Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Bölüm 22 - Kaybolan Fırtına

Hayatımın en huzurlu uykularından biri çocukken kız kardeşimle sobanın yanında yorgunluktan sızıp kaldığım güne ait. Diğeriyse, dışarıda yağan yağmurun sesiyle birlikte sevdiğim adamın koynunda uyuduğum o çırılçıplak gecenin hatırasında saklı. Ancak en güzel olanı, bunlardan hiçbiri değil. Çünkü bir insanın en güzel uykusu, ölüme en yakın olanıdır. Benim en güzel uykumsa, sokak ışıklarının altında karlara sarılarak uyuduğum o kış akşamında kaldı.

-*-

Koşarak çıkıyorum bahçeden. Tüm vücudum soğuktan bağımsız bir şekilde zangır zangır titriyor. Çok geçmeden parlak bir ışık kör ediyor gözlerimi, kolumu yüzüme siper ederken mecburen adımlarımı yavaşlatıyorum. Güvenlik görevlileri beni gördüklerinde ellerindeki feneri indirip ayağa fırlıyor birden.

"Hanımefendi, iyi misiniz?"

Dönüp, temkinli tavırlarla bana yaklaşan güvenlik görevlisine şaşkınlıkla bakıyorum. Hayır. Şu anda hiç iyi değilim. Gerçi, az önce de iyi hissetmiyordum. Bahçede şehvetin etkisi altında kendimden geçmişken hissettiklerimin yanında iyi çok hafif bir tanım kalır. Ancak bunu söyleyemeyeceğim için bocalayarak susuyorum sadece. Ardından binanın önündeki araçlardan biri korna çalmaya başlıyor ve elimde olmadan sıçrıyorum. Güvenlik görevlisi dönüp diğer personele el ediyor. Birkaç saniye sonra Mert'in sesini duyuyorum.

"Melek, buradayım!"

Başımı çevirdiğimde onun korna çalan aracın camından bana el salladığını görüyorum. Güvenlik görevlileri kendi aralarında bir şeyler konuşuyorlar. "Evet, adam da peşinden gitmişti." dediğini duyuyorum birinin. Mert yeniden sesleniyor. Görevliler bana bir şeyler söylüyor. Zihnimin tam anlamıyla bir panayıra döndüğünü hissediyorum. Sonra görevliler bana beklememi söyleyerek bahçeye doğru ilerlemeye başlıyorlar. Birazdan Aras'ın çıkıp yanıma geleceği bahçeye.

Panikle hareket edip Aras'ın arabasına doğru koşturuyorum. Onlar dönmeden buradan ayrılmam lazım. Aras'la yüzleşmeye zerre hazır değilim ve önümüzdeki milenyum boyunca da hazır olacağımı sanmıyorum. Mert üst üste kornaya basarken arka kapıyı açıp montumu alıyorum önce. Bahçeden bir tartışmayı andıran sesler yükselmeye başlıyor.

Bir anlığına arabanın dikiz aynasına takılıyor gözlerim. Darmadağın olmuş vaziyetteyim. Birbirine karışmış saçlarımın arasına kurumuş bir ağaç yaprağı takıldığını fark ediyorum. Yüzümdeyse hala bir cehennem alevi yanıyor. Elimi kaldırıp şişmiş dudaklarıma dokunuyorum şaşkınlıkla. Yediğim haltların sonuçlarını görmek büsbütün utanmama sebep oluyor.

Ani bir kararla öne atılıp arabada takılı duran anahtarları elime alıyorum. Kapıyı kapatıp geri çekilirken tüm gücümle karanlığın içine fırlatıyorum onları. Sonra ağzımı elimle kamufle etmeye çalışarak Mert'in arabasına koşturuyorum. Tam koltuğa oturup kapıyı kapatırken bu kez Aras'ın sesi çalınıyor kulaklarıma.

"Melek, bekle!"

Onun sesini duymak daha çok paniklememe sebep oluyor. Onca şeyden sonra nasıl yüzüne bakabilirim ki? Bu gece bahçede olanlardan sonra aynada kendi yüzüme bakmaya bile korkacağım muhtemelen.

"Arabayı çalıştır!" diyorum Mert'e panikle. "Yolda anlatırım, sür çabuk!"

"Ne old-"

"Mert, SÜR!"

Ana kapıdan çıkarken gözlerim kendi arabasına doğru ilerleyen Aras'a takılıyor. Bir anlığına. Ancak bu bile içimde dehşetli bir alevin harlanması için yeterli oluyor. Arabayı durdurup aşağı inmek, geri dönüp ona sımsıkı sarılmak istiyorum. Bu istek içimde ne varsa yanıp kül olana dek büyüyor. Ancak yapamıyorum.

Sonra ağlamaya başlıyorum.

-*-

Sevdanın fazlası insanı öldürebilir mi?

Dakikalar önce, bir kayın ağacının altında onun gözlerine bakarken "Neden o minik mavi çiçek kurumadan önce gelmedi ki?" diye geçirmiştim içimden. "Neden şimdi? Neden aramıza insanlar, aramıza yıllar ve aramıza başka hayatlar girdikten sonra?"

Bu kadar çok geç kaldığı için ona deliler gibi öfkeli olsam da, o an yalnızca zamanı dondurabilmeyi dilemiştim. Tek yapmak istediğim şey, gerçekliği reddedip sonsuza dek yıldızlara bakabilmekti. Fakat saniyeler ilerlemeye devam ederken bunun imkansız olduğunu da biliyordum. Çünkü dilekler ya vaktinden çok sonra yerine gelir, ya da sonsuza dek dilendiğiyle kalırdı. Oysa gerçek, hep gerçekti. Gerçek, tüm dileklerin altında ezildiği bir depremdi.

"Harika, bu nedir böyle?"

Mert'in öfke dolu tıslamasını duyunca ister istemez düşüncelerimden sıyrılıyorum. Ne olduğunu sorarcasına ona baktığımda eliyle dikiz aynasını işaret ediyor bana. Bakışlarımla gösterdiği yeri takip ediyorum ve onun canını neyin sıktığını anlıyorum. Tam arkamızda bizi takip ettiği açıkça belli olan siyah bir araç var.

Lanet olsun! O karanlıkta anahtarları nasıl bulmuş olabilir ki? Hıçkırıklarım daha da şiddetleniyor birden, kendimi de bir sandığa kilitleyip herkesten kaçma isteğiyle yanıp tutuşuyorum.

"Bence olayı fazla dramatize ediyorsun," diyor Mert bana tavsiye verir gibi. "Altı üstü adamla öpüşmüşsün."

Donakalıyorum. Nereden biliyor ki? Duyduğum şey karşısında dehşete düşmüş bir halde yavaşça dönüp Mert'e bakıyorum. Konuştuğumda ağlamaktan çatallanan sesim bana bile yabancı geliyor.

"Sen... N-nasıl biliyorsun?"

"Neyi biliyorum?" diyor havadan sudan konuşur gibi. "Az önce, ölümüne nefret ettiğin eski eniştenle öpüştüğünü mü?"

Bir anlığına Mert'in bizi görmüş olabileceği düşüncesi beliriyor zihnimde. İlk kez kendi perspektifimden çıkıp yaşananlara başka bir gözle bakmayı akıl ediyorum ve bu benim için son derece hatalı bir deneyim oluyor. O anları dışarıdan izleyen biriymiş gibi aklımda canlandırırken hissettiğim utanç katlanılmaz bir boyuta ulaşıyor sanki. Yanaklarım öyle çok ısınıyor ki gözyaşlarım bile tenimde soğuk su etkisi yaratmaya başlıyor. Gücümün çekildiğini, bayılmama ramak kaldığını hissediyorum.

Neyse ki en sonunda Mert de durumun ciddiyetini anlayıp bana işkence etmekten vazgeçiyor. Yeniden konuşmaya başladığında, bu kez sesinde anlayışlı bir tını olduğunu fark ediyorum.

"Sanat fuarının olduğu yere geldiğimde o herif de oradaydı, güvenlik görevlileriyle konuşuyordu," diyor beni sakinleştirmeye çalışarak. "Bana ikinizin önemli bir şey konuşacağını, daha sonra seni eve kendisinin bırakacağını ve benim de aynen geldiğim gibi sikt- ee, dönüp gitmemi söyledi. Bunları söylerken o kadar sevimliydi ki, peşinden gitmek yerine seni arabada beklemeyi tercih ettim."

Duyduklarımla birlikte içimin az da olsa ferahladığını hissediyorum. Öte yandan, Mert'in Aras'ı dinlemeyip orada benim gelmemi beklemesi hoşuma gidiyor. Ardından Aras'ın sevimli tavrından bahsederken takındığı kinayeli tavır dikkatimi çekiyor. Tüm aklımı az evvel bahçede bıraktığım için düşünmeden konuşuyorum.

"Öfkeli miydi yani?" diye mırıldanıyorum şaşkınlıkla. "Benim yanımdayken öyle görünmüyordu ama..."

Mert bir şeyler söylemek üzere ağzını açsa da vazgeçiyor hemen. Ona baktığımda tipik bir patavatsızlığın eşiğinden son anda döndüğümüzü fark ediyorum. Zira gülmemeye çalışarak dudaklarını birbirine bastırsa da yanaklarında beliren gamzeler onu ele veriyor. Bu tarz duyarlılıkları çok nadir sergilediğini bildiğim için ona minnet duymaktan kendimi alamıyorum. Neyse ki çok geçmeden toparlanıp yeniden konuşmaya başlıyor.

"Öfkesini üstüne alınma, Karadağların beni görünce verdikleri klasik bir tepki bu," diyor hafifçe omuz silkerek. "Babadan oğula enteresan bir kin besliyorlar bana karşı. İnsan hayret ediyor."

İçten içe kin beslemekte haksız olmadıklarını düşünsem de bunu ona söylemekten vazgeçiyorum. Konu Lavinia olduğunda Mert'in anlama kapasitesi boş küme oluyor çünkü. Onun dermanının nasihatlerde değil musibetlerde olduğunu bildiğim için susuyorum.

"Nereden anladığıma gelirsek... Arabaya bindiğinden beri Kore dizilerindeki kızlar gibi ağzını kapatıyorsun," diye açıklıyor yeniden konuştuğunda. "Eğer adam ağzının ortasına yumruk falan atmadıysa, seni öpmüş demektir."

Refleksif bir hareketle elimi ağzımdan çekiyorum. Aynadaki görüntüme bakılırsa dudaklarım hala şiş durumda ancak bu pekala ağladığım için de olmuş olabilir, değil mi? Kendimi bir kenara bırakıp Mert'e dönüyorum yeniden. Gerçekten arabadan çıkmadığından emin olmam lazım yoksa bundan sonra onun yüzüne de bakamam.

"Peki ya beni?" diye soruyorum elbisemin kolunu burnuma bastırırken. "Nasıl anladın benim... Benim de onu ö-ö..."

Utançtan yanaklarım alev alırken yeniden ağlamaya başlıyorum. Mert hiçbir şey söylemeden uzanıp aracın ön tarafından bir peçete alıyor. Bir an durup halime baktıktan sonra peçeteyi bana vermekten vazgeçiyor, onun yerine peçete kutusunu bırakıyor kucağıma. Minnetle burnumu silerken arkadan gelen bir korna sesi ödümü patlatıyor.

"Bu bir mesajdı," diyor Mert eliyle Aras'ın aracını işaret ederek. "Arabayı sağa çek demek istiyor."

Başımı dehşetle iki yana sallıyorum. Bunun üzerine hafifçe gülmekle yetiniyor Mert.

"O egoist puştun talebini reddetmek benim için bir onurdur," diyor keyifle gaza basarak. Aramızdaki mesafe açılmaya başlarken yeniden ciddileşip konuşmaya devam ediyor. "Diğer soruna gelince... Onu da ağlamandan anladım, Melek. Eğer seni zorla öpmüş olsaydı şu anda adamdan kaçmaya değil, cesedini gömecek yer bulmaya çalışıyor olurduk."

Mert'in Lavinia dışındaki insanları bu kadar iyi analiz edebilmesi beni bir kez daha şaşırtıyor. 'Belki de tüm algı kıtlığını Lavinia ile olan ilişkisine harcadığı için böyledir.' diye düşünüyorum kendi kendime. 'Lavinia'yı o kadar çok anlayamıyor ki, bunu ancak dünyanın geri kalanını çok iyi anlayarak dengeleyebiliyor.' Mert'e umutsuzca bakarken duyduğum uzun korna sesiyle yeniden irkiliyorum.

"Bu da başka bir mesajdı," diyor Mert yeniden eliyle aramızdaki aracı işaret ederek. "Arabayı sağa çekmezsen makas atacağım demek istiyor."

"Onu atlatamaz mısın?" diye soruyorum çaresizce.

Geniş bir derenin üzerine kurulmuş eski köprüden geçerken başını iki yana sallıyor Mert. "On kilometre yakınımızdaki tek yol ayrımını az önce geçtik, Melek, başka yöne sapamayız artık."

Tamamen alakasız bir şekilde sarf ettiği bir sözler, bana içinde bulunduğum durumun özeti gibi geliyor nedense. Sonra yanıldığımı fark ediyorum. Ben o yol ayrımını az evvel kollarımı Aras'ın boynuna dolarken geçmedim ki, kaçınılmaz noktaya çok daha önce gelmiştim. Ne zaman? Aniden bunun cevabının bende olmadığını fark ediyorum. Ben zaten kendimi bildim bileli yoldan çıkmaya hazırdım, kollarımı asla kapatamamıştım ona.

Cevap onda yatıyordu. Aras ona uzattığım ellerimi tutmaya ne zaman karar verdiyse, işte o an tüm yol ayrımlarını geride bırakmıştık. Ne zaman? Bu soru parlak bir neon lamba gibi bulanık renkler oluşturarak zihnimin içinde dönmeye başlıyor. Onun için bir şeyler ne zaman değişti? Arzu hayattayken farkımda bile olmadığına eminim. Hastane komodinine bırakılmış tek bir çiçek onun yüzüme bile bakmadığı, varlığımı dikkate almadığı onca anı silip atamaz.

Kazan dairesindeyken de umursamıyordu beni. Zihnimi hızla çalıştırıp onun bana olan tavırlarında ne zaman bir şeylerin değiştiğini hatırlamaya çalışıyorum. Araf'a ilk gidişimde de bir yabancıya bakar gibi bakıyordu bana. Orada söylediği sözler yeniden zihnimde yankılanmaya başlıyor.

"Evet, konu Arzu!" diye bağırmıştı gözlerimin içine bakarak. "Konu benim sevdiğim kadın! Sen değilsin!"

Gözyaşlarımın yeniden yanaklarımda gezinmeye başladığını hissediyorum. Tüm imkansızlıkların ötesinde, içimde bir de sayısız kırgınlığım var. Her şeyi boşversem bile, bana söylediği sözlerin haklılığı yakmaya devam edecek canımı. Ona her sarıldığımda, günün birinde bana tekrar öyle yabancı gözlerle bakmasından korkacağım. Vaktiyle içimde kırılan her parça, ansızın bir kıymık gibi tekrar batacak yüreğime.

"Bu Arzu'yla benim hikayemdi, Melek! Senin bizim cehennemimizde yerin yok. Bitmiş bir hikayede figüranlık yapmaya çalışmayı bırak ve git kendine bir hayat edin artık!"

Bana söyledikleri zihnimde yankılanırken elimin tersiyle yanaklarımı siliyorum yutkunarak. Ardından Mert'e dönüp kendimden emin bir şekilde konuşuyorum.

"Az sonra arabayı köprüden aşağı uçurmaya çalışacağım," diyorum sakin bir ses tonuyla. "Ben direksiyona uzandığımda gerçekten hakimiyeti kaybetmiş gibi davran, olur mu?"

"Ha? Ne- DUR!"

Uzanıp direksiyonu tutarken öfkeyle tıslıyorum. "Eğer hemen yoldan çıkmış gibi arabayı yalpalatmazsan direksiyonu gerçekten çeviririm."

"İyi de ned-"

"Dediğimi yap!" diye bağırıyorum direksiyonu hafifçe oynatırken. Mert aniden benimle münakaşa etmeyi kesip arabayı dengesizce sağa sola sürmeye başlıyor. Direksiyonu tutar gibi yaparken kollarımı iki yana hareket ettirmeye çalışıyorum. Biz köprünün üzerinde tehlikeli bir rota izlerken arkadaki araç selektör yakıp ardı ardına korna çalmaya başlıyor.

Onun yemi yuttuğunu görünce kendi kendime mırıldanıyorum. Herkesin bir hassas noktası vardır. Mesela annem dünyanın en tatlı insanıdır ancak terliklerimizi ortalıkta bıraktığımızda kıyametler kopar çünkü bu onun hassas noktası. Naz'ın hassas noktası ise yalnız kalmak. Lavinia'nın ise hassas olmayan noktası yok gibi bir şey. Hayatıma birini aldığımda önce hassas noktalarını keşfedip ona göre davranırım ve Aras'ı hassas noktasının koruma içgüdüsü olduğunu bilecek kadar iyi tanıyorum artık.

Nihayet sorunu anladığında, onun aniden frene bastığını görüyorum. Aramızdaki mesafe gitgide açılırken araçtan inip kollarını iki yana açıyor. Bunun üzerine kollarımı sallamaya son verip direksiyonu bırakıyorum ben de. Mert hala şaşkınlığını atamamış bir vaziyette aracı düzgün sürmeye başlıyor.

"Bak mesela bu da bir mesajdı," diyorum sakince koltuğuma yerleşirken. "Pes ediyorum demek istiyor."

Yolun geri kalanında Mert şaşkınlık, saygı ve korku karışımı bir sessizlikle yolu izlemekle yetiniyor.

-*-

Eve vardığımızda, arabadan inmeden önce tedirginlikle sokağı süzüyorum. Görünürde hiç kimse yok. Yine de Mert'le vedalaştıktan sonra koşar adımlarla geçiyorum karşıya. Bahçe kapısını aştıktan sonra zile basıp geri çekiliyorum. Daha ben kendime çekidüzen vermeye fırsat bile bulamadan içeriden Naz'ın ayak sesleri duyuluyor ve bir an sonra kapı açılıyor.

Ağlamaktan kızarmış yüzüme bakarken Naz'ın büsbütün endişelendiğini görebiliyorum. Nitekim bir an sonra dehşete kapılmış bir halde üzerime atılıyor.

"Abla ne oldu?!" diyerek beni sarstığını hissediyorum onun. "Biri bir şey mi söyledi? Kötü bir haber mi aldın? Allah aşkına, neden ağlıyorsun?!"

Onun bu tepkisi şaşırmama sebep oluyor. Öyle ki, Naz'ı içeri iteleyip kapıyı arkamızdan kapatırken kendi derdimi bile unutuyorum.

"Sakin ol, iyiyim b-"

"Dün gece neredeydin?!" diye püskürüyor bu kez. "Neden telefonlarımı açmadın abla? Öyle çok endişelendim ki, az kalsın anneme haber verecektim!"

"İyiyim dedim, Naz!" diyerek durduruyorum onu. Dün geceden bahsetmesi çok daha önemli bir sorunu hatırlamama neden oluyor. "Sana gönderdiğim fotoğrafı silmedin, değil mi?"

Bir an duraksıyor Naz. "N-ne oldu ki?"

"Sabah sana attığım mesajı görmedin mi yoksa?" diye soruyorum telaşla. "Bizdeki mektubun kaybolduğunu, sana attığım mesajı silmemeni söylemiştim!"

Nazenin sıkıntıyla dudaklarını ısırıyor önce. Ardından korka korka itiraf ediyor. "Abla telefonum... Ben yanlışlıkla tuvalete düşürdüm telefonu..."

Siktir... Bizim tuvalete düşen telefonu kurtarmanın imkansız olduğunu ben de biliyorum. Giderler eğimli olduğu için sifona basılmasa bile su kanalizasyona doğru yol alır. Mektuba artık asla ulaşamayacağımı anladığımda bir boşlukta gibi hissediyorum aniden. Ayaklarımı sürüyerek salona doğru ilerleyip, kendimi çekyatın üzerine bırakıyorum.

Naz yanıma gelip üzgün olduğuyla ilgili bir sürü şey sıralıyor, harçlıklarını biriktirip kendi telefonunu kendisi alacağını söylüyor. Hiç birşey söylemeden çekip göğsüme bastırıyorum kardeşimi. Mektup yok artık. Mektup gitti. Bunu içimden tekrar etmek bana garip bir şekilde kendimi iyi hissettiriyor. Mektubun artık ulaşamayacağım bir yerlerde olduğunu bilmek dünden beri içime çöreklenen sıkıntıyı da hafifletiyor sanki.

Nazenin'in kucağımda usulca ağlamaya başladığını hissedince panikliyorum. Kucağımdan kaldırıp yüzünü göstermesi için zorluyorum onu. Ellerini yüzünden çektikten bir an sonra hıçkırarak boynuma sarılıyor bu kez.

"Seni kaybedeceğim diye çok korktum abla!" diye sıkı sıkı tutunuyor bana. "Yalvarırım benden bir şeyler saklama. Senin nerede, ne yaptığını bilmediğim zaman çok çaresiz hissediyorum."

Ah, bu duyguyu çok iyi biliyorum. Bilememek insanı mahveder. Merak ettiğinde ulaşamamak, sevdiğin insanın senden bir şeyler sakladığının farkında olmak, aradaki duvarları aşamamak yorar insanı. Aras'ın bana yaptıklarını farkında olmadan kardeşime yaşattığımı görmek canımı yakıyor. Oysa ben yalnızca onu korumak istemiştim.

"Bu gece ne oldu abla?" diyor Naz yeniden yüzüme bakarak. "Neden ağlayarak geldin eve?"

Sakince gülümseyerek saçlarını okşuyorum her zaman yaptığım gibi. Nazenin benim diğer yarım. Kardeşimle arama koyduğum duvarların onun etrafında bir zindana dönüşmesine müsaade edemem. O yüzden ne kadar zor olsa da cevap veriyorum ona.

"Çünkü sevdiğim adamla öpüştüm."

Naz önce şaşkınlıkla bakıyor bana. Ardından yüzünde çocukluğumuzdan kalan şefkatli bir ifadeyle boynuma sarılıyor yeniden. Güvende olduğumu bilmenin verdiği huzurla tüm kilitli kapılarımı ardına kadar açıyorum. Nazenin benim en güzel yarım. Çocukken annem bize "Kol kırılır yen içinde kalır, ailen varken el dışarıda kalır." derdi hep. Bir tekerlemeyi andıran bu sözlerin anlamı şimdi açıkça karşıma dikiliyor. O yüzden kardeşimin dizine yatıp içimde ne varsa anlatmaya başlıyorum.

Neredeyse sabaha kadar konuşuyoruz onunla. Cinayet meselesine elimden geldiğince girmemeye çalışıyorum, zaten Naz da Arzu'nun hayatıyla pek ilgilenmiyor. Öpüştüğüm adamın adını öğrendiğinde heyecanla el çırpmaya başlıyor birden.

"Bu o Aras, değil mi?" diyor neşeyle. "Hani iki yıl önceki?"

Onun hala unutmamış olması başta şaşırmama neden oluyor. Fakat sonra, kısa süre önce Naz'ın beni mektup zarfının içindeki çiçeğe bakarken yakaladığını hatırlıyorum. O gün hiçbir şey sormamıştı ama çiçeği bana kimin verdiğini biliyordu. Anlamıştı elbette.

"İyi de, madem onunla görüşme şansın vardı öyleyse neden bu kadar zaman geçti?" diye soruyor haklı olarak. "İki yıl çok fazla değil mi?"

İşte meselenin düğümlendiği nokta. Bunu sesli olarak itiraf etmek çok zor olacak fakat yapmak zorundayım. Kaçabileceğim hiçbir yer kalmadı artık.

"Çünkü o... Arzu'nun..." diye söze girmeye çalışıyorum çaresizce. Ardından nefesimi tutup tek seferde itiraf ediyorum. "Aras Arzu'nun sevgilisiydi, Naz."

Şaşkınlıkla nefesini tutuyor o da. Aramızda uzun bir sessizlik oluşuyor. Onun ne düşündüğünü bilmiyorum ancak beni yargılamadığından adım gibi eminim. Keşke bunları çok daha önce anlatsaydım kardeşime. Dünya üzerinde beni yargılamadan dinleyecek tek kişiydi o. Keşke hislerim beni boğacak kadar birikene kadar beklemeseydim.

Nihayet konuşabilecek duruma geldiğinde şaşkınlıkla kekeliyor. "Ne yani... Züppe dediğin adam..."

"Evet, oydu." diyorum burnumu çekerek. "Ölümüne nefret ettiğim Züppe, Aras'tı. Benim sevdiğim adam."

Naz başını eğip kollarını etrafıma sarıyor sıkı sıkı. Onun bana sarılıp sessizce durumu idrak etmesine izin veriyorum.

"Ah abla... Neden yaptın bunu kendine?" diye söyleniyor bir yandan da. Sonra hışımla geri çekiliyor. "Ben biliyorum ama... Tüm bunlar o sarı yılanın başının altından çıktı, değil mi? Sinsi kaltak!"

"Nazenin!"

"Sen hala Arzu'yu mu savunuyorsun, abla?" diyor bana şaşkınlıkla. "Kardeşin dururken o kızın tarafını mı tutuyorsun?!"

İşte, yine başladık. Naz ve onun bitmek bilmeyen Arzu kıskançlığı... Çocukken de başka kızlarla arkadaş olmamdan nefret ederdi ama Arzu'yla olan yakınlığım onu büsbütün çileden çıkarmıştı. Sırf Naz üzülmesin diye Arzu'yu çoğu zaman bizim eve bile getirmiyordum. Yine de ben ne zaman onlarda kalsam Nazenin bir hafta boyunca evde kök söktürürdü bana. Annemin Arzu'nun evinde kalmamı istemeyişinin arkasında kardeşimin olduğundan kuşkulanmaya bile başlamıştım.

"O kız öldü, Nazenin!" diyorum onu kollarından tutup sarsarak. "Neden hiçbir ölüye saygı duymuyorsun?"

Kimden bahsettiğimi çok iyi biliyor. Fakat bu onu durdurmuyor. Aksine büsbütün kendinden emin bir şekilde cevap veriyor bana.

"Belki de yaşarken o saygıyı haketmedikleri içindir."

Odama gitmek için kalkmaya çalışıyorum ancak kardeşim bana engel oluyor. Bir kez daha beni dizine yatırıp saçlarımı okşamaya başlıyor. Gözyaşlarım kardeşimin dizini ıslatırken onun şefkatine sığınıyorum sessizce.

"Annem dönmeden önce toparlanmalısın, abla." diyerek mırıldanıyor Naz. "Biz seninle birlikte neler atlattık, şimdi bir erkeğin seni yıkmasına izin veremezsin."

"Tamam," diye fısıldıyorum ona belli belirsiz. Giderek ağır bir uyku çöküyor üzerime. "Söz, toparlanacağım."

Uykuyla uyanıklık arasında giderken Naz'ın kalkıp önce üzerimi örttüğünü, ardından da sobayı yaktığını hatırlıyorum. İçeriyi saran sıcaklık büsbütün uykuya mahkum ediyor beni. Bir ara kapının çalındığını duyar gibi oluyorum fakat uyku daha baskın geliyor. Rüyamda karanlık bir ormanda dolaşıyorum yine. Bazı sesler insanın genetik kodlarına tehlike olarak işlenmiştir, duyduğunuz anda korkudan eklemleriniz felç olur adeta. İşte uzaklardan tam da böyle kan dondurucu bir kükreme sesi duyuluyor. Üşüyorum. Gece mavi ve siyahla doluyor.

-*-

Çocukken en büyük hayallerimden biri babamla birlikte doğum günümü kutlamaktı. İşi dolayısıyla evde pek göremezdik onu, doğum günümde hep dışarıda olurdu. O yüzden doğum günü babamın senelik iznine denk gelen kardeşimin aksine benim babamdan doğum günü hediyesi alma şansım hiç olmamıştı. Yine de her yıl kar yağarken gözlerimi umutla dışarı dikip, onun eve dönmesini beklerdim hevesle. Ne alacağı benim için önemli değildi, sadece gelmesi bile yeterli olurdu.

Bir defasında dileklerim kabul olmuş ve babam ansızın kapıda belirivermişti. Annem onun kabanını alıp asarken babam da tabancasını boşaltıp vestiyerin çekmecesine koymuştu her zamanki gibi. Bense kapının pervazında sessizce onları izliyordum. Daha babam içeri girdiği anda yüz ifadesinden bir şeylerin ters gittiğini anlamıştım. Anneme son derece keyifsiz bir ses tonuyla "Çocukları yatır, Efsun." dediğini duymuştum onun. "Seninle bir şey konuşacağım."

Böylelikle annemin kendi elleriyle yaptığı doğum günü pastasını bile yiyemeden yataklarımıza gönderilmiştik. Nazenin yattığı yerden her zamanki gibi öfkeyle babama söyleniyordu, zaten ikisinin yıldızı hiçbir zaman barışmamıştı. Bense sadece endişeleniyordum, zira babamın önemli bir şey olmasa böyle yapmayacağını bilecek kadar olgundum. İçeriden yükselen anlaşılmaz tartışma sesleri arasında uyuyakalmıştık kardeşimle.

Sabah uyandığımda babam çoktan gitmişti. Ancak yastığımın kenarında minik bir sürpriz bekliyordu beni. Parlak yaldızlı kağıda sarılmış hediye paketini gördüğümde sevinçten aklım çıkmıştı adeta. Ellerimin arasında babamın bana aldığı tek doğum günü hediyesi duruyordu.

-

Ertesi gün korka korka gidiyorum okula. Bugün Aras'la ortak dersimiz yok ancak ders programımı öğrenmesi çok zor değil. Eğer hala konuşmak istiyorsa beni eliyle koymuş gibi bulacağını biliyorum. Ondan sonsuza dek kaçamayacağımı da.

Yine de okulda ona yakalanmadan sınıfa ulaşmayı başarıyorum. Camdan bahçeyi gözetlerken ilk dersin nasıl geçtiğini anlamıyorum bile. Yüzüne nasıl bakacağım? Onunla karşı karşıya gelme düşüncesi bile yanaklarımın ısınmasına sebep oluyor. Keşke hakkımda ne düşündüğünü onunla yüz yüze gelmeden bilmenin bir yolu olsaydı. Ona karşı hislerimi anladığını kendisi de itiraf etti ancak ne kadarını anlamış olabilir ki?

Dün gece fazlaydı. Sıradan insanların daha ilk öpüşmeden yerlere serilmediğini düşününce, dün gece gerçekten fazlaydı. Çimlere uzanırken onu da gömleğinin yakalarından tutup çektiğimi hatırlayınca sızlanarak başımı sıraya gömüyorum. Lanet olsun, onun yüzüne bir daha asla bakamayacağım.

Hoca çıkabileceğimizi söylediğinde oyalanarak eşyalarımı toplamaya başlıyorum. Ya bahçede karşıma çıkarsa? Ya beni tekrar öpmeye kalkarsa? Daha da kötüsü, ya tekrar karşılık verirsem? Boş sınıfta biraz daha utançla debelendikten sonra nihayet dışarı çıkmaya cesaret edebiliyorum. Neyse ki Aras bahçede de karşıma çıkmıyor.

Muhtemelen okulda bile değil. Acaba okulda olmadığı zamanlarda ne yapıyor diye düşünüyorum kendi kendime. Vaktinin tamamını Araf'ta geçiriyor olamaz. Ara sıra kulağıma çalınan proje muhabbetleriyle uğraşıyor olmalı. Ne yazık ki ben onun hangi şirkette çalıştığını bile bilmiyorum.

İç çekerek saatime göz atıyorum. Bugün onunla karşılaşma riskini göze alıp Nazmi Amca'nın yanına uğramak zorundayım. Birkaç saat sonra şirkette işimin başında olmam gerektiğini hesaba katınca acele etmem gerek. O yüzden fazla oyalanmıyorum okulda. Önce Naz'ın kurstaki öğretmenleriyle görüşmeye gidiyorum. Oradaki işim bittikten sonra Nazmi Amca'nın yerine çeviriyorum rotamı.

Aras orada da karşıma çıkmıyor.

✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧

-Aylar önce-

"Bir insanı hayatına alıp almamak senin elindedir," diye açıklıyor şarap kadehinden bir yudum alırken. "Ancak o insanın senin hayatında nereye yerleşeceğine kader karar verir."

"Hazır mısın Ozan?"

Başımı kaldırıp kapıdan içeri kafasını uzatan adama baktım, en yakın dostuma. Koluna sağdıç olduğunu belirten bir kurdela bağlamıştı, üzerinde siyah takım elbisesiyle çoktan hazırdı. Günlerdir büyük bir koşuşturmacanın içindeydik zaten. İstanbul'la tanıştığım gecenin sabahında ona bir şey sormam gerektiğini söylemiştim. Kız muhtemelen adını soracağımı falan sanıyordu, evlenme teklifi etmem onun için de büyük bir sürpriz olmuştu.

Gerçi sonradan ismini de öğrenmiştim, Ada. Tam da düşündüğüm gibi kimsesi yoktu, yanında kaldığı arkadaşı evlenince eşi onu evde istememişti. Kızı ikna etmem epey zor olmuştu ama ilginç bir şekilde bana güveniyordu. Onun yeni tanıştığı erkeklere nasıl defansif bir tutum sergilediğine şahit oldukça bu güveni hak edecek ne yaptığımı merak eder olmuştum.

"Hazırım." dedim Aras'a omuz silkerek. Başka çarem yoktu zaten, Efe'yi Dündar Bayraktar'ın himayesine girmekten korumamın tek yolu buydu.

Dışarı çıktığımda Ada'nın salonda diğerleriyle birlikte beklediğini gördüm. Kızın gelinlikle çok güzel olacağını biliyordum, bu yüzden onu gördüğümde saçma sapan tepkiler vermemek için kendimi epey şartlandırmıştım. Yine de mideme yumruk yemiş gibi hissetmeme engel olamadım. Kız hakikaten çok güzel olmuştu!

Ada hala beni fark etmemişti, saçı ve gelinliği üzerinde minik rötuşlar yapmaya çalışan Sinem ve Melis'e direnmeye çalışıyordu. Fakat yüzümdeki ifade herkesin gözünden kaçmamıştı anlaşılan, Aras'ın hafifçe gülerek mırıldandığını fark ettim.

"Formalite evlilik, ha?"

Dönüp pis pis baktım ona. Ardından kızların da duyabileceği bir sesle cevap verdim.

"Tinúviel'i neden çağırmadın ki?" dedim intikam dolu bir sırıtışla. "Belki bu bahaneyle kıza açılırdın."

Sinem ve Melis birden Ada'yla ilgilenmeyi bırakmıştı. Uzun zamandır duymadıları bu ismi yeniden duyunca gözlerinde beliren meraklı bakışı fark etmiştim. Günün geri kalanında Aras'ın başının etini yiyeceklerine şüphem yoktu. Onlar dedikoducu iki kuş gibi cıvıldayarak Aras'ın üstüne üşüşürken ben de keyifle Ada'nın yanına gittim.

"Hoş görünüyorsun."

Göz kalemiyle iyice belirginleştirilmiş yeşil gözlerini keyifsizce yüzümde dolaştırdı. "Eksik olma, sen de."

O sırada bir şeylerin eksik olduğu dikkatimi çekmişti. Odaya kısaca göz attıktan sonra Ada'ya döndüm yeniden. "Bok torb- ee şey, Efe nerede?"

Ada yüzüme ölümcül bir bakış fırlattı. Bu tabirin onu sinirlendirdiğini her seferinde unutuyordum.

"Lavinia'nın yanında."

"Harika, orada kalsın." dedim yine de kendini tutamayarak. "Kucağına almayı denersen gelinliğinde kahverengi lekelerle dolaşmak zorunda kalabilirsin."

Sözümü bitirdiğim anda tüm bu organizasyonun sebebi olan şey Lavinia'nın kucağında odaya giriş yaptı. Efe'yi görünce kahkaha atmama engel olamamıştım. Aptal şeye minik bir smokin giydirmişlerdi, sahip olduğu tek dişini gururla sergileyerek sırıtıyordu.

"Bu gerçek mi?" dedim gülerek kollarımı öne uzatırken. Nedense minik yaratığı kucağıma almak istemiştim. Lavinia bebeği kucağıma bıraktığında Efe'nin hala neşeyle sırıttığını fark ettim. Benim kucağımdayken altına yapmaktan gizli bir haz alıyor olmalıydı. Kendime engel olamayıp yanağını ısırdım hafifçe, kıkır kıkır gülmeye başlamıştı.

"Lavinia yanına bez aldın, değil mi?" diye sordum yanımda dikilen somurtkan mavişe. "Tüm gün dışarıda olacağımızı düşünürsek en az iki paket alman gerek. On beşli olanlardan."

"Biz o işi hallettik, gözünüz arkada kalmasın." diye söze karıştı Aras. Sinem ve Melis ablukasından kurtulabilmişti sonunda. "Siz dönene kadar Efe bizde kalacak, Laviş'le birlikte dönüşümlü olarak bakacağız ufaklığa."

"Lavinia, abin Efe'nin altını değiştirirken fotoğrafını çekmeyi ihmal etme." dedim mavişin saçlarını karıştırırken. "O fotoğrafları göstermeyi düşündüğüm birileri var. Malum, kızlar böyle şeylerden feci etkileniyor."

Aras sakince gülümsedi bana. "Neden dünya evine ağzın burnun dağılmış halde girmek için ısrar ediyorsun?"

Kahkaha atarak Ada'ya döndüm. Onun da yüzünde bir sırıtış olacağını düşünmüştüm oysa daha çok kaygılanmış gibi görünüyordu. Ufak bir baş hareketiyle ne olduğunu sordum sessizce, aynı şekilde cevap vermeden koridoru işaret etti bana. Burada konuşmak istemiyordu anlaşılan. Diğerleri yeniden Tinúviel muhabbetiyle Aras'ı darlamaya başlamıştı, Efe'yi Lavinia'nın kucağına bıraktıktan sonra Ada'yla birlikte koridora doğru ilerledim.

"Doğru mu anladım?" diye söze girdi nihayet yalnız kaldığımızda. "Giderken Efe'yi yanımıza almayacak mıyız?"

Bu durumdan rahatsız olduğunu görebiliyordum. Kısa sürede Efe'yle aralarında sıkı bir bağ oluşmuştu. Ayrıca her ne kadar bana güveniyor olsa da yalnız başımıza balayına gitmek istemediğini anlayabiliyordum.

"Ada, her şey kuralına göre olmalı." dedim onu sakinleştirmeye çalışarak. "Mahkemede gerçekten evli bir çift gibi görünmeliyiz. O yüzden balayı seyahatimiz de gerçekçi olmak zorunda."

"Orada dur bakalım," dedi omzuna dökülen bukleleri sinirle geriye atarak. Böylelikle zarif boynu tamamen açığa çıkmıştı. "Otelde aynı odada kalacağımızı falan söylemeye çalışmıyorsun, değil mi?"

Eh, ben de bayılmıyordum buna doğrusu. Ada'yla evlenmeyi düşündüğümde canımı en çok sıkan şeylerden biri ondan etkilendiğim gerçeği olmuştu. İlgimi çekmeyen bir kızla evli çift rolü yapmak çok daha kolay olurdu çünkü. Oysa bu kız, onu okulda duş alırken gördüğüm andan beri fazlasıyla ilgimi çekiyordu. Efe büyüdüğünde onun için katlandığım şeyleri fitil fitil burnundan getirecektim. Ona kız istemeye gittiğimizde takma dişlerimi kahve fincanına düşürmeyi falan planlıyordum şimdiden.

"Ada sana dokunmayacağım." dedim hiç lafı uzatmadan. "Dünyada sadece sen ve ben kalsak bile böyle bir şey olmayacak. Lütfen artık bu konuda endişelenmeyi bırak."

"İstesen de dokunamazsın zaten," dedi alaycı bir gülüşle. "O gece gördüğün bıçakların her an yanımda olduğunu unutma."

"Şu anda üzerinde bıçak mı taşıyorsun?"

"Evet, görmek ister misin?"

Gevşek bir sırıtışın yüzüme yayılmasına engel olamamıştım. "Neden olmasın?"

"Bıçağı çantamda taşıyorum, gerizekalı." dedi bana minik beyaz çantasını göstererek. "Jartiyer fantezilerinle vedalaşsan iyi edersin."

Eh, bunu aklımdan geçirmediğimi söylemek yalan olurdu. Yine de Ada'ya göz devirmekle yetindim. İyi kızdı ama bana kendimi sürekli sapıkmışım gibi hissettirmesi canımı sıkıyordu. Öte yandan, onun paranoyalarını sorgulamayı da bırakmıştım. Hayatta hep tek başına olmuştu, fazlasıyla güzel bir kızdı, aşırı evhamlı olmasını anlayabiliyordum. Bugüne dek kendisini bu şekilde koruyabilmişti belli ki, güvende olduğunu anlayana kadar böyle davranmaya devam edecekti.

Girmesi için kolumu uzattım ona. Gündelik hayatta erkek gibi giyinen bir kız olduğu için topuklu ayakkabılara uyum sağlamakta zorlanıyordu. O yüzden bu durum her ne kadar hoşuna gitmese de koluma girdi. O andan itibaren hayatımın da kalıcı bir parçası haline gelmişti.

✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧


"Uzaklarda bir adam sevdim
Sevdiğinde gün batar gibi
Sevdiğinde akşam gibi bakardı.

Masmavi gözlerinin külleri
Özlediğinde yetim gibi bakardı.
Uzaklardan bir adam sevdim
Beni ıssızlığına aldı.

Adı neydi?
Her sesi hoşça kal der gibiydi
Her bakışı bırakma beni..."

-Necla Maraşlı

-*-

Günler hızla akmaya devam ediyor. Korkularımın giderek azaldığını, yerini derin bir endişeye bırakarak beni terk ettiğini hissediyorum. O akşamdan sonra Aras'ı hiç görmedim. İşin garip yanı, çevresindeki insanlar da onun yokluğunun farkındaymış gibi görünmüyor. Sanki birdenbire herkesin hayatından silinip gitmiş gibi, ortadan kaybolması son derece sıradan bir olaymış gibi davranıyorlar. Yoklama listesinde sürekli kırmızı bir kalemle çizik atılan ismini görmesem, ben bile onun hiç var olmadığını düşünmeye başlayacağım.

Onun Araf'ta takılmadığını biliyorum zira dün Ada'yla karşılaştığımda Araf'ta Ozan'la baş başa vakit geçirmekten şikayet edip duruyordu. Dilimin ucuna kadar gelse de ona Aras'ın nerede olduğunu soramamıştım. Tıpkı babası şehir dışında olduğu için evde yalnız kalmaktan son derece mutlu olduğunu belirten Lavinia'ya soramadığım gibi. Yokluğunun giderek içimde düğümlenen bir sancıya dönüştüğünü hissediyorum. Onunla karşı karşıya gelme fikri hala ödümü patlatıyor ancak nerede olduğunu bilmeden de devam edemiyorum hayatıma. Hem varlığıyla hem de yokluğuyla darmadağın olmayı başarıyorum.

Kafeteryada öğleden sonraki dersi beklerken karşımda duran sandalye Mert tarafından çekiliyor birden. Az evvel bahçenin girişinde belirdiğinde buraya geldiğini anlamam zor olmamıştı. Elimdeki kitabı sessizce kenara bırakıp onu dinlemeye hazırlanıyorum. Selamsız sabahsız girişine bakılırsa konu Lavinia olmalı.

"Senin patronunmuş!" diyor öfkeyle soluyarak. Ona boş boş baktığımı görünce ufak bir açıklama yapma gereği duyuyor. "Lavinia'nın peşinde dolaşan herif Özgür Bozkıroğlu'ymuş!"

Bak işte bu yeni haber. Özgür Abi ile Lavinia'nın nerede ve ne zaman tanışmış olabileceğini düşünüyorum ancak aklıma bir şey gelmiyor. Yine de Mert'in durumu abarttığına eminim. Özgür Ağabey birilerinin peşinde sapıklık yapacak türden bir adam değil çünkü.

"Tabi senin bundan haberin bile yok, değil mi?" diye ufak bir kahkaha atıyor Mert. "O herif dışında hiç kimseyi umursamıyorsun artık!"

"Saçmalama, Mert!" diyorum hışımla ayağa kalkarak. "Konu nereden geldi Aras'a şimdi?"

"Derslerde bir gözünün sürekli kapıda olduğunu görmüyor muyum sanıyorsun?" diye homurdanmaya devam ediyor. "Öpüştüğünüzden beri sana bir haller oldu, Melek."

Bu iyice tepemin tasını attırıyor. Ses tonumun yükselmesine engel olamadan çıkışıyorum ona. "Mert gider misin lütfen?"

"İyi de Lavinia ortada yok-"

"Umrumda değil, tamam mı?!" diye bağırıyorum ona bu kez. "Lavinia'nın nerede olduğuyla ilgilenmiyorum! Şimdi, çekil git başımdan!"

Neyse ki Mert'in kırılabilme gibi bir opsiyonu yok. Ona bağırdığımda kendisinin de bana bağırıp ertesi gün hiçbir şey olmamış gibi selam vereceğini biliyorum. Bu kez de kısasa kısas yapıyor.

"İyi, sen burada o herifi beklemeye devam et!" diyor ayağa kalkarak. "Ben sevgilimin yanına gidiyorum!"

"N-ne sevgilisi?" Birden duraksıyorum olduğum yerde. "Yoksa siz Lavinia ile barıştınız mı?"

"Hayır, barışmadık." diyor Mert aptal aptal. "Ben Aylin'den bahsediyorum."

Masada onun kafasına fırlatacak bir şeyler arıyorum ancak elime geçen tek şey peçeteler oluyor. Hırsla Mert'e doğru savuruyorum onları, daha hedefe bile varamadan yere saçılıyorlar. Mert önce peçetelere, ardından bana bakıp küçümser gibi bir ses çıkartıyor. Ardından arkasını dönüp geldiği gibi defolup gidiyor.

O gittikten sonra eğilip yerdeki peçeteleri toplamaya başlıyorum ben de. Ardından homurdanarak boşluğa doğru konuşuyorum.

"Artık çıkabilirsin."

Bir an sonra kolonların arasından Lavinia'nın kafası görünüyor. Mert'in bahçede kaybolan siluetine bakarak umutsuzca iç çektiğini fark ediyorum onun. Ardından yanıma çöküp benimle birlikte peçeteleri toplamaya başlıyor.

"Bir an hiç gitmeyecek sandım."

Cevap vermiyorum ona. Son peçeteyi de yerden aldıktan sonra gözlerimi kısarak konuşuyorum.

"Demek sen ve Özgür Ağabey, ha?"

Elini uzatıp beni ayağa kaldırırken aynı ses tonuyla cevap veriyor Lavinia. "Demek sen ve ağabeyim, ha?"

Çok güzel. Mert bir dakika içerisinde ortalığı o kadar güzel birbirine kattı ki, bunu toparlayabileceğimi hiç sanmıyorum.

"Anlatacağım," diyorum çaresizce iç çekerek. "Ama önce sen anlat."

Anlatıyor. Özgür Ağabey ile nasıl tanıştıklarından bahsediyor önce, daha sonra onun yanındayken fenalaştığında kendisini nasıl teselli ettiğini anlatıyor. Bu dünyada ideal erkek diye bir kavram varsa bunun karşılığının Özgür Ağabey olduğunu bildiğim için kızamıyorum Lavinia'ya. Yine de bir Bozkıroğlu ile görüşmesine abisinin ne kadar sevecen yaklaşacağını bilmek canımı sıkıyor.

"Sık sık görüşüyoruz Özgür'le," diye neşeyle cıvıldamaya devam ediyor Lavinia. "Bana korkularımı aşmam için yardımcı oluyor. Onun sayesinde hiçbir terapistin sağlayamadığı kadar çok yol katettim."

Elimde olmadan trip atıyorum ona. "Eğer fırtınalardan korktuğunu söyleseydin, ben de sana yardımcı olabilirdim..."

"Ona da söylememiştim ki," diye açıklama yapıyor telaşla. "Tesadüfen şahit oldu, hepsi bu."

"Yine de dikkatli ol," diyorum ona uyarıcı bir ses tonuyla. "Sen henüz Nazan Hanım'la tanışmamışsın anlaşılan."

"Özgür'ün annesi mi?" Lavinia bir an durup kuşkuyla kaşlarını çatıyor. "İyi de bana annesinin son derece kültürlü bir kadın olduğunu, hatta harika tablolar yaptığını falan söylemişti."

"Öyle zaten. Ama Nazan Hanım bunları yaparken bir yandan da Gelinim Mutfakta izleyen bir kadın. İçindeki oğluşlarının mürüvvetini görmeyi arzulayan vahşi anadolu annesiyle baş edemiyor."

Ufak bir kahkaha atıyor Lavinia. Ancak bakışlarından konuyu değiştirme çabalarımın işe yaramadığını görebiliyorum. Nitekim çok geçmeden korktuğum o soruyu yöneltiyor bana.

"Peki ya abim ve sen?"

Ağabeyin ve ben? Ağabeyin ve ben döndükçe birbirine dolanan, ancak hiçbir zaman kavuşamayan bir muammayız, Lavinia. İçimde yeşeren ağaçları kökünden söken bir fırtınadan farksız, içimden söküp atamadığım geçmiş bir ihtimal kadar olanaksız. Ağabeyin, Lavinia, bundan önceki hayatlarımda işlediğim tüm günahlarımın bedeli galiba. Ağabeyin benim cehennemim.

Sakince gülümsüyor ve cevap veriyorum Lavinia'ya. "Bilmiyorum."

"Ne yani, şu öpüşme mevzusu... Yoksa yanlışlıkla olan bir şey miydi?"

Öyle miydi? Belki ilki için bunu söylemek mümkün olabilir. Fakat ikinci öpüşmede ne tesadüfi, ne de yanlışlık sonucu olan hiçbir şey yoktu. Eğer ortada yanlış olan bir şeyler varsa, bu zaten biz o geceye varmadan çok önce olup bitmişti. O yüzden zorlanarak da olsa buna da dürüstçe cevap vermeyi başarıyorum.

"Hayır."

Lavinia gözlerini kısıp anlamaya çalışarak bakıyor bana. Tek yapabildiğim başımı öne eğip kızarmak oluyor. En sonunda kafası büsbütün karışmış olarak konuşmaya başlıyor.

"Melek, ben... Ben hiçbir şey anlamıyorum."

"Ben de." diye itirafta bulunuyorum ona. "Tek bildiğim, Aras'la aramızda olan şeyin bir daha asla tekrarlanmayacağı."

"İyi de nede-" Birden duruyor Lavinia. Ardından umutsuzca iç çekiyor. "Ah, tabi ya. Arzu..."

Biraz daha kızarırken onu başımla onaylamakla yetiniyorum. Lavinia'nın beni anladığını çok iyi biliyorum. Başka insanların aksine o, Arzu önemsiz bir meseleymiş gibi davranmıyor, bana moral vermeye çalışmak yerine durumun ciddiyetinin farkında olarak sessizce acıma ortak oluyor.

"Ne kadarından haberin vardı?" diye soruyorum ona kendimi tutamayıp. "Yani... Arzu'yla olan ilişkilerinin ne kadarını biliyordun?"

"Dürüst olmak gerekirse, sen bahsedene kadar Arzu'nun adını bile duymamıştım." diyor Lavinia kafamı karıştırarak. "Olaylar yaşandığı sırada ben Türkiye'de bile değildim. Sen ölen arkadaşını ve onun züppe sevgilisini anlatırken bahsettiğin kişinin ağabeyim olduğunu bile uzun bir süre anlamamıştım. Anladığımda gidip ona sormayı denedim ama bana sadece 'Kendi işine bak, küçük fare.' demekle yetindi."

Lavinia Aras'ın ses tonunu taklit ettiğinde elimde olmadan kıkırdıyorum. Sonra söylediği bir şey dikkatimi çekiyor ve duraksıyorum.

"Peki ya olaylardan önce neredeydin?" diyorum ona tek kaşımı kaldırarak. "Sonuçta neredeyse bir yıllık bir zaman diliminden söz ediyoruz."

İşte o zaman durgunlaşıyor ve ben önemli bir noktaya parmak bastığımı anlıyorum. Kaç ay boyunca yurtdışında kalmış olabilir ki? Dil eğitimi için falan gittiğini düşünürsek belki bir yıldan uzun bir zaman dilimini kapsayabilir ancak onda bile ara sıra evine gelmiş olması gerekiyordu.

"Melek ben senelerdir yurtdışındaydım..." diye cevap veriyor en sonunda. "Orada yaşıyordum, tüm hayatım oradaydı, ta ki ağabeyim geçen yaz beni zorla buraya getirene kadar..."

Sanırım gerçekten de kritik noktaya geldik. Lavinia'nın neden ailesini bizden gizlediğini, babasıyla olan -olmayan- garip ilişkisinin sebebini öğrenmek üzere olduğumu hissediyorum. Bunlardan bahsetmenin onun için ne kadar zor olduğunu yüz ifadesinden anlamak mümkün. Elimi uzatıp elini tutarak yüreklendirmeye çalışıyorum onu. Ardından şefkatli bir ses tonuyla soruyorum.

"Neden yurtdışında yaşıyordun?"

Gözlerini kaçırıp tek solukta cevap veriyor Lavinia. "Çünkü hastaydım. Çok hasta."

Gülümsemem dudaklarımda donup kalıyor. Böyle bir şey aklımın ucundan bile geçmemişti daha önce. Lavinia öyle şey görünüyor ki... Sağlıklı?

"Annemin nasıl öldüğünü biliyor musun?" diye soruyor bana donup kaldığımı görünce. Başımı sallayarak onaylıyorum onu.

"17 Ağustos depreminde, değil mi?"

"Evet, göçük altında kalmıştı." diyerek onaylıyor beni. "Göçük altında kalmıştık..."

Allak bullak olduğumu hissediyorum. Kafamda hala onlarca soru var, hala taşları yerine oturtabilmiş değilim. Fakat içimden bir ses bazı şeyleri anlamak üzere olduğumu fısıldıyor.

"Yoksa annen... S-seni korumak için mi?"

"Evet, o yüzden öldü." diyor Lavinia acı bir tebessümle. "Ve ben de deprem yüzünden hasta oldum."

Babasıyla olan ilişkisi bu yüzden kopuk... İçimde Hakkı Bey'e yönelik bir öfke yükseliyor ansızın. Fakat hala kavrayamadığım noktalar var. Deprem bir insanda nasıl bir hastalığa sebep olabilir ki? Lavinia'nın az önce bahsettiği hastalığının psikolojik bir şey olduğunu hiç sanmıyorum.

"Crush Sendromu diye bir şey duydun mu hiç?" diyor bana aklımdan geçenleri okumuş gibi. "Göçük altında kalanlarda görülen bir rahatsızlık. Ezilmeye bağlı olarak iç organlarda kalıcı hasar oluşuyor."

"B-ben ilk kez duyuyorum..."

"Çoğu kişi bilmez zaten." diyerek onaylıyor beni. "Oysa depremde en büyük ölüm sebeplerinden biridir. Sanırım etkisi birkaç yıl sonra ortaya çıktığı için insanlar depremle bağdaştıramıyor."

"Doğru mu anladım?" diyorum Lavinia'ya duyacaklarımdan korkarak. "Sende organ yetmezliği mi var?"

"Vardı." diyerek düzeltiyor beni. Ardından eliyle tişörtünü yakasını sıyırıyor aşağı doğru. Başta onun ne yaptığını anlayamıyorum ancak sonra görüyorum. Derin bir ameliyat izi.

"Kalp hastasıydım ben," diyor tişörtünü serbest bıraktığında. "Tam ölümün eşiğindeyken şans yüzüme güldü ve kalp nakli oldum."

Mert'in sesi kulaklarımda çınlıyor yeniden. Onun haklı olduğunu, çevremdeki insanları çok fazla ihmal ettiğimi fark ediyorum. En yakın arkadaşım göğsünde derin bir yara iziyle yaşadığından bile habersiz olmak kanıma dokunuyor.

"Ah, Lavinia..."

Birden öne atılıp kollarımı sarıyorum ona. Çoktan dolmuş gözlerimden yaşlar istemsizce akmaya başlıyor. Benim ani şefkat patlamalarıma alışık olmayan herkes gibi Lavinia da başta şaşırıyor. Ardından o da sıkı sıkı sarılıyor bana.

Onun neler yaşadığını tahmin bile edemiyorum. Ben burada mutlu ailemle güzel bir hayat sürerken küçük bir kız çocuğu evinden uzakta ve tek başına ölümü bekliyordu. Onun bir hastane köşesinde hissettiği yalnızlığı düşününce kayışı hepten kopartıyorum. Öyle ki en sonunda beni teselli etmek zorunda kalan Lavinia oluyor.

"Ama şimdi çok iyiyim." diyor neşeyle kollarımdan ayrılarak. "Melek... Bunları sana kendini kötü hissetmen için anlatmadım, lütfen pişman etme beni."

"Tamam tamam, iyiyim." diyorum gözlerimdeki yaşı silerek. Sonra telaşla konuyu değiştirmeye çalışıyorum. "Ağabeyinin seni buraya zorla getirdiğini söyledin, o nedendi?"

"Kendisi hala bir aile olabileceğimize inanıyor da ondan." diye cevap veriyor hafifçe omuz silkerek. "Hastayken bir dediğimi iki etmiyordu, o yüzden yurtdışında kalmama izin veriyordu ama iyileşince şartlar değişti tabi. Ensemden tutup buraya sürükledi beni."

Demek o yüzden Aras'la da araları bozuktu... Kendimi Aras'ın yerine koyduğumda onu da anlayabiliyorum sanırım. Daha önce hiç ailemi bir arada tutmak için çaba harcamam gerekmedi fakat buna mecbur kalsaydım benzer kararlar alabilirdim. Yine de Lavinia'yı üzmemek için ılımlı bir yorum yapmaya çalışıyorum.

"Biraz zorbaca olmuş ama niyetinin iyi olduğu ortada."

"Zorbalık kısmında tamamen haklısın!" diyor bana öfkeyle. "İstese beni de alıp o evden ayrılabilirdi, kendimize yepyeni bir hayat kurabilirdik. Boş yere babamla yaşamaya mahkum ediyor beni!"

"Bence ağabeyinden çok fazla şey bekliyorsun." diyorum dürüst olmaya karar vererek. "Yeni bir hayat kurmak öyle basit bir şey değil, Lavinia. Hele ki ikiniz de ekonomik yönden babana bağımlıyken bu-"

Lavinia aniden lafımı kesiyor. "Bir dakika, ne dedin sen?"

Bana şaşkınlıkla baktığını fark ediyorum. Ardından kahkahalarla gülmeye başlıyor. Ona komik gelen şeyin ne olduğunu anlamaya çalışsam da başarılı olamıyorum. O yüzden kaşlarımı çatarak gülmeyi bırakıp bir açıklama yapmasını beklemeye başlıyorum.

"Ekonomik yönden babama bağımlı, ha?" diyor gülmeye devam ederken. "Melek, ağabeyim olacak o zorbanın yanında babamın parasının esamesi bile okunmaz."

"Bu da ne demek şimdi?"

"Babamın gelir kaynağının çıkardığı kitaplar olduğunun farkındasın, değil mi?" diyor Lavinia bana inanamayarak. "Ağabeyimse Saral ailesinin tek varisi, hani şu savunma sanayii devi olan Sarallar, tanıdık geldi mi?"

Şaşkınlıktan nefesimin kesildiğini hissediyorum. "B-ben- Nasıl yani?"

Lavinia benim neden dehşete düştüğümü bilmeksizin konuşmaya devam ediyor. "Dedem annemi evlatlıktan reddettiği için ölmeden önce her şeyini torununa bırakmış, tabi ben o zamanlar dünyada bile değildim. Dayımsa sadece annesinin mirasını kabul ettiği için-"

"Bir dakika, dur!" diyerek susturuyorum onu. "Sen az önce dayın olduğundan mı bahsettin? Sizin bir dayınız mı var yani?"

"Onca şey içinde dikkatini çeken tek şeyin bu olması biraz garip ama evet, bir dayımız var. Belki duymuşsundur, Ertuğrul Saral."

Ertuğrul Saral... Zihnim hızla günler öncesine, sanat fuarına gidiyor. Orada karşıma çıkan gizemli ihtiyarı düşünmeye başlıyorum. Kör kütüphaneci... Tabi ya, o adamın bana verdiği kartta yazan isim buydu! Elimde dayısının kartıyla Aras'ın yanına koştuğumda verdiği tepki gözümün önüne geliyor. Dili bile dolanmadan kendi dayısını tanımadığını iddia etmişti alçak herif! Lavinia'nın varlığını bile unutup kendi kendime mırıldanıyorum.

"Allah seni kahretsin, Aras..."

"Boyu posu da devrilsin mi?"

Lavinia'nın alaycı sözlerini duymadan söylenmeye devam ediyorum. "Söylediğin yalanlar kadar taş düşsün başına!"

"Bak o zaman altından kalkamaz işte..."

Aniden hışımla kalkıyorum yerimden. Sinirden elim ayağım titreyerek çantama uzanıyorum. Gerçekten, bu kaçıncı aptal yerine konuşum acaba? Bana söylediği yalanlara her defasında o kadar güzel inanıyorum ki, eminim arkamdan kıs kıs gülüyordur.

"Senin o ağabeyin var ya..." diyerek parmağımı yöneltiyorum Lavinia'ya öfkeyle. "Yalancı, sahtekar, iflah olmaz puştun teki!"

Arkasına yaslanıp keyifle gülümsüyor. "Good morning, Vietnam."

✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧

"Boynumda tütün esen nefesin ürperiyor.
Mevsimin sert soğuğunda karışıyor
Saç tellerime sarılan sıcaklığı avuçlarının.
Yokluk esiyor.
Ya da bana öyle geliyor."

-Necla Maraşlı

-*-

"Sahtekar şeytan..."

...

"Fırsatım varken koparmam gerekiyordu o kafanı."

...

"Adam dayısını tanımadığını söyledi ya, DA YI SI NI!"

Öfkeden köpürerek kağıtları zımbalamaya devam ediyorum konuşurken. Okulda Lavinia'dan öğrendiklerim hala zihnimde dönüp duruyor. En yakın arkadaşım için üzülmekle onun düzenbaz abisine öfkelenmek arasında bir sarkaç gibi gidip geliyorum. Bu esnada tüm öfkem çeneme yansıyarak önümdeki kağıt deniziyle boğuşurken kendi kendime söylenmeme neden oluyor.

Zımbalardan birini yanlış bastığımı fark edince etrafa göz atıyorum kısaca. Ardından hiç düşünmeden masanın üzerindeki mektup açacağına uzanıp onunla yanlış bastığım zımbayı sökmeye çalışıyorum. İş güvenliği konusunda bir dünya markası olduğumu söylememe gerek yok sanırım. O sırada odanın kapısı pat diye açılıyor ve korkudan bir metre havaya sıçrıyorum. Bu hareketim sonucunda elimle birlikte sıkı sıkı tuttuğum mektup açacağı da havalanıyor ve sol kolumda hoş bir kesiğe imza atıyor.

"Hassiktir!"

Kolumu tutarak ergen bir kanguru gibi odanın içinde zıplamaya başlıyorum. Kesikten çıkan kan hızla gömleğimi ıslatmaya başlıyor. Acıdan kolumun uyuştuğunu hissederken dönüp kapıya bakıyorum ve Emir Bey'i görüyorum. Suratında yine aptallığım karşısında hayrete düşmüş bir bakışla beni izliyor.

'Seni kovmuyor çünkü yürüyen bir ibret hikayesi gibisin.' diye buyuruyor iç sesim. 'Sana baktıkça insanın hayata olan inancı artıyor.'

"Ben, şey- ee, zımba telini açmaya çalışıyordum ve şey-"

"Zımba telini mektup açacağıyla mı açmaya çalışıyordun?" diye hayretle lafımı kesiyor Emir Bey. "Bu iş için bir elektrikli testere aramak varken hem de?"

Eh, bu biraz ağır oldu. Mektup açacağının böyle işler için fazla keskin bir alet olduğunu ben de biliyorum ama öfkeden pek düşünecek durumda değildim.

"Seni doktora bizzat götürmek isterdim ama toplantı başlamak üzere," diye konuşmaya devam ediyor yeniden. "Çıkışta bana haber verirsin ve bir de şey, bu cuma seninle yemeğe gideceğiz. O yüzden cuma akşam saat sekizde hazır olursan sevinirim."

"Y-yemeğe mi gideceğiz?"

"Organizasyon anneme ait." diyor kısaca. "O yüzden itirazları da ona yapman gerek. Tabi bir işe yarayacağını düşünüyorsan..."

"Ben Nazan Hanım'la konuşurum." diyorum bu emrivakilerden sıkılmış olarak. "Lütfen yanlış anlamayın Emir Bey, sınavlarım var..."

Emir Bey hiç alınmış gibi görünmüyor. Beni başıyla onayladıktan sonra kolumu işaret ederek oyalanmamamı tembihliyor. O toplantı odasına giderken ben de çantamı ve montumu alıp asansörlere yöneliyorum. Aşağı indiğimde, belli ki şirketin çağırdığı, taksi çoktan gelmiş oluyor.

Acil servise girdiğimde kolumdaki kesiğin göründüğünden daha derin olduğu anlaşılıyor. Doktor birkaç dikiş attıktan sonra bazı ilaçlar yazıyor. Elimde reçeteyle birlikte tam kapıdan çıkarken rapor almadığımı anımsıyorum. Maaşımdan bir günlük kesinti yapmalarını göze alamadığım için geri dönüyorum acil servise.

Tam içeri girerken iri yarı bir adamla çarpışıyorum. Özür dilemek için geri çekilirken adamın hayli tanıdık göründüğü çekiyor dikkatimi. Araf'taki korumalardan biri bu, üstelik ilk gidişimde karnıma yumruk atan koruma. Onun kim olduğunu fark edince öne atılıp yakasına yapışıyorum.

"Beni mi takip ediyorsun sen?!"

"Ben- ne? Hayır, Melek Hanım!"

"Bakıyorum da patronunuz size yalan söylemeyi de öğretmiş!" diye kükrüyorum bu sefer. "Nerede o? Ortadan kaybolmuş gibi yapıp sinsi sinsi beni mi gözetliyor?!"

Araf'tan aşina olduğum koruma içerlemiş gibi bakıyor bana. Ardından elinde tuttuğu bir kağıdı uzatarak konuşuyor.

"Sanırım Aras Bey'den bahsediyorsunuz ancak kendisinin nerede olduğuna dair hiçbir fikrim yok," diyor elindeki reçeteyi bana göstererek. "Ben de buraya soğuk algınlığı olduğum için gelmiştim, efendim."

Adamın elindeki kaşeli kağıda bakarken ne diyeceğimi bilemiyorum. Görünüşe göre doğru söylüyor. Zaten Aras beni neden takip ettirsin ki? Ulaşmak istese eliyle koymuş gibi bulurdu zaten.

Fakat sorun şu ki, bulmak istemiyor. Ya da istese bile yanıma gelemeyecek bir durumun içinde. İkinci ihtimal giderek daha da korkutuyor beni. Çevresindekilerin nasıl olup da bu kadar rahat kalabildiğine anlam veremiyorum. Tamam, söz konusu yetişkin bir adam ancak yine de ortadan böyle kayboluvermesi çok mu normal? Neden başına bir şey gelmiş olabileceği ihtimali yalnızca beni endişelendiriyor?

Korumanın uzattığı reçeteyi hiçbir şey söylemeden geri veriyorum ona. Ardından arkama bile bakmadan oradan uzaklaşıyorum.

-*-

"Adımlarım şaşırıyor,
Yanlış bir kaldırım taşına basıyorum,
Sendeliyorum.
Elin belimi kavrıyor,
Gövdemi gövdene çekiyor, beni sana yaslıyor.
Kollarının arası başımı döndürüyor,
Bu kentin içinde kayboluyorum,
Gözlerinde bulunuyorum.
Ya da bana öyle geliyor."

-Necla Maraşlı

-*-

Hastaneden çıktıktan sonra günün kalanında boş olduğumu fark ediyorum. Bu demektir ki, nihayet Nazmi Amca'nın yanına gidip ona müjdeli haberi verebilirim.

Birkaç gün önce Naz'ın kurstaki öğretmenleriyle konuşup, onlara Şirin'le tanıştığımda fark ettiğim şeyleri anlatmıştım. Özellikle çocuğun çizdiği resimlere epey ilgi gösterip fikir sahibi olmak için ufak bir test tutuşturmuşlardı elime. Hani şu bir sonraki şekli öngörmeye dayalı klasik zeka testlerinden...

Çıkışta Nazmi Amca'nın dükkanına gitmiştim hemen. Şirin'le oynarken ona kağıtları gösterdiğimde soruları beklediğimden de hızlı bir şekilde çözmüştü ufaklık. Kurstaki öğretmenler kağıtları inceledikten sonra çocuğun büyük ihtimalle üstün zekalı olduğunu ancak kesin bir şey söyleyebilmek için oraya gitmesi gerektiğini söylemişlerdi. Kurumun üstün zekalı çocuklarla özel olarak ilgilenen psikiystristleri olduğunu biliyordum, içimden bir ses belki de küçük kızın konuşma problemini de çözebileceklerini fısıldıyordu.

Taş merdivenlerden yukarı çıkıp içeri girdiğimde beni ilk fark eden Şirin oluyor. Ufaklığın neşeyle el çırparak bana doğru koşmasını izlerken ben de gülmeye başlıyorum. Elimdeki torbaları kenara koyup küçük kızı kucağıma alıyorum önce. Hemen arkasından Nazmi Amca geliyor yanımıza.

Ben içeri girdiğimde köşedeki masada oturan iki adamın sessizce kalkıp dışarı çıktığını fark ediyorum. Karanlık birer gölgeden farksız hareket ediyorlar. Bellerindeki çift tabanca kabzaları gözüme çarparken elimde olmadan gülümsüyorum. Son gelişimde de Nazmi Amca'nın elinde barut lekesi vardı, babam silahını temizledikten sonra onun ellerinde de olurdu aynı lekeler.

Nazmi Amca beni dinlemeyip mutfağa geçerken Şirin de kolumdan çekiştirerek bir şeyler anlatmaya çalışıyor. Dikiş izlerine değdiğinde elimde olmadan yüzümü buruşturuyorum, elbette ki ufaklığın gözünden kaçmıyor bu durum. Başını sorarcasına iki yana sallayarak tişörtümün kolunu yukarı sıyırmaya çalışıyor.

"Yok bir şey, Şirine," diyerek durdurmaya çalışıyorum onu. "Şirkette çalışırken uf oldum."

"Olursun tabi!" diye elinde çaylarla içeri giriyor Nazmi Amca. "Sana kaç keredir gel şurada çalış diyorum, dinlemiyorsun bile."

Çaylardan birini benim önüme bıraktıktan sonra dudağını büken Şirin'e bakıyor. "Kızım bu kaçıncı bardak ama bugün!"

Dedeyle torunun inatlaşmasını izliyorum bir süre. En sonunda Şirin galip geliyor ve Nazmi Amca çırak oğlana içeriden Şirin için de bir bardak getirmesini söylüyor. Onun göz kırpmasından gelecek çayın ılık sudan ibaret olacağını anlıyorum. Ben gülmemeye çalışırken bize dönüp kaşlarını çatıyor Nazmi Amca.

"Ne oldu bakayım koluna?"

"Ufak bir kesik sadece," diyerek geçiştiriyorum onu. "Hem onu boşver de anlat bakalım, eski kulağı kesiklerden olduğunu bana niye söylemedin Nazmi Amca?"

Adamcağızın içtiği çay boğazında kalıyor. Onun hayretler içinde öksürmeye başlamasını Şirin'le birlikte gülerek izliyoruz. Nihayet kendine geldiğinde huysuz huysuz söyleniyor Nazmi Amca.

"Boşuna Gülnihal'in vekili demiyorum ben sana!" diye homurdanıyor çayını karıştırırken. "Nereden anladın be çocuk?!"

"Geçen gün barut lekesi vardı elinde," diyorum onun bu haline gülerek. "Az evvelki abiler de çift tabanca taşıyordu, yanımdan geçerken kabzasındaki armadan tanıdım. Aynısı babamın beylik tabancasında da vardı."

Bunun üzerine birden duraksayıp dikkatle incelemeye başlıyor beni Nazmi Amca. En sonunda aradığını bulmuş gibi gözleri parlayarak konuşuyor.

"Demek sen o kızdın!" diyor birdenbire aydınlanmış gibi. "Demiştim sana, gözüm seni bir yerlerden ısırıyor diye. Tabi o zamanlar çok küçüktün, sen beni hatırlamazsın-"

"Neden bahsediyorsun, Nazmi Amca?"

"Yahu hani şu karlar içinde bulunan küçük kız çocuğunu diyorum!" diye açıklama yapıyor bana. "O sen değil miydin, Melek?"

Birden üşümeye başladığımı hissediyorum. Her yanım uyuşmaya başlarken sokak ışıkları beliriyor gözlerimin önünde. Kendimi yeniden o güzel kış akşamında buluyorum aniden. Hayatımın en güzel uykusu doluyor hatıralarıma. Ciğerlerimde kar kokusu. Nazmi Amca benim sarsıldığımı fark etmeden kendi kendine konuşmaya devam ediyor.

"Kaç sene evvel karların içinden çekip çıkarmıştım seni, çok yaşamaz dediklerinde nasıl da üzülmüştüm." diye geçmişi döküyor masaya hayretle. "Kadere bak, şimdi koskoca kız olmuş karşımda oturuyorsun."

Şirin'in sıcak elini yanağımda hissedince birdenbire irkiliyorum. Başını boynuma gömüp minik elleriyle yanağımı okşamaya devam ediyor. Her yaralı çocuk gibi o da ilk görüşte tanıyor yaralı çocuklukları. Başımı çevirip yumuk yumuk ellerinden öpüyorum şefkatle.

"Sahi, ne işin vardı orada Melek?" diyor Nazmi Amca tıpkı bir şahini andıran keskin bakışlarıyla. "Annenler kaybolduğunu söylemişlerdi ama üzerinde incecik kıyafetlerle o mevsimde sokakta olman-"

"Çok yaramazdım ben Nazmi Amca," diyorum yaşlı adama gülerek. "Fırsatını buldukça sokağa kaçıp oyun peşine düşerdim."

"Bak sen şu işe," diyerek gülüyor o da. "Neyse, iyi oldu hatırladığım. Aras'a kaç kere sormuştum ama haliyle o da bilememişti. Döndüğü zaman ona da anlatırım artık."

Söylediği şeyin düşüncesi bile paniğe kapılmama yetiyor. Aras'ın karakterini, bir şeyin peşine düştüğü zaman onu ortaya çıkarana kadar asla durmayacağını çok iyi biliyorum.

"Yok söyleme ona." diyorum telaşımı gizleme şansı bulamadan. "Her şeyi de bilmeyiversin, ne gerek var Nazmi Amca."

Tıpkı bir çaylak gibi yemin üstüne atladığımı fark ettiğimde iş işten geçmiş oluyor. Nazmi Amca gözlerinde yine o keskin bakışlarla gülümsüyor bana. Eh, emekli teşkilatçıyı kandırmaya çalışırsan böyle olur işte.

"Haklısın, söylemeyeyim en iyisi." diyor Nazmi Amca bu kez. "Hem o sahtekar nerede olduğunu söylüyor mu bize? İki hafta olacak, yer yarıldı içine girdi sanki..."

Böylelikle Aras'ın yerini onun da bilmediğini öğrenmiş oluyorum. Nazmi Amca'nın onun yokluğuna endişelenmek yerine öfkeli olduğunu fark etmek bir nebze içimi rahatlatıyor. Fakat içimi kemiren meraktan hala kurtulabilmiş değilim. Arkadaşları bilmiyor, Nazmi Amca bilmiyor, kız kardeşi bilmiyor, Lavinia'nın söylediğine göre babası bilmiyor ve elbette her zamanki gibi onun nerede olduğunu ben de bilmiyorum. Başı belada değilse bile bu kez epey önemli işler karıştırdığı ortada.

"Çocukken de böyleydi bu, tüm Erzurum'a kök söktürürdü." diye söylenmeye devam ediyor Nazmi Amca. Benim şaşkınlıkla baktığımı görünce gülerek açıklama yapmaya başlıyor. "Hakkı hapiste olduğu yıllarda Aras'ı bana emanet etmişti, Erzurum'a bizimkilerin yanına götürmüştüm hergeleyi."

Hakkı Bey'in hapiste olduğu yıllar... Kendisinin hayranı olduğum dönemlerde edindiğim bilgilerden biriydi bu. Susurluk Davasının ardından dikkatleri üzerine çektiğini biliyordum. Ankara İstihbarat Daire Başkanlığı ile birlikte çok ciddi bir soruşturma başlatmıştı Hakkı Bey. Emniyet içindeki gerici yapılanmaların ayyuka çıktığı dönemlerde bir Cumhuriyet Savcısı için intihar anlamına gelen bir dosyaydı. Eskiden onun bu cesareti nasıl gösterdiğine bir türlü akıl sır erdiremezdim ancak karısının ölümünü öğrendiğimde bazı taşlar yerine oturmuştu. Belki de Hakkı Bey'in meslek hayatına ve özgürlüğüne mal olan o girişiminin altında, gerçekten de bir intihar girişimi yatıyordu.

"Beş tane oğlan büyüttüm ama ben hayatımda bunun gibi çocuk görmedim, kızım." diyerek konuşmaya devam ediyor Nazmi Amca. Onun bir yandan da yakasını silktiğini görünce kendime engel olamayıp gülmeye başlıyorum. "Aras'ı memlekete götürürken şehirli çocuk uyum sağlayamaz diye korkmuştum ama tam tersi oldu. İlk gün görüntüsü yüzünden dışlanmış galiba, ertesi gün bir baktım Hakan'la birlikte gidip saçını üç numaraya vurdurmuş. Üzerinde de benim oğlanların eski kıyafetleri, iki güne kalmadan mahalledeki çocukları peşine takıp ava çıkar olmuştu sahtekar."

İçtiğim çayın boğazıma kaçmasından korkarak bardağı elimden bırakıyorum. Ardından kahkahalar arasında soruyorum yaşlı adama.

"Ne avı, Nazmi Amca?"

"Ne avı olacak, define avı!" diye homurdanıyor yeniden. "Oğuz Gazi'nin mezarını bulacağım diye memlekette girmedik delik bırakmadı. Erzurum'da nice ermiş, evliya ruhu varsa bu çocuk yüzünden mezarında ters döner olmuştu kızım. Tepe bayır gezerken yanlışlıkla örgüt sığınaklarına girecek diye ödümüz patlardı vallahi."

Benim kahkaha attığımı görünce Şirin de ellerini çırparak gülmeye başlıyor. Başımı ufaklığın buklelerine gömerek gülmeme engel olmaya çalışıyorum ancak Nazmi Amca coştukça coşuyor.

"Gül sen, gül!" diyor bu kez bana terslenerek. "Rabbim ileride sana da böyle bir çocuk versin de göreyim ben!"

Sözlerindeki imayı anlayınca kahkahalarım boğazıma tıkanıp kalıyor. Öksürmeye başlarken telaşla önümde duran çayı kafama dikiyorum. Bardağı yerine koyduğumda Şirin homurdanarak dudağını büküyor bana. Hemen ardından Nazmi Amca kahkaha atmaya başlıyor. Yanlışlıkla çocuğun ılık su dolu çayını içtiğimi fark edince büsbütün utanıyorum.

"B-ben buraya Şirin için gelmiştim aslında," diye geveleyerek uzanıp çantamı açıyorum. İçinden çıkardığım kağıtları Nazmi Amca'ya uzatırken zorlanarak da olsa gülmeyi kesiyor. Kağıtlara bakarken kafasının karıştığını fark ediyorum.

"Kız kardeşimin gittiği üstün zekalılara özel kurstan bunlar," diyerek açıklama yapıyorum yaşlı adama. "Şirin'in çizdiği resimleri görünce kurstaki öğretmenlerle konuşmuştum, son gelişimde onların verdiği bazı soruları çözdük Şirin'le birlikte. Oradaki öğretmenler çocuğun yüksek ihtimalle üstün zekalı olduğunu söylediler."

Nazmi Amca şaşkınlıkla bana bakmaya devam ediyor. Şirin'in de dikkatle bizi dinlediğini fark edince eğilip gülümseyerek öpüyorum onu.

"En kısa zamanda görüşmeye bekliyorlar sizi," diyorum yeniden söze girerek. "Hatta vaktiniz varsa şimdi birlikte gidelim, ben yerlerini biliyorum nasılsa."

"Ah be kızım," diyor Nazmi Amca bana şefkatle gülümseyerek. "Kendi başına neler yapmışsın sen öyle?"

"Gidip hocalarla görüştüm, hepsi bu Nazmi Amca," diyorum ben de ona gülümseyerek. "Eğer sen de istersen hemen gidelim görüşmeye. Hem oradaki alanında çok başarılı psikiyatristler de var, belki bizim bıcırığa da faydaları dokunur."

Şirin'in konuşma problemini kast ettiğimi anlayınca gözleri parlıyor Nazmi Amca'nın. Onun sevincini görünce duygulanmaktan kendimi alamıyorum. Yıllar önce beni karların arasından, ölümün kollarından kurtaran adam şimdi gözlerinde minnetle bana bakıyor. Gerçekten de hayat çok garip. En karışık görünen yollar bile, eninde sonunda bir şekilde bağlanıyor birbirine.

Şirin'e montunu giydirip dükkanı çırağa bırakarak çıkıyoruz dışarı. Tam merdivenlerden inerken tanıdık bir çift mavi göz beliriyor karşımızda. Hakkı Bey şaşkınlıkla bize bakarken Nazmi Amca mahcup bir tavırla konuşmaya başlıyor.

"Tüh, akıl mı kaldı bende?" diyor elini hafifçe başına vurarak. "Senin geleceğini bile unutmuşum sevinçten."

Onun yaptığım şeyi bire bin katarak anlatacağını bildiğim için orada durmak istemiyorum. Hakkı Bey'in karşısında mahcup olmamak için onlar konuşurken Şirin'le birlikte aşağı iniyorum ben de. Çok geçmeden ikisi birlikte dönüyor yanımıza. Hakkı Bey bir şey söylemese de bakışlarından onun da sevindiğini anlıyorum.

Eğitim Merkezine hep birlikte gidiyoruz böylelikle. Öğretmenler Şirin'le ufak bir görüşme yaptıktan sonra şüphelerimizde haklı çıktığımız doğrulanıyor ve hemen orada çocuğun kaydını yaptırıyoruz. Çıkışta her ne kadar gitmem gerektiğini söylesem de Hakkı Bey ufak bir kutlama yapmamız gerektiğini söyleyerek pastaneye götürüyor bizi. Orada onlarla birlikte otururken içimin burulduğunu hissediyorum, çok geçmeden Nazmi Amca da fark ediyor bu durumu.

"Hayırdır, Melek?" diyor keskin bakışlarıyla beni süzerek. "Bir durgunlaştın sen, ne oldu?"

"Lavinia'yı düşünüyordum." diye cevap veriyorum bakışlarımı Hakkı Bey'in yüzüne dikerek. "O da burada olsaydı ne güzel olurdu, değil mi hocam?"

Masada kısa bir sessizlik olurken Hakkı Bey başını sallamakla yetiniyor bana. Onun bir cevap veremediğini görünce büsbütün canım sıkılıyor, ters bir laf söylememek için dilimi ısırmak zorunda kalıyorum. Aile meselelerine karışmamam gerektiğinin ben de farkındayım ancak Lavinia'nın yurtdışındaki günlerinden bahsederken üzerine çöken mahzunluğu gözlerimin önünden gitmiyor. Hadi başlarda Hakkı Bey hapiste olduğu için onun yanında değildi diyelim, peki ya sonrası? Acaba sonrasında kızının yanında oldu mu? Lavinia'nın babasına olan öfkesini düşününce böyle bir olasılık pek mümkün görünmüyor gözüme.

Pastaneden çıktığımızda tüm ısrarlarıma rağmen önce beni eve bırakıyorlar. Hakkı Bey'e iyi akşamlar dilerken onun aynı samimiyetle bana cevap vermesi şaşırmama sebep olsa da belli etmiyorum. Sözlerimin onu rahatsız ettiğini düşünmüştüm ama görünüşe göre yanılmışım.

Eve girdiğimde soğuk bir yalnızlık karşılıyor beni. Naz'ın okuldan gelmesine saatler olduğunu bildiğim için mutfağa geçip yemek yapmaya koyuluyorum. Bir iki saat geçmeden iki çeşit yemek hazır oluyor bile. İçimdeki sıkıntı ise, geçmiyor. Salona dönüp ortalığı toplamaya başlıyorum bu kez, hızımı alamayıp odalara dalıyorum. Fakat tüm işler bittiğinde o sıkıntı yanıbaşımda beni izlemeye devam ediyor hala. Sessizlik gittikçe ağırlaşarak karabasan gibi çöküyor üzerime. Bir şeylerin giderek yaklaştığını, fırtına öncesi bir sükunetin bağrında dolandığımı hissediyorum.

Fırtınanın soğuğu kendisinden bile önce geliyor. Tıpkı seneler önceki o akşamda olduğu gibi, iliklerime kadar üşüyorum.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro