Bölüm 18 - Çatışma
Not: Önümüzdeki birkaç bölüm bir sürü flashback ve Melek dışındaki karakterlerin povları olacak. Onlar sonra azalıyor ama bitmeyecekler. Zaten tek karakterin ağzından yazılan bir hikaye okumak istiyorsanız yanlış yerdesiniz demektir. Emin olun öylesi benim için de daha kolay olurdu fakat bu hikaye tek bir karakterin ağzından anlatılamayacak kadar büyük. Otuzlu kırklı bölümlere geldiğinizde siz de Düşmüş Melekler Senfonisi adının nereden geldiğini anlayacaksınız.
İnanın söyleyecek çok şeyim var fakat bölüm girişlerinde ulusa sesleniş konuşmaları yapmaktan da, insanların hikayeyi okuma şekline müdahale etmekten de hoşlanmıyorum. O nedenle bu uyarı notunu bile iki sene sonra, güncelde 53. bölüme gelmişken illallah diyerek yazdım. Daha fazla yazdırmayın lütfen. İnsanlar normalde okurlardan destek görebilmek, motive edici geri dönütler alabilmek için hikayelerini burada yayınlarlar. Bense iki senedir okurlara rağmen yazıyorum.
Ve artık yoruldum.
-*-
"Derin bir kuyunun içine uzun süre bakarsanız,
o da sizin içinize bakar."
"wenn du lange in einen Abgrund blickst,
blickt der Abgrund auch in dich hinein."
-Nietzsche, Jenseits von Gut und Böse,
Aph. 146
-*-
Her kaçış aslında kıskıvrak bir yakalanıştır. Çünkü her kovalamacanın bir sonu vardır. Eninde sonunda her kaçak ya köşeye sıkışır, ya ansızın yakalanır ya da her ne varsa kaçındığı, kendini onun kollarına bırakır. O yüzden kaçakların kaderi, daha attıkları ilk adımda belirlenir. Sonrası ise yalnızca, kovalamacanın nerede sona ereceğinden ibarettir.
Gözlerimi elimdeki mektuba dikip bir mucize bekleyerek bakıyorum satırlara. Çok saçma. Aradığım cevapların çoğu, belki de tümü ellerimin arasında ancak ben onları okuyamıyorum bile. Çaresizlik ruhumda turuncu bir gölgeye dönüşüyor sanki. İç çekerek başımı kağıttan kaldırıyorum. Bakışlarımı yeni alındığı belli olan ses sistemine çevirdiğimde kapı yavaşça açılıyor ve Aras telefonla konuşarak içeri giriyor.
"Bir sorunu çözmek için bildiğin tek yol bu, değil mi?" diyor öfkeyle başını sallayarak. "Daha büyük bir sorun yaratmak."
Ben odada yokmuşum gibi etrafta dolaşmasını seyrediyorum bir süre. Karşı tarafı dinlerken çalışma masasının çekmecesini açıp bir şeyler arıyor. Ardından oturduğum koltuğun etrafından dolaşarak odanın ucundaki dolapları kurcalamaya başlıyor. Aradığı şeyi bulamayınca yeniden ayaklanıp bu sefer odanın diğer ucuna doğru ilerliyor. Duvardaki girintinin arkasına geçerek görüş alanımdan kayboluşunu izliyorum Aras'ın. İşin garip tarafı, kaybolan yalnızca görüntüsü olmuyor. Sanki derin bir dehlize girmiş gibi sesi de uzaklaşıyor benden. Yine de oturduğum yerden söylediklerini hala duyabiliyorum.
"Şirketi bu işe karıştıramam," diye cevap verdiğini duyuyorum. "Arada hiçbir bağlantı olmamalı, Ozan."
Durup bir süre karşı tarafı dinliyor. Duyduğu şeylerin onu öfkelendirdiğini ses tonundan anlayabiliyorum.
"Çünkü çok riskli!" diye bağırıyor aniden. "Basının bu davayı bahane ederek bağlantılarımızı eşelemeye başlayacağını göremiyor musun gerçekten? Tek müşterisi devlet olan bir şirket için bunun ne anlama geldiğini bir düşün."
Kafamın allak bullak olduğunu hissediyorum. Söz konusu davanın Arzu'nun cinayet davası olduğunu anlamak zor değil ancak sözlerinin kalanı hakkında en ufak bir fikrim bile yok. Hangi şirketten bahsediyor? Dahası bahsettiği şirketin araştırılması onu neden tedirgin ediyor?
"Özer Bey'in konuyla alakası yok. Görünüşe göre Hakkı Karadağ seni de manipüle etmeyi başarmış."
Özer Bey diye mırıldanıyorum kendi kendime. Öğrenmem gereken bir başka bilinmeyen daha...
"Hayır, sen diğer işlerle ilgilen," diyor Aras duvarın arkasından çıkıp yeniden görüş alanıma girerek. "Elfida ile ben konuşurum."
Elfida ismini duyunca ister istemez dikkat kesiliyorum. Yaygın kullanılan bir isim olmadığını düşünürsek, büyük ihtimalle düşündüğüm kişiden bahsediyorlar. Fakültenin Hermione Granger'ından yani. Kendimi zorlayarak onunla Ozan arasında bir bağlantı kurmaya çalışıyorum ancak bulamıyorum. Kafamın büsbütün karıştığını hissederken kapının tıklatılması beni içine düştüğüm düşünce yumağından çekip alıyor. Aras'tan önce davranarak ayaklanıp odanın öteki ucuna doğru ilerliyorum.
Kapıyı açtığımda mekanın korumalarından biriyle karşı karşıya geliyorum. Başıyla hafifçe selam verdikten sonra elindeki kutuları uzatıyor bana.
"Afiyet olsun efendim."
Bakışlarım kollarıma bıraktığı pizza kutuları ile adam arasında gidip geliyor. "Bunlar ne?"
"Ozan Bey sipariş etmiş," diyor adam cüssesinden beklenmeyecek bir nezaketle. "Kurye az önce bıraktı."
Aras'ın telefon konuşmalarından anladığım kadarıyla Ozan acil bir işi çıktığı için buradan ayrılmıştı. Gitmeden önce yemek sipariş etmesi son derece mantıklı görünüyor. O yüzden adama başımı sallayıp ceplerimi karıştırmaya başlıyorum. Ne yaptığımı anlayınca başını iki yana sallayarak "Halledildi." diyor kısaca. Ardından başını hafifçe eğerek arkasını dönüyor ve merdivenlere doğru ilerlemeye başlıyor. Kafam karışarak arkasından bakmaya devam ediyorum.
"Melek?"
Aras'ın sesi beni kendime getirmeye yetiyor. Bakışlarımı karanlık koridordan çekip kapıyı kapatıyorum. Arkamı döndüğümde onu üçlü koltukta otururken buluyorum. Ne olduğunu sorgulayan bakışlarla önce bana, sonra pizza kutularına ve ardından tekrar bana bakıyor.
"Korumalardan biri getirdi," diyorum kutuları onun önündeki sehpaya bırakırken. "Ozan çıkmadan önce yemek sipariş etmiş sanırım."
"Haklısın, bunları o sipariş etmiş," diyor gözlerini kapatıp odaya yayılan kokuya odaklanarak. "Extravaganzza. Ozan'ın favori pizzası."
Gözlerimi şüpheyle kısarak pizza kutularına uzanıyorum. Karton kapakları kaldırdığımda onun haklı olduğunu görüyorum ve ufak bir kahkaha çıkıyor dudaklarımdan. Aras bana doğru uzanıp kutulardan birini alırken aramızdaki gerginliğin sona erdiğini fark ediyorum. Bu konunun tekrar açılmayacak olması adeta içime su serpiyor.
"Sen yemiyor musun?"
Koca bir dilim pizzayı yemeye hazırlanan Aras'a bakarak başımı iki yana sallıyorum. "Mantara alerjim var."
Kaşları hafifçe çatılıyor. "Ciddi bir şey mi?"
"Hayır, değil." diyorum hatırlamadığını fark ederek. Gerçi neden hatırlasın ki? "Sadece kızaran bir domatese dönüşüyorum."
"Kulağa eğlenceli geliyor," diyerek gülüyor Aras. Ardından elindeki pizzayı kutuya bırakıp telefonuna uzanıyor. "Yine de mantarsız pizza söylemek daha mantıklı olur."
"Hiç gerek yok," diyorum ellerimi iki yana sallayarak. "Aç değilim zaten."
Elbette ki beni dinlemiyor. O pizza siparişi verirken dikkatimi yeniden az önce duyduklarıma yöneltiyorum. Hala bilmediğim çok şey var. İçimden bir ses Aras'ı neredeyse hiç tanımadığımı fısıldıyor. Babasının kim olduğunu biliyorum ama peki ya annesi? Lavinia'nın ailesinden uzak durmasına sebep olacak ne yaşamış olabilirler ki?
O esnada telefonum çalmaya başlayarak düşüncelerimi yarıda kesiyor. Ekranda yazan ismi görünce içimin suçluluk hissiyle dolmasına engel olamıyorum. Arayan Naz. Onu son zamanlarda öyle çok ihmal ettim ki, beni ablalıktan reddetse yeridir. Telefonu vicdan azabından ölmemeye çalışarak kulağıma götürüp kardeşimin neşeyle konuşmasını dinliyorum.
"Nasılsın abla?" diyor Naz adeta cıvıldayarak.
"İyiyim birtanem," diyorum elimde olmadan gülümseyerek. "Ben de birazdan seni arayacaktım."
"Dur tahmin edeyim, bu gece eve gelmeyeceğini haber vermek için arayacaktın?"
Her ne kadar kardeşim bunları gülerek söylemiş olsa da kendimi yeniden suçlu hissediyorum. Naz'ın gözündeki otoritemin sarsılmış olması endişelenmeme neden oluyor. Gerçi, ortada bunun olmasını gerektirecek bir şey yok. Şu ana dek sadece bir geceyi haber vermeden dışarıda geçirdim. Yani, hiç değilse, ben bir gece sanıyordum...
"Seni hayal kırıklığına uğratmak istemezdim ama sadece biraz geç geleceğim, birtanem." diyorum ona gıcık verircesine. "Kendini benimle uyuyacağın gerçeğine hazırlasan iyi olur."
Telefonun öbür ucundan Naz'ın kıkırdaması duyuluyor.
"Tamam ama hiç değilse konuşurken adımı kullan," diyor bilmiş bir tavırla. "Tabi niyetin yanındakini kıskandırmak değilse..."
"Nazenin!"
"Aynen böyle, ablacığım," diyor gülmeye devam ederek. "Bu arada senin yokluğunda okuldaki kızları eve attım, pijama partisi veriyoruz. Benim için endişelenmeyi bırakıp keyfine bak, bir de enişte beye selamlarımı ilet lütfen, tschüss!"
Naz telefonu kapattığında birkaç saniye boş boş bakıyorum ekrana. Başta geri arayıp ona yanlış anladığını izah etmeyi düşünsem de çabucak vazgeçiyorum bu fikirden. Yanıldığını kabul etse bile gerçeği sorduğunda ona ne diyeceğim ki? Arzu'nun cinayet davası için eve gitmediğimi bilmesindense bir erkek arkadaşım olduğunu düşünmesi benim için çok daha iyi olur.
Sıkıntı dolu derin bir nefes alarak başımı kaldırdığımda Aras'la göz göze geliyorum. Yemeğini çoktan bitirmiş, yüzünde keyifli bir ifadeyle beni izliyor.
"Kız kardeşim," diyorum hafifçe omuz silkerek. "Beni sinirlendirmek en büyük hobilerinden biridir."
"O tüm kız kardeşlerin ortak hobisi."
"Emin misin?" diyerek kuşkuyla bakıyorum ona. "Lavinia'nın birini sinirlendirebileceğine inanasım gelmiyor."
"Öyleyse onu da hiç tanıyamamışsın demektir." diyor sesinde gizleyemediği bir şefkat tınısıyla. "O minik farenin sorun çıkarma konusunda ne kadar başarılı olduğunu tahmin bile edemezsin."
Onu da. Pekala... Ufak bir tebessüm yayılıyor yüzüme. Aras'ın satır aralarını göremediğimi, detayların üzerinden atlayıp geçtiğimi düşünmesi hoşuma gidiyor. Çünkü biliyorum ki, fark ettiğimi bilmediği sürece ardında ekmek kırıntıları bırakmaya devam edecek. Bense susacağım, ta ki tüm gerçekler kucağıma dökülene dek. O yüzden aklımdan geçenlerle son derece alakasız bir cevap veriyorum ona.
"Ee, kız kardeş sahibi olmak kolay değil."
"Evet, kesinlikle değil." diyor beni onaylayarak. "Yine de insan seve seve üstleniyor bu sorumluluğu. Çocuk sahibi olmak gibi bir şey; yorucu ama bir o kadar da güzel."
Yaptığı benzetmeyi duyunca yüzümdeki tebessüm soluyor aniden. Çocuk sahibi olmak gibi bir şey; yorucu ama bir o kadar da güzel.
Bir o kadar da güzel.
Sarsıldığımı fark etmemesi için gözlerimi kaçırıyorum ondan. Az önce bana aylardır merak ettiğim bir sorunun cevabını verdiğinden haberi bile yok. Oysa Arzu öldükten sonra bile bu konuda düşünmeyi kesememiştim. Arzu'nun hamile olduğunu bilse ne tepki verirdi acaba? Birkaç ay önce, bu soruya cevabım çok netti. Aras'ın bebeği istemeyeceğini, tıpkı bir züppe gibi sorumluluktan kaçacağını düşünüyordum. Sonra onu tanıdıkça bocalamaya başlamıştım, artık eskisi kadar emin değildim kendimden.
Şimdiyse hiç beklemediğim bir anda cevap buluyor sorularım. Evet, Arzu yaşasaydı Aras onunla evlenir ve bu sorumluluğu seve seve üstlenirdi. Sevdiği kadınla güzel bir aile kurabilirdi kendine. Bir şeylerin boğazıma düğümlendiğini hissediyorum. Aras'la empati kurmak, onun acısına ortak olmak mahvediyor beni. Arzu'yu ne kadar yıprattığını düşününce, Aras'ın iyi bir sevgili olmayı başaramadığını görmek zor değil ancak doğacak bebeğe iyi bir baba olurdu muhtemelen. Bu gerçeği onun sözlerinde değil, kardeşiyle ilgili konuşurken sesinde gezinen şefkatte görebiliyorum. Asla gerçekleşmeyecek ihtimaller içimde kanayan bir yaraya dönüşüyor.
"Ne düşünüyorsun?"
Başımı kaldırdığımda onun beni dikkatle izlediğini fark ediyorum. Tedirginlikle. Görünüşe göre, sarsıldığımı gizlemeyi başaramamışım ondan. Gerçi bu son derece normal. İnsan tüm enerjisini tek bir şey için harcadığında geri kalan hiçbir sırrı gizlemeye gücü kalmıyor.
Yine de aklımdan geçenleri onunla konuşmak istemiyorum. En az bu konu kadar önemli bir başka meseleyi döküyorum ortaya.
"Bu dava ile ilgili hala bilmediğim çok şey olduğunu," diyorum duyduğum telefon konuşmasını hatırlayarak. "Bana her şeyi anlatacağını söylemiştin."
"Öyle de yaptım, Melek," diyor hafifçe öne doğru eğilerek. "Bana sorduğun her soruya cevap verdim."
Neyse ki sana hiçbir zaman inanmadım. Aras hakkındaki görüşlerim büyük oranda değişmiş olabilir ancak ona duyduğum güvensizlik en az ilk günkü kadar sağlam. Zira diğer tüm hislerimin kaynağında Arzu'dan duyduklarım yatarken Aras'a güvenmemem gerektiğini birinci elden deneyimledim ben.
"Sorun da bu zaten." diyorum sesimi bir perde yükselterek. "Sorduğum her soruya cevap veriyorsun ama ya sormadıklarım? Ya varlığından bile haberdar olmadığım sorular ne olacak Aras?"
Hiçbir şey söylemeden bana bakıyor. Bu sefer gözlerimi kaçırmıyorum ondan. Çırpınmaya son verip kendimi Aras'ın bakışlarındaki dipsiz kuyuya bırakıyorum usulca. Gerçek düşüncelerini bir sır gibi arkasına gizlediği bu engelde bir zayıf nokta bulmayı deniyorum. Tek karşılaştığım şey homojen bir karanlık oluyor. Burada oturup günlerce bakışlarında bir cevap aramaya devam edersem neler olabileceğini merak ediyorum. Bakışlarımı kaçırmadan gözlerine bakmaya devam edersem orada bir şeyler görebilir miyim? Belki. Ancak bu etkileşimin tek taraflı olmama ihtimali korkutuyor beni.
Dipsiz bir kuyuya uzun süre bakarsam, en sonunda onun da bana bakmayacağından nasıl emin olabilirim ki?
-*-
"Senin asla bana ait olduğunu söylemeyeceğim,
ancak şu andan itibaren sen benim yaşamıma aitsin."
-Martin Heidegger
OZAN
(birkaç ay önce)
Tıpkı yaralı bir hayvan gibi sürünerek attım kendimi binaya. Neden eve değil de okulun kütüphanesine geldiğime dair hiçbir fikrim yoktu. Kimi kandırıyorum ki? Bal gibi de biliyordum neden eve gitmediğimi. Efe'yi görmek hala canımı acıtıyordu çünkü. Küçük kardeşime her baktığımda annemle babamın kanlar içindeki görüntüsü canlanıyordu zihnimde.
O gece, ağzından kanlar gelirken zar zor konuşmuştu benimle annem. Bir eli çoktan can vermiş babamın elini tutuyordu, diğeriyle de benim elimi kavramıştı sıkı sıkı. Son sözünü söyledikten kısa bir süre sonra, gözlerindeki bir insana yaşam veren o parıltı her neyse sonsuza kadar sönüp kaybolmuştu.
'Kardeşin sana emanet.'
Bunun ne anlama geldiğini biliyordum. Annem benden yalnızca kardeşime göz kulak olmamı değil, aynı zamanda da onu Dündar Bayraktar'ın pençelerinden korumamı da istemişti. Zira her ikimiz de babamın alnına, onunsa karnına saplanan kurşunların nereden geldiğini biliyorduk.
Silah namluları, sıradan bir hayat yaşayan iki başarılı doktora doğrultulmamıştı elbette. Hedeflerinde sözde armatör, özündeyse ortadoğunun en büyük silah kaçakçılarından biri olan o kan emici vardı. Babamın on sekiz yaşına bastığı gün sırtını döndüğü, yine de ismiyle bile hayatı boyunca bir kara leke gibi üzerine yapışan babası. Annemle birlikte kendilerine normal bir hayat kurmak için çok çaba harcamışlardı. Ne yazık ki, bir ömür kaçtıkları kan bağı en sonunda onların eceli olmuştu.
İkinci kattaki kütüphaneye ulaşmak için asansör kullanmak yerine merdivenlerden çıkmayı tercih etmiştim. Alkolün etkisiyle başımın hala döndüğünü hissediyordum. Basamaklar gözlerimin önünde dalgalanıyor, sanki yer yerinden oynuyordu.
İlk katta bulunan spor salonunun önünden geçerken olduğum yerde durdum aniden. İçeriden bir ses geliyordu. Gecenin bu saatinde, üstelik sınav dönemi bile değilken spor salonunda birilerinin olması imkansızdı.
Alkol insanın yalnızca zihnini bulandırmıyor. Aynı zamanda da mantıklı karar alma güdüsünü engelleyerek saçmalamaya sebebiyet veriyor. Normalde içeriden gelen sesin maceracı bir çifte ait olduğunu düşünüp yoluma devam ederdim. Ne var ki bu akşam analitik düşünme güdümü tekila shotlarıyla değiş tokuş etmiştim. O yüzden neredeyse hiç düşünmeden kilitli olması gereken kapıyı açıp spor salonuna daldım. İçeri girdiğim anda sesin soyunma odalarından geldiğini anlamıştım.
Yalpalayarak soyunma odalarının önüne geldiğimde duyduğum ses zihnimde bir anlam kazanmaya başladı. İçeriden su sesi geliyordu, muhtemelen birilerinin açık unuttuğu bir musluğun yaygarasıydı bu. İç çekerek sesin geldiği erkek soyunma odasına girdim. Çevrecilik aşkıyla yanıp tutuştuğum için değil, sadece şarıl şarıl akan suyun sesi beni rahatsız etmişti. Gerçi ben hep böyleyimdir zaten, yanlış bir gördüğümde içimde onu düzeltmeye yönelik engellenemez bir istek oluşur. Aras'ın sorun gördüğü zaman kendini yalnızca onu çözmeye adaması gibi bir mühendis içgüdüsü değil bu. Ben sadece yaparım. Ardında büyük bir amaç aramaksızın, gerekli olup olmadığını düşünmeden harekete geçerim sadece.
Olduğum yerde sızıp kalmamak için büyük bir çaba sarf ederek duş kabinlerinin olduğu yöne ilerledim. Büyük ihtimalle suyu kapattıktan sonra kabinlerden birinin içinde sızıp kalacaktım. Yatağımın bir metrekarelik, sert ve soğuk bir zemin olması umurumda bile değildi. Zira öyle çok uykum vardı ki, Niagara Şelalesi'nin döküldüğü noktaya sırtüstü uzanıp yukarı bakarak bile uykuya dalabilirdim.
Fakat bazı şeyler insan üzerinde, doğruca yüzüne dökülen elli metrelik bir şelaleden daha ayıltıcı bir etkiye sahip olabiliyor. Tıpkı şu anda gördüğüm manzara gibi.
Buzlu camlar görüşümü fazlasıyla engellese de onun bir kadın olduğunu daha ilk bakışta anlamıştım. Bir erkeğe ait olamayacak kadar zarif bir siluete sahipti. Arkası dönük olduğu için saçlarının suyla birlikte çıplak teninde dalgalandığını görebiliyordum. Gecenin bu saatinde, erkek soyunma odasında duş alan bir kadınla karşılaşmak öylesine beklenmedik bir durumdu ki akıl sağlığımı sorgular olmuştum. Gözlerimi kapatıp sessizce ona kadar saydıktan sonra yeniden bakmayı denedim. Hala oradaydı ve kesinlikle bir halüsinasyon değildi. Bense beklenmedik bu manzara karşısında birdenbire uyanıvermiştim. Her anlamda.
Elimi uzatıp kabinin camdan kapısını açmamak için kendimle epey savaş vermem gerektiğini inkar edemem. Üstelik içerideki çıplak kızın varlığımdan habersiz şekilde saçma bir şarkı mırıldanmaya başlaması durumu daha da kötü hale getiriyordu. Yine de bir şekilde başardım. Tamamen afallamış bir halde arkamı döndüm ve geldiğim gibi sessizce spor salonunu terk ettim.
Yukarı çıkarken gecenin bu saatinde bir kızın neden erkeklere ait soyunma odasında duş aldığını merak etmeye başlamıştım bile. Ancak bunu gidip kendisine soramayacağım ortadaydı. O yüzden kütüphaneye girdiğimde başka bir şeyi, mesela hayatımın nasıl olup da bu kadar boka saplanabildiğini düşünmeye çalıştım.
Dürüst olmak gerekirse, şahit olduğum manzarayı zihnimden atabilmem çok da kolay olmadı. Fakat en sonunda bunu da başardım. Kısa süre önce unutmak için varımı yoğumu vereceğim esas dertlerim bu sefer benim davetimle süzülmeye başladı zihnime.
Telefonumu çıkarıp cevapsız çağrıların bildirimleriyle bezeli ekrana göz attım. Bakışlarım ekranın sağ üst köşesine takılınca, o derin umutsuzluk etrafımda gezinmeye başladı ansızın. Duruşma tarihine pek bir şey kalmamıştı ve ben hala hiçbir ilerleme kaydedememiştim. Anneme verdiğim sözü tutamayacağım gün gibi ortadaydı. O kana susamış ihtiyar kardeşimin velayetini söke söke alacaktı benden.
Zira yasaların gözünde Dündar Bey düzenli bir hayatı olan, varlıklı bir armatörden ibaretti. Hakim dahil, mahkeme salonunda bulunacak herkesin bunun koca bir yalan olduğunu bilmesi durumu değiştirmiyordu. Mevcut hukuk sistemi manipülasyona öyle açıktı ki, parmağınız tetiğe dokunmadığı müddetçe işlediğiniz her cinayetten sıyrılabilirdiniz. Üstüne bir de utanmadan tonton dede pozları keserek torununuzun velayetini almak için dava açardınız.
Tüm bunlara rağmen, Efe'nin velayetini almak için bir şansım olduğunu biliyordum. Ne yazık ki o ihtimal de, Selin evlenme teklifimi reddettiğinde çöpe gitmişti. İncinmiş gururuma yenik düşerek elimi cebime atıp minik kadife kutuyu çıkardım ortaya. Kapağını açtığımda kendimi bildim bileli annemin elinde gördüğüm yüzüğün parıltısı karşılamıştı beni. Selin'in parmağına takmak istemediği yüzük...
Kütüphanenin kapısı açıldığında sızmama ramak kalmıştı. Gecenin bu vakti içeri kimin girdiğini görmek için hafifçe başımı kaldırdım ama etraf çok karanlıktı. İşin garip yanı, gelen kişi de ışıkları açmaya gerek duymamıştı. Davetsiz misafirimin kütüphanede sabahlayan inek tayfadan biri olmadığına emin olmuştum.
O yüzden hafifçe yalpalayarak ayağa kalkıp yan tarafa doğru ilerledim. Yerler halıyla kaplı olduğu için neredeyse hiç ses çıkarmadan yapmıştım bunu. Düğmeyi bulmam çok zor olmadı. Elimle duvarı biraz yokladım ve ardından hiç düşünmeden tüm ışıkları yaktım.
Tavandaki lambalar sırasıyla ışık vermeye başlarken davetsiz misafirimin dehşetle çığlık attığını duydum. Sesi muhtemelen kampüsün diğer ucundan bile duyulmuştu. Bense şaşırmıştım, duymayı beklediğim şey bir kız sesi değildi çünkü. Gözlerimi ışıktan korumaya çalışarak elimi başıma siper ettim ve dönüp sesin kaynağına bakmaya çalıştım.
O da bana bakıyordu tedirginlikle. Aramızdaki mesafeye rağmen gözlerinin gördüğüm en yeşil şeyler olduğuna yemin edebilirdim. Makyajsız yüzünde doğuştan gelen bir zarafet olduğunu fark etmiştim. Koyu renk bol kıyafetlerinin bile gizleyemediği zarif ve bana son derece tanıdık gelen bir duruşa sahipti misafirim. Bakışlarım başına örttüğü kapüşonludan görünen ıslak saç tutamlarına takılınca kalakaldım. Onu nereden tanıdığımı anlamıştım.
Boğulur gibi öksürmeye başladım. Soyunma odasında şahit olduğum manzarayı aklımdan çıkarmam neredeyse yarım saat sürmüştü ve tam hayalinden kurtulmuşken kızın kendisi gelip karşıma dikiliyordu. Zaman zaman öteki tarafta ölülerin nasıl vakit geçirdiğini merak ederdim. En sonunda onların tıpkı televizyon izler gibi bizlerin hayatını izleyerek eğlendiğine kanaat getirmiştim. Benim hayatıma gelince, muhtemelen ahirette reyting rekorları kırıyordu. Korku, dram ve kara mizah dalında.
"Selam," dedi kız öksürüklerim sona erdiğinde. "Kütüphanede birinin olacağını düşünmemiştim, bağırdığım için kusura bakma."
"Asıl ben özür dilerim," diye cevap verdim hafiften dilim dolanarak. "Işığı öyle birden açmamalıydım."
Cümlemin sonlarına gelirken alt kattan sesler yükseldiğini fark etmiştim. Kız da duymuş olmalıydı ki benimle ilgilenmeyi bırakıp tüm dikkatini gittikçe yaklaşan seslere verdi. Ürkek tavırları gözümden kaçmamıştı, bir şeyler onu tedirgin ediyordu sanki. Gözlerimi şüpheyle kısıp onu süzerken kütüphanenin kapısı birden açılıverdi. İçeri elini belindeki silaha götürmüş bir şekilde güvenlik görevlisi daldı hışımla.
Adamın panik dolu hareketlerinden kızın attığı çığlığı duyduğunu anlamıştım. Bizi orada sakince muhabbet ederken bulmayı beklemediği ortadaydı.
"Bir sorun mu var arkadaşlar?" dedi elini belinden ayırmadan. "Birinin bağırdığını duydum."
Kuşkulu bakışları kızla benim aramda gidip geliyordu. Potansiyel suçlu olarak görülmek hoşuma gitmese de ses çıkarmadım. Zaten adam beni muhatap almamıştı bile.
"Ben bağırdım," dedi kız öne atılıp gülümseyerek. "Arkadaşım beni korkutmak için aptalca bir şaka yaptı da. "
Görevli hala tedirgin görünüyordu. Başta kızın söylediklerine inanmadığını sanmıştım ama yanılıyordum. Adamın canını sıkan başka şeyler de vardı anlaşılan. Her halükarda bizi buradan kovacağını anlamıştım.
"Ee, şey, tamam öyleyse." dedi adam boğazını temizleyerek. "Yine de burayı terk etmeniz gerekiyor."
Bunu söyleyeceğini bildiğim için cümlesi bitmeden harekete geçmiştim bile. Zaten kız yanıbaşımda dururken kendi sorunlarıma odaklanmam pek mümkün görünmüyordu. Ayaklarımı sürüyerek kapıya doğru ilerlerken kızın görevliye hesap sorduğunu işittim.
"İyi de neden? Kütüphane sabaha kadar açık değil mi?"
"Normalde öyle ancak şu an binayı boşaltmamız gerekiyor," diye cevap verdi adam sabırla. Bu kez söyledikleri benim de ilgimi çekmişti. Binayı boşaltmalarını gerektirecek ne olmuş olabilirdi ki?
"Ne oldu?" dedim arkamı dönüp güvenlik görevlisine bakarak. Hafifçe yalpalamamdan sarhoş olduğumu anlamış olmalıydı. Başını sabır dilercesine iki yana sallayarak beni süzdü ancak yine de cevap verdi soruma.
"Birileri binanın güvenlik sistemine sızmış," dedi zihnimde bir şeyleri açıklığa kavuşturarak. "Polisler beş dakikaya burada olur. Onlar binayı arayıp tutanak tutmadan içeri girmenize izin veremem."
İçeri hırsız girmişti, söylemeye çalıştığı şey buydu. Alt katta ve burada hırsızların ilgisini çekecek bir şey olamayacağını biliyordum. Muhtemelen üst kattaki kişisel odalara girmek istemişler ve tek tek uğraşmak yerine bütün sistemi çökertmeye karar vermişlerdi. Ancak bu gece kütüphanede yıkık bir sarhoşla okulda duş alan bir manyağın da olacağını hesaba katamamışlardı ne yazık ki.
Başımı çevirip kıza baktığımda onun da endişeyle bana baktığını gördüm. Hadi ama, hırsız olduğumu düşünüyor olamazdı, değil mi? Kör kütük sarhoş olduğumu anlamaması imkansızdı. Ayakta durmakta zorluk çekerken güvenlik sistemini nasıl çökertebilirdim? Gerçi ben bu tarz ileri düzeyde hackerlık gerektiren bir işi ayık kafayla bile yapamazdım. O sırada yeniden söze girdi kız, bu sefer o da uzatmamaya karar vermişti anlaşılan.
"Tamam öyleyse, biz gidelim."
Güvenlik görevlisinin yaptığı açıklama kızı korkutmuş gibi görünüyordu. Dönüp masaya bıraktığı çantalarını aldı telaşla. Önce kapıya yürüse de bir an durup bana baktı ve sabırsız bir ses tonuyla konuştu.
"Gelmiyor musun Emre?"
Bana Emre diye hitap etmesi kafamı karıştırmıştı. Aslında bana birbirimizi tanıyormuşuz gibi hitap etmesi de saçmaydı. Dur, bir dakika. Saçma falan değil. Güvenlik görevlisi içeri girdiğinde ona arkadaş olduğumuzu söylemişti değil mi? Adımı bilmediğine göre aklına ilk gelen ismi söylemesi son derece doğaldı. Gecikmeli de olsa başımı salladım ve kızın peşinden yürümeye başladım.
Dışarı çıktığımızda yüzüme çarpan serin hava afallamama neden olmuştu. Ben etrafıma bakınırken kız hiçbir şey söylemeden yanımdan geçip yoluna devam etmişti. Üzerimde yıkıcı bir etki yaratmamıştı açıkçası. Başımı iki yana sallayarak dönüp arabaya doğru ilerledim ben de. Uğraşacak çok daha önemli sorunlarım vardı.
"Sen ciddi misin?"
Elim aracın kapısında asılı kaldı. Dönüp bana seslenen kıza baktım şaşkınlıkla. "Bir şey mi söyledin?"
Onun yüzünde de en az benimki kadar şaşkın bir ifade vardı. Ağır görünen çantalarını beraberinde sürükleyerek hışımla yürüdü yanıma. Aslında biraz... Kızgın görünüyordu?
"Gözünün önünü göremeyecek kadar sarhoşsun." diye cevap verdi çileden çıkmış gibi. "Bu halde araba kullanamazsın!"
Öfkeyle bağırması beni hazırlıksız yakalamıştı. Birkaç saniye boş boş baktım tepki veremeden. Kendime geldiğimdeyse kinayeli bir cevap verdim kıza.
"Buna sen mi karar veriyorsun?"
"Bak, alkollüyken araç kullanmak kaza riskini 200 kat arttırır," dedi bu kez suyuma gitmeye çalışarak. Boş zamanlarında oturup TÜİK verilerini ezberliyor olmalıydı. "Kendini düşünmüyorsan bile birilerinin ölümüne sebep olabileceğini düşün lütfen."
Beni hassas noktamdan yakalamıştı. Omuzlarımın sessiz bir kabullenişle çöktüğünü hissettim. Bir taksi çağırmak çok daha makul bir davranış olacaktı. Telefonumu çıkarmak için elimi cebime atacakken kızın konuşmasıyla hareketlerim yarıda kesildi.
"İzin ver seni evine bırakayım."
Anahtarları vermemi beklercesine bana uzattığı eline baktım. Yüzünde şirin ve her nasılsa bir o kadar da çekici bir gülümseme vardı. İçimde beliren kahkaha atma isteğini güçlükle bastırdım. Cesur hatunlar oldum olası ilgimi çekiyordu zaten, o yüzden kızın hamlesi hoşuma gitmişti. Anahtarları çıkarıp kızın avucuna bırakırken sadece gülümsemekle yetinmiştim.
Belki de kızla karşılaşmam, dahası onun karşıma çıkış biçimi boş yere değildi. Artık Selin'i unutup yoluma devam etmem gerekiyordu, belki de evrenin bana vermeye çalıştığı mesaj buydu. Çivi çiviyi söker diye düşündüm kızın peşine takılırken. Bu kızınsa sadece bir çiviyi değil, Excalibur'un kayaya saplanmış kılıcını bile yerinden sökebileceğine emindim.
-*-
"Tutkulara karşı mücadele etmek zordur.
Arzu edilen şeyin bedelini ruh öder."
-Aristoteles, Εthίcα Eudemία
Kapı yeniden çaldığında irkilmekten kendimi alamıyorum. Yerimden kalkmaya yeltendiğimde Aras eliyle oturmamı işaret ediyor bana. Arkama yaslanıp onun kapıya doğru ilerlemesini izliyorum. Alt katın mükemmel ses yalıtımına karşın dışarıdaki şiddetli fırtınanın sesi kulaklarıma çalınıyor.
Aras kapıyı açtığında gelen kişiyi görebilmek için öne doğru eğiliyorum. Otuzlu yaşların ortasında, iri kıyım ve tıknaz biri duruyor karanlık koridorda. Mekana girdiğimde çarpışmaktan kıl payı kurtulduğum koruma bu. Çözmesi gereken acil mesele her neyse onu halletmiş gibi görünüyor.
Ben bunları düşünürken adam hissetmiş gibi başını yan tarafa çeviriyor. Beni gördüğünde, kendimi suçüstü yakalanmış gibi hissediyorum nedense. Aklıma buraya ilk geldiğim zamanın hatırası süzülüyor. Aras'ın bu odada bir kızla baş başa olduğunu sandığımda, cinayet soruşturması için buluşmuş olabilecekleri aklıma bile gelmemişti. Onun yerine her normal insan gibi başka olasılıklar üzerinde durmuştum. İstemeye istemeye kapıdaki adamın da benim gibi düşüneceğini fark ediyorum. Bu fikir aniden tüm keyfimin kaçmasına sebep oluyor.
Sanki adama bakmazsam ortadan kaybolacakmış gibi, gözlerimi yerdeki halıda gezdirmeye başlıyorum. Tanımadığım bir adamın düşüncelerini önemsiyor oluşum çok saçma, farkındayım, ancak ben de böyleyim işte. Mahalle baskısıyla yetiştiğim için falan değil, zira ben o mahalle baskısının bizzat kendisiyim. En azından, Naz böyle söylüyor.
Sonra her ne olduysa konuşmaları kesiliyor. Adamın gittiğini sanarak başımı yerden kaldırıp Aras'a bakıyorum. Elinde muhtemelen korumanın getirdiği bir tabakla birlikte bana doğru yürüyor. Tabağın içinde mantarsız pizza dilimleri olduğunu fark edince kendimi şaşırmaktan alamıyorum. Acaba pizzacının kuryeleri ışınlanmayı keşfetmiş olabilir mi? Zira henüz siparişi vereli yarım saat bile olmadığına eminim.
Aras tabağı önümdeki sehpaya koyarken sanki aklımdan geçenleri duymuş gibi bir açıklama yapıyor.
"Pizzacı fırtına yüzünden bugün erken kapanmış," diyor bakışlarını yüzüme dikerek. "Bunlar şoklanmış ve tatsız ama yine de ben gelene kadar yemeye çalış olur mu?"
Gözlerimi tabaktan alıp ona bakıyorum ve birden söylemeye hazırlandığım şey her neyse uçup gidiyor aklımdan. Yüzünde bana farklı gelen ama bir yandan da daha önce gördüğüme emin olduğum bir ifade var. Otokontrolsüz bir ifade. Hafifçe geriye yaslanıp bu ifadeyi nereden hatırladığımı çözmeye çalışıyorum. Onu en son ne zaman yüz ifadesini kontrol etmeye gerek duymadan, bir sonraki cümlesini hesaplamaksızın konuşurken gördüm ki?
Bilmediğim dilde yazılmış bir kitabı okumaya çalışır gibi karşımda konuşan adama bakıyorum öylece. Koyu renk saçlarının birkaç serseri tutamı alnına dökülüyor. Sol kaşının üstünde ışık vurdukça belirginleşen derin bir yara izi var. Yüzüne her zamanki duygusuz maskesini takmayı, bakışlarını bir kuyunun arkasına saklamayı unuttuğunun farkında bile değil. Benim onu dinlemediğimin de...
Sehpada duran tabağı işaret ederek ne olduğunu bilmediğim bir şeyler daha söylüyor. Bakışlarımı yıldızlarla dolu iki gökadayı andıran iri mavi gözlerinden ayırmadan başımı sallıyorum. Böyle bakarken ne kadar çocuksu göründüğünün farkında mı acaba? Sakalları olan ve neredeyse iki metrelik bir çocuk fikri komiğime gidiyor nedense. Aras başını başka yöne çevirdiğinde kahkaha atmamak için yanaklarımın içini ısırmak zorunda kalıyorum.
Sonra birdenbire hatırlıyorum. Yüzündeki bu çocuksu, otokontrolsüz ifadeyi ilk gördüğüm anın hatırası doluşuyor zihnime. Yüzümdeki bastırılmış tebessümün bir bıçak gibi silinip gittiğini hissediyorum. İnsanı soğuk soğuk terletecek türden bir nefret hissi etrafımı sarıyor yine. Kendime duyduğum tiksintinin yüzüme yansımasına izin veriyorum. Böylelikle Aras yeniden bana baktığında buz gibi bir ifadeyle karşılıyorum onu. Şaşırdıysa bile bunu maskesinin altına gizlemeyi çok iyi beceriyor ve yarım kalan cümlesine devam ediyor sakince.
"-Haliyle, taksi durağı da araç gönderemeyeceğini-"
"Ne dediğini anladım." diyorum aniden sözünü keserek. "Tekrar tekrar söylemene gerek yok."
Kafası karışarak bakıyor bana. "Tanrı aşkına, neyi tekrar ettim ki?"
Güzel soru. Anlattığı şeyleri dinlemediğim için bunu bilmem mümkün değil elbette. Birkaç anahtar kelime yakalamayı başardım ama onlar da içerik hakkında beni aydınlatmaya yetmiyor. Yine de umursamaz bir tavırla başımı sallayıp işin içinden sıyrılmaya çalışıyorum.
"Unuttum bile," diyorum dudağımı bükerek. "Senin sözlerini hafızamda üç saniyeden fazla tutmamak gibi faydalı bir alışkanlığa sahibim."
İğneleyici laflarıma bozulmuyor bile. Aksine, karşısında ufak bir çocuk varmış gibi elini uzatıp burnumun ucundan makas alıyor birden. Beni öyle hazırlıksız yakalıyor ki kendimi geri çekmek için herhangi bir girişimde bile bulunamıyorum.
"Sana Melek demekle hata etmişler," diyor başını hafifçe yana eğerek. "Tam bir cadısın sen."
Gülmeye çalışsam da gülemiyorum ona. Geri çekilip aramıza mesafe koyarken aklıma ilk gelen şeyi söylüyorum.
"Bu dediğin doğru olabilirdi," diye mırıldanıyorum belli belirsiz. "Eğer çok uzun zaman önce bir yakamoza dönüşmüş olmasaydım..."
Neden bahsettiğimi anlamıyor elbette. Kaşları ortaya düşünceli bir ifade çıkaracak şekilde çatılıyor hafifçe. "Anlamadım?"
"Yok bir şey," diyorum sıkılmış gibi oflayarak. "Yukarıda işin yok muydu senin? Gitsene artık."
Daha fazla üstelemiyor. Ciddi duruşumu hiç bozmadan ayağa kalkıp bana arkasını dönmesini izliyorum. Aras kapıya doğru ilerlerken gözlerim eşikte dikilen ve benim çoktan gittiğini sandığım korumaya takılıyor. Adamın yüzündeki kafası karışmış ifadeye baktığımda az önceki aptal sırıtmam dahil tüm tepkilerime şahit olduğunu anlıyorum. Muhtemelen benim bir deli olduğumu düşünmüştür. Neyse ki çok da haksız sayılmaz.
Küçük bir çocukken annem bana masallar anlatırdı. O zamanlar Naz yeni doğmuştu, babam hala bizimleydi ve hayatın zorluklarıyla aramda görünmez bir kalkan gibi dikiliyordu. Uyuyamadığım zamanlarda parmak uçlarıma basarak çekyattan inip annemlerin yerdeki yatağına doğru ilerlerdim. Zaten hava soğuk olduğu için tüm aile salonda, gürül gürül yanan sobanın yanında uyurduk.
Annemin koynuna girdiğimde şefkatle karşılardı gelişimi. Yorganı üstüme sıkıca örttükten sonra bana sarılıp fısıldayarak masal anlatmaya başlardı. Ateşte çatırdayan odun sesi eşliğinde dinlenen her masal güzeldir ancak içlerinde bir tanesi daha çok etkiliyordu beni.
Yeryüzü krallığının prensine aşık olup onun için insana dönüşen küçük deniz kızının öyküsü...
-*-
(1 yıl önce)
Dipsiz bir kuyunun içinde kaybolmuş gibi hissediyorum kendimi. Etrafım zifiri karanlık. Sonra annemin sesi çalınıyor kulaklarıma. Bana en sevdiğim masalı anlatmaya başlıyor yeniden.
"Okyanustaki krallıkta küçük bir deniz kızı varmış. Kız kardeşleriyle birlikte mutlu mesut şarkılar söyler, neşe içinde yaşarmış. Bir gün denizin yüzeyinde gezerken içinde insanların bulunduğu bir geminin battığını görmüş. Üstelik batan geminin içinde yeryüzü krallığının prensi de varmış. Küçük deniz kızı prensi kurtarıp kıyıya çıkarmış. Sonra da kimseler kendisini fark etmesin diye prens uyanmadan önce okyanus krallığına dönmüş hemen.
Ne var ki bir türlü unutamamış onu. Artık eskisi gibi neşeyle şarkılar söylemiyormuş. Suyun yüzeyine çıkarak dalgın dalgın kıyıyı izliyormuş bütün gün. En sonunda insan olmaya karar verip deniz büyücüsüne gitmiş küçük deniz kızı. Kız kardeşleri onu vazgeçirmeye çalışsa da kimselere kulak asmamış. Büyücüye sesini ve saçlarını verip karşılığında bir çift bacak almış ondan. Üstelik attığı her adımda bacaklarına bıçak saplanır gibi canı yanacakmış.
Deniz kızının insana dönüşmüş bedeni kıyıya vurduğunda onu ilk bulan kişi prens olmuş. Bir zamanlar hayatını onun kurtardığını bilmese de kızı alıp saraya götürmüş beraberinde. Prens deniz kızına aşık değilmiş ama kızın varlığından memnunmuş yine de. Özellikle deniz kızının dans edişini izlemeyi çok severmiş. Küçük deniz kızı attığı her adımda bacaklarına bıçaklar saplanır gibi olsa da, prensin sevdiğini bildiği için her akşam dans ediyormuş sarayda."
Gözlerimi açtığım anda hastanede olduğumu anlıyorum. Bunun sebebi koluma saplanmış serum iğnesi ya da üzerimdeki inanılmaz halsizlik değil. Hastaneleri her şeyden önce, o insanın başını döndüren kokusundan tanırım ben. Küçükken bunun ölümün kokusu olduğunu sanıp, hastanelere gittiğim zaman mümkün olduğunca az nefes almaya çalışırdım. Gerçi hastane kokusunun sadece serumlara konan B vitamininden kaynaklandığını öğrendiğimde de durum değişmedi. Hala hastanelerdeyken nefesimi tutma çabasına girişiyorum. Zira kaynağı ne olursa olsun, ölüm ya da B vitamini, son derece iğrenç bir koku bu.
Kirpiklerimi kırpıştırarak gözlerimi aralarken neden burada olduğumu hatırlıyorum. Daha doğrusu hatıralar kapağı açılmış bir barajdan akar gibi zihnime hücum ediyor. Geceyi Arzu'larda geçirmek için annemden izin almıştım zar zor. Annesiyle babası şehir dışında olacaktı, abisi ise bizi rahatsız etmemek için eve gelmeyecekti bu gece. İş çıkışı eve bile uğramadan soluğu onlarda almıştım, annemin fikir değiştirmesinden korkuyordum deli gibi.
Büyük patlamadan bu yana evrende görülen en aptal pijama partisinin ardından kurt gibi acıkıp mutfağa sızdığımızı hatırlıyorum. Arzu dolaptaki soğuk yemekleri çıkarırken daha fazla dayanamayıp tencerelerden birine saldırmıştım. Başta bunu onaylamamış, yemekleri tabağa koymayı teklif etmişti bana. Katı cemiyet kurallarıyla büyümüş bir kız olarak Arzu adab-ı muaşeret kurallarına hep itaat ederdi. Bense onun bu önerisine orta parmağımı kaldırarak tepki vermiştim. En sonunda kendini tutmayı bırakıp kahkaha atarak o da bana uymaya karar vermişti elbette. Varoşlar 1, Cemiyet 0.
Tıkındığım şeyin mantar sote olduğunu fark ettiğimde iş işten geçmişti bile. Boğazımın şiştiğini, nefes almanın gittikçe imkansız hale geldiğini hissetmiştim. Bir parça oksijen için tişörtümün yakalarını parçalarcasına çekiştirirken Arzu'ya annemlere haber vermemesi için yalvardığımı hatırlıyorum. Eğer annem öğrenirse bir daha asla Arzu'nun evinde kalmama izin vermezdi muhtemelen.
Net olarak hatırladığım son görüntüde Arzu'nun üzerime eğilmiş, hıçkırarak ağlayan yüzü var. Sonrası ise bölük pörçük bir muammadan ibaret. Arzu olmadığına emin olduğum biri beni yerden kaldırmıştı. Yanıp sönen renkli ışıklar göz kapaklarımı geçip beynime işliyordu. Başucumda konusunu bile hatırlamadığım bir kavga yaşanmıştı. Kavga esnasında duyduğum bir şeylere çok şaşırdığımı hatırlıyorum ancak ne olduğuna dair hiçbir fikrim yok.
Tüm ağırlığımı kalçalarıma vererek yatakta kendimi yukarı doğru itiyorum. Birkaç sarsak denemenin ardından etrafı görmeme yetecek kadar yükseliyor vücudum. Bu şekilde yattığım yerden kalkmadan da odanın içine göz gezdirebiliyorum. Uzaklardan bir horozun acı acı ötüşü duyuluyor. Gecenin sonu diye mırıldanıyorum kendi kendime. Güneş doğmak üzere.
"Gel zaman git zaman, kaderin önüne geçmek mümkün olmamış. Günün birinde prens, komşu krallığın prensesine aşık oluvermiş. Aileler hemen anlaşmış, her iki ülkede de düğün hazırlıklarına başlanmış. Küçük deniz kızının elinden gelen tek şeyse olanlar karşısında gizli gizli ağlamakmış. Sesini deniz büyücüsüne verdiği için istese de gidip prensten hesap soramıyormuş.
Düğün günü yardım eli yine kardeşlerinden gelmiş deniz kızına. Meğer kız kardeşleri de gidip büyücüyle anlaşmış onu kurtarabilmek için. Hepsi saçlarını feda edip karşılığında gümüş bir hançer almışlar büyücüden. Küçük deniz kızının tek yapması gereken, prensi bu hançerle öldürmekmiş. Böylelikle yeniden deniz ülkesine dönebilecekmiş."
Tam karşımdaki koltukta oturan sarmaş dolaş bir figür dikkatimi çekiyor. Daha net görebilmek için yastıktan kayan başımı doğrultuyorum ve beni hastaneye kimin getirdiğini anlıyorum.
Aras. Onu uyurken görünce odanın geri kalanı görüş alanımdan siliniyor sanki. Olabildiğince az nefes almaya çalışarak yattığım yerden onu izliyorum sessizce. Alnına dökülen saç tutamları alacakaranlıkta büsbütün siyah görünüyor. Düzensiz aralıklarla kırpışan kirpiklerinden tam şu anda bir rüya gördüğünü anlıyorum. Gördüğü şey her neyse onu mutlu ettiği ortada. Zira anlamsız bir şeyler mırıldanarak başını eğip göğsünde yatan kadına sokuluyor iyice.
"Küçük deniz kızı hiçbir şey söylemeden elinde hançerle yeni evli çiftin odasına gitmiş. Kapıyı açıp içeri girdiğinde güzel gelini prensin göğsünde yatarken bulmuş. Huzurlu bir uykunun kucağındaki çifti uyandırmadan yanlarına yaklaşmış ve eğilip prensin alnına bir öpücük kondurmuş. Güneşin az sonra doğacağının farkındaymış. Tereddütle bir prense bir de elindeki gümüş hançere bakmış."
Arzu. Sevdiği adamın göğsünde uyurken öyle huzurlu görünüyor ki... Gözlerimi kapatmayı deniyorum ancak başarılı olamıyorum. Yanaklarıma sıcak bir ıslaklık yayılmaya başlıyor sessizce. Son günlerde her şey üst üste geldi. Annemin durumu iyiye gitse de asla eskisi gibi olamayacağı gerçeğini kabullenmek zorunda kaldım. Okulda sunum ödevim vardı ve muhtemelen gelmiş geçmiş en korkunç sunumu yaptım. İş yerinde yoğunluk gittikçe arttı, Celal Ağabey bile benim patronun gazabından koruyamıyor artık. Tüm bunları bir araya getirince ağlıyor olmam son derece normal.
İtiraf ediyorum, şu an içinde bulunduğum atmosferin de bunda etkisi oldu. Yoğun ve stresli günlerin ardından gözlerimi birden bire bu zamanın durduğu sessiz ortamda açınca daha fazla dayanamadım. Nasıl ki soğuk havanın ardından sıcak odaya girince titremeye başlıyorsak, birden sükunet dolu bir odada uyanınca ben de ağlamaya başladım. Annem, okul ve iş yeri. Gözlerimden süzülen yaşların bunlardan başka bir sebebi yok.
Sonra Aras'ın yeniden mırıldandığını duyuyorum. Bir elini Arzu'nun saçlarına götürüp okşuyor belli belirsiz. Tuzlu damlalar dudaklarıma çarptığında gülümsüyorum. Uykusunda bile onu seviyor.
"Küçük deniz kızı tam hançeri saplamak üzere elini kaldıracakken prensin sayıkladığına şahit olmuş. Umutla eğilip dinlediğinde prensin düşünde karısının adını sayıkladığını duymuş. Yalnızca onu düşündüğü kolaylıkla anlaşılıyormuş.
Birden deniz kızının elindeki hançer titremeye başlamış. Cama doğru gidip onu hızla uzaklara, kırmızı bir ışıltıyla parlayan dalgalara fırlatmış. Hançerin kaybolduğu yerde sudan kan damlaları çıkıyor gibiymiş. Küçük deniz kızı son kez dönüp sevdiği adama bakmış ve kendini denize atmış. Vücudu köpük halinde eriyip sulara karışmış hemen, ruhuysa yalnızca karanlık gecelerde ortaya çıkan yakamozlara dönüşmüş..."
Onları izlerken nerede uykuya daldığımı hatırlamıyorum. Rüyamda ufak bir sandalın içinde, yakamozlarla dolu bir denizde görüyorum kendimi. Onlardan yayılan masmavi ışıklar suları kaplayarak ortaya büyüleyici bir manzara çıkartıyor. Birinin alnıma tüy gibi hafif bir buse kondurduğunu hissediyorum. Uzaktaki bir kayada saçları kısacık kesilmiş hüzünlü deniz kızları oturuyor. Gözlerinde kırgın bir bakışla hiç ses çıkarmadan izliyorlar beni. Sonra sessizce ağlamaya başlıyorlar. Onlar ağlarken suların çekilmeye başladığını fark ediyorum. Denizin ortasında yakamozların bile aydınlatamadığı karanlık ve ıssız bir kuyu açılmaya başlıyor. Bir girdaba sürüklenir gibi oraya doğru çekiliyorum.
Kuyudan içeri düşerken sıçrayarak uyanıyorum birden. 'Sadece bir kabustu.' diyorum kendi kendime. 'Bir sandalda değil, hala aynı hastane odasında yatıyorum.' Hala gördüğüm rüyanın etkisiyle kalbim deli gibi çarparken etrafa göz atıyorum. Pencerelerden içeri sabah güneşinin ışıkları süzülüyor. Arzu yatağımın ucundaki koltukta mışıl mışıl uyuyor. Tek başına.
Aras erkenden gitmiş olmalı. Neyse ki tek giden o değil, dün geceki ruh halim de saklandığı çukura geri dönmüş gibi görünüyor. Tamamen mantıklı ve normal düşünebildiğimi fark edince keyfim yerine geliyor. Muhtemelen Arzu onu çağırdığını benden saklayacaktır. Onun bu yalanına seve seve göz yumacağımı şimdiden biliyorum. Eğer Arzu züppenin hayatımı kurtardığını bildiğimi öğrenirse benden ona minnet duymamı falan bekleyecektir. Oysa ona minnettar değilim. Hatta beni ölüme terk etmediği için Arzu'ya kızgın bile sayılırım. O pislik tarafından kurtarılmaktansa ölmeyi tercih edeceğimi bilmesi gerekirdi.
Başımı yan tarafa çevirdiğimde komodinin üzerinde duran minik mavi bir çiçek dikkatimi çekiyor. Unutmabeni çiçeği. Zihnimdeki saklı çukurdan yükselen hislerle bir an boğazım tıkanır gibi olsa da tüm gücümle geri gönderiyorum onları. Bir önceki hastanın unuttuğu aptal çiçeğe uzanıp elime alıyorum onu. Parmaklarıma hala çiçeğin yapraklarında gezinen serin çiy damlaları değiyor. Hafifçe irkiliyorum. Ardından avucumu sımsıkı kapatıp acımasızca eziyorum çiçeği. Kalıntılarını odanın diğer ucuna fırlattıktan sonra kendime çekidüzen verip Arzu'yu uyandırmaya hazırlanıyorum.
-*-
LAVİNİA
"...geçen yaz İspanya tatili sırasında İbiza'ya da uğramıştık." Selin hevesle ayakkabılarını gösteriyor bana. "Bak mesela bu espadrilleri de Elvissa'dan aldım, çok güzeller değil mi?"
Sıkıntıdan esneyerek onaylıyorum onu. Bir yandan da Ozan ve sevgilisini başıma muhafız olarak diken Aras'a lanetler yağdırıyorum içimden. Pek sevgili ağabeyim öyle gelişmiş bir istihbarat ağına sahip ki, okula nadiren uğradığı halde attığım her adımı izleyebiliyor. Buna bahçede yere düşmemle sonuçlanan ufak tartışma da dahil.
Bahçedeki olayı öğrendiğinde, Mert'le yeniden kavga etmesini engellemek için epey uğraşmam gerekti. Beni zorla evimden ayırıp İstanbul'a getirdiği günden bu yana ilk kez böyle şiddetli bir kavga ettik Aras'la. En sonunda kendisi okulda yokken etrafımda gardiyanlar olması şartıyla olay çıkarmamaya ikna oldu. Mert'in benimle konuşmak istemediğini düşününce bunun ne kadar saçma bir eylem olduğunu anlamak zor olmuyor. Fakat sorun şu ki düşünmek ve anlamak, ağabeyimin son derece yabancı olduğu eylemler listesinde ilk iki sırada yer alıyor.
"İbiza'nın asıl olayı gece kulüpleri diye duymuştum. Sırf şu meşhur discobuslara binebilmek için bu yaz tekrar gitmeyi düşünüyoruz. Ne dersin, tatilde bizimle gelmek ister misin?"
Selin'le Ibiza tatili... Ömrümde bundan daha korkunç çok az şey duydum. Ürperdiğimi gizlemeye bile çalışmadan dönüp Ozan'a bakıyorum. Yardım dilenen bakışlarımı görmüyor bile, tüm dikkatini telefonuna vererek saçma bir araba yarışı oyununu kazanmaya çalışıyor.
"...gerçi Privilege'de dans etmek ilgini çeker mi bilemiyorum. Bana kalırsa sen daha çok Cafe Del Mar'da oturup gün batımını izlemeyi seven romantik kızlardansın."
Selin'in bunu bir kusurdan bahsediyormuş gibi söylemesi dikkatimden kaçmıyor. Onu çok yakından tanıdığım söylenemez ancak duygu insanı olmadığını biliyorum. Genelde mantığıyla hareket eden, büyük aşklara, duyguların gücüne falan inanmayan ve hayatı nadiren ciddiye alan biri Selin. Bu yüzden çoğu zaman anlam veremiyorum Ozan'la olan birlikteliklerine.
"...tabi insanlar genelde Maldivleri tercih ediyor ama bana kalırsa Ibiza kadar büyüleyici bir ada-"
"Ha?"
Ozan telefondan başını kaldırıp pat diye lafa giriyor. Onun ada kelimesine böyle reaksiyon verdiğini görmek içimde kahkaha atma isteği uyandırıyor. Gülmemeye çalışarak başımı diğer tarafa çeviriyorum.
"Lavinia'ya geçen yılki tatilimizden bahsediyordum, hayatım."
Ozan belli belirsiz sallıyor başını. Ona baktığımı fark ettiğinde utandığını hissediyorum. Zira Selin'in aksine ben gerçekleri biliyorum.
"Şuradaki kız Ada değil mi?"
Selin'in sesiyle irkilerek başımı kaldırıyorum. Elini gözlerine siper ederek bahçenin diğer tarafına bakıyor ve ardından el sallayarak bağırmaya başlıyor. "Ada, gelsene buraya!"
Bizi gördüğünde Ada'nın yüzünde beliren umutsuz ifadenin farkına bile varamıyor. Her şeyden bihaber bir şekilde hevesle tekrar el sallıyor kıza. Ozan'ın telefonunu bırakıp sevgilisiyle karısına dikkat kesildiğini fark ediyorum. Uzun bir bocalamanın ardından Ada kaderine boyun eğerek bize doğru yürümeye başlıyor. O yaklaşırken Selin de dönüp kısa bir izahat veriyor bana.
"Daha önce tanıştınız mı bilmiyorum ama Ada Ozan'ın kuzeni," diyor hızlı hızlı. "Ailesi başka şehirde olduğu için burada ona Ozan göz kulak oluyor."
Demek Ozan birlikte yaşamalarına böyle bir bahane uydurmuş diye düşünüyorum kendi kendime. Çok akıllıca. Böylelikle soyisimlerinin aynı olmasını da açıklayabilir. Eğer nikah şahitlerinden biri ağabeyim olmasaydı bu yalana ben bile inanabilirdim.
"Daha önce tanışmıştık," diye cevap veriyorum Selin'e. "Hatta çocukken birlikte oynardık hep."
Ozan tek kaşını kaldırarak alayla bana bakıyor. Bu kadar kolay yalan söyleyebildiğim için suçlu hissediyorum kendimi. Ne yazık ki yalan söyleme yeteneğim, istesem de reddedemeyeceğim genetik bir miras.
"Tanışmış olmanıza sevindim," diyor Selin gülümseyerek. "Gerçi onu tanımasaydın da kısa sürede severdin bence, çok tatlı bir kız."
Elimde olmadan üzülüyorum Selin'e. Kendisinden pek hazetmiyor olsam da böyle aptal yerine konması canımı sıkıyor. Gerçi geçmişte yaşananları düşününce, bunları hak etmiyor da değil.
Ozan'ın nasıl çaresiz kaldığını dün gibi hatırlıyorum. Annesiyle babasını yeni kaybetmiş, tüm o acının ortasında bir de kardeşini dedesinden korumaya çalışıyordu. Tüm bunların üstüne sevgilisi evlenme teklifini reddedip yurtdışına gitmişti. Üstelik Selin Ozan'ın evlenmek zorunda olduğunu, kardeşinin velayetini alabilmek için başka şansı kalmadığını biliyordu.
Onun gidişinin ardından çok zor toparlanmıştı Ozan ve aylar sonra, tam her şeyi yoluna koymuşken Selin pişman olup geri dönmüştü. Bana kalırsa Ozan'ın tek hatası, Selin'i geri döndüğünde affetmiş olmasıydı. Her ne kadar umursamıyormuş gibi görünse de Ada'nın da bu durumdan memnun olmadığının farkındayım üstelik. Ozan'ın bencilliği yüzünden kaçak göçek yaşamak zorunda kaldığını düşünürsek haksız da sayılmaz.
Ben bunları düşünürken Ada gelip yanımdaki sandalyeye çöküyor bile. Dönüp baktığımda onun biraz solgun göründüğünü fark ediyorum. Bu durum Ozan'a duyduğum öfkenin katlanmasına neden oluyor.
"Naber güzellik?" diyorum Ada'ya neşeyle. Kendini gülümsemek için zorlasa da başarılı olamıyor. Burada bulunmaktan hoşnut olmadığı her halinden belli adeta.
"İyidir tutsak," diye cevap veriyor bana gerginliğini gizlemeye çalışarak. "Ne zaman tahliye olacaksın?"
Sıkıntıyla iç çekip bilmem dercesine ellerimi havaya kaldırıyorum. Aslında Selin faktörüne rağmen, Ozan bu haftaki gardiyanlarım arasında en az sıkıcı olandı. Diğerleri ise ayaklı birer kabustan ibaretti. Özellikle de Sinem ve Melis'le geçirdiğim vakitleri ahirette cehennem azabımdan düşeceklerine eminim. Melek'in onlardan cehennem tayfası diye bahsettiğini hatırlayınca kendi kendime tebessüm ediyorum. Ardından burnumun direği sızlamaya başlıyor.
Melek'le konuşmaya hala fırsat bulamadık. Daha doğrusu, bu fırsatın önüne geçmek için ondan köşe bucak kaçıyorum. Özellikle de Mert'le yaşadığım fiyaskodan sonra cesaretim büsbütün kırıldı. Ne tepki vereceğini bilmediğim ve bir nefretle daha baş edemeyeceğim için onunla konuşmayı erteleyip duruyorum.
"...flörtün falan da mı yok yani? İnanamıyorum gerçekten."
Başımı çevirip Ada'ya incelikle işkence eden Selin'e bakıyorum. Sanki gözlemlenebilir evrendeki tek sorun buymuş gibi kızın aşk hayatını didiklemesi gülme isteğimi kabartıyor. İçimden ona dönüp endişelenmemesi gerektiğini, zira Ada'nın halihazırda evli olduğunu söylemek geçiyor. Üstelik damat da tanıdık Selinciğim, kendisi tam yanında oturuyor. Ben bunları düşünürken Selin anaç bir tavuk gibi kabararak yeniden söze giriyor.
"Hiç merak etme şekerim," diyor anlayışlı bir tavırla. "Aklımda tam sana göre birileri var."
Tam da tahmin ettiğim gibi Ozan kendini tutamayıp lafa karışıyor. "O birileri aklında kalmaya devam etsin, Selin."
Gözlerimi kısarak şüpheyle Ozan'ı süzüyorum. Onun kız arkadaşı olabiliyorsa, Ada'nın da erkek arkadaşı olabilir pekala. Kıza karışmaya hakkı yok, dahası bunu yapması için ortada bir sebep de yok. Var mı yoksa? Keyifle bir sırıtmanın yüzüme yayılmasına engel olamıyorum.
"Bayılıyorum senin şu korumacı abi tavırlarına," diyor Selin öne eğilip Ozan'ın yanağından makas alarak. "Ama merak etme, Ada için düşündüğüm kişiler görüp görebileceğin en düzgün insanlar."
Ozan cevap vermek üzere ağzını açarken Ada nazik bir tavırla söze karışıyor. "Düşündüğün için teşekkür ederim ama hiç gerek yok, gerçekten."
"Neden ama?" diyor Selin dudağını bükerek. "Eğer Ozan'dan çekiniyorsan buna hiç gerek-"
"Ah, kesinlikle hayır." diye cevap veriyor Ada oturduğu yerde hafifçe dikleşerek. "Benim hoşlandığım biri var zaten."
Ozan bir an dönüp şaşkınlıkla kıza baksa da yalan söylediğini anlaması uzun sürmüyor. Bense oturduğum yerde hayatının hatasını yaptığının farkında bile olmayan Ada'ya üzülmekle yetiniyorum. Selin bu işin peşini bırakmayacaktır. Daha şimdiden Ada ve hayali sevdiğini davet edeceği etkinlikleri planladığını görebiliyorum.
Sıkıntıyla iç çekerek etrafa bakınırken dikkatimi yolun karşısındaki bir şey çekiyor. Kırmızı bir spor arabadan inen adamı görünce şaşkınlıktan ağzımın açık kalmasına engel olamıyorum. Birkaç saniye içerisinde o da beni fark ediyor ve gülümseyerek el sallıyor. Ardından beni tamamen dehşete düşürerek bize doğru yürümeye başlıyor. Kapana sıkışmış bir şekilde dönüp masadakilere baktığımda kimsenin durumu fark etmediğini görüyorum. Ada hariç. Bakışları bize doğru yürüyen sarışın adamla benim aramda gidip geliyor bir süre. Ardından beni hayrete düşüren bir el çabukluğuyla Ozan'ın masaya bıraktığı araba anahtarını kapıp cebine saklıyor. Anlamaya çalışarak ona baktığımı görünce sessizce dudaklarını oynatarak komut veriyor bana.
"Git."
Ona minnet dolu bir şekilde başımı salladıktan sonra çantamı kapıp ayağa fırlıyorum. Daha Ozan ne olduğunu bile anlayamadan koşarak yolun karşısındaki ağaç fidanlarına doğru ilerliyorum. Özgür ona doğru koştuğumu görünce afallayarak olduğu yerde duruyor. Bir an sonra arkamdan Ozan'ın kükremesini duyuyorum.
"Gel buraya bücür!"
Dönüp arkama bakmıyorum bile. Özgür'ün yanına varınca telaşla kolundan çekiştiriyorum onu. "Acele et, yoksa yakalayacak!"
Bir an bile düşünmüyor. Benimle birlikte arkasını dönüp araca doğru koşmaya başlıyor. Kendimi koltuğa bıraktığımda onun çoktan aracı çalıştırdığını fark ediyorum. Ozan yolun yarısına bile varamadan gaza basıp kampüsün yokuşuna sapıyoruz..
-*-
ARAS
(2016 sonbaharı)
"Karşıt olan şeyler bir araya gelir ve uzlaşmaz olanlardan en güzel uyum doğar.
Her şey çatışma sonucunda meydana gelir."
-Aristoteles, Εthίcα Nicomαcheα
Ertelenmiş her mutluluk, mutsuzluğa çıkarılmış bir davetiyedir. Dedemin bana yazdığı gönderilmemiş mektupların birinde okumuştum bu cümleyi. İbrahim Saral'ın mektupları yazarken günün birinde onları okuyacağıma ihtimal vermediğine adım gibi eminim. İlk birkaç mektupta varisi olarak gördüğü torununa nasihatler vermeyi denese de zamanla içsel bir hesaplaşmaya evriliyordu satırlar. On sekiz yaşına bastığım gün oldukça ilginç bir şekilde elime geçen bu kağıtlar, değerini zamanla anladığım gizli bir hazineye dönüşmüştü. Onların sayesinde içimdeki isyan ateşi yavaş yavaş dinmiş, etrafı yıkıp dökmek yerine dağılmış ailemi bir araya toplamam gerektiğini anlamıştım.
Mektupları okuduğum anda gelen ani bir uyanış yaşamamıştım elbette. Siyahla beyazın iç içe geçtiği, birçok kez gücümün tükendiğini sanıp umutsuzluğa kapıldığım, dolambaçlı bir süreçti bu. Üstelik henüz sona ermiş değildi.
"Selam beyler."
Başımı kaldırıp yanında bana hiç de yabancı gelmeyen bir kızla beliren Melis'e baktım. Onların birkaç metre gerisinden Taylan geliyordu. Bize umutla el salladı ancak içimde ona karşılık vermeye dair en ufak bir istek bile yoktu. Hemen yanımda duran Ozan da benimle hemfikir görünüyordu, Taylan'ı görmezden gelerek Melis ve yanındaki kıza dönmüştü. Aslında Taylan'dan gıcık almam için ortada belirli bir sebep yoktu ancak tavırları fazla laubali geliyordu.
Taylan'la Melis sayesinde tanışmıştım, Melis'le de Ozan sayesinde. Bir de Selim vardı, içlerinde en az tanıdığım eleman olmasına rağmen serserinin teki olduğuna dair bahse girebileceğim bir tipti. Fazla derinliği olmayan, yaşları birbirine yakın klasik zengin üniversite gençlerinden oluşan bir arkadaş grubunu oluşturuyorlardı. Dürüst olmak gerekirse, Ozan ve Melis dışında hiçbiri gerçek hayatımda arkadaşlık edeceğim tipler değildi. Bunun yaşlarının küçük olmasıyla bir alakası yoktu, tamamen mizaçlarımızın uyumsuz olmasıyla alakalı bir durum vardı ortada.
"İşte bu da sana bahsettiğim Aras."
Bir parça şaşırarak başımı kaldırdığımda Melis'in beni yanındaki turuncu kafalı kıza gösterdiğini fark ettim. Lavinia ile aşağı yukarı aynı yaşta olduğunu tahmin etmek zor değildi. Dış görünüşleri tamamen alakasız olsa da kardeşimle akran oluşu kıza sempati beslememe neden olmuştu.
"Merhaba, ben Sinem." dedi kız elini bana doğru uzatarak. "Melis sizlerden daha önce bahsetmişti."
Bana uzattığı elini sıktım gülümseyerek. "Memnun oldum. Okulda yeni misin?"
Sinem bana cevap vermeye yeltense de Melis ondan önce davranmıştı. Az ötede muhabbet eden Taylan ve Selim'e bakarak konuşmaya başladı.
"Sinem Taylan'la sevgili," dedi imalı bir şekilde kıza gülümseyerek. "O yüzden bu okula geçiş yaptı."
Gözlerimi devirmemek için kendimi zor tutmam gerekmişti. Akademik nedenlerden ötürü okul değiştirenleri anlayabiliyordum ancak sadece birine yakın olabilmek için okula gitme fikri duyduğum en saçma şeylerden biriydi. Tam idealist bakış açımla gurur duymaya yeltenirken Sinem'i kınayacak konumda olmadığımı fark ettim. Sonuçta ben de bu okulda hukukçu olma aşkıyla yanıp tutuştuğumdan değil, sadece kızın birine yakın olabilmek için bulunuyordum. Bu durumun geçici oluşu Sinem'le aynı kaderi paylaştığım gerçeğini değiştiremezdi.
"Yaptığım şeyi tasvip etmediğini saklamana gerek yok," diyerek lafa daldı Sinem aniden. Durumu yadırgadığımı bir şekilde anlamıştı. "Sevgilinle aynı okulda olduğun için beni anlamaman çok normal zaten."
Farkında olmadan kaşlarımı çattım Sinem'e. Bahsettiği kişinin ben olup olmadığımı anlamaya çalışıyordum. Neyse ki Melis yeniden lafa karışarak duruma açıklık getirdi.
"Az önce Arzu'yu gördük," dedi bana bezmiş bir ses tonuyla. "Onun nasıl bir çatlak olduğunu Sinem'e anlatma fırsatım olmadı henüz."
İçten içe Melis'e hak versem de bunu dışa vurmamın yakışıksız olacağının bilincindeydim. Gülme isteğimi bir öksürükle kamufle ederek küçük bir düzeltme yaptım. "Hayalperest demek daha uygun olur sanırım."
"O deliye nezaket göstererek iyilik yaptığını sanıyorsan yanılıyorsun," diye cevap verdi Melis gözlerini devirerek. "İzin ver, iyice başına bela olmadan haddini bildireyim Arzu'ya."
"Gerek yok, zaten eninde sonunda o da gerçeği kabul edecek." dedim kararlı bir tavırla. "Kendinden başka kimseye zararı olmayan birini incitmek istemiyorum."
"Bence onu çok hafife alıyorsun Aras." diye üstelemeye devam etti. "Arzu'nun bölümdeki herkese sevgili olduğunuzu söylüyor, bunu biliyor muydun?"
"Ne olmuş yani?" diye cevap verdim omuz silkerek. "Buradaki veletlerin ne düşündüğü umurumda mı sanıyorsun?"
Cümlemi bitirene kadar pot kırdığımın farkına varamamıştım. Melis üçüncü sınıfta olduğu için sözlerimi üzerine alınma ihtiyacı hissetmemişti ancak Taylan ve Selim bozulmuşa benziyordu. Bakışlarım Ozan'a takıldığında yüzünde muzip bir ifadenin belirdiğini fark ettim. Benim sormama bile fırsat kalmadan düşüncelerini dile getirmeye başladı.
"Buradaki veletlerin hiçbirini umursamadığına emin misin?" dedi imalı bir tavırla bana bakarak. "Bence içlerinden birinin ne düşündüğü son derece umurunda olacaktır."
Al işte. Grubun geri kalanı daha Ozan'ın konuşması bitmeden zevzeklik yapmaya başlamıştı bile. Taylan ve Selim'in tipik birer ilkokul öğrencisi gibi ooo diyerek güldüğünü görünce Ozan'a ölümcül bir bakış attım. Diğerlerinden daha olgun olduğunu düşündüğüm Melis bile heyecanlanmıştı. Beni soru yağmuruna tutmak için şamatanın sona ermesini beklediğini görebiliyordum. Dönüp sadece dudaklarımı hareket ettirerek Ozan'a sessiz bir küfür savurdum. Ettiğim küfre verdiği cevap benzer şekilde olmamıştı, onun yerine bel altı vurmayı tercih etti adi herif.
"Haksızsam söyle," dedi bana hitap etmesine rağmen diğerlerine dönerek. "Arzu gidip Tinúviel'e seninle sevgili olduğunu söylese hoşuna gider miydi?"
Kıza taktığım adı söylemesi üzerine şamata katlanarak artmıştı. Melis'le Sinem'in bir parça romantizm gören her kız gibi gözlerinden kalpler fışkırtarak birbirini dürttüğünü görebiliyordum. Selim ve Taylan ise nihayet onlarla ortak bir noktam olduğunu görmekten son derece hoşnut kalmış gibiydi. Sessiz kalarak onların bu platonik aşk masalına kapılıp gitmesine izin verdim.
Ozan bilmiyordu elbette. Fakat çok ciddi kuşkuları vardı. Beni en yakından tanıyan insanlardan biri olarak aniden peydah olan Hukuk sevgime bir an bile inanmamıştı. Bir şeyler sakladığımı biliyor, açıkça sormasa da her hareketimi analiz ediyordu dikkatle. Diğer tüm tanıdıklarım gibi o da burada bulunma nedenimi dışarıda arama gafletine düşse de bunun uzun sürmeyeceğini biliyordum. Er ya da geç, kızın etrafında dolanmam dikkatini çekecek ve beni fakülteye bağlayan esas meselenin dersler olmadığına emin olacaktı. Ozan fark etmeden önce Melek'le olan bağıma mantıklı bir neden uydurmak zorundaydım.
Neyse ki halihazırda, bir erkeğin bir kıza olan ani ilgisine getirilmiş evrensel bir açıklama vardı zaten. Aşk.
"Ne zamandır birliktesiniz?" dedi Melis sesinde gizlemeye çalışmadığı bir hevesle. "Ve Tinúviel ne demek Allah aşkına?"
"Birlikte değiliz," dedim yalnızca ilk sorusuna cevap vererek. Duyduğu şey ilgisini fazlasıyla çekmiş olmalı ki diğer sorusunu tekrarlamadı bile.
"Nasıl yani? Platonik mi?"
Sadece Melis'in değil, diğerlerinin de yüzünde şaşkın bir ifade belirmişti. Afallamış ve hayal kırıklığına uğramış hallerine bakarken hafifçe gülmekten kendimi alamadım. Tanrım, beni gözlerinde fazla büyütüyor olmalıydılar. Daha doğrusu, aşkın ne olduğunu bilmeyen her insan gibi onlarda da, birini karşılık beklemeden sevmeyi küçük görme eğilimi vardı.
Oysa güçlü bir tutku, tetiği çekilmiş bir silahtan çok daha tehlikeli olabilirdi. Çünkü silahtan çıkan kurşunun etkisi tetiği çekenle hedefi arasındayken, aşkın yarattığı yıkım onu yaşayanlarla sınırlı kalmıyordu. Düştüğü yerde bir şok dalgasına dönüşerek etrafta bulunan tüm hayatları harabeye çeviriyordu birer birer. Bu gerçeği ilk kez, babamı annemin cesedine sarılmış ağlarken gördüğüm o gün anlamıştım.
"Evet, platonik." dedim üzgün görünmeye çalışarak. Ardından bu gereksiz muhabbeti uzatmamak için saatime göz attım. "Neyse, benim derse gitmem gerekiyor. Görüşürüz."
Kızların itirazlarına rağmen bir şekilde oradan ayrılmayı başardım. Fakülteye doğru yürürken Ozan'ın da peşime takıldığını fark etmiştim. Nedense onun hala benden şüphelendiğini hissediyordum. Eğer kıza olan hislerimin gerçek olduğunu düşünseydi böyle uluorta konuşmazdı. Amacının üzerimdeki baskıyı arttırarak beni çözülmeye zorlamak olduğunun farkındaydım.
"Bence platonik değil."
Ozan'ın aniden lafa girmesi beni şaşırtmıştı. Söylediklerine anlam vermeyi başarana kadar cevap veremedim ona. Anladığımda ise aklıma kızla karşılaştığımız anlar üşüşüverdi birden. Pek farkımdaymış gibi görünmüyordu. Eğer bana karşı bir şeyler hissetmiş olsaydı bunu fark etmemem imkansızdı.
"Kadınların birine ilgi duyduğunda nasıl davrandığını anlayabilecek kadar vakit geçirdim onlarla." dedim Ozan'a dönerek. "Kızın benden hoşlandığı falan yok."
"Bu sonuca nasıl vardığını öğrenebilir miyim?"
"Tanrı aşkına, karşılaştığımız zaman yüzüme bile bakmıyor!"
Verdiğim tepki beni bile şaşırtmıştı. Tamam, kızın varlığı gerçekten de ilgimi çekiyordu. Benim için yalnızca korumam gereken birinden ibaret değildi, birçok yönden cezbediyordu dikkatimi. İlk günden beri farkındaydım bu gerçeğin. Entelektüel anlamda ilgimi çekiyordu çünkü daha önce hiç Sisifos Söyleni'ni önemli yerlerin altını çizerek okuyan bir kız görmemiştim. İnsan olarak ilgimi çekiyordu çünkü geleceğe dair hayaller kurmaktan kaçınmasına anlam veremiyor, neden kalabalık ortamlarda görünmez olmaya çalıştığını merak ediyordum. Ve bir kadın olarak dikkatimi çekiyordu çünkü, eh, muhtemelen gördüğüm en seksi kalçalara sahipti. Fakat şu ana kadar, kızın bana karşı ilgisiz oluşuna içerlediğimin farkında bile değildim.
"En son ne zaman sıradan bir kızla çıktın?"
Dönüp baktığımda Ozan'ın yüzünde acıma dolu bir ifadeyle beni izlediğini fark ettim. Verdiğim tepki onda bambaşka bir etki yaratmıştı anlaşılan.
"Ne demek bu şimdi?"
"Demek istiyorum ki," diye sabırla açıklamaya girişti Ozan. "En son ne zaman klasik bir Türk kızıyla vakit geçirdin? Açık ilişki yaşayamayacağın, senden hoşlandığı zaman bunu kucağına oturarak ifade etmeyen, eve geç kaldığında ailesine haber vermesi gereken sıradan kızlardan bahsediyorum."
Dürüst olmak gerekirse, hatırlamıyordum. Sırf babamı kızdırmak için saçma sapan işlere kalkıştığım ergenlik yıllarımdan kalma faydalı bir alışkanlıktı bu. Ozan'ın küçümsediği aykırı kızlar her gün karşıma çıkan sıradan kızlardan çok daha ilgi çekiciydi. Sıradan kızlarla yapılabilecek aktiviteler sınırlıydı, sinemaya gitmek ve ıssız bir yerde sevişmek dışında pek seçeneği olmuyordu insanın. Oysa son takıldığım hatun bir öğleden sonra canı sıkılınca otostop çekerek Wacken Festivali'ne gidebilecek türden biriydi. Sayesinde orta seviyede bir endüstriyel metal kültürü edinmiştim. Yine de Ozan'ın sözlerini anlamamış gibi yapmayı tercih ettim.
"Bunun konumuzla ne ilgisi var anlamadım."
"Çünkü bu kız da sıradan bir kız," diye açıkladı Ozan iç çekerek. "Kadınlar konusundaki deneyimini küçümsemiyorum ama bu tarz basit hatunlardan anlamazsın sen."
Haklıydı. Yine de işi şakaya vurarak topu ona atmaya karar verdim.
"Peki sizin öneriniz nedir sayın aşk doktoru?"
"Vazgeç bu kızdan," dedi onu dinleyeceğime zerre inanmasa da. "Aklından geçenleri rahatlıkla anlayabileceğin, sana karşı herhangi bir beklenti içine girmeyecek ve birlikteyken mutlu olacağın bir hatun bul kendine."
"Aradığım şeyin mutlu bir ilişki olduğunu da nereden çıkardın?" diyerek dalga geçmeye devam ettim. "Belki de tek istediğim şey, ateşli bir çatışmadır."
Aylar önce yoğun bakım kapısının önünde çaresizce beklerken buna benzer talihsiz bir cümle çıkmıştı dudaklarımdan. "Keşke annemle birlikte babam da ölmüş olsaydı." demiştim yanımda oturan Nazmi Amca'ya. Bunu gerçekten isteyerek söylediğimden şimdi bile emin değilim ancak o anda öfkemi kusmak için güzel bir yol gibi görünmüştü.
Çocukluğumdan beri hayatımın bir parçası olan Nazmi Amca'yı ilk kez öyle ciddi görmüştüm. Bir elini omzuma koyup gözlerimin içine bakarak o meşhur nasihatlerinden birini vermişti bana.
"İnsan ne dilediğine dikkat etmeli Aras," demişti beni uyarmaya çalışır gibi. "Dilek kapısının ne zaman açık olacağını asla bilemezsin."
O esnada öfkeden, acıdan ve yoğun miktarda endişeden ötürü bu nasihate fazla kulak verememiştim. Sonuç olarak, dikkate alınmayan her nasihat gibi o da yeniden çıkmıştı karşıma. Üstelik bu sefer bir musibet olarak.
"Aşkım!"
Arkamda Arzu'nun sesini duyunca yüzümü buruşturmaktan kendimi alamadım. Anlaşılan o ki, atölye çıkışı yaptığım konuşma hiçbir etki yaratmamıştı üzerinde. Belki de Melis haklıydı, tüm bunlar Arzu'yu yeterince ciddiye almadığım için oluyordu. Bir etkisiz eleman olarak görüyordum onu, hayatımda gözle görülür bir değişim yaratabileceğine ihtimal dahi vermiyordum. Yanılıyordum.
"Efendim Arzu?" diyerek bıkkınlıkla döndüm arkama.
Arzu'nun gücünü öyle çok hafife almıştım ki karşıma çıkan manzara adeta bir tokat gibi çarptı yüzüme. Sadece Melis'in değil, Nazmi Amca'nın da çok haklı olduğunu fark etmiştim. Zira az önce dilediğim çatışma tam karşımda duruyordu.
"Aşkım bak bu sana bahsettiğim arkadaşım Melek," diyerek araya girdi Arzu. Bahsetmiş miydi? Genelde onu dinlemediğim için bahsettiyse bile duymamıştım muhtemelen. Arzu'ya müdahale etmek istesem de bakışlarımı Melek'in yüzünden alamıyordum bir türlü. Yüzünde sakin bir ifade vardı, gözlerinde alev alev yanan zümrüt kırıntıları olmasa beni hayatında ilk kez gördüğüne inanabilirdim. Kafam öylesine karışmıştı ki neler olduğunu bile idrak edemiyordum.
"Melekcim bu da meşhur Aras işte," diyerek yeniden neşeyle söze girdi Arzu. "Hani şu sana durmadan bahsettiğim arıza erkek arkadaşım."
Hala anlayamıyordum. Melek ve Arzu? Nasıl arkadaş olmuş olabilirlerdi ki? Henüz aynı fakültede bile değillerdi! Okul dışında tanışmış olma ihtimalleri ise çok daha düşüktü. Bir kere Arzu Melek'in çalıştığı kafeye müşteri olarak bile gitmezdi, onları bir araya getirebilecek hiçbir mantıklı açıklama bulamıyordum.
"Tanıştığıma memnun oldum."
Melek'in yüzünde duru bir tebessümle bana uzattığı eline baktım boş boş. Biz zaten tanışmamış mıydık onunla? Oynamaya çalıştığı aptal oyun öfkemi su yüzüne çıkarmıştı.
"Ben memnun olmadım," dedim kızın elini havada bırakarak. Ardından dönüp sertçe Arzu'nun koluna yapıştım. "Sen gelsene bir şöyle."
"Aşkım ne yapıyors-"
"Başlarım senin aşkına!" diye bağırdım iyice çileden çıkarak. "Yürü dedim Arzu!"
Bu aptal tesadüfün tüm detaylarını açıklayacaktı bana. Her gün karşıma bir sürpriz yumurta gibi çıkmasından usanmıştım artık.
"Özür dilerim!" diye ufak bir çığlık attı Arzu. Boşta kalan eliyle kenarda şaşkınlıkla dikilen Ozan'ı işaret ediyordu. "B-ben gerçekten onu görmedim! Biliyorum, arkadaşlarınla birlikteyken yanına gelmemem gerekiyordu ama gerçekten- Ah kolum!"
Gözlerinden yaşlar süzülerek kıvranan sarışına baktım hayretler içinde kalarak. Ne yapmaya çalıştığına dair en ufak fikrim bile yoktu. Evet, ona arkadaşlarım varken yanıma gelmemesini söylemiştim ama bunun sebebi onu alay konusu olmaktan korumak istememdi. Bunu söylerken beni dinlemeyeceğini de biliyordum üstelik. Lafımı dinlemeye niyeti olsa ona defalarca kez benden uzak durmasını söylediğimde dinlemiş olurdu zaten.
"Arzu çeneni kapat ve yürü." dedim onu kolundan tutup sürüklemeye devam ederek.
O ciddi konuşmayı yapmanın zamanı gelmişti artık. Arzu bilmeden de olsa kırmızı çizgiyi geçmişti. Bugüne kadar insanlara yalan söylemesine göz yummuştum ancak Melek'i kandırmasına seyirci kalacak değildim. Önce Arzu'yla konuşup kalbini kırmak pahasına onu hayatımdan çıkarmam gerekiyordu. Yalanlarını itiraf etmemekte direnirse gidip Melek'le kendim konuşacaktım. Bana inanmazsa bile Arzu'nun nasıl bir deli olduğunu ona anlatabilecek bir sürü şahidim vardı etrafımda. Bu saçma yanlış anlaşılmanın uzamasına izin veremezdim.
"Aras nolur bırak beni!" diye sızlandı Arzu. "Söz veriyorum seni bir daha rahatsız etmeyeceğim!"
Sesindeki ağlamaklı ton duraksamama sebep olmuştu. Kolunu sıktığımı fark edince içim pişmanlıkla dolmaya başladı. Saçma bir tesadüfün hıncını Arzu'dan çıkarmıştım resmen. Zavallı kızın Melek'le önceden tanıştığımızdan bile haberi yoktu. Bunları düşünürken kollarını tutan parmaklarım gevşemeye başlamıştı. Sonra Melek'in sesi yükseldi yeniden, bu sefer alabildiğine öfke ve nefret doluydu.
"Çek ellerini Arzu'dan!"
Arkamı dönüp ona baktığımda söyleyecek bir şey bulamadım. Bugüne kadar Melek'in sadece uysal yönünü görmüştüm. Kafede patronundan azar yerken, müşterilerin kaprisleriyle uğraşırken ve sıradan bir insanın sinirleneceği birçok kaba davranışa maruz kalırken sakince boyun eğmişti hep. Bu yüzden onun itaatkar ve ürkek biri olduğuna kanaat getirmiştim. Oysa şimdi karşımda duran manzara tam tersini gösteriyordu.
Öfkeden yüzü kızarmıştı, burnundan solurcasına nefes alırken göğsü inip kalkıyordu hiddetle. Bana bakan gözlerinde çakmak çakmak bir ifade vardı. Sıkılı yumruklarına, hafifçe yukarı kalkan çenesine, meydan okuyan duruşuna baktım hayranlıkla. Melek'in içinde bir başkaldırı ruhu taşıyabileceği aklımın ucundan bile geçmezdi.
Öfkenin bir kadını bu kadar güzelleştirebileceği de.
"Seni mahvederim!" dedi hışımla üzerime yürüyerek. "Eğer Arzu'ya zarar verdiğini görürsem doğduğuna pişman ederim seni, inan yaparım!"
Elinde bir kılıç olsa hiç düşünmeden beni on parçaya böleceğinin farkındaydım. Fakat titreyen dudaklarına bakarken dikkatimi toplayamıyordum bir türlü. Öfkesinin hedefindeki kişi olmam bile benim için önemsiz bir ayrıntıya dönüşmüştü. Şu anda kontrolü ele alıp durumu açıklığa kavuşturmanın yollarını arıyor olmam gerektiğini biliyordum. Ancak nedense, onu çekip nefessiz kalana kadar öptüğümde nasıl görüneceğini merak etmekten alamıyordum kendimi.
"Çek ellerini Arzu'dan!" diye bağırarak sarışını elimden almaya çalışıyordu. "Yemin ediyorum öldürürüm seni!"
Ah güzelim, emin ol bunda çok zorlanmazsın.
Arzu'yu kurtardıktan sonra bana tehditler savurarak kızı çekiştirmeye başlamıştı. Onu buradan götürmeye çalıştığını fark edince onlara engel olmam gerektiğini fark ettim. Sorunu çözülmeden hiçbir yere gidemezlerdi.
"Melek lütfen sakin ol," dedi Arzu histerik bir şekilde hıçkırarak. "Hepsi benim hatam. Aras normalde hiç böyle değildir bana karşı, yemin ederim."
Kendimi tutamayıp ufak bir kahkaha attım. Bir insanın delirme eşiği her neredeyse ben tam oradaydım işte. O eşiğin önünde durmuş, dörtnala benden uzaklaşan mantığıma el sallıyordum.
"Yeter artık Arzu!" diye bağırdı Melek bilmeden duygularıma tercüman olarak. "Sana yaptığı her kötülüğe açıklama aramayı bırak artık. Sen ne kadar reddedersen reddet, bu adam gerçek bir ruh hastası!"
"Ne kötülüğü?!" diye bağırdım Arzu'yu bırakıp Melek'e dönerek.
En başından beri odaklanmam gereken noktayı yeni fark ediyordum. Melek'in bana olan öfkesi normal olamayacak kadar fazlaydı, sadece Arzu'ya bağırdığım için bu kadar çileden çıkmış olamazdı. Sarışının onu ne tür yalanlarla zehirlemiş olabileceğini düşününce adeta deliye döndüm. Hiç beklemediğim anda bütün ipler ellerimin arasından kayıp gitmeye başlamıştı. Üstelik bunun tek sebebi aptal bir ergenin aşk meşk zırvalıklarıydı.
Arzu'yu hafife almıştım. O yüzden normalde yaptığım gibi soğukkanlılıkla karşılayamadım yenilgiyi. İşleri iyice sarpa sarmadan düzeltmenin yolunu aramaya başlamıştım. Bunu yapabilmem içinse önce neler olup bittiğini öğrenmem gerekiyordu. Bir cevap alabilmeyi umut ederek hışımla Melek'in üstüne yürümeye başladım. Öylesine çileden çıkmıştım ki onun geri geri gitmeye başladığını bile fark edememiştim. Ortada bir sorun vardı ve benim tek düşünebildiğim şey onu ortadan kaldırmaktı. Birkaç hafta önce yanımda kahkahalar atan kıza ulaşmaya çalıştıkça onu daha çok gözden kaybettiğimin farkında bile değildim.
"Arzu neler anlattı sana?!" diyerek kollarından tutup sertçe sarstım onu. Ancak Melek cevap vermedi, nedense susmaya karar vermişti birden. Arzu'yu korumaya çalışırken sergilediği cesareti kendisi için kullanmayışı daha fazla çileden çıkmama sebep oldu. Söz konusu başkaları olduğunda ölüm tehditleri savurabilirken sıra kendisine gelince susmasına anlam veremiyordum.
"Benim hakkımda neler söyledi sana?!" diye öfkeyle kükredim. Elime geçen tek şey birkaç saniyelik bir sessizlik olmuştu. İşte beni eşiğin diğer tarafına geçiren şey, bu sessizlik oldu. Kıza öyle bir bağırdım ki dekanlığın avlusunda oturanlar bile dönüp bize baktı. "CEVAP VER BANA!"
Sonra bir şey dikkatimi çekti. Ona bağırdığımda, kız istemsizce irkilmişti. Yanaklarındaki kırmızılık yoktu artık, bembeyaz olmuştu yüzü. İtiraf etmeliyim ki şu ana kadar neredeyse kusursuza yakın bir rol yapmıştı. Bakışlarındaki alev almış zümrütler dışında, beni zaten tanıdığına dair hiçbir açık vermemişti Arzu'ya. Ancak şimdi, gözleri de bir yabancıya bakar gibi bakıyordu artık. Bunun yaptığı rolün bir parçası olmadığı apaçık ortadaydı. Melek gerçekten de ona zarar verebileceğimi düşünüyordu.
Arzu'nun oyununa gelmiştim. Hakkımda yaratmaya çalıştığı algı her neyse tüm tavırlarımla onu doğruluyordum. Muhtemelen sarışın beni nasıl bir ikileme düşürdüğünün farkında bile değildi. Saçma bir şekilde, benden korktuğu için Melek'e içerlediğimi fark ettim. Tanrı aşkına ne hakla korkabilirdi benden? Onu korumak için tüm hayatımı sekteye uğratmıştım, neyle savaştığımı bile bilmeden rüzgara kılıç sallayıp duruyordum haftalardır. Benden korktuğu, kaçtığı ve böyle güvensiz gözlerle baktığı sürece onu nasıl koruyabilirdim ki?
"Aras sakin ol yalvarırım, Melek seni tanımıyor henüz..." diyerek ağlayan Arzu'ya baktım. Kolumdan çekiştirirken sızlanışını izledim tepkisizce. "Zamanla beni senden korumasına gerek olmadığını görecek, inan bana."
Kendimi daha fazla tutamayıp hafifçe güldüm ona. Arzu biliyordu. Nasıl yaptığına dair hiçbir fikrim yoktu ama bir şekilde benim Melek'e olan ilgimi öğrenmişti. Kendince aptal bir plan yaparak kıza yaklaştığını anlamıştım. Aklı sıra onunla dost olup aramızda bir şeyler olmasının önüne geçecekti.
"Sen bittin kızım," dedim yeniden Arzu'ya dönerek. "Bana oyun oynamak neymiş göstereceğim sana!"
"Neler oluyor burada?"
Siktir. Başımı çevirdiğimde yanılmadığımı anlamıştım. Okulun güvenlik görevlilerinden ikisi duruyordu karşımda. Kollarımın arasında yüzü bembeyaz kesilmiş Melek'e ve ağlayıp duran Arzu'ya bakarken kafalarında oluşan şablonu görebiliyordum.
"Yardım edin lütfen!" Birden konuşmaya karar veren Melek'e baktım şaşkınlıkla. "Bu adam bizi rahatsız ediyor!"
Kollarımda çırpınıp duruyordu. Bense cinnet geçirmenin eşiğine gelmiş gibiydim. Arzu'nun oynadığı aptal oyun ve Melek'in benden korkması tüm kontrolümü kaybetmeme neden olmuştu. O yüzden güvenlik görevlileriyle aramda yıllar sonra ilk kez kendimi tekrar nezarethanede bulmamla sonuçlanacak bir tartışma yaşandı.
Ertesi gün oradan çıktığımda ise Melek'in yanına gitmeye fırsat bile bulamamıştım. Dayım endişeli bir sesle konuşuyordu telefonun diğer ucunda. Lavinia onu Türkiye'ye getireceğimi öğrenmişti. Hasta haliyle evden kaçtığını, saatlerdir ortalarda olmadığını ve bunu benden daha fazla saklamak istemediğini söyledi dayım. Adamlarından birini beni havalimanına götürmesi için yollamıştı, tüm işleri bırakıp o da benimle birlikte gelecekti üstelik. Gidip Melek'e gerçekleri anlatmakla, kaybolan kardeşimin peşine düşmek arasında bir seçim yapmak zorundaydım.
Bir doğruyla bir yanlış arasında kalmak çatışma yaratmaz. Zira doğruyla yanlış arasındaki seçime kişinin kendisi değil, bağlı olduğu ahlaki değerler karar verir ve tüm toplum yasaları gibi ahlaki değerler de kişiliğin üzerine örtülmüş bir perdedir. Perde yırtılmadıkça karakter bir muammadan ibarettir; uykuya yatmış bir canavar, ıssız bir kuyunun dibinde yatan gizdir.
Bu yüzden gerçek bir çatışma doğruyla yanlış arasında değil, iki farklı doğru arasında kalmakla başlar. Zira ancak seçeneklerin etik açıdan eşit olduğu durumlarda ahlaki değerler yorumsuz kalır ve hangi doğruyu seçeceği yalnızca kişinin karakteriyle alakalıdır. Benim yolumsa daha en başından çizilmişti ve tıpkı hangi doğruyu seçeceğim gerçeği gibi, içine düştüğüm çatışmanın finali de henüz ilk günden belirlenmişti. Ben sadece çatışmanın içine bu kadar çabuk çekileceğimi tahmin etmiyordum.
Üstelik asıl çatışma henüz başlamamıştı bile.
-*-
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro