Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

bölüm 36

uzun süre oldu değil mi?

arayı açtığım için üzgünüm ama hem çok yoğundum hem de son zamanlarda ilhamsızlık çekiyordum.

lütfen ama lütfen (ilham gelmesi için) yorum yapmayı -ara satırlara özellikle- es geçmeyin♡

medyada içinizden birinin hazırladığı duende fmv var ÇOK GÜZEL BEN BAYILDIM ve belki siz de izlemek istersiniz diye bıraktım oraya. böyle süprüzler yapmak isterseniz yapabilirsiniz her zaman ben mutlu olurum  :")

jihyun'un bir fotoğrafını daha buldum keşke aranızda ismini de bulan olsa:(

kina-get u the moon

Gerçekten yaşayan ölüler vardı, aldıkları her nefes ceset kokar, her kalp atışları onlara sura üflerdi. Gözlerini acı bürür, sadece acı bürür ve hiçbir yola yeniden adım atamazlardı. Atamazlardı çünkü atacak güçleri güçleri hiç olmazdı ki.

 Güneş, bu insanlara doğmazdı. Ve ayı fark edemeyecek kadar dalgın, daha da çok yorgun olurlar, yaşamak için geriye kendilerinden bir şey bırakmazlardı. 

Babası küçük Jungkook'un elinden tutarak eve girdiğinde Jinyoung uzaktan kumandalı arabasının peşinden koşturuyordu. Ufaktı, pek bir şey umurunda değildi ve anlayışlı bir çocuk olmuştu hep. Jungkook'u itmemiş, babası ondan Jungkook'u odasına götürüp oyuncaklarını göstermesini istediğinde kabul etmişti. En sevdiği kırmızı arabasını vermişti üstelik ona ve tam da o an buluşmuştu gözleri, o ana kadar yerden kalkmayan Jungkook'un yuvarlak çukurlarıyla. 

Jinyoung küçüktü o zaman ve korkmuştu. Muhtemelen kendisinden küçük bir çocuk, karşısında oturuyordu ama orada değildi. Gözleri boştu, karanlıktı. 

O zaman aklı ermemişti fakat yaşamayan bir çocuktu Jungkook. Yaşamak için çok savaş vermek zorunda kalmıştı. Jinyoung ona hiçbir zaman ulaşamamış, onun gülümsediğine şahit olamamıştı. 

Sessiz, utangaç ve korkaktı. Büyüdükçe hiç sevgi barındırmamış, hiç sevilmemiş gibi olmuştu fakat Jinyoung da, babaları da Jungkook'u sevmişti, biliyordu genç adam.  Jinyoung ona yetemediğini, onun bencil ve doyumsuz olduğunu düşünmüştü ama küçük Jungkook öyle ürkek, öyle mutsuz görünürdü ki, diğeri kızamazdı da ona. 

Bir gün babası Jinyoung'u karşısına almış ve Jungkook'un neden uzun bir süre kabus görüp altını ıslattığını, neden gece yarıları uyumak yerine ruh gibi ayakta dikildiğini, neden gizli köşelerde ağladığını ve neden hiç gülümsemediğini anlatmıştı. 

Jinyoung dinlediklerinin acısını sadece tahmin edebilmişti lakin babasının anlattıklarından sonra bir hafta boyunca uyuyamayan da o olmuştu. 

Tam o an Jinyoung onu çok seveceğinin sözünü vermişti kendisine. Ergenlik yıllarıydı, on altı ya da on yediydi. Jungkook'a hayatın varlığını kanıtlayacaktı. 

Hiçbir zaman kanıtlayamamıştı.

 Hiçbir zaman Jungkook'a ulaşamış, ona dokunamamıştı. 

Birkaç yıl sonra Jungkook da gitmek istediğini söylemiş, uzak bir yere taşınmıştı. 

Jinyoung onunla bağını koparmamak için çok uğraşmıştı ama Jungkook bir bağları yok gibi davranır, onu kendisinden uzak tutardı. Yine de yıllar geçtikçe bir şekilde devam edebilmişti Jungkook. İlk gün gördüğü ölüm, Jungkook'un boğazını o kadar sıkı sıkmıyordu. Yurtta çalışıyordu,  Jinyoung onu ziyaret ettiğinde çocukları anlatırdı kendisine. Ayrıca atları da anlatırdı. Az ve öz olsa da, Taehyung ve Yoongi'yi anlattığı ufak sohbetleri de olmuştu. Mutlu ve yaşamaya hevesli değildi fakat ceset de değildi. Sadece bir ceset değildi.

En azından Jinyoung öyle düşünmüştü.

Bu ana kadar. 

Arabadan inip Hoseok'un arabasının içinde oturan adamı görene kadar. 

Jinyoung, Jimin ile telefon görüşmelerinden, Jihyun ve Taehyung ile mesajlaşmalarından biliyordu ikisini. Ama bu kadarını bilmiyordu, bu kadarını tahmin de etmemişti. 

O gözler ikinci kez buluşmuştu kendi gözleriyle, ölüm gibi kokuyordu. 

Jinyoung korkuyla bir adım geri atmak zorunda kalmıştı.  Korkmuştu çünkü bir arkadaşı kaçtığı şeye yakalanmıştı, zarar görmüş müydü, iyi miydi bilmiyordu ve o kabul etmese bile kardeşi gibi gördüğü diğer adam, yine ruhsuzdu, yine o yuvarlak gözlerine ölümler saklamış, avuçlarında kan toplamıştı. 

Jinoyung her şeyi haber veren telefon görüşmesinden beri ağlayıp durmuş, ne yapacağını bilememişti ve Jaebum olmasaydı muhtemelen çoktan soluğu Park malikanesinde almıştı. Fakat herkes beklememeleri gerektiği konusunda ısrarcıydı. Öfkeyle kalkan zararla oturur.

Şimdi plan yapmaları gerekiyordu lakin küçük bir bebek gibi ağlamak istemekten başka bir şey yapamayacakmış gibi hissetmişti. 

''Jungkook?'' diye mırıldanmıştı pürüzlü bir sesle, onun kapısını açtıktan sonra. Öylece oturuyordu Jungkook, avuçlarını bacaklarının üstünde birleştirmiş ellerine bakıyordu kendisine seslenildiğinde. 

Sonra başını kaldırdı ve Jinyoung ile gözlerini birleştirdi.

Aynıydı.

Küçük Jungkook yine Jinyoung'a aynı bakıyordu. 

Jinyoung ellerinin buz kestiğini hissetti.  Bu kadar güçlü olduğunu bilmiyordu aralarındaki şeyin, bilmiyordu çünkü birbirlerini nasıl sevdiklerine şahit olmamıştı. Şu nefese kadar. 

Jungkook'un gözlerinde görene kadar.

''Jimin...'' diye başlamıştı söze, zaten kendisi de cümlesini bitiremeyecek gibiydi ama ondan önce arabadan aniden inen Jungkook dinlemek istemiyormuş gibi sözünü kesmişti. 

Duymaya tahammülü yokmuş gibi. 

''İçeri gireceğim.'' demişti sert bir sesle. Çok çaresiz görünüyordu. ''Gelmek zorunda değilsiniz. Ben bekleyemem.''

Yeni gelmişlerdi, öyleki Jinyoung ve Jaebum onlardan önce zaten gelmişti. Beklemek zordu. İlk gelen Jungkook olsaydı, beklemezdi, belliydi.

Ne ara arabadan indiğine dikkat etmediği Hoseok yanlarına gelip Jungkook'un omzuna elini bırakırken, ''Pekala, biz de onu yapmayı planlıyoruz ama elini kolunu sallayarak içeri giremezsin Jungkook.'' dedi. Aklı karışıkmış gibi bir hali vardı. ''Kim bilir kaç tane koruması var içeride?''

''Plan ne peki?'' dedi Jaebum. Jinyoung'a destek olmak istercesine tutuyordu belini ve şaşkın bakışları Jungkook'u süzüyordu. ''Hızlı olmamız gerekiyor.''

Jinyoung ikisinin takıldığını söylediğinde de şaşırmıştı. Jungkook'un erkeklerle ilgilendiğini hiç düşünmemişti ama daha çok hayatına birini alacağını düşünmemişti Jaebum. Jinyoung kadar iyi tanımıyordu onu ama soğuk ve kimsenin katlanamayacağı biri olduğunu bilecek kadar tanıyordu. Öyle ki bir kere Jinyoung ile onu ziyaret ettiğinde Jungkook onu evinden kovmuştu.

O günden beri enerjileri birbirini tutmamıştı.

Jinyoung söylediğinde "Jimin'i üzer o adam, Jimin nasıl hoşlanabilmiş ondan?" diye sormuştu Jaebum.

Şimdi karşısındaki enkaz görüntüsü üzenin Jimin olduğunu ortaya koyuyordu ama öyle kötü bir durumdu ki bu, mutlu olan yoktu, saf acı vardı.

''Babamı arayacağım.'' Hoseok telefonunu almak için arabanın diğer tarafına dolanırken konuşmaya devam etti. ''Önce o şerefsizi evden çıkartmamız gerek.''

"Hayır." dedi Jungkook beklemeden. Karanlık caddede, oldukları yerden görebiliyor oldukları eve doğru baktı. Öfkesi saç uçlarına kadar gergin hissetmesine neden oluyordu. "O adamı öldüreceğim ben. Bu gece ölecek o. Hiçbir yere gidemez."

"Jungkook..." diye mırıldandı Jinyoung. Onu böyle görmek midesine yumruk yemiş gibi hissettirmişti. Tekrar küçük ve annesini henüz kaybetmiş gibi. "Dinle, sakin ol demekle olunmayacağını biliyorum ama sakin olmak zorundayız. Bu gerekliği değil. Zorundayız Jungkook.  Jimin'in daha fazla zarar görmemesi için... anladın mı?"

Jungkook'un gözlerindeki öfke bir anlığına kırıldı ve göz pınarlarının dolması hiç de uzun sürmedi. Neredeyse sızlanacaktı Jinyoung'a doğru.

Jinyoung karşısındakinin savunmasız görünüşüne dayanamayıp iç çekti. Kendisini arabaya yaslamıştı, ayakta durmaya gücü yok gibi ama bir o kadar da öfke doluydu. Jaebum'dan uzaklaştı ve gidip kollarını onun, normalde geniş olan ama şimdi evrenin tüm yüklerini üstünde taşırmış gibi kamburlaşan omuzlarına sardı. Geri itilmeyi beklemişti ancak beline dolanan kollar ve kolları arasında küçülen beden beklediğini vermemişti ona. "O iyi." diye mırıldandı telefonla konuşan Hoseok ile göz göze gelirken. "O iyi Jungkook. Bu yeni değil, hep olurdu. O güçlü, göründüğünden çok daha fazla güçlü."

"Biliyorum." diye fısıldadı diğeri. "Biliyorum. Beni yakalayacak kadar güçlüydü.'' Duraksadı. ''Ve beni bırakıp gidecek kadar."

Jinyoung hafifçe geri çekilip kırık gözlerine baktı onun ve o an fark etti. Jungkook'un yanardağ gibi faal öfkesi sadece Joon Hyuk için değildi. Jimin de bundan nasibini alıyordu. "Zorunda kalmış biliyorsun. Jihyun'un anlattığına göre sizi bulmuş ya o adam, hem annesi-"

"Ben bunları biliyorum." diye mırıldandı Jungkook da ve geri çekilip büyüğünün kollarının yanına düşmesine neden oldu. Ne yapacağını bilemez gibi kıstığı gözlerini etrafta gezdirdi.  "O da onsuz yaşayamayacağımı biliyordu."

Jinyoung bir süre ne diyeceğini bilemedi. Onları dinleyen Jaebum gibi şaşkındı.

Zaten onlardan önce Hoseok konuştu. "Birazdan evden çıkacak. Babam onu çok acil bir durum varmış gibi şirkete çağıracak. Arabaya geçin, bizi görürse plan batar."

***

Jimin acıyı hissetmiyordu. Artık.

Gözleri hemen baktığı yerde, duvar dibinde oturan ve kendisine gülümseyen Jungkook üzerinde dinleniyordu. Öyle güzel kıvrılıyordu ki o kiraz dudaklar, Jimin her seferinde hayret ediyordu.

Bir insanoğlu nasıl böyle güzel gülümserdi? Tanrı nasıl olur da bütün gülümsemelerin güzelliğini tek bir adamda toplardı? 

Jimin aniden gelen refleksle -daha çok acısından bedeninin verdiği bir tepkiydi ama dediği gibi, acıyı hissetmeyi bırakalı bir yarım saat olmuştu- öksürdüğünde bir oluk kan ağzından parkeye sızıvermişti. Jimin endişeyle Jungkook'a baktı. Gülümsemesi kaybolsun ve parlak gözleri sönsün istemiyordu. Dudakları sızan kan yüzünden kıpkırmızı olsa ve dişleri kandan dolayı kirli bir görüntü sunsa da gülümsemeye çalıştı Jimin.

Jungkook hala kendisine gülümsüyordu çünkü.

Gerilen dudakları biraz sızlanmasını sağladı. Umurunda değildi. Jungkook buradaydı. Gelmişti. Ona. Jimin'e gelmişti. Hem de Jimin'in onu bırakmış olmasına rağmen.

Jimin onunla paylaştığı bütün anları gözlerinin önünden geçirdiği sırada artık bittiğini düşünmüştü. Öyle olmaz mıydı? Ölmeden önce bütün hayatı gözlerinin önünden geçerdi insanın ve Jimin'in tüm hayatı Jungkook'tu işte. Yaşayan ölürken gülümser diye kıvrılmıştı Jimin'in dudakları babası ağırlığını üstüne vermişken.

Bu onu delirtmişti.

Ölmek üzereydi ve nasıl hala gülümserdi? Kendisiyle dalga geçiyordu. Hyuk öfkesini kusamıyor sadece daha fazla sinirleniyordu gülümseyen suratına vurmaya devam ederken.
Artık kendisi katlanamayacak hale geldiğinde kan ve ter içinde kalmış, nefesi boğazını tıkamıştı. Öyle ki adamlar kalkmasına ve yürümesine yardım etmişti odadan çıkarken.
Daha fazla gücü kalmamıştı. Neyse ki daha zamanları vardı. Bütün hıncını tek bir gecede çıkartmak zorunda değildi. Daha kesici alet kullanacaktı.

Bunu düşünmek onu nasıl rahatlatıyordu, anlatamazdı.

Jimin odada yerde sızlanmalar ve inlemeler eşliğinde bayılmıştı. Hatırlamıyordu bile. Öldüğünü düşünmüştü ama gözlerini acıyla zar zor araladığında içeri sızan ufacık ışık sayesinde görmüştü onu. Jungkook'u.

Jungkook yalan söylemişti bütün zaman boyunca. Ay da güneş de Jungkook'tu. Her şey Jungkook'tu. Jimin onun evreninindeki bir yıldızdı sadece, en sönük olan. Onun gülümseyen suratına kıstığı gözlerle bakarken bunu düşünmüştü Jimin, gülümsemişti işte ona. 

Ve fısıldamıştı. "Ben seni çok sevdim Jungkook."

Bir şeylerin ters gittiğini anlaması uzun sürmemişti. Jungkook öylece bakıyor ve gülümsemesi hiç silinmiyordu. Elbette Jimin silinsin istemezdi ama onu tanıyordu. Jungkook'u ezbere biliyordu. Geçmiş zaman kullanmasını dert ederdi Jungkook ve Jimin, aklından geçmiş ve bitmiş gibi konuşmayı geçirmemişti. Neden her şeyin sonunda gibi söylemişti?

Acıyı da hissetmiyorken ve Jungkook buradayken bir şeylerin ters gittiğini anladı.
Konuştuğunda dudaklarının aralanmadığını tam o an fark etti ve gözlerini en başından beri hiç açmadığını sızlamaya aniden tekrar başlayan şişkin göz kapaklarıyla algıladı.

Ah.

Ölmüş müydü?

Ölüm bu kadar kolay ve bu kadar güzel miydi? Cennette miydi? Tanrı kabul etmiş miydi evine? Jungkook o yüzden mi buradaydı?

Jungkook neden buradaydı?

Hayır. Ölen sadece Jimin'di. Jungkook burada olamazdı ki.

Jimin darbelerden birbirine yapışan midesinin büzüldüğünü hissetti ve tüm bedeninin acısı bir anda, yoğun bir şekilde geri döndü. Sızlandı. Derin bir inleme bıraktı. Az önce kan kusmuştu ve kan yanağını ıslak hissettiriyordu. Sıcaktı.

Gözlerini zorladı, acısa da ufacık, çok ufacık araladı ve Jungkook'u gördüğü sandığı boş, fildişi rengindeki duvarına baktı.

Hayal.

Jimin gerçekten yanan canıyla ağlamaya başladığını fark etmedi ama zaten biraz önce de acıdan bayılmış olmalıydı. Buna üzüldü. Ölmüş olmayı dilerdi çünkü dayanacak gücü kalmamıştı. Kaç kere bayıldığını bile hatırlamıyordu. Islak saçları ve üstünde yırtılmış olmasına rağmen yapışan saten pembe gömleği uyandırıldığını hatırlamasına neden oldu. Üstüne buz gibi suyu dökerek uyandırmıştı birkaç defa Hyuk onu.

Eh, acı çektiğine dair ses çıkartmazsa pek zevkli olmuyordu doğrusu.

Öylece yerde kalmaya devam etti. Kendisini kalkmaya zorlamadı bile. Gözünün önünde az önce Jungkook'u gördüğü hayali vardı.

Her bir hücresinin çığlık atmasına neden olan acı yine geri plana düşerken Jimin ıslak ve sıcak yaşları yanağına yolladı. Öyle ki usulca yanağını okşuyor ve yanağının altındaki ufak kan göletine ulaşıyorlardı.

Jimin'in Jungkook'tan önceki tüm hayatı buydu işte. Kan ve gözyaşı.

Jungkook...

Jimin tekrar acı ve kuru bir sızlama bırakırken ismini düşünmek bile bedenindeki acıdan fazlaydı. Canını çok mu yaktım, diye bir düşünce kafasının içine sızdığında çoktan her şeyden vazgeçmiş ve pes etmişti. Kendisinden iğreniyordu. Hak ettiği gibi kendisinden nefret ediyordu.

Jungkook kendisini Jimin'den sakınmıştı. Kaçmıştı ve Jimin yorulmadan, tüm inadıyla onu yakalamıştı. Jungkook'un göğsünde taşıdı mürekkep izleri aklına gelirken gözlerini yumdu ve sıktı. Onu un ufak etmişti. Kendisi için. Bencilliği için.

Herkese zarar vermişti. Kendi çukuruna herkesi çekmişti. Çevresinde olup zarar görmeyen tek bir insan yoktu.

Ölmek istiyordu. Ölmeyi gerçekten istiyordu.

Hayır. Hayır Jimin yaşamayı hiç hak etmiyordu.

***

Jungkook bacağını öyle hızlı sallıyordu ki eklemi birden fırlayan yay gibi bacağını atmak üzereydi. Gergindi ve beklemek istemiyordu. Zehirli düşünceleri her şey için geç kalmış olabileceğini bas bas bağırıyordu ona. Delirmek üzereydi ya da belki de uyandığı ve o mektubu okuduğundan beri zaten sıyırmıştı. Onlar arabaya geçeli on dakika olmuştu. Jinyoung ve Jaebum arkada oturuyordu. Az önce Yoongi ile konuşmuşlardı. Jungkook'un konuşacak gücü yoktu. Gözleri sadece bahçe kapısındaydı.

Karanlıktı. Jungkook dikkat kesilmişti.

Birden kapının önünde hareketlenmeler olduğunda yerinde doğruldu fakat Hoseok onu göğsünden ittirip iyice geriye yasladı ve kendisi de aşağı kaydı. Birkaç takım elbiseli adam kapıdan çıktı ve siyah arabanın kapısını açtı. Ardından Hyuk parmakları gömleğinin düğmelerini çözerken bahçe kapısından adım attı. Gömleğinin kolları katlanmıştı ve üstteki iki üç düğmesi zaten açıktı.

Saçları terli ya da ıslaktı. Sinirli ve yorgun görünüyordu.

Ama bunların hiçbiri Jungkook'un dikkatini çekmedi. Dikkatini çeken şey beyaz gömleğinde ve yüzünde bulunan kan oldu.

Jungkook kendi kanının çekildiğini hissetti ve aniden Hoseok'u ittirip yerinde doğruldu. Öfke öyle güçlü ve hızlı vurmuştu ki ona, bütün sinir uçları gerildi.

Arabayı açmaya çalışması çok hızlıydı fakat ondan bir salise hızlı davranan Hoseok kapıyı kendi tarafındaki düğmeye basarak kitlemişti. "Aç!" diye bağırdı arabanın içinde Jungkook. Deli gibi çırpınıp kapının kulpuna asılıyordu. Hoseok onu tutarken arkasındaki Jaebum da omuzlarına bastırıyordu.

"Sakin ol! Jungkook! Lütfen!" Jinyoung ağladığının farkında bile değildi sadece haykırıyordu. Eve uzak olmasalar çoktan fark edilirlerdi.

"Ne durmasından bahsediyorsunuz siz tanrı aşkına? Aklımı sıyırmak üzereyim! Bırak geberteceğim o iti! Aç şu siktiğimin kapısını! Görmüyor musunuz? O kan nereden geldi ona?" Debelense de diğerleri onu sıkıca tutmayı bırakmadığında Jungkook çaresizce inledi. "Jimin'e bir şey yapmış. Bıraksanıza. Bıraksanıza beni."

"Tamam! Gireceğiz eve. Önce Jimin, Jungkook, önce sevgilin." Hoseok anlaması için tane tane ve onun dolu  gözlerine bakarak söylerken Jinyoung ellerini dudaklarına bastırmış öylece bekliyordu.

Ki Joon Hyuk zaten gitmişti. Bahçe kapısının önünde iki koruma kalmıştı.

Jungkook çaresizce yerinde sinerken gözlerini yumup sadece birkaç salise kendisini sakinleştirmeye çalıştı. Biçareydi. Nasıl sakin olmasını isterlerdi ki? Yine de kendisini durdurdu. Sıkmaktan çenesi kasılmıştı. 

Jungkook ve Hoseok bahçe kapısından gireceklerdi.

"Hadi." dedi Jaebum. "Biz gidelim ve dikkatleri üzerimize çekelim bakalım."

"O silahı kullanmamak için elinizden geleni yapın." dedi Hoseok. "Sakın ölmeyin."

"Onlar bizi Hyuk'tan izin almadan vuramazlar. Hyuk da öylece bizi öldüremez. Bu sefer babamın şirketini batıracağından emin olur çünkü." Jaebum belindeki silahı kontrol ettikten sonra başını Jinyoung'a çevirdi. "Yine de sen benim arkamda dur."

"Sen benim arkamda dur!" Jinyoung hırçın bir tavırla onun bacağına vurdu. "Jimin benim arkadaşım. Uğruna biri ölecekse bu ben olurum."

"Hey, hey ölmek yok!" Hoseok arabanın aynasından onlara bakarak atıldı. "Kavga etmeye vaktiniz de yok. Hızlı olun. Jimin'i aldığımızda arabada olmanız gerek."

Sonrası hızlı ve sessizdi.

Hoseok ve Jungkook arka bahçe duvarından atlamadan önce Jinyoung'ın bağırışını duymuşlardı. Bütün adamların ön kapıya toplandıklarından emin olduklarında süreleri çok kısıtlıydı. Arka bahçeye indikleri gibi mutfağa açılan kapıya koşturdular. Biraz filmlerdeki sahne gibiydi. Hoseok etraflarını kolaçan etmeyi ihmal etmedi.

Neyse ki mutfak kapısı kilitli falan değildi. İçeri sızmaları kolay oldu.

Jungkook mutfak kapısından çıkmak için beklemedi. Hoseok hemen arkasındaydı. Koşturma sesleri duyunca Jungkook'u merdivenin altına çekip susmasını işaret ettiğinde evdeki korumalar olduğunu düşündüğü adamlar evin kapısına doğru koşturmuştu. Onlar da evden çıktığında Hoseok Jungkook'u bıraktı.

Jungkook merdivenleri koşarak çıktı. Koşmaya da devam edecekti sarı saçlı bir kadın önüne ansızın çıkmasaydı.

Ma Ri'nin şokla açılan ağzının üstüne ellerini kapadı Jungkook. Onu hatırlamıştı. Gazetede onun da resmi vardı. "Sesini çıkartırsan seni öldürürüm." diye fısıldadı. Sesi çok tehlikeli çıkmıştı. Blöf falan da yapmıyordu. Öldürürdü. Artık hiçbir şey umurunda değildi. Gözünü Hyuk'un gömleğindeki kan bürümüştü.

Ma Ri onun iki basamak altında duran Hoseok ile göz göze geldiğinde başını salladı.

"Önümüzden çekil Ma Ri." dedi Hoseok. "Jimin'i alıp gideceğiz."

Ma Ri öylece bakarken, "Odası nerede?" dedi Jungkook sabırsızca. Endişeden ve belki de korkudan titriyordu.

Ma Ri parmağıyla işaret ettiğinde "Biri var mı yanında?" diye sordu Hoseok. Başını hayır dercesine salladığında Jungkook çoktan kapıya ulaşmıştı. Hoseok bilerek arkasından gitmedi.

Saatine baktı. Gece yarısını geçmişti ve Jinyoung'ların çok fazla dayanabileceğini sanmıyordu. Gözleri Ma Ri'ye döndü. "Sen anne değilsin." dedi. Bu kadını hiçbir zaman çok fazla sevdiği söylenemezdi. Jihyun'u küçüklüğünden beri tanırdı ve ilgisiz oluşları yüzünden Jihyun'un ağladığına çok şahit olmuştu. Ayrıca homofobik olduklarını da biliyordu ama lanet olsun, bu kadarı resmen hastalıktı! "Sen de en az o adam kadar hastasın. Mide bulandırıcısınız. Maskelerin ardına saklanmış, kameralara poz veren canavarlardan başka şey değilmişsiniz ve ben, eğer ki Hoseok isem, bunu gün yüzüne çıkartacağım. Sadece bekleyin."

Ma Ri suspus kaldığında gözlerini devirdi ve merdivenlerin korkuluğuna yaslandı. Tam o sırada Jung Su'nun bağırışı kulağına çalındı. "Jimin! Anne! Biriniz ses verin n'olur. Jimin iyi misin? Jimin lütfen sesini duyur bana!"

"Onu kitlediniz mi?" Yaslandığı yerden uzaklaşırken Hoseok şaşkındı. "Siz nesiniz böyle?" dedi sese doğru giderken. Gerçekten o da aklını kaçırabilirdi. Bu eve kaç defa gelmişti. Burası cehennemdi ve Hoseok bundan hiç haberdar olmamıştı.

"Jung Su!" Kapının kilidindeki anahtarı çevirmek için beklemedi. İçeri girdiğinde karmakarışık bir odayla ve hemen kapının ardında yere çökmüş Jung Su ile karşılaştı. Eğilip onu kaldırırken Jung Su  ağlamaktan kızarmış suratıyla "Hoseok?" demişti şaşkınca. Hoseok onun morarmış kollarını acıtmamak için özen gösterirken "Korkma."dedi. "Jimin'i almaya geldik. O iyi olacak. Sen iyi misin?"

***

Jungkook kapıyı bir hışımla açıp içeri girmesine rağmen içeri adım attığı ve gözleri yerdeki bedeni bulduğu anda bütün duyuları çalışmayı bırakmış gibi duraksamış ve olduğu yerde kalmıştı. 

Nefes almayı bıraktı. Düşünmeyi de öyle. Gördüklerini algılaması da kolay olmamıştı zira, sadece bakakalmıştı.

Jimin sertçe açılan kapı yüzünden gelenin Hyuk olduğunu düşündü ama bir hareketlilik olmadığını fark ettiğinde yavaşça araladı gözlerini. Ufak aralıktan kapıya baktı, hareketsizce. Gözleri Jungkook'u seçtiği anda gülümsedi hemen.

 Yine gelmişti. 

Gerçekten yavaş yavaş ölüyorum galiba, diye düşündü. Hak ettiğim gibi.

Yine de ölürken Jungkook'u görmeyi hak etmiş miydi ki? Onu mahvettikten sonra hakkı var mıydı? 

Hak etmek zorundayım ki. Ben çok sevdim onu

''Yine mi geldin?'' diye fısıldadı Jimin. Sesi pütürlüydü ve kısılmıştı. Boğazı acıyordu. Ağlamaktan ve bağırmaktan. ''Ama gerçek değilsin ki...''

Jungkook akli dengesini kaybettiğine emindi. Yere çöküp haykırmakla kafasını bir yere çarparak kendisini öldürmek arasında kalmıştı. Çıldırmış gibi hissediyordu. Gerçekten kafası patlayabilirdi. Lanet olsun

İçeri bir adım attı. Elleri titriyordu. ''Jimin...'' diye fısıldadı. ''Benim.''

''Ölüyorum değil mi?'' dedi Jimin öksürmeden hemen önce. ''Melek misin?'' 

Jungkook olduğu yerde iki büklüm olup ellerini dizine yasladı. Derin derin nefes alıp verirken yüzü acı çektiğini belli edercesine buruşmuştu. 

Bitmişti Jungkook. Ne olursa olsun, bundan sonra hiçbir şey düzelmeyecekti. Bir daha asla gökyüzüne başını kaldırıp bakmayacaktı. Bir daha asla hiçbir gecesinin gündüze ulaşmasını beklemeyecekti. 

Bir daha asla böyle zarar göremeyecekti. 

Sızlandı. Jimin'e gitmesi gerekti ama gidecek gücü bile yoktu. Solukları arasında eli kalbinin üstüne gitmişti. Kalbi öyle bir can çekişiyordu ki, kalp krizi geçirme ihtimali birkaç saniye düşüncelerinde geçti ve kayboldu. 

''Benim.'' diye soludu. ''Geldim ben. Gerçekten geldim.'' 

Jimin kaşlarını çattı ama yarılan kaşı yüzünden canı yanınca ''Ah!'' dedi istemsiz. Amma da gerçekçiydi bu sefer. 

Jungkook'un gücü tam bu anda kırıldı ve yanına doğru fırlaması bir kalp atımlık süre aldı. ''Jimin!'' dedi can çekişir gibi. ''Geldim, bebeğim, buradayım.'' Ellerini omzunun altından geçirip yerden kaldırdı ve kendisine doğru çekip sarılırken ağlamaya başladı. Yine. Tüm gün olduğu gibi. ''Geldim, Jimin. Geçti. Bitti güzelim.'' 

Jimin artık bunun hayal olmadığından emindi. Keza melek olmadığından da. ''Jungkook?'' diye sordu korka korka. 

''Evet. Evet Jimin, sevgilim benim, hayal falan görmüyorsun.'' Jungkook yüzüne doğru hıçkırmaya başladığında, midesi öyle çok bulanıyordu ki, her an kriz geçirebileceğini düşündü. 

Deprem. Deprem. Dolap. Annem. Deprem! Deprem!

Jimin birkaç nefesliğine dondu. Hemen ardından, ''Hayır.'' dedi. ''Hayır, hayır. Jungkook? Hayır, git buradan, hayır. O gelmeden gitmen gerek. Hayır.'' 

Jungkook burnuna gelen kusmuk ve ölüm kokusunu hiçe saymaya çalıştı. Gözleri odağını kaybetmek üzereydi. 

Annesi miydi ismini bağıran?

Jimin onun göğsüne hafifçe vurmaya başladığında dikkati tekrar ona döndü. Ufak ellerini tuttu. Yüzüne bakmaya korkuyordu. 

Kahretsin, üzerine benzin dökülmüş gibi çığlık çığlığa can çektiğini hissediyordu. 

''Jungkook!'' Hoseok hızını alamadan girdi odaya. ''Gitmemiz gere- Siktir!'' Jimin'in halini gördüğü an küçük dilini yutacağını düşündü. Şaşkınca aralanan ağzı nefes almasını engelledi. Bunu bir insan yapamazdı.

''Jungkook git buradan. Yalvarırım seni görürse öldürür.''

 Hoseok yanlarına tek hareketle çöküp endişeli gözlerini Jungkook'a çevirdi. Ağlamaktan kıpkırmızıydı ve kendisin sıktığını belli eden damarlar belirmişti yüzünde. Berbat haldeydi. Jimin art arda inler gibi gitmesini sıralarken Hoseok Jungkook'un darmaduman olduğunu fark etti. Jimin'in koltuk altından yakaladı ve ''Hadi,'' dedi. ''Hemen çıkmamız gerek.''

Doğru dürüst düşünemediğini belliydi Jungkook'un. Jimin'den daha savunmasızdı. Hoseok onun yerinde olsaydı kafayı yerdi, biliyordu. Lakin Jungkook'un yemediğinden de emin değildi. 

Jungkook ile birlikte Jimin'i kaldırdı ve hala hiçbir şeyi algılayamıyormuş gibi görünen Jungkook'u sarstı.  ''Jungkook! Kendine gel! Gitmemiz gerek!'' 

Jungkook tam o sırada yere saçılmış, kendi çizdiği Jimin resmini -hayır resmi değil, parçalarını- gördü. Gözleri anında Jimin'i bulduğunda onun kan içinde kalmış suratına bakmak zorunda kaldı. Ayakta durmadığını fark etmesi saniyelikti, bir hışımla onu kucağına aldı. 

Jimin belli belirsiz mırıldanıp duruyordu ona gitmesini söylerken. Ayağa kalktığı için her yeri sızım sızım sızlamış ve hey, işte buradayız dercesine bütün bedenindeki kırıkların farkına varmasına neden olmuştu hareket etmesi. Acıyla haykırdı Jungkook onu kucağına aldığında. Jungkook endişeyle ne yapacağını bilemediğinde neyse ki Hoseok oradaydı. ''Bekleme.'' dedi Jungkook'u ittirirken. ''Şuradan çıkmamız gerek. Hadi.''  

Kapıdan çıkıp merdivenlere ulaştıkları anda Jung Su önlerine çıktı. Genç kadının gözleri anında Jungkook'u seçerken dudakları hafifçe aralanmıştı. Jimin'in Jungkook'u diye düşünmüştü sadece tek nefesinde, ikinci nefesinde kucağındaki Jimin'i görmüş ve acıyla haykırmıştı adeta. ''Aaah! Hayır, Jimin-ah!'' Önlerine doğru koşturduğunda Hoseok onu kenara çekti. Jungkook farkına bile varmamıştı. Gözleri sadece Jimin'deydi. ''Jung Su gitmemiz gerek.'' dedi Hoseok beklemeden.

Jung Su merdivenlerde onların peşinden koştururken Jimin, Jungkook'un kucağında baygındı. ''Jimin! O iyi mi? Jimin iyi mi? O... yaşıyo- iyi mi?''

''Evet.'' dedi Hoseok. ''Bize güven. Ona,'' Başıyla Jungkook'u işaret ettiğinde mutfak kapısındaydı. ''Güven.'' 

''Tamam,'' dedi. ''Jungkook. Pekala ona iyi bakacak. Tamam. Lütfen sadece iyi olsun.''

''Geliyor musun?'' Hoseok acele bir tavırla sordu. 

Ma Ri mutfak köşedeki ufak bar tezgahına yaslanmış onları izlerken ''Jung Su,'' dedi ansızın. ''Sen bir yere gitmiyorsun.'' Mutfağa girdikleri ilk andan itibaren oradaydı. Elinde içki bardağı vardı. Dalgın ve yorgun görünüyordu.  

''Sen gitme dedin diye değil,'' dedi Jung Su gözlerini ona çevirirken. Orada olduğunu fark etmemişti ama korkmamıştı da. Bu evde onu artık hiçbir şey korkutamazdı. ''Ayak bağı olmamak için gitmiyorum.'' Hemen ardından başını geri Hoseok'a çevirdi. ''Ona iyi bakın. Asla buraya geri dönmesin. Hiçbir şey için. Ölsem bile.''

Hoseok duraksadı. Jungkook çoktan bahçeden çıkmaya çalışıyordu. Gitmesi gerekiyordu. ''Emin misin? Gelmek isters-''

''Git hadi!'' dedi Jung Su evin kapısının açıldığını duyduğu an. ''Gidin hemen!''

Hoseok aceleyle çıktığında hemen ardından kapıyı kapattı ve dönüp annesine baktı. ''Senin yerine,'' dedi. ''Senin yerine Jimin'i seçerdim. Hem de ona rağmen. Ne olursa olsun. Bunun ne demek olduğunu biliyorsun.''

***
Yoongi Jungkook'u havalimanına bırakıp geleli on dakika olmuştu. Elindeki çantaya bir şeyler sokuştururken ne alıp neyi almadığının farkında değildi. Tıpkı kendi evlerindeki Taehyung gibi.

Kendi çantasına Jihyun'un bavulundan bir şeyler alırken gözleri etrafı taradı. En son Jihyun Hoseok ile konuşacaktı. Ama çoktan konuşmuş olmalıydı, şimdi nerede olduğunu bilmiyordu. Dizlerini bıraktığı yerden yavaşça doğruldu ve çantayla birlikte odadan çıktı.

"Jihyun?" diye seslendi merdiven boşluğuna. Ses gelmeyince merdivenlerden patır patır indi ve Jungkook'un salonuna göz attı. Orada da yoktu. İsmini seslendi tekrar. Bir şey yapmasından korkmuyor değildi. Ona hak da veriyordu çünkü Jimin'in gidişi ve annesiyle olan mesajları Jihyun'u her şeyden çok suçlu hissettiriyordu. Saatlerdir ağlıyordu ve Yoongi biraz daha sıcak bir adam olmayı dilemişti. Onu iyi hissettirmek için her şeyi yapardı.

Ama kendi nasıl iyi hissedebilirdi işte bu kısım biraz muammaydı. Jimin herkesi korumak isterken, her şeyi yakıp yıkmıştı. Şimdi burası da kendi evleri de terk edilmiş kasabalara benziyordu.

Küçüğünü kapının önünde buldu. Merdivenlere çökmüş, küçülmüş, elindeki sigarayı içine çekiyordu. "Neden cevap vermiyorsun?" diye sordu yanına otururken. "Korktum."

Jihyun dumanı içine çektiği için çukurlaşan yanaklarıyla ona kısa bir bakış attı. Gözlerini seviyordu. O gözlerin üstünde olma hissini de. Ama üzgün bakmaları hoşuna gitmiyordu.

Eh kim bilir kendi gözleri nasıl bakıyordu?

"Kendime bir şey yapmamdan mı?" Yorgun bir sesle sordu sigaranın yanan ucunu izlerken. İşte içi de aynen böyle yanıyordu.

Pusat yolun ortasında, güneşin altında keyifsizce yatıyordu. Her şey o kadar keyifsizdi ki...

"Öyle değil."

"Annemi aradım." dedi birden Jihyun. Sesi kısıktı. Yoongi'nin cümlesini bitirmesine izin vermezken Pusat'tan gözlerini ayırmadı. Yoongi'nin gözleri zaten üstündeydi.

"Ne söyledin?"

"Sadece bunun hesabını soracağımı söyledim, o  şerefsizi kendi ellerimle öldüreceğimi ve onu da bir daha hiçbir zaman görmek istemediğimi."

"Buna gerek yoktu Jihyun."

"Ağladı." Başını yan çevirip Yoongi'ye baktı. Keşke sarılsaydı ona. Jihyun'un onun kollarına ihtiyacı çok fazlaydı. "Telefonun bir ucunda hıçkırıklara boğuldu ve dedi ki, ben sadece sizi korumak istedim." İğreltiyle yüzünü buruşturdu. "Bu zamana kadar hep korumak istemiş. Yüzüne kapattım."

Yoongi ne diyeceğini bilemedi. "Jihyun..."

"Eğer şimdi gelmeseydin onu da arayacaktım. Beni alması için. Abimi bırakması için. Hala da aramayı düşünüyorum ama açar mı bilmiyorum."

Yoongi dehşete düşmüş gibi bakarken "Hayır." dedi hemen. Jihyun onun yüzünden okunan endişeye iç çekti ve başından beri istediği kollar onu hemen sardı. "Hiçbir yere gitmiyorsun Jihyun. Yanımdan bir adım bile uzaklaşamazsın."
"Ama," Başını iki yana salladı Yoongi'nin göğsüne çekilmişken. Hala nasıl ağlayabildiğini bilmiyordu. Halbuki vücudundaki bütün suyu harcadığından emindi. "Benim yüzünden oldu."

"Seninle bu durumun hiçbir alakası yok. Bana bak," Kemikli elleri yüzünü kavrayıp kendisine bakmasını sağladı. "Benden habersiz hiçbir şey yapmıyorsun ve çok ciddiyim yanımdan da ayrılmayacaksın. Tamam mı?"

Jihyun ıslak gözleriyle onun kedi gözlerine baktı. Ah, cidden, kimseyi böyle sevmiş miydi? Bu kadar hızlı ve birden?

"Beni bırakma." dedi Jihyun. "Çok kötü şeyler yapsam da bırakma beni."

Yoongi parmaklarını onun parmakları arasında geçirdi. "Elimi bırakma." dedi onun elini sıkarken. Merdivenden kalkarken onu da kendisiyle birlikte kaldırdı. "Artık gitmemiz gerek."

Jihyun arkasından ilerlerken gözleri ellerine takılmıştı. Neden bilmiyordu ama bu görüntüyü hayatının sonuna kadar izleyebileceğini düşünüyordu ve yine her nedense, çok uzun süre izleyemeyecekmiş gibi hissetmişti.

***

Hava kararmak üzereydi ve uzun süredir yoldalardı. Taehyung arkada sızmıştı yorgunluktan. Zaten araba o kadar sessizdi ki -ölüm sessizliği desek tuhaf kaçmazdı belki- Yoongi bile göz kapaklarının ağırlaştığını hissediyordu.

Başını çevirip hemen yanında oturan ufaklığına baktı. Ayakkabılarını çıkartmış, ön koltukta dizlerini kendisine çekmiş ve çenesini de üstüne bırakmıştı. Son birkaç saattir ağlamıyordu ama çok sessizdi ve Yoongi hangisi daha kötüydü bilmiyordu.

İçine atması mı, içini söker gibi ağlaması mı?

"Susadın mı?" Yoongi yavaşça mırıldandı. Gözleri bir ona bir yola dönüp duruyordu. "Bir şeyler yesen de iyi olur."

Normal şartlarda onunla böyle ufak çocuk gibi ilglenmesi Jihyun'u zevkten dört köşe yapabilirdi. Abisi ölümle burun buruna olmasaydı Jihyun dönüp onu öperdi bile.

"Onları arasak mı?" Gözleri yoldaydı, ayırmadı onları. Ne yemek ne de su istiyordu, tek istediği Jimin'in iyi olmasaydı.

"Yarım saat önce konuştuk ya Hoseok ile. Jungkook'un inmesine daha var."

"Tamam."

"Jihyun-"

Kollarını dizlerine daha sıkı sararken "Bir şey deme hyung." dedi. Omuzlarını kaldırıp indirmişti. "Beni iyi hissettirmeye çalışma. Biliyorum şimdi arabayı durdursan ve kollarının arasına alsan ya da sadece sevdiğini söylesen bile daha iyi hissederim. Zaten tek olmadığım, yanımda siz olduğunuz için hala ayaktayım ya. Yoksa çoktan kafayı sıyırmış ve hiç düşünmeden peşlerine düşmüştüm."

Konuşurken kollarını çözmüştü. Başını ellerinin arasına alıp gözlerini yumdu. Ya çok geç kalıyorlarsa? Ya Jungkook'a da bir şey olursa? Ya Jimin şu an acı çekiyorsa? İyi hissetmek hakkı değildi. Hep daha kötü hissedebilirdi ama azıcık bile iyi hissedemezdi. "Biraz bile iyi hissetmek istemiyorum. Bir şey deme o yüzden."

Yoongi arabayı sağa çekerken hızını da düşürdü ve en sonunda durdu. "Buraya gel," Kolunu uzattığında ona doğru, Jihyun durduklarımı fark edip kollarını çözdü ve kendisine uzatılan kolu gördü. "Hyung-"

"Dün gece odama geldiğinde benden seni sevmemi, seni tutmamı ve seni korumamı istemedin mi sen Jihyun? Bunları yaparsan hevesim hiç geçmez dedin."

Küçük olan hafifçe başını salladı. Üstünden asırlar geçmiş gibi hissediyordu ama sadece bu lanet günün gecesinde olmuştu bütün bunlar. Kollarında uyumuş ve orada uyanmıştı. Daha alışamamıştı bile. Hangi ara her şey bu kadar kötü olmuştu?

"Dedim." 

"İyi işte, ben de seni seviyorum. Şimdi gel buraya seni tutacağım." Kolunu uzanıp ona sararken kendisine doğru da çekmişti küçüğünü. Jihyun sızlandı.

Gerçekten de insan vücudunun dörtte üçü suydu. Hala ağlayabiliyor olması bundandı.

Ekledi Yoongi. Jihyun yine ağladığı için kollarının arasında titrerken emin bir sesle konuştu. "Ve Jihyun, seni koruyacağım. Ne pahasına olursa olsun."

***

Her şey çok ani ve çok hızlıydı. Jungkook hiçbir şeyin farkında değil gibiydi ama bir o kadar da farkındaydı.

Arabanın arka koltuğuna otururken kucağındaki bedenle, ne ara buraya geldiklerini bilmiyordu. Lakin Jimin'i de sımsıkı tutuyordu, düşmesin, ellerinden kayıp gitmesin diye.

Hoseok Jimin'in ayak ucuna oturmuş, bacaklarını kucağına almıştı ve Jaebum hiç beklemeden arabayı çalıştırmış, çoktan oradan uzaklaşmışlardı.

Jinyoung ön koltukta dönmüş, döndüğüyle de kalmıştı.

Jungkook'un kucağındaki beden baygındı. Jimin'di ama gerçekten Jimin miydi?

Tanınmaz haldeydi. Jinyoung onu çok uzun süeedir tanıyordu. Hiçbir zaman bu hale gelmemişti. Jinyoung ne yapsa bilemedi. O kadar üzgün, o kadar öfkeli ve öylesine suçlu hissediyordu ki, tek kelime edememişti. Sıcak yaşlar yanağından usul usul akarken Jaebum "Otur Jin." dedi ona. Arabayı çok hızlı sürüyordu. Jinyoung dizleri üstünde ve ters duruyordu.

Gözleri bomboş gözlerle Jimin'i izleyen Jungkook'a ulaştı. Yüzü bembeyaz olmuş, sadece kollarının arasındaki bedene bakıyordu.

Jinyoung hıçkırdı. Belki Jimin'in yaraları iyileşir ve kemikleri geri kaynardı. Ama Jungkook'un ruhunda açılan delikleri nasıl kapatacaklardı? Belki Jimin'i bu sefer gerçekten korurlardı ve bir daha hiçbir zarar gelmesine izin vermezlerdi ama Jungkook böyle hızlı koşarken yine kendi depremine, o enkazın altından onu kim çıkartacaktı?

Jimin'in gücü yeter miydi onu yine çekip çıkartmaya ya da Jungkook izin verir miydi onu bir daha yakalamasına?

Çoktan kaçmış mıydı yoksa hala orada, Jimin'in parmaklarının ucunda mıydı?

Jinyoung'ın düz oturmak için yeltenmesi Jungkook'un hıçkırıklara boğulmasıyla oldu. Oturdu ve yola bakarken sessizce ağlayarak onun yakarışlarına eşlik etti.

Kimseden çıt çıkmadı Jungkook'un ateşi sesiyle birlikte dışarı taşıp, parçalara bölünüp arabayı yakarken. Dindi bir süre sonra sönen ateş gibi. Sustu, suspus oldu ama gözleri Jimin'den geri kaçmadı.

Altı yaşındaki Jungkook bir depremin altında kalmıştı.

Ve yine aynı Jungkook, yirmi bir yaşında kendi depreminde, kendi enkazının altında kaldı.

Kollarının arasında güneşi vardı. Sönmez dediği güneş şimdi onun ruhunu söndürmüştü.

O gece gökte ay yoktu. Zira yıldızlarda bir fırtınaya kapılmış ve etrafa saçılmış olsa gerektiğinden, dışarısı zifiri karanlıktı.

Sabah güneş doğar mıydı, bilen yoktu. Şimdiye kadar hep doğdu diye yarın doğacağının sözünü vermemişti kimseye güneş ve belki de aysız gece de çoktan kendi karanlığında kaybolmuş, sonra da boğulmuştu.

güneşin söz vermesini beklemeyin, kendi güneşiniz olun ama geceyi sevmeyi de unutmayın olur mu?

bu tam duende şarkısı dediğiniz şarkılar var mı? öneri almayı çok isterim.

sabırla -bazen sabırsız da olsanız- beklediğiniz için teşekkür ederim sizi çok seviyorum.

ve son olarak hiraeth ve komorebi sizi bekliyor. uğrarsanız mutlu oluruz.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro

Tags: #jikook