Bölüm 10 - Yoldan Çıkmak
"bir cinayet başka bir cinayeti hatırlatır her zaman.
koşan atlar düşen atları hatırlatır.
yağmur yağar.. durur.. tekrar başlar...
yanlış yolda yürümek doğru yolda beklemekten iyidir.
beşikten mezara kadar..."
-*-
Montumu üstüme geçirdikten sonra sırt çantama uzanıyorum. Saat henüz çok erken olmasına rağmen oturup beklemeye tahammülüm yok. O yalancı şeytandan önce gidip Arzu'nun doktoruyla konuşmak zorundayım. Ne yazık ki iblisin aksine benim elimde artık adres yazılı bir kağıt yok. Gerçi kağıtta yazanları çoktan ezberlemiştim ama yine de işimi sağlama almam gerek.
Dışarı çıkmak için kapının koluna uzandığım sırada salondan tıkırtılar gelmeye başlıyor. Annem uyanmış olmalı. Aslında o yanıma gelmeden önce kapıyı açıp kaçmak için yeterli zamanım var ama kadıncağızı boşuna endişelendirmiş olurum.
Tıkırtılar iyice yaklaşıyor ve salonun kapısı açılıyor. Annem yavaşça koridora çıkıyor. Ardından koltuk değneklerinden birini duvara yaslayıp öteki eliyle salonun kapısını tekrar kapatmaya çalışıyor. Dengesini kaybedeceğini anlayınca hemen öne atılıp ona destek oluyorum. Kapıyı çekip kapattıktan sonra duvardaki koltuk değneğini anneme uzatıyorum. Dengesini sağladıktan sonra sorgulayan gözlerle bana bakıyor.
"Bu saatte nereye kızım?"
Aklıma ilk gelen yalanı söylüyorum. "Lavinia'yla buluşacağım, anne."
"Lavinia?"
"Okuldan arkadaşım," diyorum kısaca. "Onların evinde ders çalışacağız biraz."
Annem önce şüpheyle beni süzüyor. Eskiden Arzu'da kalmak istediğimde saatlerce dil dökmem gerekirdi. Neyse ki bu sefer ilginç bir şekilde hemen ikna oluyor.
"Tamam ama gitmeden önce kızın ev adresini ve ebeveynlerinden birinin telefon numarasını yaz."
Sıkıntıyla oflamamak için kendimi zor tutuyorum. Ben burada anneme yalan uydururken o züppe çoktan muayenehaneye gitmek üzere yola çıkmıştır. Yine de annemi şüphelendirmemek için kafamdan bir adres, telefon numarası ve ebeveyn ismi uydurup yazıyorum. Ardından daha fazla soru sormasına izin vermeden kendimi sokağa atıyorum.
-*-
Doktorun muayenehanesine vardığımda sekreterinin bile gelmediğini görüp rahat bir nefes alıyorum. Evet, belki bu işten bir kazancım olmayacak ama hiç değilse onun da kazancı olmamasını sağlayacağım. Kafeteryada insanların gözü önünde beni küçük düşürmenin bedelini ödeyecek o iblis.
Doktorun gelmesini beklerken kapıda duran güvenlik görevlileriyle sohbet etmeye çalışıyorum. Görevlilerden orta yaşlı olanı benimle hiç muhatap olmuyor ancak daha genç olanıyla havadan sudan muhabbet etmeye girişiyoruz. Elbette kendimle ilgili, adım da dahil, her konuda yalan söylüyorum. Zira doktor Özgür Abi'ye benden bahsedecek olursa yaptıklarımı izah etmem mümkün değil.
Saat dokuza yaklaşırken doktor binadan içeri girip odasına doğru ilerlemeye başlıyor. Bunun üzerine güvenlik görevlisi abiyle olan sohbetimi nazikçe sonlandırıyorum. Adam odasından içeri girip kapıyı kapattığı anda ben de hareket geçiyorum. Dikkat çekmemeye çalışarak ilerlesem de sekreter kadın tarafından fark edilmem uzun sürmüyor elbette. Kadının arkamdan seslenişini duymazdan gelip adımlarımı hızlandırıyorum. Kapının önüne vardığımda hiç düşünmeden içeri atıyorum kendimi.
Masasının başına yeni oturmuş olan doktorun yüzündeki şaşkın ifade son derece normal. Adam önce bana bakakalıyor ancak ağzını açmasına bile fırsat vermeden söze giriyorum.
"Sizinle çok mühim bir şey konuşmalıyım," diyorum aceleyle. "Bozkıroğlu Hukuk Bürosu'ndan geliyorum."
Bu pek de yalan sayılmaz. Neticede orada çalışıyorum. Tabi, sadece basit bir stajyer olduğumu doktorun bilmesine gerek yok. Onun yerine benim bizzat Bozkıroğlu ailesi tarafından buraya gönderildiğimi düşünmesini tercih ederim.
"Buyurun, sizi dinliyorum." diyor doktor odaya girmiş olan sekreterine başıyla çıkmasını işaret ederken. Ardından oturmam için masasının önündeki koltuğu işaret ediyor.
-*-
Tik tak. Tik tak. Tik tak.
Zaman geçmiyor. Saniyeler gözlerimin önünde lastik gibi uzamaya başlıyor sanki. Yoğun bakım ünitesinin önündeyim, Naz omzuma başını koymuş hıçkırarak ağlıyor. Hemen yanımdaki sandalyede Arzu oturuyor, hiçbir şey söylemeden elimi tutuyor. Bense öylece duruyorum. Ve zaman geçmiyor.
Annemin işyerinde kaza geçirdiğini duyduğumdan beri bütün hislerimi kaybettim. Herhangi bir tepki verirsem onu büsbütün kaybedecekmişim gibi geliyor. O yüzden saatlerdir tıpkı bir robot gibi boşluğa bakıyorum. Allah'ım lütfen diyorum içimden sürekli, lütfen annemi bize bağışla.
Koridorlar giderek daralıyor sanki. Duvarlar üstüme üstüme gelip beni boğmaya başlıyor. Etrafta rahatsız edici bir sarımsak kokusu var. Kusmak üzere olduğumu anlayınca hava almam gerektiğini söyleyip ayaklanıyorum. Arzu başta peşimden gelse de yalnız kalmak istediğimi söyleyince üstelemiyor. Mehmet de Naz'a yiyecek bir şeyler getirmek için kantine gitmişti zaten.
Hastanenin bahçesine çıktığımda serin bir hava çarpıyor yüzüme. Vücudumu ince bir titreme sarsa da umursamadan gidip banklardan birine oturuyorum. Oturmamla birlikte yalnızlığım da bir karabasan gibi çöküyor üstüme. Eğer bu bir film olsaydı kendimi en çaresiz hissettiğim anda birisi omzuma ceketini sarar, başımı göğsüne yaslayıp ağlamama izin verirdi. Ne yazık ki gerçek hayatta melodramlara pek yer yok.
O yüzden birilerinin beni tetiklemesine gerek kalmadan, kendiliğimden başlıyorum ağlamaya. Önce gözlerimden usulca yaşlar süzülüyor, boğazımdaki yumru çözülmeye başlıyor. Hıçkırarak ağlıyorum. Ama zaman geçmiyor.
Orada öylece ne kadar oturduğumu ben de bilmiyorum. Tek bildiğim telefonum çalmaya başlayınca telaşla ayağa fırladığım. Arayan Naz. Ellerim titreyerek açıyorum telefonu ve kötü bir haber duymamak için bildiğim tüm duaları okumaya başlıyorum.
"Abla çabuk gel!" diyor telaşla. "Annem uyandı!"
-*-
Doktorun tepkisi umduğumdan biraz farklı gelişiyor. Sanırım bunda benim tehditkar konuşmamın da etkisi var. Zira adam bir yandan sinirden kırmızıya dönmüş bir suratla güvenlik görevlilerini çağırırken, öte yandan da ağzından köpükler saçarak onu ne cüretle tehdit edebildiğim konulu bir şeyler söylüyor.
Doktorun abartı tepkisi üzerine güvenlik görevlileri de gaza geliyor ve beni adeta yaka paça sürüklemeye başlıyorlar. Kollarıma girmiş iki adama derdimi anlatabilmek için bağırarak bir şeyler saçmalasam da beni dinliyor gibi görünmüyorlar. Binanın çıkış kapısına geldiğimizde güvenlik görevlilerinden biri kolumu bırakıp kenara geçiyor ancak öteki onun kadar insaflı değil. Adeta bir patates çuvalıymışım gibi beni firlattığında bileğim burkuluyor ve acı içinde bağırıyorum.
"Siz ne yaptığınızı sanıyorsunuz lan?!"
Kükremeyi andıran sesi duyduğumda şaşırıyorum. Hayır, şaşırmamın sebebi Aras'ın sesini duymam değil. Zira onun da buraya geleceğini adım gibi biliyordum. Şaşırıyorum, çünkü sesinde insanın içine işleyen buzlu bir öfke var.
Ben daha yerimden bile kalkamadan kopuyor fırtına. Her şey adeta ışık hızına yakın bir hızda gerçekleşiyor. Aras'ın yumruğu beni dışarı fırlatan güvenliğin suratında patladığında istemsizce gözlerimi kapatıyorum. Kirpiklerimi araladığımda ilk gördüğüm şey güvenlik görevlisinin attığı kusursuz tekme oluyor. Ancak bu kusursuz tekme, kusursuz bir atak ile Aras tarafından savuşturulup görevliye sert bir yumruk olarak geri dönüyor ve adamcağızın arkaya doğru yalpalamasına sebep oluyor. Bunun üzerine yerden destek alıp ayağa fırlıyor ve güvenlik görevlisinin ayağına çelme takıyorum. Adam arkaya doğru devrilirken gözlerim Aras'ı arıyor ancak o çoktan yerinden ayrılmış bile.
Bir iki saniyelik bir taramanın ardından onu merdivenlerden çıkarken görüyorum. Duyduğu sesler üzerine geri dönmüş olan insaflı güvenlik görevlisine doğru ilerliyor hızla. Ben daha ne olup bittiğini anlayamadan yumruğu ürkütücü bir çatırtıya sebep olacak şekilde adamın çenesine iniyor. Yerde kanayan burnunu tutarak kıvranan görevliyi umursamadan ayağa fırlıyorum.
"Yapma!" diye bağırıyorum merdivenlere doğru koşarken. "O adamın hiçbir suçu yok!"
Ancak beni dinlemiyor bile. İkinci yumruğu çok daha sert bir şekilde iniyor ve adamcağızın dengesini yitirmesine sebep oluyor. Güvenlik görevlisi merdivenlerin yanındaki boşluktan aşağı devrilirken Aras'ı da kendiyle birlikte çekiyor ve ikisi birden birkaç metre yükseklikten aşağı düşüyor. Elimde olmadan küçük bir çığlık atıp trabzanlara yaklaşıyorum. Ölmemiş olmaları için dua ederek korkuyla aşağı baktığımda hala boğuştuklarını görüp rahat bir nefes alıyorum.
Basamakları koşar adımlarla inip yanlarına vardığımda elimde olmadan küçük bir çığlık daha atıyorum. Güvenlik görevlisi ağzından oluk oluk kan boşalır vaziyette inliyor. Ancak çığlık atmamın sebebi o değil. Zira diğer güvenlik görevlisi çoktan ayaklanmış ve silahını yerde yatan Aras'a doğrultmuş durumda.
"Durun lütfen!" diyorum öne atılarak. Aşağılık züppenin teki de olsa, bir insanın daha gözlerimin önünde ölmesine izin veremem.
Etrafımıza yavaş yavaş insanların biriktiğini görüyorum. Birileri telaş içerisinde polisi arıyor. Ne yapacağımı bilemez halde etrafıma bakınmaya başlıyorum ancak bu sefer gerçekten yolun sonuna geldim. Beni nezarette gördüğünde annemin yüzünün alacağı hali düşündükçe iyice panik oluyorum.
Aras yavaşça yerinden doğrulup ayağa kalkmaya çalışıyor.
"Olduğun yerde kal!" diye bağırıyor güvenlik görevlisi. Ardından ciddiyetini göstermek istercesine silahın emniyet kilidini açıyor.
Düşünmeden hareket ediyorum.
Attığım tekme beni bile şaşırtan bir çeviklikle güvenlik görevlisinin eline iniyor. Silahı elinden kurtulup havada döne döne ilerlemeye başladığında adamın şaşkınlığını fırsat bilip onu ileri itiyorum. Tıpkı diğer görevli gibi dengesi bozuluyor ve toprak zeminin üzerine yuvarlanıyor.
Ne halt edeceğimi bilemez halde öylece dikilirken birinin elimden tutup beni çektiğini hissediyorum.
"Koş!" diye bağırıyor Aras.
Ve koşmaya başlıyoruz.
-*-
Onu fakültenin içindeki kafeteryada da göremeyince bahçede olduğuna emin oluyorum. Koridorda hızlı hızlı yürürken adeta içim içime sığmıyor. Bir yandan kızgınım ona, öte yandan da beni çok büyük bir yükten kurtardığı için minnettarım.
Bahçeye çıktığımda onu görmem zor olmuyor. Bu şeker sarısı saçları nerede olsa tanırım.
"Arzu!" diye bağırıyorum kendimi tutamayıp. Arkadaşım sesin kaynağını arayarak bana döndüğünde onun yalnız olmadığını fark ediyorum. Züppe de onunla birlikte, Arzu'nun ellerini tutuyor. Yüzümdeki gülümseme perde perde siliniyor bu manzara karşısında. Son zamanlarda aralarındaki yakınlık neredeyse ayyuka çıktı. Öyle ki, artık Arzu aralarında olup bitenleri benden gizlemeye bile çalışmıyor.
Dişlerimi sıkıyorum. Acaba şu anda arkamı dönüp gitsem Arzu bana kırılır mı? Neyse ki züppe beni fark edince eğilip Arzu'ya bir şeyler söylüyor ve yüzüme bile bakmadan arkasını dönüp gidiyor. Keşke cehenneme gitsen diye geçiriyorum içimden. Sana dair her şeyle birlikte aniden siliniversen bu dünyadan.
Arkadaşım telaşla kalkıp yanıma geldiğinde ne yapacağımı bilemiyorum. Birkaç dakika önceki neşem ve heyecanım buhar olup uçmuş adeta. Oysa buraya gelirken ne kadar da sevinçliydim!
"Melek, iyi misin?"
Kimbilir dışarıdan nasıl görünüyorum ki Arzu endişeli bakışlarla ellerimi tutuyor. İstemsizce başımı eğip ellerimi tutan bu ellere bakıyorum. Üzerinde açık renkli lekeler bulunan, tırnaklarında vitaminsizlikten beyaz şeritler oluşan bu narin eller. Az önce onun tuttuğu eller, benim ellerimi tutuyor. Etrafı keskin bir sarımsak kokusu kaplıyor sanki. Midem bulanıyor. Hızla çekiyorum ellerimi Arzu'nun ellerinden.
"Ben aslında..." diye lafı geveliyorum. "Sana teşekkür etmek için gelmiştim..."
"Bu surat ifadesiyle mi?" diyor bana inanmadığını belirten bakışlar atarak. "Tanrı aşkına Melek, şeytan görmüş gibisin!"
Sözler ben onları engelleyemeden dudaklarımdan çıkıyor. "Gördüm zaten."
Arzu önce bana boş boş bakıyor. Ardından neyi kastettiğimi anlayınca bıkkınlıkla gözlerini deviriyor. Zaman zaman huysuz bir kaynana gibi davrandığımın ben de farkındayım ama elimde değil işte, güvenemiyorum o züppeye. Muson iklimi gibi bir ruh hali var adamın, sabah güneş açarken akşam fırtına olup esen değişken tiplerden. Arzu gibi naif ve temiz bir kızın böyle bi adamla başa çıkmasına imkan yok. Hoş, çıkamıyor da zaten. Onun çalkantılı karakterine uyum sağlamaya çalışırken gözlerimin önünde tüketiyor kendini Arzu. Benimse surat asmak dışında hiçbir şey gelmiyor elimden.
Ciddi olmaya çalışarak "Ne yaptığını biliyorum," diyorum Arzu'ya. Gözlerindeki şaşkın bakışı görünce kendimi tutamayıp ona gülümsüyorum. "Sen olmasan o hastane masraflarını asla karşılayamazdık. Ama söz veriyorum en kısa zamanda sana olan borcumu ödeyeceğim, Arzu."
Açık mavi gözlerinde anlayışlı bir ifade beliriyor. Arzu hep böyledir işte. Bazen onun gerçekten cennetten düşmüş bir melek olduğuna inanıyorum. En karanlık anlarımda imdadıma yetişen, hiçbir karşılık beklemeyen kurtarıcı bir melek.
"Senin bana hiçbir borcun yok," diyor yeniden ellerimi tutarken. Ardından gülümseyiveriyor. "Hem Efsun Teyze nasıl oldu bakayım?"
Gözlerimin dolduğunu hissediyorum. Onun bilerek konuyu değiştirdiğinin farkındayım. Ben de uzatıyorum mevzuyu, nasılsa o ne derse desin borcumu ödeyeceğim.
"Annem çok iyi," diyorum neşe içerisinde. "Hala olanları hatırlamıyor ama doktor fiziksel iyileşme gösterdiğini, yakında ayağa kalkabileceğini söyledi."
Arzu çok seviniyor bu habere. Bana itiraf edemese de içten içe okulu bırakmamdan korktuğunu biliyorum. Eğer annem yatağa bağlı kalacak olsaydı gerçekten de okulu bırakmak zorunda kalırdım ama neyse ki sağlığı iyiye gidiyor. Tekrar çalışması pek mümkün değil ama ben kendime part time iş bakmaya başladım bile. Şu bir gerçek ki, iş bulsam bile gelirimiz eskisinden çok daha az olacak. Yine de bir şekilde geçinebileceğimize eminim. Böyle candan dostlarım olduğu sürece üstesinden gelemeyeceğim hiçbir şey yok.
-*-
İnsanlar arkamızdan bağırırken dönüp geriye bakmıyoruz bile. Korkudan kalbim küt küt atıyor. Oradayken etrafıma bakma fırsatım olmamıştı ama her yerde güvenlik kameraları olduğuna eminim. Onlar olmasa bile mobeseler aracılığıyla kimliğimiz tespit edilir. İçimden hızla okuldaki dersleri tekrar etmeye başlıyorum. Şu an hatırlamaya en çok ihtiyaç duyduğum ders, Ceza Hukuku dersi. Kasten adam yaralama diyorum kendi kendime. Hayır, kasten basit adam yaralama. Türk Ceza Kanunu 76/2 maddesi... Yoksa 86/2 miydi?
Hatırla diye bağırıyorum iç sesime. 1 yıldan 3 yıla kadar hapis cezası istemiyle yargılan- Hayır, o silahla adam yaralama için geçerliydi. Biz silah falan kullanmadık. Dolayısıyla 4 aydan 1 yıla kadar hapis cezası istemiyle veya adli para cezasıyla yargılanırız. Hangisi benim için daha kötü karar veremiyorum.
Takatim tükenmeye başlıyor ve ciğerlerim isyan bayrağını çekmeye hazırlanıyor. Bronşit hastası birine göre çok bile koştum! Yavaşladığımı fark edince Aras elimdeki baskısını arttırıyor ve bu sayede düşüncelerimi kanun maddelerinden arındırıp gerçek dünyaya dönüş yapıyorum. İlk tepkim elimi onun elinden çekmek, ikinci tepkim ise koşmayı bırakıp kendimi yığılırcasına kaldırıma bırakmak oluyor.
Hiç bilmediğim boş bir caddedeyiz. Gittikçe sıklaşan nefesime bakılırsa birkaç dakikadır aralıksız koşuyor olmalıyız. Nafile diyor iç sesim kendini beğenmiş bir edayla. Ne kadar koşarsan koş, adaletten asla kaçamazsın.
Ciğerlerim parça parça sökülüyormuş gibi hissediyorum. Midemin üstünde, kaburgalarımın arasında koşmanın getirdiği keskin bir acı var. Rahatlamak için ellerimi bedenim önde kalacak şekilde kaldırıma koyup başımı arkaya eğiyorum ve gökyüzünü izleyerek nefes alış verişlerimin düzene girmesini bekliyorum.
Çocukken annem dışarı oyun oynamaya çıkmama izin vermediği zamanlarda yatağıma uzanıp hayranlıkla gökyüzünü izlerdim. Bazen bulutlardan şekiller çıkarır, bazense uçsuz bucaksız maviliği izleyerek uyuyakalırdım. Geceleri ise bu hayranlığımın yanına bir de korku eklenirdi. Beyaz parıltılarla bezeli lacivert gökyüzünü izlerken içten içe ürperirdim. Önceleri karanlıktan korktuğumu düşünmüştüm ama sonra anladım ki beni korkutan şey gökyüzünün karanlığı değil, sonsuzluğa uzanırken yarattığı uçsuz bucaksız belirsizlikti.
Nefes alışlarım düzene girdiğinde başımı çevirip Aras'a bakıyorum. Damarlarımdaki adrenalin azaldıkça bastırılmış öfkem su yüzüne çıkmaya başlıyor. Polisler kapıma geldiğinde anneme ne diyeceğim? Arzu'nun ailesi, onların aile doktorlarını tehdit ettiğimi öğrendiklerinde ne tepki verecekler? Hapse girmesem bile her halükarda işsiz kalacağım ve kamu davası açılacak. Bir hukuk öğrencisi olarak sicilime işlenecek bu pislikle nasıl hukukçu olacağım?
"Senin yüzünden..." diyorum adeta tıslayarak. Aras bana şaşırarak bakarken sesim perde perde yükseliyor. "Lanet olsun, her şey senin yüzünden!"
"Melek sen ne-"
"Kes sesini!" diye bağırıyorum yerimden kalkarken. Yüzümü başka yöne dönüp sinirle ellerimi saçlarımın içinden geçiriyorum. Şu an onu moleküllerine ayırıp her bir parçasını başka galaksiye koymayı öyle çok isterdim ki! Fakat adalet duygum bu durumda bile beni yalnız bırakmıyor. Adamlarla senin yüzünden kavga etti diye hatırlatıyor iç sesim, yani her şey senin yüzünden.
"Sadece hafifçe itmişti beni!" diye haykırıyorum Aras'a dönerek. "Psikopatsın sen! Hem de aptal bir psikopat!"
Cevap vermiyor. Devam etmemi istercesine yüzüme bakıyor.
"Çenesini kırdığın adamın hiçbir suçu yoktu, beni iten ötekiydi!" diyorum sinirden köpürerek. "Boşu boşuna suç işledin... İşledik!"
Gözlerinde muzip bir pırıltı yanıp sönüyor. Yavaşça oturduğu yerden kalkıp bana doğru yürümeye başlıyor. Zaten an itibariyle bir suçluyum diye düşünüyorum. Züppeyi gebertme işini neden aradan çıkarmıyorum ki?
Önümde durup ceplerini karıştırmaya başladığında kavganın tek taraflı olmadığını net bir şekilde görebiliyorum. Dudağının kenarı patlamış ve şimdiden şişmeye başlamış. Yarın güne yanağında bir morlukla uyanacağına dair bahse girerim. Belki de burada vakit kaybetmek yerine gidip darp raporu almamız daha mantıklı olur. Bunun cezada indirime sebep olacağına eminim.
"Yanlış adamı dövdüğüm konusunda haklı olabilirdin..." diyor avucunu açıp içindekileri bana gösterirken. "...eğer adamları senin için dövmüş olsaydım."
Kafam karışarak eline baktığımda ne tepki vereceğimi bilemiyorum. Ruh hastası herifin avucunda kana bulanmış diş parçaları var! Midem bulansa da bir şekilde öğürmemeyi başarıyorum. Fakat neyi kastettiğini hala anlayabilmiş değilim. Adamları benim içim dövmediyse neden dövdü?
Yüzümdeki allak bullak ifadeyi görünce iç çekip açıklamaya başlıyor.
"Güvenlik görevlilerinden genç olanının dişlerinde dolgu vardı," diyor çok mühim bir şey söylermiş gibi bir ifadeyle. "Adama diş dolgusunu bizzat Muhsin Bey yapmış."
Bir an durup düşünsem de hala anlam veremiyorum. "Adamın dişlerini kendi çalıştığı hastanedeki doktora yaptırmasının nesi ilginç?"
"İlginç olan adamın dişlerini nerede yaptırdığı değil," diye ısrar ediyor. "Ne zaman ve kime yaptırdığı."
"Anlamıyorum," diyorum dürüstçe. "Açık konuş."
"Güvenlik görevlisi diş dolgusunu Arzu'yla aynı gün yaptırmış." diyor kısaca. "Bu yüzden adamın dişlerine ihtiyacım vardı ve maalesef bunu yapmanın daha nazik bir yolunu bilmiyorum."
Sonunda anlıyorum. Açıklaması öylesine mantıklı ve net ki, bunun üzerine söyleyebilecek bir söz düşünemiyorum bile. Lanet olsun ki, her şeyi en başından planlamış! Muhtemelen muayenehaneye gittiğinde doktorun yanına bile girmeyecekti çünkü onun derdi doktorla değildi. Güvenlik görevlileriyle alakalı bilgilere nereden ulaştığını bilmesem de bir şekilde elde etmişti işte.
Oraya geldiğinde ihtiyacı olan tek şey kavga çıkarmak için küçük bir bahaneydi. Mükemmel zamanlamam sayesinde ona fitili ateşleme fırsatı tanımıştım. Oraya hiç gitmeseydim bile başka bir şey yüzünden yine kavga edecekti. Zira ben onun adamlarla kavga etmesinin sebebi değildim. Bahanesiydim.
Tüm bunlar hala onun neyin peşinde olduğunu anlamamı sağlamıyor. Söyleyebileceğim tek şey, Aras'ın karanlık bir yolda benim bilmediğim bir şeyleri arıyor olduğu gerçeği. Neyi neden aradığını bana öylece anlatmayacağını çoktan anladım zaten. O yüzden elimden gelen tek şey, beni nereye götürdüğünü bilmediğim bu arayışta onun izlerini takip etmek.
İlerisini göremediğim karanlık bir yolda, neyi aradığımı bile bilmeden ve tüm kalbimle güvenmediğim bir adamın izlerini takip ederek yürümeye çalışmak...
Yoldan çıkmanın zaruret haline büründüğü bir yolculuk olacak bu.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro