Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Bölüm 30 - Part Vuruşu

-*-

Eğer hastaneden sağ çıkabilirsem gideceğim yerin hapishane olacağına adım gibi eminim. Zira biz henüz kimseyi aramamışken annemlerin burada belirmesinin tek bir açıklaması olabilir; biri onları arayıp hangi hastanede olduğumu yetiştirmiş olmalı. Ada ve Ozan'ın bu kadar duyarsız olamayacağını, Sinem'in ise annemleri tanımadığını düşününce geriye tek bir baş belası seçenek kalıyor: En kısa zamanda kafasını kopartarak öldüreceğim Mert!

Kafamı uzatmış karşımda duran beş kişinin yüzünde beliren ifadelere bakarken hangisinin daha ilginç bir tablo olabileceğine olduğuna karar vermeye çalışıyorum. Sırıtarak bize arkasını dönen Emre mi? Aras'a olan nefret dolu bakışlarıyla bana bakarken yüzünde beliren şaşkın ifade arasında gidip gelen Emir mi? Ablasını sapasağlam gördüğü için rahatlayarak derin bir nefes alan Nazenin mi? Yüzünde tipik bir iyi halt ettin ifadesiyle Aras'a bakan Nazmi Amca mı? Yoksa ilk şoku atlattığında üzerimize yağacak bir gazap yağmuruna dönüştüğünü fark ettiğim annem mi?

Hangisinin yüz ifadesinden daha güzel bir tablo çıkar bilemiyorum fakat en ürkütücü olan tablonun kime ait olacağı son derece ortada.

Annem... Annemin ateş saçan bakışlarıyla göz göze geldiğim anda kafamı ışık hızıyla geri çekip Aras'ın arkasına saklanıyorum yeniden. Az evvel onu önümden çekmeye çalışan ellerim şimdi olur da çekilirse diye gömleğinin kumaşını kavrıyor sımsıkı. Alnımı sırtına dayayıp bildiğim bütün duaları okumaya başlıyorum. Acaba annem önce hangimizi öldürecek? Umarım benden başlar da Aras'ın kaçıp kurtulmak için bir şansı olur.

"Melek!"

Ah hayır, şoku atlattı bile... Nefesimi tutup kendimi kopacak fırtınaya hazırlıyorum. Çok geçmeden her taraf annemin gök gürültüsüyle doluyor.

"Kızım sen neredesin?!"

Bir anlığına, miniminnacık bir an için, acaba buraya saklanınca gerçekten kaybolduğumu mu düşündü diye merak ediyorum. Sonra aklıma üç gündür nerede olduğumu soruyor olabileceği geliyor. Sahi, ne diyeceğim ben anneme? Az evvel ezberlediğim tüm senaryo birbirine karışmış durumda. Bu kadar baskı altındayken o senaryoyu anlatmaya çalışırsam anneme Aras'la dağdan gelip bağda seviştiğimizi falan söyleyebilirim. Gerçi, bu yalanı kabullenmekte güçlük çekeceğini sanmam. Zira ses tonuna bakılırsa aramızda gerçekten de bir şeyler geçtiğini sanıyor olmalı.

"Ne bu hal kızım konuşsana!" diye bağırıyor annem. "Allah'ım sen aklıma mukayyet ol! Kimleri kınadım da böyle rezil hale düşürdün beni?!"

Naz'ın öfkeyle "Yok artık!" diye söylendiğini duyuyorum. "Ablam bu haldeyken bunları mı dert ediyorsun cidden?"

Fakat kardeşimin bu girişimi başarısızlıkla sonuçlanıyor. Annem ona öyle bir bağırıyor ki, hedefi olmadığım halde ben bile oturduğum yerde büzüşüyorum. Sonra yeniden bana odaklanıp tam gaz devam ediyor saydırmaya.

"Üç gündür ne halde olduğumuzu biliyor musun sen?!" diye bağırıyor bana. "Kaç yere haber saldık, babanın eski iş arkadaşlarını bile aradım! Başına bir şey geldi diye ödümüz patladı, Melek! Ama sen elin adamıyla-"

"Hanımefendi sakin olun lütfen," diye söze karışıyor Nazmi Amca. "Eminim gençlerin bir açıklaması-"

"Açıklaması batsın onların!" diyor annem Nazmi Amca'ya kükreyerek. "Yüzüme bile bakamıyor daha, siz ne açıklamasından bahsediyorsunuz?!"

"Utandığı için değil, sizden korktuğu için bakamıyor." diye lafa dalıyor Aras. "Eğer bağırmak yerine sakin olmayı denerseniz-"

"KİM BU ADAM, KIZIM?!" diye bağırıyor annem bu kez. "ÇIK ORADAN DA CEVAP VER BANA!"

Buraya saklanmamın büsbütün yanlış anlaşıldığını fark edince panikle yerimden çıkmaya çalışıyorum. Fakat hareket etmeye çalıştığımda omzumdaki eller baskısını arttırarak beni yeniden olduğum yere sabitliyor. Stres ve panikten allak bullak olmuş halde başımı kaldırıp Aras'a bakıyorum şaşkınlıkla. Sanki bunu hissetmiş gibi başını hafifçe yana çeviriyor. Ardından bana bakmadan sadece dudaklarını oynatarak konuşuyor.

"Tişörtün yok."

Ne dediğini anlayınca istemsizce başımı eğiyorum ve korkunç gerçeği fark ediyorum. Aras'ın gömleğine yapışırken farkında olmadan bıraktığım tişörtüm yerde, sedyenin ayaklarının dibinde yatıyor! Bunu annemin de fark etmiş olabileceğini düşününce panikten nefesimin kesildiğini hissediyorum. Önce kollarımı kendime sarmaya çalışıyorum beceriksizce, ardından dizlerimi karnıma çekmeye. İki şekilde de kamufle olamayacağımı anlayınca önümde duran adama yapışıyorum bu kez.

"Annemi aramızda hiçbir şey olmadığına ikna etmek zorundayız." diye fısıldıyorum kafamı sırtından kaldırmadan. "Yalan söyle, bir şey yap, ne olur."

Onun nefes kesen yalan söyleme yeteneğinin günün birinde tutunacağım tek dal olacağını kim tahmin edebilirdi ki? Kulağa son derece trajikomik geldiğinin farkındayım. Fakat cehenneme düşmüş bir insana yalnızca çıkış yolunu bilen birisi yardım edebilir. Buradan daha önce çıkabilmiş birisi. Şeytanın ta kendisi. Şansa bak ki, onu çok uzaklarda aramama gerek yok.

Öte yandan, Aras'ın beni duyduğunu biliyorum. Annemin öfkeli bağırışları arasında dönüp cevap veremese de sol omzumu hafifçe sıkarak anladığını belirtiyor. Böylelikle dakikalardır ilk kez rahat bir nefes alıyorum. Sessizliğinin sebebinin yalan kurgulama çabaları olduğunu bilmek güven veriyor bana. Nasıl yapacağına dair hiçbir fikrim yok fakat isterse annemi aramızda hiçbir şey olmadığına rahatlıkla ikna edebileceğini çok iyi biliyorum.

"Melek hemen çık oradan!" diye bağırıyor annem bir kez daha. Ardından omzumda duran elleri fark etmiş olacak ki, muhatabını değiştiriyor. "Çekil kızımın önünden!"

"Üzgünüm, çekilemem." diyor Aras sakince. "Önce yabancılar dışarı çıksın."

Bu beklenmedik cevabı karşısında bir anlığına duraksıyorum. İçimden bir ses bu saçma isteğinin de söyleyeceği yalanın bir parçası olabileceğini fısıldıyor. Fakat odadaki garip sessizliği fark edince daha fazla dayanamayıp tekrar kafamı uzatıyorum.

İlk fark ettiğim şey, Aras'ın yüzündeki buz gibi ifade oluyor. Onun konuşurken anneme değil de doğrudan Emir'e baktığını görünce kafamda yerine oturan taşları hissediyorum. Elimdeki son umudu da benden alan kıskançlık taşlarını. Bir hata yapmaması için Aras'ı uyarmak istiyorum fakat annem benden önce davranıyor.

"Sen de kimsin?!" diye bağırdığını duyuyorum Aras'a. "Kim oluyorsun da kızımın-"

"Erkek arkadaşıyım, efendim."

'Türk Ceza Kanunu'nun 6. maddesine göre gece vakti, güneşin batmasından bir saat sonra başlayan ve doğmasından bir saat evvele kadar devam eden süreci kapsar.' diye düşünüyorum kendi kendime. 'Yine Türk Ceza Kanunu'nun 116. maddesinin dördüncü fıkrası uyarınca suçun gece vakti işlenmesi durumunda verilecek ceza üçte birine kadar artırılır.' Bu da demek oluyor ki, Aras'ı öldürme işini güneş batmadan önce aradan çıkarmalıyım. Tabi bunun için önce sağ kalmam gerek.

"Ne erkek arkadaşı?!" diyerek köpürüyor annem. "Kızım sen üç gündür- NE DİYOR BU ADAM?!"

"Anne yalan, vallahi yalan!" diyorum kafamı çıkarmadan. "Tanımıyorum ben bu adamı!"

"Ne demek tanımıyorum?! Ne işin var tanımadığın adamın arkasında?!"

"Kaza yaptık biz! Kazayla oldu, yemin ederim! Dağ evinden dönerken yangın-"

"NE DAĞ EVİ KIZIM?!"

"Hayır, hayır Aras'la gitmedim oraya!" diye düzeltmeye çalışıyorum durumu. "Lavinia'yla gittim, parti yapmak için ama kız kıza. Sonra Lavinia dedi ki-"

Aras yeniden söze giriyor. "Melek bence daha fazla-"

"Kes sesini, pislik herif!" diyorum başımı dağa taşa vurur gibi sırtına vurarak. "Anne valla benim bu adamla aramda hiçbir şey yok!"

"Ne demek hiçbir şey yok?" diye söyleniyor Aras başını yana doğru çevirerek. "Hani sergi gecesi-"

"Aras, SUS!"

Sanırım onu susturan şey benim öfkem değil, annemin koltuk değneklerinin yere çarpması oluyor. Panikle kafamı uzatıp baktığımda Nazmi Amca'yla Naz'ın annemin kollarına girdiğini fark ediyorum. Yüzündeki bembeyaz ifade aklımı başımdan alıyor adeta. Öyle ki, bana bakarken gözlerinde beliren korkunç öfkeye rağmen anneme doğru hamle yapmaya çalışıyorum.

"ANNE!" diye bağırıyorum önce. Ardından Aras'ın kollarını çekmeye çalışıyorum omuzlarımdan. "Bırak beni, annemin yanına gitmek isti-"

"Sakin ol, abla!" diye sesleniyor kardeşim annemi sürüklemeye çalışırken. "Sadece tansiyonu düştü."

"Doktor çağırın öyleyse! Nereye gidiyorsunuz?!"

"Abla korkma, yok bir şey-"

"Anne, özür dilerim!" diye sesimi duyurmaya çalışıyorum arkalarından. "Her şeyi anlatacağım, nolur bekleyin!"

Bu şekilde öğrenmemeliydi. Allah kahretsin, böyle öğrenmemeliydi! Eğer olması gerektiği gibi ona birini sevdiğimi söyleseydim anlayışla karşılardı annem. Kardeşim Nazmi Amca'yla birlikte anneme destek olmaya çalışırken tüm mantığımın devre dışı kaldığını hissediyorum. Onun benim yüzümden büsbütün sağlığını kaybetmesinden öyle çok korkuyorum ki, kendimi affettirmekten başka bir şey düşünemiyorum bile.

Yanına gidebilmek için yerimden kalkmaya çalıştığımdaysa Aras'ın omzumdaki elleri bir kez daha engel oluyor bana. Kalkmanın imkansız olduğunu fark edince ona okkalı bir küfür savurarak kendimi öne itip sedyeden inmeyi deniyorum. Bir süre nazikçe engel olmaya çalışıyor fakat en sonunda sabrı taşmış olacak ki, belimden kavrayıp sertçe bastırıyor beni.

"Dur artık, Melek!" diye çıkışıyor birden. "Bu halde nereye gideceğini sanıyorsun?"

"Cehennemin dibine!" diyerek kolunu ısırmaya çalışıyorum. "Bırak beni seni adi yüzsüz-"

Bu kez Nazmi Amca karışıyor söze. "Kızım dur durduğun yerde! Kadıncağız seni gördükçe daha fena oluyor, görmüyor musun?"

"Bırakın beni..." dediğini duyuyorum annemin. Dışarı çıkıp perdenin arkasında kaybolurken halsiz bir sesle konuşuyor son kez. "Allah'ım bugünleri göreceğime ölseydim..."

Duyduğum bu sözle birlikte kolum kanadım kırılıyor sanki. Bu yaşa kadar bir kez bile annemin ölümü dileyecek kadar üzülmesine sebep olmadım ben. Bir kez bile, onun bana böyle kırgın bir öfkeyle baktığını görmedim. Annemin benden utanç duyması öyle çok kanıma dokunuyor ki, kendimi tutamayıp ağlamaya başlıyorum.

Tamamen yalnız kaldığımızda Aras'ın belimdeki elleri gevşiyor birden. Hiçbir şey söylemeden önümde dikilmeye devam edip ağlamamın sona ermesini bekliyor. Ne yalan söyleyeyim, beni teselli etmeye çalışmadığı için mutluyum. Zira şu anda çok kızgınım ona. Eğer isteseydi, durumu çok rahat bir şekilde kurtarabilirdi. Sırf Emir'e olan kıskançlığından dolayı ortalığı karıştırmış olmasını hazmedemiyorum bir türlü.

Nihayet gözyaşlarım durulduğunda bakışlarımı annemlerin çıktığı yerdeki boşluğa dikerek onların ne tarafa gittiğini anlamaya çalışıyorum. Fakat çok geçmeden Emre beliriyor o boşluğun dışında. Annemin iyi olduğuna, sadece biraz tansiyonunun düştüğüne dair bir şeyler geveliyor. Derin bir nefes alırken Emre'nin gitmeden önce perdeyi çekip dış dünyayla olan bağlantımızı tamamen kestiğini fark ediyorum.

Yalnız kaldığımızı idrak ettiğimde, Aras'a olan tüm öfkeme rağmen, gerginliğimin yerini rahatlama hissi alıyor. Evet, bugüne dek birçok kez utandırdı beni. Yüzümün kıpkırmızı kesildiği, elimi ayağımı nereye koyacağımı şaşırdığım, yaptığı imalara verecek bir cevap bulamadığım anların sayısı gökteki yıldızlardan bile çoktur. Fakat hiçbirinde az evvel diğer insanların karşısında hissettiğim gibi rezil ve berbat hissetmemiştim kendimi. Hiçbirinde bu kadar dağılmamıştım.

En kötüsü ise, o hisle yeniden yüzleşmek zorunda kalacağım. Naz beni anlayacaktır, Emre ise henüz bugün tanıştığım biri. Fakat ya diğerleri? Nazmi Amca'nın Aras'a tüm bu rezaletin sorumlusu oymuş gibi baktığını hatırlayınca daha da kötü hissediyorum kendimi. Ölmüş kız kardeşinin en yakın arkadaşı olarak Emir'e verebileceğim hiçbir cevap yok zaten. Fakat en kötüsü de annem... Ona kendimi açıklama dürtüm o kadar şiddetli bir boyuta ulaşıyor ki, duyduğum tüm utanca rağmen üzerimi giyinip yanına gitmeye karar veriyorum.

"Bırak beni." diyorum ellerimle Aras'ın ellerini çekiştirerek. "Bırak artık, Allah'ın cezası!"

Yaptığı tek şey ellerinin baskısını arttırmak oluyor. "Henüz değil."

Sabrım tamamen taşmış halde kafamı uzatıp Aras'a baktığımda onun benimle ilgilenmediğini görüyorum. Görüş alanımın dışında kalan bir noktayı izlerken ilk kez gördüğüm bir ifade var gözlerinde. Acımasız bir ifade. Merakla bakışlarını takip edip onun nereye baktığını anlamaya çalışıyorum.

Başımı çevirdiğimdeyse tam karşımızda buluyorum cevabı. Emir hala burada. Perdenin hemen yanında durmuş, yüzünde nefret dolu bir ifadeyle önümde dikilen adamı izliyor. İyi de ne zaman geldi? Ya da daha doğrusu, hiç gitti mi? Bakışlarımı yeniden Aras'a çevirdiğimde bunun bir önemi olmadığına kanaat getiriyorum.

Şu an tek önemli olan şey, Emir'in burada olması. Eğer bir olay daha çıkarsa annemin ne hale geleceğini düşününce Aras'ın beline tutunuyorum ellerimle. Hissettiyse bile bir tepki vermiyor bana. Bakışlarıyla tezat oluşturan bir tavırla Emir'e seslendiğini duyuyorum onun.

"Kendi imkanlarınla mı siktir olup gidersin?" diye soruyor sakince. "Yoksa gelip yardım edeyim mi?"

Emir onun laflarına pek alınmış gibi görünmüyor. Aras'a bakarken yüzünde öyle bir ifade beliriyor ki, neredeyse sıkılıyor diyebilirim. Sanki bir tehdit değil de, saçma bir masal dinliyormuş gibi başını öne eğiyor hafifçe. Ardından gözlerini yeniden Aras'a dikip cevap veriyor.

"Tatil sana pek yaramamış." diyor küçümseyici bir tavırla. "İşler pek beklediğin gibi gitmedi, öyle değil mi?"

"Görünüşe bakılırsa, benim için epey endişelenmişsin."

"Eh, birilerinin bunu yapması gerekiyordu." diyerek gülümsüyor Emir. "Ben de olmasam tek bir kişi bile yokluğunun farkına varmayacaktı, Karadağ."

İçimde yükselen öfkeyi bastırabilmek için ellerimin baskısını daha çok arttırıyorum. Ellerini belinin iki yanında duran ellerimin üzerine koyarak beni sakinleştirmeyi deniyor Aras. Nedense bu durum büsbütün bozuyor moralimi. Onun baştan savmaya çalışır gibi bir tavırla Emir'e cevap verdiğini duyuyorum.

"Varlığıma duyduğun özlemin sebebini neye borçluyum acaba?"

"Kız kardeşine." diyor Emir ellerini iki yana açarak. "Artık döndüğüne göre, onun erkek kardeşimin peşinde dolaşmasına engel olursun diye umuyorum."

Ah, hayır... Aras'ın sırtındaki kasların öne atılmaya hazırlanır gibi gerildiğini hissedince ellerimi belinin iki yanında tutmayı bırakıp mengene gibi vücuduna sarıyorum. Gözü ne kadar dönmüş olursa olsun arkasında olduğumu fark edince durduruyor kendini. Yeniden harekete geçmesinden korkarak kollarımı karnına dolayıp ahtapot gibi sırtına yapışıyorum. Bir an sonra Emir'in gülüşü yankılanıyor odada.

"Daha önce hiç pat hamlesi diye bir şey duydun mu?" dediğini duyuyorum onun. "Başına gelen şey tam olarak bu."

Aras'ın yerinden kımıldayamıyor oluşundan mı bahsediyor? Yoksa kast ettiği şey içinde bulunduğumuz durumdan çok daha genel bir mesele mi? Peki ya her ikisi birdense? Söylediklerinin tek kelimesini bile kaçırmamak için düşünceleri bir kenara bırakıp onlara odaklanıyorum.

"Peki sen hiç part vuruşu diye bir şey duydun mu?" diye soruyor Aras. "Peşimde dolaşmaya devam edersen, başına gelecek olan şey tam olarak bu."

Emir hafifçe tebessüm ediyor. Bense konuşmalarını kelimesi kelimesine duymuş olmanın hiçbir şey ifade etmeyeceğini fark ediyorum çaresizce. Çünkü şifreli konuşuyorlar. Bunu bilinçli bir şekilde yapıp yapmadıklarından emin değilim fakat ne olursa olsun anlayamıyorum onları.

"Buraya senin için gelmedim, Karadağ." diyor Emir iç çekerek. "Şimdi, bir kez olsun içindeki mağara adamını sustur ve serbest bırak kızı."

Aralarında kısa süreli bir sessizlik oluşuyor. Aras'ın büsbütün gerildiğini hissettiğimde Emir'in benden bahsettiğini idrak ediyorum. İyi de Aras beni nasıl serbest bırakabilir ki? Tam şu anda onu esir alan benim zaten. Kendimi tutamayıp kafamı uzatıyor ve şaşkın bir tavırla soruyorum.

"Benden mi bahsediyorsun?"

"Az önce seni bırakması için uğraşmıyor muydun?" diyerek soruyla cevap veriyor Emir. "Haksız da sayılmazsın. Sırf seni benden kıskandığı için hiç düşünmeden annenin önüne atabilen, ilkel içgüdülerini senin mutluluğunun önünde tutan bir adamın arkasında duruyorsun, Melek. İzin ver, sana yardım edeyim. Sadece evet demen yeterli, ne pahasına olursa olsun gelip seni kurtarırım."

Aras kahkaha atıyor. Fakat neşeli bir kahkaha değil bu. Bense Emir'in sözlerinin altında ezildiğimi hissediyorum. Birileri tarafından manipüle edilmekten öyle çok yoruldum ki, zihnimde boş bir oyun alanı kalmadı artık. Aras'ın vücuduna dolanan ellerim gevşemeye başlıyor yavaş yavaş. Yorgun ama kararlı bir sesle konuşuyorum.

"Hayır Emir, sen git." diyorum net bir şekilde. "Gerekirse ben kendi kendimi kurtarabilirim, teşekkürler."

Bir anlığına derin bir sessizlik oluşuyor odada. Emir hafifçe gülümserken yüzünde öyle bir ifade beliriyor ki, aklıma Truvalı Cassandra geliyor birden. Gelecekteki tüm felaketleri görebilen fakat kimseyi buna inandıramayan lanetli kahin. Bakışlarındaki ifadeden onun öfkelenmediğini, sadece benim için üzüldüğünü görebiliyorum. Sonra arkasını dönüp sessizce dışarı doğru ilerliyor ve perdeleri kapatıp beni kaderimle baş başa bırakıyor.

✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧

ARAS
-sergi gecesi-

-*-

"Yalnız aşkı vardır aşık olanın.
Ve kaybetmek daha güç bulamamaktan,
Sen; yüzüne sürgün olduğum kadın."

Cemal Süreya

-*-

"-Açıkçası biz o olayın asılsız bir efsane olduğunu düşünüyorduk." dedi gri kravatlı adam. "Kendisini şahsen tanımadım ancak İbrahim Bey sektörde acımasızlığıyla bilinirdi."

"O dönem bazı söylentiler çıkmıştı ancak zamanla unutuldu gitti." diye söze karıştı bir diğeri. "Hepimiz dedenizin veliahtının Özer Bey olduğunu sanıyorduk."

Tabloların önünde duran kıza bakarken cevap verdim adamlara. İlgim tamamen başka yerdeydi. "Kendisi reşit olana benim vasimdi sadece. Malum, o zamanlar çizgifilm izlemek gibi daha mühim şeylerle meşguldüm."

Adamlardan biri gülmüştü, diğerlerininse ilk cümlede takılı kaldığını görebiliyordum. Dedemin neden Özer Bey'i bana vasi olarak atadığını merak ediyorlardı. Neden annemle babamı saf dışı bırakmak istemişti? Fakat bunu doğrudan sorabilecekleri bir samimiyet yoktu aramızda.

Daha doğrusu, adamlarla aramızda hiçbir samimiyet yoktu. Cemiyet içerisinde beni tanıyan insanların sayısı bir elin parmağını geçmezdi, bir çoğunun varlığımdan bile haberi yoktu. Hiç değilse buraya gelene kadar öyle olduğunu sanıyordum. Fakat fiilen şirkette geçirdiğim vakit arttıkça, insanlar arasındaki fısıltılar da artıyor olmalıydı. Görünmezlik pelerinimin giderek yıprandığını fark etmiştim.

Melek'in tabloları incelerken hafifçe çattığı kaşları içimde gülme isteği uyandırdı. Bu sergiye sadece Cehennem tablosu için gelmediğini görebiliyordum. Gerçekten ilgisi vardı sanata. Son yarım saattir kafamı ütüleyen şu heriflerden kurtulup onun yanına gitmek isteğiyle dolup taştım yeniden. Ne yazık ki, beni özgür bırakmaya pek niyetleri yok gibiydi. Keyifsiz bir tavırla adamlara dönüp son sordukları soruyu dinlemeye çalıştım.

"-Peki işlerin başına resmen geçmeyi düşünüyor musunuz?"

Bunu arzu ettikleri ortadaydı. Ertuğrul Saral'dan çekiniyordu hepsi, onu kolay kolay kandıramayacaklarını biliyorlardı. Son aylarda gittikçe katılaşan şirket politikasını ona bağlandıklarını anlamıştım. Taşeron firmalara verilen tavizlerin geri çekilmesinin arkasında dayımın olduğunu düşünüyorlardı.

"İşlerin başındayım zaten, Sedat Bey." dedim soruyu soran adama dönerek. "Sadece bunu insanlara duyurmanın çok da mühim olmadığını düşünüyoruz."

Hafifçe tebessüm etmesinden beni ciddiye almadığını anlamıştım. Benzer bir şekilde tebessüm ederek gözlerimi tabloların olduğu yöne çevirdim tekrar. Yoktu.

Her zamanki gibi başımı çevirdiğim anda gözden kaybolmuştu. Bu duruma alışmam gerektiğinin farkındaydım. Saklanmak ve gözden kaybolmak gibi konularda fiziksel bir avantaja sahipti Melek. Üstelik bunu kullanmaktan da hiç geri durmuyordu. Daha bu sabah arabamın bagajında belirdiğinde hissedebildiğim tek şey hayret olmuştu. Sadece bir anlığına.

"Çok mantıklı bir karar," dedi adamlardan biri. "Ertuğrul Bey'in ismi bile sektöre korku salıyor."

Sabahki manzarayı aklımdan çıkarmaya çalışarak adama döndüm. Kendisini bir yerlerden gözüm ısırıyordu sanki. Biraz daha dikkatli bakınca yanılmadığımı anlamıştım, kesinlikle görmüştüm bu yüzü. İnşaat sektöründeki büyük firmalardan birinin sahibiydi.

"M&B İnşaat, değil mi?" diyerek retorik bir soru sordum adama. "Yanılmıyorsam, Tuzla tesisi için açtığımız ihalede en düşük fiyatı siz vermiştiniz."

"Evet ama ne yazık ki, son anda teklifimiz değerlendirme dışı bırakıldığı için ihaleyi alamadık." dedi serzenişte bulunur gibi. "Aslında ilk fırsatta Ertuğrul Bey'e bu ilginç kararının sebebini sormak istiyordum."

"Boş yere zahmet etmiş olursunuz." diyerek gülümsedim adama. "İhale sürecinde kendisi Türkiye'de bile değildi."

Sohbetin en başından beri sessizce olan biteni izleyen esmer bir adamın bıyık altından tebessüm ettiğini fark etmiştim. Aynı adam az evvel Melek'e bakarken de yakalamıştı beni. En baştaki tanışma faslında diğerlerinin aksine firma ismi vermeden sadece kendi adını söylediği için, onun hakkında sahip olduğum tek bilgi, isminin Davut oluşuydu ne yazık ki.

"Öyleyse kararı siz verdiniz." dedi Metin Bey sesindeki soğukluğu gizlemeye gerek duymadan. "Peki sebebini öğrenebilir miyim?"

"Size yazılı olarak bildirilen dışında bir sebep yok." diyerek elimdeki kadehi masaya bıraktım. "İhale yeterlilik koşullarında, tesisin çelik konstrüksiyon yapı olması gerektiğini açıkça belirtmiştik. Sizin teklifinizdeyse betonarme yapı vardı."

Adamın şüpheyle kısılan gözlerinden bu cevabı yeterli bulmadığını anlamıştım. İnşaat sektöründeki insanlarla asla anlaşamayacağım bir noktaydı bu. Bir çoğu için ihale yeterlilik esasları, okumaya bile gerek duymadıkları teknik zımbırtılardan ibaretti. İşlerin teknik yönüyle alakaları olmadığı gibi, bu teknik koşulların sebebini anlamaya yönelik bir istekleri de yoktu. Bunu görebilmek için illa sektörün içinde yer almak gerekmiyordu. 17 Ağustos'ta binlerce insanın ölümüne sebep olan adamların, mahkeme beraatlerine karar verir vermez şirketlerinin başına dönüp aynı çürüklükte binalar dikmeye devam ettiği bilinen bir gerçekti zaten.

"Evet evet, yazılı şeyden haberim var." dedi Metin Bey elini havada hafifçe sallayarak. Beden dili yazılı şeyi pek önemsemediğini gösteriyordu. "Aslında başta bizim mühendis çocuklar çelik yapı tasarlamıştı ama maliyeti çok yüksek olduğu için-"

"Bir dahaki sefere, mühendis çocukları dinlemenizi öneririm." dedim sakince tebessüm edip saatime göz atarak. "Sizin sektörde işler nasıl yürüyor bilmiyorum ama savunma sanayiinde esas olan maliyet değil, mukavemettir. Bu yüzden ince eleyip sık dokumamızı anlayışla karşılayacağınızı umuyorum."

Cevap olarak hafifçe tebessüm etti Metin Bey. Yüzündeki ifadeden söylediklerimi küçümsediğini görebiliyordum. Fakat tüm geceyi burada durup onu ikna etmeye çalışarak geçirmeye niyetim yoktu, zaten edebileceğimi de düşünmüyordum. İstediğim tek şey bu ortamdan kurtulmamı sağlayacak ufak bir fırsattı. Neyse ki ızdırap dolu birkaç dakikanın ardından bu fırsatı elde ettim.

Adamlar konuşurken hafifçe yan dönmüş, Melek'in nereye kaybolduğunu anlamaya çalışıyordum. Sonra birden, sohbetin en başından beri sessizce bizi izleyen Davut Bey'in konuşmaya katıldığını fark ettim. Adamın kim olduğunu bir türlü çözemediğim için bu durum merakımı cezbetmişti.

"Sohbetinize doyum olmuyor, beyler." dedi gülümseyerek. "Ancak biraz daha burada durursam, bir şeyler almaya fırsat bulamadan tüm eserler satılmış olacak."

"Oo Davut Bey, siz sanatla ilgilenir miydiniz yahu?"

"Ben değilim ama gelinim epey ilgili, Engin Bey." diye cevap verdi Davut Bey. "Balayı için yurtdışından dönmediler hala. Bu yüzden sergiye gelme işi de Sevim'le bana kaldı."

Bunları söylerken bakışları az ötede tabloları inceleyen, eşi olduğunu anladığım bir kadına takıldı. Elli yaşlarında, zarif bir hanımdı ve sanki hissetmiş gibi başını kaldırıp Davut Bey'e döndü aniden. Göz ucuyla adama baktığımda başını hafifçe bana çevirdiğini fark ettim, milimetrik bir hareketti bu. Eşzamanlı olarak kadının bakışlarını da üzerimde hissetmiştim fakat kafamı çevirdiğimde yeniden kocasına dönmüştü bile.

Son derece dikkatli bir şekilde onları izliyor olmasaydım, ne kadının kaşlarından birini sorarcasına kaldırdığını ne de Davut Bey'in cevap olarak eşine hafifçe göz kırptığını fark edemezdim. Aklım hala aralarındaki sessiz iletişimdeydi fakat kadının bana baktığını görünce başımı eğerek ufak bir selam verdim. Gülümsemesi iyice genişledi ve benzer şekilde selam verdikten sonra yeniden tablolara döndü. Tüm bunlar birkaç saniye içinde olup bitmişti bile. Öyle ki, yanımızdaki adamların hiçbiri kadının farkına varmamıştı.

"Ne yalan söyleyeyim, davetiye gelene kadar Ayaz'ın evlenmeyi planladığından bile haberimiz yoktu." dediğini duydum adamlardan birinin. "Oğlunuz da en az sizin kadar ketum, Davut Bey."

Adamın söylediği ismi duyunca kadehe uzanan elimin bir anlığına duraksamasına engel olamadım. Gösterdiğim tek şaşkınlık belirtisi buydu. Ve buna rağmen, başımı kaldırdığımda Davut Bey'in gözlerinde keskin bir ifadeyle beni süzdüğünü fark ettim. Elbette gözünden kaçmamıştı.

Fakat benim gözümden kaçmıştı işte. Melek'in nereye kaybolduğunu düşünmekle öyle çok meşguldüm ki, son yarım saattir muhabbet ettiğim adamın Davut Baransel olduğunu bile anlayamamıştım. Cebimdeki davetiyede ismi yazan adamın babası oluşunu geçtim, dayım bu adam hakkında defalarca kez uyarmıştı beni.

"Davut Baransel'e dikkat et, Aras." demişti yalı sohbetlerimizin birinde. "İşlerine karışmamı istemediğini biliyorum ama o adamla tek başına tanışmanı tavsiye etmem."

"Neden?" diye sormuştum ona. "Yoksa bu herif de şu sapık tiplerden biri mi?"

"Hayır, alakası yok. Aksine, kendisi cemiyette Doğrucu Davut olarak bilinir. Üstelik babanın da okuldan arkadaşıydı, istersen ona sorabilirsin."

Sonra bana adamın aile geçmişinden, Hukuk şirketi olduğundan, eşiyle birlikte dürüst bir hayat sürdüğünden bahsetmişti. Benden birkaç yaş büyük, Ayaz isminde bir oğlu vardı. Tıpkı babası gibi cemiyete dahil olmaktan pek hoşlanmayan biri olduğunu söylemişti dayım. Üniversiteden mezun olunca yakın arkadaşlarıyla ufak bir bilişim ofisi kurup orta halli bir hayat sürdüğünü, yakın zamanda da bölümde tanıştığı kız arkadaşıyla evlilik hazırlıkları yaptığını öğrenmiştim.

Davut Bey de onun seçimlerine saygı duymuş, ne hukuk okuması için ne de işlerin başına geçmesi için zorlamamıştı oğlunu. Hem iş hayatında, hem de özel hayatında iyi bir adamdı. Bozkıroğlu Hukuk firmasının rakibi olduğunu öğrenince Davut Bey'e olan saygım büsbütün artmıştı.

"Güvenilir bir insana benziyor," demiştim dayıma dönüp. "Doğrucu bir insandan kime zarar gelir ki?"

Ufak bir kahkaha atmıştı bana. "İflah olmaz bir yalancıya, elbette."

Son derece haklıydı. Benim gibiler için temiz insanların, kötü insanlardan bile tehlikeli olabileceğini biliyordum. Zira tüm yalanların ve akıl oyunlarının ötesinde, dürüst bir yaşam süren birini tamamen kandırmak olanaksızdı. Yalanlarınıza inansalar bile ruhunuzdaki karanlığı hissetmelerine engel olamazdınız. Bu gerçeği ilk kez Erzurum'dan döndükten bir yıl sonra, Ozan'ın ailesi tarafından yemeğe davet edildiğim akşam fark etmiştim.

Ani bir kararla kadehi masaya bırakıp adamlara döndüm. Bu sıkıcı muhabbete daha fazla tahammül edemeyeceğimi anlamıştım birden.

"Tanıştığımıza çok memnun oldum." dedim konuşan adamlardan birinin sözünü keserek. "Fakat beklediğim sergi açılmak üzere. İzninizle, beyler."

Şaşırdıklarını görebiliyordum ancak bunu bir aristokrat nezaketiyle kamufle etmeyi başardılar. Kabalığımı az da olsa telafi edebilmek için birkaç beylik sözle birlikte hepsiyle teker teker el sıkıştım yeniden. Sıra Davut Bey'e geldiğindeyse yüzünde beklediğimden de anlayışlı bir ifade vardı. Elimi sıkarken başını hafifçe yana çevirip mırıldandığını duydum.

"Plastik sanatlar bölümüne bakmanızı tavsiye ederim."

"Anlamadım?"

"Bordo elbiseli hanımefendinin o tarafa gittiğini görmüştüm." diyerek kısaca açıkladı. "Ertuğrul Bey'e de selamlarımı iletin lütfen."

Melek'ten bahsediyordu. Tüm gece onu arayıp durduğumu fark etmişti elbette. Nedense bu duruma hiç şaşırmamıştım. Bu kez gerçekten gülümsedim adama.

"Tavsiyeniz için teşekkür ederim." dedim başımı sallayarak. "Dayım yurtdışından döndüğünde selamlarınızı ileteceğime emin olabilirsiniz."

Davut Bey'in yüzünde sanki gizemli bir espri yapmışım gibi bir tebessüm belirmişti. Oradan ayrılmak için o kadar çok sabırsızlanıyordum ki, üzerinde durmadım bu gülüşün. Diğer adamlara başımla ufak bir selam verdikten sonra arkamı dönüp kalabalığa karıştım.

Daha yürürken tereddüt etmeye başlamıştım bile. Melek'in yanına gitmek istiyordum fakat ona ne diyecektim ki? Duygularından emin olmadan gidip açılamazdım, sıradan bir cesaret işi olmaktan çıkmıştı bu durum. Eğer hislerim tek taraflıysa aramızdaki tüm ilişkinin sona ereceğinin, onun beni görünce şeytan görmüş gibi kaçtığı günlere döneceğimizin bilincindeydim. Kendime hakim olup, harekete geçmeden önce Melek'in duygularını anlamak zorundaydım.

Fakat bunu nasıl yapacağıma dair hiçbir fikrim yoktu. O kadar karmaşık sinyaller veriyordu ki, tekini bile çözemiyordum. Ya da tam tersi. Belki de fazla basitti her şey. Ozan'ın da dediği gibi, asıl basit olduğu için çıkamıyordum işin içinden. Dolandıkça dolanıyor, bir hata yapıp her şeyi mahvetmenin kıyılarında dolaşıyordum.

Mesela, dün az kalsın yapıyordum bunu. Farkına bile varmamıştı. Dans ederken ne kadar yakınlaştığımızın, yaptığım tüm planı kendi ellerimle bozmak üzere olduğumun, arkasını dönmekte bir saniye bile geç kalsa onu pistin ortasında öpeceğimin farkında değildi. Tinúviel'i unutmadığını anladığımda ne kadar şaşırdığımın da. Verdiği aşırı tepkiden sonra zihnimde açığa kavuşmuştu her şey. Fakat bu açıklık, aşağı inip de telefonda Emir'e söylediklerini duyana kadar sürmüştü.

Sonra aksi yönde bir kez daha değişmişti fikrim. Uyku ilacı yüzünden kolumu bile kaldıramazken benim için endişelendiğini görünce onu anladığımı sanmıştım. Hatırladığım son sahnede, onu tutup kendime çekmiştim. Sahi, ne tepki vermişti acaba? Bana karşı bir şeyler hissediyor olsaydı sabah koyun koyuna uyanmamız gerekmez miydi?

Öyle uyanmamıştık. Fakat sabah onu yerde uyurken bulduğum halde, vazgeçmeyi başaramamıştım. Nazmi Amca'nın yanına uğradıktan sonra Araf'a dönüp konuşacaktım onunla. Sergiye gitmeden önce aramızdaki tüm anlaşmazlıkların sona ereceğini ummuştum. Ta ki, Melek kollarımda Emir'in adını sayıklayana dek.

O saçma anı hatırlayınca olduğum yerde duraksadım. Gerçekten o kadar önemli miydi bu? Ben de saçma sapan rüyalar görüyordum, bazen son derece alakasız insanlar bile konuk oluyordu düşlerime. Üstelik Emir'in onu manipüle etmeye çalıştığının da farkındaydım. Sırf aramızı bozabilmek için kendi hastalığını bile kullanmaya kalkışmıştı orospu çocuğu.

Derin bir nefes alıp başımı çevirdim... Ve onu gördüm.

Normal şartlar altında da bir sanat gurusu sayılmazdım. Fakat son zamanlarda, siktiğimin sapıkları yüzünden tamamıyla soğumuştum sanattan. Hele ki bu akşam bir işkenceden farksızdı benim için. Gördüğüm her tabloya şüpheyle yaklaşıyor, her heykelin arkasında gerçek bir insan cesedi yatıp yatmadığını merak ediyordum.

Bu yüzden koskoca sergi salonunda ilgimi çeken tek şeyin satılık olmayan bir tablo oluşu tesadüf değildi. Para etmeyecek bir şeye vahşet bulaştıramayacaklarını biliyordum. O yüzden diğer eserlerin aksine, bu tablonun masumiyetinden hiçbir şüphem yoktu. Farkında bile olmadan ilerleyip daha yakından incelemeye başladım. Karşımdaki kolaj çalışması, sanat tarihindeki iki meşhur tablonun birleşiminden meydana gelmişti. Yıldızlı Gece ve Öpücük.

Melek'in yıldızlı gecelere olan anlamsız tutkusunu biliyordum. Öpücük tablosu ise benim ona her baktığımda yapmak istediğim şeyin sanatsal bir özetiydi. Tabloyu incelerken tüm sabrımın sonuna geldiğimi fark etmiştim. Bu gece bitmeden önce bir şekilde emin olmalıydım Melek'in hislerinden. Zira sergi bittiğinde emin olsam da olmasam da onunla açıkça konuşa-

"Aras!"

Başımı çevirip sesin kaynağını bulmaya çalıştım etrafta. Hayal görüyor olabilir miydim? Bakışlarım bana doğru koşan bordo elbiseli kıza takıldığında bunun bir önemi olmadığına karar verdim. Hayal ya da gerçek, bu Melek'ti. Kendi yarattığı rüzgarla uçuşuyordu saçları, gözlerindeki zümrüt kırıntılarının ortam ışıkları altında bile parladığını, koşarken sıyrılan eteklerinin biçimli bacaklarını zarafetle açığa çıkardığını fark etmiştim.

Hayal ya da gerçek, çok güzeldi. Ve eğer durmazsa, onu birkaç saniye sonra öpecektim.

Sanki neler olacağını hissetmiş gibi birkaç metre kala yavaşladı Melek. Etrafına bakarken ayıplanmaktan çekinmiş gibi görünüyordu. Bir anda tüm coşkusu sönümlenmişti sanki. Ağır adımlarla bana doğru ilerlemesini izlerken onu baskılayan topluma duyduğum hoşnutsuzluk yankılandı damarlarımda. Hayır, toplum değil. Yığın. Serbest bırakıldığı taktirde, tüm güzellikleri yok etmeye programlanmış bir yığın geziniyordu dışarıda.

"Efendim, prenses?"

Hitap şeklimi hoş karşılamadığını görebiliyordum. Muhtemelen bugün Şirin'e de öyle seslendiğimi hatırlamıştı. Nazmi Amca'nın "Aras, seninki geldi!" dediği anı hatırlayınca gülmemek için zor tuttum kendimi. İlk birkaç saniye hayretle Melek'e bakıp, ihtiyarın bu gerçeği neden ifşa ettiğini anlamaya çalışmıştım.

Başımı yeniden Melek'e çevirdiğimde onun düşünceli bir tavırla beni süzdüğünü fark ettim. Üzerimdeki gömleğin katlı kollarında geziniyordu bakışları, ardından huysuz bir tavırla saçlarımı incelemeye başladı. Aklından neler geçtiğine dair hiçbir fikrim yoktu ancak hayat dolu bir kızarıklık yayılmaya başlamıştı yüzüne. Kollarımın ona uzanma isteğiyle sızlamaya başladığını hissettim bir kez daha.

"Anlatacak mısın Melek?" diye söze girdim dikkatimi dağıtma umuduyla. "Sonuçta, sırf beni özlediğin için koşarak yanıma gelmiş olamazsın, değil mi?"

Sanki yalnızca onun bildiği bir espri yapmışım gibi başını salladı hafifçe. Bana bakarken bir şeyler düşündüğünü görebiliyordum ve aklından geçenleri okuyamamak işkenceden farksızdı benim için. Fakat hiçbir zaman açık bir kitap olmamıştı Melek. Görünenin arkasında hep daha derin, yansıttığından kat be kat karmaşık bir evren yaşatıyordu.

"Bir adamla tanıştım." dedi avucunda tuttuğu bir kartı bana uzatarak. "Ama işin asıl garip tarafı şu ki; adama kendimi Deniz Baransel olarak tanıtmama rağmen yanımda ayrılırken bana Melek Hanım diye hitap etti."

Ah, harika. Davut Bey miydi acaba? Oğlunun davetiyesini taşıdığımı biliyordu, benden sonra hızını alamayıp gelininin davetiyesini taşıyan kişiyle de tanışmak istemiş olabilir miydi? Doğrucu Davut'un şartlar ne olursa olsun yalan söylemeyeceğini biliyordum. Bilmemesi gereken bir sürü şey anlatmış olabilirdi Melek'e. Uzanıp kartı elinden alırken tedirginliğimin ayyuka çıktığını hissettim. Fakat yalnızca bir saniye sürdü bu durum. Kartın üzerinde yazan isme bakarken endişemin yerini bambaşka bir duygu almıştı. Öfke.

Kahretsin! Davut Bey'in gizemli tebessümünün sebebini birdenbire anlamıştım. Dayım yurtdışından dönmüş olmalıydı. Dönmekle de yetinmeyip buraya gelmiş ve yaptığım tüm uyarılara rağmen Melek'in karşısına çıkmaya kalkışmıştı. Yıllar sonra ilk kez hayatıma müdahale etmeye teşebbüs ediyordu Ertuğrul Saral. Bu yaptığı hareketin önemli bir sonuç yaratmayacağını bilsem de rahatsız olduğumu hissetmiştim.

Huzursuzluğumu içime gömüp Melek'e döndüm yeniden, bir ceylanı andıran iri gözlerinde endişeli bir bakış vardı. Karttaki isme verdiğim tepkinin onu kaygılandırdığını görebiliyordum. Sahte davetiye kullandığımız anlaşılırsa başımızın belaya gireceğini, bu aptal sergideki yetkililere hesap vermek zorunda kalacağımızı falan sanıyor olmalıydı.

"Sana kendini nasıl tanıttı?"

"Kütüphaneci olduğunu söyledi," dedi hafifçe kaşlarını çatarak. "Ama kartta şey yazıyordu, S harfiyle başlayan bir şirketin yöneticisi... Kim bu adam, Aras? Sen onu tanıyorsun, değil mi?"

Evet, kendisi dayım olur. Bunu söylersem yüzünün alacağı şekli hayal etmeye çalıştım. Ne tepki vereceğini bir parça bile kestiremiyordum. Onunla oturup işimden konuşma fırsatım hiç olmamıştı fakat beni hala freelance çalışan bir mühendis sandığının farkındaydım. Aslında yanlış bir bilgi değildi bu, sadece bazı şeyleri eksik biliyordu Melek. Mesela beyaz yakalı bir mühendisin, eğer çalıştığı şirketin sahibi değilse, işleri freelance yürütme lüksü olmadığından haberi yoktu.

Benzer şekilde dayımın kim olduğu hususunda da haksız sayılmazdı. Ertuğrul Saral, gerçekten de bir kütüphaneciydi. Cemiyette bilinen adıyla, Kör Kütüphaneci. Fakat sorun şu ki, dayımın kütüphanesi kitaplardan değil, insanların sırlarından meydana geliyordu. Yıllar öncesine ait ya da yakın bir gelecekte gerçekleşecek olan olan tüm skandallar, cemiyet mensubu ailelere dair en mahrem dedikodular, henüz fısıltı gazetesine bile düşmemiş söylentiler... Onun kütüphanesi tam olarak bunlardan oluşuyordu ve sahip olduğu bilginin çeyreği bile Celsus Kütüphanesi'yle boş ölçüşebilecek kadar değerliydi.

"Hayır, tanımıyorum." dedim başımı iki yana sallayarak. "Ama adam gittiğine göre sorun yok demektir. Biz en iyisi kendi işimize bakalım."

Fazla aceleci davranmıştım. Bir şeylerin ters gittiğini sezinlemiş olmalıydı Melek. Gözlerini kısarak hafifçe beni süzdükten sonra elini uzattı.

"Bittabi. Ama önce kartı ver."

Dayımın jargonuna bu kadar kolay ayak uydurması hoş bir sürpriz olmuştu benim için. İnatçı bir tavırla havaya kalkan çenesine bakarken homurdanmamak için kendimi zor tuttum. Elbette ki işleri kolaylaştırmayacaktı. Çünkü Melek tam olarak buydu. Düzene indirilmiş bir darbe, işleyen çarkları durduran demirden bir engel, planlarımı işe yaramaz hale getiren çözümsüz bir kaos değişkeni. Denklemler üzerine kurulu hayatımın başlıca düşmanı olması yetmiyormuş gibi bir de gidip ona aşık olmuştum. Ne muazzam çatışma ama.

Başımı iki yana salladım. "Olmaz."

"İyi, sende kalsın o zaman." dedi küçümser bir tavırla dudaklarını bükerek. "Kartta yazanları unutmuş olabilirim ama görselleri asla unutmam. Eve gittiğimde kağıttaki amblemi birebir kağıda çizip internette aratmam on dakika bile sürmez. Ama tüm bu bilgilere kendim ulaşırsam, bir daha koşarak sana haber vermek gibi bir aptallık yapmam, haberin olsun."

Söylediklerini duymuştum fakat gözlerimi dudaklarından alabilmem için birkaç saniye geçmesi gerekti. Lanet olsun, nasıl tartışabilirdim ki bu kızla? Arkamı döndüğüm anda kendi başına bir iş çevirmeye başlayacağını biliyordum. Sırf bu yüzden onu da planlarıma dahil eder gibi yapmıştım fakat kısa sürede sadece arkadaş çevreme dahil olduğunu anlayıp yeniden bana meydan okumaya başlamıştı.

Onu bu işten uzak tutmayı nasıl başaracaktım? Kartı vermezsem büsbütün meraklanacaktı fakat amblem üzerinden ulaşabileceği bilgilerin epey sınırlı olduğunu biliyordum. Oysa elimdeki kart öyle değildi, dayımın çok az sayıda insana verdiği bir kişisel iletişim anahtarıydı bu. Gerçi, onun bu akşam yaptığından daha ileri gidemeyeceğinin, beni karşısına alma pahasına Melek'e öğrenmemesi gereken bir şeyler söylemeyeceğinin farkındaydım. Bir adım geri çekilip inatçı bir tavırla benden kartı bekleyen kızı süzdüm.

Az kalsın boğuluyordum.

Kahretsin! Bu elbiseyi giyerken aklından ne geçiyordu acaba? Ya da ne halt etmeye büyük bir ışık huzmesinin dibinde duruyordu? Onun zemine döşenmiş aydınlatmaların farkında bile olmadığını anladığımda çaresizce kıvranmaya başlamıştım. Oysa baş belası aydınlatmaları tabloyu açığa çıkarabilmek için oraya koyduklarını biliyordum.

Fakat bu bilgi, kızın elbisesinden içeri süzülen ışıkların bambaşka şeyleri açığa çıkardığı gerçeğini değiştirmiyordu. İncecik kumaşın ardında kalçasının yuvarlak kıvrımlarını, ağırlığını bir ayağından diğerine verirken gerilen baldırlarını, bacaklarının tüm zarif detaylarını görebiliyordum. Yüzünde meydan okuyan bir tavırla benden ne olduğunu unuttuğum bir şeyler beklerken ne kadar uyarıldığımın farkında bile değildi Melek.

"Keşke seni çıplak görmüş olsaydım." diye mırıldandım kendi kendime. "İnan bana, bu daha az tahrik edici olurdu."

Hiç değilse, onu çıplak gördüğümde böyle kıvranmak zorunda kalmazdım. Koskoca bir sergi salonunun ortasında asla karşılaşamayacağım, yalnızca Melek'in bana kendi elleriyle sunabileceği ve çok daha tenha bir ortamda görülecek türden bir manzara olurdu bu. Bacaklarını kalçalarına bağlayan o büyüleyici kıvrımı boydan boya öptüğümde kimsenin bizi görmeyeceğine emin olduğum bir ortamda. Bu gidişle ancak mezarda.

Fakat şimdi, onu ışıkların önünden çekmem gerekiyordu. Aksi taktirde kalabalık sergi salonunda bu iştah açıcı manzarayı başkalarının da fark edebileceğini biliyordum. Bunun gerçekleşme ihtimali bile telaşla bir çözüm aramaya itti beni. Çaktırmadan onu oradan nasıl çekebilirdim ki? Her ne kadar bunun için yanıp tutuşsam da, kucağıma alamazdım Melek'i. Hatta ona dokunamazdım bile. En ufak temasta yaygara koparıp yanıbaşımızda duran şövaleyi kafama geçireceğini biliyordum.

Sonra bana uzattığı eline takıldı bakışlarım. Kartı ona vermemi bekliyordu. Pekala. Kahrolası kartı verirken elinden tutup ışıkların önünden çekebilirdim onu. Benim açımdan son derece gurur kırıcı bir yenilgi olacaktı fakat başka bir şey gelmiyordu aklıma. Gerçi, biraz düşünürsem başka bir yol...

Yanımızdan geçen garsonun manidar bakışlarını fark edince pat diye çıkardım cebimdeki kartı. Birinin onu böyle görmesindense sol böbreğimi vermeye bile razı olabileceğimi fark etmiştim. Ardından hiç duraksamadan hevesli bakışlarla beni izleyen kızın elini tuttum. Neyse ki kartı alır almaz çantasına saklamaya girişmişti, bu yüzden onu tutup ışıkların önünden çektiğimi fark etmedi bile.

Birkaç saniye sonra Melek yüzünde zafer dolu bir tebessümle, bense zihnimden asla silemeyeceğim bir manzarayla birlikte bir belayı daha atlatmıştık. Onun keyifli bir ifadeyle tabloyu incelediğini fark edince çaktırmadan ışıklarla arasına geçip sağlama aldım işimi. Bir dakikadan kısa bir sürede ne savaşlar verdiğimin zerre farkında değildi Melek.

"Koskoca salonda gidip de sergiye dahil olmayan bir tabloyu nasıl buldun?" derken ufak bir kahkaha attı. "Umarım bunu satın almaya çalışmamışsındır."

Ne dediğini idrak edebilmem için biraz zaman geçmesi gerekmişti. Dünya üzerindeki tüm aptal iç mimarlara ve ince kumaş üreten fabrikalara söverek konuya odaklanmaya çalıştım. Birkaç başarısız denemenin ardından onun az evvel incelediğim tablodan bahsettiğini anlayabilmiştim.

"Neden ki?" diye sordum bir şeyler geveleyerek. "Alacağım kişinin hoşuna gider diye düşünmüştüm."

Ne saçmaladığımı fark edemeden sözcükler ağzımdan çıkmıştı bile. Melek'in aptal olup olmadığımı anlamaya çalışır gibi bana baktığını gördüğümde içerlemedim ona. Eğer kafamın içinde dönüp duran şeyleri bilseydi, bu hengamede tabloya dair bir cümle kurabildiğim için tebrik ederdi beni. Hayır, tebrik etmezdi. Eğer aklımdan geçenleri bilseydi, arkasını dönüp koşarak buradan kaçardı.

"Bu yalnızca bir kolaj çalışması," diye açıklama yaptığını duydum. "Tıpkı salonun girişindeki Picasso - Monet kolajı gibi iki ünlü sanat eserinin birleşiminden meydana gelmiş. Ve serginin tanıtım afişlerinde kullanılan diğer kolajlar gibi bu da sergiye dahil değil, yani istesen de alamazsın."

"Seni de deliler gibi istediğim halde alamıyorum, güzelim." diye geçirdim içimden. "İnan bana, bunun yanında tablo hiçbir şey."

"Anladım. Peki bu kolajdaki tabloların ne olduğunu biliyor musun?" dedim konuyu bir yerden yakalamaya çalışarak. "Yani... Şu çorbaya dönmüş gökyüzünü daha önce de görmüştüm ama çimenlerde oturan çift resmine yabancıyım."

Bana bakarken yüzünde beliren hayretten öpmek istedim onu. Köprücük kemikleri üzerinde tüy gibi salınan menekşe kokulu saçlarından. Sanat konusundaki mevcut kıtlığım yetmezmiş gibi algılarımın sekteye uğradığı şu anda bile bana gösterdiği sabrından. Bu yaşa kadar hiç kimse Melek'in gösterdiği sabrı göstermemişti bana. Bu gerçeği fark ettiğimde, zihnimin bedeninin güzelliğinden ruhunun güzelliğine doğru yönelmeye başladığını hissettim.

"Gustav Klimt'in Öpücük tablosu bu." diyerek elini tabloda gezdiriyordu şimdi. Sonra öpüşen çiftin ardında uzanan geceyi işaret etti. "Van Gogh'un Yıldızlı Gece tablosuyla birleştirmişler. Sence de harika görünmüyor mu?"

'Daha iyisini yapabileceğimize eminim,' diye geçirdim içimden. 'Çok daha iyisini.'

Fakat bunu ona söyleyemezdim. Daha birkaç ay öncesine kadar beni gördüğü yerde arkasını dönüp kaçan bir kıza anlatamazdım aklımdan geçenleri. Henüz değil. Önce öfkesini tamamen açığa çıkartıp onu pervasızca konuşmaya itmek zorundaydım. Sevdiğim kadının üzerinde akıl oyunları oynamak benim de hoşuma gitmiyordu fakat başka şansım yoktu ne yazık ki. Bu yüzden bakışlarımı yeniden tabloya çevirip anlamıyormuş gibi yaptım yeniden.

"Adamın boynu kırılacakmış gibi duruyor."

İlginç bir şekilde öfkelenmemişti. Daha çok gülmemek için kendini zor tutuyor gibi görünüyordu Melek. Dudaklarını, lanet olsun ki, sıkıca birbirine bastırarak başını kaldırıp bana baktı.

"Gerçekten tablodan bunu mu anladın?"

Tablodan anladığım şey, tamamıyla bizi resmediyor oluşuydu. Ve bunu Melek'in de fark edip etmediğini deliler gibi merak ediyordum. Fark etmediyse bile, bilinçaltında bir yerlerde biliyor olmalıydı. Bu düşünceyle birlikte, beklediğim fırsatın ayağıma geldiğini anlamıştım. Eğer onun tablo hakkındaki düşüncelerini öğrenebilirsem, bizim hakkımızdaki düşüncelerini de öğrenmiş olurdum. Bu yüzden esere kayıtsız bir bakış atıp küstah bir cevap verdim Melek'e.

"Bence pek de bir anlam içerdiği söylenemez."

İşe yaramıştı. Tabloya hakaret etmem zorunda gitmişti anlaşılan. Gözlerindeki zümrüt kırıntılarının alev alev yandığını görebiliyordum. Bir an için tabloyla benim aramda gidip geldi bakışları. Onun şövaleyi kafama geçirmeyi düşündüğünü fark edince kahkaha atmamak için kendimi zor tuttum. Fakat en sonunda derin bir nefes aldı ve tüm çekilmezliğime rağmen sakinleşmeyi başardı.

"Tabloda asıl vurgulanan şey aşk karşısında zamanın önemsizliği ve sonsuzluk duygusu," diyerek eliyle öpüşen çifti gösterdi bana. "Bir uçurumun kenarında öpüşüyorlar ama bunun farkına varamayacak kadar kendilerinden geçmişler."

Ne diyebilirdim ki? Sayısız kadın girmişti hayatıma, kendinden geçmenin ne demek olduğunu çok iyi biliyordum. Fakat bu küçük kız tarafından öğrenci yerine konulmak zerre rahatsız etmemişti beni. Bu şekilde sabaha kadar ondan şehvet dersleri alabilirdim. Melek'in susmasından korkarak için masum öğrenci rolüme devam ettim.

"Bunlar yalnızca senin görmek istediğin şeyler olabilir mi?"

"Hayır, dikkatli bak. Adamın giysileri keskin dikdörtgen şekillerle kaplıyken kadında oval ve yumuşak şekiller var," dedi parmaklarıyla tabloyu okşayarak. Onu izlerken benim de bir tablo olmak istediğimi bilmiyordu. "Değişen şekiller aslında aralarındaki farkı anlatıyor. Adamın ellerine bakarsan kadına nasıl korumacı bir şekilde sarıldığını görebilirsin. En önemlisi ise, adam ve kadın tüm farklarına rağmen iç içe geçmiş gibiler, bu da aralarındaki tutkuyu gösteriyor."

Farkındaydı.

Onu dinlerken şaşkınlığımı gizleyebilmek için kendimle büyük bir savaş vermem gerekti. Şaşkındım, çünkü bugüne dek onun aramızdaki cinsel gerilimden bihaber olduğunu sanıyordum. Fakat imalı sözlerinden sonra yanıldığımı anlamıştım. Üstelik düşündüğümden çok daha cesur çıkmıştı Melek. Ben bile bu kadar rahat bir şekilde tarif edemezdim şehveti.

Anlayamadığım tek şey, yanımda durup hiç çekinmeden bana ilişkimizdeki tutkudan bahsedecek kadar cesur olan bu kızın bulduğu her fırsatta neden benden kaçtığıydı. Madem ona her dokunduğumda ne hale geldiğimin, tüm farklı yönlerimize rağmen aramızda bir yüksek gerilim hattı gibi dalganan çekimin farkındaydı, öyleyse neden görmezden gelmişti bugüne kadar?

İçimden bir ses olayı çok yanlış yorumluyor olabileceğimi söylüyordu fakat ona kulak verecek halde değildim. Kafam öyle çok karışmıştı ki, bu rahat tavrının onun geçmişteki eylemleriyle örtüşmediğini düşünmek aklıma bile gelmemişti. Her zamanki sabırsızlığımla, retorik bir soru sorarak konuşturmaya çalıştım onu.

"Bence kadın adamı sevmiyor," dedim parmaklarını tutup tabloda hareket ettirerek. "Baksana, bir eliyle adamı itiyor."

Dokunuşumdan rahatsız olmamıştı. Hatta farkına vardığı bile söylenemezdi. Oysa ben son derece farkındaydım. Elinin elime değdiği noktalardan sonsuz bir elektrik akımı geçiyordu sanki. Teninin daha mahrem noktalarında bu akımın büsbütün şiddetleneceğini biliyordum ve kullanamadığım bu bilgi mahvediyordu beni.

"Evet, bir eliyle onu itiyor," dedi dalgın bir tavırla başını sallayarak. Sonra elimi tutup tabloda başka bir noktaya sürükledi. "Ama diğer eliyle de adama sıkı sıkı sarılıyor..."

Sonra sustu birden. Başımı çevirip ona baktığımda görmeyi en son beklediğim duygu geziniyordu yüzünde. Hayret. Ani ve beklenmedik bir aydınlanma yaşamış gibi görünüyordu Melek. Tabloya bakarken nefes alış verişlerinin hızlandığını fark ettim, ardından gözleri elimi tutan eline takıldı ve ateşe dokunmuş gibi panikle geri çekildi. Kafam öyle çok karışmıştı ki, ellerimin arasından kayıp gitmesine engel olamadım bile.

Neler olduğuna dair hiçbir fikrim yoktu. Bu yüzden kollarımı göğsümde kavuşturup sessizce Melek'i izlemeye başladım. Bunu fark edince daha da çok paniklemişti sanki, kızaran yüzünü saçlarının arasına gizlemeye çalışıyordu. Yanaklarındaki kırmızılığın boynuna doğru ilerlemesini izlerken 'Hayır.' dedim kendi kendime. 'Yarım saattir ne anlattığını yeni fark etmiş olamaz.'

Başımı ellerimin arasına alıp inlememek için kendimi zor tuttum. Ben onun bir şeyler ima ettiğini sanırken, güzeller güzeli öğretmenimin bana şehvetten bahsettiğinden bile haberi yoktu anlaşılan. Hatta belki de tablonun aramızdaki ilişkiyi anlattığını bile fark etmemişti. İçimden bir ses tüm bunları hak ettiğimi fısıldıyordu usulca. Ettiğimin tüm büyük lafların bedeliydi bu kız.

Melek'in asla hayatıma giremeyeceğini söylemiştim. Geride bana bile yer bırakmayacak şekilde girmişti. Şehvetin ne olduğunu bilmeyen hatunlarla işim olmayacağını söylemiştim. Bu lafı da bulduğu her fırsatta yediriyordu bana. En kötüsü ise, ateşli bir çatışma istediğimi söylemiştim ben. Ve o günden beri cehennem gibi bir çatışmanın merkezinde yanıyordum.

Birinin elini omzuma koyduğunu fark edince şaşkınlıkla başımı çevirdim. Umduğum kişi değildi elbette. Umduğum kişi, boynunun da kızardığından bihaber şekilde yüzünü gizlemekle meşguldü hala. Eğer tabloyu kafama geçirmeyeceğini bilseydim onu kollarımın arasına alıp istediği kamuflaja kavuşmasını sağlayabilirdim.

Çaresiz bir tavırla iç çekerek yanımda duran Elfida'ya baktım. Serginin açılacağını söylemeye gelmişti muhtemelen. Fakat saniyeler ilerlerken buna yönelik bir girişimde bulunmadı. Onun yerine dertten geçilmeyen başıma bir yenisini daha açmayı tercih etti.

"Klimt'ten Öpücük, ha?" diyerek kahkaha attığını duydum kızın. "En sevdiğin tabloyu bulmuşsun yine."

Melek'le göz göze geldiğimde ne diyeceğimi bilememiştim. Söylediğim yalan su götürmez bir şekilde ifşa olmuştu, hiçbir şekilde telafi edemezdim bunu. Üstelik bana öyle büyük bir öfkeyle bakıyordu ki, konuşsam bile duyacağını zannetmiyordum. Suçlu olduğumun farkındaydım, fakat sesimi duyuramamak sabrımı tüketiyordu artık. Üstelik ben, Melek'in çeyreği kadar bile sabırlı değildim.

"Bizim sergi açılmak üzere."

Elfida'nın sesini duyduğumda isteksiz bir tavırla hareket etmeye zorladım kendimi. Neredeyse üç yıla varan bir sabrın sonuna ulaşmak üzere olduğumun bilincindeydim. Melek'le kurduğum zayıf iletişimin ne kadar kırılgan olduğunun da. Fakat o, ne üzerimde yarattığı etkinin, ne de ateşle oynadığının farkında değildi henüz. Bunun yerine, tablonun adını duyduğunda yüzünde beliren heyecanlı ifadeyle Elfida'nın gösterdiği yöne doğru yürümeye başlamıştı.

"Büyük an geldi desene," dediğini duydum Melek'in. "Nihayet Cehennem'e gidiyoruz."

Kahkaha atmamak için zor tuttum kendimi. Benim zaten orada olduğumdan haberi bile yoktu.

✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧

"Doğum anının yıldızı alır sorumluluğu,
Biçim verir etine, ruhuna, kaderine.
Mutlaka seni bekleyen bir şey vardır,
o yıldızın ışığının,
toprağa döküldüğü yerde."

Murathan Mungan, Gelecek

-*-

Emir gittiğinde aramızda kısa süreli bir sessizlik oluşuyor. Arkasında oturduğum için Aras'ın yüzünü göremiyorum fakat buna gerek yok zaten. Kaskatı kesilmiş bedeninden onun Emir'in arkasından gitmemek için kendisiyle savaştığını anlayabiliyorum. Gerginlikle geçen birkaç saniyenin ardından "Orospu çocuğu..." diye mırıldanıyor Aras. "Yemin ederim kanıbozuk bunların. Kanını si-"

Sonra birden kesiliyor sesi. Onun eğilip yerdeki tişörtümü almasını izlerken ben de dilimin ucuna kadar gelen sözleri bastırmak zorunda kalıyorum. O sözleri bugüne dek o kadar çok bastırdım ki, içimde bir düğüme dönüştü artık. Dile getirmenin bizi tamamen ayırmak dışında hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini bildiğim bir yaraya. Aramızda dikilen asla aşamayacağım bir duvara. Ki ben o duvarı sevdiğim bir renge boyamakla yetinmeyi de çoktan kabullendim.

Aras arkasını dönmeden elleriyle çırptığı tişörtü bana uzatıyor bir kez daha. Titreyen ellerle uzanıp kumaşı alırken bir duvarın altında kalmış gibi hissediyorum kendimi. Geçmişteki düğümlere bugün yaşadığım rezillik eklenince hıçkırıklar boğazımdan yukarı yükselmeye başlıyor. Kendimi durduramayacağımı anlayınca tişörtü göğsüme bastırıp ağlamaya başlıyorum. Sesimi duyunca Aras da üzerinde son derece eğreti duran mahremiyet saygısını kenara bırakıp bana dönüyor.

Onun bana sarılacağını anlayınca geri çekiyorum kendimi. Daha on dakika önce rezil bir halde yakalanmışken üzerimde tişört olmadan sarılamam ona. Ya annem tekrar gelirse? Aras'ın önce şaşırdığını fark ediyorum. Fakat perdeyle onun arasında gidip gelen bakışlarımı görünce anlayışlı bir ifade beliriyor gözlerinde. İç çekerek gözlerini kapatıp elini bana uzattığını görüyorum.

"Pekala, birileri gelmeden üzerini giydirsek iyi olacak."

Bir elimle gözyaşlarımı silerken tişörtü ona uzatıyorum. Neyse ki başka bir skandal çıkmadan giydiriyor üzerimi. Ardından yanıma oturup kolunu omzuma atarak beni kendine çekiyor. Başımı göğsüne yaslarken yeniden ağlamamak için zor tutuyorum kendimi.

"Annenlerden utanmanı gerektirecek hiçbir şey olmadığının farkındasın, değil mi?" diye mırıldanıyor çenesini başımın üstüne koyarken. "Yaralıydın güzelim, üzerini giyebilecek halde değildin."

"Evet ama onlar böyle düşünmüyor..."

"Biliyorum." diyerek onaylıyor beni. "Ama düşündükleri şeyler gerçek olsaydı bile, yine de ortada senin utanmanı gerektirecek bir şey olmazdı, Melek."

Yumuşamamalıyım. Allah kahretsin, bu kadar kolay kapılmamalıyım ona. Tamam, az önce Emir'in sözlerini ezip geçmiş olabilirim fakat bu, o sözlerdeki doğruluk payını ortadan kaldırmıyor. Eğer isteseydi gerçekten de annemi ikna edebilirdi Aras. Bunu nasıl yapacağına dair hiçbir fikrim yok ancak yapabileceğini biliyorum. Onu itmeye çalışırken öfkemle yıkanıyor ses tonum.

"İnsanları aramızda hiçbir şey olmadığına inandırabilirdin, seni pislik!"

"Evet, yapabilirdim." diyor beni kendine çekerek. "Ama yapmak istemedim. Bilsinler istedim Melek, öğrensinler istedim. Nesi yanlış bunun?"

Aptal herif. Annemin biraz kızıp sonra durumu kabulleneceğini sanacak kadar aptal hem de. Ömrümün sonuna kadar ev hapsine mahkum bırakılacağımın farkında bile değil.

"Yine de onlara erkek arkadaşım olduğumu söylememeliydin!" diye çıkışıyorum öfkeyle. "Değilsin çünkü."

Başını geri çekerek şaşkın şaşkın yüzüme bakıyor. "Pardon?"

"Son derece ciddiyim." diyorum kolunu omzumdan indirmeye çalışarak. "Aramızda bir şeyler olduğunu inkar edemem ama seni erkek arkadaşım olarak görmüyorum."

"Benimle gönül eğlendirdiğini öğrenmem iyi oldu." diyerek homurdanıyor. "Peki sebebini sorabilir miyim, küçük hanım?"

"Çünkü sana güvenmiyorum." diyorum sesimi bir perde yükselterek. "Sağın solun belli değil, Aras! O gece de anlattım bunları sana. Sonra ne oldu? Üç ay boyunca ortadan kayboldun!"

Sözümü bitirdiğimde aptal bir kızarıklık yayılıyor yüzüme. Oysa serginin olduğu gün kendi kendime söz vermiştim. Aras ne yaparsa yapsın kendimi tutacak, kırgınlıklarımı ona asla itiraf etmeyecektim. Ve beni öpene kadar son derece başarılıydım bunda. Hayır, beni öpene kadar değil. Bana, beni sevdiğini söylemeye teşebbüs edene kadar. Ondan sonra ipler kaymıştı elimden.

Yenilgimi hatırladığımda huzursuz çiçekler açıyor içimde. Aras'ın açıklama yapmasından korkarak konuyu başka yöne çekmeye çalışıyorum. Sonuçta, kırıldığımız kişi tarafından teselli edilmek kadar ne incitebilir ki gururumuzu? Hele ki bu teselli, kırgınlığımızı itiraf ettikten sonra geliyorsa...

"Ayrıca bir sürü şey saklıyorsun benden!" diyorum başımı diğer tarafa çevirerek. "Az evvel olanlar neydi öyle? Emir'le konuştuğunuz şeyler ne anlama geliyordu, Aras? Part vuruşu da ne oluyor?"

"Orta Asya göçebelerinin Batılı kavimlere karşı kullandığı bir savaş taktiği sadece," diyor beni dumura uğratarak. "Atlı okçular geri çekilir gibi yaparak düşmanlarını peşlerine takar, sonra da en beklenmedik anda eyerin üzerinde arkaya dönüp ok atarmış. Bu işte."

"Senden genel kültür istemediğimi çok iyi biliyorsun." diyorum sakin kalmaya çalışarak. "Ben Emir'in neden senin peşinde olduğunu öğrenmek istiyorum. Sakın inkar etme, bunu kendin söyledin ona. Peşinde dolaştığından bahsettin."

"Bunu söylediğimi hatırlamıyorum bile, Tinúviel," diyerek itiraf ediyor Aras. "Sen arkamda oturmuş beni baştan çıkarırken pek düşünme fırsatım olmadı."

Ağzım bir karış açık kalıyor. "Ha?"

"Göğüslerini vücudumda hissetmekten şikayetçi değilim elbette." diyor havadan sudan konuşur gibi. "Fakat bunu halka açık alanda yapman, sence de biraz edepsizce değil mi?"

Eğer amacı konuyu değiştirmekse, bunu son derece etkili bir şekilde yaptığına eminim. Çünkü duyduklarımdan sonra ilk birkaç saniye beynime oksijen gitmiyor. Geçmişteki edepsiz imalarını mumla aradığımı fark ediyorum sadece. Zira imalarıyla ilişkimizin rutini haline gelen klasik bir öfke nöbeti geçirerek başa çıkabiliyordum. Böyle açık sözlü bir itham karşısındaysa onu öldürmekten başka çarem yok.

"Ne saçmalıyorsun sen?" diye çıkışıyorum ona. "Ne edepsizliği?! Ben sadece olay çıkarmana engel olmaya çalışıyordum!"

"Beni tahrik ederek mi?" diyor düşünceli bir tavırla. "Çok mantıklı bir yöntem, güzelim. Senden korkulur."

Öfkeden beynimin uyuştuğunu hissediyorum. İçimden üstüne atlayıp bu kadar gerizekalı olduğu için onu bayıltana kadar dövmek geliyor. Sonra kafasından aşağı bir kova su dökerek ayıltıp tekrar dövmek istiyorum. Fakat minik, tatlı bir yumruk bile atamıyorum ne yazık ki. Ben harekete geçmeden hemen önce perdeler hışımla açılıyor yeniden.

Refleksif olarak Aras'tan uzaklaşıp başımı çevirdiğimde kız kardeşimin içeri daldığını görüyorum. Endişeli bakışları utançtan mora dönmüş yüzümde dolaşırken şaşkınlıkla bocalamaya başlıyor. Bir an sonra onun girdiği yerden başka birinin daha paldır küldür içeri daldığını fark ediyorum. Emre.

"Melek Abla kaçın!" diyor hızını alamayıp panikle Naz'a toslarken. "Demir Leydi kendini topladı, sizi dağıtmaya geliyor!"

Emre sözünü bile bitiremeden annemin öfkeli sesi duyuluyor dışarıda. Farkında bile olmadan sedyeden kayarak Aras'tan iyice uzaklaşmaya çalışıyorum. Gerildiğimi fark edince oturduğu yerden kalkıp gitmeye hazırlanıyor neyse ki. Daha doğrusu ben öyle sanıyorum. Onun gitmek yerine yanıma geldiğini görünce panikten nefesim kesiliyor.

"Allah aşkına git," diyorum onu itelemeye çalışarak. "Annem daha seni tanımıyor bile-"

"Tanıyor," diyerek söze karışıyor Emre. "Belki biraz yumuşar diye annenize Aras Abi'nin kim olduğundan, ne kadar faydalı işler yaptığından bahsettim. İlginç bir şekilde daha çok çileden çıktı."

"Ne yumurtladın, Emre?" diye soruyor Aras benden önce davranarak. "Lavinia'nın ağabeyi olduğumu söylemedin, değil mi?"

Başta bunun neden önemli olduğunu anlayamıyorum. Fakat sonra dank ediyor kafama. Eğer annem Aras'ın Lavinia'nın ağabeyi olduğunu öğrenirse bir daha Lavinialarda kalacağımı söyleyerek çıkamam evden. Hatta belki geçmişte aldığım izinleri bile sorgulayabilir.

"Hayır, ben senin iş güç sahibi olduğunu falan anlattım." diyor Emre. "Ama nedense-"

"MELEK!"

Annem Nazmi Amca'yla birlikte içeri girdiğinde onun eskisinden bile öfkeli göründüğünü fark ediyorum. Bakışları önce tişörtümde dolaşıyor, giyinik olduğumu görünce köpürüyor adeta. 'Çok normal,' diye geçiriyorum içimden. 'Beni kimin giydirdiğini anladı çünkü.'

Fakat bu kez ilk hedefi ben olmuyorum. Annemin bakışları Aras'ın omzuma sardığı koluna takılıyor birden. Yüzünde beliren ifadeyi görünce gözlerimi kapatmamak için kendimi zor tutuyorum. Nazmi Amca durumu anlayınca Aras'a kaş göz yapmaya çalışıyor. Çok geçmeden annemin öfkeyle yanan sesini duyuyorum.

"Çek ellerini kızımın üzerinden!"

Bir an için Aras'ın ona karşı çıkacağını sanıyorum fakat annemi daha beter öfkelendirdiğini anlamış olacak ki, en sonunda pes ediyor. Onun hiçbir şey söylemeden ayağa kalkıp odanın diğer ucuna doğru ilerlemesini izliyorum. Ne yazık ki bu durum büsbütün savunmasız hissetmeme neden oluyor. Annemin bana seslendiğini duyunca oturduğum yerde irkiliyorum.

"Buraya gel, Melek!" diye bağırıyor bana. "Yetti artık senin rezilliğin!"

Ses tonundaki öfke karşısında büsbütün siniyorum sedyeye. Nazenin yaralı ayağımı göstererek bir şeyler söylemeye çalışıyor fakat annem onu duyamayacak kadar öfkeli. Beni alıp buradan gitmekten başka hiçbir şey düşünemediğini görebiliyorum onun. Bu yüzden hareketsiz kaldığımı görünce koltuk değneklerine tutunarak bana doğru ilerlemeye başlıyor. Aras'ın müdahale etmesinden korktuğum için cesur görünmeye zorluyorum kendimi.

"Anne sence de fazla tepki verm-"

"Yazıklar olsun sana kızım!" diye bağırdığında suspus oluyorum. "Ama en çok da bana yazıklar olsun! Baban öldükten sonra hiç kısıtlamadım sizi, bu yaşa kadar mahrum kaldılar, bari bundan sonra özgür olsunlar dedim! Bu muydu güvenimin karşılığı?!"

"Düşündüğün gibi değil, yemin ederim!" diyerek kolumu öne doğru uzatıyorum. "Eğer açıklamama-"

"Açıkladın zaten!" diyor hışımla. "Sana güvenmekle hata yaptığımı çok güzel açıkladın bana! Aptallık bende kızım! Ne zaman arkadaşımda kalacağım deseniz izin verdim, giyim kuşamınıza bir kez olsun karışmadım, eve geç geldiğiniz zaman ses çıkarmadım. Aptallık bende, sizi haddinden fazla özgür bırakmışım!"

Annem konuşurken gözlerimin dolmaya başladığını hissediyorum. Babamın baskısının önündeki bir tampondu annem, o öldükten sonra da hiç tatmadığım bir özgürlüğün anahtarı olmuştu benim için. Öyle çok emindi ki benden, kardeşimi bana emanet edip haftalarca memlekette kalmıştı. Ve ben o yokken ya geceyi dışarıda geçirmiş, ya da eve gece yarısından sonra gelerek kardeşimi yalnız bırakmıştım.

Şimdiyse söyledikleri karşısında kendimi savunamıyorum bile. Bütün bir yazı ona Lavinia'da kalacağımı söyleyip Araf'ta soygun planlayarak geçirmişken cüret edemiyorum konuşmaya. Ne yazık ki, ben sustukça daha da çok öfkeleniyor annem. Tıpkı Aras gibi. Onun lafa karıştığını duyunca olay çıkmaması için dua ederek gözlerimi kapatıyorum.

"Arkadaşlarında kalmasına izin vermek, eve geç gelmesini hoş görmek ve giyim kuşamına karışmamak..." diye sakince tekrarlıyor annemin sözlerini. "Doğru mu anladım? Siz gerçekten bunları haddinden fazla özgürlük olarak mı görüyorsunuz?"

"Sakın!" diyor annem parmağını ona uzatarak. "Sakın kızımla arama girmeye cüret etme! Bir daha asla çıkmayacaksın onun karşısına!"

"Karşısı size kalsın." diyerek gülümsüyor Aras. "Ben Melek'in yanında olmayı tercih ederim zaten."

"Allah aşkına yapmayın!"

"Bırak bu lafları da açık konuş!" diye kükrüyor annem bir kez daha. "Söyle, nereden buldun kızımı?!"

Panikten gözlerimin önünün karardığını hissediyorum. Nazmi Amca'nın ve kardeşimin tüm çabalarına rağmen büsbütün öfkeleniyor annem. Aras gitmeyi reddedince çileden çıktığını fark ediyorum. Tek şansının beni buradan götürmek olduğunu anlamış olacak ki, aramızdaki ufak mesafeyi hışımla kapatıyor.

Gözyaşlarımı durdurmaya çalışırken annemin ilk kez böyle çileden çıktığına şahit oluyorum. Yanıma gelip sedyeden kaldırmak için sertçe çekiyor beni birden. Naz ve Aras'ın aynı anda hareket ettiğini görüyorum fakat yetişemiyorlar. Öne doğru yalpalarken sedyeye tutunmaya çalışıyorum fakat annem yeniden çekince ayaklarımın üzerinde buluyorum kendimi. Bir anlığına. Hemen arkasından yaralı bacağım bükülüyor ve yere yapışıyorum.

"Melek!"

Annem pantolonumun altında bileğimin ne halde olduğunu da, sırtımdaki yarayı da, az evvel doktorun oradan bir sargı bezi kazıdığını da bilmiyor elbette. Bu yüzden acıyla çığlık attığımda onun donup kaldığını fark ediyorum. Sonra yeniden karışıyor ortalık. Nazenin anneme bağırırken Emre koşarak dışarı çıkıyor. Nazmi Amca'nın doktora seslendiğini duyuyorum.

Acıdan bayılmama ramak kalmışken Aras'ı arıyor gözlerim. Sırtımdaki kesikten tişörtüme doğru ince bir ıslaklığın yayıldığını hissediyorum. Bilincim benden dörtnala uzaklaşırken vücudum yükselmeye başlıyor, ardından biri beni göğsüne bastırıyor şefkatle. Artık yerde değilim. Neredeyim? Sessiz bir karanlık etrafımı sararken iç sesim cevaplıyor bu soruyu. Güvendeyim.

✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧

"Kaç kardeşsiniz sorusuna cevap verirken kardeş sayısına dahil edebileceğimiz dostlarımız var mı? Bana kalırsa bütün mesele budur."

İbrahim Tenekeci

-*-

-liman soygunundan günler önce-

Tam karşımdaki koltuk hafifçe yana yatmaya başlıyor. Beraberinde tüm odayla birlikte. Kaşlarımı çatıp sebebini anlamaya çalışıyorum fakat midem bulandığı için kahkaha atasım geliyor. Bir de uykum. Yana doğru yatan şeyin bizzat benim kafam olduğunu fark edince kendimi tutamayıp gülmeye başlıyorum. Beni görünce Ada ve Sinem de gülüyor. Lavinia'ya neden gülmediğini sorduğumda onun elindeki şişelerle konuştuğunu görüp vazgeçiyorum. Sonra açtığım şarkının nakarat kısmı başlıyor ve Sinem kafama bir yastık fırlatıyor.

"Bu lanet şarkı ne böyle?!"

"Selami Şahin'den Still Lovin' You!" diyerek kahkaha atıyorum ona. "Beğenemedin mi, kaltakkk?"

"Hayır o dediğin Scorpions..." diyor Lavinia kafasını dik tutmaya çalışarak. "Bu şarkı başşşka..."

Lavinia'nın haklı olduğunu fark edince ağlamaya başlıyorum. Sonra şişe kafamı dikiyor. Hayır. Kafamı şişeye dikiyorum. Kafam... Kafam şarkının ne Selami Şahin'e ne de Scorpions'a ait olmadığını idrak ediyor. Ağzımı silip kızlarla birlikte eşlik etmeye çalışıyorum.

"...KAHREDERİMMM... HAYATIMI MAHVEDERİİİM..."

"Çok saçma." diyor Sinem elindeki vodka şişesini yere bırakarak. "Kızlar gecesi sadece kızlardan oluşmaz. Eve birkaç yakşıklı da atalım..."

"Ben evliyim." diyor Ada sol elini havaya kaldırırken. "Bir de kocama çooook aşığım."

Sinem birden gözyaşlarına boğuluyor. Ada'ya sarılmak için yerinden kalkarken vodka şişesini benim elime tutuşturduğunu fark ediyorum. Bir an sonra her ikisinde de vodka şişesi olan ellerime baktığımda kafam karışıyor. Benimki hangisiydi? Benimki yalancı olandı. Lavinia'nın kolunu omzuma attığını fark edince ben de kolumu onun omzuna atıyorum.

"BU ŞEHİRDE DURMAM GİDERİİİİM... ELİN OLDUĞUN GECE..."

"Yannış söyledik..." diyorum Lavinia'ya gülerek. "Gelin olduğun gece diyecektik..."

"Onu da oluuuur." diyerek onaylıyor beni. "Sırf beni kıskandırmak için gelin bile olur..."

Lavinia'nın yalpalayarak ayağa kalktığını fark edince canım sıkılıyor. Az önce pencereden sarkıp Aras'a söverken annesini işe katmamalıydım. Ebesini de. Yedi ceddini de. Neyse ki Lavinia bana küsmüş gibi görünmüyor. Sürünerek gidip kendini koltuğa attıktan sonra sızıp kaldığını fark ediyorum. Sonra Sinem bana yine yastık atıyor. Göğsüme isabet edince canımın hala yandığını hissedip bağırıyorum.

"Kaltakkk!"

"Dövmene mi denk geldi ezikk?" diye gülüyor Ada'ya sarılırken. "Biz sana yaptırma demiştik..."

"Ama ama çokzel oldu." diyerek tişörtümü yukarı sıyırıyorum. "Baksana ne kadar güzel..."

"Görünmüyor ki." diyor Ada başını iki yana sallayarak. "İç organlarına mı yaptırdın?"

Başımı ciddi bir tavırla iki yana sallayıp reddediyorum onu. Sonra sütyenimi biraz yukarı sıyırıp göğsümün alt kısmındaki dövmeyi gösteriyorum. Sinem baş parmağını beğendiğini gösterircesine havaya kaldırıyor.

"Aras bayılacak bence..." dediğini duyuyorum onun. "Dövmen çok keko ama lokasyon güzel."

"Aras'ın cibilliyetine tüküreyim!" diyerek itiraz ediyorum kızlara. "Döndüğünde sakın dövme işini söylemeyin ona!"

Sinem kafası karışmış bir şekilde bana bakıyor. "Gördüğünde öğrenecek zaten, seni salak."

"Ha?" diyorum ona boş boş bakarak. "Ne diye görecek ki?"

Sinem acır gibi, tiksinir gibi, Mert'e bakar gibi bakıyor bana. Onun birden fenalaşır gibi kendini arkaya attığını fark ediyorum. Yerdeki şişeyi kafasına dikip ağlamaya başlıyor. Sonra doğrulup bileklerini Ada'ya uzatıyor çaresizce. Ada'nın onu teskin etmeye çalışarak bileklerini ovduğunu görünce neyi kaçırdığımı merak ediyorum.

"Hala sevişmemişler!" diyerek sızlanıyor Sinem. "Ada duydun, değil mi? Adama memesini bile göstermemiş."

Kollarımı korumacı bir tavırla göğsüme sarıp kaşlarımı çatıyorum onlara. Sinem bu hareketimi görünce daha çok kahrolarak şişeyi kafasına dikiyor. Lavinia kafasını kaldırıp "Mert?" dedikten sonra yeniden sızıyor. Bu durum beni de kahrediyor ve onun yerdeki şişesine uzanıyorum. Böylelikle iki elimde iki ayrı şişe olmuş oluyor.

Hangisinin benimki olduğunu unutunca önce sağ elimdeki, sonra da sol elimdeki şişeyi kafama dikiyorum. Renksiz sıvı çenemden süzülüp tişörtüme akarken aklıma gördüğüm kabuslar geliyor. Sarhoşluğun neşeli evresini geçip zırlama evresine girmiş olmalıyım. Bu evrenin bir sonraki durağında zaten var olmayan yalan söyleme kabiliyetimin kaybolacağını bildiğim için şişelerden birini kenara bırakıyorum. Sonra yalan kelimesi bana Aras'ı çağrıştırıyor ve yalancı olanı kafama dikiyorum tekrar.

Boş şişeyi karşıdaki duvara fırlatıp kırdığımda Sinem ve Ada şaşkın şaşkın bana bakıyor. Kucağımda duran minik yastığa sarılıp halının üzerine bırakıyorum kendimi. Keşke bu yastık Aras olsaydı. Kızlar ortada tehlikeli bir durum olmadığına kanaat getirmiş olacak ki, benimle fazla ilgilenmiyorlar. Ada başını duvara yaslayıp parmağındaki yüzüğe bir şeyler anlatıyor. Ben de panda yavrusu gibi halının üzerinde tortop olup zırlamaya başlıyorum. Sinem uzanıp yerdeki şişeyi eline alırken hayatında gördüğü en sefil yaratıkmışım gibi bakıyor bana.

"Neyin var, sarsak şey?"

Kesik kesik iç çekerek cevap veriyorum ona. "Mavişimi özledim."

"Ne yaptın, ne yaptın?!" diye kahkaha atıyor Sinem. Ardından sehpada duran telefonu eline alıp bana doğru eğiliyor. "Bir daha söyle bakayım. "

"Söyyyylemem."

"Valla kimseye izletmiycem." diyor Sinem ısrarla. "Hadi kuzucum, bir kerecik daha söyle."

Aklıma çok havalı bir aforizma geliyor. İşaret parmağımı dudaklarıma götürüp "Şşş..." diye susturuyorum onu. Durup ne söyleyeceğimi beklemeye başlıyor. Fakat ne yazık ki, parmağımı indirirken söyleyeceğim şeyi unutuyorum. Geceliğimin askılarını çekiştirip daha sıkı sarılıyorum yastığıma. Aras, sen niye bu yastık değilsin?

"Melek söyle hadi, ne olur."

"Banne, söylemem." diye omuz silkiyorum ona. "Rezil etçesin beni..."

"Rezilsin zaten." diyor kahkaha atarak. "Şu haline bak."

Küfür ediyorum. Sonra bir şeyler daha saçmalıyorum sanırım. En sonunda Sinem telefonu bırakmaya ikna oluyor ve gülerek başıma bir fiske vuruyor. Neler söylediğimi fark edince ben de gülmeye başlıyorum. Ardından bakışlarım köşede sessizce ağlayan Ada'ya takılıyor. Yerimden kalkmadan kıyıya vurmuş bir fok balığı gibi sürünerek ona doğru ilerliyorum. Tam dizlerinin önünde durup başımı kaldırdığımda şapşal sıfatıma bakıp gülümsemeye çalışıyor. Başımı dizine koyup yerdeki cam parçalarına bakarak konuşuyorum.

"Anlamıyorum seni." diyorum sitem dolu bir sesle. "Şimdi arasan Ozan koşarak yanına gelir."

"Rezil şey doğru söylüyo." diyerek onaylıyor beni Sinem. "Hem Ozan'a hem sana eziyet ediyorsun."

Sonra birden sessizleşiyoruz. Radyodaki şarkı değişip durmaya başlıyor sadece. Ada saçlarımı okşarken çok ilginç bir şey yapıp Aras'ın nerede olduğunu düşünüyorum. Keşke gelip yine hayatımın içine etse... Hadi gittiği yerde başka kızların hayatını cehenneme çeviriyorsa? Bu düşünce beni öyle çok mutsuz ediyor ki, sessizce ağlamaya başlıyorum. Galiba Ada da ağlıyor. Ya da Sinem üzerime işiyor. Emin değilim.

Birkaç şarkı değişiyor radyoda. Bense sızmak yerine daha da çok ayılıyorum ne yazık ki. Diğer kızlar da aynı durumda olmalı ki, en sonunda pes ediyoruz. Sinem'in aniden ayağa kalkıp mutfağa doğru ilerlediğini fark ediyorum.

"Burası kimin evi?"

"Melis'in." diyor birden hüzünlenerek. "Giderken anahtarı bana vermişti."

Vay be, Melis... Bu ismi duyunca geçmişe gidiyorum birden. Sahi, bir zamanlar cehennem tayfası vardı. Yattığım yerden Sinem'e sesleniyorum.

"Kankan nereye gitti ki? Cehenneme mi?"

"Hayır, oraya senin kankan gitti." diye sesleniyor mutfaktan. "Benimki yurtdışında master yapıyor."

Ölmüş kankamı hatırlayınca biraz daha ağlıyorum. Sevdiğin adamla öpüştüğüm için özür dilerim, Arzu. Yine olsa yine yaparım. Keşke daha az seksi birine aşık olsaydın.

"Ağğğğh!" diye böğürerek doğruluyorum yerimde. "Kızlaaar, nerede bu şerefsiz?"

"Nerede olacak?" diyor Ada gözyaşlarına boğularak. "Kesin sevgilisinin yanındadır!"

Öfkeyle kendimi yere atıyorum. "Aras sevgili mi yaptı?!"

Sinem'in elinde kahve dolu tepsiyle içeri girerken gözlerini devirdiğini fark ediyorum. Acımadan bir tekme geçiriyor bacağıma.

"Selin'le Ozan'dan bahsediyor, gerizekalı."

"Emin misin?" diyorum kafamı yerden kaldırarak. "Aras'ın sevgilisi yoktur, değil mi?"

"Var işte." diyerek dürtüyor beni. "Sensin. Öpüşmediniz mi adamla?"

Öpüştük mü? Aklıma son görüştüğümüz gün gelince kendimi tutamayıp neşeyle sırıtıyorum. Sinem beni tiksintiyle süzdükten sonra emekleyerek gidip Ada'yı dürtüyor. Yerimde hafifçe doğrularak başımı dirseğime yaslayıp yastığımı izliyorum. Aras iyi ki bu yastık değil. Çünkü yastıklar öyle güzel öpüşemez. Ada ayıldıktan sonra Sinem yeniden bana dönüyor ve bıkkınlıkla iç çekiyor.

"Öpüştüğünüzü hayal ettiğini bu kadar belli etmek zorunda değilsin."

"Bırak da keyfini çıkarim..." diyerek başımdan savıyorum onu. "Ayıkken düşününce kafamı kuma gömesim geliyor..."

Kısa bir sessizliğin ardından Ada'yla birlikte "Oooooo..." diye tezahürat yapıyorlar. Onları Aras'la sadece öpüştüğüme ikna edebilmek için epey detay vermem gerekiyor. En sonunda üçümüz de, Aras'la sadece öpüşmediğime ikna oluyoruz. Sinem kahkaha atarak kahvesinden bir yudum alıyor.

"Senin ateşli bir sürtük olduğunu biliyordum kızım," dediğini duyuyorum onun. "İlk öpüşmede yere sermişsin adamı."

Yaptım mı? Bunu düşünürken utançtan kıpkırmızı kesiliyor yüzüm. Alkolün utanç duygumu aldığını düşünmüştüm fakat anlaşılan o ki yanılmışım. Ya da Sinem alkole rağmen yüzümü kızartacak kadar edepsiz bir kaltak. Yine de onu seviyorum sanırım. Hiç değilse, ayılana kadar.

"Daha önce hiç sevgilin olmadı, değil mi?" diyor bana acır gibi bakarak. "Bahse varım ki, bu yaşa kadar doğru düzgün evden dışarı bile çıkmamışsındır."

Başımı kaldırıp hayretle bakıyorum ona. "Nereden bildin?"

Ada kahkaha atarak uzanıp saçlarımı karıştırıyor. Somurtarak kafamı köşe yastığına bırakıyorum tekrar. Doğruya doğru, pek fazla hayatı tanıma fırsatım olmadı. Fakat benim suçum değildi bu. Kızlar bana gülerken kendimi açıklamaya çalışıyorum.

"Babam katı bir adamdı." diyerek savunmaya geçiyorum. "Sözünden dışarı çıkmak istemeyeceğiniz türden biri."

Elimle hayali bir silah yapıp ateş ettiğimde gülüyorlar bana. Ben konuşurken Ada yerinden kalkıp yanıma geliyor. Yere oturduktan sonra uzanıp kolumu tuttuğunu fark ediyorum. Tişörtümü sıyırdıktan sonra eski birkaç yara izine dokunuyor.

"Bunları o yaptı, değil mi?" diye soruyor anlayışla. "Tahmin etmiştim. İkide bir irkilip durman boşuna değil senin."

Gülerek onaylıyorum onu. "Ama kardeşimi hiç dövmezdi."

"Neden ki?" diye soruyor Sinem. "Çok mu yaramazdın sen?"

"Saçmalama Sinem." dediğini duyuyorum Ada'nın. Sonra tişörtümü kaldırıp gösteriyor kıza. "Baksana, burada sigara izi de var. Yaramazlık yüzünden dayak yemiş olamaz, yetimhanede çok gördüm böyle çocukları."

Keşke ben de yetimhanede büyümüş olsaydım. Gözlerimi tavana dikip dalgın dalgın düşünüyorum bir süre. Annem neden babamın beni evden göndermesine izin vermedi ki? Evladından ayrılmak onun için zor olurdu fakat istenmediğim bir yerde yaşamaktansa yetimhanede kalmak isterdim ben.

"Zaten uslu bir çocuktum." diyerek onaylıyorum Ada'yı. "Ama ne yapsam babamın gözüne batıyordu. Galiba üvey kızıydım onun. Bilmiyorum. Öz babam olsaydı beni evden atmazdı, değil mi?"

Normal şartlarda sandıklara hapsettiğim çocukluğumu böyle havadan sudan konuşur gibi tartışıyor olmak garip geliyor. Fakat ilginç bir şekilde rahatladığımı hissediyorum. Keşke çok daha önce anlatsaydım bunları. Sinem'den emin değilim fakat Ada anlardı beni, acıyan gözlerle bakmadan sıradan bir şey dinliyormuş gibi dinlerdi.

Bu yüzden tavanı izlerken teker teker anlatıyorum onlara, bir ara Sinem kalkıp yeniden kahve yapıyor. İkinci kahveyi içtikten sonra sesimin giderek zayıfladığını fark ediyorum. Ayıldıkça pişmanlık beliriyor kapımda, alkolün etkisi geçerken çenemi tutamadığım için berbat hissediyorum kendimi.

Ağlamaya başladığımda ikisi de bunların aramızda kalacağına dair söz veriyor. İnanıyorum. Zaten başka bir şansım da yok. Ardından konuyu değiştirmeye çalışıyorum çaresizce. Belki başka şeylerden konuşursak ayrılınca bunları hatırlamazlar.

"Ozan'ı neden istemiyorsun sen?" diye soruyorum Ada'ya. "Sana aşık olduğunun farkındasın, değil mi?"

İç çekerek arkasına yaslanıyor. "Ben de ona aşığım."

Kendimi tutamayıp bir yastık fırlatıyorum kafasına. "O zaman derdin ne gerizekalı?!"

Hafifçe omuz silkip camdan dışarıyı izlemeye başlıyor. Sinem'in bizden yaka silkerek fincanları topladığını fark ediyorum. O mutfağa giderken yerimden kalkıp Ada'nın dizine yatıyorum tekrar. Sinem gelene kadar Ozan konusunda beynini didiklememe izin veriyor. Fakat en sonunda benden bıkıyor sanırım.

"Ben sadece onun iyiliğini düşünüyorum, Melek." diyor Ada vodka şişesini bırakıp başımı okşayarak. "Bizden mutlu bir hikaye çıkmaz."

"İyi de denemeden nasıl emin olabilirsin ki?"

"Kaltakla aynı fikirdeyim." diyerek Sinem'i onaylıyorum. "Ozan'la çok güzel bir geleceğiniz olabilir, Ada. Ha, eğer dedesi yüzünden istemiyorum diyorsan..."

"Dedesi umurumda bile değil."

"Sorun ne o zaman?"

"Çok küçüksünüz siz..." diye anlamsız bir cevap veriyor. "İsteseniz de anlayamazsınız."

"İyi de aramızda iki yaş var." diyorum yerimde doğrulup ona karşı çıkarak. "Sen de küçüksün o zaman."

"Hayır, ben büyüdüm." diye mırıldanıyor Ada. "Ben çok erken büyüdüm."

Hala tam olarak ayılamadım sanırım. Zira alkolün etkisiyle başım deli gibi dönerken hayatımın hatasını yapıyorum. Sinem'in varlığını unutup Ada'nın bana verdiği sırrı ağzımdan kaçırıyorum.

"Sorun herifin tekini bıçaklamış olman, değil mi?" diyorum dişlerimi sıkarak. "Ozan'ın suçlu biriyle olmak istemeyeceğini düşünüyorsun."

Odada derin bir sessizlik meydana geliyor. Sinem'in hafifçe öksürdüğünü işittiğimde kafamı duvara vurmamak için kendimi zor tutuyorum. Lanet olsun, onun varlığını nasıl unutmuş olabilirim ki? Özür diler gibi bir ifadeyle Ada'ya bakıyorum tekrar. Düşüncelere dalmış halde olduğu için beni fark etmiyor bile. Çok geçmeden Sinem sözü devralıyor.

"Bence adam yaralamak çok da mühim bir suç sayılmaz." diyor orta yolu bulmaya çalışarak. "Eğer yaptığın şey için pişmansan, bu Ozan için de yeterli olacaktır."

"Bu olay hayattaki en büyük pişmanlığım benim." diye cevap veriyor Ada sakince. "Yapmam gereken şey o canavarı yaralamak değil, öldürmekti."

Kafam karışmış bir halde boş boş bakıyorum ona. Ne demek şimdi bu? Ada'nın gözlerinde öyle büyük bir nefret yatıyor ki, ilk birkaç saniye konuşmaya cesaret edemiyorum. İşin ilginç yanı, Sinem de konuşmuyor. Dehşetten bembeyaz kesilmiş bir yüzle Ada'ya bakıyor sadece. Alkolden beynim bulanmış olsa da ters giden bir şeyler olduğunu hissedebiliyorum.

"Neyi kaçırdım?" diye soruyorum bakışlarım ikisi arasında gidip gelirken. "Sinem neden bu kadar sarsıldı?"

Beni duymuyorlar bile. Bu durum daha fazla korkmama sebep oluyor. Sanki yalnızca ikisine mahsus bir meseleymiş gibi, aralarında benim hiç bilmediğim ortak bir payda varmış gibi sessizce bakışıyorlar. En sonunda Sinem bakışlarını yere dikerek konuşuyor.

"Ben de küçük değilim, Ada." dediğini duyuyorum onun. "Az kalsın erkek arkadaşım tarafından tecavüze uğruyordum. Son anda elinden kurtuldum."

Çığlık atmamak için ağzımı kapatmak zorunda kalıyorum. Duyduklarım öyle bir çarpıyor ki yüzüme, kafamdan aşağı bir kova buz dökülüyor sanki. Nasıl böyle sakin kalabiliyor? Onun ne kadar korkunç bir şeyin eşiğinden döndüğünü düşünürken gözlerimin dolmaya başladığını hissediyorum. Fakat sonra bakışlarım Ada'ya takılıyor ve Sinem'e duyduğum üzüntünün yerini çok daha büyük bir dehşet alıyor.

"Hayır, bu yüzden yapmış olamazsın." diyorum aklıma gelen şeyi reddetmeye çalışarak. "On dört yaşında olduğunu söylemiştin bana. Islah evine gönderildiğini söyledin!"

Sinem'in hıçkırarak ağlamaya başladığını duyuyorum. Bense bu ihtimali reddetmekle meşgulüm hala. İçimden Ada'nın da benim gibi ondan ölesiye nefret eden, tüm çocukluğunu dayak ve işkenceyle dolduran iğrenç bir babayla büyümüş olması için dua ediyorum. Ya da hiç değilse Sinem gibi kurtulabilmiş olması için. Fakat tüm dileklerim gibi bu da gerçeklik depremine kurban gidiyor.

"Evet, on dört yaşındaydım." diyor Ada parmağındaki yüzüğe bakarken. "Annemin iki gram toz için yattığı yüzlerce adamdan biriydi. Ne yazık ki ben, Sinem kadar şanslı değildim."

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro