Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

bölüm 5

Akşam olmuştu ama öyle kolay olmamıştı. Ölmek üzereydim. O kadar çok sıkılmıştım ki evin her yerini gezmiş, televizyondaki bütün programlara göz gezdirmiş, akşam yemeğine yapabileceğim her şeyi yapmıştım. Gerçi evde pek fazla şey olmadığından fazla olanağa sahip değildim ama elimden geleni yapmıştım. Şimdi ise banyodaki kirlileri renklerine göre ayırmakla meşguldüm ve bilin bakalım, renk skalası nelerden oluşuyordu?

Renkler o kadar koyu tonlardan oluşuyordu kendi pembe gömleğimi hiçbir tarafa koyamamıştım. Bir parça kıyafeti çamaşır makinesine yerleştirirken kendi gömleğimi omzuma atmış bir şekilde beyaz makinenin önünde otururken nasıl bozmadan çalıştıracağıma dair fikir edinmeye çalışıyordum. Omzumun üstünden bir kol uzanıp birkaç düğmeye basana kadar da bu çabamı devam ettirmiştim. Jungkook arkamda ayakta dikilmiş, makine çalışmaya başladığında tepkisiz bir yüz ifadesiyle bana bakmaya başlamışken kendimi yerden kaldırdım ve sanki tozlu bir yere oturmuşum gibi arkama vurarken ona gülümsedim.

"Geldin demek. Ben de sen gelene kadar biraz işe yarayayım diye düşündüm, biraz da sıkılmıştım, bu yüzden kirlileri renklerine göre ayırmaya çalıştım." Yerdeki dağınıkta gözlerini gezdirmesini izlerken devam ettirdim. "Gerçi çok zor olmadı. Hepsi koyu renk zaten."

Ben bir çeşit teşekkür beklerken o bunun tam tersini yapmış sinirle gözlerini devirmişti. "Kendi işimi kendim yapabiliyorum. Sadece karıştırmasan olmaz mı?"

Söylediği şeye afallamıştım ama söylediği şeyden çok ses tonunun kaya gibi sert olması beni afallatmıştı.

"Kirli kıyafetlerinin içinde ne gizli olabilir ki?" dedim elimi belime koyarken. "Ceset falan varsa görmemiş gibi yaparım, tamam mı?"

En azından hafif bir tebessüm umuduyla söylediğim şeylerin karşılığını almayı beklerken onun soğukluğunu hissedebiliyordum. O kadar kalın bir buz kütlesiydi ki ne söylersem söyleyeyim erimeyeceğinin farkındaydım, sadece deniyordum. Sonuçta soğuk olduğu kadar dengesizdi ve sadece bir günlük izlenimime bakılırsa dünyanın en zor insanı gibiydi.

Bilmediği bir şey vardı, ben Park Joon Hyuk'un oğluydum ve onunla yirmi dört sene geçirmiştim. O bile benim benliğimi değiştirememişti, şimdi karşımda duran, soğukluğuyla titreten adam bunu yapmanın yakınından bile geçemezdi ve ben biliyordum, onunla uzun vakit geçirecek zamanım olsaydı iyi anlaşabilirdik, belki duvarlarına yakınlaşmama izin verirdi.

Ama buradaki sürem kısıtlıydı ve bu süre boyunca ben, kendim olacaktım. O kendi duvarları içinde üşümeye devam ederken onu rahatsız etmez ve burada kaldığım süre boyunca 'nefes almam için verilen şansı' boşa harcamamak için elimden geleni yapardım. 

"Her neyse. Kendini bir şeyler yapmaya zorunluymuşsun gibi hissetme, Jinyoung istediği için buradasın, borçlu hissedecekse o hisseder." Onu takip ederek banyodan çıkarken omzumdaki gömleği kirli sepetine fırlatmıştım.  Arkasından mutfağa girerken aldığı derin nefesi duymuş ve sırıtmamı engelleyemeden onun, "Ama kendini iyi hissedeceksen yemek işini sana devredebiliriz." demesiyle sesli bir kıkırdama salmıştım aramıza.

"Ne?" dedi bana dönüp kaşlarını kaldırarak bakarken.

Hala gülümsemem yüzümdeyken zaten hazır olan masaya yaklaşıp elimle işaret ettim. "İtiraf et, iyi yemek yapıyorum."

Ceketini çıkartıp sandalyenin arkasına asarken ve yavaş hareketlerle otururken cevap vermesini beklemediğimi söylersem yalan söylemiş olurdum. Belki de bir şey dememesi onayladığı anlamına geliyordu, bilemiyordum. Yine de cevap vermemesini umursamadım ve yaptığım şeyleri servis ederken "Hep bu kadar geç mi geliyorsun?" diye sordum.

Başını kaldırıp birkaç saniye gözlerimi buluşturdu ve omzunu silkerken mırıldandı. "Belli olmuyor."

Tekrar göz temasımızı kesip bir şeyler yemeye başladığında tepkisini izlemek için gözlerimi ondan ayırmadan karşısına oturdum ama o düz yüzüne bir şekil vermedi, duygusuz bir şekilde hızlı hızlı yemeye devam etti. Yorgun görünüyordu, koyu saçları yine karışmıştı ve biraz da düşünceli görünüyordu. Aramızda ağır bir sessizlik vardı ve bu beni bunaltıyordu. Bu yüzden bu ağırlığı ortadan kaldırmak istercesine "Bu saatlerde yersek kilo alırız, erken gelmeye çalışamaz mısın?" diye sordum.

O, sanki hiç konuşmamışım gibi kafasını bile kaldırmadan yemek yemeye devam ederken pes etmeyip tekrar konuştum. "İşe mi gidiyorsun? Geç saatlerde mi bitiyor?"

Elindeki çubuğu masaya bırakıp gözlerini benimle buluşturduğunda biraz sinirli görünüyordu ama ona karşılık gülümsedim. "Evet." dedi kısaca ve bu benim için yeterliydi.

"Tamam, sorun değil zaten. Beklerim ben." dedim onun gibi çubukları masaya bırakırken.

Yorgun gözlerini masaya bıraktığım çubuklara çevirirken kendi çubuğu eline alıp tabağındaki eti çubuklarının arasına aldı ve yine ifadesizce konuştu. "Beklemene gerek yok."

Etrafa bakınırken umursamaz bir tavıra bürünmeye çalışıp "Tek başıma yemek yemekten hoşlanmıyorum." diye mırıldandım. "Ben küçükken cezalı olduğumda Bay Park yemeğe inmeme izin vermezdi ve ben, hep tek başıma yemek zorunda kalırdım."

"Bay Park kim?" diye sorduğunda gerçekten merak ettiğinden mi soruyor diye bakışlarımızı hızla buluşturdum ama yine o kadar ifadesizdi ki bir karara varamadım. Burukça bir gülümseme benden onay olmadan yüzüme yerleşirken "Babam," dedim. "Çok sevgili babam."

Bir süre gözlerini gözlerimden ayırmadan bana bakmaya devam etti. Konuşmadı ama bakmaya da devam etti. Ben de bunu fırsat bilip "Neden kaçtığımı, buraya sığındığımı biliyor musun?" dedim.

"Babandan kaçıyormuşsun." dedi omuz silkerken.

"Evet ama nedenini hiç merak etmedin mi?"

Elindeki çubuğu tekrar masaya bırakıp ensesine dokunurken göz temasımızı kesti. "Herkesin kendine göre nedenleri vardır." Masanın karşısında siyah tişörtü, dağınık saçları, yorgun ifadesiyle o kadar umursamaz görünüyordu ki bir anlık hayranlık duydum ona. İçindeki buz kütlesini öyle güzel koruyordu ki bu umursamazlığı kısacık bir zaman diliminde de olsa asla erimeyeceğini düşündürtmüştü bana.

Direseklerimi masaya yerleştirip yüzümü avuçlarımın içine bırakırken önüme doğru eğildim. "Benden nefret ediyorsun değil mi?" diye sordum.

Mimiksiz suratı çok kısa bir süreliğine afalladı. Şaşkın bakışları gözlerimi tararken "Sana karşı bir şey hissetmiyorum." dedi. "Çok kısa bir süreliğine buradasın, bu demek oluyor ki hayatımda yer kaplamayacak kadar ufaksın. Yani," Masadan kalkıp saçlarını karıştırırken birkaç saniye bekledi. "hakkında bir şeyler düşünmeye ihtiyaç duymuyorum."

Beni arkasında bırakıp mutfaktan sert adımlarla çıkarken derin bir nefes saldım ortaya. "Gittiğim zaman üzüleceksin." dedim arkasından. "Belki şuan için değil ama zamanımız bittiğinde sen, o buz parçasının birazcık da olsa, erimiş olduğunu fark edeceksin."

***

Jungkook'un kalmam için bana verdiği oda tek kişiliğe göre büyük, çift kişiliğe göre küçük bir yatak, hemen yanında siyah bir komidin, koyu renklerde bir halı; yatağa yakın bir yerde tekli, krem bir koltuk ve ufak, koyu renge sahip bir çalışma masasından oluşuyordu. Ah, tabi bir de koyu renklerli perdeleri vardı ve odaya girdiğim andan beri üstüme üstüme geliyordu.

Yatağa uzanmış Jinyoung ve Jaebum'la mesajlaşırken bu kasvetli ortamı yok saymaya çalışıyordum ama bu hiç kolay değildi.

Jimin : Benim dünyanın en yakışan çifti olan ikisi de birbirinden yakışıklı ve saygıdeğer sevimli sevgili arkadaşlarım
Her şey yolunda değil mi?

Jinyoung : Sadece son cümleni okuduğum için onu cevaplıyorum
Her şey yolunda merak etme sen :))

Jimin :Peki ya siz iyisiniz değil mi?
Babam bir şey yapmadı?

Jinyoung : Biz de iyiyiz merak etme
Sadece birkaç kıçı kırık adamını yollayıp yerini sordurttu
Sanki söyleyeceğiz de

Jimin : Oh oh iyi
O kıçı kırık adamlar umarım sadece kıçları kırık olarak kalmazlar daha fazlasını yaşarlar
Benim kemiklerimi az kırmadılar
Bak sinirlendim!

Jaebum : Bakıyorum da yine formundasın Jimin
Oysa ki her gün Jungkook'tan seni geri almamız için attığı mesajlar olur diye bekliyordum
Anlaşılan seni kapıya koymamış henüz :)))

Jimin : Şimdi ne alakası var yani
Ben kapıya konacak insan mıyım hıhh

Jinyoung : Kesinlikle değilsin
Ben de onu diyorum her zaman, alıp evde beslemelik arada kafası okşanmalık bir şeysin
Baban bulacak olmasa seni koynuma yatırır saçlarını okşardım

Jaebum : E oha ama!

Jimin : Durun durun benim için kavga etmeyin sevgili bokçuklar
Ben ikinize de yeterim ;)

Jaebum : Ben seni ne yapayım be

Jimin : E ama çok kırıcı oluyorsun gidiyorum ben

Jinyoung : Ah Jiminiee
Dur sana diyeceklerim var
Ablanla konuştum bugün

Jimin : Ablam mı?
Ne dedi iyi miymiş? Babam ona bir şey yapmamış değil mi?

Jinyoung : İyi olduğunu söyledi onu merak etmemeni
Bundan sonrası için yalnızca kendini düşünmeni istediğini söyledi

Jimin : Ona zarar vermesinden çok korkuyorum
Yerimi söyledin mi?

Jinyoung : Sordu ama söylemedim
Joon Hyuk bildiğini öğrenirse rahat bırakmaz onu
Hiç bilmemesi daha iyi diye düşündüm

Jimin : Evet kesinlikle
İyi yapmışsın

Jaebum : Pekala korka korka sonraki planımızı soruyorum
Jungkook yalnızca iki hafta dedi
Sonrasında ne yapacağız
Koynuna falan mı alacaksın ki -,-

Jinyoung : Yaa sen beni kıskanıyor musun bu koala kılıklı çirkinden
Aşkım benim <33

Jimin : Durun kusmadan şu sohbeti tamamlamak istiyorum
Planımıza gelirsek Jihyun'un yanına gitmeyi düşünüyorum
Amerika'ya yani

Jaebum : Orası Joon Hyuk'un aklına gelmeyecek mi

Jinyoung : Kesinlikle gelecektir

Jimin : Ama gidecek başka yerim yok
Ayrıca Jihyun'un numarasını kaydetmemişsiniz
Atsanıza kardeşimin numarasını

Jinyoung : <xxxxxxxxxxx>
Keşke ilk başta sen de onunla Amerika'ya gitseydin
Babandan kurtulmuş olacaktın

Jimin : Biliyorsun babamın ceza yöntemleri ikimize de farklı işliyordu
Jihyun her zaman fazla asiydi
Bana göre bile
Baş edemeyince oraya gönderdi

Jaebum : Ama babandan ve her şeyden uzakta
Daha çok ödüle benziyor

Jimin : Onu adam edeceğiz diye uygulanan disiplini görsen böyle söylemezdin
Sanki yatılı okul değil tımarhane

Jinyoung : Kardeşinin okulu bu sene bitmiyor muydu

Jimin : Evet öyle ama onu orada kalmaya ikna edeceğim
Kabul edecektir
Geri gelip tekrar babamın boyunduruğu altına girmek isteyeceğini pek sanmıyorum
Sadece biraz zorlanırız işte
O da ben İngilizce öğrenene kadar
Sonrası bende
Yakışıklılığım ve konuşmamla her şeyi hallederim

Jinyoung : Sevimliliğim*
:))))))

Jaebum: Bu hastalıklı herif  sizi bulursa ne kadar ileri gidebilir?

Jimin: Sanırım beni intihar süsü vererek öldürür ve başıma şu notu yazıp bırakır:
"Gay olduğum için kendimden iğreniyordum. Daha fazla dayanamadım."

Jinyoung: Tanrı aşkına! Gözlerim doldu ama kahkaha atıyorum
Jiminiee benim yerime kendine sarılll

Jaebum: Jinyoung yerine sarılma
Benim yerime sarılabilirsin

Jinyoung: Tatlı bebeğim
o zaman gel sen de bana sarıl :3

Jimin: Tamam, sizin sex textinglerinizi okumayacağım
Ben gidiyorum
Görüşmek üzere

Telefonu yatağımın yanındaki komidinin üzerine bıraktığımda odanın kasvetli havası tekrar etrafımı sardı. Bundan kaçmak istercesine yataktan kalktım ve kendimi odadan dışarı attım. Jungkook'un kapısının önüne geldiğimde ona seslendim. Elbette cevap vermedi.

"Kendime kahve yapacaktım. İster misin?"

Kısa bir sessizlikten sonra net sesini kapının ardından duydum. "Olur."

"Kahveni," diye seslendim ama o kapıyı bir anda açtığı için gereksiz yüksek sesle söylemiş bulundum. Sesimi kısarken gülümsemeden edemedim. "nasıl içersin?"

Bir eliyle kapının kenarını tutarken başını dışarı doğru uzatmıştı ve görebildiğim kısımlarıyla üst bedeni çıplaktı. Bu beklemediğim bir görüntüydü bu yüzden istemeden aklım karışmıştı. Olduğum yerde hareket etmeden ve yüzümde aptalca bir gülümsemeyle ona bakmaya devam ederken o "Sert." dedi.

"Ne?" dedim söylediği şeyin şokuyla. Bu tarz edepsiz konulara bu kadar hızlı geçiş yapabilmesine şaşırmıştım. "Ne sert?"

Kaşlarını havaya kaldırırken yüzüne yine o sinir bozucu gevşek sırıtışı yerleştirmişti. "Kahve." dedi. "Kahveyi sert içerim. Sen hangi sertlikten bahsediyorsun?"

Gözlerimi kırpıştırarak geriye adımlar atmaya başlarken birkaç kez öksürüp elimi havada salladım. "Ah, ben de kapıdan bahsediyorsun sandım. Tabii ya, kahve olacak başka ne olabilir ki sert." Arkamı dönüp merdivenlere ilerlerken o kadar çok utanmıştım ki bunun üstünü kapatmak için söylenmeye devam ettim. "Bazen dalıp gidiyorum işte. Kapılara yani. Sert görünüyor sonuçta kapılar." Merdivenin başına geldiğimde başımı çevirip ona baktığımda hala olduğu yerde beni izlediğini fark edince saçma bir kahkaha patlattım ona doğru. "Yalnız senin kapında baya sert görünüyor. Yumuşatsak ya onu."
Onunla aynı anda şaşkınlıktan ağzım aralanırken söylediğim şeye ben bile şok olmuştum. Gözlerimi kaçırıp hızlıca merdivenlerden aşağı koşturduğumda kalbim gerçekten hızlı atıyordu ve yüzümün yandığını hissedebiliyordum. 

Neden böyle saçmaladığımı bile bilmiyordum. Elbette ondan etkilenmemiştim. Sadece, ağzımdan çıkan kelimeleri o an kontrol edememiştim. Arkamdan bana güldüğüne de emindim.

Mutfağa geçip kahve için su koyduğumda ellerimi tezgaha dayamış arka bahçeyi gören pencereden dışarı bakarken hemen pencerenin önünde duran ağaca bakarak kendi kendime söylendim. "Gülerse gülsün ya, sonuçta yakışıklı insana yakışıklı derim ben yani. Ne olmuş, utanacak bir şey mi var bunda?"

Kahveleri hazırlayıp elimde tepsiyle odasının önüne geldiğimde ismini seslenirken bir gece önce yaşadığımız olaylar aklıma gelmişti ve ben o an aynısını yaşamak istemediğimi fark ettim. O kapıyı sonuna kadar açıp önümde durduğunda -ki özel olarak belirtiyorum hala üstünde bir şey yoktu- bunun olmaması için içten içe dua ediyordum. Tabi o önümde yarı çıplak, hafif koyu ve pürüzsüz tenini bana sunarken ettiğim duayı unutmuştum ama sonuçta ediyordum işte. Uzun bedeni, kaslı ve güçlü dururken onu tamamlayan güzel bir boynun üstünde yine güzel bir yüzü vardı ve koyu, alnında dağılmış saçları bir kez daha içimden "Yakışıklı ama şimdi, hiç yalan söyleyemeceğim." diye kendimle konuşmama neden olmuştu.

"Hangisi daha sert?" Yüzündeki yaramaz gülüşten benimle uğraştığını fark edebiliyordum ama dediğim gibi aklım şuan biraz karışıktı. "Önümdeki mi?"

Ve evet, hala uğraşmaya devam ediyordu.

Kocaman açtığım gözlerle başımı sallarken elinin birini tepsiye doğru uzattı ve ben kahve bardağını almasını beklerken eli yüzüme yaklaştı. İşaret parmağını bir düğmeye basar gibi yanağıma bastırırken onun da gözleri açılmıştı. Ne yaptığını anlayamadan parmağını yüzümden çekti ve bardağı eline alırken "Yanakların kızarmış." diye mırıldandı.

Cevap veremedim, vermemi beklemedi. Bedenini odasına doğru geriletip kapıyı yüzüme kapattı. Elimdeki tepsiyle bir süre gerçekten kapıyı suratıma kapatıp kapatmadığını tartıştım kendimle. Eh, tam önümdeki kapalı 'sert' kapıya bakılırsa gerçekten yüzüme kapıyı kapatmıştı.

"Azıcık kibarlık öğren ya," diye bağırdım cevap vermeyeceğini bilmeme rağmen kapıya doğru. "Bir teşekkür falan et. Yobaz mısın nesin ya?"

***

Geç saatlerde kahve içmek çok aptalca bir fikirdi.

Yatakta dönüp dururken kafamda dönüp duran düşünce bundan ibaretti. Bilmiyordum, belki bu odanın karanlığı ve sıkıntılı havası da uyumamı engelliyor olabilirdi ama sonuç olarak kesinlikle uyuyamıyordum. Yatakta doğrulup etrafıma bakınırken kahve ihtimali gözüme düşük gelmeye başlamıştı çünkü gerçekten bu oda çok karamsardı.

Bunun üzerine dayanamayacağımı fark edip yataktan kalktım. Üzerime bir hırka geçirirken odadan çıktım ve kendimi mutfağa attım. Büyük bir bardak suyu içerken arka bahçede birinin olduğunu fark edince pencereye yaklaşıp karanlıkta tek başına oturan kişinin Jungkook olduğunu anlayana kadar baktım.

Kaşlarım istemeden havaya kalkarken üzerine bir şey almadan oturmuş olduğunu fark ettim. Salona geçip oradaki battaniyeyi aldıktan sonra aceleyle arka bahçeye çıktım.

Jungkook gecenin karanlığına karışan saçları, siyah basit tişörtü ile koltukta hafif hareketlerle sallanırken başını yukarı, gökyüzüne çevirmiş öylece oturuyordu. Yanına adımladığımda beni fark etmedi. Ben battaniyeyi omuzlarına bırakana kadar da öylece durduk.

"Soğuk." dedim yanına bırakırken kendimi.
Duruşunu bozmadı, bana da bakmadı. Onun hareketlerine uydurup koltuğu aynı yavaşlıkta sallamasına yardım ederken yine onu taklit ettim, bakışlarımı gökyüzüne çevirdim.

"Çok güzel görünüyor." dedim gökyüzünü kastederek. "Şehirde yıldızlar bu kadar net görünmüyor." Ona çevirdim duruşumu. "Hem şehir de olsak şuan araba seslerini dinliyor olurduk."

O göğü, ben onu izledim bir süre. Teni beyaz duruyordu, keyifsizdi yine. Gözleri yine yorgun bakıyordu. Hatta belki ağlayacak gibi desem, garip kaçmazdı. Omuzları çöküktü. Sanki bütün yıldızlar üstüne ağırlık yapmış da o bunun farkında değil gibiydi. Hüznü o kadar somuttu ki kokusunu alabiliyormuşum gibi hissediyordum. Bu da cümleme taşmıştı zaten.

"Hüzünlü bakıyorsun, sanki canını çok yakmışlarda, hissizleşmişsin, yanışını yanılgı olarak görüyormuşsun gibi."

Önce tepki vermedi. Ben kolumu koltuğun arkasına bırakıp başımı onun üzerine yaslarken o bir süre hiç konuşmamışım gibi yaptı. Sonra göz kapaklarını örttü gözlerinin üstüne. Cevap vermesini beklemedim, vermeyeceğini biliyordum.

" Canının yanışını durduramam ama anlatırsan hafifler belki," dedim gözlerimi kırpmadan onu izlerken. Canı yanıyormuş gibi yüzünü buruşturdu önce, titrek bir nefes çekti içine sonra onu hızlıca bıraktı dışarı.

"Uyku tutmadı." dedi sadece. Anlatmak istemediğini anladım. "Beni de." dedim.

Yine sessizlik savruldu aramızda bir süre. Sonra bu sürenin sonunda aklıma ezeli düşmanlarım geldi. Onların kalesinde olduğumu fark ettim. "Siktir!" dedim bacaklarımı kendime doğru çekerken.

Jungkook başını kaldırdığı gökyüzünden çekip bana çevirdi. "Ne?" dedi. "Ne oldu?"

"Bahçedeyiz." dedim olabilecek en tuhaf şeymiş gibi.

"Ee," dedi o da duruşunu bana çevirirken. "Bunda tuhaf bir durum mu var?"

"Burası onların yuvası." diye mırıldandım olduğum yerde küçük bir yumak olmaya çalışırken.

Jungkook hiçbir şeyi anlamadığını göstermek istercesine yüzüme garip garip baktı. "Kimlerin?"

"O iğrenç şeylerin işte." Elimle kocaman olduklarını göstermek istercesine hareket yaparken ekledim. "Böceklerin."

Ellerime bakıp kendi kendine sırıttı ve o da elini kaldırıp ufacık anlamında iki parmağını birbirine yakın tuttu. "Böceklerin?"

Diğer elini tutup büyük anlamına gelen o işareti yapmasını sağlarken "Bu kadarlar." dedim.

Saçları esen rüzgarda sallanırken bir kıkırtı saldı rüzgara. "Gerçekten mi Jimin?" dedi.

Ve bir anda ismimi söyleyişi çok hoşuma gitti. Gülümsedim. "Bir daha söylesene." dedim sanki az önce böceklerden korkmamışım gibi tasasız bir şekilde.

"Neyi?

"İsmimi." dedim elini hala tuttuğumu yeni fark ederken. "Çok güzel yakıştı senin ses tonuna."

Elini çekti elimin arasından "Tuhafsın." dedi. Ayağa kalktı, önümde durdu. "İçini görebilsem en az benim içim kadar yanışına şahit olurum eminim, ama sen bir çiçek bahçesine sahipmişsin gibi davranıyorsun."

Bakışlarımı kaçırdım. Etraftaki solmuş çiçeklere baktım. "Belki bir bahçeye sahibimdir." dedim. "Solmuş çiçekler bahçesi."

"O zaman canlandırmak için uğraş onları. Başkasının yangınlarına yaklaşma, boşver. Yakma kendini." Omuzlarındaki battaniyeyi alırken üstünden, başımı yana doğru eğip ona gülümsedim. "Senin için buz tutmuş," dedim. "Ama alevde almış. Biri, diğerine galip gelmiyor mu?"

"Benim içimdeki buzu hiçbir ateş eritemez Jimin, keza alevlar de öyle, sönmez. Sen o güzel aklını bana yorma."

Battaniyeyi bacaklarımın üzerine bırakıp uzaklaşırken bir şey düşünemez halde olduğumu fark ettim. Yanıyormuşum ama buz tutmuşum gibi hissettim. Onun sesi kulağıma gelip beni yerimden zıplatarak kaldırana kadar da üşüyerek yandım.

"Böceklerin kalesi Jimin," dedi. "Onların kalesindesin."

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro

Tags: #jikook