Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

bölüm 9

Jimin'in ağzından

Gözlerimi yavaşça açtığımda gördüğüm her şey ilk başta bulanıktı. Her sabah olduğu gibi saniyenin kısacık bir anında nerede olduğumu sorgulamam gerekmişti. Sonra her şey çok hızlı bir şekilde kafamın içine doldu, dolaştı ve kendini hatırlattı. Birkaç saniye tavanla göz göze gelirken Jihyun'la konuşmam gerektiğine bir kez daha karar verdim ama bugün de bu işi, yarına erteledim. Yataktan kalktım. Bir şekilde, huzursuz hissetmiyordum ve çok iyi uyumuş olduğumun farkına varıyordum. Yerimde gerildim, odanın içinde gözlerimi gezdirdim ve telefonumu görüş alanıma soktuğumda beklemeden elime alıp odadan çıktım. Merdivenlerden inerken telefonu, Jinyoung'u arama tuşunu bastıktan sonra, kulağıma dayamıştım.

Mutfağa girdiğimde beklediğimin dışında olarak Jungkook, tezgaha yasladığı elleriyle mutfağın penceresinden bahçeyi izliyordu. Önündeki su ısıtıcı suyun kaynadığına dair fokurtulu sesleri mutfağa salıyordu ama o dalgındı. Bir şey demem için gereken zamanı bulamadan Jinyoung'un sesi telefonun diğer ucundan şakıdı.
"Günaydın, tatlı bela."

"Günaydın," Jinyoung'a karşılık verdiğimde Jungkook sesimle irkildi ve başını hızlıca bana çevirdi. Ona gülümsedim, karşılık olarak gözlerini kaçırdı. "Sabahın köründe bana karşı bu kadar sevgili dolu olmanın sebebi ne?"

Jinyoung kıkırdadı. Gülümsememi yüzüme saldım ve o anda Jungkook ile yine göz göze geldik. "Hadi ama Jiminie, sana karşı hep böyleyim."

"Her zaman değil." Yine güldüm. "Ne var ne yok?"

"Her şey güzel, hiçbir sıkıntı yok."

"Ablam nasıl?" diye sordum Jungkook kahvesini yapmak için ısıtıcının içindeki suyu kupasına boşaltırken.

"Dün konuştuk. Babanın şu aralar şirketinde işler biraz zormuş, o yüzden pek fazla seni düşünecek vakti bulamadığını söyledi ama yine de sessizlik çok hoş değil." Jinyoung derin bir nefes aldı. "O da seni sordu, seni özlemiş. Görüşmek istediğini söyledi ama şu aralar pek mümkün gözükmüyor dedim. Ah, bir de Jihyun'la konuşmuş ama şuan onu telaşlandırmamak için babanın telefonunu yine elinden aldığını, bu yüzden telefonları açamadığını söylemiş."

Jungkook elindeki kupayla bana döndüğünde "İnanmıştır, her zaman olan bir şey." dedim ve o bende çok oyalanmadan mutfaktaki masaya doğru yürüyüp oturdu. Kalçamı tezgaha yaslayıp duruşumu ona çevirdim. "Yarın Jihyun ile konuşacağım, Amerika'ya, onun yanına gidecek olmamla ilgili. Umarım Kore'ye dönmekle ilgili büyük isteklere sahip değildir, aksi halde bir plana sahip değilim."

Jinyoung karşıdan düşündüğüne dair mırıltılar çıkartırken Jungkook çok dikkat çekici bir şeymiş gibi incelediği kupasından başını kaldırdı ve gözlerimiz buluştu. Bugün onda tuhaf bir şeyler vardı.

"Ee, orası nasıl? Jungkook sana alıştı mı? Ya da dur, sen ona alıştın mı? Hala birbirinizi boğazlamadınız mı?"

Jungkook'un gözleri hala üstümdeyken alttan alttan sırıtıp gözlerinin içine bakarak konuştum. "Jungkook'un boğazlamaktan daha işe yarar yöntemleri var."

Jinyoung karşıdan kıkırdadı sonra kıkırdamasını durdurup ciddileşti. "Sana kötü davranmıyor değil mi? Gerçekten bir sıkıntı varsa söyle lütfen."

Biraz sustum. Jungkook'un bakışlarına karşılık verdim, sonra yalan söyledim. "Hayır, hiçbir sıkıntım yok gerçekten. Jungkook çok sıcakkanlı davranıyor."

Jungkook gözlerini kaçırdı. "Buna inanmalı mıyım? Jungkook insan sevmez."

Jinyoung'u geçiştirmek için seslice güldüm. "İnsan sevmeyebilir ama bilirsin, insandan daha öte bir varlık olduğum gerçeği onu etkilemiş olabilir. Bir çeşit melek fantezisi falan varsa, sevmesi kolay olmuştur."

Jinyoung çok sesli bir şekilde gülmeye başladığında ona, göremeyeceğini bilmeme rağmen olduğum yerde gülümsedim ve gözlerini tekrar benimle buluşturmayan Jungkook'un karşısına oturmak için ilerledim.

"Onunla da konuşayım." Jinyoung söylediğinde telefonu karşımdaki adama uzattım. Önce şaşkınca bana baktı sonra başını hafifçe "Ne?" dercesine salladı.
"Seni istiyor." diye mırıldandım.

"Jinyoung mı?" Kaşlarını kaldırarak sorduğunda bu kadar sorgular olmasına göz devirmemek elimde değildi. "Evet Jungkook, telefonda insanlarla konuşmak buzlarına zarar vermez, merak etme." diye söylendim ve telefonu eline tutuşturdum. Kulağına dayamasını izlerken yüzünün önceki günlere göre daha renkli olduğunu fark ettim ve o telefona karşı "Efendim, hyung?" diye konuştuğunda kaşlarımı çattım.

"Bana da hyung demelisin!"

Telefonu kulağından çekip "Kes sesini." diye fısıldadı. Öfkeyle nefesimi dışarı salarken masadan kalkıp buzdolabının önüne geçtim ve kahvaltı hazırlamak için gerekli olduğunu düşündüğüm malzemeleri dolaptan çıkarmaya başladım.

"Olması gerektiği gibi, onunla yakından ilgileneceğimi falan söylememiştim zaten." Jungkook'un benden bahsettiğini bilmeme rağmen başımı ondan tarafa çevirmedim ama sırtımdaki bakışlarını hissedebiliyordum.

"Her şey yolunda, kendine arkadaş bile buldu, sıkıntı edecek bir şey yok hyung."

Kimden bahsettiğini anlamak için yerimde dönüp ona baktım ve o, hem bana hem Jinyoung'a cevap verircesine "Taehyung ve Yoongi ile iyi anlaşıyor." dedi.

Gözlerimizin bağlantısını kesip ona tekrar arkamı döndüm ve tezgahta bir şeylerle uğraşırken o, "Tamam, onlar da sizi özlemiştir zaten. Söylerim, tamam. Tamam hyung,"diye tekrar etmeye başlamıştı. Annesiyle konuşuyormuş gibi olması kendi kendime gülümsememe sebep olsa da sonra bu düşünce ilk baştakinin tersi olarak, yüzümü asmıştı. Anne figürüne karşı olan her şey, bu evde can sıkıcıydı.

"Hyung benim özlemekle ilgili pek bir şey bilmediğimi biliyorsun." Jungkook sessizce homurdandığında duruşumu bozmadan omzumun üstünden ona baktım. "Her neyse, tamam, ben de sizi özledim elbette hyung. Yakın bir zamanda görüşürüz. Kapatayım ben. Tamam. Kendine iyi bak." Telefonu bir şey daha söylemesine fırsat vermek istemezcesine hızlıca kapattığında ona doğru güldüm. "Yapmacık herif."

"İşine bak," dedi o da gülümsemesini durdurmaya çalışırken.

"Taehyung ve Yoongi'nin," dedim söylemekle söylememek arasında kalarak. "Beni arkadaş olarak gördüklerini mi düşünüyorsun?"

"Sen düşünmüyor musun?" Sesi ondan beklenmedik şekilde sorgular gibiydi.

"Tanışalı çok az oldu, beni arkadaş olarak görecek kadar önemsediklerini düşünmüyordum açıkçası."

"Onlar için bu tarz kurallar pek geçerli değil, ne yapmak isterlerse onu yapıyorlar." Sustum. Aramızda bir süre yoğun bir sessizlik oluştu.

"Seni çok seviyor." dedim Jinyoung'u kastederek, en sonunda, önümdeki bahçeye bakarken.

"Pek sevilesi davrandığımı sanmıyorum."

"Bazen sevmek veya sevilmek, koşula bağlı olmadan da gelişebiliyor."

Ayağa kalktığını hissettim. "Sen insanların seni sevdiğini düşünüyor musun?"

Elimdeki bıçak tutuşumdan kurtulup tezgaha sertçe çarptığında boğazımı temizleme ihtiyacı duymuştum. "Elbette," dedim düşmesine izin vermediğim ses tonumla. "Baksana bana, sevilmez miyim?"

Yanıma gelip kalçasının kenarını tezgaha yasladığında siyah polarının şapkasını başına geçirmişti. "Peki sen sevilmek için nedenlerin olduğu için mi sevildiğini düşünüyorsun yoksa nedensizce de olsa seni sevdiklerini mi?"

Düşürdüğüm bıçağı geri alırken "Neden soruyorsun?" diyebildim zorlukla.

"Sadece merak ettim."

"Peki sen?" dedim gözlerimi yavaşça bakışlarına kaydırırken. "Sen sevilmek için nedenim olmadığını düşündüğünden mi beni sevmiyorsun yoksa beni sevmemek için nedene ihtiyaç duymadığından mı?" Sorarken sesimin acınası çıkmaması için fazla çaba göstermem gerekmişti ve bunları söylerken üzgün hissetmekten kurtulamamıştım.

Jungkook hafifçe aralanan ağzıyla bir süre bana baktı ve ben bu süre boyunca gözlerimi ondan kaçırmadım. "Seni sevmediğimi hiç söylemedim." dedi kollarını göğsünde bağlarken.

"Söylemene gerek yok, nefretin kokusunu geri kalan her şeyden daha iyi tanıyabiliyorum."

Göz temasını kestim, yanından geçip dolaba ilerlerken ellerimi saçlarıma soktum ve mümkünmüş gibi daha çok dağıttım.

"Bu sana özel bir şey değil." dedi en sonunda.

"O zaman soruyu değiştireyim," Dolabı kapattım, tekrar yanından dolandım ve dirseğimi yanlışlıkla dirseğine dokundurdum. Geri çekmedim. "İnsanları sevmek için bir nedenin olmadığı için mi onları sevmiyorsun yoksa insanları sevmemek için bir nedene ihtiyaç duymadığın için mi?"

"Belki ilki, belki ikincisi," Cevap vermesini beklemediğimden açtığım gözlerle yüzüne baktım, dirseğim kısa kollu ince tişörtümün altından onun polarının kollarını dirseğine kadar çekmiş olmasından dolayı açıkta kalan dirseğine değmeye devam ederken. "Belki her ikisi de.

"Belki de korktuğundan," dedim kendimden emin çıkan sesimle bana göre yuvarlak kalan göz kenarlarını incelerken. "İnsanları sevmekten korkuyorsun."
Dirseklerimizin temasını kesti. "Hakkımda hiçbir şey bilmiyorsun."

"İnsanları sevmekten korktuğunu biliyorum." Meydan okudum.

"Sadece tahminden ibaret bu düşüncen." dedi duruşunu tam karşıma bırakırken.

"Ama doğru bir tahmin?" dedim ben de. Gözlerine bakmak için başımı hafifçe kaldırmak zorunda kalmıştım. Cevap vermedi. "Sen de benim hakkımda hiçbir şey bilmiyorsun." diye fısıldadım ona doğru.

"Düşündüğünden daha fazla şey biliyorum." Ses tonu çok emindi. Yeni kalkmamış olduğunun kanıtı olan düzenli saçları polarının kapüşonlusundan dışarı salınmış, alnının üstüne düşmüştü. Gözlerinin altındaki morluklar bugün daha azdı.

"Ne biliyorsun?" Karşımdan çekilip tekrar masaya ilerlediğinde arkasından bakıyordum. "Gösterdiğinin aksine sevilmeye değer olmadığını düşünüyorsun."

Tüm kelimleri tek tek oluşturmaya çalıştığım küçük duvarı kırdı, omuzlarım düştü. "Sen sevilmeye değer görmediğin için böyle düşünüyorsun," dedim konuyu değiştirmek için düşüncelerim çırpınırken. "Ama senin beni sevip sevmemen umrumda değil."

"Öyle değil," dedi kahve kupasını dudaklarına götürürken. "Bana kalsa sevilmeye değersin ama benim için değil."

"Bilmece gibi konuşmayı kes Jungkook," dedim ağırca.

"Herkes seni sevmek zorunda değil. Belki birileri seni sevmemiştir, sevmiyordur." Dalgınca bakışlarını yere çevirmişti. Dizlerinin üstüne eğildi, dirseklerini bacaklarının üstüne dayadı. "Bu, bundan sonra sevilmeyeceğin anlamına ya da kalan kişilerin seni sevmediği anlamına gelmez. Birileri sevmedi diye sevilmez olmazsın."

Geldiğimden beri beni, bugüne kadar bu kadar ciddiye aldığına şahit olmamanın verdiği şaşkınlıktan mı, söylediği her bir kelimenin tam olarak içime, ruhumu ulaşmasından mıydı, bilmiyordum ama başım dönmüştü. Kendimi sertçe arkama, tezgaha yasladım. Ellerimle tezgahı sıkıca tuttum.

"Beni boşver," dedi suskunluğunun ardından. "Benim seni sevmem ya da senden nefret etmem hayatının ufak bir kısmı için bile önemli değil. Ben ileriye gidebilmen için küçük bir durağım. Bana kafanı yorma, benim önemsememi beklemek seni yorar, olmayacak şeyleri düşünerek vakit kaybetmek yerine seni ilerletecek kişilere karşı odağını kaybetmemek için gereken zaman için bekle."

Ne düşünmem gerektiğini bilemedim o an. Ağzımı açıp ona söyleyecek tek bir şey kurgulayamıyordum. Dalgınca kahvesini dudaklarına götürüşüne şahit oldum olduğum yerde. Beni düşündüğümden ve şuan gösterdiğimden daha fazla çözmüş olduğunu düşünüyordum ama her şeyden önemlisi, seni önemsemem diyen buz dağı, şimdi karşımda benimle en uzun konuşmasını yapıyor, o sevmese bile sevilmeye değer olduğumdan bahsediyordu.

Buradan gitmeden önce ona dokunabilenin ben olması gerekirken o benim gizli dünyama elini uzatıyordu ve o gizli dünyadan çok iyi haberi varmış gibi duruyordu. Korktum. Nasıl bu kadar iyi tahmin edebildiğine dair hiçbir fikrim yoktu ve iç dünyam "Biliyor!" diye çığlık atıyordu.

Konuyu ona çevirdim. "Sen kendine bak," dedim. "Birileri senin canını yaktı diye geri kalan herkes senin canını yakacak değil." Yerdeki bakışı gözlerimi buldu. "Birini kaybettin diye geri kalan herkes gidecek değil. Bazı kişiler senin için, seninle kalmaya dünden hazır olabilirler. Birileri sen sevilmeye değer davranmadıkça bile seni sevebilir. Birileri, senin sevgin için ölebilir, seni ölesiye sevebilir Jungkook." Belli ya da çok belirsizdi ama gözleri dolmuştu. Kendimi ona yine sarılırken bulmak istememe rağmen aksini yapmak için tezgahı daha sert tutup kendimi tezgaha daha sert bastırdım. "Belki senin soğuğunda üşümek isteyen biri orada dışarıda seni bekliyor ya da birkaç gün sonra senin yanışınla yanmak isteyen biri çıkacak karşına. Bilemezsin ve kendini suçlayamazsın. Herkes, en veremediği zamanlarda bile bir şekilde, kararlarını kendi veriyor, buna hakim olamazsın. İzin versen tüm yükünü seninle paylaşmak isteyecek birisi ya da birileri hayatına girebilir belki de girmiştir. Kaçsan da bekleyecek kişiler, sen kapılarını üst üste kapattıkça kapının önünde oturup sen kapıyı açana kadar ya da dışarıda ölene kadar bekleyecekler ya da bunların hiçbiri olmayacak, hiçkimse seni önemsemeyecek. Bilemezsin Jungkook ve hayatının sonuna kadar kaçamazsın. Çünkü ya yorulacaksın ya da seni yakalayacaklar." Ellerinde tuttuğu kupa titremeye başladığında ellerinin titrediğinin farkındaydım ve hala kaçıp gitmemesine karşı inanılmaz bir şaşkınlık yaşıyordum. Ona doğru yürüdüm, önüne, ayaklarının ucuna doğru oturdum. Titreyen ellerimi dizlerine bıraktım. Göz teması kurmak için başımı eğdim. "Beni sevmeyebilirsin, tamam, zorunda değilsin. Belki sevilesi değilimdir belki sevmek istemeyişindendir, önemli değil ama bu noktada, işte bu noktada sizi, sizin gibileri sevmiyorum Jungkook. Çünkü siz, size uçarak gelenlere emeklemiyorsunuz bile. Sanki acı denen kavram size çarpmışta diğerlerini teğet geçmiş gibi davranıyorsunuz.**"

Haraketsizce beni dinlerken gözlerini diktiği kahveyi elinden aldım, uzanıp masanın üzerine bıraktım. "Midene bir şeyler girmeden önce kahve içme, zararlı." dedim ve o dolu gözlerinin üstünde kaşlarını şaşkınca kaldırdı. Burukça gülümsedim. "Ben sana değer veriyorum Jungkook. Seni önemsiyorum ve bunun için belki çok kısa süre geçirdik ya da seni sevmemem için gereken her şeyi yaptın, umrumda değil. Belki yerdeki bir böceğe bile benden daha fazla değer veriyorsun, onu öldürmeye kıyamayıp dışarı fırlatırken benim canımı yakabiliyorsun ama önemsemiyorum. Ben sadece buradan gittiğimde seninde rahatlamış olmanı istiyorum, kendini sürekli kasmayı bırakmayı, içini cayır cayır yakmayı, dışını buzdan duvarlarla kaplaya kaplaya hareketsiz kalacak kadar üşütmeni istemiyorum."

"Mutlu olmak için kendine izin vermeni istiyorum."

Yüzüne bakmaya devam ettim ve bekledim. Bir mimik, bir hareket ya da bir tepki, o an hangisi olursa ama Jungkook hiçbir şey yapmadı. Gözleri yerdeki parkeyi atomlarına kadar ayırdı, dolu gözleri kurudu.

"Jimin," dedi bir müddet sonra.

"Efendim?"

"Çok fazla konuşuyorsun. Hakkımda yorumlara kapılmadan önce bilmen gereken en önemli şey: Çok konuşulmasından hoşlanmam."

O kadar konuşmamın ardından bunu söylemesine şaşırmalıydım belki ama şaşırmadım. Duvarları hala sapasağlam duruyordu fakat bugün o duvarların ses geçirebildiğini o da, ben de fark etmiştik. Dolan gözler şahitimdi.

"Haklısın," dedim sakince. "Kahvaltı hazırlayayım."

Yerden ellerimden destek alarak kalktım ve ona bir bakış sunmadan tezgaha ilerledim. "Kahvaltı için istediğin bir şey var mı?"

"Fark etmez." Sesi netti.

Başımı salladım ve bana bakmama ihtimaline karşı "Tamam," diyerek baş sallayışımı destekledim.

****

Kahvaltıdan sonra o odasına çekilmiş bense işe gitmesini beklemeden kendimi bahçeye atmıştım. Gün geçtikçe burada ilerleme kaydediyordum ve bu daha fazla şey yapmayı istememe neden oluyordu. Sanki burayı güzelleştirdiğimde geri kalan her şeyi de düzeltebilecekmişim gibi hissediyordum.

Ya da buradan gittiğimde Jungkook'a beni hatırlatacak bir şeyler bırakmak istiyordum.

İki durum da beni hırslandırıyordu ve çok fazla neyi istediğime dair düşünmüyordum.

"Daha fazla çiçek gerekecek."

Jungkook'u dün diktiğim çiçeklerin ucunda, bir eli belinde dinlenir vaziyette beni izlerken görmemle gözlerimi kocaman açtım. "Ne?" dedim şaşkınca.

"Bu kadar çiçek bu bahçe için yetersiz gelir. Gitmeden önce burayı çiçeklerle dolu görmek istiyorsan ekmek için daha fazla çiçek almalısın," Gözlerini köşedeki tohum paketlerine çevirip devam etti. "Tohumlarının çiçeğe dönüşmesini bekleyecek süren yok."

"Hmmm," Elimin birini onun gibi belime koyarken kazmayı biraz öne doğru oynattım. "Haklısın, yarın çıkıp alırım."

Gözlerinin içine bakarken aklımdaki tek düşünce, yeteri kadar param olmadığıydı. Belki ucuz olanlarından alabilirdim ama her halükarda yeterince çiçek alabilmem için gerekli paraya sahip değildim.

"Tohumları şuraya ekebilirsin ama," Jungkook yanımdaki boşluğu eliyle gösterdiğinde kendi düşüncelerimden sıyrılıp yüzüne baktım. "Sen gittikten sonra orayla ilgilenmeye çalışırım."

"İlgilen, lütfen." Yanıma doğru dikkatlice geldiğinde kirpiklerimin altından ona baktım. "Çok emek veriyorum, boşa gitmesine izin verme."

Yüzüme baktı. "Tamam," dedi beklediğimin aksine. "Denerim. Yardıma ihtiyacın var mı?"

"Öylesine mi soruyorsun yoksa gerçekten yardım mı edeceksin?"

Şaşkındım ve yüzüne alık alık bakmaktan kendimi alıkoyamıyordum.

"Ne yapmam gerekiyor?" Jungkook sorumu es geçti ama keyifli görünüyordu.

Bugün onda farklı bir şey olduğuna emindim.

"Tohumları ekmek için toprağı biraz kazmalıyız sanırım. Sonra tohumları ekeriz." Kendimden emin olamayarak konuştum. Bahçe işinden çok anladığım söylenemezdi zaten sadece hissel olarak hareket ediyordum.

"Bu işten anladığından emin misin?"

Düşüncelerimi okumuş gibi sorduğunda gülmeye başladım ve o, ne olduğunu anlayamadan yüzüme baktı.

"Aslında," Kazmayı gösterdim. "Pek bir fikrim yok ama toprağı bununla kazmam gerektiğini biliyorum, bir de tohumları ektikten sonra yaşam suyu vermemiz gerektiğini. Güzel bir bahçeye sahip olmak için yapılası gerekenler listesinde kalan boşlukları kendimiz doldurabiliriz diye düşünüyorum."

"Evet," dedi kazmayı elimden alırken. "Elbette." Ona gülümsedim. O kadar büyük bir gülümsemeydi ki toprağı kazmak için yeltenmeden önce huysuzca "Şöyle bakmayı kes." dedi. "Yaptığım şeyleri sorgulamama neden oluyorsun."

Tohum paketlerine doğru ilerlerken arkamda kalmasından dolayı sesimi yükselttim. "Tabii ya, Jimin'in gülmesine nasıl sebep olursun, ölürsün falan şimdi."

Cevap vermediğinde tohumları yanına taşımıştım. "Sen bugün işe gitmiyor musun?"

"Haftasonları çalışmıyorum." Umursamazca cevap verdiğinde kaşlarımı çatıp ona doğru döndüm. "Ama dün çalıştın. Cumartesiydi."

Kazmayla yaptığı işi durdurup suratıma doğru iç çekti. "Seninle vakit geçirmekten hoşlandığımı söylemeyiz, değil mi?"

"Sırf ben evdeyim diye işe mi gittin Jungkook? Tatil gününde?"

Kazmayı bana doğru tuttu. "Yerime geç, kalan yerleri kaz."

Dediğini yaptım. Dalgındım ve gerçekten evde olmamdan bu kadar huzursuz olmasına alınmıştım. Dalgınlığım çığlığımla yerimde zıplamaya başlayana kadar sürmüştü.

Jungkok hızlıca yanıma ulaştı. "Ne? Ne oldu, sorun ne?"

"Jungkook," dedim yerimde zıplarken. "Senin kafan kadar büyük bir yaratık çıktı oradan, lütfen öldür onu, lütfen."

"Benim kafam büyük değil," diye tısladı ben onun arkasına doğru koşuştururken.

"Evet, evet her neyse." Elimle sırtındaki poları sıktım. "Yine de öldürür müsün?"

"Jimin! Birini öldürsem ne fark edecek? Bahçenin her yerinde onlardan var zaten." Dirseğini kıvırıp elini polarına dolanmış elime ulaştırdı ve polarını serbest bırakmamı sağladı. Bana doğru döndü ve gözlerini gözlerime kitledi. "Şu an bastığın yerin bir karış altında en az üç tane olduğuna eminim mesela."

Söylediği şeyle Jinyoung'un ufacık dediği aklım tamamen kayboldu ve bir anda kendimi Jungkook'un üstüne tırmanmaya çalışırken buldum. "Tanrım! Ah, Tanrım. Lanet olsun, bayılacağım şimdi."

Jungkook kocaman açılmış gözleriyle boynuna dolanmaya çalışan kollarımı tuttu. "Jimin ne bok yiyorsun? Saçmalama, in üstümden."

"Jungkook lütfen beni kucağına al. Bak, gerçekten bayılacağım." Jungkook zorla benden kurtulduğunda ayaklarının üstüne basan ayaklarımı yere indirmek zorunda kalmıştım ve bu ödümü koparmıştı. Ayaklarımı yerde bir saniye bile durdurmayacak şekilde oraya buraya zıplarken çatık kaşlarımla ona söylendim. "Berbat herifin tekisin! Madem kucağına almayacaksın niye söylüyorsun ya?"

Cevap vermesini beklemeden ve zıplayışımı durdurmadan kendimi bahçeden içeri attım ve her bir tarafımı sertçe kaşımaya başladım. Jungkook arkamdan geldi.

"Sen delinin tekisin. Madem bu kadar korkuyorsun boyunu aşan işlere niye giriyorsun?"

Ona cevap vermek yerine kendimi mutfağa attım ve o arkamdan ekledi. "Gerçi sen de haklısın. Bu boyla hangi işe kalkışsan seni aşacak."

"Jungkook!" diye tısladım ona doğru dönerek. "Tanıdığım en gıcık herifsin, biliyorsun değil mi?"

"Benim bir suçum yok." dedi ellerini havaya kaldırırken. Kalçasını masaya dayamıştı ve alttan alttan sırıtıyordu.

"Ne olurdu beni kucağına alsaydın? Ölür müydün?"

Buzdolabına ilerledim ve sinirimi yatıştırmak için gereken şeker ihtiyacımı karşılayacak bir şey arama amacıyla kapağını açtım.

"Seni niye kucağıma alayım? Böcekler senden korksun zaten."

Söylediği son sözle kafamı kaldırıp ona ölümcül bir bakış attım. "Ne dedin sen?"

Korkmuş görünmenin tersine keyif alırcasına gülüp omuz silkti. "Her neyse."

Gözlerimi devirerek dolaba geri döndüm ve istediğim tarzda bir şey bulamayınca dolabın kapağını sertçe kapattım. Ona doğru dönüp masaya baktım. "Sabah orada olan kurabiyeler nerede?"

Tek kaşını kaldırıp güldü. "Yedim."

"O benimdi!" diyerek isyan ettim ve yanına ilerledim. Ellerim belimdeydi. "Taehyung onu benim için getirmişti."

"Evet ama onu yedim."

Gözlerimi kırpıştırdım. "Hepsini mi?"

"Hepsini."

Belimdeki ellerimi çözüp derin bir nefes aldım ve "Sakin ol," diye fısıldayarak dolaba döndüm. İçini son bir umutla aradım ama şekerli tek bir şey yoktu. Şekerli süt içmem için gereken süt bile yoktu. Dolabı kapattım. Kendimi dolaba melankolik bir şekilde yaslarken "Süt bile yok." diye fısıldadım.


Jungkook'u arkamda hissettim. Kıkırdayışı kulağıma ulaştı. "Hadi ama, fazla dramatik değil misin Jimin?"

Sinirle inledim. Bir süre orada öylece beklerken Jungkook'un keyifli nefes alıp verişini dinliyordum. Sonra beynimde bir ışık parladı.

"Yoongi!" dedim neşeyle. "Yoongi ve Taehyung'un evi nerede?" Umutla ona döndüm. "Misafir kabul ederler değil mi?"

Önce garipsemiş gibi yüzüme baktı sonra umursamazca omuz silkti. "Yan ev."

"Gerçekten mi?" Dolaptan uzaklaştım. "Bunu daha önce niye söylemedin? Evde sıkıntıdan ölmektense onlarla vakit geçirirdim."

"Sormadın," dedi. Tepkisi tuhaftı.

"Gidelim mi?" dedim yanına doğru ilerlerken sevimli olduğunu düşündüğüm bir gülümsemeyle.

"Kendin gidebilirsin." Tam önündeydim, başım yine ona doğru kalktı. "Jungkook," dedim oyun oynarcasına uzatarak. "Sen de gel, lütfen." Elimi bileğine doğru uzattım. "Hem onlar senin arkadaşın."

"Senin de arkadaşın." Bileğini geriye doğru çekti, tutamadım.

"Senin daha çok arkadaşın. Hem bugün tatilin, güzel olmaz mı?"

Geriye doğru hızlıca ilerledi. Gözleri üstümdeydi. "Size iyi eğlenceler."

Sonra o mutfaktan çıktı bense düşük omuzlarımla arkasından baktım.

En azından bugün geri kalan bütün günlerin toplamı kadar benimle iletişime geçmişti. Hiç değilse azıcık da olsa ilerleme kaydedebilmiştim. Bunun bilinciyle evden yavaşça çıktım ve Yoongi'lere ait olduğunu yeni öğrendiğim evin kapısının önünde durdum. Kapıya tıklatırken durduramadığım bir sırıtmaya sahiptim ve bunu durdurmaya hiç çalışmadım.

Merhabalar :3 Öncelikle bahsetmek istediğim şey şu ki bu bölümde bahsettiğimiz sevgi tamamen insanlara duyulan sevgi. Yani aşk ya da meşk daha yok :] Onun dışında normalde haftada bir bölüm atıyordum ama bu bölümü beni hep desteleyen bir okuraşkım için erken yazdım. Her zaman olmaz, ehehehe alışmayın :3

** Bu kısmı bir okuyucum yorum olarak Jungkook için yazmıştı, çok beğenip izin istedim ve kullandım. Kendisi @LakrisLand Teşekkür ederim.

Lütfen yorum atın! Sizi çok öptüm. ;*

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro

Tags: #jikook