Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Bölüm 31/1 - Babil

''Babil yeryüzündeki tüm şehirlerin ihtişamını aşar.''
-Heredot

ARAS
(sergi gecesi)

-*-

Tennyson'un çatlak duvarların arasında açan bir çiçeği anlattığı meşhur dizelerinde, tüm evreni anlamanın yolunun tek bir çiçeği anlamaktan geçtiği yazıyordu. Şair öyle çok büyülenmiş ve onu anlamayı o kadar çok istemişti ki, kökleriyle birlikte çiçeği koparmaktan bahsediyordu şiirinde. Bunun çiçeği öldüreceğinin farkında bile değildi.

Fakat Japon şairi Bosho farkındaydı bu gerçeğin. Bosho da yaptığı bir gezinti esnasında büyüleyici bir çiçekle karşılaşmış, tıpkı Tennyson gibi çiçeği anlamak istemiş, ancak bunun için farklı bir yol seçmişti. Çiçeği koparmak yerine sessizce izlediğini yazıyordu dizelerinde. Ona yeterince dikkatli bakarsa, en sonunda aradığı cevapları görebileceğini düşünmüştü.

Bir çiçeği anlama arzusuyla yanıp tutuşan iki farklı adam. İlki, bu uğurda çiçeği kökleriyle birlikte koparmayı, ikincisi ise onu sessiz bir gölge gibi izlemeyi tercih etmişti. Bense her iki yolu da denemiş bir adam olarak, Tennyson'un da Bosho'nun da yanıldığını görebiliyordum. Benzer kaderi yaşayan üçüncü bir şairin izlediği başka bir yol daha vardı ortada. Bir gezinti esnasında gördüğü çiçeği anlamak isteyen Alman şairi Goethe'nin izlediği yol.

Arkasını dönüp çıkış kapısına doğru ilerleyen kıza bakarken üçüncü yoldan gitmem gerektiğini anlamıştım. İstifimi hiç bozmadan Saatchi'ye dönüp gitmem gerektiğiyle ilgili bir şeyler geveledim. Boynuna taktığı kırmızı papyonu çekiştirerek sanki hayatımda gördüğüm en rezil psikopatlardan biri değilmiş gibi gülümsedi bana. Bozuk Türkçesiyle dostluk naraları atarken onu papyonuyla boğmak istediğimin son derece farkındaydı üstelik. Eğer biraz daha konuşursa gerçekten yapacaktım bunu.

Neyse ki Elfida'nın durumu fark etmesi uzun sürmemişti. Bakışlarını salonda gezdirdikten sonra Stendhal sendromu yaşıyormuş gibi heyecan dolu bir tavırla ilerideki tabloları işaret etti birden. Sonra Saatchi'nin koluna girip coşkuyla sürüklemeye başladı adamı. Onun Melek'in peşinden gideceğimi bildiği halde işimi kolaylaştırması beklenmedik bir durumdu fakat olumlu sonuçlar doğurduğu için sorgulamamıştım bile.

Zaten bunu yapmama gerek kalmadı. Melek gitmeden onu yakalayabilmek için arkamı dönüp çıkış kapısına doğru yürümeye başladım telaşla. Fakat kapıya varamadım. Tam salonun ortasındaki iki devasa sütunun arasından geçecekken önüme set çekilen bir baston tarafından durdurulmuştum. Kabzasında birçok şeyi açıklayan çift gövdeli bir ağaç sembolü yer alıyordu.

Dayım hala buradaydı. Ve Elfida Melek'in peşinden gidebilmem için değil, dayımla konuşabilmem için kurtarmıştı beni. İç çekerek başımı çevirip yaşlı adamı süzdüm. Yüzündeki çizgilere dökülen ciddiyette rahatsız edici bir şeyler vardı. Onun buraya yalnızca Melek'le tanışmak için gelmediğini anlamıştım.

"Neler oluyor?"

"Burada anlatamayacağımı biliyorsun." diye homurdandı. "Şeytanların yuvasındayız, Aras."

Evet, bu biraz sert bir söylem olmuştu. Etrafta hatırı sayılır miktarda psikopat bulunduğunu inkar edecek değildim. Ülkedeki en büyük sanat etkinliklerinden birindeydik ve işin karanlık tarafındaki tipler de buraya iştirak etmişti. Doğal olarak. Fakat salonun çoğu normal insanlardan oluşuyordu hala. Tam sayısal üstünlüğü dile getirip ona karşı çıkmaya hazırlanırken bakışlarım salonun diğer ucundan bizi izleyen Saatchi'ye takıldı. Adamın tek başına salondaki yüzlerce normal insanı ekarte edebilecek anormalliğe sahip olduğunu düşününce dayıma hak verir gibi olmuştum.

"Tamam o zaman, şöyle yapalım." dedim orta yolu bulmaya çalışarak. "Elfida'yla birlikte yalıya gidin, ben de birkaç saat sonra size katılayım."

"Mümkünatı yok." diyerek reddetti beni. "Araba kapıda bekliyor, buradan hemen ayrılmamız lazım."

Bir çatışma daha. Her zamanki gibi iki farklı doğrudan birini seçmek, seçemediğim doğru içinse bir bedel ödemek zorundaydım. Fakat bu bedeli Melek'le ödemekten yorulmuştum artık. Eğer şimdi dışarı çıkıp onunla konuşmazsam, bazı ihtimallerin sonsuza dek ortadan kalkacağını hissediyordum. Kolumu çekip dayımdan kurtarırken net bir cevap verdim ona.

"Birkaç saat sonra. Yalıda. Olur mu?"

"Sen gerçekten durumun ciddiyetini anlamıy-"

"Kahrolası birkaç saat!" dedim elimde olmadan sesimi yükselterek. "İşin ucunda tüm insanlığın kaderi bile olsa birkaç saat beklemek zorunda, bunun nesini anlamıyorsun?"

Koyu renk gözlüklerini çıkarıp buz mavisi gözleriyle, görmeyen bir bakış attı bana. Yüz ifadesinden duyduklarına inanmakta güçlük çektiğini anlayabiliyordum. Onun bakış açısından durumun nasıl göründüğünü bildiğim için suçlayamıyordum dayımı. Fakat onu haklı buluyor oluşum, kendi yolumdan döndürmüyordu beni.

"Yapman gereken şey, Ozan'ı sorumluluk almaya ikna etmekti." dedi sesinde buz parçalarıyla. "Ona benzemek değil."

Beni hiç şaşırtmayarak konuyu Ozan'a bağlamıştı yine. Bulduğu her fırsatta onu eleştirmesi, hatta neredeyse tüm bu vahşetten sorumlu olmakla suçlar gibi konuşması alışılmadık bir şey değildi. Gerçi, dayım Ozan'ı vahşetten sorumlu olmakla suçlamıyordu. Sorumsuz olmakla suçluyordu. Annesiyle babasını kaybettikten sonra ayakta kalabilmiş olması, kardeşini korumak için yeni tanıştığı bir kızla evlenmesi, bunca yıl derslerle hiç ilgilenmemişken şimdi mezun olabilmek için canını dişine takması Ertuğrul Saral'ın gözünde sorumluluk sahibi yapmıyordu Ozan'ı. Dayım tüm bunları, Ozan'ın çok daha büyük bir sorumluluktan kaçışı olarak görüyordu. Bense yalnızca bir seçim olduğunu düşünüyordum.

Ama sorun benim ne düşündüğüm değildi. İma ettiği şey çok açıktı, bu sözleri sarf ederken beni sorumsuz olmakla suçladığının farkındaydım. Eğer kendimi açıklamaya çalışırsam, bunun dayımı üzerimde bir otoriteye dönüştüreceğinin de. Fazla düşünmeme gerek yoktu. Otoritelerin içimdeki direnişçiyi uyandırdığı aptal çocukluk günlerimden kalma bir alışkanlıkla geri çevirdim onu. Dayımın beni koruyup kollamak istediğini biliyordum fakat sorun şu ki, buna ihtiyaç duyduğum günler çok geride kalmıştı artık.

"Hakkımdaki düşüncelerini daha sonra bana mail atar mısın?" dedim nezaket dolu bir tavırla. "Çünkü şu an seni dinleyecek vaktim yok."

"Melek yüzünden, değil mi?"

Ertuğrul Saral'ın son sözlerin adamı olduğunu biliyordum. Bu yüzden, beni durduracak yegane sözleri şıp diye bulup önüme atması da beklenmedik bir durum değildi. Fakat ses tonundaki öfkeden hoşuma gitmeyen bir şeyler vardı. O öfkenin bana yönelik olduğundan emin olmak zorundaydım. Dayımın içindeki zehri kusmadan rahat etmeyeceğini bildiğim için kollarımı göğsümde kavuşturup sessizce devam etmesini bekledim. Etti de.

"Kontrol edemediğin şey, seni kontrol eder." dedi yüzünde hayal kırıklığı ve acıma karışımı bir ifadeyle. "Ve sen hislerini kontrol edemiyorsun. Fakat o kıza olan zaafın sadece senin sonunu getirmeyecek, Aras. Ne demek istediğimi anlıyor musun?"

Sesindeki tehdit tınısını çok net anlayabiliyordum. Doğruyu söylemek gerekirse, böyle bir şey beklemiyordum ondan. Fakat gerçekleşmesini beklemiyor oluşum, bu ihtimali hiç düşünmediğim anlamına gelmiyordu. Her şeye hazırlıklı olmaya çalışmak benim için bir seçim değildi çünkü. İnsanlara olan güvenimi Erzurum'daki bir mağarada bırakmıştım ve o günden beri temkinli olmak önüne geçemediğim bir dürtüydü. Şimdiyse bu dürtünün bir kez daha işime yaradığını görebiliyordum.

"Kırmızı çizgiyi geçiyorsun, Kütüphaneci." diye mırıldandım sakin bir tavırla. "Ki benim kırmızı çizgilerim, Fırat'ın doğusu kadar değişken değildir."

Başını iki yana sallayarak güldü bana. Muhtemelen onu yanlış anladığımı düşünüyordu. Muhtemelen onu gerçekten de yanlış anlamıştım. Fakat az evvelki sözleri bir tehdide çıkmıyorsa bile, günün birinde bunun gerçekleşmeyeceğini hiç kimse garanti edemezdi.

"Sadece fikrimi belirtmek istemiştim, sevgili oğlum." dediğini duydum dayımın. "Fakat ilginç günlerden geçiyoruz, öyle değil mi? Bir adamı freni patlamış bir kamyonun hızla ona yaklaştığı konusunda uyardığında, dönüp seni frenleri kesmekle suçlayabileceği bir hayli ilginç günler... Frenleri ben kesmedim, Aras."

Cümlesinin sonuna doğru onun iki sütunun arasına set çektiği bastonunu indirip geri çekildiğini fark ettim. Ardından geçmem için yolu işaret etti bana. Sadece pes ederek bile insana işgale uğradığını hissettirebiliyordu dayım. Fakat sorun şu ki, işgalci o değildi.

Hiçbir şey söylemeden sütunların arasından geçip çıkışa doğru ilerledim. Dayımla aramdaki ilişkinin gidişat değiştirdiğini görebiliyordum ve en son isteyeceğim şeylerden biriydi bu. Her ne kadar yedek planlar yapmış olsam da Ertuğrul Saral'ı karşıma almak büyük hasar verirdi bana. Şu aşamada onun desteğini gözden çıkarıp isyan bayrağını göndere çekemezdim. Ozan'ı ikna edemediğim müddetçe, göndere çekeceğim her bayrak beyaz renkte olacaktı.

Öte yandan, Melek'i kaybetmek bir seçenek değildi benim için. Aşık olmanın ve korumanın da ötesinde, varlığına gerçekten ihtiyaç duyuyordum. Giderek artan karanlığın ortasında yüzüme ışık tutan bir şeyler vardı onda. Melek'ten uzak durursam sadece karanlıkta kalmayıp, çevremdeki aydınlığı da yutmaya başlayacağımı biliyordum.

Dışarı çıktığımda merdivenlerin başında durup etrafa göz attım. Görünürlerde yoktu elbette. Ne bekliyordum ki? Az evvel sergi salonunda kırgın bir genç kızın çehresini görmüştüm. Gururlu bir kızın. Her zamankinden daha çok kaçmaya çalışacaktı, her zamankinden daha öfkeli olacaktı. Fakat ben de her zamankinden daha inatçıydım bu akşam. Eninde sonunda ikimizden birinin teslim olması gerekecekti.

"Aras!"

Arkamı dönüp baktığımda koşarak gelen Elfida'yı gördüm. Yüzünde endişeli bir ifade vardı. Dayımın onunla konuştuğunu tahmin edebiliyordum.

"Yalıya git, Elfida." dedim fazla uzatmadan. "Birkaç saat sonra yanınıza geleceğim."

"Olmaz!" diyerek koluma yapıştı birden. "Şimdi gelmen gerek, Ertuğrul Amca dedi ki-"

"Elfida, yeter." Kolumu çekip kurtardım ondan. "Melek'i bulmam lazım."

Havada asılı kalan elleri ağır ağır aşağı inerken Elfida'nın kırıldığını biliyordum. Kalbimde bir başkası varken, burada kalıp onu teselli etmemin hiçbir anlam ifade etmeyeceğini de. Bir zamanlar Arzu kırılmasın diye çok uğraşmış ve öldüğü gün, bir insanı sevmemenin ne bir bahanesi ne de bir telafisi olamayacağını anlamıştım. Sevgi isteyen birini şefkatle avutamazdınız, oksijensiz kalmış bir insana su içirmekten farkı yoktu bu. Zaten aksi mümkün olsaydı, Arzu hala yaşıyor olurdu.

Arkamı dönüp giderken Elfida tekrar seslenmedi bana. Seslenmiş olsaydı da dönüp bakmayacaktım.

Arabanın boş olduğunu görünce pek şaşırmadım. Otobüs duraklarının uzaklığını ve Melek'in bu semte yabancı olduğunu düşününce, taksi çağırdığını tahmin etmek zor değildi. Her halükarda eve varmadan önce ona yetişeceğimi anlayınca rahatladığımı hissettim. Gerçi, bu gece gemileri öyle bir yakmıştım ki, eve gitmiş olsa bile kapısını çalacağımı biliyordum.

Yarım saat sonraysa zihnimdeki tüm bu olumlu fikirler endişeye bırakmıştı yerini. Güvenlik görevlisinden hiç kimsenin taksi çağırmadığını öğrendiğimde telaşla yola koyulmuştum. Karanlık yolda ilerlerken sık sık durup etrafa bakıyor, yol kenarında hareket eden her karaltıya dikkat kesiliyordum. Fakat yer yarılmıştı da içine girmişti sanki, endişe ve korku kök salıp duruyordu yüreğime.

Aklıma gelen yeni bir ihtimalle birlikte duraksadım. Onun yolu yürüyerek döneceğini nereden çıkarmıştım ki? Sonuçta güvenlik görevlisi yalnızca kimsenin taksi çağırmadığını söylemişti bana. Belki de Melek onu gelip alması için birilerini arayıp yardım istemiş, sonra da yeniden içeri dönmüştü. Onu sergi salonunda kendisini kurtaracak beyaz atlı prensi beklerken düşününce öfkeli bir gülüş fırladı dudaklarımdan. Yavşak prensin ağzını kırıp atıyla birlikte mezbahaya gönderdiğimde ne yapacaktı acaba?

Sergi alanına vardığımda Melek hala görünürlerde yoktu. Çoktan gitmiş olabilir miydi? Geç kalmış olma ihtimalimi derin bir nefesle içime çekip kapıya uzandım. Dışarı çıkarken bakışlarım bir anlığına arka koltukta duran monta takılmıştı. Sabah orada otururken ona ne kadar kötü davrandığımı hatırlayınca içimin cız ettiğini hissettim birden. Tek avuntum bana olan hislerinin yeni oluşuydu, hoyrat davranışlarımın zarar verebileceği kadar güçlü bir aşk yoktu ortada. Buna rağmen, onun bana kırılmış olabileceğini düşündükçe deliler gibi canım yanıyordu.

"Senin ne işin var burada?"

Birkaç metre ötemde yankılanan erkek sesini duyunca hayretle başımı çevirdim. Karşımda burada görmeyi en son beklediğim insanlardan biri duruyordu. Mert. Konuşurken gizleyemediği bir endişe belirmişti yüzünde, bir şeyler arayarak etrafa bakınıp duruyordu.

Tabi ya, Melek.

Melek ondan yardım istemiş olmalıydı. Bunu fark edince birden neşelendiğimi hissettim. Tamam, Mert denen yaratığın ağzını kırmak da hoşuma giderdi fakat onun Melek'e farklı gözle bakmadığını çok iyi biliyordum. Zira baş belası sürüngenin farklı gözle baktığı kişi kız kardeşimdi. Bu düşünceyle birlikte neşemin hızla kaybolduğunu fark ettim. Birdenbire Mert'e yumruk atarsam Melek'in bunu sorun edip etmeyeceğini merak etmeye başlamıştım.

Muhtemelen ederdi.

"Melek'i arıyorum." dedim homurdanarak. "Tüm yolu gidip geldim ama bulamadım. Nerede olduğundan haberin var mı?"

Daha önce de burada olduğumu duyunca önce sergi binasına, ardından tekrar bana baktı. Minik beyninde bazı taşların yerine oturduğunu fark etmiştim.

"Bu akşam seninle birlikteydi, değil mi?" diye sordu öfkeyle. Sonra herhangi bir cevap beklemeden devam etti. "Ses tonundan anlamalıydım zaten... Lanet olsun, ne halt yedin de üzdün kızı?"

Sabırla tekrarladım. "Melek nerede?"

"Böyle olacağını bilseydim onu uyarmaya çalışırdım." diyerek çene çalmaya devam etti. "Anlamıyorum, birkaç hafta öncesine kadar senden ölümüne nefret ediyordu bu kız. Ama sonra birden yapışık ikizler gibi dolaşmaya başladınız. Çok saçma, değil mi? Bu akşam da artık ne yaptıysan, ağlamamak için zor tutuyordu kendini. Gerçi bu seninle her vakit geçirdiğinde olan bir şey. Merak ediyorum da bugüne kadar sana hiç pisliğin teki olduğunu..."

Telefonumu çıkarıp Melek'i aradım yeniden. Hala kapalı görünüyordu. Benim burada olduğumu görüp de kaçmış olabilir miydi acaba? Az önce duyduklarım sadece Mert'in zeka seviyesinden emin olmamı sağlamamıştı, aynı zamanda Melek'in hislerinden de bütünüyle emin olmuştum. Mert'e dönüp son sabır kırıntılarımla birlikte sorumu yineledim.

"Melek seni nerede bekleyeceğini söyledi mi?"

"Ne yapacaksın öğrenince?" diyerek çene çalmaya başladı yeniden. "Bak eğer benden duyduklarını yanlış yorumlayıp onu suçlamaya..."

"Mert, biraz-"

"...Çünkü beni öldürür. Senin anladığın şey elbette doğru değil fakat sözlerimin çarpıtılması, hele ki benim gibi dürüst yönleriyle nam salmış bir insan için-"

"Hay senin çenenin yayını gevşeten tornavidayı sikeyim." dedim sakin bir üslupla sözünü keserek. "Nerede lan bu kız?!"

İşe yaramış gibi görünüyordu. Alıngan bir tavırla beni süzdü önce. Susup birkaç saniye düşündükten sonra "Bilmem ki," dedi. Kafası karışmış gibi etrafa bakınarak ekledi. "Burada olması gerekiyordu."

Ani bir kararla arkamı dönüp güvenlik görevlilerine doğru ilerledim. Eğer birkaç saniye daha burada kalırsam ya beynim tümüyle iflas edecekti ya da Mert hayatına kırık bir çeneyle devam edecekti. İkinci seçeneğin tüm insanlığın hayrına olacağına emindim fakat hem Melek hem de evdeki minik fare hoşgörüyle yaklaşmazdı bu duruma.

"İyi akşamlar." dedim görevlilerin yanına vardığımda. "Acaba son bir saat içinde buradan ayrılan genç bir kız gördünüz mü?"

Görevlilerden biri, kimsenin taksi çağırmadığını söyleyen, başını iki yana salladı. Bıyıklı olan diğer adamsa hafızasını yokluyor gibi görünüyordu.

"Bordo elbiseli bir hanımdı, değil mi?" diye mırıldandı adam. "Hatta yanında cep telefonu yoktu, benim telefona sim kart takıp birini aradı."

Demek telefonu yoktu yanında. Oysa bugün Araf'ta ona cep telefonunu verdiğimde itiraz etmemesi minik bir umut yeşertmişti içimde. Melek'in hiç değilse kaos anlarında inat etmeyi bir kenara bırakabildiğini falan sanmıştım. Yanılmıştım.

"Evet o." dedim kendini tutamayıp adamın sözünü keserek. "Nereye gittiğini biliyor musunuz?"

Bir süre kuşkuyla beni süzdü. Ardından başıyla arkada uzanan bahçeyi işaret etti. "Bahçeye gittiğini görm-"

"Teşekkürler."

Güvenlik görevlisinin kaba tavrıma içerlediğini görebiliyordum fakat günlük nezaket kotamı çoktan aşmıştım bile. Önce cemiyet mensubu sıkıcı iş adamları, ardından Saatchi, yetmezmiş gibi bir de dayım. Son derece sınırlı olan sabır çizgimin sonuna varmak üzereydim. Bu yüzden bahçeye doğru ilerlerken Mert'in de peşimden geldiğini görünce kendimi tutabilmem mucize gibi bir şey olmuştu. Arkamı dönüp sakin kalmaya çalışarak sordum ona.

"Sen nereye?"

Çileden çıkmama ramak kaldığını o da anlamış olmalıydı. Bir adım geri giderken tereddütle cevap verdi bana.

"Melek'in yanına gidiyorum."

Son nezaket kırıntılarımla cevap verdim. "Hayır, sen siktir olup geldiğin yere gidiyorsun."

"Hiç sanmıyorum." dedi çocuk gibi direterek. "Melek onu eve bırakmamı istedi benden."

Başını okşayıp aferin demekle onu evire çevire dövmek arasında kalmıştım. Kahrolası yaratığın sadık bir dost olduğu gerçeğini göz ardı edemiyordum. Üstüne üstlük son derece aptal bir çocuktu. Gerçekten çocuktu. Karşımdaki kişi yetişkin bir erkek olsaydı çoktan durumu anlayıp gitmişti buradan. Fakat Mert'e baktığım zaman Emre'nin bir boy büyük halini görebiliyordum yalnızca. Eğer onu başımdan savarsam arkamı döndüğüm an peşimden bahçeye dalacaktı.

"Bak, bizim Melek'le konuşmamız gereken şeyler var." dedim sabırla açıklayarak. "Baş başa."

"İyi de daha sonra onu evine-"

"BEN BIRAKIRIM!" diye patladım en sonunda. "ŞİMDİ TANRI AŞKINA, KIZ ARKADAŞIMLA YALNIZ BIRAK BENİ!"

Tamam, Melek henüz kız arkadaşım değildi. Fakat bu minik detayın Mert'in evrenin yüzde doksan altısıyla benzer içeriği taşıyan beynini harekete geçirdiğini görebiliyordum. Gözlerini kısarak kuşkuyla baktı bana, biraz bocalayıp kem küm ettikten sonra nihayet durumu idrak etmeyi başardı. Geri geri giderken başını sallayarak konuşuyordu hala.

"Şey, ben o zaman sizi yalnız bırakayım."

"Zekice bir tercih."

"Melek'ten duymadıkça eve gitmeyeceğim." diye belirtti yeniden. "Ama o gelene kadar arabada bekleyebilirim."

"Nasıl da düşüncelisin."

Kinaye yaptığımı anlamış olmalıydı ki arkasını dönmeden önce ters ters baktı bana. Yine de onun arkamdan gelmeyeceğine emin olmuştum. Mert arabasına bindikten sonra derin bir nefes alıp bahçeye girdim ben de. Neredeyse üç yıl bekledikten sonra bu konuşmayı kısıtlı bir zamana sığdırmakla ne kadar doğru yaptığımdan emin değildim fakat içimden bir ses bunun son şansım olduğunu fısıldıyordu bana.

Ağaçların arasında onu ararken ne konuşacağımı hiç düşünmediğimi fark ettim. Ona gerçeği, en başından beri yalnızca onu sevdiğimi, elbette söyleyemezdim. Bana soracağı ilk şey, neden Arzu'yla sevgiliymiş gibi davrandığım olurdu. Neden Arzu'nun ona yalan söylemesine izin verdiğimi sorardı sonra. Gerçekleri söylesem bile inanacağını pek sanmıyordum, o gün o sınıfta bizi öpüşürken görmüştü ve ben öptüğüm kişinin Arzu olmadığını nasıl anlatabilirdim ki ona? Asla yetinmeyecekti verdiğim cevaplarla, arkamı döndüğüm anda başka cevaplar arayacağını biliyordum. Ta ki, okula onun için kaydolduğumu, o akşamüstü alacakaranlığında karşısına bilerek çıktığımı, hayatında sessiz bir gölge gibi gezindiğimi öğrenene kadar.

Birkaç dakika boyunca bahçede dolaştıktan sonra pes ederek duraksadım. Bu şekilde hiçbir yere varamazdım. Hem bahçe fazla büyüktü, hem de ortalıkta dolanırken Melek tarafından fark edilebilirdim. Eğer beni görüp de her zamanki gibi fiziksel avantajını kullanarak bir yerlere saklanırsa sabaha kadar bulamazdım onu. Bu karanlıkta beni atlatıp kaçması son derece olasıydı.

Ne düşündüğümü fark edince gülmemek için zor tuttum kendimi. Sanki ağaçların arasında sevdiğim kızı değil de, bir kedi yavrusunu arıyormuş gibi hissetmiştim. Gerçi, çok da haksız bir benzetme olmazdı bu. Bazen en bir kedi kadar inatçı ve huysuz olabiliyordu Melek. Sergide şahit olduğum manzarayı hatırlayınca ufak bir ekleme yaptım. Bazen de bir kedi kadın kadar ateşli.

Eğer o kısık sesli iç çekişi duymasaydım, gerçekten de sabaha kadar dolaşırdım bahçede. Zira en uç noktadan, etrafı çalılıklarla çevrili bir ağacın arkasından geliyordu ses. Kırk yıl düşünsem orada bir insanın saklanıyor olabileceğini tahmin edemezdim. Fakat oydu işte, ses çıkarmamaya çalışarak oraya doğru yürürken engel olamadığım bir tebessüm belirmişti yüzümde. Yeniden iç çektiğindeyse yüzümdeki gülümsemenin silinip gittiğini hissettim. Ağlıyordu.

Sahiden de onu bu kadar çok kırmış olabilir miydim? Birkaç haftada hislerinin onu ağlatacak kadar derine kök salması mümkün müydü? Saatlerden bu yana ilk kez umutsuzluğa kapıldığımı hissettim. Eğer bu akşam onun gururunu incittiysem, bunun aramızdaki her şeyi başlamadan bitireceğini biliyordum. Nice büyük aşklar gurur karşısında silinip giderken, yeni filizlenmeye başlamış hislerin nasıl bir şansı olabilirdi ki?

O aptal nişanlılık oyununu hiç yapmamam gerekiyordu. Tüm gün boyunca sınamıştım onu, tüm gün boyunca neredeyse kusursuz bir umursamazlık taklidi yapmıştı. Elfida'nın belini tutarken camdan onu izliyor olmasaydım, kayıtsızlığının sahte olduğundan şüphelenmezdim bile. Yalan söyleme konusunda son derece yeteneksiz olabilirdi fakat duygularını kamufle etmede gözümü korkutan bir başarıya sahipti Melek. Hayatı yarı saydam bir kabuğun içinde yaşaması yetmezmiş gibi bazen perdeleri sonuna kadar çekip dışarı hiçbir şey sızdırmayan bir sığınağa hapsediyordu kendini. O duvarların arkasına erişemiyordum, sığınağını yıkmadıkça ona ulaşamıyor, kökleriyle birlikte söküp koparmadan Melek'i anlayamıyordum.

Oysa üçüncü bir yol daha vardı. Goethe de tıpkı Tennyson gibi çiçeği anlayabilmek için koparmaya karar vermişti başta. Fakat tam o sırada çiçek dile gelmiş, eğer bunu yaparsa onu öldürmüş olacağını anlatmıştı şaire. Şiirin devamında, şairin çiçeği oradan alıp kendi bahçesine ektiği, çiçeğin mutlu bir şekilde hayatına devam ettiği yazıyordu. Ve bunu yapabilmesinin sebebi de, çiçek konuştuğunda onu anlayabilmiş olmasıydı. 

Bense şair olmaya en uzak insanlardan biriydim, üstelik konuşmayı seven bir çiçek değildi Melek. Geçen üç yılın ikimizden de çok şey götürdüğünü, yan yana kahkaha atarak yürüyen iki gençten geriye bir kırgınlıkla bir yorgunluk bıraktığını biliyordum. Fakat cevaplanmamış sorulara tahammülüm yoktu artık. Hele ki Melek'in benim yüzümden ağladığını bilirken istediğim tek istediğim şey onu kollarımın arasına alıp şu birkaç haftada verdiğim hasarı telafi edene dek sarılmaktı. 

Fakat onu gördüğümde bunlardan hiçbirini yapamadım.

Yıldızlarla dolu geceyi izlerken sırtını büyük bir ağaca verip bacaklarını altında toplamıştı. Artık ağlamıyor olsa da yanaklarındaki ıslaklık hala soğuk havaya direniyordu. Hafifçe arkaya attığı başına, açığa çıkan boynunun zarif duruşuna, ay ışığı altında yakamoz gibi parlayan çehresine bakarken nefesimin kesildiğini hissettim. Etrafına dağılan etekleriyle ve kirpiklerinde çiy taneleri gibi ışıldayan gözyaşı izleriyle, bahçenin ortasında açmış bir çiçek gibi görünüyordu Melek. İçerideki sergiyi donatan tüm tablolardan, şairlerin rastladığı tüm çiçeklerden daha güzeldi.

Diğer erkeklerin de onu güzel bulduğunu biliyordum elbette. Bugüne dek bedenine yöneltilen, farkına varmadığı tüm bakışların cehennem gibi farkındaydım. Fakat bahçenin ortasında açmış bu çiçek, bütünüyle ve yalnızca bana aitti. Hiçbir erkek benim gördüklerimi göremezdi onda, hiçbiri ona aşık olmaktan öteye gidemezdi. Babamın anlattığı masalların doğru olduğunu biliyordum. Dünya üzerinde tek bir zamanda, tek bir Zâhir, tek bir kişiye görünebilirdi.

Ve ben o kişi olmaktan hiç şikayetçi değildim.

Yapmayı planladığım tüm konuşma uçup gitmişti aklımdan. Burada, altında durduğumuz ağaçtan başka hiç kimsenin bizi görmediği tüm bu gecenin ortasında, durup sabaha kadar onu izleyebilirdim. Fakat fazla zamanımız kalmamıştı, akreple yelkovan her zamanki gibi aleyhimize işliyordu bir yerlerde. Bu yüzden derin bir nefes aldım ve bir kayın ağacının altında oturan yorgunluğuma seslendim usulca.

"Nihayet yakaladım seni, küçük kaçak."

-*-

26 Ocak 1999

Fırtına kopmak üzereydi. Yağmur atıştırmaya başlamış, koyu renkli bulutlar gökyüzünü işgal altına almıştı. Asfalt yolun ucunda nöbet tutan polisler ekip araçlarına binmişti çoktan. İleride beliren tanıdık sivil aracı görünce içlerinden ikisi her ihtimale karşı aşağı inip yola doğru ilerlemeye başladı. Bu esnada sivil araç da onların içerideki yolcuları görmesine olanak verecek kadar yavaşlamıştı.

Aralarındaki etkileşim çok uzun sürmedi. Önce şoför koltuğuna, ardında arka koltukta oturan adama baktıktan sonra şoförle kısaca sohbet edip geri çekildi polisler. Ardından geri dönüp yağan yağmurdan korunmak için ekip araçlarına sığındılar. Polisler arkada kalırken sivil araç da yolun bitimindeki iki katlı eve doğru ilerlemeye devam etti tekrar.

Tüm bunlar olurken arka koltuktaki adam bir kez bile sesini çıkarmamıştı. Normal koşullarda o da polislerle havadan sudan sohbet ederdi fakat öyle yorgundu ki, başını çevirecek gücü bile bulamamıştı. Evin önünde durduklarında dalgın dalgın pencereden dışarıyı izledi bir süre. Fırtına yüzünden bomboştu etraf, geniş bahçede büyük bir ağaç dışında tek bir canlı bile kalmamıştı.

Sonra bakışları iki katlı evin pencerelerine takıldı. Tül perdeler çekili olduğu halde içerideki hareketliliği görmek mümkündü. Camlardan insanın içini ısıtan bir ışık sızıyor, mutfakta oradan oraya koşturan bir kadının silueti görünüyordu belli belirsiz. Çok geçmeden bu şamataya bir de çocuk eklendi. Babasının arabasının sesini duyunca salonun perdelerini açıp merakla etrafa bakınmaya başlamıştı.

Hayat dolu bu manzarayı izlerken yorgunluğunun kademe kademe azalıp kaybolduğunu hissetmişti adam. Yüzünde keyifli bir tebessümle birlikte kapıyı açmak için elini uzattı. Dışarı çıktığında bir an durup kendisine şemsiye tutan şoföre çevirdi başını.

"Bundan sonrasını ben hallederim." dedi uzanıp şemsiyeyi şoförden alırken. "Her şey için teşekkürler, Nazmi Abi."

Şoförün şaşkın şaşkın baktığını görünce tebessüm etti genç adam. Aralarındaki yaş farkına rağmen ona böyle hitap ettiği anlar bir elin parmağını geçmezdi. Ve o anların hepsi de ekstrem koşulların yaşandığı bir döneme işaret ediyordu. Tıpkı dün gece olanlar gibi.

İki yıl önce ölmüş olan kayınpederini yol kenarında ölmek üzere bulduğunda hayatında ilk kez bu kadar çaresiz hissetmişti kendisini. Onu oraya getiren sahte taksici arabaya binmesi için epey ısrar etse de İbrahim Saral'ın cesedini ıssız bir yolda bırakamayacağını biliyordu. Tepesinde durup kendisini oradan uzaklaştırmaya çalışan taksiciyle bir kez daha kavga etmiş, bu kez gerçekten vurmanın eşiğine gelmişti adamı.

En sonunda Hakkı galip gelmişti bu çekişmeden. Taksici arabadaki emanet bebeği Hakkı'nın kucağına bırakmış, ardından "Ne haliniz varsa görün!" diyerek uzaklaşmıştı oradan. Fakat bu son görüşmeleri olmayacaktı elbette. Yine de sonrası hiç kolay olmamıştı genç adam için. Sağanak yağmurda kucağında bebekle telefon kulübesi bulmaya gidemezdi, fakat bebeği de dağ başındaki bir arabada yalnız bırakamazdı. Mecburen kayınpederinin cesedini sürükleyerek sürücü koltuğundan indirip arka koltuğa yatırmıştı. Ardından yan koltukta küçük bir bebek, arkadaysa sözde iki yıl önce ölmüş bir adamın cesediyle birlikte telefon kulübesi aramaya başlamıştı.

Nazmi'nin yardımlarıyla kayınpederinin olması gerektiği yere gömdükten sonra bebeği hastaneye götürmüş, o arada da evi arayıp soruşturduğu bir davayla alakalı küçük bir bebeği misafir edeceklerini haber vermişti. Gülnihal çok fazla soru sormamıştı ancak Hakkı onun eve gelmesini beklediğini biliyordu.

Kucağında her şeyden habersiz uyuyan ufaklıkla birlikte kapının önünde durup derin bir nefes aldı. Fakat zili çalmasına gerek kalmamıştı, eli tam zile uzanırken kapı açıldı ve karısının gülen yüzü karşısında belirdi.

"Hoşgeldiniz!"

Adamın dudağına ufak bir öpücük kondururken bebeği de kucağından alıp geri çekilmişti ustalıkla. Hakkı onun merakla örtülerin içindeki bebeği incelediğini fark etti. Eğilip ufaklığın yanağına bir öpücük bıraktıktan sonra muzip bakışlarını kocasına dikti tekrar.

"Mavi gözlü olsaydı ben sana sorardım."

Kahkaha atarak kapıyı kapattı Hakkı. "Uyanmış mı?"

"Uyanmış ama pek sessiz." dedi kadın şefkatle bebeğe bakarken. "İsmi ne acaba?"

"Dosyada Melek yazıyordu." diyerek kolunu karısının beline doladı adam. "Memurlardan biri bu ismi seçmiş olmalı."

Bebeğe bakarken Gülnihal'in yüzünde neşeli bir tebessüm belirmişti. "Adını kim verdiyse iyi düşünmüş."

Sessizce yumuk ellerini inceleyen bebeğe bakarken Gülnihal'e 'Bu ismi baban verdi.' demek geldi içinden. Fakat her şey bir yana, kadının bir kez daha üzülmesinden başka bir işe yaramazdı bu bilgi. Bu yüzden merdivenlerden yukarı çıkıp salona girene kadar sessiz kalmayı yeğledi. Salonda gözüne çarpan ilk şey kırmızı kanepede uyuyan oğlan çocuğu olmuştu. Aynı çocuğun birkaç dakika önce camdan kendisini izlediğini bilmese inanabilirdi bu numaraya. Kendi kendine "Sahtekar..." diye söylendi genç adam. "Kime çekti bu çocuk böyle?"

"Bilmem, kime acaba?" dedi Gülnihal mavi renkli tekli koltuğa otururken. "Oysa babasının hiç böyle huyları yoktur, garip..."

'Dedesinin yanında ben dürüstlük timsali kalırım.' dememek için zor tuttu kendini Hakkı. Ardından sobanın yanındaki koltukta uyuma numarası yapan oğlunun yanına doğru ilerledi. Onun neden böyle yaptığını bildiği için mahcup olmuştu birden. Hortlak kayınpederiyle uğraşırken çocuğa doğum günü hediyesi bile alamamıştı.

İç çekerek kanepeye oturup oğlanın kuzgun karası saçlarını okşadı. "Aras? Hadi uyan, oğlum."

"Baba?"

Esneyerek gözlerini aralayan ufaklığa gülmemek için kendini zor tuttu. Tek falsosu bu kadar kolay uyanması olmuştu, uykusunun ağır olduğunu bilmediğinden hesaba katamamıştı muhtemelen.

"Ben geldim, oğlum. Uyan hadi."

Oysa çocuk çoktan kalkmıştı bile. İri mavi gözleriyle etrafı incelerken kafası karışmış gibiydi. Hakkı dayanamayıp saçlarını karıştırdı tekrar, bunun üzerine çocuk da arayışı bırakıp kendisine döndü.

"Nereye sakladın?"

Adamın kafası karışmıştı. "Neyi?"

"Doğum günü hediyemi!" diyerek sabırsızlandı çocuk. "Camdan gördüm, kucağındaydı..."

Hakkı kendini tutamayıp gülmeye başladı. Bu esnada çocuğun gözleri de koltukta kendilerini izleyen annesine takılmıştı. Kadının kucağındaki bebeği fark edince hiçbir şey söylemeden koltuktan inip ona doğru yürümeye başladı. Oğlunun meraklı bakışlarını fark edince örtüleri aralayıp bebeği ona doğru çevirdi Gülnihal.

"Bak oğlum, ne kadar tatlı, değil mi?"

Aras kafası karışmış bir şekilde bebeği inceledi bir süre. Ardından ağlamaklı bir tavırla ayağını yere vurdu.

"Yine mi yaa?!"

Gülnihal de şaşırmıştı şimdi. Çocuğun sızlanmalarını izlerken başını kaldırıp kahkaha atan kocasına baktı. Sorunun ne olduğunu anladığında o da gülmeye başlamıştı.

"Oğlum yok, bu öyle değil!" dedi çocuğun gönlünü almaya çalışarak. "Kardeşin değil bu bebek."

Huysuz bir tavırla omuz silkti çocuk. Yüzündeki somurtkan ifadeye bakılırsa annesinin söylediklerine inanmıyordu. Hakkı kahkahalarla gülerken çocuğu kendisine çekip kafasını öptü bu kez.

"Saf mısın oğlum sen?" derken hala gülüyordu. "Kardeşin olsa öncesinde annenin karnı büyümez miydi?"

Gözlerini hayretle açarak "Doğru..." diye mırıldandı çocuk. Ardından babasının kollarından kurtulup annesine doğru ilerledi yeniden. Bebeğin siyah gözlerine, dişsiz neşeli ağzına, yüzündeki şapşal ifadeye bakarken derin bir nefes aldı. Kesinlikle kardeşi olamazdı bu bebek. Başını çevirip ikna olmuş bakışlarla babasına yeni bir soru yöneltti.

"Kim o zaman bu?"

"Misafir sadece." diyerek gülümsedi Hakkı. "Adı Melek."

Aras yüzünde isteksiz bir tavırla "Çok uzun kalmayacak, değil mi?" diye sordu bu kez. "Bebekler çok ağlıyor, baba. Gitsin, ne olur."

Hakkı oğlanın yüzündeki ifadeye bakarken gülmemek için kendini zor tuttu. Küçük kızları uyanık kaldığı anların neredeyse tamamını ağlayarak geçirdiği için her bebeğin öyle olduğunu sanıyord-

"HAKKI BEBEĞE BİR ŞEYLER OLUYOR!"

Gülnihal'in endişe dolu sesini duyunca telaşla başını çevirdi adam. Kadının kucağındaki bebeğin tıkanır gibi sesler çıkardığını görünce ne olduğunu anlamıştı. Hiç düşünmeden yerinden fırlayıp salondan çıktı, koşar adımlarla alt kata inerken doktorun kendisine söylediklerini hatırlamaya çalışıyordu. Panik yapmaması gerektiğini söylemişti doktor, üstüne basa basa tekrar ettiği şeylerden biri buydu.

Fakat elinde poşetlerle birlikte üst kata çıktığında panik yapmaması imkansız gibi bir şeydi. Bebeğin nefessizlikten kıpkırmızı olmuş yüzüne bakarken ağlayan karısını sakinleştirmeye çalıştı çaresizce.

"Gülnihal, buraya odaklan!" dedi poşetleri açıp içindeki cihazı çıkartarak. "Sana bebeğin zatürre geçirdiğini, ileri derecede astımı olduğunu söylemiştim, unuttun mu?"

"Hastaneye gidelim!" diyerek ayağa fırladı kadın. "Hakkı, şuna baksana, çok küçük!"

"Eve gelmeden önce hastanedeydik zaten, hayatım." dedi soğukkanlı bir tavırla. "Gülnihal, sakinleş artık!"

Karısına çaktırmasa da kendisi de epey paniklemişti oysa. Yine de sakin görünmeye gayret ederek ufak şişedeki ilacı nebülizatörün içine döküp minik maskeyi tüpe geçirdi. Bağlantı kablosunu elektrik pompasına bağlarken neler yaptığını karısına da anlatıyordu sakinleşmesi için. Cihazı fişe taktıktan sonra Melek'i Gülnihal'in kucağından aldı, ardından bebeğin yüzüne örttü solunum maskesini.

Nebülizatörün düğmesine bastığında ilacın buhar olarak maskenin içine dolduğunu görüp rahat bir nefes aldı adam. Birkaç saniye geçmeden ufaklık yeniden nefes almaya başlamıştı. Bebeğin neredeyse morarmaya yüz tutmuş renginin yeniden beyaza dönmesini izlerken genç kadın da derin bir nefes aldı.

Nihayet gözyaşları durulduğunda odanın bir köşesinde odanın kendilerini izleyen oğlunu fark etmişti. Dehşete düşmüş gibi bir ifadeyle yüzündeki maskeden nefes almaya çalışan bebeğe bakıyordu çocuk. Sonra tedirgin adımlarla babasına doğru yürümeye başladı. Yanlarına vardığında yere diz çöküp endişeli bir ifadeyle ufaklığa doğru eğdi başını, onun hala nefes aldığını görünce rahatlamıştı.

"Özür dilerim, Melek." diye mırıldandı bebeğin elini tutarken. "Öyle demek istememiştim." Sonra başını kaldırıp babasına baktı. "Hep bizimle kalsa olur mu?"

✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧

Çocukluk, hiçbir bedel ödemeksizin seçimler yapmanın mümkün olduğu bir rüyadır. Ve herkes bedelini ödediği ilk seçimle birlikte o rüyadan uyanır.

Bense henüz bir çatışmaya çekilmedim. Çoktan yaptığım bir seçimle birlikte ilk kez aşıyorum annemin sınırlarını. Tüm çocukların attığı ilk adımla sınamaya başladığı tahammül eşiğini ilk kez geçiyorum. Bilinçli bir geç kalınmışlık değil bu. Büyürken hata yapmayışımın sebebi olgun bir çocuk oluşumdan değil, babamın sabrının benim aldığım nefesle dahi tükenecek kadar kısıtlı oluşundan kaynaklanıyordu. Evet, annemin sınırlarını ilk kez aşıyorum çünkü babamın küçük tahammül çemberinin içinde yaşamaya çalışırken o sınırlar benim için uçsuz bucaksız bir krallıktan farksızdı.

Yanan depoları ve boğazın uçsuz bucaksız karanlığını kabuslarıma emanet edip uyandığımda nerede olduğumu idrak edemiyorum. Tam karşımda gürül gürül yanan bir soba var, bir akşamüstü sessizliği ile dolu etraf. Uykumda kendimi kasmaktan her yanımın tutulduğunu fark ediyorum, bütün vücudum baştan aşağı uyuşmuş vaziyette. Başucumda duran birinin varlığını hissedince hevesle başımı çevirmeye çalışıyorum fakat omzumdan tutarak durduruyor beni.

"Abla, hareket etme."

Pekala. Duymayı beklediğim ses bu değildi...

"Naz?"

"Evet, benim." diyor özür diler gibi bir sesle. "Aras Abi yok..."

Etrafa göz attığımda bunun imkansız olduğu gerçeği çarpıyor yüzüme. Evdeyim çünkü. Salonda, sobanın karşısındaki çekyatta yatıyorum. İyi ama buraya nasıl geldim? Zihnimi zorlamaya çalışıyorum fakat hatırladığım son sahnede Aras'ın kucağında olduğumdan başka hiçbir şey gelmiyor aklıma.

"Uykunda onun adını sayıklıyordun..." dediğini duyuyorum Naz'ın. "Annem deliye döndü, mutfağa geçti o yüzden."

Buna üzülsem mi sevinsem mi bilemiyorum. Zira rüyamda Aras'ı görmemiştim, boğazın karanlık sularından başka hiçbir şey yoktu etrafımda. Ona sesleniyordum fakat çürümüş balık ağları boğazıma dolanıp nefesimi kesiyordu. Gördüğüm kabusun etkisiyle ellerimi boğazıma götürdüğümde kolyemin eksikliği aklımı başıma getiriyor.

"Naz, hatıra sandığımı bana getirir misin?" diyerek bodoslama dalıyorum lafa. Sonra bunun annemin dikkatini çekeceğini düşünerek başımı iki yana sallıyorum. "Ya da sandığı boşver. Sandıktaki Pinokyo'nun cebinde bir kolye var, onu getir çaktırmadan."

"Ne kolyesi?" diyerek ayaklanıyor. Evdeyken kolyeyi hep tişörtümün içine sakladığım için bilmemesi normal. Bocalayarak ona baktığımı görünce pis pis sırıtıyor kardeşim. "Gerçi niye soruyorsam? Çaktırmadan getir dediğine göre annemi kızdıracak birinin hediyesidir kesin."

Kendimi tutamayıp ben de sırıtıyorum.

Naz odadan çıktıktan sonra aklım başka yerlere kayıyor yeniden. Acaba diğerleri ne yaptı? Aras hastanedeyken Picasso tablosu meselesinde Mert'in suçsuz olduğundan başka bir şey söylemedi bana. Telefonum hala Araf'ta olduğu için istesem de arayıp soramıyorum durumu. Öte yandan, annem Lavinia'yı çok seviyor, belki onun beni ziyaret etmesine izin verir. Kaşla göz arasında neler olup bittiğini öğrenmiş olurum ben de.

"Abla, bu mu?"

Naz'ın elinde sallanan kolyeye görünce gülümsüyorum. "Evet, bu."

Hala kollarımı yukarı kaldıramadığım için arkama geçip kolyeyi boynuma takıyor. Çiçeğin mavi taşları göğsüme çarptığında huzurla nefes alıyorum. Elveda kabuslar.

"Pahalı bir şeye benziyor." diye fısıldayarak kolyeyle ilgili tek kaygımı dile getiriyor Naz. "Senin okuyup durduğun şu sanat dergilerindeki tasarımlar gibi."

"Aras'ın pahalı bir şey alarak beni ezeceğini sanmam." diyerek karşı çıkıyorum. "Eh, sanatla da pek arası yok zaten."

Naz daha fazla üstelemiyor. Mutfaktan gelen sesleri duyunca annemin varlığını hatırlayıp paniğe kapılıyorum yeniden. Uykumda Aras'ın adını sayıkladığımı duyduğuna göre onunla aramda bir şey olmadığına da inanmaz artık. Gerçi, ben bayıldıktan sonra olup bitenleri bilmiyorum henüz. Belki şeytan durumu toparlaması gerektiğini geç de olsa fark etmiştir.

"Neler oldu?" diye fısıldıyorum bakışlarımı kapıdan ayırmadan. "Ben... En son bayıldığımı hatırlıyorum... Sonra ne oldu?"

Naz kahkaha atmamak için kendini zor tutuyor. "Meydan muharebesi yaşandı."

"Ne?"

"Aras Abi'den alamadık seni." diyor muzip bir şekilde sırıtarak. "Kucağında seninle birlikte hastaneden çıkıp arabaya kadar gitti, tabi biz de peşinden. Bizi duymuyor gibiydi abla, ayy valla çok romantikti."

İstesem de bir anlam veremiyorum duyduklarıma. Şu anda evde olduğuma göre birileri Aras'ı durdurmuş olmalı. Korkunç ihtimaller zihnimde şimşek gibi çakmaya başlıyor. Annem. Nazmi Amca'nın silahı. Polisler. Dehşete kapılmış bir halde Naz'a döndüğümde onun hala gözlerinden kalpler çıkartarak baktığını fark ediyorum.

"Ne oldu?" diye soruyorum panikle. "Nasıl ikna ettiniz Aras'ı?"

"Haa, biz edemedik." diyor hafifçe omuz silkerek. "Babası ikna etti."

Nazmi Amca'dan bahsettiğini anlayınca başımı iki yana sallıyorum. "Babası değil o."

"İyi de çok benziyorlar." diye mırıldanıyor kafası karışarak. "Uzun boylu, mavi gözlü bir adamdı. Emin misin abla?"

Gözlerim faltaşı gibi açılıyor. "Hakkı Karadağ hastaneye mi geldi?!"

"Aaa evet, Emre de ona Hakkı Amca diyordu." diyerek havadan sudan konuşur gibi onaylıyor beni. "Acaba gerçekten amcası mı? Gerçi öyle olsaydı sadece amca diye hitap ederdi, değil mi?"

Emre mi? Naz'ın kıvırcık saçlı oğlandan kırk yıldır tanışıyorlarmış bahsettiğini duyunca boş boş bakmakla yetiniyorum. Gerçi anladığım kadarıyla Emre de tanımadığı insanlarla kırk yıldır tanışıyormuş gibi muhabbet eden birisi zaten. Fakat konumuz bu değil.

"Nazenin, konuya dön!" diye fısıldıyorum öfkeyle. "Annem gelmeden tek seferde anlat şunu."

Annemin adını duyunca panikle kapıya bakıyor o da. Kimsenin gelmediğine kanaat getirince derin bir nefes alıp bana döndüğünü fark ediyorum.

"Tamam tamam, anlatıyorum." diye fısıldıyor uysal bir tavırla. "Sen bayılınca Aras Abi çok öfkelendi. Başta anneme bağırıp çağıracak sandım ama hiçbir şey söylemedi, ürkütücü bir andı açıkçası. Sonra seni kucağına alıp çıkışa doğru yürümeye başladı işte, tabi hepimiz peşinden koştuk. Annem güvenlik görevlilerine "Kızımı kaçırıyorlar!" diye bağırınca da ortalık iyice karıştı."

Ah anne... O manzarayı gözümün önüne getirince diyecek söz bulamıyorum.

"Güvenlik görevlileri sizin peşinize düştü haliyle. Ama sonra iri yarı üç adam geldi, güvenliklerle tartışmaya başladılar. Hatta adamlardan birinin sakalı kızıldı."

Ayıboğan... Araf korumalarının da olaya dahil olduğunu anlayınca ellerimi yüzüme kapatıyorum sızlanarak. Naz doğru söylemiş, gerçekten de bir meydan muharebesi çıkmış benden sonra.

"Nazmi Amca dediğiniz adam sizi durdurmaya çalıştı ama Aras Abi dinlemedi onu. Annem polisi aramak istedi ama böyle yapacağını tahmin edip önceden telefonunu almıştım çantasından. Gerçi, bu onu durdurmazdı ama... Neyse işte tam o sırada senin kayınpeder geldi."

Bacağına çimdik atıyorum. Neyse ki bağırmamayı başarıyor kardeşim. Kapıya kaçamak bir bakış attıktan sonra yüzünde etkilenmiş bir ifadeyle konuştuğunu fark ediyorum.

"Abla görmeliydin, adam fırtına gibi geldi..." diyor teatral bir havayla ellerini kaldırarak. "Önce annemden özür dileyip durumu düzelteceğini söyledi, sonra biz içeri geçince Aras Abi'yle tartışmaya başladılar. İçeride olduğumuz için ne konuştuklarını bilmiyorum ama ikisi tartışırken şimşek çakacak sandım. Hatta bence annem bile tırstı."

Hakkı Bey'in en sakin anlarında bile insanı bir parça ürküttüğünü düşünürsek annem haksız değil. Acaba ne konuştular? Aralarındaki iletişimi öyle çok merak ediyorum ki... Derslerde bunu anlamak pek mümkün değil fakat ders dışında da o ikisiyle ne zaman yan yana bulunsam, bilincim kapalı halde Aras'ın kucağında oluyorum.

"Neden içeri geçtiniz ki siz?" diye soruyorum kardeşime. "Ve annem buna nasıl ikna oldu?"

"Açıkçası onu ben de anlamadım. Lavinia kaşla göz arasında bizi oradan uzaklaştırdı-"

İşte şimdi mahvoldum. "Lavinia mı?!"

"O kıza saftirik diyordum ya, hakkını yemişim." diyerek devam ediyor Naz. "Fareli köyün kavalcısı resmen. Abisiyle babası tartışırken hepimizi içeri sürükledi ve bunu sadece konuşarak yaptı. Hayretler içerisindeyim."

Evet, işte şimdi ayvayı yedim. Annemden Lavinialarda kalmak için izin isterken kızın ağabeyi olmadığını söylemiştim. Şimdi bunun bir yalan öğrenmesi bir yana, yaz boyu aldığım tüm Lavinia izinlerinde Aras'ın yanında kaldığımı düşünecek.

"-Doktor seninle ilgilendikten sonra da-"

"Naz, ben bittim." diyorum kardeşimin lafını keserek. "Annem Aras'la aramızda hiçbir şey geçmediğine asla inanmayacak."

Hafifçe omuz silkiyor. "Eh, saçma bir yalan olurdu zaten."

"Ne yalanı gerizekalı?!" diyerek çıkışıyorum ona. "Sadece öpüştük biz. Onu da sana anlatmıştım zaten."

Naz hayretle bakıyor bana. "Cidden sevişmediniz mi yani?"

"Nazenin!"

"Çık artık babamın ablukasından." diye söylenmeye devam ediyor. "Of abla, sen cidden aptalsın. Ne güzel evlenmek zorunda kalırdınız..."

"Yok öyle bir şey."

Annemin konuştuğunu duyunca birden Naz'ın sesi kesiliyor. Benim de nefesim... Korka korka başımı çevirip kapıya baktığımda onun üzerinde mutfak önlüğüyle bize baktığını görüyorum. Allah kahretsin, koltuk değneklerini nasıl duymamış olabiliriz ki? Başımı uzatıp çevresine göz attığımda cevabın gayet basit olduğunu fark ediyorum. Onu duymamamız için değneklerini mutfakta bırakıp etrafa tutunarak gelmiş buraya.

"Anne?"

"Duydun mu beni Nazenin?" diyor dingin bir ciddiyetle. "Ben sizi sokakta bulmadım. Sırf hata yaptınız diye olmayacak biriyle evlendirmem."

"Yani ben aslında-"

"Ama hoşgörü de göstermem." diyerek devam ediyor annem. "Böyle bir halt yerseniz eğitim hayatınız biter. Bir daha bu evden dışarı çıkamazsınız. Anlatabildim mi?"

Bu lafların kardeşimden ziyade bana olduğunu bildiğim için başımın altından bakıyorum anneme. Yanılmamışım. Gerçekten de öfkeyle izlediği kişi benim. Fakat yüzümdeki ifadeyi görünce daha fazla dayanamıyor, bir süre bocaladıktan sonra derin bir nefes alıp çekyatın kenarına tutunarak bana doğru ilerlediğini görüyorum. Yanıma geldikten sonra başucuma oturup beni kendine çekiyor. Affedildiğimi anlayınca minnetle ona sokuluyorum ben de. Saçlarımı okşarken iç çekerek konuşuyor annem.

"O adamdan uzak dur, Melek."

Gülmemek için kendimi zor tutuyorum. Son üç yılımı buna adadığımı bilse annem ne der acaba? Aras'a öyle kesin bir şekilde karşı çıkıyor ki yumuşayacağını pek sanmıyorum. Açıkçası onun bu tutumunu aklım almıyor bir türlü. Öfkeleneceğini bile bile bunu ona sormaya hazırlanıyorum. Fakat kardeşim benden önce davranıyor.

"Ablamın Aras Abi'yle görüşmesini neden istemiyorsun ki?" dediğini duyuyorum Naz'ın. "Ablam hala okuyor diye mi? Okul bitene kadar evlenmeme şartı koy öyleyse."

Aslında böyle bir şarta gerek yok. Şu anda erkek arkadaşım olarak görecek kadar bile güvenmiyorum Aras'a. Hatta onu hayatımdan çıkarmak için bile sayısız nedene sahibim. Arzu'nun bebeği gibi. Aras'ın yalanları gibi. En kötüsü de, onu bir daha göremeyeceğimi düşünerek geçirdiğim üç ay gibi. Ondan uzak durmayı başaramıyor olabilirim fakat tüm bunlar göze alındığında evlilik gibi bir şey imkansız bizim için. Ya evlendikten sonra da aylarca ortadan kaybolursa?

"Silah tutan adamdan koca olmaz kızım."

Kardeşimle göz göze geldiğimizde onun da aynı şeyi düşündüğünü fark ediyorum. Kaş göz yaparak onu durdurmaya çalışsam da kendisini tutamayıp lafa atlıyor elbette.

"Doğru, babam da manavdı zaten."

"Hani baban?" diyerek parlıyor annem birden. "Hani nerede?"

"Anne-"

"Baban yine uzun yaşadı!" diye devam ediyor öfkeyle. "İş arkadaşlarının çoğu gencecik yaşta ölüp gitti. Siz el kadar bebekken yetim kalmadınız diye herkesi bu kadar şanslı sanmayın..."

Naz'ın hafifçe güldüğünü duyuyorum. "Ne şans ama."

"Nazenin, yeter!"

"Ne var, yalan mı?" diye ayağa fırlıyor öfkeyle. "Keşke biz bebekken geberip gitseydi. En azından yasını tutardık!"

Annemin gözlerindeki öfkeyi görünce elim ayağım birbirine dolaşıyor. Ne yazık ki, ayağa kalkarsam yürüyebileceğimden pek emin değilim. Bu yüzden oturduğum yerden uzanarak Naz'ın elini tutmaya çalışıyorum.

"Ablacım şimdi yapma, ne olursun." diye sızlanıyorum. "Odana git, hadi."

"Bence siz ikiniz de bir doktora gidin." diyor elini benden kurtararak. "Özellikle de sen, abla. Annemde anksiyete olabilir ama sende de travma sonrası stres bozukluğu var."

Hayretle bakıyorum ona. "Pardon?"

"İnternetten belirtilere baktım, bir çoğu uyuyor sana." diye inatçı bir tavırla devam ediyor. "Farkında mısın bilmiyorum ama yaptığın şey sadece kötü anıları yok saymak değil, bazen gerçekten de hatırlamıyorsun."

Naz böyle konuştukça boğuluyorum sanki. Her seferinde. Çocukken babamın onu benden daha fazla sevmiş olmasını aşamadığını biliyorum. Ona yeterince göz kulak olamadığım için aldığım her cezadan sorumlu tutuyor kendini. Fakat hissettiği gereksiz suçluluk duygusuyla iyileştirmeye çalışırken beni daha da çok hırpaladığının farkında bile değil. Bu kez yalvarırcasına konuşuyorum kardeşimle.

"Nazenin, git odana."

Birkaç saniye boyunca umutsuz bir tavırla süzüyor beni. Onun devam etmesinden korkuyorum ancak en sonunda ikna oluyor sanırım. Arkasını dönüp gitmeye hazırlanırken annemin yeniden konuştuğunu duyuyorum.

"Giderken cep telefonunu bırak."

"Nedenmiş o?"

"Ev hapsinde olan sadece ablan değil," diyerek müjdeyi veriyor annem. "İkiniz de okullar açılana kadar dışarı çıkmayacaksınız."

"Naz neden ceza alıyor? Onun haberi bile yoktu!"

"Bırak abla, uğraşma." diyor Nazenin telefonunu annemin önüne fırlatarak. "Aras Abi'yle görüşmenize aracı olmamdan korkuyor. Gerçi, fırsat bulsam cidden yaparım bunu."

Naz arkasını dönüp salondan çıkarken annem de hışımla doğrulmaya çalışıyor. Fakat koltuk değnekleri olmadığı için yapamıyor bunu. Dengesini kaybedip yeniden çekyata düştüğünde göz göze geliyoruz onunla. Keşke bu ana şahit olmasaydım diye düşünüyorum kendi kendime. Ona acıdığım için değil, annemin gururunun incineceğini bildiğim için. Nitekim öyle de oluyor. Onun gözlerinin dolduğunu fark edince kendimi tutamayıp ben de ağlamaya başlıyorum.

Annem beni yeniden dizine yatırıp saçlarımı okşarken çok kötü hissediyorum kendimi. Nasıl bu kadar düşüncesizce hareket edebildim? Soygun planlarken tüm kötü ihtimalleri, bu işin tehlikelerini konuşup duruyorduk ancak şimdi fark ediyorum ki, başıma gerçekten bir şeyler gelebileceğini hiç düşünmemişim ben. Bir senaryoya çalışır gibi dile getirmişim yalnızca.

Ölebilirdim. Sakat kalabilirdim. Üç gün boyunca annemin ne halde olduğunu hayal edemiyorum bile. Babamın ölümü, geçirdiği kaza ve birdenbire engelli bir bireye dönüşmenin ona verdiği psikolojik hasarın üstüne bir de beni kaybetmekle başa çıkabilir miydi?

"Özür dilerim." diyorum ellerimi annemin dizine sararak. "Anne çok özür dilerim."

"Özür dileme, Melek." diyor saçımı okşarken. "O adamla bir daha görüşme, bana yeter."

Keşke bu dediğini yapabilecek kadar güçlü olsaydım. Fakat üç yıl boyunca uzaktan sevdikten, üstüne bir de üç ay boyunca yolunu bekledikten sonra istesem de uzak duramam ondan. Şimdi bile deliler gibi özledim...

"Babam gibi değil o." diyerek itiraz etmeye çalışıyorum anneme. "Mühendis sadece. Silah kullanmayı bile bilmiyor. Hem sen de gördün, silahı falan da yoktu."

"Emin misin kızım? Ne malum evinde olmadığı?"

Kendimden emin bir şekilde başımı sallıyorum. "Hayır, orada da yok."

"Demek evine de gittin!"

Annem saçımı okşamayı bırakıp bir tane patlatıyor kafama. Acıyla bağırdığımı duyunca söylene söylene vurduğu yeri ovaladığını fark ediyorum. Bence kafama zarar vermekten endişelenmesine hiç gerek yok. Çünkü içi boş zaten. Yoksa bana attığı yemi zıplayarak havada kapmazdım, öyle değil mi?

"Ne yap ne et, okullar açılana kadar unut o adamı." diyor annem başımı dizinden kaldırırken. "Koskoca bir ay var önünde."

Hassiktir... Annem başımı yastığa bırakıp doğrulurken zihnimden hesap yapmaya başlıyorum. Sonuç su götürmez bir şekilde doğru çıkıyor. Allah kahretsin, okulların açılmasına 34 gün var!

"Olmaz, mümkün değil." diye karşı çıkıyorum panikle. "O kadar kalamam evde. Çünkü ben... Ben, biliyorsun anne ben çalışıyorum! İşten mi kovulayım istiyorsun?"

"Merak etme, o konuyu Emir oğlumla konuştuk." diyor annem sevecen bir tavırla. "Gerçi o seni ücretli izne ayırmak istedi ama olmaz dedim. Doktor raporunun süresi bitince okullar açılana kadar ücretsiz izinde olacaksın."

"Ama anne-"

"Sesini kes, iyileşmene bak!" diye çıkışıyor birden. "Zaten bronşitin astıma dönmüş yine! Sobalı odadan çıktığını görürsem bacaklarını kırarım."

Annem uzanıp Naz'ın yerde duran telefonunu alıyor önce. Ardından ayağa kalkıp çekyata tutunarak dışarı çıkıyor. Yanında dışarıyla olan son iletişim kaynağımı da götürerek gözden kaybolduğunda kaşlarımı çatıyorum ben de. Harika. Ev hapsi fikrini sindiremeden oda hapsine alındım. Gerçi, sıcak salonda uyumaktan şikayetçi değilim ama odamın manzarasını seviyorum ben. Orada yatağıma uzanınca tüm yıldızlar gözlerimin önüne seriliyor. Buranın penceresiyse evin arka bahçesine baktığı için ağaçlardan gökyüzünü bile zor görüyorum.

Somurtarak yan dönüp uyumaya çalışıyorum yeniden. Yıldızlardan uzak bir ay nasıl geçecek bakalım?

✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧

SİNEM
(soygundan üç gün sonra)

Üç gün. Üç kahrolası gündür Araf'ta hapis hayatı yaşıyorduk. O akşam limandan çıktıktan sonra dosdoğru hastaneye gideceğimizi düşünüyordum. Ta ki, korumalardan birine gelen telefonla her şey birbirine girene dek... Sonrasında Ozan'ı apar topar başka bir araca nakletmiş, bizi de getirip buraya kapatmışlardı. Neler olduğuna dair hiçbir fikrim olmadığı gibi, limana giderken burada bıraktığımız telefonlarımızı aldıkları için dışarıdan herhangi bir haber de alamıyordum.

Tüm bu gizem, sabaha karşı aldığımız bir iyi, bir kötü ve bir de dehşet verici haberle birlikte aydınlanmıştı. İyi haber, Ozan'ın sağlık durumuydu elbette. Onun beraberinde ağlamaktan yüzü kıpkırmızı olmuş Ada'yla birlikte, korumalardan destek alarak içeri girdiğini görünce problemin büyük bir kısmı çözülmüştü benim için. Tam da tahmin ettiğim gibi kurşun Ozan'ın bacağını yalnızca sıyırıp geçmişti, hastanede yatmasını gerektirecek bir durum yoktu ortada.

Onların gelişinin aynı zamanda esaretimizin bittiği anlamına da geldiğini düşünüyordum. Fakat olay çıkaracağımı tahmin eden korumalar kapıyı yeniden üzerimize kilitleyerek tatlış bir cevap vermişti bana. Hala burada esir tutuluyorduk ve Ozan'la Ada yalnızca yeni koğuş arkadaşlarımızdı. Aldığımız kötü haber de buydu.

Dehşet verici haberi ise bizzat Ada'dan öğrenmiştik. Hastanede olup bitenleri öğrenme fırsatı bulmuştu, neden buradan dışarı çıkamadığımızı çok iyi biliyordu. Çıkamıyorduk, çünkü Saatchi her yerde bizi arıyordu. Çıkamıyorduk, çünkü kimliğimizi tespit ederlerse bizi Ozan'ın dedesi bile koruyamazdı. Çıkamıyorduk, çünkü içimizden biri, önemsiz bir tablo alması gereken depodan yanlışlıkla yirmi milyon sterlin değerinde bir Picasso eseri çalmayı başarmıştı. Ne yazık ki, o kişinin kim olduğunu hepimiz çok iyi biliyorduk.

Mert'i elimden zor almışlardı. Gerçekten. Hatırladığım son görüntüde elimde bir pergelle birlikte çığırımdan çıkmış bir halde aptal böceğin beynini delmeye çalışıyordum. Sadece açıp içine bakmak istediğimi anlamamışlardı bir türlü. Eğer engel olmasalardı fakülteyi bitirmeden tıp camiasında ismimi duyurmuş olacaktım. Şans işte.

İşin trajikomik tarafı, tablo gerçekten kayıptı. Korumaların gözetiminde limandan çaldığımız tabloları teker teker incelemiştik ve sahiden de önemsiz şeylerdi her biri. Tabloyu biz çalmamıştık, yanlışlıkla çaldıysak bile akıbetinden habersizdik ancak Ozan'ın dedesinin bile tablonun bizde olmadığına inanmadığını söylemişti Ada.

Dündar Bey inadı bırakıp tabloyu ona teslim edersek durumu çözeceğini söylüyordu fakat sorun şu ki, tablonun nerede olduğunu biz de bilmiyorduk. Elimizde Cehennem'le birlikte on farklı tablo vardı fakat hiçbiri Le Pigeon aux Petits Pois isimli, herkesin peşine düştüğü o meşhur Picasso eseri değildi. Kendimi saçma bir Gerçek Kesit bölümüne hapsolmuş gibi hissediyordum. Muhtemelen Aras tüm bu gizemin nasıl çözüleceğini biliyordu fakat o da bizi buraya kapattırdıktan sonra limanda mahsur kalmıştı.

Ertesi gün korumalardan biri gelip telefonlarımızı teslim etmişti bize. Aras bir şekilde onlarla iletişim kurmuş olmalıydı, fakat anladığım kadarıyla kısa süre içerisinde bağlantı kopmuştu yeniden. Babamı arayıp beni merak etmemelerini söylemiş ve tablo bulunana dek burada kalmak zorunda olduğumuzu kabullenmiştim. Ta ki, bu sabaha kadar...

Oflayarak saatime göz attım yeniden. Liman bu sabah açılmıştı, öğlene doğru da Aras ve Melek'le konuşmuştuk telefonda. Hastaneden çıkar çıkmaz buraya gelmeleri gerekiyordu fakat az sonra hava kararacak olmasına rağmen hiç kimse yoktu görünürde. Aklıma gelen kötü düşünceleri kovmaya çalışsam da giderek daha çok endişeleniyordum. Telefonda Bayan Kundakçı'nın sesi son derece iyi geliyordu fakat kan zehirlenmesi geçirme ihtimalini göz ardı edemiyordum bir türlü.

Melek için endişelendiğimi fark edince kendimi tutamayıp ufak bir kahkaha attım. Hayatın gerçekten ilginç bir mizah anlayışı vardı. Daha düne kadar yakın arkadaşımın sevgilisi oluşu dışında umurumda bile değildi Melek. Fakat geçmişimizi masaya döktüğümüz o kızlar gecesinden sonra o ve Ada sırdaşım oluvermişti birden. Konuştuğumuz her şeyi unutup hayatımıza hiçbir şey yokmuş gibi devam edeceğimize dair yemin etmiştik fakat içten içe bir şeylerin değiştiğini biliyorduk. Üçümüzün arasında inkar edemeyeceğimiz bir bağ vardı artık.

"Aklını yitirdi sonunda..."

Mert'in mırıldanarak söylediklerini duyunca başımı kaldırıp ona baktım. Karşı koltukta oturmuş yüzümdeki gülümsemeyi Mehmet'e göstererek dedikodumu yaparken belli ki duyacağımı tahmin etmiyordu.

"Hiç değilse yitirebileceğim bir aklım var, Lassie." dedim ona ters ters. "Sense olası bir zombi saldırısında güvende olacak kadar beyinsizsin."

Birlikte geçirdiğimiz onca zamanın ardından Mert'le de bir bağ kurmuştuk. Bu yüzden artık ona Golden Retriever gibi bütün bir köpek cinsini kapsayan isimle hitap etmek yerine, yine bir köpek adı olan Lassie ismini layık görmüştüm. Hak etmediği bir terfiydi bu.

"Benim bir adım var." diyerek itlik yapmayı sürdürdü. "Zekai Mert Kohen. Anladın mı?"

Soyadını duyunca şaşkın şaşkın baktım ona. Kohen ailesi cemiyetin köklü ailelerindendi, hatta Mert'in annesi Elif Hanım'ın annemin arkadaşlarından biri olduğunu biliyordum. Tabi, bunu ona söyleyip kankalığımızı ilerletmek yerine çirkeflik yaparak can sıkıntımı geçirmek kulağa daha hoş geliyordu.

"Gerçekten adın Zekai mi?"

Sonra onun cevap vermesini bile beklemeden kahkahalara boğuldum. Lanet olsun, boş yere lakap takmakla uğraşıyordum çocuğa. Kendi ismi yeterince kötüydü zaten.

"Kimliğimde Zekai yazıyor ama aslında Zaccai." dediğini duydum kahkahalarımın arasında. "Babam Yahudi benim."

Doğruya doğru, cemiyetteki köklü ailelerin hatırı sayılır bir kısmı gayrimüslimdi. Öyle olmayanlarınsa çoğu Selanik göçmeni ailelerden oluşuyordu, genelde mavi olan gözleri ve keskin yüz hatları sayesinde onları yanık tenli Anadolu insanından kolaylıkla ayırt edebiliyordum. Fakat bununla bitmiyordu elbette. Osmanlı döneminde toprak ağası olup da Cumhuriyetle birlikte İstanbul'a göçen aileler de vardı, cemiyetin mafyatik yüzünü oluşturan Çerkezler ya da Karadeniz kökenli aileler, benim ailem gibi inşaat işleriyle 2000'lerden sonra yükselişe geçen ve sonradan görme olarak tabir edilen yeni zenginler...

Cemiyet hakikaten çok karışıktı ve köklü olmayan bir aileden geliyorsanız içine dahil olmanın tek yolu bunu istememekti. Sınıf farkı yalnızca onun varlığını kabul edenlere etki ediyordu sanırım. Kocasının köklü soyadına rağmen cemiyetten dışlanan tiplerle sonradan görme olup da bu konuda sıkıntı yaşamayan annem arasındaki fark bu olmalıydı.

Düşüncelere daldığım sırada Mehmet'in Mert'le konuşmaya başladığını fark etmiştim. Acaba benimle ne zaman konuşacaktı? Zira onu eve attığım günden bu yana yapmak istediği şeyin bu olduğunu görebiliyordum. Erkekleri biraz tanıdıysam, yaşadığımız şeyin bir anlamı olmadığını izah edecekti bana. Aklıma gelen fikirle birlikte kahkaha atmamak için kendimi zor tuttum. Ona aramızda herhangi bir şey geçmediğini söylemeden önce boynumu büküp kandırılmış kız numarası yaparak işkence etmeyi planlıyordum.

"Kohen, ha?" dedi Mert'le konuşmaya devam ederek. "Yahudi olduğunu bilmiyordum."

Samimi bir şekilde söylemişti bunu. Oysa başlarda pek hazzetmiyordu Mert'ten. Bunun sebebinin Melek'in kız kardeşi olduğunu sarhoş olduğu gece itiraf etmişti bana. Hala aşk acısı çektiğini biliyordum fakat görünüşe bakılırsa yavaş yavaş atlatıyordu bunu.

"Değilim zaten." dediğini duydum Mert'in. "Sadece babam ve ailesi Yahudi."

Kendimi tutamayıp lafa karıştım. "Yani? Sen sonradan din mi değiştirdin?"

Evet. Burada oturmuş, ciddi ciddi Mert'in din geçmişi üzerine konuşuyordum. Oysa hangi dine mensup olduğunun hiçbir önemi yoktu. Bildiğim kadarıyla tüm dinlerde belirli bir zeka seviyesinin altındakiler inanmaktan muaf tutuluyordu zaten. Bunu ona söyleyip çirkefliğimi taçlandırmaya karar vermişken soruma cevap verdiğini duydum.

"Hayır, Yahudilik anneden geçer." diye açıkladı durumu. "Benimse sadece babam Yahudi. Bu konularda pek bilgim yok ama sanırım bu uygulama Babil Sürgünü sonrasında ortaya çıkmış."

"O ne?"

"Milattan önce beş yüzlü yıllarda yaşanmış bir olay." diyerek devam etti Mert. "Babil kralı Nebukadnezar'ı duydunuz mu? Tarihte tüm dünyayı hakimiyeti altına alabilmiş dört kral var, biri de bu adam. Rüyasında dünyanın ortasında devasa bir ağaç görüp bu rüyanın yorumunu ararken katliamlar yapıp dünyaya egemen olmuş bir manyak. İşte Nebukadnezar'ın Yehuda Krallığı'nı işgal edip Yahudileri sürgüne göndermesine de Babil Sürgünü deniyor."

Gördüğü düşün peşinden giderken dünyaya egemen olmuş bir kral. Kulağa epey tematik geliyordu doğrusu.

"Vay be," dediğini duydum Mehmet'in. "Yahudi ailelerin dini konularda çocuklarını sıkı eğittiğini biliyordum ama tarihçe ezberlettiklerinden haberim yoktu."

"Ailemden öğrenmedim ki bunları." diyerek sırıttı Mert. "Civilization 5 komple bunlar üzerine kuruluydu. Yemin ediyorum, Steam üzerinden oynadığım en efsane oyunlardan biriydi ya."

Kendimi tutamayıp kahkaha attım bu kez. Ciddi ciddi online oyun oynarken öğrendiklerini anlatıyordu bize. Bu bilgiyle birlikte Mert'in hayatı neden GTA 5 tadında yaşadığını da çözmüştüm. Muhtemelen hayatı da bir oyun sanıyordu çünkü. Gerçi, benim de soyguna katılma sebebim eğlenceydi başlarda. Üç gün önce mermi yağmurunun pek eğlenceli bir şey olmadığını idrak etmiştim.

"Gerçi şimdi Assassin's Creed serisinin de hakkını yememek lazım-"

Odanın kapısı aniden açıldığında Mert'in lafı yarıda kaldı. Korkudan damağımı kaldırarak dönüp gelen kişiye baktım telaşla. Aras'tı. Yüzündeki buz kesmiş ifadeyi gördüğümde kalbimin sıkışır gibi olduğunu hissettim. Muhtemelen ömrümüzün sonuna kadar kaçak olarak yaşayacağımızı söyleyecekti bize. Tabi, bunun için önce yüzümüze bakması gerekiyordu.

Onun bizi es geçerek hala kanepede uyuyan Ozan'ın yanına gittiğini fark ettim. Ada da bilgisayar başından kalkıp peşine takıldı telaşla, bir yandan da bir şeyler anlatıp duruyordu. Aras'ın kanepenin yanına oturduğunu görünce en yakın arkadaşlara özgü duygusal bir an yaşayacaklarını tahmin ederek arkamı döndüm, dram sahneleri gülme isteği uyandırıyordu bende.

Neyse ki, dram çok fazla uzamadı. Aras'ın Ozan'ın yanından kalkıp yanımıza geldiğini fark ettim, ardından her şey aksiyon türü bir sahneye evrildi. Mert'in çenesine inen sağlam bir yumrukla. Hayretler içerisinde ne olduğunu anlamaya çalışırken Mehmet'e Ada'nın öne atılarak Aras'la Mert'in arasına girdiğini gördüm. İkisinin birbirine girmesinden endişe ediyorlardı. Bense hayatımızdan endişe ediyordum. Zira Aras'ın tepkisine bakılırsa tablo meselesi sandığımızdan çok daha büyük bir faciaya dönüşerek hepimizin başını belaya sokmuştu.

"Ben almadım o tabloyu!" diye bağırdığını duydum Mert'in. Patlamış dudağına eliyle tampon yapmaya çalışıyordu. "Otur bak bakalım aldığımız tablolara! Eğer içlerinde Picasso tablosunu bulamazsan bu yumruğun hesabını senden sorarım!"

"O yumruğu Melek'in ailesine hastaneyi öttüğün için yedin." diyerek arkasını döndü Aras. Ardından paltosunun iç ceplerinde hışımla bir şeyler aramaya başladı. "Tablo meselesine gelince..."

Siyah eldiven giydiği ellerinde bir silahla bize döndüğünde dudaklarımdan fırlayan çığlığa engel olamamıştım. Kendimi tutamayıp öne atıldım birden, zihnim tamamen durmuş gibiydi. Aras'ın savunma sektöründe çalıştığını elbette biliyordum fakat silah kullanırken hayal edebileceğim en son insanlardan biriydi. Aksiyon sahnesinin yerini korkuya bıraktığını hissediyordum. Elbette hala onun bir insan öldürebileceğine inanmıyordum fakat bununla korkutmayı düşünmüş olması bile fazla distoptikti.

"Aras, ne yapıyorsun?!" diye bağırdım bileğine yapışarak. "Allah aşkına, katil misin sen?!"

Ufak bir kahkaha atarak bileğini kurtardı benden. "Sinem, saçmalama lütfen."

"Elinde silah olan sensin ama saçmalayan başkası, öyle mi?" dediğini duydum Mert'in. Aras'tan daha öfkeli görünüyordu. "Her neyse, umarım beni silahla korkutmayı düşünmüyorsundur çünkü o tablonun yerini gerçekten bilmiyorum."

"Sorun değil," diye cevap verdi Aras odanın diğer ucuna ilerlerken. "Ben biliyorum."

Tam onu durdurmak için önüne geçmeye hazırlanırken diğer tarafa doğru yürüdüğünü fark ettim. Depodan çaldığımız tablolara kısaca göz attıktan sonra Mert'in aldıklarından birini çekip çıkardı. Silaha susturucu takmasını izlerken ne diyeceğimi bilememiştim. Sonuçta bu onun işiydi, öyle değil mi? Silahlara ve susturuculara falan üretim aşamalarından aşina olması normaldi.

Fakat ateş etmeye aşina olması normal değildi.

Tabloya ardı ardına ateş ettiğinde iki konuda yanıldığımı anlamıştım. Birincisi, tabloların kaplaması kurşun geçirmez değil, neredeyse kurşun geçirmezdi. Dördüncü atışta cam çatlamıştı. İkincisi, insanları tanımak o kadar da basit değildi. Çünkü en yakın arkadaşlarımdan biri gözümde aniden yabancılaşmıştı. Silahın emniyetini kapattıktan sonra içindeki mermileri çıkarıp cebine koyduğunu fark ettim. Ardından tabloyu aldı eline, silkelerken cam parçaları yere dökülmeye başlamıştı.

Tablonun kendisine ulaştığında ise onun eldiveni silahtan ziyade tablo için giydiğini idrak etmiştim. Göz alıcı kırmızı rengiyle bir zehir şöleni tutuyordu elinde. Sonra cebinden bir çakı çıkardı ve hepimizin şaşkın bakışları arasında tabloyu boydan boya ikiye ayırdı. Zehirli parçalar bükülerek yere eğilirken çok daha şaşırtıcı bir manzara çıkmıştı ortaya.

Tablonun arkasında kayıp Picasso eseri yatıyordu.

✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧

Not: ikinci partı da bu gece atmaya çalışacağım.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro