Bölüm 25 - Mahşerin Dört Atlısı
"Krallar taçlarını ve asalarını geride bıraktılar, kahramanlar da silahlarını. Ama aralarındaki, görkemlilikleri dışlarına taşan, bunu dışarıdaki şeylerden almayan büyük insanlar, büyüklüklerini yanlarında götürdüler."
-Arthur Schopenhauer
-*-
OZAN
Sokağın başına geldiğimde arabayı durdurmak zorunda kaldım. Zira yolun geri kalanında yalnızca malikaneye giden taş merdivenler vardı. Şehrin dışında kalan bu yapı, sıradan bir çarpık kentleşme eseri değildi elbette. Dündar Bayraktar'ın güç gösterisiydi bu. Tıpkı karanlık bir lord gibi, tapınağını merdivenlerle sarılı yüksek bir tepenin üzerine inşa ettirmişti. Böylelikle dost ya da düşman fark etmeksizin ayağına gelen herkesin yaya olarak geçmek zorunda kalacağı bir yol çıkmıştı ortaya. Canı istediği zaman balkondan huzuruna gelen ölümlüleri izleyebileceği, onu tanrısal bir forma büründüren sapkın bir tasarım.
Hissettiğim tiksintinin yüzüme yansımasına engel olamamıştım. Eğer biraz daha arabada kalırsam, arkama bile bakmadan buradan gitme isteğime yenik düşeceğimi biliyordum. Bu yüzden yan koltukta oturan Ada'ya hiçbir şey söylemeden kapıya uzanıp dışarı attım kendimi. Bir anlık şaşkınlığın ardından o da peşime takılmıştı.
Yanıma geldiğinde hiçbir şey sormadı. Yüzünde ürpermiş gibi bir ifadeyle tepenin üzerinde duran yapıyı inceliyordu hala. Onun bu çekingen tavırları karşısında dudaklarımda acı bir gülümsemenin belirmesine engel olamamıştım. Buraya gelmeden önce kendinden öylesine emin görünüyordu ki... Oysa nasıl bir belaya bulaşmak üzere olduğumuzu açıkça anlatmıştım ona.
"Şu taraftan."
Kararsız bir tavırla önce merdivenleri işaret eden elime, ardından da bana baktı. Bir şeyler söylemek ister gibi bocalıyordu.
"Ozan bunu yapmak zorunda değilsin," dedi en sonunda cılız bir sesle. "Başka bir yol bulabiliriz."
Başka bir yol yoktu. Yaptıkları ayrıntılı planı incelerken bir şeylerin eksik olduğunu fark etmiştim. İşin depoya girme kısmına o kadar çok odaklanmışlardı ki, limana girme kısmı fiyaskodan ibaretti. Yardım aldıkları hacker ekibinin yapacağı sahte giriş kartlarının yeterli olacağını düşünmüşlerdi. Kapıdaki gamma ray tarama sisteminin onları moleküllerine kadar inceleyeceğinden haberleri yoktu anlaşılan.
"Limana girmek istiyor musun, istemiyor musun?"
"Elbette istiyorum."
"İyi öyleyse," dedim Ada'ya yeniden yolu göstererek. "Şu taraftan."
Bu kez itiraz etmedi. O önde ben arkada taş merdivenlerden yukarı çıkmaya başladık. Ana kapıda duran korumalar bizi görünce hareketlenmeye başlamıştı. Diğerlerinden daha yetkili olduğunu tahmin ettiğim bir tanesi öne çıkıp bize doğru ilerledi.
"Kime bakmıştınız gençler?"
"Dündar Bayraktar'a." diye cevap verdim uzatmadan. "Konuşmamız gereken bir mesele var onunla."
"Siz nereden tanıyorsunuz Dündar Bey'i?"
Beni tanımadılar. Harika. Buraya gelmeyeli o kadar uzun zaman oldu ki... Aradan geçen yıllar içerisinde korumaların hepsi değişmişti. Eskilerin emekli olmadığını, ya bir çatışmada ya da anlamsız bir olayda boş yere ölüp gittiğini tahmin etmek zor değildi. Hayatta kalma süresinin ortalama beş yıl olduğu bir mesleği neden tercih ederdi ki insanlar? Saçmalık.
Karşımdaki korumaya içerideki şeytanın torunu olduğunu söylersem bana inanmayacağını biliyordum. O yüzden hiçbir şey demeden elimi cebime götürdüm. Bununla birlikte aptal herif belindeki tabancayı çıkarttı hızla.
"Şş, ağır ol bakalım delikanlı."
Bize doğrultulan silaha baktım alayla. Ardından söylenerek cebimden çıkardığım kimliği adama uzattım.
"İhtiyar şeytan dedem olur." dedim onun kimliği almasını beklerken. "Ayrıca sizin kadınlara silah çekilmez tarzı neolitik kanunlarınız falan yok muydu?"
Adam kimliği inceledikten sonra başını kaldırıp tedirginlikle bana baktı. Akif Bayraktar oğlu Ozan Bayraktar, üstelik patronuyla hemşehri... Bunun basit bir soyisim benzerliğinden ibaret olamayacağını anlamıştı şüphesiz.
"Bir dakika bekleyin."
Bize arkasını dönmeden hemen önce diğer korumalara bir baş işareti yaptı. Beli silahlı iki adamın hızlı adımlarla yanımıza gelip dikildiğini görünce sıkıntıyla iç çektim. Buraya kendi ayağımla gelmişken ve kimliğim onun elindeyken nereye kaçacağımı sanıyordu acaba?
"Ozan, neler oluyor?"
Başımı çevirip iyice dibime girmiş Ada'ya baktım şaşkınlıkla. Normalde bana bir buçuk metreden daha fazla yaklaşmamak gibi bir takıntısı vardı. Daha yakına gelirse bana umut vermiş olacağını falan sanıyor olmalıydı. Gerçi, şu an pek de normal koşullar altında değildik zaten.
"Doğru söyleyip söylemediğimi teyit edecekler." dedim ona güven vermeye çalışarak. "Sonra sosyopat ihtiyarın huzuruna çıkacağız."
Ben konuşurken yanımda duran koruma yüksek sesle öksürmeye başlamıştı. Hayretle adama baktığımda onu neyin rahatsız ettiğini anlamıştım. Yüzünde 'Umarım Dündar Bey'in torunu değilsindir de bu terbiyesiz lafların için rahatlıkla kemiklerini kırabilirim.' der gibi bir ifadeyle bakıyordu bana. Ne yazık ki dileği gerçekleşmeyecekti.
Yaklaşık on dakika sonra kimliğimi yeniden cebime koymuş, korumalardan birinin rehberliğinde koridorda ilerliyorduk. Ada hala gözle görülür bir şekilde tedirgindi. Eğer beni yanlış anlamayacağını bilsem elini falan tutmayı denerdim ancak o aşamayı çoktan geçmiştik. Aylar önce öyle büyük bir hata yapmıştım ki, artık Ada ile dost olmamız bile imkansızdı.
Evlendikten sonra her geçen gün ona biraz daha kapıldığımın farkındaydım elbette. Zaten bunun aksi mümkün değildi. Sabahları evin içinde yankılanan sesi, Efe diş çıkardığı zaman geceler boyu ağladığında oturup onunla birlikte ağlaması, gülerken ansızın boşluğa dalan yemyeşil gözleri, duştan çıktığı zaman banyoya sinen yasemin kokusu, aptalca bir şey söylediğimde başını yana eğip kınar gibi bakması, bilgisayarda kod yazarken dünyadan kopması, stresli olduğu zaman dudaklarıyla oynayan parmakları, sabah dersleri için uyanamadığımda odama gelip ben kalkana kadar korkunç sesiyle şarkı söylemesi, gittiğim mutfak alışverişi dönüşlerinde torbaların içinde böğürtlen reçeli görünce, sırf o seviyor diye aldığımı bilmediği halde mutlu olması ve daha binlerce minik detay... Ne ara onunla yaşamayı bırakıp, onu yaşamaya başladığımı ben de bilmiyordum.
Dışarıdan bakıldığında hayli sıradan bir akşamdı. Efe çoktan uyumuştu, biz de salonun ışığını kapatıp güzel bir film açmıştık. Havada farklı bir atmosfer olduğunu sezebiliyordum, belki de kendi içimde kopan fırtınaya aldanıp dışarıda da gök gürlüyor sanmıştım. Koltukta uzanırken ara sıra gözlerimi onun oturduğu diğer koltuğa çeviriyor, sonra yakalanmaktan korkarak başka yöne bakıyordum. Fakat en sonunda yakalanmıştım. Gözlerimiz buluştuğunda yapabileceğim binlerce açıklama vardı, hatta hiçbir şey söylemeden yeniden televizyona dönsem bile olurdu. Fakat aptal gibi bunu bir işaret saymayı tercih etmiştim.
O sıradan akşam, benim zaten aylardır evli olduğum kıza evlenme teklifi ettiğim akşamdı. Bir zamanlar Selin'e yaptığım tekliften farklıydı bu. Selin'i de sevmiştim fakat ona ettiğim evlenme teklifinin asıl sebebi kardeşimdi. Ada'ya ise inkar götürmeyecek bir biçimde aşık olmuştum, halihazırda evli olduğumuz için ettiğim teklifin bundan başka bir sebebi yoktu. Fakat aradaki tüm farklılıklara rağmen sonuç aynıydı, tıpkı Selin gibi Ada da ona ettiğim teklifi reddetmişti. Üstelik evli olduğumuz için, onun Selin gibi yurtdışına kaçarak benden kurtulma şansı yoktu. Aynı evde birbirinden kaçmaya çalışan iki yabancıya dönüşmüştük.
Selin pişman bir şekilde döndüğü zaman onunla barışarak hatamı az da olsa telafi edebilmiştim. Ada eskisi gibi ben eve geldiğimde Efe'nin odasına kapanmıyordu. Yine de hiçbir zaman eskisi gibi olamayacaktık. O akşamdan sonra, baş başa geçen tüm anlarımız tedirginlik doluydu artık. Ettiğim teklifle huzurlu hayatımızın içine sıçmıştım.
Öylesine düşüncelere dalmış vaziyetteydim ki, koruma hafifçe öksürene kadar geniş bir kapının önünde durduğumuzu fark edememiştim. Adam kapıyı hafifçe tıklatıp geri çekilirken Ada'ya baktım yeniden. Parmaklarıyla alt dudağını çekiştirip duruyordu hala. Ona güç verircesine gülümsediğimde bakışlarını kaçırıp daha sert çekiştirmeye başladı dudaklarını. Benim varlığımın onun için daha büyük bir stres sebebi olabileceğini unutmuştum.
İç çekerek kapıya uzanıp korumanın şaşkın bakışları altında kulpu kıvırdım. İçerideki ihtiyarın bizi buyur etmesini bekleyemeyecek kadar sıkılmıştım bu durumdan. Ada'yla birlikte korumayı arkamızda bırakarak içeri girdik.
Son gelişimden bu yana pek fazla şey değişmemişti odada. Hemen kapının yanında duran karpuz torna ayaklı sandalyeyi görür görmez tanımıştım. Arkasındaki duvarı süsleyen aldatıcı mitolojik perspektiflerle dolu mahşerin dört atlısı tablosuysa muhtemelen ben doğmadan önce bile orada duruyordu. Tıpkı karşı duvarda asılı, etrafını çevreleyen saçaklarla ihtişamlı bir güneşi andıran saat gibi...
Bakışlarımı barok tarzı mobilyalarla döşeli odadan alıp büyükçe bir koltukta oturan dedeme yönelttim. Odanın aksine, Dündar Bayraktar bir hayli değişmişti. Son hatırladığım görüntüsünden en az on yıl daha yaşlı görünüyordu şimdi. Oysa son görüşmemizin üzerinden yalnızca birkaç yıl geçmişti.
Yirmi kişiyi geçmeyen ufak bir toplulukla birlikte, annemle babamın cenazesindeydik. Efe sanki olanların farkındaymış gibi kucağımda durmaksızın ağlıyordu. Bense onu yatıştırmak için kucağına almak isteyen herkesi geri çeviriyordum. Sadece bir kez, o da babamı yıkamak için gasilhaneye girerken Aras'a emanet etmiştim kardeşimi. Birilerinin gelip onu benden almasından korkuyordum.
Ve korktuğum kişi gelmişti de. Fakat kardeşimi almaya değil.
Dündar Bayraktar beraberinde devasa bir kalabalıkla mezarlıkta belirdiğinde Efe'yi bir kez daha kucağımdan bırakmam gerekmişti. Ardından ağız dolusu hakaretler savurarak dedeme saldırmaya yeltenmiştim. O gün yaptığım şeyi bir başkası yapmış olsaydı birkaç metre bile ilerleyemeden yediği kurşunlarla kevgire dönerdi şüphesiz. Bense korumalar tarafından etkisiz hale getirilmiştim sadece. Böylelikle Dündar Bey boynuma sarılıp utanmadan ağlarken onu ellerimle öldürmeme engel olmuşlardı.
"Demek sonunda geldin, ha?"
İhtiyarın bilmiş bir ifade oturttuğu yüzüne tiksinerek baktım. Gözleri yanımda duran kızla benim aramda gidip geliyordu. Onun Ada'yı ilk kez gördüğünü düşünecek kadar saf değildim elbette. Nikah günü aldığımız andan itibaren öğrenmiş olmalıydı.
Neyse ki dedem bu kez beni aptal yerine koymadı. Ada'yı tanıdığını gizleme zahmetine girmeden ağır ağır elini kaldırıp uzattı kıza doğru. Ne yapmaya çalıştığını fark edince öfkemin katlanarak artmasına engel olamamıştım.
"Ne ben, ne de karım senin elini öpmeyeceğiz." dedim küstah bir tavırla eline bakarak. Ses tonumdaki, önüne geçemediğim sahiplenici tınının Ada'nın gözünden kaçmış olması için dua ediyordum bir yandan da. Fakat belli ki dedemin gözünden kaçmamıştı. Elini indirirken meşum bir gülümsemeyle baştan aşağı süzdü bizi.
"Niye geldin öyleyse?"
Ondan bir ricada bulunmam söz konusu bile değildi. Rica eden, bedel öder. Bunu bilecek kadar haberim vardı dedemin karanlık dünyasından. Yapmam gereken şey talep etmekti. Sanki onun yardımına muhtaç değilmişim, bana bunu borçluymuş gibi davranmalıydım. Aksi taktirde, ona karşılığında bir şeyler istemesi için açık kapı bırakacağımın farkındaydım.
O yüzden ona çok fazla detaya girmeden bir tablonun peşinde olduğumdan, Emniyet de işin içinde olduğu için tabloyu kendi başıma ele geçirmem gerektiğinden bahsettim. Bunun yasadışı bir iş olmayacağını üstüne basa basa belirtmeme karşın dedemin gözlerinde halinden memnun bir ifade belirmişti. Benim suça bulanmış aile geçmişimle barıştığımı falan düşünüyordu anlaşılan.
"Tablonun hangi depoda olduğunu söyle bana." diye cevap verdi nihayet konuşmayı bitirdiğimde. "Gerisiyle ilgilenmene gerek yok."
Tabloyu neden istediğimi sormamıştı bile. Karanlık dünyanın getirdiği alışkanlıklardan biri olmalıydı bu. Ne kadar az soru sorarsan, o kadar çok yaşarsın.
"Ben senden tabloyu istemiyorum." diyerek reddettim onu. "Limana girişte ve çıkışta kontrole takılmamamızı sağla, yeter."
Dedemin yüzünde hoşnutsuz bir ifade yatıyordu şimdi. Kalkıştığım işi onaylamadığını, kontrol edemeyeceği bir oyunda rol almaktan hoşlanmadığını görebiliyordum. Fakat kapısına kadar gelmiş torununu geri çevirecek cesareti de yoktu. Bunun ömrü boyunca belki de bir daha asla eline geçmeyecek bir fırsat olduğunun farkındaydı. Ruhsal bir çıkmazın içinde epeyce debelendikten sonra homurdanarak konuşmaya başladı yeniden.
"Tehlikeli işlere kalkışıyorsun, çocuk."
"Bunu beni bir suç krallığına çekmeye çalışan adam mı söylüyor?"
"Evet, seni bir yeraltı krallığına çekmek istediğim doğrudur." diye utanmadan onayladı beni. "Ama kral olarak! Sense gitmiş benim sokak tayfasından daha kıdemli hiçbir adamıma yaptırmayacağım işleri kendin yapmaya çalışıyorsun."
Gözlerimi devirdim. Güç böyle bir şeydi işte. İnsanı egosantrik hale getiren, kendi savaşlarını ve kaygılarını evrenin geri kalanının da onunla paylaştığını düşünmesine neden olan zehirli bir manipülatör. Yapayalnız dikildiği gücün doruklarında, tarihte bu hazzın tadını almış her hükümdar gibi dedem de büsbütün yitirmişti gerçeklik algılarını. Benim mecazen ve istihza yapma niyetiyle kullandığım krallık kelimesi onun evreninde yapay bir gerçeklik arz ediyordu.
"Neyse ki, kariyer planlarım arasında kral olmak yok." diye söylendim dedeme bakmadan. "Okulu ve ardından da stajı bitirip KPSS'yle kurum avukatı olarak atansam yeter bana."
Dürüst olmak gerekirse, kurum avukatlığı yapmayı hiç düşünmemiştim. Annem de babam da hali vakti yerinde insanlardı sonuçta, mezun olduğumda Savcılık Hakimlik sınavını geçemezsem rahatlıkla büro açabilecek imkanım vardı. Fakat torununun Devlet Su İşleri'nde avukatlık yapması fikrinin dedemi daha çok sinirlendireceğinin farkındaydım. Nitekim öyle de olmuştu.
"Geç bakalım dalganı, serseri herif!"
Harika. Ciddiye bile almamıştı. Bastonundan destek alarak ayağa kalkıp komodinde duran çerçevelere yaklaşmasını izledim sessizce. İki kanatlı ilk çerçevede benim bebeklik fotoğrafımla Efe'nin uzaktan çekilmiş bir fotoğrafı yan yana duruyordu. İkinci çerçevede babamla annemin düğün fotoğrafları vardı. Birbirine duydukları sevgiyle gözleri pırıl pırıl parlayan iki gence bakarken burnumun direği sızlamaya başlamıştı.
Diğer çerçevelerdeyse yine tanıdık yüzler her alıyordu. Babamın askerdeyken çektirdiği bir vesikalık, takım elbiselerle birlikte filinta gibi dört genci barındıran siyah beyaz bir fotoğraf, babaannemin gençlik günlerinden kalma bir resim ve dört beş yaşlarında iki küçük erkek çocuğunun neşeli portresi yer alıyordu. Esmer olan çocuk bendim, şu anda ne olduğunu hatırlamadığım bir şeye kahkahalarla gülüyordum. Mavi gözlü olan öteki çocuksa elleriyle hayali bir pençe yapıp objektife doğru sırıtmıştı hınzırca. Bu fotoğrafın hemen yanında dedemle İbrahim Amca'nın bir resminin yer alıyor oluşu elbette ki tesadüf değildi. Benim baktığımı görünce dedem uzanıp eline aldı çerçeveyi, eski dostuna bakarken sitem edercesine iç çekmişti.
"Hey gidi koca Saral..." diye söylendiğini duydum onun. "Öyle bir göçüp gittin ki, hala toparlayamadım dağıttıklarını."
"Bu da ne demek şimdi?"
Bu soru dudaklarımdan fırlarken kendime engel olamamıştım. Dedemin İbrahim Amca ile çok eski dost olduğunu biliyordum, evet, ama sadece gönül bağından kaynaklanan bir ilişki vardı aralarında. Gençlik yıllarında kurdukları arkadaşlıklarını tamamen söküp atamasalar da, İbrahim Amca hayattayken pek fazla iletişimde olmadıklarını duymuştum. Zaten doğru olan da buydu. Her ne kadar dost olsalar da, biri ülkenin lokomotifi konumundaki şirketler zincirinin kurucusu başarılı bir işadamıydı, diğeriyse yeraltı dünyasındaki suç örgütü liderlerinin elini öptüğü bir kabadayı. Siyahla beyaz. Karanlıkla aydınlık.
"Gelin hanım, hadi sen bize bir kahve yap bakalım."
Dedemin doğrudan Ada'ya verdiği bu direktif hoşuma gitmemişti. Fakat onun benimle başbaşa konuşmaya çalıştığını anlamıştım. Ve tutup da dedeme karımdan gizlim saklım olmadığını, onun yanında her şeyi konuşabileceğimizi söyleyemezdim. Hayır, Ada'ya güvenmediğim için değil. Ona Efe'yi gözüm kapalı emanet edebilecek kadar çok güveniyordum ben. Yine de, dedemin ne yumurtlayacağı belli olmazdı. Edeceği talihsiz bir zırvanın Ada'yla aramdaki soğukluğu büsbütün arttırmasından endişelenmiştim. O yüzden telaşla arkasını dönüp kapıdan çıkan kızı durdurmak için herhangi bir girişimde bulunmadım. Ardından Dündar Bey'e dönüp bıkkınlıkla konuştum.
"Dökül bakalım, ihtiyar."
✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧
Bazı insanlar hayatımıza anlam katar. Bazılarınınsa yokluğu bile anlamlıdır. Yatağıma uzanmış pencereden gökyüzünü izlerken parmaklarımı kolyemin ucunda gezdiriyorum. Onu taktığım günden beri tek bir kabus bile görmedim. Yeşil demirden yapılma saraylar, kırmızı bir güneşin önünde uçan ejderhalar, gelecekten gelen mavi gözlü siyah panterler, kırılan kemik sesleri, ateşte yanan insan derisi ve gecenin bir yarısı sıçrayarak uyanmama sebep olan her ne varsa, kolyenin gelişiyle birlikte çekip gitti. Bu minik mavi çiçek tılsımım oldu benim.
Ne yazık ki yarın geçici bir süreliğine de olsa kolyemden ayrılmak zorunda kalacağım. Zira yarın akşam büyük gün. Nihayet depoya girip o baş belası tabloyu oradan alacağız.
Telefonumun çaldığını duyunca uzandığım yerden doğruluyorum telaşla. Ekrana baktığımda hafifçe gülümsemekten kendini alamıyorum. Lavinia.
"Naber fıstık?"
"Çok kötüyüm, Melek!" diye sızlanıyor. "Neler oldu bir bilsen..."
Onun böyle pat diye lafa dalması endişelenmeme sebep oluyor. Onu bu kadar üzecek şey ne olabilir ki? Aklıma gelen ihtimalle birlikte göğsümün sıkıştığını hissediyorum. Kalbim deli gibi çarpmaya başlarken titreyen bir sesle soruyorum ona.
"Yoksa... B-birine bir şey mi oldu?"
"Olmadı. Yani, henüz olmadı." diye anlamsız bir cevap veriyor bana. Tam açık açık ne olduğunu söylemesi için ona bağırmaya hazırlanırken sözlerine devam ettiğini duyuyorum. "Babam... Özgür'ü öğrendi."
Derin bir nefes alarak sırtüstü yatağa bırakıyorum kendimi. Bu esnada Lavinia bıcır bıcır konuşup bir şeyler anlatmaya devam ediyor. Onu dinlemediğimi anladığında çok kızacağını biliyorum fakat şu an dikkatimi toplamam mümkün değil. Az evvel ciddi anlamda bir adrenalin patlaması yaşadım çünkü.
"-Özgür babamın yemek davetini mecburen kabul etti ama o kadar çok utandım ki! Sonuçta, aramızda kesin bir şey bile yok henüz-"
"Dur bir dakika," diyorum onun lafını keserek. "Hakkı Bey Özgür Ağabey'i yemeğe mi davet etti?"
"Bunu yirminci söyleyişimde fark etmen ilginç oldu ama, evet."
"Peki baban onun soyadını biliyor mu?"
"Evet, biliyor." diyor Lavinia beni şaşırtarak. "Hatta işin ilginç tarafı, onları tanıştırmadım bile. Babam görür görmez tanıdı Özgür'ü. 17 Ağustos davalarında müdahil avukat olarak depremzedelerin yanında yer aldığını biliyormuş, ayaküstü onun çalışmalarını takdir ettiğini bile söyledi."
Bak işte bu çok ilginç. Bozkıroğlu Hukuk Bürosu'nun daha önce hiçbir davaya müdahil avukat gönderdiğini duymamıştım. Bu yeni bilgiyle birlikte Erdal Amca'ya duyduğum saygı bir kat daha artıyor. Öte yandan Aras'a öfke duymaktan da alamıyorum kendimi. Emir'in başında olduğu şirket, onun için olmasa bile, onu ilgilendiren bir olayda hakkını savunurken her fırsatta Emir'e laf söylemesinin savunulacak hiçbir yanı yok.
"Eh, bu çok güzel bir haber." diyorum Lavinia'nın tepkisine şaşırarak. "Sen neden bu kadar üzüldün ki?"
"Çünkü Hakkı Karadağ'ı tanıyorum." diye cevap veriyor çaresiz bir sesle. "Yemekte ters bir laf edip beni kışkırtacağına adım gibi eminim. Özgür babamla aramın ne kadar kötü olduğunu biliyor ama yine de onun içler acısı aile bağlarımıza şahit olmasını istemiyorum."
Kısa süreli bir sessizlik oluşuyor aramızda. Kendimi birden, Lavinia'nın Özgür Abi'ye ne ara bu kadar bağlandığını sorgularken buluyorum. Soygun planıyla uğraşırken çevreyle bütün alakamı minimuma indirdiğim için Lavinia'nın Özgür Abi'yle olan ilişkisini takip etme fırsatım olmadı hiç. Şimdi düşününce Özgür Ağabey'i de uzun zamandır görmediğimi fark ediyorum. Oysa hiç değilse şirkette karşılaşmış olmamız gerekirdi. Gerçekten de bu kadar hayattan kopmuş olmam mümkün mü?
Yine ve yeniden hayatımdaki insanları ihmal ettiğim için suçluluk duyuyorum. Lavinia'ya cevap verirken pişmanlığım sesime yansıyor adeta.
"Keşke sana yardımım dokunabilseydi..."
"Aslında dokunabilir..." diye cevap veriyor beni şaşırtarak. "Yani... Yardım etmek zorunda değilsin tabi ama-"
"Gevelemeyi bırak da dökül bakalım."
Lavinia tıpkı suçüstü yakalanmış ufak bir çocuk gibi utançla gülüyor. Onun ses tonundaki bu masumiyet karşısında kendimi tutamayıp gülmeye başlıyorum. Tanrım, gerçekten bir yavru kediden farkı yok bu kızın.
"Diyorum ki... Acaba, yemeğe sen de mi gelsen?"
Onun isteğini duyunca attığım kahkaha bir öksürüğe dönüşüyor. Boğulmamak için yattığım yerden doğrulurken haykıyorum. "Lavinia sen delirdin mi?!"
"Lütfen, Melek," diye yalvarmaya başlıyor bu kez. "Özgür'ün yanında babamla kavga etmek istemiyorum. Onun gazına gelmemem için birilerinin bana göz kulak olması gerek."
"İyi de neden ben?!"
Feryat edercesine sorduğum bu soru karşısında onun suskunlaştığını fark ediyorum. Birkaç saniye sessiz kaldıktan sonra zayıf bir sesle cevap veriyor bana.
"Çünkü başka arkadaşım yok."
Al bakalım. Lavinia'nın verdiği cevabın içimi sızlatması bir yana, bunu öyle bir ses tonuyla söylüyor ki kabul etmekten başka şansım kalmadığını anlıyorum. Gerçi, bir insan nasıl hayır diyebilir ki bu kıza?
"Pekala, öyle olsun." diyorum iç çekerek. "Ne zaman yemek?"
"Yaa, canımsın!" diye neşeyle cıvıldıyor Lavinia. "Yemek babam iş gezisinden döndükten sonra olacak. Eh, o da muhtemelen on günü bulur."
İyi bari. Hiç değilse yarın akşam falan değil...
"Bak ama bu mesele aramızda kalacak." diye uyarıyorum onu ciddiyetle. "Eğer Mert duyarsa ortalığı birbirine katar."
"Hah! Eminim yapar." diyor Lavinia birden öfkelenerek. "Sonra da gidip Instagram'da kız arkadaşıyla hikaye atar."
Eh, ne diyebilirim ki? Lavinia dibine kadar haklı. Mert onu Özgür Abi'den her kıskandığında durumu eşitlemek için gidip kızı Aylin'le kıskandırmaya çalışıyor. Bunun Lavinia'yı iyice ondan uzaklaştırdığını anlatmayı her denediğimdeyse, daha Özgür Abi'nin adı geçer geçmez konudan kopup öfke kusmaya başlıyor. En son konuşmamızda, şirketteki işimden ayrılmamı isteyecek kadar kendini kaybettiği için bu meseleyi bir daha onunla konuşmama kararı almıştım.
Lavinia'nın öfkesi nihayet yatıştığında telefonu kapatıp yatağa uzanıyorum. Uyku ağır ağır üzerime çökerken limanla ilgili endişelerim de kaybolmaya başlıyor. Bir kabus görmekten korkarak tişörtümün içindeki kolyeme dokunuyorum bilinçsizce. Uyumadan önce son hatırladığım şey parmaklarımın arasında sıkıca tuttuğum kolyemin soğuk taşları oluyor.
Rüyamda onu görüyorum. Bu kez can çekişirken ya da cesedimin başında ağlarken değil üstelik. Olimpos Dağı'nın tepesinde, gerçekten de var olduğunu çok sonraları öğreneceğim, büyüleyici bir çayırda gökyüzünü izlerken.
İçimden bir ses şu anda dünyanın her neresindeyse onun da bu düşü gördüğünü söylüyor bana. Bir ağacın arkasına gizlenmiş vaziyette onu izlediğimi biliyor. Bu düşüncenin verdiği güçle ağacı terk edip ona doğru yürümeye başlıyorum. Tanıştığımız gün üzerimde olan mavi elbisemin etekleri dizlerime kadar gelen otlara takılıyor. Çıplak bacaklarıma çiçeklerin taç yapraklarında biriken çiy taneleri çarpıyor hafifçe. Serin damlaların verdiği ürpertiyi bütün vücudumda duyumsuyorum adeta.
Yaklaştıkça daha net görüyorum Aras'ı. Çayırın ortasında bağdaş kurmuş sakince gökyüzünü izliyor. Yanına vardığımda hiçbir şey söylemeden ben de onu izlemeye başlıyorum. Ay ışığı altında simsiyah görünen saçlarına, dizlerinde bir ritim tutturduğu uzun parmaklarına, en gergin anlarında bile minik bir parçasını muhafaza etmeyi başardığı kayıtsız duruşuna, hafifçe öne eğildiği için sırtında yay gibi gerilen gömleğinin kumaşına, yutkunurken boynunda hareket eden adem elmasına bakıyorum uzun uzun. Tüm bu detayları hatırlıyor olmam mümkün mü?
Onun gerçek olup olmadığından emin olmak için tereddütle elimi kaldırıp omzuna koyuyorum. Parmaklarımın altında kasılan teni öylesine gerçekçi ki... Aras bakışlarını gökyüzünden ayırmadan başını eğip elimin üzerine yaslıyor. Sonra ne olduğunu bile anlayamadan bacaklarımdan kavrayıp alaşağı ediyor beni. Dengemi kaybedip kucağına düşerken ufak bir çığlık atıyorum. Ardından tıpkı bir bebeği tutar gibi etrafıma sardığı kollarını yumrukluyorum gülerek.
Nihayet hareket etmeyi bıraktığımda, boşta kalan eliyle yüzüme dağılan saçlarımı kenara çekiyor ağır ağır. Gözlerime düşen tutamların gidişinin ardından manzaram Aras'ın yüzüyle doluyor. Gözleriyle. Elimi kaldırıp iki üç günlük gibi duran sakallarında gezdiriyorum. Başını çevirip avucumu öperken usulca mırıldanıyor.
"Ne çok beklettin beni..."
"Sanırım beklettim seni demek istedin." diyorum yattığım yerden söylenerek. "Çünkü çekip giden sensin."
"Gittiğim her yere yanımda seni de götürüyorum, Melek."
"Hayır, götürmüyorsun. Odamdayım ben şu an."
Elini yüzümde gezdirmeye başladığında başımı çevirip yanağımı avucuna yaslıyorum. Böyle dururken ne kadar iyi hissettiğimi biliyor olabilir mi acaba? Bu benim rüyam olduğuna göre, muhtemelen evet. Keşke gerçek hayatta da bilseydi bunu. Onunla inatlaştığımda aksi fikirde diretmek yerine yanıma gelip elini yüzüme yaslamayı deneseydi, çatışmalarımıza orta yol bulmayı başarabilirdik belki.
"Etrafına bak, Tinúviel." diyor başıyla çevreyi işaret ederken. "Neredesin?"
"İyi de bu bir rüya-"
"Emin misin?"
Konuşurken eğilip başımı yan çevirdiğim için açıkta kalan boynuma minik bir buse konduruyor. Sıcak nefesini tenimde hissettiğimde hafifçe titriyorum. Hayır, emin değilim. Açıkçası, umurumda da değil. Dudakları boynumda gezinirken kollarımı ona dolayıp bu anı ezberlemeye çalışıyorum sadece. Gökyüzünden üzerimize sağanak bir yağmur halinde yıldızlar dökülüyor. Gittikçe hızlanan kalp atışlarımla, uyanınca unutacağım ve yeniden duyana kadar hatırlamayacağım eski bir şarkının melodisi birbirine karışıyor. Kollarımı sardığım bedeninin varlığı giderek silikleşmeye başladığında ağlamamak için titreyen bir sesle soruyorum.
"Ne zaman geleceksin?"
"Hiçbir zaman." diye itiraf ediyor gerçeği. "Yol insanı başkalaştırır, Melek. Sana her dönüşümde kapına gelen kişi, bir başkası olacak."
Tuzlu bir gözyaşı damlası yanağımda gezinmeye başlıyor. Aras'ın bana yalan söylemediğini, rüyamlarımdayken onun hiç olmadığı kadar dürüst davrandığını biliyorum.
"Ancak şu da bir gerçek ki," diye devam ediyor sözlerine. "Yolun sonunda kime dönüşmüş olursam olayım, sen hep benim sevdiğim kadın olacaksın."
Dudaklarıma çarpan gözyaşlarımla birlikte açıyorum gözlerimi. Odamdayım. Ellerim hala kolyemin üzerinde geziniyor. Rüyamda onun bana sorduğu soruyu sessizce tekrar ediyorum. Neredesin?
Neredesin, Aras? Sonra gözüm cama vuran yağmur damlalarına takılıyor ve gökyüzünde çakan bir şimşeğin ışığı odamı aydınlatıyor.
✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧
"Sanat her zaman yalan söylemez mi zaten?
Ve en çok yalan söylediği zaman, en yaratıcı olduğu zaman değil midir?"
-Konstantinos Kavafis,
05.07.1902
-*-
İnsanın kalkışacağı bir eylemin önemini anlamaya en uzak olduğu anlar, eylemi planlayarak geçirdiği anlardır. Bu bir önerme değil. Bu bir realite. Sabah annemlerle hiçbir şey yokmuş gibi kahvaltı ederken, evden çıkmadan önce odama gidip boynumdan çıkardığım kolyemi sandığıma kaldırırken, durakta otobüsün gelmesini beklerken, yolda Nazmi Amca arayıp sevinçten ağlayarak Şirin'in ona dede diye seslendiğini anlatırken, Ayıboğan beni duraktan almaya geldiğinde onunla havadan sudan sohbet ederken ilk kez farkına varıyorum atıldığım tehlikenin. Üç aydır çözülmesi gereken bir bulmacaya yaklaşır gibi soğukkanlılıkla nasıl yapacağıma odaklandığım soygun, ilk kez gözümü korkutuyor.
Bu durumu yaşayan tek kişi olmadığım çok açık. Zira alt kata indiğimde diğerlerinin de gerginlik içerisinde bekleştiğini fark ediyorum. Sinem'le Ada bilgisayarda bir şeylere bakıyor, Mert ise kenarda sessizce yemek yemekle meşgul. Yan odalardan gelen seslere bakılırsa, Mehmet atölyedeki ekipmanlarla uğraşıyor yine. Aras'ın ekipmanlarıyla.
Evet. Döndüğü zaman ona bu konuda da bir açıklama yapmamız gerekecek. Zira Ozan'ın tüm uyarılarına rağmen diğerlerini gazlayarak atölyesini işgal etmelerini sağlamış olabilirim. Sonuçta, Mehmet'le Mert'in her şeyi birbirine katacağını tahmin edemezdim. Ekibin sızamadığı tek yer binanın çatısında yer alan ve parmak izi sistemiyle girilebilen evi. Ne yazık ki, orası da benim şahsi işgalim altında.
Yaz boyu soygun planları yaparken birçok gece Araf'ta sabahlamak zorunda kalmıştık. Eh, aşağıda yer olmadığı için onun evine çıkıyordum genelde. Başlarda oraya gitmeye çekiniyordum fakat Aras'ın ben uyurken fikrimi bile sormadan parmak izimi sisteme tanıttığını düşününce vicdan azabından kolaylıkla kurtulmuştum. İşin en zevkli yanıysa, Sinem bana hiç değilse evin salonundaki kanepede uyuyabilmek için yalvarırken onu asansör kapısının dışında bırakmak olmuştu.
Gerçi, döndüğü zaman Aras'ın da bana aynısını yapacağına eminim. Mutfak dolabının altında duran turşu bidonunu ya da banyodaki tüm eşyalarını sekiz raflı dolabın en alt rafına acımasızca teptiğimi gördüğünde bunu hoş karşılamayacağı ortada. Tabi, ben o dönmeden önce tüm izleri ortadan kaldırmazsam. Böylelikle ortada Mert'in kırdığı atölye ekipmanları dışında açıklama yapmamı gerektirecek bir konu kalmaz.
Mehmet elinde daha önce hiç görmediğim bir cihazla odaya döndüğünde düşünceleri bir kenara bırakıp ayaklanıyorum. Ardından Ozan'ın yönlendirmesiyle birlikte ders dinlemeye hazırlanan bir grup öğrenci gibi Ada'nın etrafına toplaşıyoruz. Hiçbir şey söylemeden raflara uzanıp son kullandığımız haritayı seriyor masaya.
"Planın üzerinden son kez geçeceğiz, o yüzden aklınıza takılan her şeyi sorun." diyor otoriter bir tavırla. Onu anladığımızdan emin olmak istercesine teker teker süzüyor bizleri. Ardından derin bir nefes alıp açıklamaya koyuluyor.
"Limana girişte ve çıkışta hiçbir arama engeline takılmayacağız ama hepsi bu. İçeri girdikten sonra kimse bize yardım etmeyecek, bunu sakın aklınızdan çıkarmayın. Siber ekiple de iletişim kurma şansımız olmayacak, o yüzden önceden belirlediğimiz zaman çizelgesini saniyesi saniyesine uygulamak zorundayız."
Onun bu lafıyla birlikte başımı eğip ekibin geri kalanında da aynısı bulunan kol saatime göz atıyorum. Bu gece tüm koordinasyonu bu saatlerin kronometreleri üzerinden sağlayacağız.
"Araçtan şu noktada inip, saat tam 22:30'da kronometreleri çalıştıracaksınız," diyerek haritada bir yeri işaret ediyor Ada. "Saat tam 22:45'te limanın tüm elektrik ve güvenlik sistemi çökmüş olacak. Yani araçtan indikten sonra bulunmanız gereken yerlere varmak için yalnızca on beş dakikanız olacak. Bu kısım özellikle senin için çok önemli, Melek."
Eh, çünkü diğerlerinin aksine ben tek başıma olacağım. Ozan, Mert, Mehmet ve Sinem Saatchi'nin deposuna gidecekler, bense bu esnada dikkatleri dağıtmak için saman deposunu kundaklayacağım.
"En geç 22:55'te saman deposundan ayrılmış olman gerekiyor, sakın unutma." diye bana ufak bir hatırlatma yapıyor Ada. "Duvardaki oyuktan geçtikten sonra önünde koşman gereken 600 metrelik bir mesafe olacak. Duvarın bittiği yerden döndükten sonra ters yönde 800 metre daha koşup diğerlerinin yanına ulaşacaksın. Bu bir buçuk kilometrelik mesafenin haritadaki gibi düz bir koşu parkuru olmadığını ve yolda kimseye görünmemen gerektiğini sakın unutma."
"Elbette."
Ada başını sallayarak beni onayladıktan sonra diğerlerine dönüyor.
"Mehmet sen kilitleri hallettikten sonra dışarıda kalıp gözcülük yapacaksın. Ne olursa olsun, seni kim çağırırsa çağırsın içeri girmek yok. Bu arada son kez soruyorum, dikkat çekmeden arka kapıdaki kurşun levhayı kesebileceğine emin misin? Geçen gün çok fazla ses çıkacağı için endişelendiğini söylüyordun sanki?"
"O sorunu hallettik, rahat olun." diye cevap veriyor Mehmet kendisiyle birlikte Ozan'ı göstererek. Sonra raflardan birindeki karton kutuyu indirip içinden bir cihaz çıkartıyor. "Sizin şu kayıp arkadaşınızın atölyesinde son teknoloji bir water jet buldum."
Ozan'ın kendi kendine "Aslında orası atölye değil..." gibisinden bir şeyler mırıldandığını fark ediyorum. Eğer Mehmet'in bahsettiği yer, bu odanın bağlı olduğu ufak koridordaki odalardan biriyse doğru söylüyor. Üç ay içerisinde Araf'ı baştan aşağı keşfetmek için pek çok fırsatım oldu ve arkadaki odalar atölyeden çok ardiye niteliği taşıyor gerçekten. Aras'ın ara sıra elinde görünüp sonra sırra kadem basan dosyalarını ve okuldaki atölyede kurcaladığı projelerini sakladığı asıl atölyesi burada değil. Nerede olduğunuysa ancak Tanrı bilir.
"-Kurşun plakayı water jet kullanarak keserken yaklaşık 45 desibel ses çıkacak." diye açıklama yaptığını duyuyorum Mehmet'in. "Sıradan bir klimanın bile 60 desibel ses çıkardığını düşünürsek, kimsenin duymayacağına emin olabilirsiniz."
"İyi de onu nasıl çalıştıracaksın ki?" diye soruyorum Mehmet'e. "Limanda elektrikler kesik olmayacak mı?"
Epeyce ağır görünen cihazı bana doğru sallıyor. Başta onun ne demek istediğini anlayamıyorum. Fakat sonra makinedeki bir eksiklik dikkatimi çekiyor. Prize takılmasını sağlayacak herhangi bir kablosu yok.
"Şarjla çalışıyor," diyerek aklımdan geçenleri dile getiriyor. "Bu arada iyi ki hatırlattın, gitmeden önce şunu şarja taksam iyi olacak."
Mehmet odanın köşesindeki duvarın arkasında kaybolurken yeniden Ada'ya dönüyorum. Bu kez Ozan, Mert ve Sinem'e yönelik bir konuşma yapıyor.
"İşin en zor kısmı sizde. Tabloyu bulup beraberinizde deponun farklı bölgelerinden alacağınız birkaç eserle birlikte oradan çıkmak için yalnızca yirmi dakikanız olacak. 23:05'te depodan çıkacaksınız. Anladınız mı?"
Bunu söylerken geri çekilip eliyle odanın ortasında duran tuvali işaret ediyor. Üzerinde benim çizdiğim tablonun yer aldığı tuval. Sanat fuarından alınan diğer tablonun aksine Arzu'nun imzası niteliğindeki detayları bile içeren kusursuz bir kopya bu. O detaylar sayesinde karşılarına çıkan tablonun ikinci bir kopya ya da başka bir reprodüksiyon çalışması olmadığına emin olacaklar. Belki gereksiz bir şey ama yaparken o kadar iyi vakit geçirdim ki, bunu sorgulamak aklımın ucundan bile geçmedi.
Ozan masadaki haritayı incelerken "Tamamdır, tabloyu bulup oyalanmadan çıkarız." diyerek geçiştiriyor Ada'yı. Ardından haritayı işaret ederek başka bir konuya girmeye hazırlanıyor. "Bu arada fark ettim de depoların konumu-"
"Söylediklerimi dinledin mi sen?"
Her ne kadar Ada bu soruyu sakin bir üslupla sormuş olsa da ses tonunda çağıldayan endişeyi duymamak imkansız. Hiç değilse benim için imkansız. Fakat Ozan bunu fark edememiş olacak ki başını kaldırıp şaşkın şaşkın bakıyor ona. Ada yeniden konuşmaya başladığında onun biraz daha itidalli olduğunu fark ediyorum.
"Tabloyu bulduğunuz zaman çıkmayacaksınız, Ozan." diye açıklama yapıyor tane tane. "Yirmi dakika dolar dolmaz çıkacaksınız. Tabloyu bulamasanız bile."
Ozan için endişeleniyor. Başımı öne eğip çaktırmadan tebessüm ediyorum onun bu haline. Ada duygularını dışa yansıtmayan, sakin ve durağan bir kişiliğe sahip olduğu için onun bu tarz çıkışlar yaptığı pek görülmez. Öyle ki çoğu zaman ben bile onun Ozan'a karşı bir şeyler hissedip hissetmediğinden emin olamıyorum. Fakat bu tepkisiyle birlikte artık hiçbir şüphem kalmadı diyebilirim. Ozan'ın ne düşündüğünü pek kestiremesem de onun da kafasının karıştığını görebiliyorum. Başını sallayıp Ada'yı onaylarken Mehmet'in sesi yankılanıyor arkamızda.
"Adaptörü bulamıyorum," dediğini duyuyorum duvarın arkasından çıkıp yanımıza gelirken. "Tüm atölyeye baktım, hiçbir yerde yok."
"Evinde olabilir." diyor Ozan manidar bir şekilde bana bakarak. "Gidip bir göz atalım mı, Melek?"
Ne demek istediğini anlamam zor olmuyor. Parmak izi sistemi...
Asansöre binip çatı katına doğru yol alırken Aras'la aramdaki şeyi bir kategoriye koymaya çalışıyorum. Bana karşı bir şeyler hissediyor. Tamam. Ama hislerinin ne zamandır varolduğu ya da ne kadar güçlü olduğu konusu benim için tamamen muamma. Arzu hayattayken Aras'ın bana karşı bir şeyler hissetmiş olması ihtimalini baştan eledim zaten. Aralarındaki ilişki Arzu'nun sanrılarından ibaret olsaydı Aras bunu hiç değilse bir kez olsun belirtirdi, değil mi? Dile getirmese bile en azından onunla öpüşmez, ona sarılıp uyumaz, öldükten sonra bile onun sevdiği kadın olduğunu söylemezdi. Bana olan hisleri Arzu'nun ölümünden sonra gelişmiş olmalı. Ama ne zaman?
"Melek?"
Ozan'ın sesini duyunca irkilerek başımı kaldırıyorum. Bu kadar çok tepki vermeme şaşırdıysa bile bir şey sormuyor, sessizce karşımızdaki metal kapının yanında duran minik ekranı gösteriyor bana. Üç aydır buraya gelip gitmenin verdiği alışkanlıkla elimi kaldırıp metal yüzeye bastırıyorum. Avucumun etrafında yanıp sönen minik sarı noktaların meydana getirdiği bir halka beliriyor. Birkaç saniye sonra noktaların yeşile dönerek durduğunu fark ediyorum. Ardından kilitlerin açıldığını gösteren bir çat sesiyle birlikte ekran kararıyor.
Ozan evin içinde adaptörü ararken devasa terasa çıkıp manzarayı izliyorum ben de. Uzaklarda güneş ışınlarıyla parlayan göle, sol çaprazında zar zor seçilen köy evlerine, uçsuz bucaksız ormanın bir ucunda uzanan derin uçuruma ve ağaçların gökyüzüyle buluştuğu ufuk çizgisinde beliren kara bulutlara bakıyorum. Çok geçmeden Ozan da elinde bir kabloyla birlikte yanıma gelip kolunu terasın korkuluklarına yaslayarak manzarayı izlemeye başlıyor. Birkaç saat sonra nasıl sonuçlanacağını hiçbirimizin bilmediği bir tehlikeye atılacak olmanın verdiği dinginlikle, içimi kemiren sorulardan birini serbest bırakıyorum.
"O iyi, değil mi?"
"Endişelenme," diyor bakışlarını yaklaşan yağmur bulutlarından ayırmadan. "Aras'ın her zaman en kötü ihtimal için yaptığı ayrı bir planı bulunur."
Çığlık atarak onu sarsmak istiyorum. Sadece Ozan'ı değil, Aras'ın etten kemikten bir insan olduğunu gözardı eden herkesi sarsmak istiyorum. Gerçekten onun belalardan sıyrılma yeteneğine bu kadar çok mu güveniyorlar? Yoksa sadece işlerine geldiği için mi kendilerini buna inandırıyorlar?
"Umarım haklı çıkarsın." diyorum Ozan'a ters ters. Çünkü eğer haklı çıkmazsan, Aras'ın yokluğunda hayatına rahatça devam eden ve endişelerimi ciddiye almayan herkesin burnundan fitil fitil getireceğim.
"Eğer çok tehlikeli bir yere gidecek olsaydı, tek başına giderdi." diyor Ozan beni rahatlatmaya çalışarak. "Hem bana kalırsa çok yakında dönec-"
Cümlesini tamamlanmasına izin vermeden lafa dalıyorum. "Ne demek tek başına giderdi?"
Ozan bana şaşkın şaşkın bakmakla yetiniyor. Kendini baskı altında hissetmesi için bir elimi belime koyup büsbütün göz hapsine alıyorum onu. İşe yarıyor. Lafı kıvırma ve yalan söyleme konusunda pek parlak değil anlaşılan.
"Ertuğrul Amca da uzun zamandır ortada yok, belki onunla gitmiştir diye düşünmüştüm..."
Gözlerimi kısıp dikkatle inceliyorum onu. Söyledikleri yalan değil. Fakat, eksik.
"Başka kim?" diyorum Ozan'ın üstüne gitmeye devam ederek. "Başka kim uzun zamandır ortada yok?"
Onun bocalayıp durmasına bakılırsa bu, benim de tanıdığım bir kişi olmalı. Farkına vardığım bu gerçekle birlikte Ozan'ı boşverip zihnimi zorlamaya başlıyorum. Sanat fuarından bu yana hayatımda kim eksik? Sessizlikle geçen birkaç saniyenin ardından, cevap bir tokat gibi çarpıyor yüzüme. Zihnimde beliren ismi fısıldarken hayal kırıklığım sesimde dans ediyor.
"Elfida..."
Arzu'nun öldürülmesiyle bu kadar ilgili olmasına rağmen, Aras gittiği günden beri onu hiç görmedim. Normal koşullarda hayatımın bir parçası olmadığı için eksikliğini hissetmesem de, Elfida uzun zamandır ortalarda yok gerçekten. Ben burada endişeden çıldırmak üzereyken onun aylardır Aras'la birlikte olması fikri öyle saçma geliyor ki, idrak etmekte zorlanıyorum.
"Elfida'nın buraya gelip gitmemesi onun Aras'ın yanında olduğunu göstermez." diyerek savunmaya geçiyor Ozan. "Zaten normalde de sadece Aras'la yakındı, o yokken neden buraya gelmeye devam etsin ki?"
Demek Elfida sadece Aras'la yakındı... Aptal bir gülüş fırlıyor dudaklarımdan. Birkaç saat sonra Pendik Limanı'na soyguna gideceğiz ama ben burada oturmuş düzenbaz pisliğin teki için endişe nöbetleri geçiriyorum. Aferin bana. Acaba bu salaklıkla daha ne kadar hayatta kalabileceğim?
Kollarımı göğsümde kavuşturup yüzümde inanamıyormuş gibi bir tebessümle eve doğru yürümeye başlıyorum. Acaba günün birinde aklımın başına geldiğini görebilecek miyim? Bilemiyorum...
Ama şunu çok iyi biliyorum ki, tüm bu aptal yerine konuşlarımın hesabını soracağım. Bir kez olsun haber vermeye tenezzül etmediği için endişe içinde geçirdiğim ayların bedelini ödeyecek Aras. Çünkü sadece gitmek değiştirmez insanı. Giden kadar bekleyen de değişir. Ve döndüğü zaman o da görecek ki, yollar kadar hasret de insanı başkalaştırır.
✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧
"Ey sen, bu toprakların insanı, dehşet, çukur ve tuzak seni bekliyor. Öyle olacak ki, dehşetin sesinden kaçan çukura düşecek, çukurdan çıkan tuzağa yakalanacak. Çünkü yükseklerdeki suların bentleri açılacak, ülke temellerinden sarsılacak. Yer yarıldıkça yarılıyor, sarsıldıkça sarsılıyor, bocaladıkça bocalıyor. Ülke bir sarhoş gibi yalpaladıkça yalpalıyor. Bekçi kulubesi gibi bir o yana bir bu yana sallanıyor. Suçunun ağırlığı altında çöküyor ve bir daha ayağa kalkamayacak."
(İşaya 24:17-20)
-*-
OZAN
"İbrahim ve ben bir ucu göğe, diğer ucu yeraltının içine uzanan iki gövdeli bir ağaç gibiydik, çocuk." diye söze girdi dedem. "Gövdelerimiz farklı olsa da kökümüz aynıydı. Tıpkı sen ve İbrahim'in torunu gibi."
İşte bu konuda yanılıyor. Aras dedesinin varisi olmayı reddetmeyerek o ağacın göğe uzanan gövdesi olmayı kabul etse de, benim yeraltına inmeye niyetim yoktu. Aslında onun da neden böyle bir şey yaptığını anlayamamıştım. Aniden fikrini değiştirip başına bela almaya karar verdiği ana kadar, reddi miras için gün sayıyordu o da. Sırf babasına inat olsun diye böyle bir işe kalkıştığını hiç sanmıyordum.
Onun bu ani karar değişikliğinin sebebini elbette ki öğrenememiştim. Çünkü hayatındaki çoğu insana yaptığından farklı olarak Aras bana yalan söylemez, doğruyu söyleyemediği durumlarda sessiz kalmakla yetinirdi. Ya da belki de, gerçekten çok iyi yalan söylüyordu. Puşt herif.
"Bak, pembe panjurlu eküri hayallerini yıkmak istemem ama İbrahim Amca seninle bırak tek bir ağaç olmayı, aynı ormanda bile yer almazdı. Senin en erotik rüyalarında bile göremeyeceğin kadar dürüst bir hayatı vardı adamın."
"Hah!" diyerek burun kıvırıp bastonuna dayanarak arkasını döndü dedem. "İbrahim hayatında görebileceğin en iyi yalancıydı, çocuk. Tabi, damadından sonra..."
"Ve torunundan sonra." diye ekledim. "Ama benden İbrahim Amca'yla seni aynı kefeye koymamı bekleme, ihtiyar. Çünkü senin ellerinde kan var."
İbrahim Saral'ın onun gibi bir cani olmadığını anlatmaya çalışıyordum. Fakat dedemin ısrarla göremediği şey, yalan söylemekle adam öldürmenin birbiriyle kıyaslanamayacağı gerçeğiydi. Bunak beyninde kurduğu sürreal bağlamlardan kopmak istemiyordu anlaşılan. Bense bu anlamsız sohbeti kısa kesip onu tımarhanesinde yalnız bırakmak için sabırsızlanıyordum. O yüzden yeniden konuşmaya başladığında homurdanmadan edemedim.
"Söyle bakalım, İbrahim hangi sektörde iş yapıyordu?"
Dedemin soru cevap yöntemiyle kendini haklı çıkarma seanslarından birine girmiştik. Neyse ki süreç çok basit işliyordu. Soru sor. Aldığın cevabın seni haklı çıkarıp çıkarmadığını kontrol et. Çıkarmıyor mu? Öyleyse tekrar soru sor. Ta ki, karşı taraf senden bıkıp istediğin cevabı verinceye dek. Bense ilk soruda pes etmeyi, dedemi en az hasarla atlatmak olarak görüyordum. O yüzden hiç uzatmadan cevap verdim ona.
"Savunma sanayii."
"Ne üretiyorlar peki?"
"Ne bileyim, çatal bıçak seti değildir herhalde." Dedemin yüzündeki inatçı ifadeyi görünce iç çekerek ekledim. "Füze? Silah? Bomba? Cahillerin kafasına atmak için satranç takımı?"
Dedem esprime gülmemişti bile. Koltuğuna yerleşip camdan dışarıyı izlemeye başladı sessizce. Bu esnada farkında olmadan ben de koltuklardan birine oturmuştum.
"Anlamıyorsun, çocuk." diye söylendi yine yüzüme bakmadan. "Merkezinde bulunduğun işi sokaktaki bir insanmış gibi değerlendiriyorsun. Ama değilsin. Olduğun yeri kabullendiğin zaman merkezde siyah ya da beyaz diye bir şey olmadığını anlayacaksın. Göreceksin, tek rengin gri olduğunu sen de göreceksin."
"Sembolizmi bir kenara bırakıp açık konuşursan, şimdi de görebileceğime eminim."
Aramızda kısa bir sessizlik oluştu. Bu esnada Dündar Bayraktar parmaklarını yanındaki sehpada duran kitabın üzerinde gezdirmeye başlamıştı. Bana bir şeyler anlatsa bile onu anlamayacağımı bilmenin çaresizliği vardı üzerinde. Haksız değildi. Sahiden de onu anlamayacaktım, empati kurmak her zaman iyi bir sonuca yol açmazdı. Hele ki dedem gibi bir adamı anlamaya çalışmak... Karanlığa bakmaktan farkı yoktu bunun.
"Devlet eliyle yürütülen her iş kanunlara uygun, eksiksiz ve belgelendirilerek yapılır." diye söze girdi ihtiyar. Sözlerine kahkahalarla gülüp 'Eğer bahsettiğin devlet Wonderland Hükümeti ise neden olmasın?' dememek için kendimi zor tutmuştum. "Tabi, söz konusu iş, resmi bir işse..."
Ve çok da iyi yapmıştım. Zira ikinci cümlesi onun henüz bunamadığını kanıtlamaya yetiyordu.
"Her devletin resmi olduğu kadar gayriresmi işleri de olduğunu ve silah lafının geçtiği her meselenin bir görünen, bir de görünmeyen yüzü bulunduğunu unutma, çocuk." deyiverdi bir çırpıda. "İbrahim'e işadamı, bana ise kabadayı diyorsun ve bir noktada haklısın da. Ama sadece tek bir noktada. Geri kalan noktaların tümünde, o da ben de silah tüccarından başka bir şey değiliz. Yalnızca, birimiz meselenin resmi yanında, diğerimizse kanunların ulaşamadığı gayriresmi yanında yer alıyoruz. Tıpkı bir ucu göğe, diğer ucu yeraltının derinliklerine uzanan iki gövdeli bir ağaç gibi."
"Sen ne saçmalıyorsun?" derken buraya gelmekle hata yaptığımı çoktan anlamıştım. "Doğru mu anladım? İbrahim Amca ve sen ortak mıydınız?"
"Hayır, kastettiğim bu değildi." diyerek anlayışla gülümsedi dedem. "Çok toysun, oğlum. Annenle baban seni hiç örselemeden, omzuna sorumluluk yüklemeden, ayağın taşa bile değmeden yetiştirdi. Şu an istesen de söylemek istediklerimi anlayamazsın. Diyelim ki anladın, bu sefer de yargılamadan duramazsın. O yüzden şimdi git, hayatına bak. Nasılsa iki farklı doğru arasında seçim yapmak zorunda kaldığın zaman, sen de dünyada siyah ve beyaz diye bir şeyin olmadığını göreceksin. Tek dileğim, bunun ben hayattayken gerçekleşmesi."
Bu sefer hiçbir şey söylemeden kuşkuyla süzdüm onu. Oysa ilginç bir şey dememişti, her zamanki gibi beylik laflar edip duruyordu yine. Fakat ışığı bile yutan simsiyah gözbebeklerinde gördüğüm ifade hoşuma gitmemişti. Bildiği, beklediği bir şeyler vardı sanki. Onun sırf istediğini yaptırabilmek için başıma bir iş açmasından çekinmiyor değildim. Kötü adamlar hep böyle yapmaz mıydı zaten? Yanlarına aldıkları adamları tez elden bir şekilde suça ortak edip bataklıktan kaçmalarının önüne geçmezler miydi?
Gerçi Dündar Bayraktar onun adamı olmamı istememişti ki hiçbir zaman. O benden, öldüğünde işlerinin başına geçecek bir varis olmamı bekliyordu. Bir insanı zorla hizmetkar yapmak mümkün olsa da zorla başa geçirmenin imkansız olduğunu o da biliyor olmalıydı. Son nefesini verdiği dakika, önce Efe'yi Aras'a emanet eder, ardından da tek darbeyle yıkardım bana miras bıraktığı krallığı. Tüm mal varlığı milli hazineye devredilir, giderken elime anahtarlarını bıraktığı tüm gizli kasaları savcıların oyun parkuru haline gelirdi. Sadece onun imparatorluğunun değil, deşifre olan gizli bağlantılarının tümünün sonunu getirirdim. Kopacak kıyameti düşünemiyordum bile. Ama beni mecbur bırakırsa, hiç düşünmeden üflerdim Sûr'u. Kardeşim güvende olduğu müddetçe kopacak kıyamet umurumda bile olmazdı.
Salonun kapısı açıldığında düşüncelerim yarım kaldı. Elinde bir kahve tepsisiyle eşikte beliren genç kıza baktım dalgın dalgın. Sahiden de hiç düşünmeden dünyanın sonunu getirebilir miydim? Ada'nın gözleri öylesine yeşildi ki, aklımı başıma getirebileceğimden bile emin değildim artık.
✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧
"Hangi göğün mavisi?
Aşağıdakinin mi? Yukardakinin mi?"
-Paul Celan - Ellerin Zamanlarla Dolu
-*-
00:13:27
Arkana bakma.
...
00:13:32
Koş, Melek. Koşmaya devam et.
00:13:45
...
Eğer depoya vaktinde varamazsan, herkesin başı belaya girecek.
00:13:54
...
Motivasyon dolu iç sesimle minik deponun önüne vardığımda başımı eğip kronometreye göz atıyorum bir kez daha. 00:13:57. Geç kaldım. Bir dakika sonra limandaki tüm elektrik kesilmiş olacak ve ben yangını başlatacağım yere bile yeni geldim. Arızalı ciğerlerime lanet ederek sırt çantamı açıp bir buçuk litrelik dört şişeye doldurduğum benzinleri kucaklıyorum. Umarım elektrik kesilir kesilmez depoya girmeye çalışmazlar.
00:14:28
Deponun tahtadan yapılma duvarlarına tüm benzini boca ediyorum. Yeterli değil ama bundan fazlasını taşımaya çalışsaydım aradaki yolu çok daha uzun sürede alırdım. Zira Ada'nın dediği gibi, aradaki bir buçuk kilometre gerçekten de düz bir patikadan ibaret değildi. Liman işçilerinin etrafa bıraktığı konteynerlar araziyi devasa bir labirent haline getirmişti. Buraya gelmeye çalışırken defalarca kez yolumu kaybedip konteynerlerın yarattığı çıkmaz sokaklara dalmıştım.
00:14:45
Geri çekilip cebimdeki çakmağı alıyorum elime. Birkaç saniye içerisinde elektriklerin kesileceğine eminim. Eğer diğerleri elektrik kesintisiyle birlikte depoya girmeye çalışırlarsa ben dikkatleri buraya çekemeden harekete geçmiş olurlar. Eğer bir kişi bile Saatchi'nin deposunun soyulduğunu vaktinden önce fark ederse, hiçbir yangın insanların dikkatini ana depodan almaya yetmez. O yüzden hiç düşünmeden yaktığım çakmağı fırlatıyorum depoya doğru. Alevler belirmeye başladığı anda birden etraf karanlığa gömülüyor.
00:15:00
Ve mutlak sessizlik...
Tüm makinelerin durmasıyla birlikte limanda derin bir sükunet meydana geliyor. Yalnızca birkaç saniyeliğine. Çok uzun sürmeyeceğini bildiğim için hiç beklemeden arkamı dönüp harekete geçiyorum. Fakat çok geçmeden, en az sessizlik kadar korkunç bir feryat kopuyor ardımda. Sanki... Depodan geliyor? Boğazla aramda dikilen devasa duvara yönelmişken birden durup kanımı donduran bu sese kulak veriyorum. Allahım, lütfen yanlış duymuş olayım!
"Yardım edin!"
Ne yazık ki, tam da düşündüğüm yerden geliyor bu ses. Acele etmeye çalışırken içinde bir insan bulunuyor olabileceğini akıl edemediğim saman deposundan bir yardım çığlığı yükseliyor.
Bir an bile düşünmeden öne atılıp deponun kapısına doğru koşmaya başlıyorum. Tahta kapı çekmemle birlikte zahmetsizce açılıyor. İçerideki manzarayı görünce mahsur kalan adamın neden dışarı çıkamadığını anlıyorum. Panikle dışarı çıkmaya çalışırken saman balyalarının dayalı olduğu tahta kolonlardan birine çarpmış olmalı. Üst üste dizili suntaların ağırlığı altında ezilmemeye çalışsa da onun çok fazla dayanamayacağını fark ediyorum. Ne yazık ki adam bulunduğu konumdan ayrılmaya çalıştığı an, tahta duvarların arasından sızan alevlerle tutuşmuş balyaları taşıyan suntalar üzerine devrilmeye başlayacak.
"Sakın kıpırdama!" diye bağırıyorum adama doğru ilerlemeye çalışırken. "Yanına geliyorum, kımıldama!"
Kapıdan uzaklaştıkça ortamdaki oksijen hızla azalmaya başlıyor. Tişörtümün yakasını burnumun üzerine çekerek can havliyle maske yapmaya çalışıyorum kendime. Tam adama elimi uzatmışken tepeden bir çatırtı sesi yükseliyor. Geriye sıçrayarak deponun çatısından kopan bir tahta blokun altında ezilmekten son anda kurtuluyorum.
"Yardım et bana!" diye bağırıyor yeniden adam. "Yalvarırım kurtar beni!"
Geriye doğru yaptığım hamleyi onu burada bırakacağıma yormuş olmalı. Başımı kararlı bir şekilde sallayarak yerde yanan blokların üzerinden atlıyorum bu kez. Adamın yanına ulaştığımda tişörtümün yakasını yüzümden çekmeden konuşmaya çalışıyorum.
"Suntanın ağırlığını bana verip çık oradan!" dediğimde başını sallıyor. "Sen tahtaları tutarken de ben çıkacağım. Kurtulacağız, merak etme!"
Tahta suntaları altına girmeden, sadece elimle tutarak taşımam olanaksız. Fakat adam bunu yapabilir. O yüzden önce onun çıkması gerek yükün altından. Bana yeniden başını salladığında eğilip yükün altına girip adamın çıkmasına izin veriyorum. Şiddetli bir öksürük nöbetine tutulmuş vaziyette yükü omuzlarıma bırakıyor. Bir an için ağırlıktan dizlerimin bağı çözülür gibi olsa da yıkılmamayı başarıyorum.
Adam kendini kurtardığında nefesimi tutup beni yükün altından çıkarmasını bekliyorum çaresizce. Onun arkasına bile bakmadan çıkışa yöneldiğini gördüğümdeyse dehşetten nutkum tutuluyor.
"Nereye?!" diye bağırıyorum tökezleyerek alevlerin diğer tarafında kaybolan adama. "Yardım et bana!"
Dışarıdaki insanlara sesini duyurmaya çalıştığı için muhtemelen beni duymuyor bile. Adamın giderek uzaklaşan yardım nidaları arasında buz kestiğimi hissediyorum. Hayır, şu anda oturup kendime acıyarak vakit kaybedemem! Zira ciğerlerim giderek isyan bayrağını çekmenin eşiğine yaklaşıyor ve eğer buradan çıkmanın bir yolunu bulamazsam Pendik Limanı bana mezar olacak.
Arkamda korkunç bir gürültü koptuğunda deponun duvarlarından birinin çöktüğünü fark ediyorum. Tavanı üzerimde tutan diğer üç duvarın çökmesi de an meselesi gibi görünüyor. Tüm enkazın üzerime devrilmesi riskini göze alarak gücümü tüketen yükün altından çekilmek zorundayım. Eğer şanslıysam ağır suntalardan biri boynumu kırmadan çıkmayı başarırım buradan.
Nefesimi tutup üçe kadar sayıyor ve aniden arkaya doğru atıyorum kendimi. Altında ezilmeme ramak kalan suntalar büyük bir gürültüyle devrilmeye başlıyor. Selden kurtulmaya çalışan bir karınca gibi sağa sola hamle yapıyorum çaresizce. Fakat tam suntalardan kurtulduğuma sevinirken tavandan kopan talihsiz bir tahta blok acımasızca sırtıma inip yere yapıştırıyor beni. Acıyla çığlık atarken iki büklüm olup tişörtümün arkasını tutuşturan, göremesem bile varlığını hissettiğim alevlerden kurtulmaya çalışıyorum.
Tam kurtulmuşken burada bir böcek gibi ölüp gitmeye niyetim yok. Dışarıdan yükselen bağırışlara kulaklarımı tıkayıp toprak zeminde sürünmeye başlıyorum. İnsanların deponun ön kapısına biriktiğini tahmin etmek zor değil. Oysa ön kapıyla aramdaki tüm bağlantı çoktan kesildi bile. Bir yardım umuduyla imkansızı zorlamaktansa tek başıma arka kapıdan çıkmayı denemek zorundayım.
Titreyen dizlerimin üzerinde durmayı başardığım anda tavanın diğer yarısı büyük bir gürültüyle çökmeye başlıyor. Gözyaşı ve toprak içinde kalan yüzümü elimin tersiyle silip ilerlemeye zorluyorum kendimi.
Şu anda hayatımın en büyük savaşını verdiğimi söylesem abartmış olmam herhalde. Sırtım cayır cayır yanarken ve kollarımı hareket ettirmek bile omzuma bıçaklar saplarken tökezleyerek duvara doğru emeklemeye başlıyorum. Yaptığım her hamleyle birlikte tüm vücudum ağrıyla kaskatı kesiliyor. Katettiğim her santime normal koşullarda asla kaldıramayacağım vahşi bir acı eşlik ediyor.
Mantıklı düşünmemin önüne geçen şey, tam olarak bu vahşi acı işte. Yüksek adrenalin sayesinde gücümü toplayıp sürünerek duvarın diğer tarafına geçiyorum. Gözlerime çarpan boğazın masmavi suları bir anlığına beni durdursa da acı baskın geliyor. Kıyıyla aramda yirmi metre kadar bir mesafe var. Limana yaklaşan gemilerin sağır edici gürültüsü altında düşünmeden harekete geçiyorum. Cayır cayır yandığım sanrısına kapılmış vaziyette bir panik koşusu tutturuyorum kıyıya doğru. Sonuçta, yanan bir insanı sudan başka ne kurtarabilir ki?
Derimi çoktan küle çevirdiğini tahmin ettiğim alevler sırtımı yakmaya devam ederken fiziksel yorgunluğumu hissetmiyorum bile. Olmayan enerjimi gelecekten borç alarak dehşetle aşıyorum aradaki mesafeyi. Şu an ne tablo, ne yükselen bağırışlar, ne de mantıkla bezeli herhangi bir fikir çekmiyor ilgimi. Suyun iyileştirici ferahlığına ulaşmaktan başka bir şey düşünemiyorum. Sanki kıyıya yaklaştıkça bağırış çağırış sesleri giderek yükseliyor, yükseliyor, yükseliyor ve...
Birden sona eriyor.
Bedenim suyla buluştuğunda tüm o acıyı, kargaşayı ve kıyameti arkamda bırakıyorum. Huzur verici, sonsuz bir mavilik sarıyor her yanımı. Boğazın suları, alevlerin yarım bıraktığı işi tamamlamanın hevesiyle ciğerlerime hücum ediyor. Saçlarımın tel tel suyun içinde dalgalandığını, çürümeye terk edilmiş balık ağlarının bacaklarıma dolandığını hissediyorum.
Öyle güzel bir his ki bu...
Cennete çıkabilmek için önce cehennemin en dibine inmek zorundayız demişti bana. Fakat biliyorum ki, artık sonu yok bu inişin. Suyun içinde çaresizce çırpınırken karanlık dokunuyor tenime. Gökteki yıldızlardan, gecenin lacivert tonlarından, içimde bir yerlerde asla gelmeyeceğini hep bir parça bildiğim o güzel geleceğe dair umutlarımdan sessizce uzaklaşıyorum.
Oysa bu akşam, buraya beni bir bataklıkta boğulmaya mahkum eden o iplerden kurtulabilmek için gelmiştim. Arzu'dan ve bana miras bıraktığı cehennemden kurtuluş günüm olacaktı bugün. Şimdiyse boğazın derinliklerinde, çürümeye yüz tutmuş balık ağlarından kurtulmak için çırpınıyor ve çırpındıkça daha da dibe batıyorum. Kurtulmaya çalıştığım kaderin birebir şekilde karşıma çıkmış olması çok garip değil mi? Belki de değil. Belki de karanlıkta başlayan hikayelerin karanlıkta son bulacağını bilmem gerekirdi. Neyse ki bunun artık çok da bir önemi yok.
Üzüldüğüm tek nokta, onu son bir kez göremeden ölecek oluşum. Döndüğü zaman karşılaştığımızda neler olacağıyla ilgili o kadar çok hayal kurdum, o kadar çok ihtimale ağladım ki, böyle bir karşılaşmanın hiç gerçekleşmeyebileceği aklıma bile gelmemişti. Eğer bilseydim, hiç değilse kolyemi de takardım buraya gelirken. Her halükarda göreceğim son şey sonsuz bir mavilik olacaktı ancak ben bir unutmabeni çiçeğinin mavisini boğazın maviliklerine tercih ederdim.
Sırf pes etmiş olmamak için yeniden asılıyorum çürük ağlara. Birkaç ip parçası koparak suyun içinde dans etmeye başlıyor. Onları koparabildiğimi görünce içimde inceden bir umut yeşeriyor. Ciğerlerimdeki isyan cümbüşünü görmezden gelip ağların arasında bir yol yaratmaya çalışıyorum. Onlardan kurtulduktan sonra tek yapmam gereken şey hareketsiz kalmak olacak. Çırpınmadığım müddetçe yüzme bilmiyor oluşumun sorun yaratmayacağını, tuzlu suyun beni yüzeye taşıyacağını biliyorum.
Fakat her zamanki gibi ciğerlerim oyunu bozuyor. Gözlerimin önü tıpkı bozuk bir televizyon gibi bir kararıp bir netleşmeye başlarken daha fazla dayanamayacağımı anlıyorum. Son çığlıklarımı atıyorum canhıraş bir şekilde. Ciğerlerimdeki son hava kırıntıları suyla buluştuğunda köpüklere benzeyen kabarcıklar meydana getiriyor. Küçük deniz kızının cansız bedeninin bu kabarcıklardan birine dönüşüp dönüşmediğini merak ederken buluyorum kendimi. Ve iplere dolanan parmaklarım giderek gevşerken dünyanın en güzel mavisi doluyor gözlerime. Yıldızlı bir akşamın laciverte çalan o koyu mavisi. Aras'ın gözleri.
Onun nereden, nasıl geldiğine, gerçek olup olmadığına dair hiçbir fikrim yok. Tıpkı üç sene evvel, akşama yüz tutmuş bir alacakaranlıkta olduğu gibi birdenbire beliriveriyor karşımda. Mavisi boğazın en derin sularından bile koyu olan o güzel gözlerine bakarken, onu ne kadar özlediğimden başka hiçbir şey düşünemiyorum. Gerçek olabilir mi? Yoksa küçük deniz kızının yakamoza dönüşmüş hayallerinden biri mi bu? Galiba bunların da bir önemi yok. Zira üç yıl önce olduğu gibi bugün de, onun gözlerine bakarken anlamını yitiriyor her şey.
Aras'ın vücuduma dolanan ağlarla verdiği savaşı izlerken kollarımın halsizce iki yana düştüğünü hissediyorum. Öfkeyle iki yana sallıyor başını, ardından iplere öyle bir asılıyor ki kopan parçalar konfeti gibi dağılıyor suya. Sonra görüntüler kesikli bir forma bürünmeye başlıyor, ölümün maviliklerin arasından bize doğru yüzdüğünü görüyorum.
Siyah panterin masmavi suda bile maviliğini belli eden gözleri kanımı donduruyor. Bir yabancının, belki de asla yazılmayacak bir hikayenin kahramanına ait bu gözler. Yıllar sonrasına ait. Korkuyla hala ağları koparmaya çalışan Aras'ı uyarmaya çalışıyorum fakat beni duymuyor bile. Panterin ona doğru atıldığını gördüğümde attığım çığlık suyun içinde hava kabarcıklarına dönüşüyor. Kırılan kemik seslerinin çığlıklarımla birleşerek yarattığı vahşet senfonisini duyuyorum.
Ölmeden önce son gördüğüm şey, boğazın kan kırmızı suları oluyor.
✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧
"Fenikelileri örnek alıp yolunu yıldızlara göre ayarlıyordun demek dostum?"
"Hayır." dedi Menippos: "Benim yolculuğum yıldızların kendisineydi."
-Jean Baudrillard, Kusursuz Cinayet
-*-
Ne cennet, ne cehennem.
Eğer öldüğümde bir deniz köpüğüne dönüşemeyeceksem, arafta sıkışıp kalmak isterim ben. Çünkü ahiretin her iki ucunda da huzur bulamayacağım ortada. Ne babamın bulunduğu cehennemde yanacak gücüm, ne de doğmamış bebeğiyle birlikte sevdiği adamın gelmesini bekleyen Arzu'nun bulunduğu cennete gidecek yüzüm var.
Hele ki, ben de aynı adamın gelmesini bekliyorken.
Göğsümdeki basıncın giderek arttığını, hayli zedelenmiş kaburga kemiklerime bıçak gibi saplandığını hissediyorum. Ardından basınç birden yer değiştirip dudaklarıma yöneliyor ve birileri kendi nefesini üflüyor ciğerlerime. Bir an sonra yuttuğum bütün su boğazımdan yukarı tırmanmaya başlıyor. Boğulmamak için öksürerek doğrulmaya çalışırken bana destek olan kollara tutunuyorum minnetle. Nihayet nefes almaya başladığımdaysa tutunduğum kolların sahibi kendine doğru çekiyor beni. Bir yabancının kucağında olduğumu fark edince duyduğum tüm minnetin dehşete dönüşmesi uzun sürmüyor.
Çığlık atarak çırpınmaya başlarken birinin kulağıma doğru eğildiğini hissediyorum. Bir an sonra duyduğum sesle birlikte hareketlerim bıçak gibi kesiliyor.
"Benim, Melek." dediğini duyuyorum onun. Başını saçlarıma gömüp dua eder gibi fısıldıyor. "Döndüm, sevgilim."
Hiçbir tepki veremiyorum. Beni hasretle göğsüne bastırırken nefes bile alamıyorum sanki. Gerçek olabilir mi? Gerçekten dönmüş olabilir mi? Onu bir daha asla görememe ihtimaliyle geçirdiğim aylardan sonra beni hasretle göğsüne bastıran bu adamın gerçekten var olduğuna inanamıyorum bir türlü. Gözlerini görmem lazım, gözlerindeki yıldızlarla dolu geceyi görmeden döndüğüne inanamam.
Boynumdaki elini tutarak omzuna yaslanmış başımı geri çekmeye çalışıyorum. Ne yapmaya çalıştığımı anlamış olacak ki, saçlarıma gömdüğü başını kaldırıyor isteksiz bir tavırla. Ardından hafifçe geri çekilip yüzünü görmeme izin veriyor. Onun az ötemde duran masmavi gözlerine bakarken kalbim göğsümden çıkacakmış gibi atmaya başladığını hissediyorum.
Değişmiş. Bir parça karanlık çökmüş üzerine... Fakat yıldızlarla dolu gözlerinde ışıl ışıl bir ateş yanıyor her zamanki gibi. Bazı insanlar böyledir işte. Hiçbir amaca ruhunu adayamamış mutsuz milyonların griye boyadığı kalabalıklarda, hayattaki tüm karanlığa, tüm adaletsizliğe, tüm geri dönüşü olmayan yıkımlara rağmen büyüleyici bir tutkunun ateşini taşırlar. Ve bu ateş tıpkı üç yıl önce olduğu gibi, şimdi de kör ediyor benim gözlerimi.
"Aras?"
Sesimi duyduğunda hafifçe tebessüm ediyor. Bense gerçekliğinden emin olmaya çalışır gibi bir elimi kaldırıp ona doğru uzatıyorum. Yeni çıkmaya başlayan sakalları parmak uçlarıma batıyor, kuzgun karası saçlarından damlayan sular dökülüyor üzerime. Sol kaşının biraz üzerindeki belli belirsiz yara izini okşarken buluyorum kendimi. Bakışlarında beliren bir parça şaşkınlığın ardından duyamadığım bir şeyler mırıldanarak gözlerini kapatıyor Aras. Hıçkırarak ağlamaya başlamadan hemen önce dudaklarımdan bir isyanın dökülmesine engel olamıyorum.
"Neredeydin?"
Kendine çekip yanaklarımdaki gözyaşlarından öpüyor beni. Sonra gözlerimden, alnımdan, saçlarımdan, ruhumdan. Çektiğim tüm fiziksel acıya rağmen kollarımı gövdesine sarıp, kendimi bedeninin içinden geçmeye çalışırken buluyorum. Onun tüm bu tepkilerime şaşırması içimdeki öfkeyi uyandırıyor. Özlenmediğini mi düşünüyordu gerçekten? Ne hakla? Tırnaklarımı sırtına geçirdiğimde saçlarımı okşayarak beni sakinleştirmeye çalışıyor.
"Bu sondu, Melek." dediğini duyuyorum Aras'ın. "Artık ölsem bile bırakmam seni."
Ölümden bahsetmesi aylardır kabusum olan endişelerimi gün yüzüne çıkarıyor tekrar. Başımı boynundaki çukura gömerken kendimi tutamayıp hıçkırarak ağlamaya başlıyorum yeniden. Cevap olarak o da başını saçlarıma gömüp daha sıkı sarılıyor bana. Saniyeler ilerlerken kaburgalarımdaki acının giderek arttığını hissediyorum. Kaburgalarımın canı cehenneme.
İçimde kollarımı onun boynuna dolamaya yönelik amansız bir istek beliriyor. Ancak bunu denediğim an beni bile şaşırtacak kadar acı dolu bir çığlık fırlıyor dudaklarımdan. Onun birden geri çekildiğini fark ediyorum. Ellerini omuzlarıma koyup gözlerinde endişeli bakışlarla bana bakıyor.
"Yaralı mısın sen?"
Hissettiğim acı katlanarak büyürken aklıma depoda sırtıma düşen alev almış koca kalas geliyor. Evet, lanet olsun ki yaralıyım. Üstelik şimdi vücudumdaki adrenalin normale dönmeye başlarken, gözardı edemeyeceğim kadar ciddi bir acı kaplıyor her yanımı. Ağzımı açarsam tekrar çığlık atacağımı bildiğim için başımı sallayarak onaylıyorum onu. Aras kafası karışmış bir halde son derece sağlam görünen vücudumu incelemeye başlıyor. Bunun üzerine bir itiraz sesi çıkartarak arkamı dönmeye çalışıyorum.
"Omzundan mı yaralısın?" diyor beni belimden kavrayıp çevirirken. "Balık ağları mı kesti yoks-"
Sırtımı gördüğü zaman cümlesi yarıda kesiliyor. Onu bu kadar endişelendiren şeyi merak ederek başımı çevirip sırtıma bakmaya çalışıyorum ben de. Fakat bunu denediğim anda kaburgalarıma saplanan keskin sızı gözlerimin önünün kararmasına sebep oluyor. En sonunda pes edip Aras'a sormaya karar veriyorum.
"Ç-çok mu kötü?"
"Hayır güzelim, değil." diye cevap veriyor bana. Oysa hissettiğim acının şiddeti tam tersini söylüyor. "Ama yine de karaya çıkıp bir hastaneye gitsek iyi olacak."
Onun karaya çıkmaktan bahsetmesi kafamı karıştırıyor. Zaten karada değil miyiz? Etrafıma bakıyorum şaşkın şaşkın. Aras sırtımdaki yaralı bölgeye dokunmamaya çalışarak beni kucağına aldığında küçük bir teknede olduğumuzu fark ediyorum. Beni kurtardıktan sonra yüzerek buraya getirmiş olmalı. İyi ki öyle yapmış. Zira kıyıda şanımın çoktan yayıldığına eminim. Kıyıdaki onca gemi ve teknenin içinde muhakkak birileri benim denize atladığımı görmüştür.
Aras ayağa kalktığında kıyıdaki manzara büsbütün seriliyor gözlerimin önüne. Yarattığım kargaşa karşısında dehşetle nefesimi tutmaktan başka bir şey yapamıyorum. Limandan aralıksız gelen kesikli siren seslerinin yanı sıra yanan deponun bulunduğu bölgeden dumanlar yükseliyor hala. İnsanların oradan oraya koşuşturduğunu, eli silahlı adamların ortalıkta gezindiğini fark ediyorum. İşin ilginç yanı şu ki, silahlı adamlardan hiçbiri üniformalı değil. Polislerin çoktan gelmiş olması gerekmez miydi?
Kaptan köşküne girdiğimizde hiç durmadan anons geçildiğini duyuyorum. Aras beni sarsmamaya çalışarak koltuğun üzerine bırakıp çekmeceden telefonunu çıkarıyor. Sırtımdaki korkunç acıyı düşünmemek için başka şeylere kafa yormaya çalışıyorum çaresizce. Sahi, o buraya nasıl geldi acaba? Telefonun yerini bile bildiğini düşünürsek, bu tekne ya onun ya da tanıdığı birinin olmalı. Limana direkt deniz yoluyla geldiğine göre soygun planımızdan da haberi var demektir. Zira kara yoluyla gelmeyi deneseydi ben boğazın derinliklerinde ölürken o gişelerde limana girmek için memurları ikna etmeye çalışıyor olurdu.
Başımı çevirip merakla Aras'a baktığımda güç vermeye çalışır gibi göz kırpıp gülümsüyor bana. Bu hareketiyle bile ardıç kuşları uçuşuyor içimde. Kulağına götürdüğü telefonuna bakarken kimi aradığını merak etmeye başlıyorum. Döner dönmez aradığına göre önemli biri olmalı. Aklıma gelen kişiyi düşünürken elimde olmadan yüzümü buruşturuyorum. O sırada Aras tüm bunlardan habersiz şekilde telefonun ucundaki kişiye cevap veriyor.
"Aracı getirdin mi?" diyor kıyıdaki kaosa bakarken. "Limandan acilen çıkmamız gerek."
Görünüşe bakılırsa aradığı kişi Araf korumalarından biri sadece. Elfida'yı araması fikri saçmaydı zaten. Sonuçta, birlikte yolculuğa çıktığı birine neden döndüğünü haber versin ki? Bu tarz şeylerin haberi ancak geride kalanlara verilir.
Nasıl yaptığıma dair hiçbir fikrim yok ancak oturduğum yerde kendi kendimi dolduruşa getirmeyi başarıyorum. Bu esnada Aras her şeyden habersiz bir şekilde telefonla konuşmaya devam ediyor. Korumanın söylediklerini dinlerken yüzünde beliren ifade karşısında ben de paniğe kapılıyorum. Diğerleri yakalanmış olabilir mi acaba?
"Ne?!"
Aras'ın bu kontrolsüz tepkisi üzerine daha fazla dayanamıyorum. "Ne olmuş?" diye ayağa kalkmaya çalışıyorum telaşla. Aklıma bin bir türlü kötü şey geliyor. "Birine bir şey mi olmuş yoksa?!"
Bir eliyle telefonu hoparlöre alırken öteki eliyle oturmamı işaret ediyor bana. "Hareket etme, Melek."
"Ne olduğunu söyle!"
Telefonu bir kenara bırakıp yanıma geliyor bu kez. Aras beni sakinleştirmeye çalışırken telefonun diğer ucundan Ayıboğan'ın konuştuğunu duyuyorum. Kaç aylık dostluğumuzu utanmadan hiçe sayıp ne olduğunu bana söylemesinde bir sakınca olup olmadığını soruyor Aras'a. Onun onayını aldıktan sonra nihayet ağzındaki baklayı çıkarıyor.
"Liman kapatıldı, Melek Hanım." dediğini duyuyorum onun. "Tüm giriş ve çıkışlar yasaklandı. Buna liman karasularında bulunan deniz taşıtları da dahil."
Limanda mahsur kaldık.
Bu korkunç gerçeği idrak etmem zaman alıyor. Ya liman günlerce kapalı kalırsa? Akşam eve gitmediğimde annemin ortalığı nasıl ayağa kaldıracağını düşünürken nefesimin daraldığını hissediyorum. Evet, ilginç ama limanda mahsur kaldığımızı öğrendiğimde aklıma ilk gelen şey annemin vereceği tepki oluyor. Başımı kaldırdığımda Aras'ın endişeli gözlerle sırtımdaki hasarı incelediğini görüyorum. Belli ki o da hastaneye gidemeyecek oluşumuza odaklanmış durumda. Oysa ortada düşünmemiz gereken çok daha ciddi konular var. Diğerlerinin limandan çıkıp çıkamadığı ya da ortalığı bu kadar ayağa kaldırmayı nasıl başardıkları gibi.
Zira sırf Arzu'nun tablosu çalındı diye koskoca Pendik Limanı'nın kapatılması hiç mantıklı değil. Başka şeyler de olmuş olmalı. Duyacaklarımdan korka korka soruyorum bunu Ayıboğan'a.
"Limanı tam olarak neden kapattılar?"
"Çok önemli bir tablo çalınmış." diye yanıtlıyor beni. "Tablonun kendisi de çalıntı olduğu için liman bölgesine polislerin girmesine izin verilmiyor. Hırsızların hala içeride olabileceğini düşünüyorlar, Saatchi resmi makamlara bildirmeden işi kendisi temizlemek istemiş olmalı."
"H-hangi tablo?" diye soruyorum korka korka. "Ve neden bu kadar yaygara koparıldı?"
Soygun planını yaptığımız günler geliyor aklıma. Depoya girdiğimizde dikkat çekmemek için Cehennem tablosunun yanı sıra birkaç önemsiz eser daha almaya karar vermiştik. Başta benim yapmama karar verdiğimiz bu basit iş, takımı büyümesinden sonraki görev dağılımında Mert'e devredilmişti. Zira soygun planı boyunca yapılması gereken işler arasında en basit olanıydı bu. Mert'in olası bir dikkatsizlik sonucu batıramayacağı kadar önemsiz bir iş...
Daha doğrusu biz öyle sanmıştık.
"Çünkü çalınan tablo 20 milyon sterlin değerinde bir Picasso eseri." diye cevap veriyor Ayıboğan. "Saatchi o tabloyu bulacağını bilse, limanı yıkıp baştan yapar."
Ah, hayır. Ellerimle kulaklarımı tıkayıp lalala diye şarkı söylememek için kendimi zor tutuyorum. Lütfen bunu yapmış olma, Mert. Bu sefer seni Aras'ın elinden ben bile alamam çünkü.
Dönüp ona baktığımda bu duruma benim kadar büyük tepki vermediğini fark ediyorum. Acaba bahsedilen eserin ne kadar önemli olduğundan haberi var mı? Yoksa o da Mert gibi önemsiz bir tablo çalması gerektiğinde gidip Picasso tablosu çalacak kadar uzak mı konuya? Çünkü eğer öyleyse Mert'ten hesap sormaya hakkı yok demektir.
Gerçi, öğrendiğim bu son bilgiden sonra limandan dışarı nasıl sağ çıkacağımızı merak etmiyor da değilim. Zira söz konusu tablo sadece bir Picasso eseri değil. Aynı zamanda da, dokuz yıldır tüm çabalara rağmen bulunamamış bir tablo bu. Le Pigeon aux petits Pois. Paris Müzesi'nden çalındığı günden bu yana akıbetini hiç kimsenin bilmediği bir tablo.
Ancak bu geceden sonra, eserin bunca zaman kimde olduğunu tüm sanat camiası öğrenmiş olacak.
-*-
Kısa ve okumadan geçmelik bir not: sevgili gelecekteki okur;
An itibariyle bitirdiğin bu bölümün bir zamanlar hangi şartlar altında geldiğini bilmelisin. Tam şu anda saat gecenin ikisi. İki çeyrek oldu hatta. Lanet vize haftasında yurtta boş yer bulamadığım için -2. kattaki depoda yaşam mücadelesi veriyorum. Nilü öldühttp kısacası. Ayrıca hikayeyi okuyanların bir kısmı ise şu anda bölümün devamını göndermemi bekliyor. Zira bu bölüm tek seferde gönderilmedi. Aras'ın döneceği bölümü dün göndereceğime dair söz verdiğim için yarısını 23:59'da attım, yarısı da daha şimdi bitti ve maalesef kontrol etmeden göndereceğiö. Netice olarak, eğer okurken bazı yerlerde olayların çok hızlı aktığını, diyalogların can çekiştiğini falan görürsen, sebebi bu işte.
Bunları sana neden anlattım peki?
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro