde olduğu için onu buradan görebiliyordum fakat uzaktı. Çok uzaktı.

Başımı ağacımıza yaslayıp hem ona hem de atölyeme kavuştuğum bir gelecek hayal etmeye başladım. Eh, ikisi bir arada pek de mantıklı görünmüyordu doğrusu. Melek'i elinde dekupaj testeresiyle düşününce onu yanımda tamirci yamağı olarak tutamayacağıma kanaat getirmek zor olmamıştı. Manyak gibi torna tezgahı kullanan bir sürü kız tanıyordum ama benimkiyle atölyede yapabileceğimiz tek aktivite sevişmek gibi duruyordu. Tabi, onun dekupaj testeresini beni ikiye bölmek için kullanmayacağı fantastik bir evrende falan...

Telefonumun titrediğini fark edince zihnimi fantastik düşüncelerimden alıp ekrana çevirdim. Gelen mesajı okurken sinir katsayım hızla yükselmişti. Zira tam da tahmin ettiğim gibi, Özer Bey'in yardakçılarından biri şirkette işleri birbirine katmıştı yine. Sabrımın giderek tükendiğini hissederek başımı ovuşturmaya başladım. Adamın kendisi olmasa bile avaneleri dolaşıyordu ayağıma.

Elbette kontrolü ele almanın kolay olmayacağını biliyordum, hiçbir şey önüme altın tepside sunulmayacaktı. Mesela son birkaç yılda şirketlerin de insanlar gibi canlı varlıklar olduğunu anlamıştım. Hele ki Saral Holding gibi kökleşmiş ve yaşlı bir şirketin değişen düzene direnç göstermesi çok normaldi. Fakat gözümü korkutan şey, şirketteki direnç değildi. Kapitalist sistemin çarklarına uyum sağlamış beyaz yakalı personelin üç günden fazla direnebileceğini zannetmiyordum.

Asıl gözümü korkutan şey, fabrikalar ve üretim bandı çalışanlarıydı. Son birkaç ayda stajyer mühendis olarak sırayla tüm fabrikalara girip zaman geçirdiğim için birinci elden biliyordum bunu. Oradakilerin henüz yönetimin değiştiğinden bile haberi yoktu, eski düzen sapasağlamdı fabrikalarda. İşte bu yüzden, Melek cephesini kontrol altına almadan oraya girmeye cesaret edemezdim. Olası bir işçi isyanı her şeyi alt üst ederdi.

Telefondaki alarmın çaldığını duyunca homurdanarak gözlerimi açtım. Finansman ve Yatırım Stratejileri eğitiminin başlamasına bir buçuk saat kaldığını gösteren bir hatırlatmaydı bu. Mailleri bir an önce bitirip oraya yetişebilmek için son sabır kırıntılarımla dosyalara uzandım tekrar. Hepsinin üstü toz toprak olmuştu. Az ötedeki zeminin nemli olduğunu bilmediğim için elimle temizlemeye çalıştım kağıtları.

Küçük bir çamur parçası şaka yapar gibi tam da rakamların üzerine bulaştı. Onunla uğraşırken telefonun yeniden çaldığını duymuştum. Sesli alarm devreye girip "KAÇIRILAN ALARM: FİNANSMAN VE YATIRIM STRATEJİLERİ EĞİTİMİ İÇİN SON BİR BUÇUK SAAT" diye konuştu. Dosyayı bırakıp telefonu kapatmaya çalışırken çantaya çarptım. O da çay bardağına. Küçük çamur parçası rakamların bir kısmını okunmaz hale getirmişti. Dosyaya dökülen çay da işin kalanını halletti. Alarm yeniden devreye girdi. Ve benim sabrım tükendi.

"KAÇIRILAN ALARM: FİNANSMAN VE YATIRIM STRATEJİLERİ-"

"Şirketinizin de, bütçe raporunuzun da amına koyayım!" dedim dosyayı hışımla yere fırlatırken. "Yatırım finansmanını New York beşinci caddede siktiğimin evlatları..."

Keşke telefon çalsaydı da açıp arayan kişiye de sövseydim. Rahatlayamamıştım çünkü. Belki de buradan çıkışta eğitimi falan siktir edip doğruca kabristana gitsem iyi olacaktı. Üzerine işemem gereken birkaç mezar vardı orada. Sövmeye devam ederek gözlerimi kapatıp başımı ağaca yasladım. Bir an sonra tepemde yükselen ses giderek azalan yaşam enerjimi yarıya indirmişti.

"Tahrik oldum."

Gözlerimi açıp başımda dikilen sarışına baktım. "Pardon?"

"Söverken çok seksi oluyorsun." dedi Arzu bana göz kırparak. "New York beşinci caddeye gidesim geldi."

Kahkaha attım. Fakat neşeli bir kahkaha değildi bu. Ciddi anlamda kafayı yemek üzereydim, nedense bu durum Arzu'nun daha çok hoşuna gitmiş gibi görünüyordu. Sırf ona istediğini vermiş olmamak için delirme işini sonraya erteleyip raporlara uzandım yeniden.

Kağıtları toplarken "Kesinlikle gitmelisin." dedim kıza. "Söz veriyorum sana sık sık mesaj atarım."

Elli senede bir falan. Aramızdaki ilişki için son derece yeterli bir aralıktı bu, ona daha sık yazarak boğucu bir insan gibi görünmek istemezdim. Kesinlikle. Beni hiç şaşırtmadan şuh bir kahkaha attı Arzu. Onun yanıma oturduğunu fark edince yüzümü buruşturmak dışında bir şey yapmamıştım. Şu anki önceliğim dosyaları ortadan kaldırıp sarışının hiçbir şey görmediğinden emin olmaktı.

Neyse ki, açık olan tek dosya da okunmaz haldeydi. Yine de dosyaları ve bilgisayarı çantaya tıkıştırdım, yanımdaki dişi şeytana işlediğim sevaplar kadar bile güvenmiyordum. Ki bu da koordinat sisteminin solunda yer alan bir değerdi.

"İstersen şimdi de mesaj atabilirsin." dedi neşeyle şakıyarak. "Sexting severim."

Bıkkın bir tavırla dosyaları çantaya tıkmaya devam ettim. Ona cevap vermemiştim zira sözlerindeki ciddiyet payı bir cevabı hak edecek seviyede değildi. Arzu'nun cinsel geçmişine yönelik bir bilgim olmadığı gibi bunu öğrenmeye yönelik bir ilgim de yoktu. Fakat onun bir nemfoman olmadığının farkındaydım. Tüm bu sonu gelmez tacizlerinin arkasında kadınsı bir istekten ziyade çocuksu bir oyunbazlık yatıyordu. Bazen onun bu oyun perdesini neyi saklamak için kullandığını merak ediyordum.

"Derdin ne senin?" dedim o anlardan birini yaşayarak. Sırıttığını görünce iç çekerek gözlerimi devirdim. "Gerçek derdin?"

"Belli olmuyor mu, aşkım?" diyerek göz kırptı yeniden. "Bakire kızlar gibi utanıp kaçmanı izlemek hoşuma gidiyor."

"Utanç konusunda haklısın, sarışın." dedim onu onaylayarak. "Sayende bol bol cringe yaşıyorum."

Az da olsa ciddileşmişti. Gözlerinde zalim bir bakışla kütüphaneyi işaret etti bu kez. "Bunu bana meslek lisesi önünde kız bekler gibi kütüphane bahçesine tünemiş bir adam mı söylüyor?"

Homurdanarak evrak çantasına döndüm yeniden. Arzu haksız değildi, sabahtan beri burada oturmuş Melek'i bekliyordum. Ders çıkışı kütüphaneye koşarken Cenk denen ergenin peşine takıldığını fark etmemişti bile. Bazen onun bu aklı beş karış havada hali canımı sıkıyordu açıkçası. Çevresinden öyle kopuk yaşıyordu ki, Cenk'in kendisine aç bir sırtlan gibi baktığını bile göremiyordu.

Oysa tek yapması gereken şey, arada bir başını kaldırıp etrafa bakmaktı. Gerçi bu durumdan şikayet edebilecek en son insandım ben. Sonuçta, Melek başını kaldırıp etrafına bakarsa göreceği tek şey o ergen olmayacaktı.

Başımı kaldırıp binanın üçüncü katındaki pencereye baktım. İki saattir orada ders çalışıyordu, bir kez bile kalkmamıştı yerinden. Melek'in kollarını arkaya esnetip gerinmesini izlerken elimde olmadan gülümsedim. Sırtı tutulan tek kişi ben değildim anlaşılan.

"Ne tarafa kusuyoruz?"

Yüzümdeki gülümseme silinip kaybolurken başımı çevirip beni izleyen sarışına baktım ters ters. Ona döndüğümü görünce şirin bir şekilde sırıttı yeniden. Ardından izin almaya bile gerek duymadan dibime girip başını omzuma yasladı.

"Git başımdan, Arzu." dedim silkinerek. "Gerçekten zor kullanmak istemiyorum."

O kadar çok dinlemiyordu ki sözümü, her seferinde onu kolundan sürüklemek zorunda kalıyordum. Arzu sayesinde kendimi kadın düşmanı bir zorba gibi hissetmeye başlamıştım artık.

"İki dakika böyle kalamaz mıyız? Söz veriyorum, bekaretin zarar görmeyecek."

Kendimi tutamayıp ufak bir kahkaha attım onun sözlerine. Keşke bu kadar baş belası ve takıntılı bir manyak olmasaydı. O zaman belki iki yakın dost olabilirdik Arzu'yla. Zira tüm diğer arkadaşlarım gibi onun da garip bir mizah anlayışı vardı. Tek farkla, diğer arkadaşlarım beni yatağa atmaya çalışmıyordu.

"Tamam, bu kadar yeter." dedim onu omzundan kaldırmaya çalışarak. "Şimdi uslu bir kız ol ve gidip MarsOne projesine başvuru yap. Hadi bakalım."

"Birlikte başvuralım." diyerek sırıtmaya devam etti. "Mars'ın Havva ile Adem'i oluruz."

Kolundan tutup kızı çekiştirirken "Üzgünüm ama benden Adem olmaz." dedim. "Sana gösterdiğim peygamber sabrı kafanı karıştırmasın."

Kahkaha atarak kollarını boynuma doladı bu kez. Allah kahretsin, canını acıtmadan ondan nasıl kurtulacaktım ki?

"Zaten senden o hikayede ancak Şeytan olur." dedi dudaklarını büzüp yukarı uzanarak. "Benden de ısırılmış elma."

Kafamı diğer tarafa çevirirken homurdandım. "Öyleyse, yaşasın Android."

İğneleyici esprime ufak bir kahkahayla karşılık verdi. Eskiden ne güzel kırılma opsiyonu falan vardı bu kızın. Arzu'nun üzerime çıkmak yerine bana kek yaptığı masum günleri özlemle anmaya başlamıştım. Şimdiyse ancak ve ancak içine şap doldurulmuş bir kek yapardı bana. Tabi, eski keklerde de bunu yapmadıysa. Hiçbirini yemediğim için herhangi bir fikrim yoktu.

"Cidden benden hiç mi etkilenmiyorsun?"

Başımı iki yana salladım. "Hem de hiç."

Eh, üstüme çıkmaya çalıştığı zamanlarda bu doğru değildi. Olamazdı da, sonuçta ben de insandım. Fakat gerçeği söylersem durumu hormonal bağlamdan çıkarıp duygusal bir boyutta algılayabilecek bir psikopattı Arzu. Şimdi bile net cevabım karşısında intikam dolu bir öfkeyle bakıyordu bana. Neyse ki daha fazla uzatmadı, boynuma zamk gibi sardığı kollarını ayırırken rahat bir nefes aldım. Kısa bir nefes. Sonra Arzu elini aşağı indirip pat diye kasıklarımı kavradı ve nefesim kesildi.

"Emin misin?" dedi elinin baskısını artırırken. Ardından aşağı kısa bir bakış attı. "Arkadaş öyle demiyor ama."

"O arkadaşı etkilemek bir başarı değil, Arzu." dedim kızın elini güçlükle çekerken. "Fakat ben senden etkilenmiyorum."

Bunları söylerken başımı çevirip binanın üçüncü katını işaret ettim ona. Kırılacağını düşünmemiştim fakat garip bir şekilde kırıldı. Melek'e bakarken hüzünlü bir ifade belirmişti yüzünde. Bakışlarını bana çevirdiğindeyse hüznün yerini öfke aldı yeniden.

"Senin derdin Melek falan değil." dedi bana çıkışarak. "Sırf kızı elde edemiyorsun diye kafayı taktın."

"Eğer iyi hissetmeni sağlayacaksa kendini böyle avutabilirsin."

"Yalan mı, Aras?" diyerek sözlerine devam etti. "Onu anlayamıyorsun bile. İlgini çeken tek şey, kızdaki masum bakire profili. Melek biriyle seviştiği zaman-"

"Arzu, yeter!" dedim sabrı bir kenara bırakıp kızı iterek. "Git kafanda kurduğun masallara başka yerde inan!"

Yüzünde tükürür gibi bir ifade belirmişti. Bir süre acıyan bakışlarla süzdü beni, ardından kolumu itip hışımla ayağa fırladı. Geldiğinden bu yana ilk kez ne kadar kötü göründüğünü fark etmiştim. Bembeyaz olmuş suratıyla ayakta bile zor duruyordu sanki. Ellerini yumruk yapıp hınçla bana baktığını görünce dikkatimi yeniden sözlerine verdim.

"Sen..." diye başladı lafa. Bir süre yeterince ağır bir hakaret aradıktan sonra en ağırını bulmuş gibi devam etti. "Sen tam bir erkeksin!"

Bunu bir küfür tınısıyla söylediği için ne cevap vereceğimi bilememiştim. Fakat Arzu'nun oyunbazlık perdesinin altında yatan gerçeği de çözmüştüm az çok. Bir erkek onu üzmüş olmalıydı. Cezasını ise, biz tüm insanlık çekiyorduk.

Arzu hışımla arkasını dönüp ana caddeye doğru ilerlerken başımı tekrar ağaca yasladım. Allah kahretsin, bir de onunla uğraşamazdım. Başımda yeterince dert vardı, sorumlu olduklarım yetmezmiş gibi sorumlusu olmadığım birçok problemle de uğraşıyordum zaten. Bunlara bir de Arzu'yu ve onun kalp tamiri meselesini ekleyemezdim.

Başımı kaldırıp binanın üçüncü katına baktım tekrar. Melek yoktu.

Onun tuvalete ya da kantine falan gitmiş olabileceğini biliyordum fakat yine de güvenliğinden emin olmak adına içeri gitsem iyi olacaktı. Ufak bir kahkaha attım. Kimi kandırıyordum ki? İçeri gidecektim çünkü sadece kızı yakından görmek istiyordum. Bu kadar basit.

En son kütüphanede sınavlara çalışırken yakından görebilmiştim onu. Ki bu yakınlık da üç beş metreden kısa değildi. Yine de hiç değilse yüzünün detaylarını görebiliyordum, kafasını kitaplara gömerken ortam ışıklarının saçlarındaki kızıllıklara çarpmasını izlemiş, kızın biri ondan silgi istediğinde sesini duyabilmiştim.

Evet, sesi... En çok sesini özlüyordum galiba. Pek fazla duyma şansım olmamıştı fakat sesinde melodik bir tını olduğunu biliyordum, konuşurken şarkı söyler gibiydi. Gözlerimi kapatıp kahkahasını hatırlamaya çalıştım. Tanıştığımız günden sonra hiç duymadığım için kolay değildi bu. Gözlerimin önünde yaşayan bir hatıraya dönüşüyordu Melek. En çok da bu zoruma gidiyordu.

Ayağa kalktığımda önce çantamı bırakmak için arabaya yöneldim. Çantayı koltuğa atıp kapıyı kapattığımda Arzu henüz elli metre bile uzaklaşmamıştı, zar zor yürüyor gibi duruyordu. Kararsızlıkla bocalarken onun sendelediğini fark ettim birden. İşin ilginç yanı, bunu ilgi çekmek için bir şova dönüştürmeye kalkışmamıştı sarışın. Aksine bir an önce buradan uzaklaşabilmek ister gibi daha hızlı yürüyordu şimdi.

Fakat en sonunda dayanamadı ve iki büklüm vaziyette yere eğildi. Onun kusacağını anladığımda bocalamayı bırakıp yanına koştum telaşla. Ben yetişemeden yediklerini asfaltın kenarına çıkarmaya başlamıştı bile. Eğilip saçlarını kenara çekmeye çalıştığımı fark edince şaşkınlıkla doğrulmaya çalıştı. Başını kaldırıp yüzüme baktığındaysa onun numara yapmadığına emin oldum.

Gerçekten de bir cesetten farksız görünüyordu yüzü. Belli etmemeye çalışsam da endişelenmeye başlamıştım. Arzu'nun ayakta durabileceğinden emin olduktan sonra eski model bir aracın arkasına park ettiğim arabaya ilerleyip bir su şişesi aldım.

Geri döndüğümde kıpkırmızı olmuş burnunu çekip duruyordu, titreyip duran haliyle şişeyi tutamayacağını fark etmiştim. Bu yüzden kızı kucaklayıp ağacın altına götürdüm yeniden. Yere oturttuktan sonra avucuma döktüğüm suyla yüzünü yıkamaya başladım. Birkaç dakika sonra boş şişeyi çöpe fırlattığımda hala solgun görünüyordu Arzu.

"Hastaneye gidelim mi?" diye sordum bana bir tepki vermesini umarak. "Epey kötü görünüyorsun."

"Sanki çok umurundaymış gibi."

Değil miydi? Bir an durup buna bir cevap vermeye çalıştım ancak emin olamıyordum bir türlü. Hiç beklemeden ona umurumda olduğunu söyleyebilmek, nasıl böyle düşüneceğini sorup sitem etmek isterdim fakat saniyeler akıp giderken sessizlikten başka bir şey gelmiyordu elimden. En sonunda pes edip dürüstçe bir soru sordum.

"Senin için yapabileceğim bir şey var mı?"

Başını kaldırıp kuşkuyla yüzüme baktı. Cam mavisi gözlerinde kararsız bir ifade geziniyordu, onun için yapabileceğim bir şeyler bulmaya çalışıyor gibiydi. Kararsızlığı çaresizliğe dönüştüğünde bulamadığını anlamıştım.

"Yanıma otur." dedi en sonunda. "Başımı omzuna yaslamak istiyorum."

Bu muydu gerçekten? Çaresiz görüntüsüne bakarken Arzu'ya acımaya başladığımı hissettim. Kuşkusuz, bu bir dişi şeytana karşı asla hissedilmemesi gereken bir şeydi fakat hiç kimsenin durduk yere şeytana dönüşmeyeceğini az çok biliyordum. İyilikten kötülüğe geçmek öyle bir gecede olacak bir şey değildi, önce değişime direnirdi her insan. Ta ki, değişmekten başka şansı kalmayana dek.

"Olur ama bir şartla." dedim espri yapmaya çalışarak. "Önce bekaretime zarar gelmeyeceğine söz ver."

İşe yaramıştı. Yanına otururken halsiz bir şekilde güldüğünü duymuştum onun. Ardından başını omzuma yaslayıp iç çekti. Daha fazlasına ihtiyacı olduğunun farkındaydım, belki de ona sarılmam falan gerekiyordu. Fakat bunun işleri daha da kötü hale getireceğini biliyordum. Sığınacak bir liman, tutunacak bir dal arıyordu Arzu. Ne yazık ki ben bunları veremezdim ona. Veremeyeceğim şeyleri vaat etmek istemiyordum.

Birkaç dakika boyunca sessizlik bir misafir olup oturdu yanımıza. Arabaya fırlattığım telefonumdan yükselen alarm sesini hala duyabiliyordum. Arzu'nun nefes alışları giderek sakinleşmişti, uykuya dalmıştı muhtemelen. Onu sarsmadan başımı çevirip binaya baktığımda Melek'in hala yerinde olmadığını gördüm. En fazla on dakika geçmişti fakat yine de içim rahat değildi.

Sarışın uyanır uyanmaz kütüphaneye gidip varlığımla onu rahatsız etmeye karar verdim. Beni görüp eve ya da işe giderse hiç değilse kafam rahat olurdu. Sonuçta, okul dışında Cenk denen sırtlan ensesinde olmuyordu kızın. Alarm bir kez daha çaldığında gözlerimi arabaya çevirdim bu kez.

Sonra durdum.

Tamam, gözlerimi her kapattığımda Melek'i görüyor olabilirdim fakat daha önce hiç gözlerim açıkken hayal görmemiştim. Bakışlarımı biraz sağa kaydırdığımda hayal olmadığını anladım zaten. Karşımızda duran eski arabanın camlarında onun yansıması vardı. Güneş diğer tarafta olduğu için Melek'in üzerine vururken arabanın bana dönük tarafını gölgede bıraktığı için onu neredeyse bir aynadan bakar gibi görebiliyordum.

Ağlamaktan kızarmış yüzüne bakarken kanımın donduğunu hissettim. Büyük bir yıkım vardı çehresinde, tamamen dağılmış haldeydi. İyi de neden? Kahrolası on dakikada onu bu hale getiren şey ne olabilirdi ki? Ayağa kalkıp yanına gitmeye hazırlanırken omzumda uyuyan sarışını fark ettim. Nereye gittiğimi sanıyordum acaba? Melek'in oturup da dert anlatacağı en son insandım ben. Neyse ki derdini anlatabileceği kişi hemen yanımda oturuyordu.

"Arzu, uyan." dedim eğilip sarışına fısıldayarak. "Melek ağlıyor, kalkıp bakman lazım."

Gözlerini hafifçe aralayarak bana baktı. "Nerede?"

"Arkamızda." diye cevap verdim ona. "On metre geride. Git ne olduğunu öğren, hadi."

Başını iki yana salladı. "Senin gitmen gerek..."

"Aramıza onca fitne soktuktan sonra mı söylüyorsun bunu?" diye fısıldadım öfkeyle. "Ayaklan, sarışın. Eğer ben gidersem kızı sırtıma atıp kaçırırım."

Bunu dile getirene kadar amacım yalnızca Arzu'yu harekete geçirebilmekti fakat söylerken kulağa mantıklı geldiğini fark etmiştim. Melek'i omzuma atıp buradan götürsem ne olurdu ki? En fazla kaç ay benden nefret etmeye devam ederdi acaba? Ne olursa olsun, eninde sonunda varlığıma alışırdı. Ama sevmek... İşte bunu sonsuzluk bile garanti edemezdi.

"Kaçır o zaman!" diyerek isyan ettiğini duydum Arzu'nun. "Ölüyorum, Aras! Bu senin için bir şey ifade etmiyor mu?"

Eğilip solgun yüzüne baktığımda onun gerçekten kalkamayacak durumda olduğunu fark ettim. Melek'in yanına gidip durumu öğrendikten sonra Arzu'yu bir hastaneye götürmem gerekecekti. Tabi, Melek beni yine nezarete attırmazsa... Yanına son yaklaştığımda Amerikan başkanı dahil herkesi devreye sokmuştu yaygaracı cadı. Onu kaçıracak olursam önce ağzını bağlamayı bir kenara yazarak yerimde doğrulmaya hazırlandım.

"Melek, bekle lütfen!"

Cenk denen ergenin sesini duyunca dönüp hayretle arkama baktım. Melek de binaya doğru dönmüştü, bu yüzden onlara baktığımı fark etmedi bile. Cenk ise gördüyse bile umursamıyormuş gibiydi, yüzünde pişmanlık dolu bir ifadeyle koşarken tüm ilgisini Melek'e vermişti.

"Özür dilerim!" diye bağırdı bir kez daha. "Çok üzgünüm, Melek!"

Onun hız kesmeden kıza koşmasını izlerken ne olduğunu anlayamamıştım. Orospu çocuğu on dakikada ne bok yiyip de kızı bu kadar çok üzmüş olabilirdi ki? Panikle yanına varıp kıza sarılmaya çalıştığında Melek'in dehşetle ondan kurtulmaya çalıştığını fark ettim. Fakat piç kurusu umursamadı bile, bu kez zorla sarıldı kıza. Arabada levye vardı. Evet, Tanrı'ya şükürler olsun ki arabada levye vardı!

Melek onu hırsla itip geri çekilirken yüzüme yansıyan hislerimi perdelemeye çalıştım. Yanlarına gidip bir ağabey edasıyla duruma el koymayı falan planlıyordum. Bir ağabey edasıyla oğlanın kemiklerini kırmayı falan... Bir elimle Arzu'nun başını omzumdan çekmeye çalışırken dönüp yeniden Melek'e baktım. Göz göze geldiğimizde çoktan ölmüş birine bakar gibi baktı bana, gözlerindeki uzaklık karşısında içimden bir şeyler kopup gitmişti sanki.

Sakin kalmaya çalışarak önüme dönüp eğilerek "Arzu, başını şuraya koy." dedim. "Bu Cenk piçi bir şeyler yapmış kıza."

"Klasik sevgili kavgası..." diye mırıldandı kollarını belime dolayarak. "Rahat bırak çocukları."

"Bari şu halde yalan söylemeyi kes." dedim kolunu zorla açarak. "Ya da inanacak birine söylemeyi dene."

Aptal değildim çünkü. Arzu'nun nasıl bir manipülatör olduğunu çok iyi biliyordum, bu yüzden son zamanlarda ortaya attığı bu sevgililik yalanıyla sinirlerimi bozmaktan öteye geçemiyordu. Melek'le o ergenin arasında herhangi bir şey olmadığına emindim.

Sarışının kollarını çekip özgürlüğüme kavuştuğumda bakışlarım arabanın camlarına takıldı yeniden. Melek'in kollarını açıp ağlayarak Cenk'e sarıldığını görünce hareketlerim bıçak gibi kesildi. Başını çocuğun omzuna gömdüğünde yüzü kaybolmuştu manzaramdan. Oğlanın ona daha sıkı sarılıp Melek'in bir kez bile dokunamadığım saçlarını okşadığını fark edince damarlarım tarifsiz bir hisle dolup taştı.

"Sana söyledim."

Başımı sesin geldiği yöne çevirdiğimde Arzu'nun da dalgın bakışlarla arabanın camlarından onları izlediğini gördüm. İfadesiz bir gülümseme vardı yüzünde. Tüm zerrelerimin tiksintiyle dolduğunu hissetmiştim.

"Yine birileri Melek'i senden kurtardı." diyerek devam etti sözlerine. Sonra umutsuz bir ifadeyle ekledi. "Ama asla vazgeçmeyeceksin, değil mi?"

Sırf ergenin biriyle sevgili oldu diye mi? Öfke dolu bir gülüş çıktı dudaklarımdan. O piç er ya da geç üzecekti kızı, ilişkilerinin birkaç hafta bile süreceğini sanmıyordum. Melek'in ilk çıktığı kişiyle gidip evlenecek hali yoktu sonuçta. Bense her zaman hayatının karanlık bir köşesinde olacaktım. Başını kaldırıp bir kez yüzüme bakması bile yeterdi karanlıktan çıkmam için.

"Asla." dedim kıskançlıktan geberirken. "Asla vazgeçmem Melek'ten."

"İyi öyleyse." dedi Arzu pes etmiş gibi gözlerini kapatırken. "Git kopar kanatlarını."

✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧

"Kralların zehri ve zehirlerin kralı."

-Anonim

-*-

Kapının önünde dikilmeye devam ederken derin bir nefes daha alıyorum. İçeri girmem lazım. Her öpüştüğümüzde ondan kaçarak yaşayamam. Öte yandan, bu tarz yakınlaşmaların ardından nasıl kaldığım yerden konuşmaya devam edeceğime dair hiçbir fikrim yok. Mesela lisede kızlarla konuşurken ne zaman klasik düğün gecesi muhabbeti açılsa, diğerlerinin aksine ben hep sabah kahvaltısını merak ederdim. İnsanların gece birbirlerini çıplak gördükten sonra sabah birlikte çay içip sahanda yumurta yemesi fikri hep garip gelirdi bana.

Gerçi hala öyle geliyor. Kapının önünde oyalanırken 'Acaba günün birinde bizim de o tarz bir kahvaltımız olur mu?' diye geçiriyorum içimden. Bunu düşünmek bile kalbimin deli gibi çarpmasına neden oluyor. Fakat öyle bir şeyin ardından Aras'ın kahvaltı etmeye fırsat bulabileceğini pek sanmam. Cenaze, defin işlemleri falan... Heyecandan öleceğim için ilk geceden dul kalır muhtemelen.

Bu tarz şeyleri düşündükçe içeri girmemin daha da imkansız hale geldiğini fark ediyorum. Aptal iç sesim sayesinde gittikçe kayboluyor cesaretim. Karanlıkta tereddütle dikilirken sonsuza dek koridorda kalacağıma kanaat getiriyorum.

Fakat öyle olmuyor.

Odamın kapısı pat diye açılınca hiçbir tepki veremiyorum. Yüzümdeki şaşkın ifadeye bakarken iç çekerek elimden tutuyor Aras.

"Gel hadi." diyerek peşinden sürüklüyor beni. Kapıyı arkamızdan kapattıktan sonra omuzlarımdan tutarak odanın içine doğru yönlendiriyor. "Bak şimdi sana neler anlatacağım."

Sesindeki tını gibi odadaki atmosferin değiştiğini fark ederek rahatlıyorum. Acaba koridorda beklediğimi nereden bildi? Penceredeki kalın perdenin açıldığını, tülden giren sokak ışıklarının odamı aydınlattığını görünce cevabı bulmam zor olmuyor. Mehmet'in dakikalar önce gittiğini görmüş olmalı. Nedense bu bilgi tüm rahatlamamı çekip alıyor benden. Aras'ın beni yatağa yönlendirdiğini fark edince boğazımın kuruduğunu hissediyorum.

"Duyduklarına inanamayacaksın, Melek." diyor beni heveslendirmeye çalışır gibi. "Hani şu öğrenmek için başını türlü türlü belalara sokarak hayatı bana zindan ettiğin şeyler var ya? İşte onlardan bahsedeceğim sana."

Elimden tutup beni yatağa oturturken hiçbir şey söyleyemiyorum ona. Yorganı üzerime çekip koltuktaki pikeyi omzuma atıyor sessizce. Ardından onun da yatağın diğer ucuna oturup dizlerine çektiği yorgana bir defter koyduğunu fark ediyorum. Siyah kapaklı, daha önce görmediğime emin olduğum bir şey bu.

"Tablodaki zehirle ilgili notlar var burada." diyor defteri bana işaret ederek. "Senin defterini bir zehir günlüğüne çevirmek istemedim."

Sanırım bir şeyler söylemem gerek. Fakat değişen atmosfere rağmen az evvel bu yatakta olanları görmezden gelemiyorum. Yüzümün kızarmadığını umarak bakışlarımı deftere dikerken sabırla bir şeyler sormamı bekliyor Aras. En sonunda pes edip hevesli bir sunum görevlisi gibi sözü devralıyor yeniden.

"Orijinal tabloyu görür görmez zehrin ne olduğunu anladım." derken defteri açtığını görüyorum. "Arsenik, Melek! Tablodaki zümrüt yeşilleri göz alıcı bir parlaklıktaydı."

Öyleydi, elbette. Bir dakika... Ne?

"Arsenik mi?" diyorum hayretle başımı kaldırarak. Gülmemeye çalışarak başını sallayıp onaylıyor beni. "İyi de sen bunu nasıl-"

"Zehirlerle ilgili bir sürü araştırma yapmıştık, unuttun mu?" diyerek uzanıp yanağımdan bir makas alıyor. "Yeşil, arsenik rengidir. Scheele yeşili, zümrüt yeşili, Paris yeşili... Bunların her biri arsenik yeşiline verilmiş isimler. Saatchi'nin gönderdiği çakma tabloda tüm renkler birbiriyle aynı görünüyordu fakat orijinal tablodaki gözalıcı zümrüt yeşilini fark etmemek imkansızdı, Melek."

Geri çektiği elini tutup başımı avucuna yaslamamak için büyük bir çaba harcarken tabloyu ilk gördüğüm akşama gidiyorum. Aras haklı. Gerçekten de büyüleyici bir zümrüt yeşili vardı tabloda. Elimi tuvale götürüp kağıdın üzerinde bu yüzden gezdirmemiş miydim? Pigmentlerin gerçek olup olmadığından emin olmak istemiştim.

"Doğru..." diye mırıldanıyorum dalgın dalgın. "Demek arsenik..."

"Arsenik." diyerek onaylıyor beni. "Kralların zehri. Ya da zehirlerin kralı. Napolyon'u öldüren, Monet'in kör olmasına sebep olan, Van Gogh'un çıldırıp kulağını kesmesini sağlayan zehir."

Ani bilgi yüklemesine klasik bir tepki veriyorum. "Ha?"

"Eh, Napolyon'un arsenikle zehirlendiğini duymuşsundur." diyor defteri karıştırarak. "Ressamlara gelince... Orada işler biraz karışıyor. Sanayi devrimine kadar uzanan bir hikaye bu, güzelim."

Yeni şeyler öğrenecek olmanın heyecanıyla bacaklarımı altımda toplayıp dirseklerimi dizlerime dayıyorum. Ellerimi yüzüme yaslayarak hevesle onu dinlemeye koyulduğumda Aras'ın yüzünde ufak bir tebessüm beliriyor. Sırtını duvara yaslarken konuşmaya başladığını duyuyorum.

"Arsenik ilk çağlardan beri cinayet maksatlı kullanılan bir zehirdi fakat pahalı olduğu için halka inişini endüstriyel devrime kadar gerçekleştiremedi." diyor elindeki kalemi çevirerek. "Metallerin yeraltından nasıl çıkarıldığını biliyor musun, Melek? Gündelik hayatta gördüğümüzden çok daha farklı bir halde, cevher olarak çıkarılırlar. Bu cevherler yeraltında bir sürü farklı maddeyle iç içe geçmiştir, bu yüzden madenleri önce fabrikalarda işleyerek saflaştırman gerekir. İşte bu dediğim metal işleme dönemi ilk kez sanayi devrimiyle gerçekleşti."

Aklımın büsbütün karıştığını hissediyorum. "Peki arsenik tüm bunların neresinde?"

"Tam olarak metal cevherlerinin içinde." diyerek göz kırpıyor bana. "Fabrikalarda metalleri saflaştırmak için ateşte kavururken cevherin içindeki arsenik de oksijenle tepkimeye girerek arsenik trioksit gazı olarak havaya salınıyordu. Fakat arsenik gazı çok hızlı yoğunlaşır, bu yüzden henüz fabrikadan çıkamadan bacalarda beyaz bir katı olarak birikip düzenli aralıklarla fabrika bacaklarının tıkanmasına sebep oluyordu. Bacalar temizlendiğindeyse fabrika sahipleri ellerindeki büyük miktardaki arseniği atık olarak dökmek yerine piyasaya sürerek değerlendirmeye karar vermiş."

"İyi de çok saçma." diyorum anlamaya çalışarak. "Arsenik gibi kuvvetli bir zehri nasıl piyasaya sürebilirler ki?"

"Duvar kağıtlarına karıştırılmış olarak. Havai fişeklere katıp gökyüzünden şehrin üzerine yağdırarak. Makyaj malzemelerinde, elbiselerde, bisküvilerde, yapay çiçeklerde, oyuncaklarda, boyalarda kullanarak." diye sakince cevap veriyor Aras. "O dönemlerde halk arseniğin zehir olduğunu bilmiyordu, Melek. Bilim adamlarını susturmak kolaydı, reklamlar sayesinde zehri halka pazarlamaksa çok daha kolay..."

Dehşete kapıldığımı görünce yüzünde keyifsiz bir gülümsemeyle ekliyor. "İşte sana sanayi devriminin karanlık yüzü."

Ne çok karanlık var...

Oysa ben çocukken karanlığın yalnızca babamın ruhunda olduğunu sanırdım. Şimdiyse gün geçtikçe yanıldığımı görüyorum. Karanlık her yerde. Her meselede, her devirde, görünenin arkasında ve insan elinin değdiği tüm noktalarda. Tüm güzelliklerde bir parça karanlık var. Tüm büyüleyici eserlerde. Hatta kimi zaman, sevdiğim adamın gözlerinde.

İçimi saran umutsuzluk yüzüme yansımış olacak ki, Aras özür diler gibi bakıyor bana. "Ne düşünüyorsun?"

"Karanlığı." diyorum başımı öne eğerek. "Ne çok karanlık olduğunu."

Yüzünde bir tebessüm beliriyor. Bilmediğim çok daha fazla karanlık olduğunu vaat eden acı bir tebessüm bu. Onun gülüşlerine aşık biri olarak, ilk kez bir gülümsemesiyle yüreğimde sıkıntı çiçeklerinin açtığını hissediyorum.

"Arseniğin kullanıldığı iyi alanlar da var elbette." diyor konuyu değiştirerek. "Mumyalar mesela. Bir cesedin çürümesini önlemek için bu çürümeyi meydana getiren organizmaları cesetten uzak tutmak gerekir. Arsenik gibi zehirler tam olarak bunu yapıyor işte. Hatta bu yüzden, arsenik derişiminin yüksek olduğu topraklarda bitki bile yetişmez."

"Peki ya şu ressamlar?" diye soruyorum merakla diğer konuya geçerek. "Van Gogh ve Monet?"

"Ve Cezanne." diyerek listeye yeni bir isim daha ekliyor. "Hepsi sanayi devrimi döneminde yaşamış ressamlar. Tarihte, resim boyalarında genelde kurşun kullanıldığı doğrudur fakat 1800'lü yıllardaki arsenik çılgınlığı boyalara da sıçramıştı. Tablolardaki büyüleyici renklerin sırrı da buradan geliyordu. Çünkü ağır metallerin her birinin göz alıcı canlılıkta renkleri vardır. Kadmiyum kırmızısı, titanyum beyazı, demir siyanür bileşiği olan prusya mavisi, arsenik yeşili, krom sarısı gibi."

"Peki ama bunun Van Gogh'un kulağını kesmesiyle alakası ne?"

"Ensefalopati, Melek." diyor Aras defteri işaret ederek. "Bunu seninle daha önce konuşmuştuk. Hatta hemen sonrasında az kalsın öpüşüyorduk, hatırladın mı?"

Unutmak ne mümkün... Başımı eğip aniden beliren bir merakla yorganın desenlerini incelemeye koyuluyorum. Cidden bu kadar açık sözlü olmak zorunda mı? O anları düşününce ben de merak etmeye başlıyorum. Acaba gerçekten de öpüşecek miydik? Aklıma az önceki öpüşmemiz gelince yüzümün ısındığını hissediyorum. Fakat Aras'ın ufak bir kahkaha attığını duyunca utancın yerini öfke alıp, yorganı tutan ellerim birer yumruğa dönüşüyor. Eğer benimle uğraşmaya devam ederse onun suratında patlayacak olan yumruklara.

"Görünüşe göre, neredeyse öpüşeceğimizi hatırlıyorsun." diyerek sabrımı sınamaya devam ediyor. "Öyleyse ensefalopatinin beyinde işlev bozukluğu olduğunu da hatırlıyorsundur."

Konunun değişmesi için ufak bir umut ışığı görünce hevesle atılıyorum bu sözlerine. "Evet, hatırlıyorum."

Aras'ın yüzündeki gülümseme daha çok genişliyor. "Neyi hatırlıyorsun? Öpüşeceğimizi mi?"

"Babamın beylik tabancasının yerini." diyorum öfkeyle homurdanarak. "Ne kadar iyi nişan aldığımı görmek ister misin?"

"Gerek yok, güzelim." diye cevap veriyor Aras. "Sen beni zaten kalbimden vurdun."

Şeytan. Yemin ediyorum şeytan bu adam. Aras'ın yüzündeki keyifli tebessüme bakarken üstüne atlayıp onu tekrar öpmekle kafasına bir yastık geçirmek arasında kalıyorum. Onun benimle uğraştığının son derece farkındayım ancak öyle güzel gülümsüyor ki, her şeye rağmen aptal kalp atışlarım hızlanmaya başlıyor. 'Allah'ım sen aklıma başıma getir.' diye geçiriyorum içimden. 'Ben yerini bile bulamıyorum çünkü.'

Zihnimdeki ibrenin onu öpme yönüne kayıp durduğunu fark edince kendimi geri çekip yorganın altına sığınıyorum iyice. Benim kaçtığımı görünce ellerini pes ediyorum der gibi havaya kaldırıyor Aras. Ardından bir kez daha başını deftere eğiyor. Sokak ışıklarının saçlarında dans etmesini izlerken iç çekmemek için kendimi zor tutuyorum.

"Özetle, Van Gogh'un kulağını kesecek kadar çıldırmasına sebep olan şey de arsenikti." diyor sayfayı çevirerek. "Cezanne'nin diyabet hastalığının, Monet'in körlüğünün, Napolyon'un mide kanserinin de sebebi. Fakat bunlardan hiçbiri arseniğin asıl ölümcül etkisi değil."

Bu noktada durup sayfaları çevirmeye başlıyor yeniden. Defteri dolduran şekilsiz yazısına bakarken onun bir tablet ya da telefonda kolaylıkla depolayabileceği bu bilgileri neden kalemle yazdığını merak etmiyor değilim. Fakat Aras hep böyle yapıyor zaten. Kalem tutmayı seviyor... Aklıma Lavinia ile tanıştığımız gün geliyor birden.

Düşünceli bir tavırla başımı çevirip kitaplığı incelerken Lavinia'nın bana babasının edebiyatla, annesinin de müzikle ilgili olduğunu söylediğini anımsıyorum. Eh, annelerinin müziğini alan kişinin kim olduğu ortada. Peki ya babalarının edebiyat tutkusu? Onu da Aras almış olabilir mi acaba? Onun makinelere tutkun bir mühendis olduğunu düşününce bu fikir bana saçma geliyor. Sonra gözlerim raflarda duran Oğuz Atay kitaplarına takılıyor ve lafımı yutuyorum. Evet. Mühendisler de edebiyatla ilgilenebilir.

"Arsenik bileşikleri arsenatlar ve arsenitler olarak ikiye ayrılır." diyor Aras düşüncelerimi bölerek. "Tabloya rengini veren Scheele Yeşili, az evvel bahsettiğim arsin gazı ve arsenik trioksit ikinci grupta yer alıyor. O yüzden bizim işimiz arsenitlerle."

"Peki nasıl öldürüyor?" diye soruyorum hafifçe kaşlarımı çatarak. "Ölümcül olmasının sebebi başka demiştin."

Elini yüzüne götürüp sıkıntılı bir ifadeyle sakallarında gezdiriyor. "Enzimler hakkında ne biliyorsun?"

Güzel soru. Ne yazık ki, YGS biyoloji bilgilerimin bir çoğunu hatırlamıyorum. Yüzümdeki ifadeye bakarken iç çekiyor Aras. Eşit ağırlıkçı oluşum karşısında çaresiz kaldığını görünce aklımdaki son bilgi kırıntılarını öne sürerek ona yardımcı olmaya çalışıyorum.

"Vücuttaki kimyasal tepkimelerde bulunan bir şey, değil mi?" diyorum düşünceli bir tavırla. "Tepkimelerin gerçekleşmesini sağlıyorlar."

"Evet, kabaca böyle bir şey." diyerek onaylıyor beni. "Ama normal şartlar aktif değillerdir. Enzimleri bir asma kilit gibi düşün, çalışır hale gelebilmeleri için substrat adı verilen anahtar maddelerle açılmaları gerekir. Peki ya, asma kilidin anahtar deliği deforme olursa ne olur?"

Bilmiş bir tavırla başımı sallıyorum. "Anahtarla açamazsın."

"Kesinlikle öyle." diyor Aras bana. "Her kilidin kendine özgü bir şekli vardır, Melek. Enzimlerde bu şekli sağlayan şeyse, sülfür atomları. Sülfür sadece bazı enzimlerde değil, bazı proteinlerde de bulunuyor. Fakat sorun şu ki, arsenitler sülfür atomlarıyla bağ yapmaya çok elverişli. Sülfürle bağ yaptıkları zaman enzimlerin yapısını bozarak vücuttaki kimyasal tepkimeleri yavaşlatıp durma noktasına getiriyorlar."

"İyi de vücuttaki her tepkimede enzim yok mu?"

"İşte bu da arsenik zehirlenmesini tespit edilemez yapan şey." diyerek onaylıyor beni. "Arsenik bir kez kana karıştıktan sonra vücuttaki hangi tepkimede ortaya çıkacağını bilemezsin. Eğer solunum sistemine girerse akciğer yetmezliğinden öldürür, hücrelerin yapısını bozarsa kanserle sonuçlanır, kalbe giderse kalp krizi geçirirsin. Sindirim sistemine karışırsa doku iltihabı oluşur ve vücudun içtiğin sıvıların emilimini yapamaz. Böylelikle dehidrasyon oluşur ve susuzluktan ölürsün.

Oldu da sinir sistemine karıştı diyelim, o zaman da ensefalopati meydana gelir. Kabaca tabirle aklını kaçırır ve kendini Van Gogh gibi kulağını kesmeye çalışırken bulursun. Özetle, eninde sonunda öldürür fakat ölüm sebebi asla zehirlenme olmaz. Arsenik mutlaka bir bahane bulur."

Tuttuğum bütün nefesi dışarı veriyorum. Yuh. Gerçekten yani.

"Şaşırdın mı?" diyor Aras sakince beni izleyerek. "Bence asıl belirtilere şaşıracaksın."

"Zehirlenme belirtileri mi?" diye soruyorum merakla. "Anlat hadi."

Kafasına yediği yastığı alıp arkasına koyarak iyice yerleşiyor yatağıma. Ben içerideyken çıkardığı kravatını sandalyeme astığını görünce gülmemek için kendimi zor tutuyorum. Sonra bakışlarım tekrar Aras'a takılıyor. Onun ne kadar yorgun göründüğünü fark edince içim ezildiğini hissediyorum bir kez daha. Ankara'dan bugün dönmüş olmalı, dinlenmeye fırsat bulamadan buraya geldiğini anlamak zor değil.

Uzanıp arkasına koyduğu ufak yastığı çekiyorum birden. Başlamaya hazırlandığı konuşmayı bir kenara bırakıp huysuz bir tavırla söyleniyor. "Hiç rahat verme zaten."

Onu duymazdan gelerek cevap vermeyi erteliyorum. Zaten fazla üstelemiyor, aksi bakışlarını üzerimden çekip deftere dönüyor yeniden. Üzerimdeki yorganı kenara çekip ufak yastığı bacaklarımın üzerine koyduktan sonra elini uzatıyorum ona.

"Gel."

"Ha?" diyerek başını defterden kaldırıp bana bakıyor. "Nereye?"

Önce yastığı, ardından başını işaret ediyorum. "Buraya."

Normal şartlarda bu teklifi geri çevirmeyeceğini biliyorum. Bunu benden hiç beklemediğini de. Bu yüzden kafası karışmış gibi görünerek sorgulamaya devam ediyor.

"Dizine yatmamı mı istiyorsun?" diyor emin olmaya çalışır gibi. "Neden ama?"

"Yorgunluktan ölmek üzere gibi görünüyorsun da ondan."

"Merak etme, ben alışkınım." diyerek anlayışla gülümsüyor. Anlayışın da tam sırasıydı çünkü... "Hem daha belirtileri anlatacağım, Melek."

Hay senin görev aşkına... Huysuz bir tavırla Aras'a bakarken bir anlığına dudaklarının kenarı seğirir gibi olduğunu görüyorum fakat emin olamıyorum. Çok geçmeden başını ciddiyetle deftere eğiyor yeniden. Sabırla iç çekerek tekrar deniyorum şansımı.

"Deftere pek baktığın yok, uzanırken de anlatabilirsin."

"Benim için fedakarlık yapmak zorunda değilsin, Melek." diyor başını defterden kaldırmadan. "Şimdi durduk yere seni rahatsız etmeyeyim."

"Senden rahatsız olmuyorum, Aras. Gel hadi." diyerek kolundan çekiştiriyorum onu. Kıpırdamadığını görünce nihayet tepemin tası atıyor. "Gelsene be adam!"

Aras kahkaha atarak kucağıma uzanırken komploya kurban gittiğimi fark ediyorum. İlk tepkim kafasına bir tane patlatmak üzere elimi havaya kaldırmak oluyor. Fakat masmavi gökadaları andıran gözlerindeki neşeli gülüşe bakarken kendimi tutamayıp ben de gülmeye başlıyorum. Uzanıp yorganı onu karnına, benimse bacaklarımın üst yarısına gelecek şekilde çekerken dikkatle beni izliyor. Üstüne atlayıp onu hırpalayarak sevme dürtüme engel olmak için kendimle savaşıyorum adeta.

"Böyle üşürsün."

Başımı eğip ona baktığımda yorganın dışında kalan gövdemi işaret ediyor. Belli ki vücudunun ne kadar güzel bir ısı kaynağı olduğundan haberi yok. Kucağımdaki başının altında yastık olsa da, yarı yarıya bacaklarımın üzerine serilen gövdesi tepeden tırnağa ısıtıyor beni. Kıpırdanıp durdukça sırtındaki kasların bacaklarımın üzerinde hareket ettiğini hissediyorum. Cevap vermediğimi görünce hafifçe doğrularak yatağın diğer ucundaki pikeyi uzatıyor bana.

"Şunu omzuna al."

Kendini sırtüstü kucağıma bıraktığında ağırlıktan bacaklarım karıncalanıyor. Fakat beklenmedik derecede güzel bir his bu. Aras huzurla gözlerini kapatırken bana verdiği pikeyi omzuma sarıyorum sessizce. Oysa yapmak istediğim şey bambaşka. Pikeye değil, ona sarılmak istiyorum ben.

Aklıma birkaç saat önceki öpüşmemiz gelince yüzüm ısınmaya başlıyor. Aras'ın sebebini kendime bile açıklayamadığım bir etkisi var üzerimde. Tenim tenine değdiğinde canlanıyor sanki, elimi tuttuğunda bile dokunduğu yerlerin nefes almaya başladığını hissediyorum. Bir yandan da gözüm korkuyor. Çocukluğumdan bu yana dinlediğim öğütler, annemin tembihleri, babamın baskısı zihnimin gerilerinde hiç durmadan kendini hatırlatıyor bana.

Hepsini zihnimde bir kenara bırakıp bakışlarımı Aras'a çeviriyorum tekrar. Gözleri kapalı hala. Düşüncelere dalmışken farkında olmadan onun üzerine eğildiğimi anlayınca çaresizce iç çekiyorum. Harikasın, Melek. Mecburen başından beri amacım buymuş gibi dürtüyorum onu.

"Uyuma sakın."

Dudaklarının kenarında minik bir tebessümün gölgesi beliriyor.

"Uyumak mı?" diyor Aras gözlerini açmadan. "Göğüslerini kafama yaslamaya devam ettiğin sürece ancak ölüm uykusuna yatabilirim, güzelim."

Huzursuzluğumun yerini utanç alıyor birden. Hızla geri çekildiğimdeyse tüm suçun bende olmadığını fark ediyorum. Başını dizime koymuştu sözde, fakat her ne hikmetse şimdi karnımın üzerinde duruyor! Bir kez daha sabırla iç çekiyorum. Ardından ellerimle omuzlarına bastırarak bacaklarıma doğru itmeye çalışıyorum onu.

"Ne yapıyorsun, Melek?"

"Karnımın üzerindesin, pislik herif!" diyorum öfkeyle çıkışarak. "Biraz aşağı indir başını!"

Utanmadan kahkaha atıyor. "Yapmamı istediğin bir şey varsa açıkça söyle, güzelim."

"Daha ne kadar açık olabilirim?" diye söyleniyorum. "Dizime yatacaksın, karnıma değil. Yazarak da anlatayım mı?"

Bir kahkaha daha atıyor. Bu sefer kendimi tutamayıp ufak bir fiske geçiriyorum kafasına. Neyse ki en sonunda dediğimi yapıp yeniden dizlerime iniyor. İç çekerek uzanıp açılmış yorganı üzerimize çekiyorum bir kez daha. Defteri işaret ettiğimi görünce masum bir tavırla kaşlarını kaldırarak sessiz bir soru soruyor.

"Belirtileri anlat, Aras." diyorum sorusuna cevaben. "Bak gerçekten sabrımın sonundayım."

Kendi kendine mırıldanıyor. "Var mıydı bir sonu?"

Sorduğu şeye bir anlam veremediğim için bir cevap da veremiyorum. En sonunda iç çekerek deftere uzanıyor yeniden. Sayfaları açtıktan sonra yattığı yerden kısa bir bakış atıyor yazılara.

"Belirtiler ikiye ayrılıyor, Melek." derken yeniden ciddileşiyor. "Tek seferlik olana akut zehirlenme, uzun süreli gerçekleşene ise kronik zehirlenme deniyor. Bizimki ikincisi."

Arzu'nun düzenli olarak resim yaptığını düşünürsek bu doğru. Anlayamadığım nokta, arsenikli boyalara nasıl ulaştığı. Neden ulaştığı. Önceden birilerinin onu kasıtlı olarak zehirlediğini sanıyorduk fakat artık eskisi kadar emin değilim. Gerçi boyaları nasıl temin ettiğine göre bu durum değişebilir.

"Kronik zehirlenmede en önemli belirti sarımsak kokusu." diyerek pat diye söze giriyor Aras. "Arsenikle uzun süre zehirlenen bir insana yaklaştığında sarımsak kokusu duyarsın. Bu aynı zamanda arsenik zehirlenmesini diğer ağır metal zehirlenmelerinden ayıran şeydir. Kurşun, civa, talyum gibi diğer metal zehirlenmelerinde sarımsak kokusu açığa çıkmaz."

Hiçbir tepki veremiyorum ona. Aklıma Arzu'nun yanındayken sarımsak kokusu duyduğum onlarca an dolup taşıyor. Annem hastanede yatarken bile duymuştum bu kokuyu. Arkasında böyle bir şey olabileceği aklımın ucuna bile gelmemişti. Aras ne kadar sarsıldığımı fark etmeden devam ediyor sözlerine.

"Bir diğer belirti de ellerde ve ayaklarda yanma ve uyuşma hissi." diye beni hayrete düşürüyor yeniden. "Arseniğin sinir sistemine karışıp ensefalopatiye neden olduğunun göstergesidir bu. Sempatik sinir sisteminde işler bozulmaya başladığı zaman zehirlenen kişinin ellerinde ve ayaklarında yanmaya benzer bir karıncalanma görülür."

"Bu yüzden Arzu'yu birkaç kez zorla acil servise götürmüştüm." diyorum hayretle. "Her seferinde iğne yapıp gönderdikleri için bir daha gitmedik..."

"Fark etmemeleri normal, Melek." diyor Aras düşünceli bir tavırla. "Gerçi tırnaklarındaki Mees çizgilerini gören her doktor durumdan şüphelenirdi ama-"

"Ha? Ne çizgisi?"

"Arzu'nun tırnaklarında yatay çizgiler yok muydu?" diye hatırlatıyor bana. "Arsenik zehirlenmesinde görülen karakteristik Mees çizgileri onlar. Benzer şekilde cildindeki lekelerin sebebi de bu. Açıklayamadığım tek şey, nefes darlığı yaşamamış olması."

"Yaşıyormuş..." diyorum yüzümde acı bir tebessümle. "Yazın rektörlükten çaldığım kayıtları tekrar tekrar izledim. Bahçede cinnet geçirdiği esnada çantasından astım spreyi düşüyor. Nefes darlığı yaşadığına bu yüzden şahit olmadık."

Sessiz kalıyoruz bir süre. Arzu'yu düşünürken ne yaparsam yapayım Aras'ı konunun dışında tutamıyorum. Tırnaklarındaki çizgilerden bahsettiğinde onun elini tuttuğu anlar geliyor gözümün önüne. Sayısız sarılmalarının herhangi birinde Aras da sarımsak kokusunu fark etmiş olmalı. Ben Arzu'yla daha fazla vakit geçiriyordum fakat Aras ona benden daha yakındı. Sahi, sevişirken tenindeki lekelerin sebebini hiç merak etmedi mi? Sadece Arzu'yu kaybetmediğini bilse ne yapar acaba? Onunla birlikte bebeğinin de zehirlendiğini öğrense nasıl bir yıkım yaşar?

Arzu'nun bahçedeki haykırışlarını hatırlıyorum yeniden. O dönemler Aras'ın bebekten haberdar olduğunu sanıyordum ne yazık ki. Arzu Aras'ın gelip onları götüreceğini anlatıp duruyordu, aile olma sözleri verdiğinden bahsediyordu bana. Eğer tüm bunların zihninde kurduğu hayaller olduğunu, bebeği Aras'a söylemediğini bilseydim gidip onunla konuşurdum.

Bilseydi her şey bambaşka olurdu muhtemelen. Belki de Arzu'nun zehirlendiğini bile fark edebilirdik. İhtimaller, ihtimaller... Artık değiştiremeyeceği bir geçmişin onun canını yakmaktan başka bir işe yaramayacağının farkındayım. Ancak yüreğimde giderek ağırlaşıyor bu sır. Nereye kadar susabilirim ki? Eninde sonunda aramızdaki gerçek duvarı ona haykırıp her şeyi bir enkaza çevireceğim.

Başına düşen gözyaşı damlasını fark ettiğinde birden duruyor Aras. Gözlerini sayfalardan ayırıp şaşkınlıkla bana baktığında kendimi tutamayıp üzerine eğiliyorum. Kollarımı başının etrafına sarıp yanağımı yüzüne yaslarken gözyaşlarım giderek hızlanıyor. Çok geçmeden Aras'ın şaşkınlıktan sıyrıldığını fark ediyorum. Aniden doğrulmaktan vazgeçip bacağımdan tutarak aşağı çekiyor beni. Geceliğim yukarı sıyrılırken kayarak yatar pozisyona geçiyorum birden. Defteri bir kenara attıktan sonra kollarını belime dolayarak sımsıkı sarılıyor bana.

"Özür dilerim, Melek..." dediğinin duyuyorum onun. "Ben... Bunların seni nasıl etkileyeceğini düşünemedim."

Şu anda onu teselli ettiğimden bile haberi yok. Zaten bir teselliden başka ne verebilirim ki ona? Aramızda asla yıkılmayacak bir duvar varken, varlığından bile haberdar olmadığı bebeğinin yasını onun yerine tutarken, gerçekleşmemiş ihtimaller içimde kanayan bir yaraya dönerken bundan fazlası mümkün mü? Arzu'nun üzerinde bir ağaç bile yaşatmayı başaramadığım mezarını düşünürken boğazımdan bir hıçkırık kopuyor.

"Mezarında bir ağaç bile yaşatamadım." diyorum yeni fark ettiğim bir gerçekle. "Vücudundaki zehir toprağa da karıştığı için... Ektiğim fidanların hepsi kuruyup öldü, Aras. Allah kahretsin, başında bir ağacı olsun istemiştim!"

"Şş, tamam..." diyor beni iyice kendine çekerek. "Toprağı temizletiriz, Melek. Birlikte gidip ekeriz o ağacı."

Attığım kahkaha hıçkırıklarıma karışıyor. "Birlikte mi?"

Hiçbir şey söyleyemiyor. İkimiz de neden bahsettiğimi çok iyi biliyoruz. İkimiz de kelimelerin bittiği yerde olduğumuzu görebiliyoruz. Çünkü bir uçurum var bundan sonrasında. Her hakikatin içinde bir ölüm, her yolun sonunda bir uçurum ve her bitişin ardında bir düşüş var.

"Geçmişi aşamıyorsun, değil mi?" diye soruyor birden. "Bu yüzden beni erkek arkadaşın olarak göremiyorsun."

Aras'ın sorusuna verebildiğim tek cevap ona daha sıkı sarılmak oluyor. Nasıl aşabilirim ki? Bana Arzu'yu sevdiğini ve onların cehenneminde yerim olmadığını söylediği anları, şahit olduğum tüm o sarılmaları unutsam bile bir aile olma ihtimallerini unutamıyorum. Ne kadar sarılırsam sarılayım kollarımın arasındaki beden tamamen bana ait olmuyor işte.

"Silelim öyleyse." diyor Aras birden. "Son üç yılı unutmaya ne dersin, Melek?"

Mümkün mü böyle bir şey? Başımı göğsünden kaldırıp yüzüne bakıyorum hayretle. "Nasıl yani?"

"Romantik komedi filmlerindeki gibi sıfırdan başlamaktan bahsediyorum." diyor gülümseyerek. "Önce arkadaş olalım, tabi kanka olmaktan bahsetmiyorum. Sonra da flört aşamasında olan şeyleri yaparız."

"Ne gibi şeyler?"

"Dans ederken kurduğumuz hayallerdeki gibi şeyler." diyor kısa bir sessizliğin ardından. "Konsere gitmekten, kamp yapmaktan bahsediyorum. Hiç birlikte film izlemedik mesela. Dışarıda oturup yemek yemedik, bir şeyler içmeye gitmedik. Çok şey kaçırdık, Tinúviel."

Bahsettiği şeylerin düşüncesi bile içimi ısıtmaya yetiyor. Sahiden, öyle çok şey kaçırdık ki... Bir kez bile uzanıp yıldızları izlemedik onunla. Nefretle, cinayet soruşturmalarıyla, hasretle ve genelde ölümün eşiğinde geçti çoğu anımız. Gizlice odama girdiği, yatağımda oturduğu bu geceyi bile zehirlerden konuşarak geçirdik. Oysa benim onunla yapmak istediğim çok şey vardı.

"Kamp işini unut." diyorum başımı iki yana sallayarak. "Ev hapsim bittiğinde annemin eskisi gibi geceyi Lavinialarda geçirmeme izin vereceğini sanmıyorum."

"Bu fikrimi onayladığın anlamına mı geliyor?"

Sanki başka türlüsü mümkünmüş gibi. Sanki onu hayatımdan çıkarma şansım varmış gibi... Başımı aşağı yukarı sallayarak onaylıyorum Aras'ı. Yüzünde içimi ısıtan bir gülümseme beliriyor önce. Ardından beni de kendisiyle beraber çekerek yatakta doğruluyor. Aramıza ufak bir mesafe koyduktan sonra bana elini uzattığını fark ediyorum.

"Öyleyse döndüğümde arkadaş olacağız." diyor ciddi bir tavırla. "Anlaştık mı?"

Bu kez ben de gülümsüyorum ona. "Anlaştık."

Beni çekip göğsüne bastırdığında huzurla gözlerimi kapatıyorum. Sonuçta henüz arkadaş değiliz. Hem arkadaş olsak bile sarılmanın problem olacağını zannetmiyorum. Çenesini başımın üzerine yaslayıp keyifsiz bir şekilde iç çekiyor Aras. Gözlerimi araladığımda bakışlarım pencereye takılıyor ve sorunun ne olduğunu ben de anlıyorum. Gün ağarmak üzere...

"Gitmem lazım, Tinúviel."

"Bence de." derken gönülsüzce geri çekiliyorum. "Gidip uyu biraz."

"Görürsem söylerim." diyerek saçlarımı karıştırıyor. Ardından kısa bir bakış atıyor saatine. "Dört saat sonra kongre başlayacak."

Onun telaşla ayaklandığını görünce ben de kalkıyorum yataktan. Tanrı aşkına ne kongresi? Gözlerinden akan yorgunluğu gördüğümde elimde olmadan kaşlarımı çatıyorum. Dışarıda gittikçe aydınlanan havaya keyifsiz bir bakış attıktan sonra etrafta bir şeyler aramaya başlıyor panikle.

"Henüz çok vaktin var, hiç değilse biraz uyuyup da git." diyorum onu ikna etmeye çalışarak. "Kongre nerede ki?"

"Ankara'da." diyerek susturuyor beni. Sonra eğilip yatağımın altına göz atıyor. "Kravatımı gördün mü?"

Harika. Uykusuzluktan gözünün önündekini bile göremez haldeyken inatla gitmeye çalışıyor. Cidden harika. Homurdanarak yürüyüp sandalyeye astığı kravatı alıyorum elime. Başını yatağımın altından çıkarıp yukarı kaldırdığında derin bir nefes alıyor Aras. Onun ayağa kalkıp yanıma geldiğini görünce kravatı arkama saklıyorum.

"Güzelim, versene şunu."

"Yarım saat uyursan veririm." diyorum şansımı deneyerek. "Bu halde kaza yaparsın, Aras. Sana acıdığımdan falan değil, diğer insanları düşünüyorum ben."

"Merak etme, şoför dışarıda bekliyor." diyerek uzanıp elimden alıyor kravatı. "Bu arada lavabonuzu kullanabilir miyim?"

Başımı sallayarak onaylıyorum. Onu lavaboya kitlersem paspasın üzerinde uyur mu acaba? Annemin uyanıp da onu lavaboda mahsur kalmış halde bulduğu zaman yapacaklarını düşününce vazgeçiyorum bundan. Yenilgiye uğramış bir halde yatağa otururken Aras arkasını dönüp bana bakıyor.

"Diş fırçan ne renk?"

"Pembe." diyorum boş bulunup. Sonra panikle ayağa fırlıyorum "Hayır! Diş fırçamı kullanamazs-"

Kapıyı kapatıp koridorda kayboluyor. Başta peşinden gidip engel olmayı düşünüyorum fakat sonra aklıma gece yaşadığımız öpüşme geliyor. Dilinin ağzımda diş fırçamdan daha çok yere temas ettiğini düşününce yüzümün ısındığını hissediyorum. Boğazımın kupkuru olduğunu fark ederek ayağa kalkıp çalışma masamın üzerindeki suyu dikiyorum kafama. Evet. Sanırım, diş fırçamı kullanması sorun olmaz.

Boş bardağı izleyerek geçirdiğim birkaç dakikanın ardından odamın kapısı açılıyor tekrar. Aras'ın bir fırtına gibi içeri dalıp eşyalarını toplamaya başlamasını izliyorum. Kullanmaya fırsat bulamadığı alet çantasını pencerenin önüne bıraktıktan sonra ayakkabılarını giyiyor. Defterini ve evrak çantasından yere saçılan kağıtları yeniden çantaya koyarken bana doğru ilerlediğini fark ediyorum.

"Görüşürüz, güzelim." diyor alnıma bir öpücük kondururken. Bakışları masanın üzerinde bir noktaya takıldığında duraksıyor. "Dün ben gelmeden önce bunları mı yapıyordun?"

Bakışlarımı onun tebessümünden alıp masaya çevirdiğimde şeffaf poşete koyduğum mantıları görüyorum.

"Naz'la birlikte annemin sponsorluğunda galaktik bir mantı uygarlığı kuruyorduk." diyorum keyifsizce. "O kadar fazlalar ki, bir kısmını sana vermenin sorun olmayacağını düşündüm."

"Bana mı?"

"Evinde pişirmen için." diyerek onaylıyorum onu. "Zaten yapımı çok kolay. Bunları suda haşlarken başka bir tavada yağ-"

Ve bir kez daha öpüyor beni.

Bu kez ayaklarım yerden kesiliyor. Dudaklarıyla dudaklarımı kavradığında çaresizce tutunacak bir yer bulmaya çalışıyorum. Bir eliyle belimden tutup beni kendine çekerken evrak çantasını sandalyeye bırakıyor Aras. Serbest kalan diğer elinin de belime dolandığını hissediyorum. Sonra ne olduğunu bile anlayamadan havaya kaldırıp pat diye çalışma masama oturtuyor beni. Gövdesiyle aralanmış bacaklarımın ortasında kendine bir yer edindiğini fark ettiğimde büsbütün şaşırıyorum. Diliyle dudaklarıma baskı yaparken sabırsızlıkla homurdanıyor.

"Aç ağzını."

Kalbim deli gibi çarpmaya başlarken şaşkınlıktan sıyrılıp dudaklarımı aralıyorum. Ağzımın içinde açlıkla gezinmeye başladığında altımdaki zemin kayıp gidiyor sanki. Düşmemek için kollarımı boynuna dolayıp hasretle kendime çekiyorum onu. Gitmesin... Elleri hep böyle şifa verircesine gezinsin vücudumda. Dizlerimde uyusun, gülüşünü izleyeyim geceler boyu. Pinokyo kuklam gibi onu da saklayayım ahşap sandığımda.

Bu istekle başımı yana eğip daha çok kendime çekiyorum Aras'ı. Ellerini kalçama kadar sıyrılmış geceliğimin altından geçirip sırtımı okşamaya başlıyor. Dokunuşuyla birlikte irkiliyorum aniden, parmak uçlarından yayılan elektrik tüm vücudumu kaplıyor sanki. Arkaya doğru eğilirken içgüdüsel olarak bacaklarımı yukarı kaldırıp vücudunun iki yanına bastırıyorum. Ardından boynuna doladığım ellerimden birini gömleğinin yakasından içeri geçirip çıplak sırtına dokunuyorum. Bunu beklemiyor olacak ki hareketleri bıçak gibi kesiliyor.

Ne yaptığımı bilemez halde kürek kemiklerinin arasındaki boşluğu okşarken sırtındaki kasların yay gibi gerildiğini hissediyorum. Parmakları daha çok belime gömülürken karşılık olarak tırnaklarımı geçiriyorum tenine. Bir an sonra ufak bir nida kopuyor dudaklarından, ardından belimden çektiği elleriyle baldırlarımı kavrayıp aşağı indiriyor birden. Aras geri çekilirken kollarımın boynundan çözülüp iki yana düştüğünü hissediyorum.

Karşımda durup bana bakarken epey afallamış gibi görünüyor. Bendeyse hatlar karıştı her zamanki gibi. Sahi, bu neydi şimdi böyle? Aras'ın bakışları üzerimde gezinirken sarhoş gibi hissederek öne eğiyorum başımı. İlk fark ettiğim şey iki yana açtığım bacaklarım oluyor. Yüzüm yanmaya başlarken bacaklarımı kapatıp geceliğimin eteklerini aşağı çekiştiriyorum.

"Melek..." diyor Aras en sonunda. "Hani sana döndüğüm zaman her şeyi unutup arkadaş olmayı teklif etmiştim ya?"

Normal koşullarda başımı kaldırıp hevesle "Hıhı?" derdim bu soruya. Fakat şimdi halının desenleri daha çok ilgimi çekiyor. Bu yüzden geometrik şekilleri izlerken onun devam etmesini bekliyorum sessizce. Kısa bir sükunetin ardından bana doğru ilerleyip sandalyeye bıraktığı çantasını alıyor. Hemen ardından eğilip saçlarımı öptüğünü hissediyorum. Arkasını dönüp pencereye doğru ilerlerken mırıldanarak sözlerine devam ediyor.

"İşte o sözü eden çenemin yayını da, onu gevşeten tornavidayı üretimden kaldırsınlar."

-*-

Not: Evet, bu bölüm burada bitmezdi ama ben bittim. Saat 06:16. İki saat sonraki ders var. Günahıyla sevabıyla bölümü atıp uyumaya gidiyorum. Umarım yanlışlıkla final bölümünü falan atmam. Öbtüm. :dd

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro