Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

bölüm 7

Öncelikle bana destek olmaya gelen herkese sonuna kadar minnettar olduğumu söylemek istedim. Hepinize çok teşekkür ederim. Özellikle jiminn_jungkookk @mimozacicegi01 size 💕

İyi okumalar!


"Ciddi misin Jimin?"

Kollarımın arasına sıkıştırdığım saksılar, ellerimdeki torbalar, iki büklüm olmuş belim ve terden alnıma yapışmış saçlarımla kapıda kaldığımı fark ettiğimde yorgunluktan bayılmak üzere, merkeze olası en uzak noktayı kendine yuva olarak seçmiş Jungkook'a karşı da öfkeliydim.

Kim merkezden bu kadar uzakta oturmak isterdi Tanrı aşkına?

Elimdekileri ve kollarımın arasındaki yere bıraktıktan sonra telefonumu da yanıma almamış olduğumun bilincine vararak sinirle nefesimi dışarı saldım ve etrafıma bakındım. Jungkook'un evinin yanındaki evin dışında kalan tüm evler biraz daha aşağıda ve uzakta kalıyordu. Böyle bakınca Jungkook'un gerçekten bile isteye insanlardan uzak kalmayı seçtiğini fark edebiliyordum. Aslında bu kısacık süre de bile onu tanımaya başlamıştım ama yine de ne yaşadığı hakkında bir fikrim yoktu. Anlatacağını da düşünmüyordum. Bazı şeyleri kabullenmiştim.

Zaten, şuan Jungkook'un karakter analizini yapmaktan daha önemli bir sorunum vardı:
Parlak yeşil ve bacaklarım kadar antene sahip çirkin bir böcek dört adım uzağımda durup bana bakıyordu. Gerçi gözlerinin neresinde olduğunu anlayamamış olsam da bana baktığına emindim. Beyaz ve pürüzsüz tenimin kokusunu aldığına da emindim ve kafamın içindeki tehlike alarmı son ses çalıyordu.

"Bana bak çirkin şey, sakın bana yaklaşma."

Fark etmemesini umarak arkaya doğru bir adım attığımda böcek hızlıca hareket edip kendi etrafında döndü. Sanıyorum ki bu, hareket etme yoksa üstüne atlarım, demekti ki bu yüzden felç inmiş gibi yerime çakılmıştım.
"Tamam, sakin ol seni küçük tatlı şey." Son söylediğime yüzümü buruştururken ekledim. "İkimiz de hareket etmeyelim, seninle bir problemim yok benim."
***

Jungkook evine yaklaştığı anda elindeki kitabı poşetin içine koymanın daha iyi olacağına karar verip kitabı poşetin içine bıraktığında kapısının önündeki Jimin'i fark etti. Hiç hareket etmeden orada bekleyen sarışın çocuğun orada olup olmadığından emin olmak için gözlerini birkaç kez kırpıştırdı ama evet, oradaydı ve hareket etmeden yere bakıyordu. Pantolonun üstünden dizlerine kadar çektiği çorapla ve kendisinin çizmeleriyle ne yaptığını o an gerçekten merak etti Jungkook. Basamakların başına geldiğinde Jimin gözlerini kaldırıp kendisi ile birleştirdi ve yüz ifadesi bir anda rahatladı. "Jungkook, Tanrım, bana yardım et. Lütfen öldür onu."

"Neyi öldüreyim? Ayrıca neden hareket etmiyorsun sen?"

Jimin yerdeki böceği işaret ettiğinde Jungkook bir an şaka yaptığını düşündü ama sarışının yüz ifadesi tamamen ciddi olduğunu kanıtlıyordu. Jungkook bıkkınlıkla başını iki yana sallarken böceğin yanına ulaşıp ayağının ucuyla dışarı fırlattı ve Jimin'e döndü. "Orada felçli gibi durmak yerine eve neden girmiyorsun velet?"

"Anahtarım mı var bay kendini çok zeki sanan bey?" Jimin kaşlarını kaldırıp yüzüne baktı meydan okurcasına. Sonra ekledi. "Ayrıca senden büyüğüm."

"Kaç yaşımda olduğuma dair bir fikrin yok, ayrıca o boyuna rağmen fazla konuşmuyor musun?" Jungkook bilerek Jimin'in üzerine gitti. Kendine bunu asla itiraf etmeyecek de olsa onu sinirlendirmekten birazcıkta olsa hoşlanıyordu. Jimin'in sinirle kısılan gözlerine neredeyse gülümseyecekti ama kendini durdurdu ve cebinden çıkardığı anahtarla kapıyı açıp onu arkada bırakarak içeri girdi. Sarışının arkasından geldiğini adım seslerinden anlayabiliyordu. Kapının kapanma sesinin hemen ardından Jimin konuştu. "Önemli olan boy değil işlevi demişler, senden daha fazla işleve sahip olduğuma eminim, ayrıca senden daha olgunum ve daha becerikliyim!" Jimin hızlıca söylediği şeylerin nereye çekilebileceğinden habersizdi ama Jungkook çoktan dalga konusu yapabileceği şeyleri seçmişti. Koridorda birden durup Jimin'e doğru döndüğünde bunu beklemeyen Jimin yüzünü onun göğsüne çarpmak zorunda kalmıştı. Jungkook'un boyu ona göre uzun olduğundan yüzüne bakabilmek için başını kaldırmak zorunda kaldı. Jungkook yüzüne pişkin sırıtışını yerleştirdi. "Eminimki benimkinin işleviyle boy ölçüşemezsin küçük Jiminie, daha iyisi olmadığını söylerler. Ne yazık ki hiçbir konuda benimle boy ölçüştüremeyeceksin."

Jimin Jungkook'un söylediği şeylerle kızarırken dudakları aralanmış ve gözleri büyümüştü. "S-Sen... N-ne?" Belki söylediklerindendi, belki de ona bu kadar yakın olmasındandı- ki kokusunu tamamiyle alabiliyordu- Jimin düşünemediğini fark etti o an.

Jungkook sırıttı. "Ayrıca sen mi olgunsun? Az önce böcekten korkuna hareket etmeden duruyordun, hatırlatmama gerek var mı?"

Tepkisini beklemeden merdivenlere yönelen Jungkook ondan uzaklaştığında Jimin rahatladığını hissetti ve düşünme yetisini geri kazandı. "Ve sen onu öldürmedin, sadece fırlattın," diye seslendi arkasından. "Şimdi intikam için geri gelecek!"

***

Jimin'in ağzından

Aldıklarımı mutfaktaki masaya bırakıp pencereden bahçeye göz gezdirdim. Orasıyla uğraşacak vaktim yoktu, yarına kalmıştı. Yemek yapmam gerekiyordu bu yüzden tekrar masaya döndüm ve aldıklarımı torbalardan çıkarmaya başladım. Saksıları ve aldığım çiçek tohumlarını kapının yanına yere bırakmıştım. Jungkook mutfaktan içeri girerken fark etmeyip saksılardan birine tekme attı. Saksı içindeki çiçekle birlikte mutfağın ortasına sürüklendiğinde kaşlarını çatarak önce saksıya sonra bana baktı ve gözlerini aldığım diğer şeylerde gezdirdi. "Bunlar ne?"

"Daha önce çiçek saksısı görmedin mi?" Kendi çapımda dalga geçerek sorduğumda tepki vermedi.
Yanıma gelip torbalarından çıkardığım şeylere bakarken "Burası senin evin değil." dedi. Sonra bakışlarını üzerimde gezdirdi. "Ev için alışveriş yapmana gerek yok."

"Benim evim olmadığını biliyorum." dedim sinirle ondan birkaç adım geriye kaçıp yüzüne bakabileceğim dik bir açı yakalamaya çalışırken. "Her gün hatırlatıyorsun zaten. Eşyalarıma dokunma burası benim evim, odama girme burası benim, bana atar yapma burası benim evim, alışveriş yapma burası benim evim ve daha birçok şey. Zaten günde 2 cümle kuruyorsun biri 'burası benim evim' oluyor."

Sinirle kollarımı önümde birleştirdiğimde Jungkook'un ani çıkışımı beklemediğini yüzündeki şaşkın ifadeden fark edebiliyordum. "Tamam, geçmişinde bir şeyler yaşamış olabilirsin, canını yakmış olabilirler ama tek canı yanan sen değilsin Jungkook. Ben senin ne yaşadığını bilmiyor olabilirim ama sen de benim ne yaşadığımı bilmiyorsun. Tek yaptığın şey nefret etmek, yaşamaktan nefret edip duruyorsun ve kendi acınla o kadar çok bağdaşmışsınki başkalarının da canı olduğunu ve onların da yanabileceğini hiç düşünmüyorsun!" Sinirle ona doğru tıslarken sesimin gittikçe yükseldiğini fark edince kendi kendime güldüm. "Pardon ya," dedim. "Sesimi yükseltmemeliydim, burası senin evin."

"Sana burada kalman için yalvardığımı hatırlamıyorum." dedi bana meydan okurcasına bakarken. "Ben buyum, hep buydum. Senin için değişecek değilim, iki hafta burada kalacaksın diye sana farklı mı davranmamı bekliyorsun Jimin? Seni evime ben davet etmedim." Boştaki elini ensesine götürüp kaşıdı diğer elindeki poşeti yeni fark ederken ben. Poşete baktığımı fark etmiş olacak ki hafifçe arkasına kaydırdı korumak istercesine.
"Özür dilerim." dedim sakince. "Buraya hiç gelmemeliydim, haklısın." Yine bir anda çok yorgun hissetmeye başlamıştım. Konuşmaya dahi gücüm kalmamış gibiydi. "Sadece senin evin olduğunu sürekli ben de düşünüyorum, tamam mı? Burada kaldığım sürece bu yüzden işe yarar bir şeyler yapmak isteyip durdum kendimce çünkü emin ol 'istenmeyen' olmak yeni bir şey değil benim için. Sadece sen beni evine alarak," derin bir nefes alırken konuşmanın nereye gideceğini kestiremiyordum. Belki sadece susmalıydım ama nefesimin ses tellerime çarparak kelimeler olarak ağzımdan kopmasına izin veriyordum. "bana bir şans verdin, evet bunu istemeyerek yaptın farkındayım ama ben sadece bu şansı iyi kullanayım istedim. Burada kalıyorsam boş durmayıp sana yemek hazırlamam gerektiğini ya da kirlilerini düzenlemem gerektiğini düşündüm. Sonuçta ben de bu evde yemek yediğim için bir şeyler almalıyım dedim ve," Yerdeki tohumlara baktım. "Bahçeye yapmaya çalıştığım şeyi görsen beni kovacaksın o zaman." dedim sesim fısıltı gibi çıkarken.

Jungkook önce bir süre beni izledi sonra başını çevirip pencereden bahçeye baktı ama karanlıkta çok bir şey görememiş olmalı ki çok oyalanmayıp bakışlarını saksılara çevirdi. Konuşmasını bekledim ama konuşmadı. Aramızdaki sessizlik tuhaf bir hal almaya başladığında elindeki poşete çevirdi bakışlarını. Olduğum yerde hareket etmeden onu izlerken aldığı nefesler göğsünün inip kalkmasına neden oluyordu. Gözlerini yumdu. "Hiç erimeyeceksin değil mi?" diye fısıldadı. O kadar sessiz söylemişti ki nedensizce tüylerim diken diken olmuştu. Sonra bana hiç bakmadan mutfaktan çıktı.

Ve ben bahsettiği şeyin içindeki 'buz kütlesi' olduğunu çok sonra fark ettim.

***

Yaklaşık iki saat sonra Jimin en kısa sürede yapabileceği yemeklerden bir masa hazırlamış, üzerini değiştirmiş ve Jungkook'un kapısının önüne geldiğinde ne yapacağını bilemez halde beklemeye başlamıştı. Kendini haklı buluyordu Jimin ama içten içe belki de Jungkook da haklı diye düşünüyordu ve elinde olmayan bir şekilde Jungkook'a kin tutamıyordu. Tamamen iç güdüsel olarak onun tam akisine, onu kendine yakın buluyordu ve hareketlerinin inadına Jimin'in iç dünyası gerçekten olgundu. Bu yüzden Jimin, Jungkook'un aksine karşılaştığı zorluklarla farklı bir yolla savaştığını fark edebiliyordu. Jimin, insanları severdi, sevilmeyi ve sevmeyi severdi. Canı yandığında birinin sarmasına izin verirdi, gece ağladığında sabah her şeye rağmen gülerdi ki fark edilmesin. Jimin yaşamayı severdi, nefes aldığı için kendini şanslı hissederdi. Jungkook farklıydı. Jungkook gece ağladığında bunun hesabını kimseye vermemek için en baştan kendini uzaklaştırmıştı her şeyden, Jungkook canı yandığında kendini daha çok kanatırdı, kimse sarmasın diye de saklardı, Jungkook yaşamdan haz etmedi. Çünkü o yaşadığı için kendini şanslı hissetmezdi. Çünkü o yaşasın diye annesi vazgeçmişti ya nefes almaktan, Jungkook bu yüzden kendisini bile sevmezdi.

Jimin nedenlerini bilmiyordu, ne yaşadığını tahmin bile edemiyordu belki ama hissedebiliyordu. Jungkook'un içindeki fırtınanın onun ruhunu bile içine hapsettiğini anlayabiliyordu. Hatta içten içe kendisine benzetiyordu onu, bu yüzden savaş yöntemleri farklı diye ona kızamıyordu. Ani çıkışları olsa da şimdi olduğu gibi Jimin onu kırmayı istemediğini fark ediyordu.

Kapıyı iki kere tıklattığında hemen arkasından seslendi Jimin. "Jungkook, içeri girebilir miyim?"

Jungkook Jimin'in sesini duymadan önce yatağında uzanmış tavana izlerken hala aşağıdaki konuşmayı düşünüyordu. Jimin'i kırdığını fark edebiliyordu ve ilk defa birini kırmış olmasının verdiği his canını çok fazla sıkıyordu. Jungkook onu kırmak istemediği kadar, onu kırdığı için kendisine kızmak da istemiyordu. İki hafta sonra bir daha yüzünü bile görmeyeceği bir çocuk için kendisine kızmak istemiyordu. Şimdiden üç gününü kullanmıştı ve ona alışmak istemiyordu.

Jungkook'un nasıl bir hayat yaşayacağı belliydi, kimseye hayatına alacak biri değildi. Sevmeyi bilmiyordu bile. Çok uzun zamandır sevmenin ne demek olduğuna dair fikirleri bile ezberdendi. Jungkook en çok annesini sevmişti ve bu canını çok yakmıştı. Bu yüzdendi ki birini sevme fikri bile hemen ardından kendisinde acı hissi bırakıyordu. Zaten şimdi annesini nasıl sevdiğini, bu hissin nasıl bir şey olduğunu hatırlamıyordu. Ezberdi bu his. Artık annesi aklına geldiğinde Jungkook sadece keskin bir acı hissediyordu. O depreme geri gidiyordu. Annesinin ölü bedeninin kokusunu tekrar tekrar burnuna çekiyordu.

Jungkook geceleri uyuyamıyordu. Her gece aynı sahneyi baştan sonra yaşıyordu. Kabuslarının dayanılmaz olmaya başladığı bir dönem Jungkook her şeye bir son vermeyi bile düşünmüştü fakat bunu yapmaya kalktığında annesinin bir hiç uğruna gitmiş olacağını fark etmişti. İşte bu yüzden yaşıyordu Jungkook. Sorsanız, sonuna kadar ölüydü ama yaşıyordu.

Bu sarışın velet o kadar canlıydı ki Jungkook'un tersine, Jungkook onu kendi ölüşüne hapsetmekten çekiniyordu ama çocuk tam tersi kendi nefesini üflüyordu Jungkook'un ciğerlerine. Jungkook bir şey hissetmiyordu belki ama içinde ve düşüncelerinde yeni bir şeyler olduğunun farkındaydı. "Belki de," diyordu kendi sesi ona, "belki de bu sefer sadece akışına bırakmalısın."

***
Jimin'in ağzından

Kapıyı açıp yüzüme baktığında gergin hissediyordum ama gülümsedim.

"Gel," dedi kapıyı sonuna kadar açıp içeri girmeme izin verirken. Odasına girdiğimde gözlerim etrafta dolaşmaya başlamış ve buraya neden geldiğimi unutmuştum bile. Siyah yorganının ve yastığının olduğu yatak gözlerimi devirmeme neden olurken yatağın yanındaki çekmeceli küçük dolabın üzerindeki resim defteri kaşlarımın havaya kalkmasına neden olmuştu. Kapının sağında kalan büyük dolap beklediğimin aksine beyazdı ve üzerinde yapraklarını dökmüş ağaç çizimi vardı. Muhtemelen kıyafet dolabıydı. Dolabın karşısındaki duvara dayalı çalışma masasının üzerindeki bir sürü dağınık kağıt, yarım kalan çizimler ve o duvarın üstüne yapıştırılmış karakalem çizimleri vardı ve gerçekten şaşkına dönmüştüm. Sonuna kadar açılmış ağzımla çizimlere bakarken Jungkook'un öksürme sesiyle kendime gelip ona döndüm. "S-sen... Vay canına, resim mi çiziyorsun?"

"Kendi çapımda bir şeyler karalıyorum." Jungkook'un kendi çapına hayran kalmıştım ve bu sesimden hareketlerime kadar her şeyime yansıyordu. "Bakabilir miyim?"

"Belki sonra." dedi kısaca. Ben hayal kırıklığıyla yüzüne bakarken "Beni yemek için çağırmaya gelmedin mi?" diye sordu.

"Evet," dedim en sonunda neden buraya geldiğimi hatırlarken "Açsın değil mi?"

Sorumu es geçti, kapıya doğru yürüyüp kulpunu tuttu ve başıyla dışarıyı işaret etti. "Hadi."

Uslu bir çocuk olup ondan önce odadan çıktım ve o peşimden gelirken mutfağa indim. Servis etmek için tabakları elime aldığımda Jungkook kapıdan yeni girmişti ve çalan kapı ikimizin bakışmasına sebep olmuştu.

"Senin evine kim gelebilir ki?" dedim kalkan kaşlarımla. Omuz silkip mutfaktan çıktığında arkasından "Cevap verme alışkanlığı yok resmen," diye söylendim ve ben tabakları masaya yerleştirmeye başladığımda gün içinde aynı tiz sesi ikinci kez duydum.

"Aman Tanrım! Yoongi, bu sana alacağımız 2030 modası çocuk değil mi?"

Taehyung mutfak kapısında ellerini ağzına kapatarak bana bakarken Jungkook omzuna bilerek çarparak içeri girdi ve "Siz nerden tanışıyorsunuz?" diye sordu soğuk sesiyle. Onun arkasından yeşil saçlarıyla Yoongi göründü ve Taehyung'un yanına geldiğinde kaldırdığı kaşlarıyla bana baktı "Vay be." diye mırıldandı.

"Ah, siz Jungkook ile arkadaş mısınız?Daha doğrusu Jungkook sen arkadaşlara mı sahipsin?" dedim ben de aynı şaşkınlıkla.

Birkaç saniye mutfak sessiz kaldı. Hepimiz birbirimize baktık. Sessizliği bozan Taehyung oldu. "Eh bu güzel çocuk Jungkook'unmuş, sana alamayız ki."

Sonrası hızlı gelişti. Jungkook "Kimsenin benim olduğu falan yok gerzek herif," diye tısladı. Yoongi elindeki bira şişelerini mutfak tezgahına bırakırken bana gülümsedi ve Taehyung kimseyi umursamadan masaya oturdu. "Çok güzel kokuyor bunlar." dedi masadaki yiyecekleri kastederek. Jungkook ona gözlerini devirip bana döndü. "Nereden tanışıyorsunuz?"

"Sabah alışveriş için çıktığımda Yoongi," dedim ona bakıp gülümserken "Beni ölümden kurtardı."

Jungkook çatılan kaşlarını Yoongi'ye çevirdi bu sefer. "Pusat'tan kaçıyordu." diye açıkladı Yoongi.

Hiçbir konuşmayı umursamayan Taehyung elindeki boşaltmış olduğu tabağı bana uzattı ve şirin sesini kullandı. "Bir tabak daha alabilir miyim?"

***

Jungkook bana olduğundan biraz daha farklıydı onlara karşı. En azından onları önemsediği belli oluyordu ve diğerleri de Jungkook'a katlandıklarına göre gerçekten ona değer veriyor olmalıydılar. Yine de normal arkadaşlıklardan biraz daha farklıydı. Üçü de biraz fazla umursamazlardı ama belki de daha analiz yapmam için erkendi. Masada neden burada olduğuma dair Jungkook kısa bir açıklama yapmıştı ve Taehyung ona "Berbat bir ev sahibisin," diye çıkışmıştı çünkü Jungkook beni istemediğini açıkça belli etmişti.

Masadan ilk kalkan o olmuştu. Taehyung sürekli yemek yapma konusunda çok yetenekli olduğumu tekrar edip dururken elbette Jungkook tek bir kelime etmemiş, mutfaktan çıkıp gitmişti. Masayı toplamaya kalktığımda Yoongi yardım etmek için ayağa kalktı.

"Gerek yok," dedim ona gülümserken. "Ben hallederdim."

"Bırak yardım etsin," dedi Taehyung kinayeli bir şekilde kıkırdarken. "Bu çok sık olmuyor."

"Kes sesin TaeTae." Yoongi sinirle söylenirken ona karşı kıkırdadım ve "Tamam." dedim. "Ben bulaşıkları makineye dizerken masayı toplayabilirsin."

Taehyung ellerini havaya kaldırarak "Ben kaçar." dedi ve hızlıca mutfaktan çıktı. Arkasından tuhaf biri olduğunu düşünerek bakarken Yoongi güldü. "Tuhaf olduğunu düşünüyorsun değil mi? Görebileceğin en baş belası insandır."

"Ama onu seviyorsun?" dedim bulaşıkları dizmeye başladığımda.

"Ne yazık ki öyle." dedi yüzünü buruştururken. "Birbirimizi çok küçükken tanıdık. O ve ben hep bu kasabadaydık. Sonra da birlikte yaşamaya karar verdik."

Yeşil saçları mutfak ışığının altında gerçekten parlak duruyordu ve teninin bu kadar yumuşak ve pürüzsüz görünmesi ona özenmemi sağlamıştı. Toz pembe bol polarının altından çıkardığı beyaz tişörtü ve yırtık siyah pantolonuyla çok hoştu ve her şeyden önce pembe giymesi gerçekten ona dalıp gitmeme neden olmuştu.

"Ne?" dedi gözlerini benden kaçırırken.

"Çok hoşsun," Kıkırdadım. "Pembe çok yakışmış."

"Hadi ama," dedi gözlerimi üstümde dolaştı. Üzerimde petrol yeşili bir tişört ve düz siyah pantolon vardı. Bana göre koyu giymiştim ama o beni bilmiyordu. "Pembe kız rengidir falan demeyeceksin, değil mi?"

Söylediği şey bana komik gelince sesli bir şekilde gülmeye başladım. Gerçekten beni hiç bilmiyordu.

"Hayır, demeyeceğim." dedim kıkırdamaya devam ederken. "Pembe en sevdiğim renktir."

"O zaman bir gün saçlarını pembe yapmalısın." dedi o da bana gülümserken.

"Ah," dedim kaşlarımı çatıp düşünürken. "Sanırım bunu gerçekten istedim şuan."

"Ben boyayabilirim." diye teklif sundu ve ben cevap vermeden ekledi. "Saçımı kendim boyuyorum."

"Gerçekten mi?" dedim ellerimi musluğun altında tutarken.

Başını salladığında ellerimi kurulayıp yanına adımladım. "Bakabilir miyim?" diye sordum. Yine başını salladı. Boyu benden çok az uzundu ki bu elimi rahatça saçına dokundurabilmemi sağlamıştı. Yumuşak saçlarını yavaşça tutup kaldırırken gözleri gözlerime denk geldi. Gülümsedim. "Yeşil, çok farklı ve çok güzel." dedim yüzüne doğru.
"Teşekkürler Jim-"

"Daha kaç saat bekleyeceğiz sizi?"
Jungkook'un sert sesi mutfakta sertçe dolaştığında elimi Yoongi'nin saçından çektim ve ondan uzaklaştım.

"İşimiz şimdi bitmişti." dedim açıklarcasına.

"Onu fark ettim." dedi siyah tişörtünün uzun kollarını dirseklerine doğru çekiştirirken. Sert bakışı benim de kaşlarımı çatmama sebep olmuştu. "Beni görmeye geldiğini düşünüyordum Yoongi. Yanılmış mıyım?"

Yoongi yaslandığı tezgahtan kendi alıp ona doğru yürürken "Ve evet sen de her zamanki gibi bizi gördüğüne mutsuz olmuştun, değil mi?" diye söylendi ve mutfaktan çıktı. Jungkook'un gözleri benimle buluştu. Bir şey demedim ve o tezgahtaki biraları alıp mutfaktan çıkarken onu izledim.

Yanlarına gidip gitmemekte kararsız kalmış bir şekilde birkaç dakika mutfakta bekledim. Diğerleri için değil ama Jungkook için varlığımın sorun olabileceğini biliyordum. Yine de hiç görünmeden odama çıkmanın kabalık olacağına karar verince mutfakta bulduğum kuru yemişleri hazırlayıp salona geçtim. Ortadaki yer masasının üzerindeki biraların yanına kuruyemiş tabaklarını bıraktığımda Taehyung "Jungkook gerçekten, hayatındaki -benden sonra- en tatlı, becerikli ve güzel adamı, ölmeden bulmana sevindim." dedi neşeyle.

"Ne saçmalıyorsun Tae?" diye mırıldandı Jungkook elindeki birayla bana bakarken.
"Jimin'den bahsediyorum." dedi Taehyung yine aynı umursamazlığıyla. Jungkook tekli koltukta, Yoongi ve Taehyung büyük koltukta oturuyorlardı.

"Çok güzel bir adama benziyor." diye ekledi sonra. "Hissederim ben."

"İki hafta sonra gidecek." dedi Jungkook yine sertçe. "Güzel bir adam olduğunu anlamak için yeterli süren yok Taehyung, zamanını boşa harcama."

"Ben güzel bir adam olduğunu anladım zaten Jungkook," dedi Taehyung olduğu yerde dikleşirken. Bakışlarım Yoongi'yle buluştu. Arkamdaki koltuğu işaret etti 'otur' dercesine ama dikkatimi Taehyung'a yöneltmek zorunda kaldım. "Asıl sen buz adam rolünden çık ve tanıman için gereken süreyi kendine ver, ayrıca sürekli gidecek diyip durma. Gerçekten, insanları kırdığında seni sevmeyeceklerini düşünüyor olabilirsin ama bu herkeste farklı işler."

"Bugün sürekli böyle konuşacak mısın?" Jungkook bana yaptığı gibi umursamaz tavrına büründü tekrar. "Buraya bunun için mi geldin?"

Yoongi "Kes sesini artık." dedi en sonunda. "Şuraya geldiğimize pişman olalım diye elinden gelen her şeyi yapıyorsun değil mi? Ayrıca," Yoongi bana baktı bu sefer ve ekledi, "sen de ayakta dikilme Jimin, otur ve bir bira kap."

Ben itaat edip oturduğumda Jungkook yerinden kalktı ve Yoongi'nin "Nereye?" sorusunu cevapsız bırakıp salondan çıktı. Geri geldiğinde elinde bir dvd vardı. Oturmadan önce elindekini Taehyung'a fırlattı. "Geçen gün geldiğinizde vakit bulamayıp bu filmi izlemeye gidemediğini söylemiştin."

Taehyung elindekine bakarken kocaman açtığı gözleriyle çığlık attı ve yerinden zıplayarak kalkarken "Aman Tanrım unutmayıp bunu benim için satın mı aldın?" diye bağırdı. Jungkook'un kucağına tırmanırken Jungkook onu engellemeye çalışmıştı ama boş bir çabaydı. En sonunda Taehyung başını Jungkook'un göğsüne yaslamış kollarını beline dolamıştı ve Jungkook'un kolları havada asılı kalmıştı. İçinden sarılıp sarılmaması gerektiğini düşündüğüne emindim. En sonunda kollarını hafifçe indirdi ve "Aklımda kalmış." dedi. "Çok önemsediğimden değil."

Ve ben onları izlerken bir kez daha Jungkook'un gösterdiğinden farklı biri olduğuna şahit oldum.
***

Film bittikten yarım saat sonra Taehyung ve Yoongi gitmişlerdi. Jungkook da bana karşı umursamaz tavrına geri dönmüş ve tek kelime etmeden yukarı çıkmıştı. Ben de salondaki çöpleri topladıktan sonra duş almak için banyoya girmiştim. Üstümü banyoda giyindikten sonra elimdeki havluyla saçımı kurulamaya çalışarak odama girdim. Üşendiğimden kurutma makinesiyle uğraşmak yerine havluyu saçıma sürtüp duruyordum ki yatağın üstündeki poşeti görmemle bu işlemimi durdurdum. Havluyu yatağın üstüne bırakıp poşeti elime almak için uzandığımda bugün Jungkook'un elindeki poşetle aynı poşet olduğunu fark ettiğimde kaşlarımı çattım. Poşetin içindekileri yatağa boşalttım. Üç çift uzun çorap ve Şeker Portakalı kitabı yatağa düştüğünde ilk birkaç saniye hiçbir şey algılamadım. Sonra her şey bir anda beynimde şimşeklerin çakmasına sebep oldu ve dolan gözlerimle kitabı ve çorapları elime alıp gerçek olduğunu kanıtlamak istercesine sıktım. Sonra onları geri bıraktığım gibi koşarak odadan çıktım ve soluğu Jungkook'un odasına aldım. Kapıya vurmadım bile. Açtım ve hızlıca içeri girdim. Kızıp kızmaması o an umrumda değildi ama zaten odasında yoktu. Beklemedim, hızımı düşürmeden kendimi bahçeye attım. Kapıdan çıktığımda Jungkook yine o sallanan koltuktaydı. "Jungkook!" diye bağırdım. Bir nevi haykırmıştım. Jungkook şaşkın bir şekilde ayağa kalktığında hızımı alamadım ve ona doğru koştum yine. Kollarımı boynuna aynı hızla dolarken "Jungkook," dedim tekrar. "Sana söz veriyorum eriyecek. Erimesi için elimden gelen her şeyi yapacağım."

Uzun bir sessizlik olduğunda hala Jungkook'a sarılıyordum ve o beni itmemiş ama sarılmamıştı da. En sonunda "Buna izin vermeyeceğim. Biliyorsun, değil mi?" dedi. Kollarını tüy ağırlığında belime yerleştirdi. Dudakları kulağımı buldu. "Sen gideceksin Jimin," dedi. "Sen gideceksin ve ben senin üşümene izin vermeyeceğim."

"Bugün anladım ki," dedim daha sıkı sarılırken ona "Sen herkesten kendini koruyorsun ama en çok herkesi kendinden koruduğunu düşünüyorsun. Sen içine ateşsin dışına buz; kendi canını cayır cayır yakıyorsun, etrafındakileri üşütüyorsun Jungkook."

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro

Tags: #jikook