Bölüm 31/2 - Babil
Bazı yerler çok aceleye geldi, sabah dersim olduğu için böyle göndermek zorunda kaldım, kusuruma bakmayın.
Ayrıca bu bölümü Nuri Bilge Ceylan'a bakış açımı değiştiren Şevo'ya (@bendenbanane) ithaf etmek istiyorum. Kimseye Söyleme isimli bir hikayesi var ama bence bunu o da unuttu çünkü bölüm atmıyor.
Bölüm atsana, kaltak. :)
✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧
KARA KUTU SİSTEMLERİ VE YAPAY ZEKA
TeknoNerd Özel Sayı
"Kara kutu, yapay zeka alanında çalışma mekanizması tam olarak anlaşılamayan sistemlere denir. Bir yapay zeka algoritmasını bir veri yığınıyla beslerseniz, algoritma veriler arasında bağlantılar kurarken bir nöral yapı oluşturmaya başlar. Günün sonunda ise çeşitli görevleri yerine getirebilen bir yapay zeka modeli elde edersiniz. Sorun şu ki, kutunun içinde ne olduğunu göremezsiniz.
Örneğin hastalık teşhisi koyabilen bir yapay zeka modeli geliştirdiğimizi düşünelim. Modeli eğitebilmek için önce çok sayıda farklı hastaya ait sağlık verilerinden ve demografik bilgilerden oluşan devasa bir veri yığınına ihtiyaç duyardık. Bu veri yığınını uygun algoritmalarla yapay zekaya aktardıktan sonra bize gerek kalmazdı. Çünkü algoritma, veri yığınını aldıktan sonra bir kara kutuya dönüşerek verileri bizim anlayamayacağımız bir şekilde işlemeye başlardı. Veriler arasında bağlantılar kurar, çıkarımlar yapar ve hasta verilerinden oluşan bilgi yığını sayesinde bir hastalık teşhis modeli yaratırdı. Bizimle paylaşacağı şey, bu model olurdu işte. Teşhis modelinin nasıl çalıştığını, neyi ne şekilde ve en çok neye dayanarak yorumladığını anlayamazdık ama sokaktan geçen bir insanın sağlık verilerini modele girdiğimizde hangi hastalıkları taşıdığını öğrenebilirdik.
Fakat modelin çalışma mantığını görememenin bazı can sıkıcı sonuçları olurdu. Oldu da. Geçtiğimiz aylarda meydana gelen COMPAS skandalı bunlardan biriydi. COMPAS, ABD'de bir kişinin tekrar suç işleme olasılığını tahmin etmek için kullanılan bir yapay zeka risk değerlendirme sistemiydi. Ancak, bir ProPublica analizi, bu algoritmanın siyahi kişilere karşı önemli bir önyargı sergilediğini ortaya çıkardı. Bu analize göre, COMPAS, düşük riskli siyahi kişileri yüksek riskli olarak sınıflandırma eğilimindeydi ve tam tersi şekilde, yüksek riskli beyaz kişileri yanlışlıkla düşük riskli olarak etiketliyordu. Benzer şekilde, sağlık alanındaki yapay zeka modellerinde de ırkçılık skandalları gün geçtikçe artıyor.
Uzmanlar, yapay zeka modellerinin geliştirdiği ırkçı ve cinsiyetçi önyargıların algoritmanın beslendiği veri yığınından kaynaklandığını belirtiyor. Michigan Üniversitesi Sibernetik Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Joseph Corrigan "Bu skandallarda masum olan tek şey yapay zekanın kendisi," diyerek teknolojinin arkasında durdu. "Nihayetinde bu bir algoritma. Kendi başına ahlaki erdemler kazanamayacağı gibi; ırkçılık, cinsiyetçilik gibi önyargılar da geliştiremez. Bunların hepsi algoritmayı eğittiğiniz veri setlerinin sonucudur. Yapay zekayı güvenilir ve tarafsız verilerle beslerseniz, güvenilir ve tarafsız bir yapay zeka modeli yaratırsınız."
Corrigan'ın açıklaması akıllara şu soruları getiriyor: Peki ya algoritmayı tarafsız verilerle beslemezsek? Ya birileri algoritmayı bilinçli şekilde manipüle edilmiş verilerle eğitmeye kalkışırsa?
Yarattığımız yapay zeka modelini, canavara dönüşmekten kim alıkoyacak?"
-TeknoNerd, Mart 2019
(Haber herhangi bir yerden alıntı değildir, bizzat yazdım ve haberde geçen tüm kişi/departman adları kurgusaldır. Haberde verilen bilgileri lütfen dikkatle okuyunuz, kitapta okuduğunuz her şey kurgu için gereklilik arz etmektedir. Sevgilerimle.)
✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧
"4. Ben, Babil Kralı Nebukadnezar, evimde huzur, sarayımda gönenç içindeydim.
5. Beni korkutan bir düş gördüm.
9. İşte gördüğüm düş:
10. Dünyanın ortasında çok yüksek bir ağaç gördüm.
11. Ağaç büyüdü, güçlendi, boyu göklere erişti.
Dünyanın dört bucağından görülüyordu."
- Kutsal Kitap
(Daniel'in Kehanetleri, Bölüm IV)
-*-
Şubat, 1999
"Sonunda Karamazov Kardeşler'i bitirdim." dedi Gülnihal kocasının kendisine uzattığı meyveyi alırken. Ardından umutsuz bir tavırla iç çekti. "Nedense klasiklerle yıldızım bir türlü barışmıyor."
Hakkı bıyık altından tebessüm ederek yeni bir elma aldı eline. Evdeki nadir huzur anlarından birini yaşıyorlardı. Uyanık olduğu anların çoğunu ağlayarak geçiren ufak kızlarını zar zor uyutmayı başarmışlardı, ki bu büyük başarıydı onlar için.
"Eh, ben de senin şu fantastik romanları pek anlamıyorum." diye itiraf etti meyveyi dilimlerken. "Herkes klasik sevmek zorunda değil." Elma dilimlerinden birini karısına uzatırken Gülnihal tüm dikkatini önünde duran deftere vermişti yine. Okuduğu kitaplarda beğendiği yerleri not aldığı bir defterdi bu.
"Ama kitapta bir yer ilgimi çekti." diyerek mırıldandı elmayı ısırırken. Ardından defteri çevirip kocasına gösterdi. "Baksana, Dostoyevski Babil Kulesi'ni yerden göğe yükselmek için değil, göğü yere indirmek için inşa edilmiş bir kibir eseri olarak nitelendirmiş. Ben orayı bir ibadethane olarak düşünmüştüm hep."
"Bildiğim kadarıyla, Dostoyevski haklı." diyerek mandalinalara uzandı adam. "Hatta dillerin kökeninin de oradan geldiği söylenir. Yanılmıyorsam, Tevrat'ta Tanrı'nın bu kuleye öfkelenip, birbirlerini anlayamasınlar diye Babillilerin dillerini karıştırdığı yazıyor. Ondan önce tüm insanlık aynı dili konuşuyormuş falan."
"Hıı, öyleyse bu da oradan geliyor." dedi Gülnihal defteri çevirip kocasına göstererek. "Muhavere-i Tebabüliye. Babil Kulesi'yle ilgili bir yerde geçiyordu, anlamını bilmediğim için not almıştım."
"Babillilerin konuşmaları demek," diyerek başını salladı Hakkı. O sırada Gülnihal kaleme davranıp not almaya başlamıştı. "İki kişinin birbirini anlayamadığı, konuşmaların uğultu halini aldığı durumlara deniyor."
Genç kadın söylediklerini not alırken kendisi de yeniden meyvelerde uzandı. Gülnihal'in asıl ilgi duyduğu alanın etimoloji ya da sosyoloji olmadığının farkındaydı Hakkı. Zekasının ne denli keskin olduğunun da. Onunla evlenirken karısını alıştığı rahat olanaklardan koparacağı için kendini suçlu hissediyordu fakat durumun bununla kalmayacağını, evliliklerinin Gülnihal'i okuldan da koparacağını hiç düşünmemişti. Ve dile getirmese bile onun da asıl özleminin buna yönelik olduğunu biliyordu. Bir süre önce onun okula dönmesi hakkında konuşmuş, fakat kesin bir sonuca varamamışlardı. Meyveleri dilimlerken kendine engel olamayıp bir kez daha sormayı denedi bu konuyu.
"Okul konusunda bir karara vardın mı?"
Gülnihal yazı yazdığı defteri kenara koyup kocasına baktı sıkıntıyla. Kararsızlığı yüzünden açıkça belli oluyordu.
"Bilemiyorum, yani... Çok zaman geçmedi mi sence de?"
Birlikte Anadolu'ya kaçmadan önce İstanbul Teknik Üniversitesi'nde okuyordu hala. Gittikleri şehirde hayatları düzene girer girmez yatay geçiş yaparak okula devam etmeyi planlamıştı ama babası altı ayda bir onları başka şehre sürdürdüğü için asla mümkün olmamıştı bu. Şimdiyse yatay geçişe gerek kalmadan kendi okulunda bölüme devam edebilme imkanı vardı. Fakat bu kez de geçen zamanı düşünerek genç kadın tereddüt edip duruyordu.
"Epey zor bir bölüm olduğunu inkar edemem ama üstesinden gelebileceğini biliyorum, Nihal." dedi Hakkı meyve soymaya devam ederken. "Önemli olan devam etmek isteyip istemediğin."
"Üstesinden gelebileceğimden çok da emin değilim açıkçası." diyerek kalemi bırakıp elini başına yasladı kadın. "Fizik hobi olarak okunacak bir bölüm değil ki. Her derse gitmem gerekir. Hem daha Lavinia da çok küçük..."
"Güzelim, bunlar teferruat." dedi adam başını sallayarak. "Devam etmek istiyor musun, istemiyor musun?"
"İstiyorum ama-"
"Aması falan yok, öyleyse." diyerek bir dilim meyve uzattı kadına. "Teferruatları bana bırak. Sen sadece eylülde yeniden öğrenci olacağın fikrine alışmaya çalış."
Eh, kolay olmayacaktı muhtemelen. Oturdukları evden taşınmak zorunda kalabilirlerdi ve bu kendisinden çok Gülnihal'i üzerdi. Tabi bir de bakıcı tutmaları gerekecekti. Evlendikten sonra durumları düzelse de lükse kaçmamışlardı pek. Tercihleri doğrultusunda gelişen bir durum değildi bu, sık sık şehir değiştirdileri için hiçbir yerde eşya düzmeye yetecek kadar uzun kalamamışlardı. Hal böyle olunca ellerine geçen paranın çoğu kendilerine kalıyordu, çocuklarını düşünerek birikim yaptıkları için şimdi kenarda epey-
Gülnihal'in dudaklarına yapıştığını fark edince düşünceleri yarım kaldı adamın. Elindeki bıçağı kenara bırakıp karısına kendine çekti hevesle. Onun bu tepkisi karşısında genç kadın da kıkırdamaya başlamıştı, gülmekten öpüşemeyecek hale geldiğini anlayınca başını arkaya atıp kahkahalarla gülmeye başladı bu kez.
"Komik olan ne?" diyerek somurtmaya çalıştı adam. Fakat kadının kahkahalarını izlerken yüzüne yayılan gülümsemeye engel olamamıştı. Gülnihal'in kahkaha atmayı bırakıp muzip bir tavırla ona baktığını fark etti önce, başına gelecekleri anlayınca yüzünde yalvarır gibi bir ifade belirmişti.
"Hayatım, birazdan Lavinia uyanır." diye durdurmaya çalıştı onu. "Gece edersin teşekkürünü."
"Teşekkür mü?!" diyerek kafasına bir fiske geçirdi Gülnihal. Sonra elbisesinin yakasını sıyırıp iç çamaşırını gösterdi adama. "Gördüğün gibi, sabahtan beri seni yatağa atma planları yapıyordum zaten."
Kendini tutamayıp kahkaha atmaya başladı o da. Fakat kadının bacaklarını iki yana açıp kucağına oturduğunu fark edince gülmeyi kesti.
"Baştan uyarayım, bu sefer Lavinia uyandı falan dinlemem-"
"Lavinia mamasını yedi, asla uyanmaz." diyerek bacaklarını beline dolayıp kendini adamın kasıklarına bastırdı Gülnihal. "Aras da Melek'in başında zaten, yanlarında bebek telsizi var."
Hakkı kadının dediklerini duyunca tekrar kahkaha attı. "Demedi deme, kara sevdaya düştü bizimki."
"Çocuğa Zâhir masalını anlatıp durursan olacağı bu," diyerek boynuna eğildi kadın. "Neyse... Büyüyünce gelin alırız kızı artık."
"Sen dünden razısın zaten."
Gülnihal gülerek dudaklarına kapandığında başka bir şey söylemeye fırsat bulamadı. Bir yandan da gömleğinin düğmelerini açmaya başlamıştı genç kadın. Sonra birden geri çekilip saçlarını yana atarak boynunu açığa çıkardı. Bu açık davete dudaklarıyla karşılık verdi adam, ardından karısının elbisesinin fermuarına uzandı-
"BABAAA!"
Telsizden Aras'ın sesini duyunca "Baban batsın..." diye mırıldandı Hakkı. Telsiz tek taraflı açık olduğu için konuşsa bile çocuğun onları duyamayacağının farkındaydı. Gerçi bir şey sormalarına gerek kalmamıştı zaten.
"Melek!" diye bağırdığını duydu çocuğun. "Melek nefes almıyor!"
Telaşla ayağa fırlarken düğmelerini iliklemeye girişti Hakkı. Gülnihal'le birlikte alt kata inen merdivenlere yöneldiler, içten içe oğlunun evham yapmış olabileceğini düşünüyordu. Melek'i eve getirdikleri gün şahit oldukları yüzünden kendini suçlamaması için Aras'ı karşısına alıp bebeğin hasta olduğunu, nefessiz kalmasının onunla bir alakası olmadığını izah etmişti. Çocuk bu açıklama karşısında rahatlamıştı fakat yine de onun kendini bebekten sorumlu hissettiğinin farkındaydı Hakkı.
Alt kattaki odaya girdiğinde oğlanın debülizatörü çalıştırdığını görerek daha çok şaşırdı. İçine ilaç koymadığı için pek bir faydası olmuyordu ufaklığa. Çocuk da bunu fark etmiş olacak ki, maskeyi çekip bebeğin ağzına kendisi hava üflemeye çalıştı panikle. Bir an sonra geri çekilip "Melek!" diyerek azarlamıştı bebeği.
"Evladım, dur!"
"Nefes alamıyor baba!" diye isyan etti Aras ağzını ovalayarak. "Zaten bunu da çalıştıramadım..."
"Ben hallederim oğlum," dedi Gülnihal duruma el koyarak. "Sen babanla birlikte salona çık."
Gülnihal'in kendisine baktığını görünce oğlanı alıp odadan çıktı Hakkı. Merdivenlerden çıkarken çocuğun ağlamak üzere olduğunu fark etmişti, babası görmesin diye başka tarafa çevirip duruyordu başını. Salona girdiklerinde elinden kurtulup tekli koltuğa oturdu oğlan. Kollarını dizlerinin etrafına sararak huysuz bir ifadeyle dışarıyı izlemeye başlamıştı.
Aras'la konuşması gerektiğini biliyordu. Gülnihal'le de. Her ikisi de bebeğin evlerinde yalnızca misafir olduğunu unutmuş gibiydi, bilhassa karısı ilk günden ufaklığı evlat edinme önerisiyle gelmişti karşısına. Hakkı ona bebeğin soruşturduğu bir cinayet davasıyla bağlantılı olduğunu, evrak işlemleri halledilip sosyal hizmetlere gönderilene kadar geçici olarak evlerinde kalacağını söylemişti fakat yalandı bu.
Salonun kapısı açıldığında Gülnihal'in kucağında Melek'le içeri girdiğini fark etti. Ufaklık dişsiz ağzını göstererek sırıtıyordu şimdi, ona bakarken Hakkı da gülümsemeye başlamıştı. İlginç olan şey, Aras'ın verdiği tepkiydi. Bebeğin iyi olduğunu görünce rahatlamış olsa da bir an sonra yeniden cama dönüp somurtmaya başlamıştı.
"Nesi var bizimkinin?" diye sordu Gülnihal gülerek. Ardından koltukta oturan çocuğa seslendi. "Oğlum gelsene buraya."
Çocuk inatçı bir tavırla omuz silkti. "Gelmem."
"İyi de niye?" diye sordu Hakkı lafa karışarak. "Hem sen az önce Melek'i ne diye azarladın bakayım?"
"Hak etti çünkü..." diyerek söylendi Aras. Ardından dönüp huysuz bir bakış attı bebeğe. "Ağzıma tükürdü, baba!"
Durumu anladığında Gülnihal'in kahkahalarla gülmeye başladığını fark etti. Çok geçmeden Melek de onu izlemiş, küçük bebeğin neşeli çığlığı odayı doldurmuştu. Aras'ın onlara baktıktan sonra daha da huysuzlaşarak cama döndüğünü görünce gülmemek için kendini zor tuttu.
"Sen yine iyisin, oğlum." dedi sesine ciddi bir hava vermeye çalışarak. "Ben anneni ilk öptüğümde ağzıma tükürmekten beter etmişti."
Aras dehşete düşmüş gibi görünüyordu. "Baba ben kimseyi öpmedim!"
"Valla ben onu bunu bilmem." dedi Gülnihal söze karışarak. "Büyüyünce evleneceksin Melek'le. Yok öyle kızı öpüp de kaçmak."
Bebeğin neşeyle kıkırdadığını duyunca kahkaha atarak ekledi genç kadın. "Hem bak, onun da gönlü var."
"Baba bir şey söylesene!"
Babasının da güldüğünü fark edince son derece içerlemiş gibi göründü çocuk. Gülerek kendisine bakan bebeği süzdü bir süre. Ardından öfkeyle homurdanarak dışarı çıktı. Onun odasına gittiğini anlayınca Hakkı da gülmeyi kesmiş, karısının neşeli yüzüne bakarken onunla nasıl konuşacağını düşünmeye başlamıştı. En sonunda pes ederek lafa doğrudan girmeye karar verdi.
"Gülnihal..." diye mırıldandığında merakla ona baktı genç kadın. "Melek'in evrakları... Biliyorsun, evrak işleri tamamlanmış."
İlk fark ettiği şey kadının bebeğe daha sıkı sarıldığı olmuştu. Umutsuz bir tavırla iç çekerek cevap verdi adama. "Gitmesin, Hakkı..."
"Ama gitmek zorunda." diye diretti adam. "Bunu seninle konuşmuştuk."
"Lavinia ile çok güzel anlaşıyorlar." diyerek başını salladı kadın. "Aras'ı zaten biliyorsun. Evlat edinelim Melek'i, gerekirse ben okuldan vazgeçerim."
"Yasal olarak mümkün değil, onun davasına bakıyorum ben." dedi Hakkı kesin bir şekilde. "Hem zaten Melek'i kuruma göndermeyecekler, başka bir aileye evlatlık verildi bile."
Genç kadının ağlamaklı ifadesine bakarken devam edemedi sözlerine. Ağır adımlarla yürüyüp koltuğa otururken Gülnihal'in konuştuğunu duydu.
"Hadi ona kötü davranırlarsa?"
"Böyle bir şey asla olmayacak." diye cevap verdi karısına. "Sürekli kontrol edeceğim bebeği, Gülnihal. Hem belki birkaç yıl sonra sizi de götürürüm, o zamana güvenlik sorunu ortadan kalkmış olur. Evlatlık verildiği ailenin engel olmak isteyeceğini zannetmiyorum."
Bebeğin minik ellerini öptükten sonra dönüp kocasına baktı genç kadın. İsteksizdi fakat ikna olmuş gibi görünüyordu. "Söz mü?"
Adam hafifçe tebessüm ederek başını salladı. "Söz."
Bir yıla bile kalmadan hayatlarının harabeye döneceğini bilmiyordu henüz.
✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧
"Ahmet zindanın dibinde şimdi yapayalnız bir taş gibi kalakalmıştı. Bu gerçekleşen mucizeye, Gülbaharın sıcak büyüsüne, sıcacık kokusuna bir türlü inanamıyor, bu gece ona bir düş görmüş gibi geliyordu. Bir an ikircikleniyor, düş mü gerçek mi, diye kendi kendine soruyor, iliklerine kadar sevdayla, mutlulukla doluyor, sonra gene boşluğuna, inanmamazlığına, yalnızlığına dönüyordu."
Ağrıdağı Efsanesi - Yaşar Kemal
-*-
"Nihayet yakaladım seni, küçük kaçak."
Hep yaptığı gibi irkilerek tepki verdi Melek. Merakla önce sağına, sonra soluna bakınmasını izlerken yüzüme yayılan tebessümü bastıramamıştım. Sonra durdu birden, sesin yukarıdan geldiğini anlamış olmalıydı. Başını ağır ağır kaldırırken tedirginliğinin gözle görülür bir forma büründüğünü görebiliyordum. Gözlerimiz buluştuğundaysa anlam veremediğim bir ifade belirdi bakışlarında. Ardından hiçbir şey söylemeden üstümüzde uzanan geceye baktı, pek kıymetli yıldızlarının hala orada olup olmadığını kontrol eder gibiydi.
Ne söyleyecektim ona? Nemli kirpiklerinin kendisini ele verdiğinden habersizdi fakat ağladığını gördüğümü anlarsa utanacağını biliyordum. Zaten fazlasıyla kırılmıştı bana, üstelik şaşkınlığı geçtiğinde yerine öfkesi gelecekti. Kaçması için bir sebebi daha olsun istemiyordum. Şu aşamada en mantıklı hareket hiçbir şey yokmuş gibi davranmak olacaktı muhtemelen.
"Görevli kimsenin taksi çağırmadığını söyleyince yürümeye kalktığını sandım." dedim aklıma ilk gelen şeyi söyleyerek. "Tüm yolu gidip geldim, Melek. Eğer diğer görevli genç bir hanımın bahçeye gittiğini söylemeseydi tüm İstanbul'u dolaşmam gerekecekti."
Tepkisiz duruşuna rağmen, söylenerek yere oturmamı izlerken daha da çok şaşırdığını görebiliyordum. Tüm gün onu görmezden geldikten sonra neden peşine düştüğümü merak ediyordu haklı olarak. Oysa cevap çok basitti. Ben hep anlamaya çalışırken kırmıştım Melek'i. Kapalı kapıların arkasında sakladığı hislerini, kurmaya cesaret edemediği hayallerini, her dalıp gittiğinde aklından geçenleri bilmek istemiş; aradığım cevapların peşindeyken onun hırpalandığını fark edememiştim.
Şimdi bile onu anlama isteğim geçmiş değildi üstelik. Neden bana hiçbir tepki vermediğini, karşılaşacağıma adım gibi emin olduğum öfkesinin nereye gittiğini merak ediyordum. Bu soğukta bahçede ne arıyordu mesela? Arkasına bile bakmadan benden kaçarken arabadan montunu almak bu kadar mı zordu? Yüzünün bembeyaz olduğunu görünce homurdanarak konuştum.
"Üstelik montunu da arabada bırakmışsın."
Söylene söylene ceketimi çıkarırken sessizce izlemekle yetindi beni. Onun bu tepkisizliği karşısında giderek endişelenmeye başlamıştım. Soğuktan şoka girmiş olabilir miydi? Ceketi omuzlarına sararken belli etmemeye çalışarak inceledim kızı. Her nasılsa daha da şaşkın görünüyordu şimdi. Önce üzerindeki cekete baktı hayretle, ardından sol omzunu kavrayan elime doğru çevirdi başını. Ateşi çıkmış olabilir miydi? Neyse ki bunu anlamak zor değildi. Omuzlarını bırakıp geri çekilirken yanlışlıkla olmuş gibi yanağına dokundum elimin tersiyle.
Donuyordu.
"Nesin sen, buz dağı falan mı?" diye bağırdım kendimi tutamayıp. Başını kaldırıp bir ceylanı andıran iri gözlerini yüzüme diktiğindeyse tıpkı üç yıl önce olduğu gibi afallamıştım. "Gerçi, bu durumda ben de Titanik oluyorum sanırım."
Ne söylediğimi fark ettiğimde çoktan konuşmuştum bile. İstesem de geri alamazdım bu itirafı. Geri alabilecek olsam da bir kez daha itiraf edeceğimi bildiğim için umursamadım. Nasılsa ilk değildi, daha önce ona aşık olduğumu bile söylemiştim açıkça. O zamanlar espri sanmıştı bunu, şimdiyse beni duyamayacak kadar buz kesmiş durumdaydı.
Ciddi anlamda donuyordu. Yanağı o kadar soğuktu ki, derisinin altında kan aktığından bile şüphe etmeye başlamıştım. Galiba sabrımın sonunu getiren şey de bu oldu. Ceketi bıraktıktan sonra ona doğru uzanıp kollarımı etrafına doladım. Aramızda güvenli bir mesafe bırakmayı ihmal etmemiştim fakat yine de ilk kez bu denli yakınımdaydı Melek.
Ona ilk kez sarılıyordum fakat bedeni şaşırtıcı bir şekilde tanıdıktı bana. Tüm gerginliğimin uçup gittiğini, hayatım boyunca hiç bilmeden aradığım bir yere ulaşmış gibi huzurla çevrelendiğimi hissettim. Eksik kalan bütün parçalarım tamamlanmıştı sanki. Aramızdaki mesafeyi tamamen kapatıp ona sarılarak sonsuza dek hareketsiz kalmak istiyordum.
Bu yüzden kopacak yaygarayı zerre umursamadan belinden kavrayarak kucağıma çektim kızı. Dudaklarından dökülen küçük bir hayret nidası dışında hiçbir tepki vermemişti bana. Parmaklarımı saçlarına geçirip başını göğsüme yasladığımdaysa çok geçti artık. Birdenbire, az evvel bana son derece tanıdık gelen bedeninin bir o kadar da yabancı olduğunu fark etmiştim. Keşfedilmemiş topraklar gibi uzanıyordu kollarımın arasında. Keşfetmek istiyordum.
Bunun böyle olacağını tahmin etmem gerekiyordu. Sonuçta, bugüne dek onu kollarımın arasına almak için yüzlerce fırsat geçmişti elime. Ve hepsini elimin tersiyle iterken amacım sadece Melek'in mahremiyetine saygı duymak değildi. Kendi iyiliğimi de düşünüyordum. Zira bu kızla aramızda seviştiğim hiçbir kadında rastlayamadığım bir çekim vardı. Ona dokunmamaya gayret ediyordum çünkü her seferinde topraklama imkanımın olmadığı binlerce volt yüklüyordu üzerime.
Şimdiyse bir yüksek gerilim hattına dolanmıştım sanki. Farkında bile olmasa da dizlerimde oturuyordu, yumruk yaptığı ellerini göğsüme dayamıştı. Rüzgarla havalanan saçları boynumu gıdıklıyor, dudaklarından dökülen sıcak nefesi gömleğime çarpıp tenimi dağlıyordu acımasızca. Isınmaya çalışırken kendini bana yasladığında aramızda bir güvenlik duvarı oluşturan ellerine minnettar kalmıştım. Evet, Melek donuyordu. Fakat ben de cehennem gibi yanıyordum.
Saniyeler ilerlerken beklediğim yaygarayı koparmadı, hatta geri çekilmek için herhangi bir girişimde bulunmadı bile. Bense hiçbir zaman onun işgalleri karşısında güçlü bir direnişçi olamamıştım zaten. Bu yüzden kollarımı beline dolayıp çenemi başının üstüne yasladım. Ciğerlerim bir görünüp bir kaybolan menekşelerle dolarken iki kayıp yapboz parçası gibi kaynaşmıştık birbirimize. Kokusunu içime çekerken farkında olmadan mırıldandım.
"Ne yapacağız biz seninle, Melek?"
Belli ki o da bilmiyordu. Fakat bu kez tepkisiz kalmadı sesime. Bedeninin kaskatı kesildiğini fark ettiğimde kahkaha atmamak için kendimi zor tuttum. Buz dağı nihayet çözülüyordu anlaşılan.
'Çok geç güzelim,' diye geçirdim içimden. 'Artık ölsem bırakmam seni.'
Kollarımın arasından kaçmayı başarabilirdi fakat hislerimden kaçamazdı. Zira ne kadar inatçı olduğumu bilmiyordu Melek. Kafasının karışıklığı, hislerinin çok yeni ya da zayıf olması umurumda bile değildi. Gurura yenik düşüp de güzelliklerden mahrum kalacak bir adam değildim ben. Zaman hiç durmadan akıp gidiyordu. Zaman, yalnızca şimdide cevaplanabilecek bir soru ve geri kalan her yerde acımasız bir uçurumdu. Gurura kurban verilen mutlu anların telafi edilemeyeceğini, çökmüş bir dalga fonksiyonunun tüm olasılıkları yok edeceğini biliyordum. Gururlu bir babanın enkazında bulabildiğim tek gerçekti bu.
"Bırak beni." diye geri çekilmeye çalıştı Melek. "Bırak beni, Aras."
İsmimi bu kadar güzel söylemeseydi belki bir şansı olabilirdi. Bir ihtimal. Çok küçük bir ihtimal. Limitini aldığımda sıfıra gidecek kadar küçük. Fakat o minik ihtimali de kendi elleriyle yok ettiği için ona daha sıkı sarılmaktan başka şansım kalmamıştı.
"Bırak beni, seni iki yüzlü şeytan!"
Bir Melek tarafından şeytan olarak nitelendirilmek garip bir şekilde hoşuma gitmişti. Zıtlıklardan doğan eşsiz uyumu anlatmak istedim ona. Her meleğin eninde sonunda bir şeytan tarafından baştan çıkarılacağını. Tabloda tutkuyu sembolize eden şeyin uçurumun kenarında öpüşen çift olmadığını. Fakat bunlar için çok erkendi henüz.
Zira Araf'ta birlikte vakit geçirmeye başladıktan sonra onun Cenk denen ergenle öpüşmenin çok da ötesine gitmediğine emin olmuştum. Asla dile getirmeyecek olsam da zihnimin gerilerinde yatan ilkel bir dürtüyü memnun etmişti bu bilgi. Bir zamanlar o dürtüye uyup da Cenk'i öldürmediğim için çok şanslıydım.
Melek'in çırpınmaya başladığını hissedince daha sıkı sarıldım ona. Hala itiyordu beni, inatçı bir tavırla dizlerinin üzerinde yükselip kurtulmaya çalıştığında kendimi bir zorba gibi hissetmeye başlamıştım. Fakat sonra garip bir şey oldu. Sıcak nefesi boynuma çarptığında farkında olmadan bilinçaltımda kalmış bir anıyı, uyku ilaçlarının etkisiyle onu kendime çektiğim sahneyi su yüzüne çıkardı. Başını boynuma gömdüğü anı hatırlayınca yüzüme yayılan gülümsemeye engel olamadım. Sızlanıp dururken boşa çırpındığının farkında bile değildi.
"Bırak beni..."
Aklıma ilk gelen bahaneyi mırıldandım. "Güzelim, soğuktan ölüyorsun."
"Bırak da öleyim o zaman!" diye bağırdı bu kez. "Donarak ölmeyi bile sana yeğlediğimi anlayamıyor musun?"
Sözlerinden çok ses tonundaki kırgınlığa hapsolup kalmıştım. Canı yanıyordu. Daha da kötüsü, canı benim yüzümden yanıyordu ve benim için bir enkazın altında kalmaktan farkı yoktu bunun. Ona sarılmamdan memnun olmadığını, şimdi kollarımı gevşetsem kaçıp gideceğini adım gibi biliyordum. Peşinden gitmeye devam edeceğimi de.
"Şaka yapmıyorum ben!" diye bağırdı çırpınmaya başlayarak. "Hemen bırak beni yoksa bağırırım!"
Eh, bağırırdı cidden. Melek'in yaygara koparma konusundaki yeteneğini hiçbir zaman küçümsememiştim. Bağırmaya başlarsa beş dakika içerisinde tüm sergi salonunu buraya toplayabileceğini biliyordum, muhtemelen beni bir kez daha nezarete attırmaktan da çekinmezdi. Fakat tüm bu öfkesinin ardında yatan kırgınlığı bilirken bırakamazdım onu.
"Hadi bağır, Melek," dedim bacaklarını bacaklarımın arasına kıstırıp onu durdurarak. "Bağır da tüm cemiyet dışarı çıkıp çalılıkların arasında bizi sarmaş dolaş bassın. Düşüncesi bile müthiş eğlenceli!"
Öte yandan, giderek daha çok ızdırap çektiğimi de inkar edemezdim. Onu neden sabit tutmaya çalıştığımı bilmeden öfkeyle kıpırdanıp duruyor, sergi salonunda şahit olduğum manzarayı çok daha etkin bir biçimde sunuyordu bana. Pantolonumun kumaşına rağmen kalçasının yuvarlak kıvrımlarını çok net bir biçimde hissedebiliyordum.
Sorun şu ki, bacaklarını gelişigüzel oynatmaya devam ederse eninde sonunda o da beni hissedecekti. Biraz daha yukarı çıkarsa vereceği tepkiyi düşününce kahkaha atmamak için kendimi zor tuttum. Neyse ki, bu konuda yardımlarını esirgemedi benden. Ellerini göğsüme koyup tırnaklarını tenime sapladığında bastırmaya çalıştığım kahkaha kendi rızasıyla çekip gitmişti bile. Çünkü gülünecek bir şey yoktu ortada. Ölünecek bir şey vardı. Ne yazık ki.
"Yeter!"
Öfkeli sesini duyduğumda kollarımı gevşeterek kızı serbest bıraktım. Haklıydı. Buraya onunla konuşmak için gelmiştim, aramıza güvenli bir mesafe koymadıkça asla toplayamazdım dikkatimi. Bu yüzden Melek kendini geriye atıp benden uzaklaşırken onu durdurmayı denemedim bile. Sadece, benden kaçmaya bu kadar hevesli oluşu canımı sıkmıştı.
Nihayet dengesini kazandığında oturduğu yerde ürkek bakışlarla süzdü beni. Bir ceylanı andıran iri gözlerinde bana duyduğu güvensizliği açıkça görebiliyordum. Haksız da sayılmazdı. İç çekerek yerdeki cekete uzandım yeniden. Omuzlarına örtmek için ona yaklaştığımda Melek'in istemsizce gerilediğini fark etmiştim. Ona sarılmamdan korkuyordu.
İyi de neden? Bilincim yerinde değilken sarılıyordu bana, uyku ilacının etkisi altındayken onun benim için endişelendiğini de biliyordum. Ve bir de bakışları... Bazen öyle bir bakıyordu ki bana, gözlerindeki zümrüt kırıntılarının tenimi geçip ruhuma saplandığını hissediyordum. Bazen de nefretten başka bir şey bulamıyordum gözlerinde. Fakat tüm bunların ötesinde, kaybettiği bir şeyleri arar gibiydi Melek. Şimdiyse, kaçmaya hazırlanıyordu bir kez daha.
"Seni konuşmak için serbest bıraktım, Melek." dedim elimi sertçe dizine bastırarak. "Arkanı dönüp kaçman için değil. O yüzden konuşana kadar hiçbir yere gidemezsin."
Hayatımda ilk kez minnettar olmuştum yıldızlara. Zira tamamen karanlıkta olsaydık ona dokunduğumda göz bebeklerinin heyecanla titreştiğini fark edemezdim. Elimin baskısını biraz daha arttırdığımda bakışlarını kaçırdı benden.
"Ne konuşması?" derken sesinin titrediğini fark etmiştim. "Benim seninle konuşacak hiçbir şeyim yok."
Ses tonundaki kırgınlık aksini söylüyordu oysa.
"Bugün sana çok fazla yüklendiğimi biliyorum," diye itiraf ettim sonunda. "Ama emin olmak zorundaydım, Melek."
"Neyden?"
Konuşurken hafifçe kekelemesinden onun epey paniğe kapıldığını anlamıştım. İnkar edip kaçmaya çalışacağını da. Muhtemelen hislerini kendisine bile itiraf edememişti henüz, belki de bana karşı bir şeyler hissettiğinin farkında bile değildi. Bu gece bitmeden kabullenmesini sağlamalıydım onun. Aksi taktirde, yalnız kaldığında önce Arzu'ya ihanet edeceğini düşünmeye başlayacak, ardından beni hayatından çıkarmaya çalışacaktı.
"Nazmi Amca'nın restoranında neden içeri kaçtığını biliyorum." dedim bakışlarımı yüzünden ayırmadan. Fakat arkasından gitmemek için kendimi zor tuttuğumu bilmiyordu o. "Bugün içeri girerken Elfida'nın belinden tuttuğumda yüzünün nasıl asıldığını gördüm, camdaki yansımadan izliyordum seni. Ona sergiyi gezmeyi teklif ettiğimde senin nasıl bocaladığına şahit oldum."
Bocaladığına değil, kırılan hevesine şahit olmuştum. Fakat bunu ona söyleyerek gururunu incitmek istemiyordum bir kez daha. Yüzündeki tebessümün nasıl solduğunu hatırlayınca içimden bir şeyler kopup gitti sanki. İlk fırsatta elinden tutup onu tek tek şehirdeki tüm sanat sergilerine götürmem gerekiyordu. Benimle sanatsal bir etkinliğe gitmenin nasıl bir işkence olduğunu anladığında kırgınlığının yerini minnet alacaktı şüphesiz.
"Ama en önemlisi, dün Araf'ta dans ederken sana Tinúviel dediğimde ne hale geldiğini gördüm." diye devam ettim sözlerime. "Öfkeden deliye dönmüş gibiydin, Tinúviel."
O öfke imkansız olduğuna emin olduğum bir ihtimal sunmuştu bana. Bir şüphe. Ve şimdi yeniden öfkelenmesini izlerken onun Tinúviel'in ne olduğunu bildiğine emin olmuştum. Aklıma Melek'i elinde Silmarillion'la gördüğüm gün gelince yumruklarımı sıktım farkında olmadan. Tinúviel'in kim olduğunu Cenk denen piçten öğrenmişti muhtemelen. Gözlerimi kapatıp derin bir nefes alarak hazmetmeye çalıştım bu gerçeği.
Hatta belki o orospu çocuğu da Tinúviel diye hitap etmişti Melek'e. Yavşak bir ergen olduğu için kitap okurken gördüğü her romantik sıfatla kızı etkilemeye çalışması son derece mümkündü. Fakat bir anlamı yoktu bunun, Melek bu hitaptan nefret ediyordu. Ellerimin gevşediğini fark ettim birden. Tinúviel'den nefret ediyordu çünkü bu kelime ona geçmişi hatırlatıyordu. İkimizi.
"Sakın," diye öfkeyle çıkıştı bana. "Sakın bana bir daha öyle hitap etme."
"Neden, Tinúviel?" dedim onu kollarımın arasına almamak için kendimi zor tutarak. "Yoksa bu isim sana geçmişi mi hatırlatıyor?"
"Ne geçmişi?" derken gözlerini kaçırdı bir kez daha. "Bizim seninle bir geçmişimiz yok ki."
Gülmemek için kendimi zor tuttum. Üç yıl önce kütüphanenin bahçesinde karşısına çıktığım günü inkar ediyordu Melek. Fakat bizim zaten yirmi yıllık bir geçmişimiz olduğundan, üflediğim o ilk nefesle başlayan nöbetimden ve onu bir akşamüstü o bahçede görmüş olan adamdan çok daha uzun bir zamandan beri tanıdığımdan haberi yoktu.
Kızaran yanaklarına bakarken onun üç yıl öncesini, onu yanağından öpmek için eğildiğimde dudaklarımızın kazara birbirine çarptığı anı düşündüğünü anlamıştım. Bunun bir kaza olmadığından da haberi yoktu. İyi ki yoktu. Zira o gün Melek'ten etkilendiğimin farkında bile değildim, sadece eğlenmek için yapmıştım bunu. Vücudunu kontrol edemeyecek kadar deneyimsiz olduğunu, boynuna dokunursam içgüdüsel olarak başını çevireceğini biliyordum.
Fakat saniyelik bir temasın üzerimde öyle büyük bir etki yaratacağını tahmin edememiştim. Öyle ki, vücudunu kontrol edemeyen kişi ben oluyordum az kalsın. Melek arkasını dönüp eve koşarken çiçek kurumadan önce onu görmeye geleceğimi söylemiştim ve bir yalan değildi bu. O gece evinin önüne gidip onu tekrar görmüştüm fakat karşısına çıkacak cesaretim yoktu artık. Babamın anlattığı masalların gerçek olmasından, dudaklarımız birbirine temas ettiğinde hissettiğim güçlü çekimden, karşısına çıkarsam kendimi tutamayıp onu gerçekten öpmekten korkuyordum.
Başımı eğip tüm bunları yok saymaya çalışan kıza baktım sitemle. Zaman akıp gidiyordu. Tek bir inkara dahi tahammülüm kalmamıştı artık. Bu yüzden son bir kez şansımı denedim.
"Sen ne kadar inkar etsen de, Tinúviel, bizim seninle bir geçmişimiz var." diye tekrarladım sözlerimi. "Bir de geçemediklerimiz..."
Başını kaldırıp nefretle bana baktığında bir kumar oynayıp kaybettiğimi anlamıştım. İkna olmayacaktı asla. Bana karşı bir şeyler hissediyorsa bile bunu kabullenmek onun için ölümden de beterdi. Hisleriyle sonuna kadar savaşacağını, yeni filizlenen duygularını köklerinden söküp koparacağını görebiliyordum.
"Hastasın sen!" diye bağırdı öfkeyle. Yerden destek alarak kalkmaya yeltendiğini fark etmiştim. Arkasını dönüp gittiğinde bunun bir geri dönüşü olmayacaktı. "Kafanda kurduğun şeylere inanan bir ruh hastasısın! Yok efendim yüzüm asılmış da, yok geçemediği-"
Sonra sustu birden. Cümlesinin geri kalanı dudaklarımda dans ederken ben de en az onu kadar şaşkındım. Neden? Bütün bir akşam boyunca sayısız kez onu öpmeyi geçirmiştim aklımdan. Sayısız kez bunun eşiğinden dönmüştüm. Ve ilginçtir ki, bunu yapmaya en uzak olduğum anda onu öpmüştüm. Gerçi, yaptığım şeye öpmek denemezdi. Farkında bile olmasam da, dudaklarına bıraktığım nefesin eksikliğiyle yaşıyordum yirmi yıldır. Gitmeden önce ben de ondan bir nefes almak istemiştim.
Soluğunu içime çekip Melek'ten uzaklaştığımda yüzündeki nefretin silinip gittiğini fark ettim. Hayretle büyümüştü göz bebekleri, hafifçe aralanmış dudaklarına bakarken ondan aldığım nefes giderek ağırlaşıyordu ciğerlerimde. Şimdi de o nefesi ona geri vermek istiyordum. Pekala.
"Beni ö-öptün..." diye fısıldadı dehşete düşmüş gibi. "S-sen beni öptün..."
Benden bir yalan bekleyen güzel yüzüne baktım sessizce. Az evvel aramızda geçen şeyin bir öpüşme olmadığını iddia etmemi bekliyordu Melek. Ve kendisini buna ikna etmemi. Birbirine bastırdığı nemli dudaklarına bakarken bu talebini seve seve yerine getireceğimi biliyordum. Zaten ben hiçbir zaman güçlü bir direnişçi olamamıştım onun karşısında.
"Hayır, öpmedim." diyerek istediği cevabı verdim ona. Geriye bir tek ikna etmek kalmıştı. "Ancak... Korkarım ki, şimdi öpeceğim."
İstediği ikna yönteminin bu olmadığını biliyordum fakat hem şeytan olduğumu söyleyip hem de bir iyilik meleği gibi davranmamı bekleyemezdi benden. Değildim çünkü. Aksi taktirde çenesinden tutup dudaklarına eğilirken az da olsa suçluluk hissetmem gerekirdi. Yıkıcı bir istek değil.
Dudaklarımız buluştuğunda hissettiğim akımın gücü karşısında nefesim kesildi. Sahi, üç yıl önce dönüp gitmesine nasıl izin verebilmiştim acaba? Ve üç yıl önce neden dönüp gitmişti Melek? Arzu bizi karşı karşıya getirdikten sonra benden uzak durmasını anlayabilirdim fakat peki ya öncesi? Bir kez, sadece tek bir kez yüzüme bakmış olsaydı tüm direnişimi bir kenara bırakıp yanına giderdim. Eğer bir kez yüzüme bakmış olsaydı, belki de babamın yolundan giderdim.
İçimde yükselen isyanla birlikte bir elimi saçlarına geçirip büsbütün gömüldüm ona. Dudaklarının kıvrımlarında gezinirken bir cevap arıyordum, uçsuz bucaksız duvarlarında tek bir çatlak. O duvarı aşıp onu bana karşılık vermeye ikna edebilirdim fakat dudaklarımız ayrıldığında gözlerinde görmek istediğim şey bir pişmanlık değildi. Zira Melek'e aşık olduktan sonra geçmişteki tüm ilişkilerim önemini yitirmişti gözümde, onun da böyle hissetmesini istiyordum. Bu yüzden kollarımı gevşetip son bir kaçış yolu sundum.
Saniyeler ilerlerken kaçıp gitmeyi denemedi bu kez.
Hafifçe yalpaladığını fark ettiğimde belinden kavrayarak Melek'i kucağıma çektim yeniden. Başta minnetle tutundu bana, fakat ellerimi aşağı sürükleyip kalçalarını kavradığımda boğazından hayret dolu bir nida yükselmişti. Allah kahretsin, o nidayı ağzımın içinde hissetmek istiyordum. İncecik kumaşın altında bedeni bir ateş gibi yanarken dokunuşlarıma karşılıksız bırakması çileden çıkarmıştı beni.
Avuçlarımın baskısını artırırken dilimle dudaklarını aralamaya çalıştım bir kez daha. Ardından bir elimi kalçalarının dolgunluğundan elbisesinin arkasına sürükledim. Fermuarı yarıya kadar çektiğimi fark etmedi bile. Ancak kürek kemiklerini okşarken sırtının yay gibi gerildiğini hissetmiştim. Alt dudağını dişlerimle çekiştirmeye başladığımda başını hafifçe yana eğip bana biraz daha sokuldu.
Fakat hepsi bu.
Birdenbire hipnotize olmasına anlam verememiştim. Vücudu kıpırdanıp duruyordu, ellerinin bir şeyler yapmak ister gibi hareketlenip vazgeçmesinden, dudaklarını kale kapısı gibi kilitli tutmasından usanmıştım. Ya benimle henüz çözemediğim bir oyun oynuyor ya da edepli davranmayı bırakıp onu gerçekten ikna etmemi bekliyordu. Pekala. Ellerimden birini kalçalarından ayırıp elbisesinin altına doğru sürükledim bu kez. Sonuçta hayatında hiç öpüşmemiş bir manastır rahibesinin bile karşılıksız bırakamayacağı dokunuşlar vard-
Sonra durdum birden.
Bilinçaltımda yatan cevabı fark ettiğimde elim baldırlarının üzerinde kalmıştı. Cehennemdeki ruhların yerini terk edip edemediğini bilmiyordum fakat bu mümkünse, tam şu anda Arzu bir kenarda kahkahalarla gülerek beni izliyor olmalıydı. "Sen Melek'i anlayamıyorsun bile." demişti bana. "Kabullen Aras, sen onu kötülüklerden koruyor olabilirsin. Ancak ben de senden koruyorum."
Melek için zararlı olduğum konusunda Arzu'ya katılmıyordum fakat onu anlayamadığım konusunda haklı çıkmıştı. Oysa Melek'in neden dokunuşlarıma karşılık vermediği gayet açıktı aslında. Çünkü dört bir taraftan kuşatma altına almıştım kızı. Çünkü ön sevişmenin eşiğine gelene kadar onun ilk kez öpüştüğünü bile fark edememiştim. Karşılık veremiyordu çünkü kıskançlık beni Arzu'nun Cenk yalanlarına inanacak kadar aptallaştırmıştı.
Ne halt edecektim şimdi? Eğer onu şimdi bırakırsam öpüşmemiz tek taraflı bir kuşatma olarak kalacaktı zihninde. Fakat bırakmak zorundaydım, zira bana karşılık vermeye başlarsa onu nasıl bırakacağıma dair hiçbir fikrim yoktu.
Kalçasında duran elimi çekerken hiçbir tepki vermedi, dikkatinin başka bir noktada olduğunu anlamıştım. Fırsattan istifade ederek onu belinden tutarak kendimden uzaklaştırmaya çalıştım. Ne düşündüğüne dair hiçbir fikrim yoktu fakat eteğini düzeltmeye çalışırken şaşkınlıkla aralandı dudakları. Gözlerini açtığında hayretle bana baktığını gördüm, bir şeyler farkındalık yaşamış gibi görünüyordu. Neyi fark etmiş olabilirdi ki? 'Umarım az evvel elimi eteğinin altına götürmeye niyetlendiğimin değildir.' diye geçirdim içimden. 'Ve sonrasında olacakların.'
Sonra hızlanan nefes alışlarını fark ettim. Gözlerinde tutkuyla titreşen zümrütleri. Ve gömleğimin yakalarından kavrayıp beni kendine çeken ellerini. Üzerindeki kuşatma kalkınca yeniden bir işgalciye dönüşmüştü Melek. Bense tarihteki tüm direnişçilerin yüz karasıydım.
Dudaklarındaki boşluğu dilimle takip edip ağzının içini keşfetmeye başladım usulca. Diline temas ettiğimde hafifçe inleyerek kollarını boynuma doladı. Ağırdan al. Melek'i çimlere yatırırken bir dua gibi tekrar tekrar yineledim bu cümleyi. Vücudumun belden aşağısını bilerek yukarıda tutuyordum fakat her ihtimale karşı bir elimle yere düşmüş ceketime uzanıp tortop ederek çaktırmadan aramıza koydum.
Melek boynumdaki kollarına asılarak kendini yukarı çekip hasretle bana sarıldığındaysa bin parçaya bölündüğümü hissetmiştim. Hem giydiği bol kıyafetlerden, hem de genelde kalçalarına odaklandığımdan göğüslerinin dolgunluğundan haberim yoktu. Şimdiyse tenimde hissettiğim bu bilgi karşısında afallamıştım.
Ağırdan almam gerektiğini düşünerek kızı sırtından kavrayıp sertçe kendime bastırdım. Ardından ağzının içinde vahşi bir istekle gezinmeye başladım bu kez. Ağırdan al, aptal herif. Acaba tam şu anda, gün boyunca beni sayısız kez sınamış olan elbisesini söküp atmamak için kendimle nasıl bir savaş verdiğimin farkında mıydı? Dudaklarımla sadece ağzını değil, tüm bedenini keşfetmek istediğimi biliyor muydu? Sırtımı kavrayan ellerinin baskısını arttırdığında "Melek..." diye mırıldandım çaresizce.
Sesimi duyunca ellerini sanki zarar vermekten korkuyormuş gibi bir şefkatle saçlarımda gezdirmeye başlamıştı. Nefes almak için geri çekildiğimde dudaklarını çeneme yaslayıp yanağıyla sakallarımı okşadığını fark ettim. Titreyen parmaklarıyla alnıma tüy gibi dokunuşlar bırakırken derin bir nefes alıp kokumu içine çekti yavaşça. Tek sebebi şehvet olabilir miydi bunun? Melek'in tuzlu gözyaşları dudaklarıma çarpınca hareket etmeyi bıraktım birden.
Allak bullak olmuş haldeydim. Bugüne kadar öpüşürken bunları yapan bir kıza rastlamamıştım hiç. Gerçi, ben de daha önce bir kızı gözyaşlarından öpmemiştim hiç. Öyle içgüdüsel bir şeydi ki, dudaklarımı yanağında gezdirene kadar ne yaptığımın farkında bile değildim. Başımı boynuna eğerken düşmekten korkuyormuş gibi sımsıkı tutundu bana. Kendimi tutamayıp gülümsedim. Tabloda kendinden geçmeyi simgeleyen şeyin ne olduğunu anlamış mıydı acaba? Bunu ona sormak istiyordum.
Fakat kendimi geri çekip de kollarımın arasında yatan ateş tanrıçasını gördüğümde diyecek söz bulamadım. Hafifçe araladığı gözlerinde tutuşmuş zümrütler parıldıyordu. Alevler içindeydi yüzü, şişmiş dudaklarında zarif bir tebessüm vardı. Gece ışıkları altında kızıl tutamlarıyla ipekten bir şelale gibi çimlere dağılan saçlarına baktım hayranlıkla. Tüm hayallerimden daha güzeldi. Yeniden eğilip alnına bir öpücük bıraktım mırıldanarak.
"Ne çok beklettin beni."
Gözlerini kapatıp duyamadığım bir şeyler söyledi sessizce. Elleri hafif bir esinti gibi boynumda geziniyordu fakat bu durumun uzun sürmeyeceğini biliyordum. Eğer onu biraz tanıdıysam, aklı başına geldiğinde aynı ellerle beni itip kendisinden uzaklaştıracaktı. Fakat tüm bu kaçmalardan da, aramızdaki anlaşılmazlıklardan da yorulmuştum artık.
"Kaçma artık, güzelim." diye fısıldadım göz kapaklarını öperken. "Sen de beni seviyorsun."
İç çekerek başını salladığında bu sessiz onayın tüm yorgunluğumu alıp götürdüğünü fark ettim. Son zamanlarda giderek içinde boğulduğum o vahşet dolu karanlıkta sabah olmuştu sanki. Az sonra aklı başına geldiğinde utanacağını, beni yeniden kendinden uzaklaştırmaya çalışacağını biliyordum. Fakat cehennemin en dibine bile gitsem, geri dönmek için bir sebebim vardı artık.
"Aras..." diye mırıldandığını duyunca onu tekrar öpmemek için kendimi zor tuttum. "Aras, ben anlamıyorum."
"Anlayacaksın." dedim saçlarını öperek. "Bu kargaşa çok uzun sürmeyecek."
Beni kendinden uzaklaştırarak yüzümü görmeye çalıştı. "Kargaşa mı?"
Uykusunda o adamın ismini sayıkladığı anı hatırlayınca gözlerimi kapattım. Sonrasında bunun bir anlam içermek zorunda olmadığına kanaat getirsem de o esnada yaşadığım hayal kırıklığını tahmin bile edemezdi. Bu konuda ona ne kızmaya, ne de hesap sormaya hakkım olmadığının farkındaydım elbette. Fakat bu farkındalık hislerimi ortadan kaldırmıyordu, sabahtan beri Melek'ten hesap sormamak için kendimle savaşıyordum.
Kıskançlığın mantığımı ortadan kaldırmasına bir kez daha müsaade edemezdim, bunu son yaptığımda az kalsın suçsuz bir insan ölüyordu. O zamanlar Cenk'i öldürmek istememin asıl sebebi kıskançlık değil, bir yanlış anlaşılmaydı fakat kıskançlıktan mantığımı yitirmiş olmasaydım o yanlış anlaşılmaya da düşmezdim zaten. Derin bir nefes alıp gözlerimi açtım. O korkunç günleri düşünürken Emir sorunu birdenbire küçülüvermişti gözümde.
"Aklının karışık olduğunu biliyorum." dedim başımı saçlarına gömerek. "Haftalardır seni o adama kendi ellerimle ittiğimi de. Ama hepsini düzelteceğim, Melek."
Ellerini omzuma koyup beni ittiğinde geri çekilmem gerektiğini anlamıştım. Kolumu beline sararak kendimle birlikte kaldırdım onu da, otururken kafası büsbütün karışmış gibi görünüyordu. Öyle ki gün boyunca her fırsatta sıyrılıp sabrımı test eden eteklerinin epey yukarı tırmandığını bile fark etmemişti. Bordo kumaşın bitiminde beyazlığıyla bir tezat unsuru gibi uzanan tenini süzmekten alamıyordum kendimi.
"Sen mi?" diye hafifçe kekeledi Melek. "Yani senin itmenle mi hislerim değişiyor?"
Bakışlarımı bacaklarından alıp yüzüne çevirdiğimde kahkaha atmakla onu kucaklayıp yalnız kalacağımız bir yere gitmek arasında kalmıştım. Yüzündeki alevlere bir de öfkeli bir ifade eklenmişti şimdi. Saçlarına takılmış kuru yapraklar başının arkasında şeytan boynuzları gibi görünüyordu. Gülmemek için başımı eğdiğimde gözlerim tekrar açıkta kalan tenine takıldı. Harika.
"Son zamanlarda sana karşı çok kırıcı davrandım." diye bir şeyler geveledim. "Bu yüzden hislerinde bir ikileme düşmen çok doğal."
Yüzünde hayret dolu bir ifade belirdi. Ardından öfke. Gurur.
Fakat yine de onun bana yumruk atmasını beklemiyordum. Öyle ki, havalanan elini gördüğümde onu durdurmak aklıma bile gelmedi. Az evvel zarar vermekten korkar gibi öptüğü yere hışımla inen yumruğu karşısında afallamıştım.
"B-benim hislerim!" diye bağırdı öfkeyle yakama yapışarak. "Senin davranışlarına göre şekillenmiyor!"
Yeniden vuracağını anlayınca bileklerinden tutup durdurdum onu. Fakat bu kez de koluma çimdik attı. Pekala, bu gerçekten acıtmıştı.
"Melek- dur!" dedim kızı zaptetmeye çalışarak. "Özür dilerim, her şey için! Çok saçma davrandığımı biliyorum ama hepsi seni sevd-"
Sözlerime devam edemedim çünkü bu kez de çeneme vurdu. Kafasıyla. Tanrım!
"Ne sevgisinden bahsediyorsun sen?!" diye kükredi birden. "Daha bu sabah Elfida ile flörtleşiyordun! Birkaç gün önce bana kiminle ne halt yediğimi umursamadığını, tek derdinin Arzu olduğunu söyledin! Allah kahretsin, daha dün mekanda tanıdığın tek kız ben olduğum için dans ettin benimle! Bunlar neydi pislik herif?!"
Son cümlesinde boğazından bir hıçkırık kopmuş, içimden bir şeyleri sökerek beraberinde götürmüştü. Melek'i kendime çekip sarıldım yeniden. Kırıldığını nasıl bu kadar iyi gizleyebilmişti şu ana kadar?
"Kıskançlık, güzelim!" dedim dişlerimi sıkarak. "Bugün yaptıklarımsa flörtleşmek falan değildi. Sadece seni kıskandırmak istedim."
Yüzündeki öfkeye şimdi bir de hayal kırıklığı eklenmişti. Gözlerine dolan yaşları gördüğümde onu kollarıma alıp sonsuza kadar koynumda saklamak istedim. Fakat elimi yüzüne uzattığımda irkilerek uzaklaştı benden. Gözlerinde bir anlığına ürkek bir ifade görür gibi olmuştum. Hala benden korkuyor olamazdı, değil mi? Melek'in öfkesiyle, nefretiyle ve beni görmezden gelmesiyle bile başa çıkabilirdim fakat benden korkması... Geçmişte bile tahammül edemediğim bir şeydi bu.
"Nasıl yapabildin?!" diye bağırdı öfkeyle. Sonra birden durgunlaştı. "Nasıl yapabildim?"
Elini hayretle dudaklarına götürdü önce. Başını aşağı eğip sıyrılan eteğini fark ettiğinde yüzünde dehşete düşmüş gibi bir ifade belirmişti. Yüzündeki kızarıklığın boynuna yayıldığını görünce olacakları anlamıştım. Hayır, lütfen hayır...
"B-ben nasıl..." diye bir şeyler geveledi Melek. "Nasıl engel olamadım?"
Engel olamamak mı? Ne yani, bana engel olmak mı istemişti bir de? Onun kendini kandırıp kaçmaya çalışacağını fark edince daha fazla sessiz kalamadım.
"Orada dur bakalım, küçük hanım." dedim Melek'i kendime çekerek. "Bana engel olmak istediğini söyleyip kaçamazsın. Asla izin vermem buna."
Hayretle mırıldandı. "Sana engel olmak mı? İyi de ben kendime-"
"Öpüşmemiz karşılıklıydı, güzelim." dedim öfkeyle. Ardından elbisesinin fermuarını çektim. "Tıpkı hislerimiz gibi."
Aramızda oluşan birkaç saniyelik sessizlik pişman olmama yetmişti bile. Fakat geri almak için çok geçti artık. Kendini geri çektiğinde boynuna kadar kıpkırmızı kesilmişti Melek, bakışlarını kaçırıp duruyordu. Elimi yüzüne uzattığımda gerilediğini görünce pişmanlıkla iç çektim. Ta ki, onun kalkmaya çalıştığını fark edene kadar.
"Hayır, gidemezsin." diyerek omuzlarından tutup engel olmaya çalıştım. "Kaçma artık, Melek!"
"Bırak beni!" diye bağırdı yeniden. "Gitmek istiyorum..."
Ağladığını görünce çırpınışlarına aldırmadan sarıldım yeniden. Acaba ne geçiyordu aklından? Buradan kaçıp beni görmediği zaman utancı geçecek miydi? Utancın ne olduğunu biliyordum, bugüne dek benim de utanç duyduğum şeyler olmuştu fakat isteyerek yaptığım bir şeyden utanç duymamıştım hiç. Bu konuda onunla istesem de empati kuramıyordum. Melek'in çırpındığını fark edince kollarımın baskısını arttırdım, fakat her hıçkırdığında içimden bir parça kopmasına engel olamıyordum. Sonra birden yabancı bir ses yükseldi tepemizden.
"Hanımefendi iyi misiniz?"
Dönüp hayretle baktığımda bir bahçenin girişindeki iki güvenlikten biri olmadığını gördüm. Arka taraftaki güvenliklerden biri olmalıydı. Bağırışmalarımızı duyup geldiğini anlamıştım. İç çekerek başımızdan savmaya çalıştım adamı.
"Bir sorun yok, gidebilirs-"
"İyi değilim!" diye bir ses yükseldi yanımdan. Melek'ti. "Bu adam beni rahatsız ediyor!"
"Ne?"
"BIRAK BENİ!"
"Hayır, lütfen..." dedim başıma gelecekleri anlayarak. "Melek, yapma-"
"Hanımefendiyi serbest bırakın!" diyerek bağırdı görevli. "Hemen!"
Melek kolumu ısırdığında refleksif olarak ellerimi gevşettim. Bir an bile geçmeden beni itip ayağa fırlamıştı bile. Koşarak karanlığın içine daldığında peşinden gitmeye yeltendim fakat yerimden kalktığım anda güvenlik görevlisi de silahına davrandı. İşte o an, üçüncü şairin yolunun da bizi bir uçuruma götürdüğünü anlamıştım.
Çünkü Melek asla anlatmayacaktı kendini, benimse bahçem mezar taşlarıyla doluydu zaten. Onu tanıdıktan sonra anlamaya ve anlaşılmaya yönelik inancımı bir kulenin tepesinde bırakmış, tüm karşılıklı konuşmalarımızın, babamın deyişiyle, birer muhavere-i tebabüliye örneği teşkil ettiğini kabullenmiştim. Bu kızla iki kişilik bir Babil ulusu meydana getiriyorduk.
Babil, yani kargaşa.
✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧
Bir filmde duymuştum, unutmak kelimesi undan geliyormuş. Bildiğimiz buğday mahsülü olan. Çünkü birini unutmak için de, önce un ufak etmek gerekiyormuş içinde. Elimde oklava ve yer sofrasına çökmüş vaziyette bunları düşünmem çok mu garip? Bence değil. Zira bana kalırsa annemin amacı da tam olarak bu. Beni yeterince unla haşır neşir ederse, Aras'ı unutacağımı sanıyor olmalı. Ya da yeterince temizlik yaptırırsa onu düşünmeye fırsat bulamayacağımı...
Aslında bu konuda anneme minnettarım. İlk günler gerçekten de geçmiyordu, hasta yatağımda saniyeleri sayıyor ve hayretler içerisinde zamanın giderek yavaşladığını fark ediyordum. Yelkovan öyle ince bir ayarda yavaşlıyordu ki, tam 34. günün geceyarısında sonsuza dek duracağına inanmaya başlamıştım.
Evden sadece bir kez, sırtımdaki kesiği kapatan dikişler alınacağı gün çıkabilmiştim ve o da fiyaskodan ibaretti. Eve tüm giriş çıkışları yasaklayan annem Emir'i bu engellerden muaf tuttuğu için çaya davet etmişti yine, o gittikten sonra hastaneye gideceğimiz için heyecan dolu bir yavru kanguru gibi etrafta dolaşıyordum. Sonra annem halimi fark etti tabi. Dikiş aldırma muhabbetini açtığında Emir'in bizi hastaneye götürmeyi teklif etmemesi imkansızdı zaten, bu yüzden ona kızamamıştım. Fakat Aras'tan hiçbir haber alamadan eve dönmek canımı sıkmıştı.
Hamurun biraz yaş olduğunu fark edince iç çekerek un paketine uzanıyorum. Bu iç çekişim de annemin gözünden kaçmıyor elbette. Açıp kestiğim hamurlara iç doldurmakla meşgul olan kardeşimi bırakıp bana dönüyor.
"Bir şey mi söyledin, kızım?"
"Hayır, sadece anlam veremiyorum." diyorum elimle mantı yığınını işaret ederek. "Neden evimizde galaktik bir mantı uygarlığı kuruyoruz?"
"Müberra Teyze'nin mevlüdüne yetişecek dedim ya!" diyerek çıkışıyor annem. "Kadıncağız zamanında bize az mı destek oldu?"
"Pardon da hangi destekten bahsediyoruz?" dediğini duyuyorum Naz'ın. "Babam öldüğünde kirayı bir ay geciktirmemize hoşgörü göstermesinden falan mı?"
Annem ona ters ters baksa da bir şey söylemiyor. Daha doğrusu Naz duymuyor onu. Bense başını diğer tarafa çevirip "İnşallah o hoşgörüyü bu ay da görürüz." diye mırıldandığını net bir biçimde fark ediyorum.
Evet. Her ne kadar Aras'ın yanındayken, üç ay boyunca soygun planladığım Araf tayfasıyla takılırken, Arzu'nun cinayetini araştırırken bir hayli kopmuş olsam da, bu benim gerçekliğim. Tam da Naz'ın üniversiteye başlayacağı dönemde bir ay boyunca evde kalmamın sonuçları bu işte. Normal bir zamanda annemin engelli maaşıyla az da olsa idare edebilirdik fakat şu anda çarkı döndüremiyoruz.
Bu kez kendi gerçekliğim yüzünden iç çekerek oklavaya abanıyorum tekrar. İlk fırsatta annemi yanıma oturtup bir gelir gider hesabı yapmam lazım. Evdeki hakimiyetin bende olduğu dönemde başarılı bir şekilde işliyordu bu sistem. Ay başında tüm faturaları sıraya dizip kalan taksitleri, faturaları, annemin maaşındaki kesintinin ne zaman biteceğini falan hesapladığımızda ayın kalanında ne kadar harcama yapabileceğimizi görüp ona göre hareket ediyorduk. Üstelik o dönemler kafede çalışıyordum, maaşım çok daha düşüktü.
"Size bir şey söylemem gerek."
Naz'ın sesini duyunca başımı kaldırıyorum hamurdan. Yüzündeki ifadeye bakılırsa söylemeye çekindiği bir şeyler var. Fakat annemden ziyade benden çekiniyor gibi.
"Abla bak kızmak yok ama tamam mı?" diye girizgah yapıyor önce. Başımı sabırsızlıkla sallayarak onaylıyorum onu. "Ben... Şey, ev hapsimiz bitince ben de iş arayacağım."
"Bu da nereden çıktı şimdi?" diyorum önce. Ardından onu geçiştirmeye çalışıyorum. "Ben zaten bir hafta sonra dönüyorum işe. Senin çalışmana gerek yok."
"Üzgünüm ama bu konuda kararım kesin." diyerek inatlaşıyor benimle. "Hem annem de benimle aynı fikirde."
Başımı kaldırıp sorarcasına anneme bakıyorum ama oralı bile olmuyor. Onun bu tavrı karşısında daha çok öfkelendiğimi hissediyorum. Naz bilmiyor olsa da annem Mükremin Abi'nin kafesindeki koşulları biliyordu. Gerçi, çalışmayı deneyip birkaç gün dayanabildiğim sürüyle mekanın ardından orası cennet gibi gelmişti bana. Dünyanın en huysuz, kaba, anlayışsız patronuna maruz kalıyordum fakat diğer yerlerin aksine orada kafam rahattı. Mükremin Ağabey yanında çalışan kızlara asla yan gözle bakmazdı, bu konuda her zaman haklıdır dediği müşterilere karşı bile korurdu bizi. Akşam on civarı kafeden çıkardım mesela, diğer kafelerin part time çalışanları en erken gece yarısı bıraktığını düşününce büyük lükstü. Ve en önemlisi, sigortalı çalışan bir garsondum. Ta ki Aras'ın arkadaşları gelip beni işimden edene dek.
"Abla? Bir şey söylemeyecek misin?"
"Fikrime ihtiyaç duymadığın ortada," diyorum homurdanarak. "Ama merak ediyorum, ne gibi bir iş bulmayı düşünüyorsun?"
"Anketörlük yapmayı düşünüyorum," diye hevesle cevaplıyor beni. "Hem ben gezmeyi ve insanlarla konuşmayı severim."
"Öyleyse başka iş bak çünkü anketörlük yaparken insanlarla konuşmayacaksın, Naz." diyorum sevecen bir tebessümle. "Sana eski bir tablet verip ankette çıkmasını istedikleri rakamları söyleyecekler. Her biri yarım saat süren anketleri kendin doldurup sonra da o anketlerde kişisel bilgilerini kullanmana izin verecek insanlar bulacaksın çevrenden. Gerçi, bu benim çalıştığım firmaların işleyişiydi. Ama istersen sana tüm anketörlük işlerinde bulunan ortak bir paydayı söyleyebilirim: bu işten para kazanamazsın. Bir çoğu parayı hiç vermez, kalanlarıysa yüz lira için altı ay süründürür."
Naz'ın suspus olduğunu görünce keyifle hamura dönüyorum. Tamam, bazı şeyleri abartmış olabilirim fakat sonuç olarak, bu işler dizilerdeki gibi yürümüyor. Bilhassa anket firmaları üniversite birinci sınıf gençleri sayesinde ayakta duruyor bence. Çünkü öğrenciler ikinci sınıfa geçince o işe tekrar gitmeyecek kadar akıllanmış oluyor.
"Garsonluk da yapabilirim." diye lafa giriyor tekrar. "Part time eleman arayan kafeler-"
"Genelde saat başı üç dört lira veriyorlar," diyerek sözünü kesiyorum. "Bir saat boyunca ter dökmene karşılık üç lira. Anlatabiliyor muyum? Üstelik en erken gece yarısı çıkabiliyorsun."
"Senin eski çalıştığın kafe öyle değildi ama." diyor inatla. "Hem o kafede Nuran Abla'nın kocası ustabaşı değil miydi? Celal Ağabey hani? Onunla konuşursam beni de işe aldırır."
"Aldıramaz çünkü ben o kafeden kovuldum." diyorum başımı iki yana sallayarak. "Mükremin Ağabey seni defalarca kez gördü, kardeşim olduğunu biliyor."
"Kovuldun mu?"
Başımı kaldırdığımda annemin dikkatle beni süzdüğünü fark ediyorum. Ha siktir... Kafeden kovulduğumu onlara söylememiştim ki ben. Annem yeniden iş aramaya başlamasın diye yeni bir iş bulana kadar işsiz olduğumu onlardan saklamıştım. Benim Bozkıroğlu Hukuk Bürosu'nda çok daha iyi bir iş bulunca oradan kendi isteğimle ayrıldığımı sanıyorlardı.
"Müşteriyle kavga ettiğim gün..." diyorum bıçağı açıp hamurları kesmeye başlarken. "Yeni iş bulana kadar söylemek istememiştim."
Hayli kabarık olan yalan geçmişim açığa çıktıkça annemin allak bullak olduğunun farkındayım. Bu yalan yüzünden bana kızdığını sanmıyorum, neden yalan söylediğimi biliyor olmalı. Fakat sorun yalan söyleme sebebim değil, bunu yapabilmiş olmam. Açığa çıkan her yalanımla birlikte, annemin sözlerimi sorgulamayı aklından bile geçirmediği günlerin giderek arkamızda kaldığını hissediyorum.
"Aman canım, zaten o kafeyi sevmiyordum ben." diyerek devam ediyor Naz. "Eminim çalışabileceğim başka düzgün kafeler de vardır."
İlla ki vardır. Fakat o düzgün yeri bulana kadar nelerle karşılaşacağını ancak Tanrı bilir. Ben bile geçmişte ne çok beladan kıl payı kurtulduğumu ancak şimdi idrak edebiliyorum. Babam ölene kadar evle okul arasındaki rotaya sıkışmış biri olarak hayata balıklama atlamıştım resmen. İş bulmaya çalışırken şimdiki aklımla asla cesaret edemeyeceğim yerlere girmiş, muhtemelen hayattaki bütün şansımı da oralardan sağ salim çıkmayı başararak harcamıştım.
"Olmaz Naz, çok çalışmak istiyorsan git derslerine çalış."
"Bazen gerçekten saçmalıyorsun, abla." dediğini duyuyorum onun. "Önceden sınavım var diye izin vermiyordun, ona tamam. Ama şimdi ikimiz de üniversiteli olduk, şartlar eşitlendi artık."
"Şartlar eşit falan değil. Benim görevim-"
"Bana bakmak mı?" diyor lafımı keserek. "Babamın söylediği gibi hani? Şu meşhur seni bu evde besliyorsam şeklinde başlayan tiradından mı bahsediyorsun?"
Düşüncelerin zihnime üşüşmesine engel olamıyorum bile. Birden yarasalar gibi etrafımı sarıp tenimi çekiştirmeye başlıyorlar. Evin her köşesine sinmiş mutsuzluklar çarpıyor gözüme, kardeşimin bana hatırlatmak için canını dişine taktığı anılar. Oklavayı bir kenara bırakıp ona dönerken annemin sessizce bizi izlediğini fark ediyorum.
"Benden ne istiyorsun, ablacım?" diye sorarken sesim titremesine engel olamıyorum. "Babamdan hesap sormamı falan mı? Nazenin, ölü insanlardan hesap soramam..."
"Ölülerden hesap sorma zaten." diyor çocuksu bir tavırla omuz silkerek. "Ölüleri göm. Seni kontrol edemeyecekleri, kararlarını etkileyemeyecekleri kadar derin bir mezara göm. O zaman seni rahat bırakırım."
Gömdüm zaten. Yoksa içimde tüm bu mezarlıklar niye?
Fakat anlatsam da anlamayacak bunu. Bu yüzden bıkkın bir tavırla iç çekerek hamura eğiyorum kafamı. Kestiğim hamurları tepsiye döktükten sonra Naz'ın önünde geniş kaseye göz atıyorum. Hamur içinin şu ana kadar kestiklerime bile zar zor yetişeceğini anladığımda içim rahatlıyor. Artık gönül rahatlığıyla buradan kaçabilirim.
"Nereye kızım?"
Tanrı aşkına, evin içinde nereye gidebilirim ki?!
"Banyoya gidiyorum." diyorum anneme sakin kalmaya çalışarak. "Duş alacağım. Malum, aptal kızın çocuk gibi üzerime un attığı için..."
IQ'su 140'ın üzerinde olan birine aptal demek saçma gibi görünebilir fakat söz konusu kişi küçük kardeşiniz olduğunda işler değişiyor. Nobel Fizik Ödülü bile alsa istediğim zaman ona aptal diyebilirim. Naz'ın hamurların arasından bana attığı çaresiz bakışı görünce keyfim büsbütün yerine geliyor.
"Kolay gelsin," diyorum kapıya doğru ilerlerken. Ardından nispet yaparcasına ekliyorum. "Ben gideyim de sıcak bir duş alıp yatayım. Artık sabaha anca bitirirsin."
Naz kaşlarını çatınca gülmemek için kendimi zor tutuyorum. Beter ol bakalım, inatçı keçi... Keyifle oradan kaçmaya hazırlanırken annem yeniden sesleniyor.
"Banyodan çıkınca hemen buraya gel, Melek." dediğini duyuyorum onun. "Bu soğukta üşütürsün kızım."
Haklı. Evde sadece salonda soba var, Naz'la benim odamdaki eski model klimayı ise pek kullanmıyoruz. Isıtmıyor oluşunu geçtim, gürültülü ve bol elektrik harcayan bir şey kendisi. Gerçi klimaya gerek yok zaten. Ben genelde elektrikli battaniyeyi yatağımın altına serip uyumadan önce yarım saatliğine açarak mutlu mesut uyuyordum odamda. Yıldızları izliyordum. Fakat dikişleri aldırmak için gittiğimiz hastanede de doktor astımla bronşit arasındaki çizgide gidip geldiğimi hatırlatınca durum değişti tabi.
Banyoya girmeden önce kıyafetlerimi almak üzere odaya gidiyorum. Işığı açmaya gerek duymadan her zamanki alışkanlıkla karanlıkta doğruca dolabıma yöneliyor adımlarım. Duştan çıktıktan sonra burada giyineceğimi hesaba katarak önce klimayı açıyorum. Ardından temiz geceliğimi ve iç çamaşırlarımı almak üzere dolabı açıyorum ve-
Camdan gelen ses ödümü öyle patlatıyor ki çığlık atmamak için kendimi zor tutuyorum. Panikle doğrulurken dolap kapakları elimden fırlayıp çarparak kapanıyor, ayaklarım benden bağımsız bir halde kapıya yöneliyor. Son anda, pencerenin dışında gördüğüm tanıdık silüet sayesinde durmayı başarıyorum.
Eğer hayal ya da rüya görmüyorsam, bu o.
Koşturarak gidip yatağımın üzerinden perdeleri çekiştiriyorum telaşla. Tülü yerinden söker gibi açtığımdaysa yanılmadığımı anlıyorum. Aras gelmiş. Gözlerinde gecelerimle, dudaklarında bastıramadığı tebessümüyle birlikte tıpkı bir yıldız hırsızı gibi penceremin önünde durmuş beni izliyor. Onu gördüğümde tüm sıkıntılarım kayboluyor sanki, heyecandan yanaklarımın al al olduğunu hissediyorum. Öyle ki, durduğu yerin tam sokak ortası olduğunu bile idrak edemiyorum bir süre.
İdrak ettiğimdeyse yüzümdeki gülümseme yerini paniğe bırakıyor birden. Gerçekten evin önüne gelmiş olamaz, değil mi? Eh, olamaz. Sonuçta, evin önü birkaç metre öteyi de kapsıyor. Aras doğrudan odamın önüne gelmiş! Dehşete düşmüş bir halde sokağa göz atarken onun yeniden camı tıklattığını duyuyorum. Fakat tüm zihnim, fark edilirsek bu haberin anneme kaç saniyede gideceğini düşünmekle meşgul olduğu için dönüp bakamıyorum bile.
Mahallede akşam saatlerinde herkes perdesini çekmiştir herhalde. Fakat karşı evde taşınma hazırlıkları yapan Seval Teyzeler buna dahil değil. Mehmet'in ortanca kardeşinin de annesiyle birlikte eşyaları kolilere yerleştirmekle meşgul olduğunu görünce elim ayağım birbirine dolaşıyor. Annemin en has arkadaşına yakalanmamız için gereken tek şey, kadının arkasına dönüp bakması yani. Tabi, ondan önce sokaktan geçen biri görmezse...
Kopacak cümbüşü düşününce panikten nefesim kesiliyor. Tam da ev hapsimin sonlarına yaklaşmışken bir ceza almayı daha kaldıramam! Ellerimle Aras'a arkadaki evi görmesi için işaret yapmaya başlıyorum fakat tek yaptığı şey sorarcasına kaşlarını kaldırmak oluyor. Jest ve mimiklerim yetersiz kalınca "Arkaya bak!" diye fısıldıyorum telaşla. Bir eliyle kulağını işaret edip başını iki yana sallıyor, sonra pencereyi işaret ediyor bana.
Ah, tabi ya... Duyamıyor beni! Ne demek istediğini anlayınca panikten can çekişerek yatağıma zıplayıp pencereyi açıyorum. "Aras, buradan hemen-"
Beni çekip öpüyor.
Cümlemin kalanı onun dudaklarına çarptığında şaşkınlıkla nefesimi tutuyorum. Bir eliyle yüzümü kavrarken parmakları hasretle yanaklarıma gömülüyor. Birkaç saniyelik bu süreçte ne olduğunu idrak edemiyorum bile. Dudaklarıyla alt dudağımı kavrayıp içine çekiyor, sonra nefesiyle birlikte serbest bırakıyor birden. Üzerinde diz çöktüğüm yatağımla kollarımı dayadığım pencere pervazının altımdan kayıp gittiğini hissediyorum.
Geri çekildiğinde tuttuğum nefesim ağzımdan kopup havaya karışıyor. Yüzüm ısınmaya başlarken hayretle Aras'a bakıyorum. Bir anlığına. Sonra elini bağrıma koyup beni arkaya doğru itiyor hafifçe. Daha da büyük bir şaşkınlıkla yalpalayarak yatağımın üzerinde dengemi sağlamaya çalışıyorum. Teknede bir kez bile öpüşmemişken az evvelki öpücük benim için öyle beklenmedik bir şey ki, onun beni neden pencerenin önünden çektiğini düşünmek aklıma bile gelmiyor. Ta ki...
"Hayır!" diyerek yerimden fırlıyorum. "Hayır, geri çekil! İçeri gelemezsin, annem görür!"
"Sağlığın ne durumda?" diye soruyor pencereye tutunup bedenini yukarı iterken. "Cevap verirsen, içeri gelmem."
Kendimi yataktan aşağı atıp koşturarak pencerenin önüne geçmeye çalışıyorum. Fakat daha fazla yaklaşamam. Ya yine öperse beni? Ya tam o sırada Seval Teyze arkasını dönerse? Aras'ı sözlerimle ikna etmek zorundayım.
"Sırtımdaki dikişler tamamen kaynadı! Küçük bir iz kalacak olması dışında hiçbir sorun yok." diyorum panikten nefesim kesilerek. Onun geri çekilmediğini görünce telaşla daha fazla detay vermeye çalışıyorum. "Bileğim çok daha erken düzeldi. Kaburgalarım da ağrımıyor bile, özetle tamamen iyileştim! Hepsi bu kadar, gidecek misin artık?!"
Yüzünde şeytani bir gülümseme beliriyor. "Elbette, hayır."
"Ama d-dedin ki cevap... Cevap verirsem içeri gelmeyeceğini-"
Başını eğip penceremden geçmeye çalışırken "Senin sorunun da bu işte, güzelim." diyor öğüt verircesine bir olgunlukla. "İnsanlara çok çabuk inanıyorsun."
Sonra pencere pervazındaki elini çekip önce yatağımın üzerine, sonra da yere bırakıyor kendini. Birkaç metre gerisinde dikilmiş hayretle bu manzarayı izliyorum. Odamda şu an. Bildiğin odamda. Annemin de içinde bulunduğu bir evin odasında yani. Allah kahretsin, gerçekten de odamda!
Aras yerden doğrulup sakin bir tavırla pencereyi kapatırken hiçbir şey söyleyemiyorum. Sanki hep yaptığı bir şeymiş gibi perdeleri çekiyor ağır ağır. Sonra arkasını dönüp bana bakıyor ve sakinliğinin birden kaybolduğunu fark ediyorum. Yatağımın kenarından dolaştıktan sonra bir fırtına hızıyla yanıma geliyor. Beni kendine çekip sarıldığında ayaklarım yerden kesiliyor ve dudaklarımdan ufak bir çığlığın kopmasına engel olamıyorum.
Muhtemelen o da paniklemiş olacak ki, eliyle ağzımı kapatmadan önce beni yere indirmeyi akıl edemiyor. Yeniden zemine kavuştuğumda dengemi kaybedip arkaya doğru salınırken kendimle birlikte onu da çekerek yatağa düşüyorum. Ne yazık ki, o da benim üzerime düşüyor. Basınçtan nefesimin kesildiğini hissediyorum bir anlığına, Aras telaşla geri çekilmeye çalışırken dirseğini sertçe karın boşluğuma geçiriyor. Acıyla inleyerek elini ısırıyorum.
"Özür dilerim, yanlışlıkla oldu!" diye fısıldıyor kendini geri çekmeye çalışarak. "Güzelim, izin ver de kalkayım!"
Ben mi? Boynuna kenetlenmiş kollarımı fark edince utançtan yüzüm yanıyor. Evet, ben. En sonunda pes ederek yatakta yan dönüyor Aras. Ciğerlerime oksijen gidince kollarımı çözmeyi akıl edebiliyorum neyse ki. Fakat uzun sürmüyor bu durum. Eliyle karnımı yoklamaya başladığında beynimin yeniden durduğunu hissediyorum.
"Burası mı?" diyor panikle elini karnımın sağ alt kısmında gezdirerek. "Apandisitine mi denk geldi? Melek cevap versene!"
Aras'ın endişeyle bezeli yüzüne bakarken kendimden büsbütün utanıyorum. Dokunduğu her yerde kelebeklerin uçuştuğundan haberi var mı acaba? Üzerimdeki geceliğe rağmen ellerinin sıcaklığını hissedebiliyorum, değdiği yerlerde ince bir sızı bırakıyor sanki. Yüzüm alev alırken elini tutup karnımdan çekiyorum.
"Hayır, burası." diyorum kendi elimle karın boşluğumu işaret ederek. "Sorun yok, gerçekten."
Bir an sessiz kalsa da şükürler olsun ki fark etmiyor halimi. Derin bir nefes alıp kendini sırtüstü yatağa bırakıyor yeniden. Hayır, yatağa değil. Benim yatağıma. Aldığım her nefesle birlikte bu korkunç gerçeği idrak etmeye başlıyorum. Fakat Aras beni kendine çekip sarıldığında aklım başımdan gidiyor bir kez daha. Paltosunun dışına işlemiş soğukla titresem de geri çekemiyorum kendimi.
"Üşüdün mü?"
İçimde bir yangın olduğunu nasıl anlatabilirim ki ona? Sessizliğimi bir onay olarak alıyor muhtemelen. Kalın paltosunu iki yana açıp aramızdan çektiğini fark ediyorum. Ardından beni göğsüne bastırıp paltoyu etrafımıza doluyor yeniden.
Bu hissi anlatmam mümkün değil. Bu insanı mest eden sıcaklığı... Bedeni altımda bir ateş kütlesi gibi uzanırken kokusuna bulanmış halde buluyorum kendimi. Bana her dokunduğunda biraz daha tenime işliyor bu koku. Tenimde bir damga bıraktığının farkında mı?
"Neden hiç cama çıkmadın?" diye mırıldanıyor sitemle. "Son iki haftadır burada yoktum ama öncesinde kaç kez bekledim seni. Odanın perdeleri kapalıydı hep."
Huzurdan mayışmış bir halde cevap veriyorum ona. "Ben salonda uyuyordum."
"Burada olmadığını anlamıştım zaten." diyor sakin bir sesle. "Uyurken perdeleri çekmezsin sen."
Donup kalıyorum. Fark ettiyse bile hiçbir şey olmamış gibi devam ediyor sözlerine.
"Başlarda bunu sokak ışıkları yüzünden yaptığını düşünmüştüm." dediğini duyuyorum Aras'ın. "Sonra yanıldığımı anladım. Yıldızları izliyordun sen."
Ama yıldızların da beni izlediğini bilmiyordum.
Öğrendiğim bu yeni bilgiyi sükunetle karşılamaya çalışsam da vücudum benim kadar sakin kalamıyor. Kalbimin yerinden çıkacakmış gibi atmaya başladığını, tenimin giderek ısındığını hissediyorum. İlk ne zaman geldi acaba? Keşke bunu ona soracak cesaretim olsaydı. Böylelikle ne kadar zamandır bana karşı bir şeyler hissettiğini de öğrenebilirdim. Evet, benim bunu sormaya cesaretim yok. Olmazdı daha doğrusu. Fakat şu minik ardıç kuşları ne zaman içimde uçuşmaya başlasa, anlık bir cesarete kapılıyorum. Tıpkı şu anda olduğu gibi. Kelimeler kanatlanıp ben durduramadan fırlıyor ağzımdan.
"İlk ne zaman geldin?"
Aras'ın saçlarımda gezinen ellerinin bir anlığına teklediğini hissediyorum. Bunu sormamı beklemiyordu muhtemelen. Doğrusu, bunu ben de beklemiyordum. Yine de hevesle bekliyorum vereceği cevabı.
"Sana karşı olan hislerimi fark ettikten sonra." diyor kelimeleri dikkatle seçerek. "Seni kaybetme ihtimaliyle yüzleştikten sonra."
Ah, tabi ya... Rektörlük yangını. O olaydan sonra bana karşı davranışları epey değişmiş, Araf'a girmeyeyim diye yaptırdığı kapıyı kendi elleriyle açıp içeri almıştı beni. Bu da demektir ki, biz o gün sahiden de öpüşecektik. Yüzüm ısınmaya başlarken aramızda kısa bir sessizlik oluyor. Onun da aynı soruyu bana sormak istediğini anlıyorum ve bu ihtimal panikletiyor beni. Ne yazık ki bir çözüm bulamadan Aras'ın yeniden konuştuğunu duyuyorum.
"Ben de sana bir şey soracağım," diyor başını saçlarıma gömerek. "Neden kendini una buladın, Melek?"
"Ha?"
"Un kokuyorsun." diyor saçlarımın arasında derin bir nefes alarak. "İnsanın pişirip yiyesi geliyor seni."
Allah kahretsin, üstüm başım un içinde! Çaktırmadan saçımdan bir tutam alıp burnuma götürüyorum. Un kokusunu fark edince ağlamamak için zor tutuyorum kendimi. Sonra koridordan gelen bir ses bütün ağlama isteğimi alıp götürüyor.
"Melek! Daha girmedin mi banyoya kızım?!"
Annemin sesini duyunca yattığım yerden zıplayarak doğruluyorum resmen. Beni durdurmaya çalışsa da engel olamıyor, sanki önemsiz bir şey yüzünden keyfi kaçmış gibi kaşlarını çatıyor utanmadan.
"Kalk çabuk!" diye fısıldayarak çekiştiriyorum Aras'ı. "Gitmen lazım, hadi!"
"Gidemem, Melek."
"Ne demek gidemem?!"
"Sana anlatmam gereken şeyler var," diyor iç çekerek doğrulurken. "Annenleri bir şekilde oyalaman lazım."
"KIZIM DUYMUYOR MUSUN BENİ?"
"G-geliyorum!" diye sesleniyorum panikten kekeleyerek. "Kıyafetlerimi alıyorum anne!" Sonra Aras'a dönüp fısıldıyorum. "Ne anlatacaksın?"
"Tablo." diyor ellerini iki yana açarak. "Zehrin ne olduğunu tespit ettik."
Yüzündeki sıkıntılı ifadeye bakılırsa bundan daha fazlası olduğu ortada. Ne diyeceğimi bilemez halde bakıyorum ona. Naz'la konuşursam ben duştan çıkana kadar annemi bu odadan uzak tutabilir. Peki duştan çıkınca buraya nasıl döneceğim? Eh, onu da duşta bulurum artık.
"Annem işkillenmeden gidip duş almam gerek," diyorum işaret parmağımla onu ikaz ederek. "Sonra hemen buraya geleceğim."
Kollarını yatağın iki yanına yaslayıp gülümseyerek beni süzüyor. "Bornozla mı?"
Tekli koltuktaki minderi kafasına fırlatıyorum. "Hayır pislik, giyinik olarak!"
Kahkahalarını kesmek için minderi yüzüne bastırarak yeniden yatağıma bırakıyor kendini. Onu izlerken içimde kuşların kanat çırptığını hissediyorum. Sahi, ne yapacağım ben bu adamla? Koşup yanına uzanmak, tıpkı kardeşime yaptığım gibi hırpalayarak sevmek geliyor içimden. Fakat annemin iki oda ötedeki varlığını düşünerek bir şekilde kendimi durdurmayı başarıyorum. Eğilip dolaptan temiz geceliğimle iç çamaşırlarımı alırken benimle uğraşmaya devam ediyor.
"Dantelli mi o?"
"Hayır!"
"Emin misin? Buradan bakınca çok net biçimde danteller görünüyor da..."
"Kör müsün sen?!" diyorum dönüp sütyenimi ona göstererek. "Neresi dantelli bunun?!"
Havaya kaldırdığım sütyene bakarken yüzündeki gülümseme iyice genişliyor. Oyuna getirildiğimi fark edince sütyenimi arkama saklıyorum telaşla. Yüzüm yanmaya başlarken teknede ona attığım dayağı düşünerek moral veriyorum kendime. Eğer biraz daha uğraşırsa ikincisinin de gerçekleşeceğine eminim. Ardından ayağa kalkıp hiçbir şey olmamış gibi kapıya doğru ilerliyorum. Kızgın bakışlarımdan hiç etkilenmemiş gibi konuşmaya devam ediyor.
"Demek rengi fuşya, ha?" diyor yatağımda yan dönerek. "Sen beni öldüreceksin, güzelim."
Kapıyı suratına çarpıyorum.
-*-
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro