Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

bölüm 40



tık tık,

biz geldik.

evet gecenin köründe.

biraz kızgın geldik ama, hatta kırgın. normalde pek önemsemediğim ve bu yüzden dikkat etmediğim 'bölüme verilen oy sayısı' birkaç gün önce biri sayesinde dikkatimi çekti ve, vay canına sahiden hayal kırıklığına uğradım. üzücü çünkü 14 bine kadar ulaşan kelime yazmışlığım var bölümlerde, yazdıklarımı beğenmeseniz bile emeğe saygı olarak o yıldıza tıklamak bu kadar zorunuza gitmemeliydi veya bu kadar zor olmamalıydı bence. 

her neyse yazmayı sevdiğim ve duende'yi seven tatlı insanların güzel yorumlarını görmek için yazıyorum ben ve bunlar olduğu sürece de yazmaya devam edeceğim zaten. 

sadece,  oy vermeye ya da birkaç yorum bırakmaya bile erinen kişiler ''bölüm at artık'' yorumu yapmasın, gözünüzü seveyim.

yazdıklarımdan para kazanmıyorum sonuçta ben. 

son olarak,,,,bu dönem, çapa ek olarak yandal yapmaya da başladığım için üç bölümü aynı anda okumaya başlıyorum, bir yandan okulda asistan olarak çalışırken ve kulüp yöneticiliği yaparken; özel ders verdiğim öğrencilerden zaman bulduğumda yazmaya devam edeceğim duende'yi. bütün bunlara rağmen elimden gelen en hızlı şekilde yeni bölümü yazmaya çalışacağımın sözünü veriyorum<3

bölüm 7 bin kelimeyi geçik. 

ve evet... yorum istiyorum:')

iyi okumalar minik kurabiyeler.

not: BEN BANGTAN'I ÇOK SEVİYORUM ÜHÜ

bölüm, melon'a ithafır. geçmiş doğum günün kutlu olsun bebeğim. 

timmies-tell me why im waiting



Koşuyordu Jimin. Öylesine hızlı ve öylesine özgürce koşuyordu ki, sanki sırtında uzun, beyaz ve görkemli kanatları varmış gibi hafif hissediyordu. Rüzgar bedenine çarparken, üstündeki gökyüzünde bir kuş da onunla birlikte kanat çarpıyordu. 

Jimin yüzündeki tebessümün gerçekliğini hissediyordu ve kuşun cıvıltısı onu daha fazla gülümsetiyordu.

Neye koştuğunu bile bilmiyordu Jimin. Hiçbir önemi de yoktu, geride kalanlar her kim ve her neyse, o an için umurunda değildi. Sadece koşuyordu.

Ta ki kuş acı acı çığırmaya başlayana ve Jimin'in ayakları ağırlaşana kadar.

Jimin tepesinde kötü bir şeyleri haber eder gibi dönen kırlangıçtan çekip yere çevirdiğinde bakışlarını, balçığın içine girmiş ayaklarını fark etti. Ayaklarını çekmeye çalışsa da, sanki daha fazla gömülüyordu içeri. Korku bedenini sararken etrafını taradı kocaman gözleriyle.  Uçsuz bucaksız bir bataklığın içindeydi. 

Sonra ondan çok uzakta birilerini gördü. Çaresizce yardım istemek için bağırdığında, pis çamur dizlerine kadar yükselmişti. Jimin kendisinden bir hayli uzaktakilere daha dikkatli baktığında, oradakilerin sevdiği herkes olduğunu fark etti ve onları gördüğünde göğsünün bir rahatlamayla gevşediğini hissetti. Jinyoung'a sarılmış Taehyung'un şen kahkahasını duyabiliyordu.

Şimdi neye koştuğunu anlamıştı işte. Onlara koşuyordu. Elbette.

Daha fazla bağırmak ve onların yardıma gelmesini istemek için ağzını açtığında hemen orada, bataklığın girişinde kendisine bakan Jung Su ve Jihyun'u gördü. 

Jimin rahatlama hissiyle neredeyse ağlayacaktı. Sonunda bu bataklıktan çıkacağını düşünürken onlara seslendi fakat Jung Su, elini sımsıkı tuttuğu Jihyun'u kendisinden uzaklaştırmaya başladığında, bataklığa batmış beden, ters giden bir şeyler olduğunu anladı. 

Jimin'e bir kez bile bakmadan büyük bir güçlükle kendi ayaklarını bu bataklıktan çıkartmaya çalışıyorlardı.

Hayal kırıklığıyla kendisine arkasını dönen sırtları izledi ama sesini çıkartmadı Jimin. Çünkü o an, bataklığın herkesi dibe çekeceğini fark etmişti. 

Her şey renksizdi. Jimin uzaktaki ağaçları bile gri görüyordu. 

Karnına kadar yükselen balçığa çevirdi gözlerini. Kırlangıç hala acı acı ağlıyordu hemen üstünde, hiç durmaksızın dönüp dururken. Jimin gözlerinin ıslandığını hissetti ama kalabalıktan yükselen kahkahayı duyduğunda, dışarı taşmasını engellemek için gözlerini yumdu.

Hayır, kimseyi çağırmayacaktı. 

Bu ilk kabullenişi değildi sonuçta. 

Bir süre öylece bekledi Jimin ve biri elini tuttuğunda gözlerini korkuyla araladı.

Onun kendisini çağırmasını beklemeyen Jungkook, Jimin'in yanında yerini almıştı. Güldüğü için kısılan gözleri Jimin'in üstüne gölge yapıyordu. 

Ve o an, dünya bütün renklerine geri kavuştu. Her şey canlıydı. Sanki dünya tekrar dönmeye başlamıştı. 

Kuş çığlık atmayı bırakmış, şimdi öylece süzülüyordu üstlerinde.

''Jungkook?'' dedi korkuyla Jimin. Balçık Jungkook'a da bulaşmış ve göğsüne kadar geliyordu şimdi. ''Neden geldin?''

''Senden gidemeyeceğimi söylemiştim.'' Jungkook'un sesi öyle huzurlu geliyordu ki, Jimin bir an için gerçekten bir bataklıkta dibe çekilmiyormuş gibi hissetmişti. 

''Öleceğiz.'' Sesi çaresizdi Jimin'in. 

Jimin bir bataklıktaydı ve şimdi Jungkook'u da yanına çekmişti.

Jungkook gülüşünü büyütürken uzanıp Jimin'e sarıldı ve ''Sorun değil.'' dedi. ''Sorun değil Jiminsshi. Elimi bırakma yeter.'' 

Jimin çok yorgun olduğunu fark etti tam da o an. Koşmak mı yormuştu onu yoksa nefes almanın kendisi mi artık çok yorucuydu bilmiyordu ama çok yorgundu. 

Savaşmak istemediğini fark etti. Artık çabalamak istemiyordu. 

Bataklığı bütün varlığıyla kabullendi. 

Çamur artık omuz seviyelerine yükseldiğinde küçük beden, büyük bir kabullenişle kendisini Jungkook'un gülüşünün verdiği huzura; başını da onun geniş omzuna bıraktı. 

Şimdi ikisi de sımsıkı sarılıyordu birbirlerine. 

Jimin balçık görüşünü kaybetmesini sağlayana kadar üstlerinde uçup duran kuşu izledi sadece. Büyük bir rahatlama vardı bedeninde ve huzurlu hissediyordu her şeyiyle.

Kırlangıç heyecanla cıvıldıyordu. Hemen altlarında, birbirlerine sımsıkı sarılarak çamura batan çift, adeta görsel bir şölenmiş gibi davranıyordu.  

Kim bilir belki öyleydi?

Fakat yoğun ve ıslak balçık gözlerini kapatıp nefes almasını engelleyerek onu boğmaya başladığında çırpınmaya başladı Jimin. 

Ve hayır, bu bir şölen gibi değil, kıyamet gibi hissettirdi.

Gözlerini korkuyla açıp yatakta sıçradığında, Jungkook da sarıldığı bedenin uyandığını fark ederek gözlerini araladı. Karanlık odada titreyen bedeni zar zor seçiyordu uyku mahmurluğuyla. 

''Bebeğim?'' Uzanıp sırtını okşadığında neredeyse elinin ıslandığına yemin edebilirdi. Su içinde kalmıştı. İyice doğrulup ellerini yüzüne kapatan sevgilisine arkadan sarıldı. ''Jimin, geçti bebeğim. Hadi bana bak.'' 

Jimin'in kabus gördüğünü anlaması için kahin olmaya falan gerek yoktu. Zaten bir zamanlar en yakın dostu olan kabusları, Jungkook'tan iyi kim tanıyabilirdi ki?

Jimin'in titreyen bedenini sarmaladı büyük kollarıyla ve kucağına doğru çekti onu.''Şşş...'' diye fısıldarken kulağına, amacı biraz da olsa onu rahatlatmaktı. 

Birkaç dakika sonra Jimin sakinleştiğinde çenesini narince tutup karanlığa alışan gözlerini onun gözlerine kenetledi. ''İyi misin?'' diye sordu ilgiyle. Gözleri uykudan yeni kalktığı için şişti ve yanakları kızarmıştı. ''Benimle konuşamaz mısın?''

Jimin başını salladığında Jungkook onun yüzünü okşamaya başladı. ''Pekala, konuşmak istemiyorsan bir şey diyemem. Ama her ne gördüysen kötü bir rüyaydı sadece. Tamam mı?''

Jimin gördüklerini anlatamazdı. Çünkü daha yeni düzelmişti araları ve rüyanın anlamı da çok açıktı. 

Gözlerini odakladığı karanlık noktadan ayırıp Jungkook'un yüzüne çevirdi. Sanki çok uzun süredir görmüyormuş gibi özlemle taradı bakmaya doyamadığı yüzü ve tıpkı sevgilisi gibi, Jimin de okşamaya başladı onun yanaklarını. 

Jungkook bu bakışların anlamını biliyordu. ''Buradayım.'' diye fısıldadı onun dudaklarına doğru. ''Ben buradayım Jimin. Hemen yanında.''

''Biliyorum.'' dedi Jimin de. Bu öylesine bir cevap değildi. Biliyordu. Ne olursa olsun, elini bırakmayacak tek kişinin Jungkook olduğunu biliyordu.

Bu yüzden uzanıp minnetle öptü onu.

Öperken bedeninin tıpkı rüyasındaki gibi gevşediğini hissetti ve yine rüyasındaki Jungkook'un istediği gibi elini tuttu.

Jungkook kucağındaki ufak bedeni hiç bırakmadan, onunla birlikte tekrar yatağa uzandı dudaklarını ayırdıklarında. Elleriyle aşağı kaymış koyu renkli yorganı buldu ve Jimin'in sırtına örttü. ''Güneşin doğmasına daha çok var. Hadi biraz daha uyuyalım.''

''Sabah boş yatağa uyanmak istemiyorum.''

Jungkook onun alnını öpmeden hemen önce güvenilir bir sesle konuştu. ''Sen uyanana kadar tuvalete bile gitmeyeceğim. Söz.''

Jimin, Jungkook'un göğsününe doğru uzanmıştı. Böyle bütün ağırlığını ona verdiğini bildiği için kendisini yana kaydırmaya çalıştı ama beline sımsıkı dolanan kollar bunu engellemişti. 

''Jungkook ağır değil miyim?''

''Hayır böyle gayet iyi. Senin canın yanmadığı sürece lütfen böyle kal.''

Jimin onun sesindeki istekliliği duyunca göğsündeki hafif ağrıyı görmezden geldi ve Jungkook'a sarıldı. Gözlerini kapatırken burnunu da göğsüne doğru sürttü. 

Jungkook'un kokusu, koklamaya değer tek koku gibi hissettiriyordu Jimin'e. Öyle güven verici ve rahatlatıcıydı ki, uyku anında sardı bedenini.

Çok geçmeden de uykuya daldı. 

***

Yoongi gözlerini önündeki yola odaklamıştı ama yanındaki bedenin gözlerini merakla ona çevirip durduğunu fark edebiliyordu. 

Hoseok yanında mimiksiz bir yüzle öylece oturan ve hiç konuşmayan adamın ne düşündüğünü merak ediyor olmalıydı ama Yoongi hiçbir şey düşünmüyordu aslında. 

Ne düşünmesi gerektiğini bilmiyordu çünkü. 

Anlamıyordu da.

Birkaç gün önce onunla evlenmek istediğini söyleyen adamın, ondan bir şeyler saklamasını ve ona hiçbir şey söylemeden çekip gitmesini anlamıyordu.

''Hoseok yola bak.'' Gözlerini o tarafa çevirmeden, ruhsuzca konuştuğunda diğeri hızlıca kaçırdı bakışlarını. 

"Park zindanından" dönüş yolundalardı. Elbette Yoongi eve girmemişti ancak Hoseok, Jihyun'un eve dönmüş olabileceğini düşündüğünden girip kontrol etmek zorunda kalmıştı. Yoktu ve bunun iyi bir şey olup olmadığını ikisi de bilmiyordu. Çünkü bakabilecekleri son yer burasıydı ve burada da olmadığına göre, Jihyun kelimenin tam anlamıyla ortadan kaybolmuştu. 

Ve evet, telefonu da dünden beri kapalıydı.

''Belki biraz kafasını dinlemek istemiştir. Bu olanlar ona ağır gelmiş olabilir.'' Hoseok artık damağında acı bir tat bırakan sessizliği yok etmek için konuşmaya başladı. İki eliyle direksiyonu tutuyordu ve yeşil kazağının kollarını dirseklerine kadar sıyırmıştı. ''Eminim ki seni arayacaktır.''

Doğrusu Hoseok da en yakın arkadaşının kafasında dolaşan tilkilerin ne olduğunu tahmin edemiyordu. Endişelenip endişelenmemesi gerektiğini de bilmiyordu ama en kötüsü, yanında terk edilen olduğunu kabullenmiş gibi duran adama ne demesi gerektiğini bilmiyor oluşuydu.

''Bana söyleseydi ona zaman verirdim ama o her ne yapıyorsa benden açık bir şekilde saklamayı seçti. Sonra ortadan kayboldu ve hatırlattığın gibi beni hala aramadı bile.'' 

Yoongi hiçbir duygu kırıntısı barındırmıyordu sesinde. Hoseok onun yüzünü yine kontrol etmek zorunda kaldı bir şeyler yakalamak için ama öyle ifadesizdi ki, bir an için Jihyun'u gerçekten önemseyip önemsemediğinden emin olamadı. 

''Onu gerçekten seviyor musun?'' 

Yoongi Hoseok'un güvensiz bir ses tonuyla sorduğu soruyu duyunca kaşlarını alayla kaldırıp başını ondan tarafa çevirdi. Göz göze geldiklerinde alayla gülmüştü. ''Ve bu soruyu bana soruyorsun çünkü...''

Devamını Hoseok'un doldurmasını beklediğinde, ''Üzgün olup olmadığını anlayamıyorum.'' diye dürüstçe söyledi şoför koltuğundan. 

''Ben sadece kızgınım. Onun dışında hiçbir şey hissetmiyorum.'' Aslında hissediyordu ama yüksek sesle söylemek zordu. 

Yanındaki adama yaşadığı hayal kırıklığını anlatamadı ve kırgınlığından da açıkça bahsedemedi. Onun yerine gözlerini yan tarafından hızlıca kayıp giden ağaçlara çevirdi. 

''O seni seviyordu.'' dedi Hoseok direksiyonu sağa kıvırırken. ''Sana nasıl baktığını gördüm.''

''Muhtemelen bütün insanlar heves ettikleri şeye gördüğünü iddia ettiğin gibi bakıyordur.'' Yoongi bir anlık boş bulunmayla söyledi. Dikkatli olsaydı bunu, bu tonla söylemezdi çünkü kelimeler ağzından bütün kırgınlığını taşıyormuş gibi çıkmıştı. 

''Seni bir heves olarak gördüğünü mü söylüyorsun?''

 Hoseok şaşkınca sorduğunda, Yoongi devamını getirip getirmemekte kararsız kaldı. Eliyle alnını ovaladı ve gözlerini yola çevirdi tekrar. ''Çünkü en başta onu reddetmiştim. Zaten önceki ilişkisini hala atlatabildiğini düşünmüyorum. Muhtemelen ben kaçtığım için gözüne ilgi çekici geldim.''

Sesini olabildiğince umursamıyormuş gibi tutmaya çalıştı ama çok zordu. Hayal kırıklığı bedeninin her yerine, bir zehir gibi yayılmıştı. Kaşlarını çattı kendisine öfkelenirken. ''Beni sinirlendiren tek nokta, gözlerin bana hep böyle sıcacık bakacaksa benim hevesim hiç geçmez deyişine umutsuz bir romantik gibi kanmış olmam.''

''Senden önceki ilişkisini atlatamamak değil bence Jihyun'un sorunu. Onlar zaten çok önceden birbirlerinden kopmuşlardı. Jihyun'un son zamanlarda onu sevmediği açıkça ortadaydı ve muhtemelen kendisi de bunun farkındaydı. Sadece insanlar alışkanlıklarından o kadar hızlı kopamadıkları için devam ediyordu ilişkileri.''

Yoongi umursamıyormuş gibi omuz silkip sessiz kalmayı seçtiğinde Hoseok konuşmaya devam etti. ''Ve Tanrı aşkına Yoongi, ben bile seni heves olarak görmediğinden bu kadar eminken sen nasıl bunu söylersin?''

''Nasıl emin olabiliyorsun?''

''Kusura bakma da en yakın arkadaşımı senden iyi tanıdığıma eminim. Ben ilk defa onun, kendisinden büyük egosunu ortadan kaldırıp birinin peşine pervane olduğunu gördüm. Başkalarıyla nasıl olduğunu çok iyi biliyorum. Nasıl farklı olduğunu görüyorum. Benim gözümden baktığında onun sana neredeyse taptığını görebiliyorsun.''

''Nerede o zaman? Neden yanında olmama izin vermedi? Benden göz göre göre bir şeyleri saklayıp durdu ve anladığımı biliyordu. Bunun sonunu biliyordu ve bunu göze aldı.''

"Neyi?"

"Şimdi kendi evime döndüğüm zaman, onsuz döneceğimi biliyor."

"Çok hızlı karar vermiyor musun?" Hoseok bunu sorarken kaşlarını çatmıştı tıpkı onun gibi. Siyah saçları kaşlarının üstüne denk geliyordu.

"Ne var biliyor musun? Benden onu sevmemi, onu tutmamı ve onu korumamı isteyen kendisiydi. Ama yine kendisi bunları yapmama izin vermedi. Bu sebeple onu  bırakıp döndüm diye kimse beni suçlayamaz."

Elinde tuttuğu telefonu arabanın ön kısmına doğru neredeyse fırlattı cümlesini bitir bitirmez. Jihyun ararsa diye sürekli elindeydi ama onun aramayacağını o an kabullendi ve dedikleriyle çelişmesin diye bunu umursamadığına dair kendini ikna etmeye çalıştı.

"Neler döndüğünü bilmiyorsun."

"Sorun tam da bu değil mi?"

Yoongi o küçük veletin ondan kaçmış olduğunu kabullenemiyordu bir türlü. Ondan bir şeyleri saklaması ve ona sığınmamış olması neden böyle yetersiz ve değersiz hissettiriyordu?

Yeteri kadar güvende hissettirmemiş miydi Yoongi'nin kolları? Yanında olamamış mıydı ihtiyacı olduğunda?

Neden kimseye bir şey demeden öylece çekip gitmişti?

Yoongi olgun ve anlayışlı bir adamdı. Sadece zaman isteseydi bile bunu kabul ederdi. Ama dünden beri çalmayan telefonunu ve her aradığında ona ulaşılamadığını söyleyen kadının sesini kabullenemiyordu.

"İnan bana geri gelecek. Ona acımasız olma. Sana ihtiyacı olduğuna eminim."

Büyük olan buna cevap vermek yerine Hoseok'un arabayı park etmesini bekledi. Midesine bir şey girmediği için karnı gurulduyordu ama duymamazlıktan geldi ve Hoseok'tan önce arabadan indi.

Ve arabada söylediği şeylerle çelişecek şekilde telefonunun sesinin açık olup olmadığını kırkıncı kez kontrol etti açık renk kotunun cebine koymadan hemen önce. 

Tıpkı ona çok kızgın olduğunu, kendisi arayana kadar onu aramayacağını söylemesine rağmen sabah Hoseok ile onu bulmaya çıkmasının ironikliği gibi.

***

Aynı hatayı ikinci kez yapamazdın. 

Çünkü ikinci kez yaptığında, bu bile bile yanlış yapmak olurdu.

Ve Jimin, elindeki kağıtta yazılı olan numarayı telefonuna girerken yanlış yapıyormuş gibi hissediyordu.

Saat öğleyi çoktan geçmişti. Jihyun'un telefonu hala kapalıydı ve Hoseok ile Yoongi, onu bulamadan geri dönmüşlerdi. Bu Jimin'e kardeşinin neden ondan kaçtığını düşünmesi için yetmişti ve dün gece gördüğü rüya da aklındaki soru işaretlerini gidermişti. 

Jimin kardeşini suçlamıyordu, tıpkı ablasını suçlamadığı gibi. Fakat merak ediyordu Jihyun'un kendisiyle birlikte Yoongi'yi de geri de bırakmasının asıl sebebini. Kardeşi bilmediği neyi biliyordu da, kaçıp gitmişti.

Belki de sırf bu merak için Ma Ri'nin dediği saatte onu geri arıyordu şimdi.

Odadaydı. Yatağın hemen yanında dikiliyordu telefonu kulağına tutarken. Elleri bir deja vu hissiyle titremeye başlarken telefondan gelen arama sesini dinliyordu. Arama sesi uzun bir süre gelince Jimin Ma Ri'nin telefonunu açmayacağını düşündü ve bir anlık da olsa rahatladı. 

Eğer açmasaydı, tekrar aramayacaktı.

Çünkü Jungkook'la anlaşmaları böyleydi. 

''Jimin?'' Telefonun ucundan ses geldiğinde, Jimin kendini onun telefonu açmayacağına hazırlamış olmasından dolayı irkildi. Ne diyeceğini bilemediğinden gözlerini yatakta oturup kendisini seyreden sevgilisine çevirdi sonuna kadar açarak. 

Jungkook onun kocaman olmuş gözlerine bakarken uzanıp boştaki titreyen elini tuttu ve güven vermek istercesine sıktı.

''Aramamı istemiştin.'' dedi kısaca Jimin. Ne demesi gerektiğini bilemiyordu sahiden.

''Evet, evet istemiştim. Aradığın için minnettarım.''

''Ne istiyorsun?''

O ana kadar düşünemediği şey, birden aklına doluverdiğinde korkuyla bir adım geri atıp elinin Jungkook'un tutuşundan kurtularak boşlukta sallanmasına neden oldu. Jungkook kaşlarını çatarak ona baktığında Jimin'in gözleri korkudan dolmuştu.

Ya, diyordu beynine sızan düşünce. Ya Hyuk, Jihyun'u yakaladı ve tehdit ettiyse? Jihyun bu yüzden mi kaçmıştı? Hayır kaçmamıştı, bilerek gidip teslim mi olmuştu Joon Hyuk'a?

O an Ma Ri'nin yine kendi ayaklarıyla o herife gitmesini istemesinden çok korktu Jimin. Çünkü bunu isterse, bu sefer öylece gitmesine izin vermeyeceğini biliyordu Jungkook'un. 

Jimin de gidemezdi zaten. 

''Benimle buluşabilir misin?'' Ma Ri konuştuğunda Jimin'in korkudan dolayı açık olan gözleri kısıldı ve kendisine çatık kaşlarla bakmaya devam eden Jungkook, elini tekrar Jimin'e uzattı.

''Neden seninle buluşayım?'' Konuşurken Jungkook'a tekrar yaklaşmış ve elini tutmuştu. 

''Benimle buluşmayacak olsan beni aramazdın Jimin.''

Pembe'si derin bir nefes alırken küçük olan onun dizlerine oturmasını sağladı, tuttuğu eliyle kucağına çekerken. Böylece konuşulanları o da duyabilecekti. 

''Şimdi bana doğruyu söyle anne, Jihyun yanında mı?'' Ma Ri'yi asıl arama sebebi buydu, Jungkook onunla buluşmasına izin vermeyeceğini söylemişti.

''Jihyun seninle değil mi?'' Ma Ri tedirgin ve meraklı bir tonda konuştuğunda, Jimin'in gözleri yine Jungkook'u buldu. Sevgilisinin yüzünü huzursuzdu ve sanki saçları da bunun farkında gibi, dağınık ve karışık duruyordu.

''Dünden beri ortada yok. Telefonu da kapalı. Sen nerede olduğunu bilmiyor musun gerçekten?''

''Aman Tanrım. Ya Hyuk onu bulduysa? Eğer öyleyse... Kang Dae'yi öğrenmiş olabilir. Jimin, zamanımız çok az. Benimle en kısa sürede buluşmak zorundasın.''

''Sana güvenmiyorum.''

''Hayır anlamıyorsun... Jihyun onunlaysa beni de tehdit edecektir. Hayır, Jimin oyun falan yok. Senin istediğin yerde buluşabiliriz tamam mı? Yanımda sadece Kang Dae olacak ve inan bana, o güvenebileceğin tek kişi.'' Ma Ri'nin sesinin titrediğini açıkça duyuyordu Jimin. Deyimi yerindeyse, eli ayağına dolaşmış gibi bir hali vardı. 

''Yanılıyorsun. Güvenebileceğim tek insan tanımadığım o herif değil. Ben zaten-''

''Evet evet, biliyorum. Jimin vaktimiz çok az diyorum. Hyuk'un bu zamana kadar sessizce beklemesi seni endişelendirmiyor mu? Bu sefer öylece şehri terk etmene izin verir mi sanıyorsun?''

Jimin her şeyi duyan sevgilisinin bir şey demesini bekledi. Kendi başına karar vermeyecekti. Her ne yapıyor olursa olsun, bunun kararını onunla birlikte alacaktı. 

Bir daha asla Jungkook'un kendisinden uzaklaşmasına izin veremezdi. 

Jungkook gözlerini kısıp odayı taradı gözleriyle. Jimin onun bir karar vermeye çalıştığını biliyordu. Kucağında ses çıkartmadan onun bir şeyler demesini bekledi. Telefon hala kulağında asılıydı. 

''Jimin?'' 

Ma Ri tekrar seslendiğinde, Jungkook da konuştu. ''Buluşma yerini ve saatini mesaj atacağını söyle. Eğer bir oyun oynamaya çalışırsa, cinsiyet ayırmadan onu öldürürüm.'' Jimin gözlerini kırpıştırarak kendisine baktığında sevgilisinin bacağını pat patlayarak ekledi.  ''Evet, söyle bunu. Sevgilim seni öldürecekmiş de. Aynen böyle söyle.''

Jimin dudaklarını, Jungkook'un söylediklerini aktarmak için açtı fakat Ma Ri, telefonun dibinde hırlayan Jungkook'u duymuştu çoktan. 

''Kimseye söyleme demiştim.''

''Jungkook kimse değil.''

''Her neyse, sorun olmaz diye düşünüyorum. Belki onunla gelmen daha iyi olabilir.'' Ma Ri, düşünüyormuş gibi birkaç mırıltı çıkarttıktan sonra devam etti. ''Pekala, buluşma yerini dediği gibi mesaj atmanızı bekleyeceğim. Lütfen orada olun.''

''Ma Ri!'' Jungkook artık sabredemediğini belli edercesine bir hışımla Jimin'in kulağındaki telefonu yakaladı. Sesi öyle keskindi ki, Jimin ona doğru küçüldü ve göğsüne tutundu. ''Beni duydun. Eğer Jimin'e zarar verecek bir şey yaparsan, seni kendi ellerimle öldürürüm. Gözümü bile kırpmam. Anladın mı?''

''Ben Jimin'e zarar vermedim hiçbir zaman.''

Jungkook histerik bir kahkaha attı ve sonra aniden ciddileşti. Dışarıdan bakan biri için, psikopatmış gibi görünebilirdi ama Jimin onun duygu karmaşası yaşadığını biliyordu. Göz bebekleri kocaman olmuştu. 

''Her neyse, ben seni önceden uyarmış oldum.''

Ma Ri manidar bir  şekilde nefesini dışarı saldı seslice. Sürekli suçlanılmaktan bıkmış gibiydi. Sonra meydan okuyan bir sesle konuştu ancak sesi kısıktı.  ''Peki, ben de seni Jimin'in öğreneceklerinden sonra onu toparlaman gerekeceği konusunda uyarmalıyım o zaman Jungkook. Kabullenmesi zor şeyleri öğrenecek ama öğrenmek zorunda. Her şey bir anlam kazanmalı değil mi?''

Jungkook'un gözleri Jimin'in harelerine kenetlendiğinde, büyük olan merakla sevgilisinin kasılan yüzünü süzüyordu. 

Ma Ri telefonu kapattığı için Jungkook telefonu kulağından indirip yatağın üstüne bıraktı sessizce. 

''Seni sinirlendirecek bir şey mi söyledi?'' 

Jimin masumca sorduğunda, diğeri onun belini daha sıkı vardı ve iyice kendi göğsüne doğru çekti onu. 

Evet, şimdi korkması sırası Jungkook'taydı. Ma Ri sadece blöf yapıyor da olabilirdi ama Jungkook öyle olmadığını biliyordu. Bu yüzden olacaklardan korktu. Çünkü bebeğinin daha ne kadar şeye dayanabileceğini bilmiyordu. 

Tek bildiği Jimin'in ondan çok daha güçlü olmasıydı. Jungkook travmasını atlatamamış ufak bir erkek çocuğuydu kendisine göre fakat Jimin, hep çabalayan ve hayata karşı savaşmayı hiç bırakmayandı. 

Jungkook ona hayrandı.

Ancak görüyordu, Jimin artık çok yorgundu.

''Hayır. Bir şey demedi.''

''Emin misin?''

''Elbette bebeğim.'' Jimin başını göğsüne bırakınca diğeri başının tepesinden öpüverdi onu. Bir eli sırtını okşarken diğer eli bacağını tutuyordu.

Jimin düşünceleri içinde kaybolduğu birkaç dakika sessiz bir fırtınayı andırdığını düşündü Jungkook. İçinde kim bilir nelerin savaşını veriyordu ama dışarıdan dingin bir deniz gibi, durgundu.

Ağlamasını veya kendini yıpratmasını istemiyordu ancak böyle içine attığında daha çok endişeleniyordu küçük olan.

Dizlerinin üstünde ve beyaz yumuşak kazağının içinde küçücük geliyordu gözüne Pembe'si. Küçücük ve çok masum. 

Jimin aklında susturamadığı seslerin etkisiyle konuştu bir süre sonra. ''Jihyun onunla da değilse... acaba o da ablam gibi...'' Devamını getiremediğinde iç çekip sustu sadece. Söylemeye korkuyordu. 

Ablası ve kardeşi, Park soyundan olup Jimin'in ailesi olarak gördüğü tek kişilerdi ve onların hiçbir zaman kendisine sırt çevireceğini düşünmemişti. Bunu öylece kabullenemeyeceğini biliyordu ancak sesini de çıkartamıyordu.

Fakat kalp kırıkları etine batıyordu.

''Eminim ki bilmediğimiz şeyler var. Ne olduğunu bilmediğimiz sürece peşin hüküm verme tamam mı?''

''Onları suçlamıyorum.'' Jimin başını sakladığı göğüsten kaldırıp Jungkook'un yüzüne baktı. ''Hatta onları anlıyorum.''

''Jimin...'' Küçük olan onun pembe saçlarını alnından geriye doğru tararken fısıldadı. ''O kadar güzel bir ruhun var ki...'' Uzanıp onu öptü. Kısacık ve yumuşacıktı.

Elinden hiçbir şey gelmiyor oluşu Jungkook'u mahvediyordu. Pembe'sinin göz pınarlarındaki yaşları engelleyememek öyle çok zoruna gidiyordu ki, onu öperken bile içi eziliyormuş gibi hissetmeyi engelleyemiyordu. 

''Yanımda olduğun için teşekkür ederim Jungkook.'' Jimin, Jungkook'un dudaklarına doğru, dün geceden beri olan yoğun bir minnet hissiyle  fısıldadı. 

''Hey, Pembe. Bunun için teşekkür mü ettin sahiden?'' 

Jungkook yalandan bir öfkeyle sorduğunda Jimin gülümsedi ama dikkatini çeken asıl şey ona hitap etme şekliydi. ''Pembe mi?''

''Hmmm,'' Jungkook tekrar öptü onun dolgun dudaklarını. Elleriyle yüzünü de yakalamıştı ama öpüşünü derinleştirmedi. Ufak kelebek öpücükleri gibiydi. ''Pembe.''

''Çok hoşuma gitti bu.''

''Öyle mi Pembe?'' 

Jimin alnını onun alnına dayarken hoş bir tını yaydı odaya.''Öyle.''

 Kıkırdaması Jungkook'u da güldürmüştü. Yanaklarını okşarken gülüşünden öptü son kez ve geriye çekildi. ''Hadi diğerlerine haber verelim. Hoseok buluşmayı nerede yapmamız gerektiğini bize söyler. Ona birkaç adamının bizimle gelip gelemeyeceğini soracağım. Ma Ri'ye güvenmiyorum.''

''Sen nasıl istersen.'' Pembe tatlı bir tonla söylediğinde, Jungkook gözlerinden ışık saçar gibi onun yüzünü süzdü. 

Jimin'in artık gerçekten kendisini anladığının farkındaydı Jungkook, bu yüzden büyük olanın gözlerinde gördüğü minneti yadsımıyordu. 

Minnet duymasını istediğinden değil ama Jimin'in, öleceğini bilse bile yanında kalmak istediğini anladığında kendisine gereksiz bir minnet duyacağını tahmin etmek zor olmamıştı.

Jimin onun bacaklarının üstünden kalkarken diğeri belini tutup kalkmasına yardımcı oldu ve  arkasından kalkıp kollarını beline sardı. Çenesini omzuna bırakıp öyle yürümeye çalıştığında, kıkırdamıştı Jimin. 

Jungkook o kıkırdarken pofuduklaşan yanağını ısırdı hafifçe ve kısa olanın daha fazla gülmesine neden oldu. Sevgilisinin gülüşüyle kendi gözleri de kısılmıştı. 

Muhtemelen, fırtınadan hemen önceki son tatlı meltemdi yüzlerine çarpıp onları gülümseten. Jungkook biliyordu ki, içinde bulundukları an rüzgar hırçınlaşıp canlarını yakmadan önceki kısıtlı süreydi.

Çünkü fırtına, tekrar kopmak için uzaktan bir yerlerden gürlüyordu ve Jungkook, gök gürültüsünün sesini artık çok iyi duyuyordu.

***


Herkes huzursuzdu. Elbette. 

Güneş batmıştı ve Jihyun hala ortada yoktu. 

Kimse ne olduğunu bilmiyordu fakat hepsi fırtınanın sesini duyuyordu. Herkes bir şeylerin olacağını, kötü şeylerin ortaya çıkacağını hissediyordu içten içe ancak kimse bunun üstüne konuşmuyordu. 

O akşam fazladan konuşmaya gönüllü olan yoktu zaten, Jimin'in etrafında bulunan herkes yanlış bir şey söyleme endişesiyle dudaklarını ısırıp duruyordu. Öyle ki, Taehyung ve Hoseok bile hiç birbiriyle atışmamıştı.

İkisi de sessizce ve uyumlu bir şekilde akşam yemeğini hazırlıyordu mutfakta. 

Yani o an kadar.

''Bıçağı uzatır mısın?'' Taehyung konuşmaya bile hali yokmuş gibi söylediğinde Hoseok'un gözlerini üzerinde hissetti ama başını kaldırıp bakmadı geri. Hoseok bıçağı uzattığında dikkatsizce eline almaya çalıştı ve keskin tarafının parmağını sıyırmasına neden oldu.

Ufak bir sızlanma çıkartırken dişlerinin arasından, elini hızlıca geri çekmişti. Bıçak yere çarpıp çiğ bir ses çıkarttı.

''Dikkatli olsana Taehyung.'' Hoseok arkasından ona yaklaşıp parmağını görebilmek için başını omzunun üstünden uzattı. ''Kesilmiş mi?''

Taehyung kulağının dibinde konuşurken verdiği nefesi duyunca yerinde sıçrayıp ondan uzaklaştı. Ürkmüş gibi duruşu Hoseok'un kaşlarını çatmasını sağlamıştı. 

''Hey, bilerek yapmadım. Bakmadan bıçağı tutan sendin. Neden seni bıçaklamışım gibi bakıyorsun bana?''

''Ben sadece... Sadece... Öyle bakmıyorum ki... Üzgünüm.'' 

Taehyung kesik kesik konuşup gözlerini ondan kaçırdığında Hoseok bir derdi olduğunu biliyordu. ''Sorun ne? İyi misin sen?''

''İyiyim. Sorun yok.''

Taehyung'un konuşurken daha fazla kendisinden uzaklaştığını fark etti büyük olan ama üstelemedi. ''Acıyor mu? Bekle, senin için yara bandı getireyim.''

Mutfağın çıkışına doğru ilerlerken Taehyung'un dalgın ve dağılmış yüz ifadesine göz gezdirdi. Ne olduğuna dair bir fikri yoktu. Sadece ona böyle davranmasını sağlayacak bir şey yapmadığını biliyordu. 

En azından kendisi yapmamıştı ama ona çok benzeyen başkalarından da haberi yoktu.

***

''Jihyun nerede?'' Namjoon'un sesi telefonun diğer tarafından duyulduğunda bir anlığına herkes nefes almayı bile bıraktı. Bütün gözler Jimin'e döndüğünde, Pembe huzursuzca bir nefes saldı dışarı. 

Kimseden çıt çıkmadığını fark eden Seokjin, Namjoon'un pot kırdığını fark edip telefonu eline aldı ve ekrana yüzünü yakınlaştırıp ''Aman Tanrım!'' dedi. ''Sivilce mi çıkmış pürüzsüz cildimde?''

Kimsenin doğru düzgün bir şey yemediği bir akşam yemeğinin hemen sonrasıydı. Onları merak edip özleyen Seokjin ile Namjoon, Taehyung'u görüntülü aramışlardı.  

Taehyung abisiyle konuşmak yerine telefonu direkt Jungkook'a verdiğinde Seokjin bir sorun olduğunu anlamıştı ancak o an tahmin edemediği şey, muhtemelen birden fazla sorunun oluşuydu. 

Her ne dönüyorsa daha sonra öğrenebilirdi, şimdi zaten olmadığı belli olmayan tatlarını neler olduğunu irdeleyerek daha fazla bozmayacaktı.

Jimin'in ruhsuz gülüşü duyulduğunda, Yoongi tekli koltukta bir ölü gibi oturmayı bırakıp yerinden kalktı ve salondan hızlıca sıvışmaya çalıştı. Lakin Jungkook'un radarına çoktan yakalanmıştı. 

''Hyung?'' Onu yukarıdaki koridorun sonunda bir sigarayı ateşlerken yakaladı. ''Sahiden içecek misin onu?''

''Evet.''

''Hyung çocuk gibi davranma.'' 

''Jungkook...'' diyerek saldı ciğerine çektiği dumanı geri Yoongi. Yorgun ve usanmış görünüyordu. Siyah saçları yaramaz bir şekilde alnına dökülmüştü. Gözleri her zamankinden daha kısıktı ve beyaz, pürüzsüz teninde koyu mor halkalar belirmişti. 

Onun kendisine gitmesini söyleyeceğini bildiğinden konuşması için fırsat vermedi Jungkook. Balkonun soğuk mermerine yaslandı tıpkı onun gibi ve dikdörtgen balkonda gidecek başka yer yokmuş gibi dibine girip omzunu omzuna çarptı. ''Nasıl hissettiğini tahmin edebiliyorum. Geride kalan olmakla ilgili yani.''

Dumanı geri salarken ve dudaklarından çıkan şekilleri izlerken başını iki yana salladı, söylediklerini kabul etmediğini gösterircesine kısa olan. ''Jimin'in yaptığıyla bunu bir tutma. Jimin zorundaydı.''

''Belki Jihyun da zorundaydı. Ne olduğunu bilmiyoruz ki.''

''Benim zoruma giden zaten bana söylememesi. Benden saklaması.''

''Jimin bana söylemeyip gittiğinde, bu benim de zoruma gitmişti. Seni anladığımı kabul et.'' 

''Anlasan ne olacak? Bu neyi değiştirir sanki?'' Huysuz bir yüz ifadesi vardı. Muhtemelen kalbinin kırıklığı teninden sızmasın diye maskelemişti kendisini bu ifade ile ama Jungkook bu oyunu daha önce oynamıştı.

Jungkook ona sarılmak için kolunu uzattığında -siyah uzun kollusu kolunda geriye sıyrılmıştı bu hareketle- bu Yoongi'nin bir hışım geriye gitmesine neden oldu. ''Hey çocuk! Bana teselliye ihtiyacı olan umutsuz bir aşıkmışım gibi sarılmayı mı düşünüyorsun cidden? Aklını mı kaçırdın?''

Jungkook sırıttı. Saçları ikiye ayrılmış ve alnını açıkta bırakmışlardı. ''Bunu böyle ifade etmezdim ama evet, sarılacaktım. Sarılmanın nesi bu kadar kötü?'' Çenesiyle yüzünü işaret ettiği büyüğünün.  ''Yüzünü buruşturacak kadar.''

''Bunu sen mi diyorsun? Geçmişindeki buz dağını unuttun sanırım.'' Yoongi sigarasının külünü dışarı atarken bir yandan da alnındaki saçları yana atıyordu boştaki eliyle. İşin komiği, elindeki sigara bile Jihyun'un burada bıraktığı pakettendi.

Bir an acınası hissettirmişti. 

''Unutmadım. Bu yüzden bu kadar net bir şekilde seni anladığımı söylüyorum ya işte.''

Jungkook'un kendisine anlayışla bakan koca gözlerine göz devirdi büyük olan ama onun inatla gelip kollarını omuzlarına sarmasına, yüzünü buruşturarak izin verdi. 

''Bana sorarsan... Jihyun seni seviyordu. Bu konuda için rahat olsun.'' Jungkook net bir şekilde söyledi. Söyleyip söylememek arasında kalmıştı ama içinde tutmanın bir anlamı yoktu. ''Seni tanıyorsam onun için bir heves olduğunu düşündüğüne eminim ama bence öyle değildin. İnan bana, erkeklerden hoşlanabileceğimi daha önce keşfetmiş olsam ben bile senden hoşlanabilirdim.''

Yoongi sonlara doğru Jungkook'un sesi, sevimli ve dalga geçen bir hal aldığında tısladı ve ittirdi onu. ''Git işine çocuk. Benimle eğlenme.''

''Ne? Ciddiydim.'' 

''Jungkook. Ne istiyorsun? Gitsene buradan.''

''Bir şey istemiyorum. Kötü hissettiğinde yanında birilerinin olmasının iyi geldiğini biliyorum sadece. Jimin'den önce kimseyi istemiyormuş gibi davransam da, sen veya Taehyung benimle olduğunuzda, aslında bunu seviyordum.''

Yoongi yaramazca gözünün önüne düşen saçlarını geriye tarayıp alnını açtı. ''Çok zor bir heriftin. Jimin gerçekten seni nasıl çözdü bilmiyorum.''

Yoongi gıcık bir tonla konuştuğunda, Jungkook güldü sessizce. ''Diyene bak sen...''

***

Komedi filmi izlemek Jungkook'un fikriydi. 

Tek istediği Jimin'in boğulduğu düşüncelerden biraz olsun uzaklaşmasıydı fakat kimsenin filmi izlediği falan yoktu. Dolaylı olarak filmin bir işe yaradığı falan yoktu ama eve hakim olan yoğun sessizliği kapattığı için kimse kalkıp kapatmıyordu. 

Jimin, Jungkook'un göğsüne kıvrılmış; boyun girintisine sığınmış, boş gözlerle televizyonun ekranına bakıyordu. Kafasındaki düşünceler öyle karmakarışıktı ki, yumak olmuş ip yığını gibi, ucu ve sonu belirsizdi. 

Yarın kendisini neyin beklediğini, Kang Dae'nin kim olduğunu, Jihyun'un nereye gittiğini ve Joon Hyuk'un neyi beklediğini düşünüp duruyordu ancak tek bir cevabı yoktu kafasını dolduran sorulara. 

Aklını kaçıracakmış gibi hissediyordu. 

Ufak parmakları büyük ele sarılmıştı. Jungkook'un boştaki eliyle saçlarını okşayışına odaklandı, düşünceleri boğazına dolandığında. Arada bir şakağına bırakılan öpücükler gevşemesine yardımcı oluyordu. Eğer Jungkook olmasaydı, aklını kaçıracakmış gibi hissetmez; muhtemelen aklını tamamen yitirirdi. 

Sürekli hissettiği minnet hala oralarda, göğsünün köşelerine asılıydı. 

Çenesini göğsüne yaslayıp alttan bir bakış attı ona. Dudağının altındaki beni açıkça görebiliyordu. Sırf o beni öpmek için yukarı uzandığında, göğüs kafesine giren ağrı nefesini kesti fakat hiç canı yanmamışcasına bıraktı dudaklarını o ufak benin üstüne. 

Jungkook'un gözleri yıldızlarla doluydu Jimin'e bakarken. Beninden öpüldüğünde, gözleri ince  göz kapakları tarafından örtüldü istemsizce ama hemen sonra geri açtı gözlerini.

Jimin, onun yıldızlarında kaybolabilmeyi diledi o an. Gözleri öyle güzel bakıyordu ki kendisine ve bütün evreni öyle güzel sığdırmıştı ki gözlerine, Jimin her şeyi geride bırakarak onun parlak gözlerine karışıp, oradaki yıldızlara dokunmayı çok istedi.

Uzun olan, göğsüne bir kedi gibi kıvrılmış sevgilisinin ne kadar yorgun olduğunu görebiliyordu onun güzel gözlerine baktığında. Düşünceleri sanki göz pınarlarından akıyordu, öyle doluydu kafası biliyordu. 

Yorgunluk, kirpiklerinden sarkıyordu. 

Uzanıp kirpiklerini öptü narince. 

''Hadi seni yatağa taşıyayım.'' Fısıldarken saçındaki elini çenesine indirmiş, o çıkıntıyı okşamıştı. 

Jimin dudak büzdü. ''Yoongi hyungun yanına gideceğim. Odadan hiç çıkmadı. Onunla konuşsam iyi olur.''

''Konuşmakta iyi değildir ama gidip şansını dene.''

Jimin derin bir nefes alıp yavaşça geri verirken gözlerini yumdu. Saçları, Jungkook'un elleri yüzünden karman çorman olmuştu. Koyu halkalar hemen gözünün altında duruyorlardı. ''Bana kızacağını biliyorum bunu söyledim diye ama... kendimi suçlamaktan geri duramıyorum.''

''Jimin-'' 

Jungkook karşı çıkmak için anında kaşlarını çatarken Jimin onu susturmak için ufak baş parmağıyla dudaklarını okşadı onun ve gözlerinde çakmaya başlayan şimşekleri gördü hemen. ''Hayır, dinle. Bir etrafına bak. İnsanlara bak Jungook.''

Salonda, Jimin ve Jungkook'un uzandığı geniş koltuğun hemen karşısındaki balkonda oturuyordu Taehyung. Oraya ne zaman çıktığını bilmiyordu ikisi de ancak Jimin son on dakikadır onun çökük omuzlarına göz gezdirip duruyordu. Rüzgar saçlarının arasından parmaklarını geçirirken Taehyung, düşüncelerinin arasında sızmış gibi duruyordu.

Hoseok tekli koltukta iki büklüm uyuyakalmış, dağılmış saçları alnına düşmüştü. 

Yoongi odadan çıkmıyordu ve Jihyun gitmişti. 

''Sen beni dinle.'' Jungkook onun belinden sıkıca tutarak oturur hale geldi koltukta. Jimin hala kucağındaydı. Alnına düşmüş bir tutamı kulağının arkasına koydu ve sevgilisinin güzel yüzünü süzdü. Yaraları iyiden iyiye geçiyordu. ''Yoongi kardeşinle yatarken ve onunla bir ilişkiye başlarken kendi kararlarını kendi verdi. Kimseye danışmadı ve senin bu işin içinde kesinlikle parmağın yoktu. Hiç karışmadın bile.''

Jimin dudaklarını aralasa da, uzun parmağını onun dudaklarına koyma sırası Jungkook'taydı. ''Bölme beni. Hoseok'a gelirsek, Joon Hyuk onun babasının ortağı. Sadece senin için bize yardım etmiyor. İşin ucunda kendi şirketi de var, bunu biliyorsun değil mi?''

Jimin'in gözlerinin içine bakarken anlaması için tane tane konuşuyordu. Pembe başını salladığında, konuşmaya devam etti. ''Taehyung senin için burada. Ve benim için. Aynı zamanda bütün ergenliğinde onun götünü kollayan Yoongi için.''

Jimin burukça gülümsediğinde parmağını dudağından çekip kendi ince dudaklarını onun  dolgun dudaklarına bastırdı ve elleriyle yüzünü sıkı sıkı tuttu. ''Ve Jimin. Hepsi seni çok seviyor. Seni gerçekten çok seviyorlar. Kendini bir şeyler için suçlamayı bırak artık. Hiç hak etmediğin halde, sürekli bedel ödeyen sendin zaten. Neden kendinde bir suç arayıp duruyorsun?''

Jimin gözlerini kırpıştırıp dudaklarını dişiyle ezmeye başladığında, küçük olan yanaklarında duran ellerinden birini onun elini tutmak için kullandı. ''Seni sevilmeyecek biri olduğuna inandıran o canavarların bedel ödemesi için her şeyi yapacağım.'' Tıslar gibi konuşurken kaşları neredeyse ortada birleşecekti. 

Öyle bir ailesi vardı ki kucağındaki bu pembe kediye, böyle masum ve böyle güzel olmasına rağmen sevilmeyi öğretmemişler ve bu pembe kediyi iğrenç bir şekilde sevilmeye değer olmadığına ikna etmişlerdi. Jungkook onlardan nefret ediyordu. 

Kan bağı var diye, illa ailesi olacak değildi kimse kimsenin. Jungkook Jimin için anne de, baba da olurdu. Onun her şeyi olurdu. 

Onun için her şeyi yapardı. 

Çünkü zaten, Jungkook'un kanından kimse kalmamıştı ve Jimin onun ailesiydi. 

Pembe, sevgilisinin kırışan alnını kısa parmaklarıyla düzeltmeye çalışırken gözlerini ondan kaçırdı. 

''Sen bu hayatta gördüğüm sevilmeye en çok hak eden kişisin. Keşke kendini benim gözlerimden görsen. Keşke sana nasıl taptığımı bilsen.'' 

Jungkook derin bir sesle konuştuğunda, Jimin'in hareleri onun koyu ve yuvarlak gözlerini buldu. Koyu renk saçları dalgalı duruyordu. ''Jungkook... seni çok seviyorum.''

''Sana tapıyorum Park Jimin.'' Uzanıp dolgun alt dudağını kendi şekilli dudaklarıyla yakaladığında Jimin'in dudağının gerilişini hissetti. Tatlı bir öpücük bahşettikten hemen sonra, pembe, yumuşak et parçalarının üstüne doğru fısıldadı yıldızlı gözlerini, çakmak çakmak olmuş gözlere kenetlerken. 

''Kabulleneceksin Pembe. Senin elini ölsem bile bırakmayacağımı kabullendiğin gibi, en güzel sevilmeleri hak ettiğini kabulleneceksin. Sana taparak öğreteceğim bunu.''

***

Yoongi yatakta dümdüz, kıpırtısız bir halde uzanıyordu. Siyah saçları beyaz yastığa tezatlık oluşturacak şekilde saçılmıştı. Yorgan ayaklarının ucunda yumak halindeydi ve çıplak ayakları üşüyordu.

Kızgındı. Hem de  öyle çok kızgındı ki, yapabilse kendini bütün yüzü yer değiştirene kadar döverdi. 

Nasıl inanabildim, diye düşünüp duruyordu. Bir heves olduğumdan böylesine eminken, nasıl izin verdim ki ona?

Kafasındaki sesler öyle fazlaydı ki, bundan nefret etmişti. 

Bazı sesler çok acımasızdı. Yoongi onların sesini kesmek için biraz önce yastığı kulaklarına bastırmıştı ama hemen orada, kafasının içinde çınlayıp duruyorlardı. 

Bazı seslerse hala Jihyun'un tarafındalardı. Onun bakışlarının gerçek olduğu konusunda çok ciddiydiler. Yoongi onlar inanmayı çok istiyordu ama içten içe bu acizliğine gülmesi gerektiğini de biliyordu. 

Tam da bu karmaşanın içinde hırpalanmış bir haldeyken kapıyı tıkladı Jimin. Yoongi umursamadı bu küçük tıkırtının sahibini fakat Jimin ufak ayaklarıyla içeri adımlayıp yatağın ucuna geldiğinde, gözlerini onun üstüne bıraktı.

''Jimin-ah?''

''Hyung... Gelebilir miyim?'' Jimin yatağı işaret ettiğinde, Yoongi şaşırdı fakat yana kayıp ona yer açmıştı hiç düşünmeden. 

Jimin beyaz yorganın ucunu tutarak yatağa tırmandı. Önce Yoongi'nin üstüne örttü, sonra kendisi içine girdi ve büyüğüne doğru yanaştı. 

Başını yastığa, onu görecek şekilde koydu ve ''İyi misin?'' diye mırıldandı. ''Odadan çıkmıyorsun.''

''İyiyim.'' Yoongi ezbere söyledi ama Jimin iyi bilirdi, basit bir ''iyiyim''in çok iyi yardım çığlığı olabileceğini. 

''Çok üzgünüm hyung. Keşke nerede olduğunu ve neden gittiğini bilseydim. Keşke bunların hiçbiri yaşanmasaydı. Keşke beni hiç tanı-''

''Jimin.'' Yoongi sert bir sesle söylediğinde sustu Pembe. Dudakları büzülmüştü. ''Yataktan tekmeleyerek düşürürüm bak seni. Sakın o cümleyi bitirme.''

''Kendimi suçlamam gerektiğini düşündüğünüzü biliyorum. Biraz önce Jungkook da kızdı ama bütün bu olayların merkezinde ben varım.''

''Herkes kendi seçimlerini kendi yaptı Jimin. Jihyun'u reddetmeye devam edebilirdim ama onunla olmayı ben seçtim. Buraya gelmeyi ben istedim.'' Jimin'in saçını kulağının arkasına koyarken ona yaklaştı. ''Hepimiz burada olmayı kendimiz seçtik. Lütfen kendine kötü davranma artık. Sanki yeterince kötülük görmemişsin gibi.''

Jimin'in dolan gözleri, yastığa doğru bir damla göz yaşını uğurladığında, büyük olan işaret parmağının tersiyle yakaladı o damlayı ve narince sildi. ''Şşş ağlama sakın. Jungkook sen ağlayınca çok sinirli bir tavşan oluyor.''

Jimin göz yaşlarının ardından gülümsedi. ''Hyung... iyi ki varsın. Senin mutlu olman için her şeyi yapabilirim.''

''Ben de öyle Jimin-ah. Ben de öyle.'' Kollarını uzatıp onu göğsüne çekti. Jimin de ona geri sarıldığında kafasındaki seslerin sustuğunu fark etti büyük olan.

Jungkook haklıydı. Birilerine ihtiyacımız her zaman vardı. En çok da kendimize, kendimizi sevmeye.

Yoongi tek çocuktu, hiçbir zaman kardeşi olmamıştı. Ta ki Taehyung veletiyle tanışana kadar.  Yoongi onu gerçekten çok sevmişti. Kanından olmayan bu kişi için canını verebilirdi. 

Sonra Jungkook girmişti hayatına ve Yoongi genelde ona sinir olurdu ama her zaman onu gizli bir abi gibi sevmişti ve şimdi de kollarının arasındaki bu adam, annesinin oğlu gibi hissettiriyordu kendisine. 

Yoongi bu adamları çok sevdiğini, gönül rahatlığıyla itiraf edebiliyordu. 

''Gelebilir miyim?'' 

Jungkook başını kapıdan içeri uzattığında, Yoongi bunu bekliyormuş gibi homurandı ve hemen ardından huysuzca güldü. ''Ben de nerede bizim kıskanç tavşan diyordum.''

''Ne kıskanması hyung ya,'' Jungkook davet etmelerini beklemeden içeri girip kapıyı da arkasından kapattığında, Jimin uzandığı göğüsten başını kaldırıp kıkırdadı pıtır pıtır içeri adımlayan sevgilisine.

''Yavrum senin kaburgaların iyileşmedi daha. Öyle yatma, düz yat sen.'' 

Jungkook mırıl mırıl konuşarak yatağın dibine geldiğinde, Yoongi gözlerini devirdi ve yalandan bir öfkeyle tısladı. ''Yemedik sevgilini.''

''Hyung ondan değil ya-'' Jimin tekrar başını Yoongi'nin göğsüne koyup ona sokulduğunda lafını yarıda kesti.  ''Jimin düzgün yatsana sevgilim.''

''Jungkook!'' İkisi de hayretle haykırdığında, bir yandan da yüksek sesle gülmüşlerdi. 

Jungkook ufacık bir çocuk gibi yatağın kenarında duruyor ve elinden çikolatası alınmış gibi bakıyordu onlara.

Yoongi daha fazla kaydı ve Jimin'i de kendisiyle birlikte çekti. ''Gel hadi. Bakma öyle, sinirleniyorum.'' 

Sinirlendiği falan yoktu, çok tatlıydı ve Yoongi bütün karakteriyle ters düşecek şekilde onu ısırmak istemişti. 

Jungkook hemen yatağa tırmandı ve Jimin'in yanında yerini aldı. Sevgilisi hala gülüyordu.

Jungkook onun gülüşüyle huzur dolduğunu hissetti kendi göğsüne. 

Çiçek kokusunu almıştı, gülüşünde kopup gelen.

Pembe, Yoongi'nin göğsünden aşağı kaydı ve, büyüğünün koluna sarılıp başını da onun omzuna bıraktı ancak bedeni Jungkook'a yapışmıştı. Hiç beklemeden kendisinden kalıplı sevgili tarafından anında sarmalanmıştı. 

Jungkook ve Jimin, kaşık pozisyonu şeklinde sarılmak için yaratılmışlardı.

''Böyle uyuyabilir miyiz?'' diye sordu Jimin. 

Diğer ikisi ''Hmm,'' diye mırıldandığında, Yoongi kafasındaki seslerin susmuş olmasının verdiği huzura keza Jungkook da burnunu daldırdığı pembe saçlar arasından sızan kokunun huzuruna bırakmıştı çoktan kendisini. 


***

Rüzgar sert esmeye başlamıştı. Taehyung bunun yarın kopacak fırtınayla ilgili olduğunu düşünmemek için çok uğraşmıştı fakat o her zaman, evrenin kendisine mesajlar yolladığını iddia ederdi.

Belki de bu yüzden, abisi bu saate uyumak yerine onu aramıştı. Evren mesajını Seokjin'e iletmiş olmalıydı çünkü Taehyung ona inanılmaz ihtiyaç duymaya başlamıştı.

''Asıl sen neden bu saate ayaktasın?'' Seokjin Taehyung'un sorusuna soruyla cevap verdiğinde esmer olan omuz silkti sadece. Telefonu kulağına tutuyordu ve karanlık gökyüzünde neden bu kadar az yıldız gözüktüğünü düşünüyordu.

Oysaki kendi evlerinin bahçesinden birçok yıldız göz kırpıyordu onlara. Seul'u sevmemişti. 

''Taehyung, bebeğim. Bütün akşam aklımda sen vardın. Canının çok sıkkın olduğunun farkındayım. Lütfen anlat bana.''

Taehyung abisinin anlayışlı sesini duyduğu an gözlerine biriken yaşları hissetti. Bir boşlama anında olduğunun farkındaydı. Sinirleri çok yıpranmıştı. 

''Hyung,'' dedi. Sesi titriyordu. ''Her şey kötü. Çok kötü ve daha kötü olacak gibi hissediyorum. Bu his boğazımı öyle bir yakıyor ki... Ne yapacağımı bilemiyorum...'' 

''Kendini tutmana gerek yok.'' Seokjin onun ağlamamak için kendisini sıktığını biliyordu. ''Ağlamanda sorun yok.''

Böyle demesi, Taehyung'un sandalyede iki büklüm olmasına yetmişti. ''Seni çok özledim.''

''Bebeğim, ben de seni çok özledim. Eğer istersen hemen atlayıp gelebilirim ya da sen dönebilirsin, biliyorsun değil mi? Seni anlayışla karşılayacaklardır.''

Öne eğildiği için, koyu saçlarının önüne düşmüştü. Gözlerinin önünden çekmeye uğraşmadı, duruşu hala aynıydı. ''Jihyun gitti. Dün. Kimseye bir şey demeden çekip gitti ve ortada yok. Yoongi... o... bence hiç iyi değil ama sesini çıkartmıyor. Her zaman olduğu gibi, kafasındaki tilkileri sadece kendisi görüyor. Ona ulaşmıyorum. Onu öyle görmeyi sevmiyorum.''

''Taehyung... İnan bana yanında olman bile yeter ona. Yoongi'yi bilirsin. O hep içinde yaşar hislerini. Seni itse de sarıl ona.'' 

Taehyung yüzünü yıkayan yaşları elinin tersiyle sildi ve burnunu çekti. ''Jimin yarın annesiyle görüşecek. İyi şeyler olmayacak. Biliyorum.''

''Neden buluşuyor o zaman. Ya Hyuk'un oyunuysa?'' 

Seokjin endişeyle konuştuğunda Taehyung kendi kendine başını iki yana salladı. ''Öyle değil. Öyle bir şey değil. Ma Ri, her şeyin anlam kazanmasından bahsetmiş ve... ben iyi şeyler öğrenmeyecekmişiz gibi hissediyorum.''

''Jihyun'un gitmesi bununla mı alakalı?'' 

''Muhtemelen.'' Taehyung biraz sustu ve hemen ardından, durdurlamayan bir hıçkırık dudaklarından kopuverdi. ''Hyung ben seni sahiden çok özledim. Keşke yanımda olsan ve lisede olduğu gibi, benimle uğraşanlar yüzünden üzüldüğümde azarladığın gibi beni azarlasan.''

''Taehyung... Bebeğim... Başka bir şey mi var?''

''Hiçbir şey düzelmeyecekmiş gibi hissediyorum. Her sabah daha kötü şeylere uyanır olduk sanki. Önceden Jungkook için bir şey yapamıyor olmak beni çok üzerdi, sonra Jimin... Onu Hyuk'un elinden ilk aldığımızda, buraya getirmişlerdi ve Jihyun, Jimin'i görünce sinir krizi geçirmeye başladı. Ben... o zaman çok çaresiz hissettim. Öyle çaresiz hissettim ki, aklımı kaçıracak gibiydim. Şimdi de öyle hissediyorum. Yoongi yüzünden... Ben yetişemiyorum. Yetemiyorum.''

''Bir tanem, beni dinle. Aç o kulağını ve iyi dinle hem de! Yapabileceğinden çok daha fazlasını yapıyorsun farkında mısın? Bütün düzenini bırakıp nefret ettiğin şehre gittin. Her zaman yanlarındasın. Bütün desteğin onlarla, her zaman onlar için hazırsın. Sen zaten harika birisin. Senin gibi biri nasıl olur da işe yaramaz hisseder?'' 

Seokjin'in sesi çok netti. Söylediklerinin doğruluğundan çok emindi. ''Hepsinin sana minnettar olduğuna yemin edebilirim. Kendini bu konuda suçlama ve şimdi bana asıl anlatman gereken şeyi anlat. Lise konusunu boşuna açmadın sen. Kardeşimi tanıyorum.''

Taehyung bir müddet sessizce göz yaşı döktü oturduğu sandalyenin tepesinde. Üzerindeki sarı triko inceydi ve rüzgar saçlarının arasından girip çıkıyordu. Üşüdüğünü hissediyordu. Tüyleri diken diken olmuştu.

''Jihyun'un arkadaşı... Hoseok...''

''Evet?''

''Ona benziyor.''

''Kime ben-Ah hayır, o mu?'' 

Abisinin alnının endişeyle kırıştığını hissedebiliyordu Taehyung. Saçlarını geriye doğru taradı uzun parmaklarıyla ve derin bir nefes aldı. ''O değil. Sadece, benziyordu işte. Belki benim alınganlığımdan bilmiyorum ama en başta tıpkı onun gibi homofobik olduğunu düşündüm Hoseok'un da. Zengin züppesinin teki gibi geldi ve ona benziyor oluşu... hyung bana ne olduğunu bilmiyorum. O günü hatırlattı bana.''

''Bir şey mi yaptı?''

''Hayır. Aslında bir şey yaptığı falan yok. Hatta tam tersi ben ona saldırganca davranıyorum. Hiçbir suçu yokken sanki onun öfkesini çıkartıyorum Hoseok'tan. Sadece bugün...''

''Bugün ne?'' Seokjin'in sesi endişeden çıldırmış gibiydi. 

''Elimi kestim yanlışlıkla ve o da arkamdan yaklaşıp yaraya bakacaktı. Yakınımdaydı ve nefesini kulağımda hissedince... ben...sanki aniden... o güne gittim.'' Göz yaşlarına boğulması tamamen bir kalp atımı sürmüştü. 

Seokjin telefonun diğer ucunda buz kesti. Elleri titriyordu ama sesini zorla kontrol etti. Abisinin ağladığını duysa, Taehyung daha kötü hissederdi. ''Bebeğim, o sana hiçbir şey yapamadı. Biliyorsun. Sana dokunamadı.''

''Biliyorum....Bana dokunamadı biliyorum. Ama denedi.''

''Hiçbir şey yapamadı ama. Ona karşı geldin ve o da cezasını çekti. Sana zarar veremedi, hiçbir zamanda veremez. Kimse sana zarar veremez. Güvendesin. İyisin.''

''Biliyorum... Ben... Evet biliyorum. Sadece, bugün bir an için o ana döndüm ve ürktüm. İyi olacağım.''

''Yarın buraya dönüyorsun Taehyung.'' Seokjin'in sesinin bile kaşları çatıktı.

''Hyung iyi olacağım. Yemin ederim. Sadece bütün her şey biriktiği için, duygularım karmakarışıktı ve sinirlerim boşaldı. İyiyim ben.''

''Taehyung-''

''Hyung sana asla yalan söylemediğimi biliyorsun. Hem beni burada yalnız bırakmıyorlar. Yoongi de burada. O varken güvende olduğumu biliyorum. Sen de biliyorsun.''

Taehyung, Seokjin'i ikna etmeye giden bir on dakikanın ardından telefonu kapattığında, gece hemen önünde sere serpe, bütün çığlaklığıyla uzanıyordu.

Soğuktu. 

Ancak omuzlarına bırakılan battaniye soğuğu anında kesmişti. 

Hoseok yan taraftaki sandalyeye geçip oturdu ve ilgili gözlerini ona çevirdi. Taehyung şaşkın bir ifadeyle kendisine bakıyordu. Burnu ve gözleri kızarmıştı. Muhtemelen ağlarken dudaklarını ısırmıştı, şişmişlerdi çünkü.

''İçeride uyuyordum ve senin sesini duydum.'' Hoseok açıklama yaptığında, Taehyung'un gözleri korkuyla açıldı. 

Dürüst davrandı. ''Evet duydum. Dinlememem gerektiğini biliyordum, bunu için bana yumruk atabilirsin ama dinledim.'' 

Uykudan yeni uyandığı için sesi çatallıydı ve saçlarının arkası yastığın izini almıştı. Gözleri küçük görünüyordu. 

Esmer olan gözlerini kaçırdığında ''Benimle dalga geçme.'' diye söyleyiverdi. Ne demesi gerektiğini bilmiyordu.

''Bana karşı neden bu kadar ön yargılısın? Sen de farkındasın ki ben o değilim.'' 

Taehyung gözlerini yanında oturan adama çevirirken battaniyeye iyice gömüldü. 

Evet o değildi. Hoseok keskin hatlara ve kusursuz bir buruna sahipti. Ve karakteri de asla öyle biri değildi, biliyordu.

Sadece çok hassas bir döneminde, çok yanlış zamanda rastlaşmışlardı ve alıngan davranmıştı.

''Bir şey yapmadığımı düşünsem de, sana onu hatırlattığım için üzgünüm. Ve bugün mutfakta, kişisel alanına öyle birden girmemeliydim. Seni korkutmak istemedim sadece parmağın için endişelenmiştim. Özür dilerim.''

Taehyung onun ilk defa bu kadar naif konuştuğunu düşündü. Acaba duydukları yüzünden miydi yoksa, Tae'nin alınganlığı mı sona ermişti?

''Sorun değil. Senin suçun yok zaten.''

''Bence de suçsuzdum ama sen canın sıkıldıkça bana savaş açtın.'' Hoseok onunla atışmaya çalıştı, keyfini yerine nasıl getirirdi bilmiyordu. 

Ancak Taehyung ''Özür dilerim,'' dediğinde, yapmak istediğinin tersine bir davranış sergilediğini fark etti. 

Hoseok genelde çok az konu için endişelenirdi ve çıkmaza girdiğini hissederdi. Her zaman, yaparız bir şekilde kafasındaydı ancak şimdi ne yapacağını bilemediğini düşündü. 

Belki de bu gece üstüne gitmemeliydi. Esmer oğlanın pek konuşası yok gibiydi. Gözleri öylece gökyüzüne odaklanmıştı. Gözlerinde çok duygu vardı. 

Hoseok çok dikkatli bakarsa, gözlerinde kaybolabileceğini düşündü.

''Dinle. Bana düşmez ama, burada olman herkes için çok değerli. Hiçbir şey yapamadığını düşünmene üzüldüm. Senden nasıl destek aldıklarını görmemek için kör olmak gerekir.''

Esmer olan belli belirsiz gülümsedi. ''Öyle mi dersin?''

''Elbette Taehyung! Bunu cidden soruyor musun?''

Hoseok ona güvenilir bir gülüş verdi ve sandalyesinden kalktı. ''Hadi kalk ve içeri gir. Donmuşsundur burada. Uyusan iyi olur. Dinlenmen lazım.''

Taehyung omzundaki battaniyeyi iki eliyle tutup ayağa kalktı ve Hoseok'un önüne geçti. ''Teşekkür ederim.'' dedikten hemen sonra gözünün önüne düşen saç tutamlarını üfleyerek gözünün önünden çekmeye çalıştı. 

Hoseok tatlı bir gülümsemeyle, elini kaldırıp saçlarını alnından çekti ve kulağının arkasına bıraktı. ''Teşekkür etme. Git ve güzelce uyu, tuhaf çocuk.'' 

Esmer olana arkasını dönüp ilerlemeye başladıktan birkaç saniye sonra, onun hemen ardından ''Tuhaf değilim ben.'' diye seslendiğini duydu. 

Kıkırdarken ''Farkındayım.'' diye kendi kendine fısıldadı. ''Aramızda kalsın ama oldukça güzelsin.''


***

Taehyung'un ayakları onu doğruca Yoongi'nin odasına götürmüştü. 

Aynı yatakta, hayatında en sevdiği adamlardan üçünü sarmaş dolaş görünce gözleri anında geri doluverdi. Hiç zaman kaybetmeden büyük yatağa ilerledi ve Yoongi'nin yanındaki küçük boşluğa kendini sığdırdı. 

Kollarını hemen Yoongi'yi sararken Jimin'in şapırdanarak Jungkook'a doğru döndüğünü gördü. Jungkook uykusunda bile onu sımsıkı sarmayı ihmal etmiyordu. 

Fakat Yoongi, kendi belini saran iri kolları fark ettiği an anında geri kaçmış ve Taehyung'u ittirmişti. Kırışan alnını ve dudaklarını bir tur gezen dilini izledi Taehyung. Ardından kedi gözler yavaşça aralandı. 

Daralmış ve terlemişti Yoongi. Birileriyle uyumak, özellikle birden fazla kişi, alıştığı bir şey değildi.

Hemen karşısında, koyu kirpiklerinin arından dolu gözlerle kendisine bakan Taehyung'u uyku sersemliğiyle biraz zor seçti ancak sonunda algıladığında, ittiği kolları hiç düşünmeden, anında kendine geri çekti. 

Esmer oğlan koca bedenini Yoongi'ye sığınacak kadar küçültüp yanındaki bedene sımsıkı sarıldığında büyük olan onu saçlarından öptü. Taehyung huzurlu birkaç mırıltı kaçırdı dudaklarından.

Yoongi konuşmadı. Biliyordu ki esmer oğlanın tek isteği sarmalanmaktı. 

Ve beyaz tenli bu adam, herkesi sarmalayacak kadar kocaman kalbe sahipti.

Tam şu an, harika hissediyordu bu yüzden Taehyung. 

Ne kadar güçlü olursa olsun hiçbir fırtınanın yıkamayacağı kadar güvendeydi artık.

Yatak dört büyük adam için küçüktü lakin o an için kimsenin umurunda değildi. Çünkü hiçbir fırtınanın yıkamayacağı kadar sağlamdı.


***

buluşmadan iki saat sonra


''Ben söyledim.'' Jihyun elindeki bavuluyla birlikte hemen salonun girişinde dikilirken söylemişti bunu. İfadesi kaya gibi sertti. Bavulun tutacak kısmını öyle sert sıkıyordu ki, eklemleri bembeyaz görünüyordu. ''Senin yerini babama söyleyen bendim. 

Dedikleri öyle bir düşmüştü ki salonun ortasında, bırakın konuşmayı saatlerdir tek bir mimik bile kıpırdatmayan, sanki ruhu artık bedeninde değilmiş gibi öylece oturan ve tek bir yaşam belirtisi göstermeyen Jimin bile başını kaldırıp ona bakmıştı. 

Saatler önce öğrendiği şeyden sonra, şimdi erkek kardeşinin ağzından kolayca çıkan bu cümleler, Jimin'i kıskıvrak yakaladı tam da o kalp atımı anında.

Aldı, savurdu, parçalara ayırdı ve yaktı. 

Ölüm sessizliği salonun her yerini hızlıca sarıp herkesi öylece dondururken, Jimin çığlık çığla, cayır cayır yanmaya başladı.


yanlışlarım varsa affola... 

geçiş bölümü olduğunu kabul ediyorum ama umarım yine de sevmişsinizdir.

bi sonraki bölüm ma ri ile olanları ve jihyun'un gelişini anlatarak başlayacak bölüm, merak etmeyinnnnn

bundan sonraki bölümlerde çok olay var, hızlı hızlı geçmeli miyim yoksa normal hızında mı devam etmeli bilmiyorum,,,

eğer hızlanırsa ki, muhtemelen hızlanacağım, son 5 bölüm falan kaldı finale. 

ÖYLE.

SİZİ SEVİYORUM.

AMA BANGTANI DAHA ÇOK SEVİYORUMMMMMMMMMMMMMMMMMMMM 







.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro

Tags: #jikook