bölüm 13
"...Hepimiz büyüktük. Küçük küçük parçalarla, aynı üzüntüden payını alan büyük ve hüzünlü kişiler..."
Kitabın ucunu kıvırmadan önce gözlerimi ona çevirdim. Zaten üzerimde olan gözleriyle buluştu gözlerim. Yaptığım alıntıya cevap vermedi, öylece baktı.
Odada ağır bir hava mevcuttu. İkimizin de pek konuşası yoktu. Bu, onun için farklı bir şey değildi. Benim içinse, yeniydi.
Garip sessizlikten kurtulmak için, "Bence sen de okumalısın," dedim kitabı elimde hafifçe sallayıp koltuğun üstüne bırakırken.
"Bence sen de artık onu okumayı bırakmalısın," dedi umursamazca. "Kaç kez okuyacaksın?"
Ayaklarımı kalçamın altına aldım ve koltukta kıvrılarak oturdum. "Ama çok güzel," dedim gülümseyerek. "Tekrar tekrar okumaktan hoşlanıyorum, ayrıca okuyacak başka bir şeyim yok, sen de benimle hiç konuşmuyorsun. Sıkılıyorum."
Beyaz yorganı üstüne iyice çekti. Boyun kısmından aşağısı tamamen yorganın içindeydi. O cevap vermeden, "Üşüyor musun?" diye sordum.
"Hayır," dedi ve sonra tekrar sessizlik hakim oldu bütün odaya. Gözlerimi üstünde bıraktım. Sırt üstü yatarken tavanı delip geçecekmiş gibi gözlerini kıpırdatmıyordu. Yorgundu yine. Hep olduğu gibi.
O an Jungkook için en iyi bildiğim şeyin, onun sessizliği olduğu fark ettim. Yoğun, kadife ve pürüzsüz bir sessizliği vardı. Beni içine hapsedip etrafımda dönerek fırtınanın içine alıyormuş gibi hissediyordum. Jungkook tuhaftı ve ben gözlerimi onun üstünde asılı bırakmayı sevmeye başlamıştım. Sessizliğinin yanında küçülüp uzanmak, sessizliği sevmesem, hep konuşsam bile huzurlu geliyordu.
"Sessizlik içindeydi her yer, ölümün kadifeden ayakları gezinir gibi. Ve ben yaşamaya hükümlüydüm; yaşamaya."
Yavaşça ve daha çok fısıltı gibi söylediğimde, "Bırak da kendim okuyayım," dedi gözlerini üstüme çevirip. "Bütün kısımları tek tek söylersen okumama gerek kalmaz."
"Sadece ana uyuyordu." dedim omuzlarımı hafifçe yukarı kaldırırken. Yüzündeki uğraşamaz hali güzeldi.
Sanırım Jungkook hep güzeldi.
"Uyusana." dedi bıkkınlıkla. "Odana git ve uyu. Başımı ağrıtmaya başladın."
"Ya," dedim uzatarak. "Hiç konuşmadım ki."
Nefesini saldı aramıza. Arkasını dönmeden önce "İyi." dedi. "Ne yapmak istiyorsan onu yap."
***
Boş gözler o kadar korkutucuydu ki defteri kapatıp kendimden en uzak noktaya koyma isteği oluşturuyordu içimde.
Ama yine de bunu yapmadım. Koltukta bağdaş kurmuştum, defter önümde açıktı ve o kadının resmine çok uzun süredir öylece bakıyordum.
Ayrıntılar o kadar iyiydi ki sanki gerçek gibiydi. Jungkook bunu öylesine keskin hatlarla çizmişti ki, sanki bu yaşına kadar her gün gördüğü ayrıntılar bunlarmış gibi hissettirmişti.
Oda karanlıktı. Kasvet ele geçirmişti her şeyi. Düşüncelerim kirli bir gölet gibiydi. Ölü balıklar, atılmış bira şişeleri, poşetler ve yosunlarla yeşil renk almış bir gölet gibiydi.
Başımı resimden kaldırıp Jungkook'un gergin sırtına çevirdim. Yorgan kalçasından aşağısındaydı, sırtı açıktaydı.
Bu resimde anlamlandıramadığım bir şey vardı, boğazıma takılıyordu.
Oda karanlık olmasına rağmen masanın dayalı olduğu duvara baktım. Deprem resimlerini göremesem bile orada olduklarını biliyordum ve bu önümdeki resim de muhtemelen, yine depremle ilgiliydi.
Elimde bir şeyler vardı, kafamda dönüp dolaşan cümleler vardı ama tam olarak toparlayıp 'olan şey şu' diyemiyordum. Sadece Tanrı'ya umarım bu kadın annesi değildir, diye dua ediyordum.
Gerçi, Tanrı dualarımı pek kabul etmezdi.
Pencereden gelen belirsiz bir ışıkla kadının boş bakan gözlerine baktım. Dikkatlice baktığımda boşluğun arkasındaki o duyguları hissedebiliyordum. Acı vardı, korku ve endişe vardı. Resime yakınlaştım, yakınlaştım ve bir şeyler demesine ister gibi baktım. "Kimsin sen?" diye fısıldadım. "Neden Jungkook seni bu kadar çok ve bu kadar gerçek çizmiş?"
"Anne?"
Ses odada süzülüp kulağıma geldiğinde bedenim öylesine bir korkuyla titredi ki, sadece saniyelik olarak resimden geldiğini düşündüm.
Jungkook "Anne?" diye tekrar ettiğinde şaşkındım ve olduğum yerde öylece kaldım. Sesi o kadar masum, o kadar çaresiz ve o kadar titrekti ki, bütün bedenimi sarsmıştı.
"Anne," Fısıltısından bile ağlayacak gibi olduğu belliydi ve ben en sonunda, rüya gördüğünü anladım. "Lütfen," dedi. "Lütfen buraya gelme."
Bacaklarımı yere saldım ve emin olamasam da yavaşça koltuktan kalktım. Jungkook'un sesi içimde bir yerlerde, bir şeylere vuruyor gibiydi. Yanına varana kadar adım attığımı fark etmedim. Titriyordum ve oldukça bocalamıştım.
"Lütfen," dedikten hemen sonra bir hıçkırıp koptu dudaklarının arasından ve sanki o hıçkırık yatağa yuvarlanıp yere düştü ve bana ulaştı. İçim burkuldu, kalbim hızlıca atmaya başladı.
"Lütfen bir kez daha olmasın, lütfen, görmek istemiyorum." Jungkook ağlamaya başladığında, acısı sesine yerleşmişti ve o kadar çaresizce yalvarıyordu ki yine donup kalmıştım. Yatakta çırpınırcasına döndü ve yüzü benim tarafımdan görüldü.
Sımsıkı yumduğu gözleri, karman çorman geceye uyumlu koyu saçları ve acı içindeki yüzüne kapalı gözlerinin arasından kaçarak dökülen gözyaşları beni sarsınca yatağın üstüne dizlerimle çıktım. Elimin birisini Jungkook'a uzattığımda o kadar fazla hıçkırıyordu ki gözlerimin dolup görüşümü kapatmaya başlaması çok kısa sürdü. Tereddütlü hareketlerle onu hafifçe sarstım ve o "Anne, çok özür dilerim. Benim yüzümden, çok özür dilerim." diye sayıklarken "Jungkook, uyan lütfen. Kabus görüyorsun." diye seslendim. Gözlerini açmak yerine daha sıkı kapatıp yumruklarını altındaki yastığa geçirmeye başladı ve ben onu olabildiğince sertçe sarsmak zorunda kaldım. "Jungkook!" diye bağırdım ona doğru. "Uyan!"
Sanki akrep ve yelkovan hareket etmek istemediğine karar vermişler gibiydi, zaman akmaktan vazgeçmiş gibiydi. Her şeyi ağır çekim izliyormuşum gibi hissediyordum.
Jungkook gözlerini açtı, yastığı sıkmayı ve yumruk atmayı bıraktı.
Kalbimin güçlü atışı vücudumu sarsıyordu. Jungkook yatakta sıçradı ve hızlıca doğruldu. Gözleri bir sinek gibi, hızlıca dönüyordu ama bana ulaşmadı bir süre. Göğsü o kadar hızlı inip kalkıyordu ki başımı döndürmüştü. Omzundaki elime ulaştı gözleri, sonra ne yapacağını bilemeyip dolmaya karar veren gözlerime.
"Jimin?"
Sesi titriyordu ve o kadar, gerçekten, o kadar güzel söylemişti ki dudaklarım usulca titredi, kirpiklerim hızlıca birbirine değdi. "Buradayım." dedim bunu demek önemli bile değilken. "Sadece kabustu, geçti."
"Jimin?" dedi yine emin olmak istermiş gibi. Gözleri yaşlıydı, saçları nefesleri gibi karmaşıktı ve çok muhtaç görünüyordu. Korkuyor gibiydi, bedeni hala sarsılıyordu. Yüzü ter içindeydi ve ben kendimi tutamayıp elimi yüzüne uzatırken buldum kendimi. Parmaklarım yavaşça alnına değdiğinde "Buradayım." dedim seslice. "Buradayım Jungkook. Geçti."
Terini sildim elimle. Terden dolayı ıslanan elimi umursamadım ve saçlarının köklerine dokundum yavaşça. Koyulaşan gözleri kocaman açılmıştı ve benim gözlerimin içine dikilmişti. Göz kapakları hala titriyordu.
"Buradasın." dedi fısıltıyla. Hala inanmadığını düşündüğümden belki, bilmiyorum belki de sadece bunu yapmak istediğimdendi kollarımı ona dolayıp kendime çektim. "Kabustu." dedim. "Gerçek değildi, geçti."
Taehyung'un dediklerini hatırladım o an. Gerçek gibi etkilendiğini söylemişti. Şimdi anlıyordum işte, Jungkook kabus görmüyordu, bir şeyleri tekrar yaşıyordu. Bunu düşünürken gözümün önünde çizdiği o resim canlanıyordu ve bu, nefesimi kesmişti.
Yüzü boynuma yaslıydı ve Jungkook hıçkırıklarını tekrar serbest bırakmıştı. "Geçmedi," dedi acıyla. "Hiç geçmiyor ki."
Ağlamamak için dudaklarımı sertçe ısırıyordum ama boş bir çabaydı. Yanaklarım çoktan ıslanmıştı. "Şşş," Saçlarını geriye doğru taradım yavaşça. Diğer kolumla daha sert sardım onu. "Düşünme. Düşünmek canını yakacak, şimdi düşünme."
Bedeninin sarsılması kesilip nefesi düzene girene ve benim de yanaklarım kurayana karar bekledim. Sıcak nefesi boynuma vuruyordu ve kafamın içi bomboş bir arazi gibiydi. Sadece gözlerimin önünde boş bakan o gözler vardı.
Jungkook yavaşça benden ayrıldığında gözleri gözlerimden kaçarcasına yatağa bakıyordu. "Ben..." deyip sustu. Ne diyeceğini bilmiyordu, bir şey demesine de gerek yoktu. Onun için zordu. Benim yanımda bu kadar savunmasız olması daha zordu. Çünkü farkındaydım, şuan duvarları yerle bir olmuştu ve şimdi o, sabaha kadar elleriyle tek tek tuğla dizecekti etrafına.
"Uzan hadi." dedim bir şey dememesi için. "Saat daha üç falan. Biraz daha uyu."
Aniden, "Neden buradasın?" diye sordu gözleri hala aşağılarda oyalanırken. Ay kirpiklerine vurup yüzüne gölge yapıyordu.
"Hep buradaydım." dedim düşünmeden.
Başını hafifçe kaldırdı ve gözlerimizi kısa bir süre buluşturdu. "Hiç gitmedin mi?" diye sordu.
"Hiç gitmedim." dedim niye bu kadar sorguladığını merak ederken. "Uyurken başında bekledim." Duraksadım. "Bir şey yapmadım, hiçbir şey de kurcalamadım. Koltukta oturdum sadece."
"Onu sormadım." dedi yavaşça. Gözleri tekrar beni buldu. "Sadece..." dedikten sonra sustu. Tekrar ıslanan gözlerine baktım. Tek bir kelimede dökülecek gözyaşları ayın ışığı yüzünden parlaktı ve kendi yansımamı belirsiz bir şekilde orada, onun gözlerinde görebiliyordum.
"Jungkook," dedim elimle omzuna baskı uygularken. "Uyu hadi." Bana karşı çıkmayıp yatağına bıraktı bedenini. Eğilip yastığını düzelttim. Islak gözleri merakla beni süzüyordu. "Gidecek misin?" diye sordu.
"Hayır." dedim. "Güneşin ışıklarını bekleyeceğim." Yataktan kalktım. "Kabus görürsen hemen uyandırırım, sen uyu sadece."
Koltuğa yürümeye başladım ama Jungkook'un "Jimin, gitme." diyen sesiyle olduğum yere çiviyle tutturuldum. Ağzım aralık ona doğru döndüm. "Ne?"
"Gitme." dedi sadece.
Duvarsız Jungkook karşımdaydı. Savunmasız, bir yaprak gibi titreyen, ufacık bir çocuk gibi muhtaç ve benim gibi aciz. Gülümsedim yavaşça. "Tamam." dedim. "Gitmem."
Yanına yürüdüm tekrar. Yatağın yanına, yere oturdum. Kollarımı birbirine bağlayıp yatağa koydum ve çenemi üstlerine bıraktım. "Uyu sen, ben buradayım."
Önce beni izledi, biraz daha izledi ve ben de onu izledim. Sonra o mimiksiz suratıyla yorganı kaldırdı ve kocaman açılan gözlerime baktı. Ve benim algılamam için belirli bir sürenin geçmesi gerekti.
"Emin misin?" diye sordum. Sabah tekmelenerek atılmak istemiyordum.
Cevap olarak yorganı biraz daha kaldırdı. Bundan sonrasında bir şey demesine gerek yoktu, yorganın içine süzülüp ona doğru sokuldum. Önce duraksadı, emin olmayan bir şekilde yatakta, bedenimin hemen önünde bekledi. Sonra yavaşça nefesini saldı. Nefesi boynuma vururken elimin birini saçlarına uzattım ve o gerdiği vücudunu gevşetip gözlerini sımsıkı yumarken saçlarını okşamaya başladım.
Yaşadığım en tuhaf anlardan birisiydi. Tüm bu olanlar sarhoşmuşum gibi hissettirmişti. Yine de üzerinde çok durmamam gereken bir şeydi, biliyordum.
Normal şartlar değildi, normal şartlarda Jungkook onu savunmasız gördüm diye duvarlarını üstüme yıkardı ama şimdi duvarlarının iç kısmına girmeme izin vermişti.
İşte şimdi, gerçekten evinde hissediyordum. İçerideydim. Sabah olduğunda yine kovulacaktım ama önemli olan an'dı ve ben bu an'ı çok sevmiştim.
***
Sabah gözlerimi Jungkook'un yatağında ama yine tek başıma açtım. Başım çok ağırdı. Yastıktan kaldırmak istemedim. Dün gece Jungkook'un gözleriyle delmeye çalıştığı tavana baktım dikkat çekici bir şey bulmak amacıyla. Ama zaten biliyordum, Jungkook'un delip geçmek istediği duvar değildi, onu boğan düşünceleriydi.
Dün olan şey, bundan sonrasında ne olacağına dair en ufak bir fikrimin olmasını engelliyordu. Jungkook bugün siyah dediğine yarın beyaz diyebiliyordu. Ya da tamamen görmemezlikten geliyordu, bilemiyordum.
Onu öyle görmek içimdeki bir şeye baskı uygulamış gibiydi. Jungkook duvarlarını indirdiğinde yeni doğmuş bir bebek gibi savunmasız, sudan yeni çıkmış bir balık gibi korkmuş görünüyordu.
Ellerimi saçlarımdan geçirirken yorgunca nefesimi dışarı saldım.
Canının yanışına yanıp kendi kendini kavuran Jeon Jungkook, neden kalbimin atışlarında senin isminin fısıldandığını duyuyorum?
Bir süre gözlerimi kapatıp derin soluklanışımı dinlerken düşüncelerimi sessize almaya çalıştım. Başarısızlıkla yataktan kalktım. Yatağın üstünü düzeltirken dün geceden kalmış gibi hissediyordum. Beynim oluk oluk akıyordu bütün düşüncelerle. Odadan çıkmadan önce resim defterini masanın üstüne bıraktım.
Aşağı indiğimde saatin kaç olduğundan habersizdim ama çok uyumuş olmalıydım ki başım ağrıyordu. Mutfağa girmek için hareket ettiğimde dış kapının önünde ayakkabılarını giymeye çalışan Jungkook'u gördüm. Aceleyle ayağına geçirmeye çalışıyordu.
"Jungkook?" diye seslendim sorarcasına. "Günaydın."
"Ah, Jimin?" Ayakkabısını giyip doğruldu ve beceriksizce gülümsedi. "Günaydın. Ben de çıkıyordum şimdi. Akşam görüşürüz." Aceleci tavrını bırakmadan kapının kulpunu tuttuğunda, "Kahvaltı yaptın mı ki?" diye sordum şaşkınca.
"Hayır," dedi kapıyı açıp. "Normalde de pek kahvaltı yapan biri değilim zaten. Sen hazırladığın için yapıyordum." Biraz duraksamasına şahit oldum. Bir şey demek ister gibi oyalandı. Gözlerini kapıdan çekip bana baktı. "Her neyse," dedi. "Akşam görüşürüz."
Cevap vermemi beklemeden hızlıca çıkıp kapıyı sertçe kapattığında arkasından bakakaldım. Yanılmıyorsam, o resmen kaçmıştı, değil mi?
"İyi bakalım Jeon Junkook!" diye seslendim kapıya doğru. "Kaç bakalım. Kabuslarına kısılıp kalmış düşüncelerinden kaçamadıkça insanlardan kaç."
***
Ellerimi kurulurken mutfağın penceresinden dışarı baktım. Bahçe yarım kalan işime rağmen, bana el sallayan şeftali ağacı yüzünden güzel görünüyordu. Çiçek ve ağaçlı kısmın arkasındaki ufak havuz bakımsızdı ama zaten ağaçlar onu kapatıyordu. Gülümsüyordum ve kendi kendime bile olsa bunu seviyordum. Elimdeki havluyu yerine asarken olmuş şeftalilerin çekim gücüne karşı gelmemeye karar verdim.
Güneş bütün ihtişamıyla bahçeye ve bana, beyaz tenime ulaşıyordu ama birkaç saate parlaklığını kızıl bir gökyüzüne bırakacak ve sahneden inecekti. Jungkook hala gelmemişti. Bilerek geç geleceğini düşünüyordum, benimle fazladan muhattap olmaktan hoşlanmıyordu.
Bunun üzerine çok durmamam gerektiğini kendime hatırlatıp ağacın yanına dikkatlice gittim. Yaprakların arasından parlayan güneş ışıkları yer yer tenimi ısıtırken yaprakların gölgeleri yüzüme düşmüştü. Kalacak yer bulmalıydım, babamla ilgili düşünmeyi ertelediğim şeyleri düşünmeliydim belki ama kuş kadar hafif hissediyordum. Elim ağacın gövdesini okşarken gözlerim kapalıydı. Ağacın bütün girintilerini, çıkıntılarını, çukurlarını ve tümseklerini hissederken hafiften bir rüzgar yüzümü yalıyordu ve sanki, kulağıma üflüyordu. İyi hissediyordum.
Birkaç dakika sonra keyfimi kaçıran bir böcek görüntüsü gözlerimi açmama neden oldu. Ağaçtan biraz uzaklaşıp gözlerimi kısarak onu süzdüm. Görünürde herhangi bir şey yoktu, bu yüzden kendimi hazırladım ve büyük bir cesaret göstererek ağaca tırmandım. Beni taşıyacağını düşündüğüm bir dala dizlerimle sürünerek ulaştım ve bacaklarımı iki yana sallayarak oturdum. Tam olarak yerleştikten sonra zaferle gülümseyip derin bir nefes saldım ve "Aferin oğluma!" dedim. Hiçbir böcek faciası yaşamadan bu kısma kadar ilerlemiştim ve bundan sonrası zaten en kolayıydı. 'Şeftalileri toplamak.'
Bacaklarımı altımdaki dala sımsıkı sardıktan sonra şeftalilere göz atıp en yakınımdaki -en güzel- şeftaliye heyecanla uzandım ve kopardım. Gurur verici bir sırıtış yüzüme yerleştikten birkaç saniye sonra suratım asıldı. "Kahretsin!" dedim şeftaliye bakarak. "Topladıklarımı koyacak bir şey getirmedim."
"Neyseki ben varım."
Aşağıdan Jungkook'un sesini duymamla "Jungkook!" diye şakıdım. "Sen mi geldin?"
"Al şunu." dedi sorduğum soruyu duymamazlıktan gelerek. Gözlerimi devirerek biraz aşağıya sarktım. Elindeki bana uzattığı meyve tabağına baktım ve elimdeki tek şeftaliyi de nispet yaparcasına ona bakarak kocaman ısırdım. Ağzımda çiğnerken tadının güzelliğine ithafen mırıltılar çıkarıyordum.
"Sen de ister misin?" dedim tatlı tatlı sırıtırken. "Tadı gerçekten harika."
"Topladıklarını buna koy." dedi. Elindekini daha fazla uzatırken yüzü düzdü. Söylediklerimi umursamamasına karşılık yine kıkırdadım ve elimle onun en yakınındaki şeftaliyi gösterdim. "Şu çok güzel görünüyor. Senin için koparayım."
Bacaklarımı biraz gevşeterek kendimi iyice sarkıttım ve şeftaliyi koparmak için uzandım. Sonrası bir anda oldu. Aynı, filmlerdeki gibi sahneydi.
Elimle şeftaliyi tutacağım anda benim görmediğim taraftan elime doğru siyah-kocaman-parlak ve hayatımda gördüğüm en iğrenç böcek podyumda yürüyormuşçasına salınarak harekete geçti. İlk birkaç saniye onun ne olduğunu algılamama gitti. Bu kısımda Jungkook'un sesi "Tamam. Sakin ol." diyordu sakince. Ama onun dediklerinden çok böceğin görüntüsü beni etkiledi ve onu algıladıktan sonra tiz bir çığlık attım.
Kendimi aşağı bırakmadan önce Jungkook, "Sakın bırakma!" diye bağırdı.
Ama çok geçti.
Sırtım yere çarpınca duyduğum acıyla olduğum yerde dişlerimi sıkarak sızlandım. Jungkook telaşsız adımlarıyla yanıma ulaştı. "Artık gerçekten senin bir şaka olduğunu düşünmeye başlıyorum." dedi elleriyle yüzünü avuçlarken.
"Söylenmeyi bırak." dedim dişlerimin arasından. "Kalkmama yardım et." Olduğum yerde yatarken başı görüş alanımdaydı ve o alayla kaşlarını havaya kaldırdı. "Kendin kalk."
Sırtımın acısı yüzünden hazırda bekleyen yaşlar Jungkook'un gerdiği sinirlerimle gözlerime yerleşti. Derin bir nefes alıp kalkmaya yeltendim. Başaramadım, sızlanarak kendimi geri bıraktım.
Jungkook nefesini sesli bir şekilde dışarı saldı. Eğildi ve kollarını kollarımın altından geçirip beni ayağa kaldırdı. Hiçbir şey demeden hızlıca tutuşundan kurtulup eve doğru yürüdüm ve kendimi bahçedeki çimenlere bıraktım. Önümdeki çimenleri hızlıca koparırken gururumu toparlamak istercesine 'burada oturuyorum çünkü korkmuyorum' izlenimi veriyordum kendimce. Başım yerdeydi ama onun yanıma oturduğunu gözümün kenarıyla görebiliyordum. Ayrıca zaten, tam dibimdeydi.
Yüzüm sinirden kızarmıştı. Her an ağlayacak gibi olduğumdan dudaklarım titriyordu. Umursamadım. O kadar sinirliydim ki Jungkook'un yanımda oturuşuna hatta gözlerini bana dikmesine bile aldırış edemiyordum. Ama en sonunda pes ettim ve doğruca yüzüne baktım. "Ne?"
Gözleri yüzümde, bahçede gezintiye çıkmış bir çocuk gibi dolaştı, dudaklarımda duraksadı ve ben yine kızardım.
"İyi misin?" dedi sakince. Omuz silktim. O da omuz silkti.
Bir süre susup bana bakmaya devam etti. Sonra alaycı ses tonuyla konuştu. "Gerçekten," dedi. Başımı kaldırıp ona baktım. Gözleri dudaklarıma düşmüştü. "Gerçekten, dudakların kadar bir böcekten korktuğuna inanmıyorum."
Ağzından çıkan kelimelerin etkisi, beni yerimden sıçratırken adeta bileğimi tutup parmaklarımı dudaklarıma getirmişti. Kocaman açılmış gözlerimle parmaklarımı dudaklarıma bastırdım şaşkınca. Jungkook ne dediğini yeni farketmiş gibi dudaklarıma dokunan parmaklarıma doğru bakarken alaylı yüz ifadesini durdurdu ve irkilip gözlerini bana taşıdı. "Siktir," diye mırıldandı. "Beynin kadar diyecektim."
O bana, ben ona bakarken son söylediği sinirlenmemi gerektirmesine rağmen, ben, bugün en başından beri hissettiğim kuş hafifliğiyle birden ona doğru kahkaha atmaya başladığımda gergin yüz ifadesi yavaşça gevşedi, gevşedi ve dünyadaki bütün gülüşlerin kıskanıp susmasını sağlayacak kadar güzel bir tını saldı bahçeye.
Gözlerimi kapatıp gülüşünü dinledim.
Bana ne olduğuna dair en ufak bir fikrim yoktu, düşüncelerim benden bağımsızdı ve ben aklımı kaçırıyordum sanırım. Bildiğim tek şey hissetmeye başladığım şey her neyse, tamamiyle yanlıştı ama en doğru şey buymuş gibi hissettiriyordu.
Ve ben kendimi yokuş aşağı salmıştım.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro