Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Bölüm 9 - Gordion Düğümü

"Bir düşün içinde bir düş mü
Bütün gördüğümüz ve göründüğümüz?"

-Edgar Allan Poe

-*-

Evinize giden çoğunlukla yürüdüğünüz yolun farkında bile olmazsınız. Zihniniz o sırada bambaşka şeylerle meşgul olur, sizi hedefe ulaştıran şey yolu ezbere bilen ayaklarınızdır. Zira bir yerlerde bir şeyler tekdüze hale gelmeye başladığında düşünmek anlamını yitirir. Düşünceleri var eden şey düzen ve huzur değil, kaos ve karmaşanın bizzat kendisidir.

Hangisi daha iyi? Huzurlu fakat fikirlerin var olmadığı bir hayat mı? Yoksa uç noktalarda yaşanan ama hayal gücüyle bezeli anlar mı? Bilemiyorum.

Özgür Abi'den doktorun iletişim bilgilerini almıştım ancak harekete geçmek sandığım kadar kolay olmadı. İlk dönemin son haftası ve sömestr tatili benim bocalamalarımla birlikte geçip gitti. Geçip giden yalnızca zaman değildi elbette, hayatımdaki ritim bozukluğu da yavaş yavaş yok oluyordu. Her yeni güne, biraz daha düzene girmiş olarak başlıyordum. Çok sesli tınılar giderek kaybolup yerini huzurlu bir sessizliğe bırakıyordu artık. Arzu'nun hayaleti bile soluk bir gölgeye dönüşmüştü. Yavaş ve sancılı bir şekilde olsa da, sanırım atlatıyordum.

Eğer hiçbir şey yapmamayı başarabilirsem, eğer yoluma devam edebilirsem, eğer şüphelerimi görmezden gelebilirsem bitecekti. Eksik fakat normal bir hayatım olabileceğini görebiliyordum. Zira şeytanlar peşimi bırakmıştı. Geçen hafta açık otoparkın yanından geçerken Sinem ve Melis'le karşılaştığımda, onların beni görmezden gelmesiyle birlikte emin olmuştum bu duruma. Cehennem tayfası artık benimle uğraşmayacaktı.

Hatta esas Şeytan bile düşmüştü yakamdan. Sınıftaki kıza laf soktuğum günden sonra hiç karşıma çıkmamıştı, birkaç kez uzaktan görmüştüm hepsi bu. Ve her seferinde neden kazan dairesinden çıkar çıkmaz karakola gitmediğimi soruyordum kendime. Zorbalık beni sindiriyor olabilir miydi? Stockholm Sendromu?

Hayır, yorgunluk. Ne kadar kaçarsam kaçayım onunla eninde sonunda yüzleşmek zorunda kalacağımı biliyordum. Sorduğu tüm o anlamsız soruları hatırlayınca biraz daha yorulduğumu hissettim. Arzu'nun dişlerinde dolgu var mı? Arzu midye dolması sever miydi? Arzu resim yaparken kullandığı boyaları nereden alıyordu? Arzu'nun nefes darlığı problemleri var mıydı? Arzu dışında hiçbir ortak noktası olmayan, artık cevaplarını bilmenin bir anlam ifade etmediği, tümüyle alakasız görünen bu sorular için mi beni zorla alıkoymuştu sahiden?

'E yani hiç olur mu böyle?' diye cıkladı iç sesim. 'Bir dahakine söyle de seni tek parça halinde serbest bırakmasın. Anıt sayaca adını yazdırırsın en azından, fena mı?'

Bıkkınlıkla iç çektim. Boşa kuruntu yaptığımı biliyordum, o şeytanın derdi benimle değildi. Aksine, içimden bir ses o soruların ne anlama geldiğini sorgulamamı istemediğini söylüyordu. Onu her uzaktan görüşümde beni fark edince önce hiçbir şey yokmuş gibi davranmış, fakat en fazla üç dakika içerisinde olağan bir tavırla diğer zebanilere veda edip görüş alanımdan çıkmıştı. Artık sahiden görmezden geliyordu beni. Eğer ben de onu görmezden gelirsem hayatımdan yavaşça silinip gideceğini anlamıştım.

Fakat görmezden gelemeyeceğim şeyler vardı. Zihnimde filizlenen şüphe gibi...

Uluslararası Ticaret Hukuku Departmanı'ndan çıkmadan önce etrafı son kez kolaçan ettim. Elimde boş çay bardaklarıyla dolu bir tepsi vardı, buradaki stajyerliğim de bundan ibaretti zaten. Beni şirkette resmi hukuk stajını yapan yeni mezun bir stajyerin yanına vermişlerdi, hukuk bürolarının aksine burada mezun stajyerlere angarya iş kitlemiyorlardı. Mezun stajyerler gerçekten mesleki staj yapıyordu, angaryaları ise onların yanına verilen öğrenci stajyerler üstleniyordu.

Beni de Murat isimli bir stajyer avukatın yanına vermişlerdi, önce bana işi öğretecek sonra da ona yardım edecektim. Fakat yanına gittiğimde bana stajının son ayına girdiğini, bu süreçte istese de bana pek bir şey öğretemeyeceğini, ondan sonra gelecek stajyeri beklememin daha mantıklı olacağını söylemişti. Seninle uğraşamam velet demenin nazik bir yoluydu bu sanırım. Sonra da kendimi çay kahve taşırken bulmuştum işte.

Halimden şikayetçi değildim, daha doğrusu şikayetçi olsam da 'buna da şükür' modunda takılıyordum. Evet, tüm gün çay kahve taşımak can sıkıcıydı. Evet, hukuki anlamda kendimi geliştirememek can sıkıcıydı. Fakat neticede resmi hukuk stajı yapmıyordum burada. Üstelik işsiz kalmak hepsinden daha can sıkıcıydı.

Görünürde başka boş bardak olmadığına emin olunca kapıya yöneldim. Bir yandan da kimlerin neli kahve istediğini aklımda tutmaya çalışıyordum. Kafe MuckRemin'deki gibi bir sipariş defteri edinmeyi aklımın bir köşesine yazıp tepsiyi tek elime aktardım. Diğer elim de kapının camdan kulpuna uzanmıştı fakat kulpun da hevesle elime yaklaşmasını beklemiyordum. Bir an sonra tepsideki bardaklar çıngırtılı çığlıklar atmaya başladı ve bir çay bardağı kadar bile farkındalık sahibi olmayan beynim, nihayeyet, duruma ayıktı. Dışarıda kapıyı açmaya çalışan biri daha vardı. Hemen kenara çekilmezsem cam bloğu komple suratıma geçirecek biri...

"Ayy!—"

Neyse ki garsonluk kabiliyetlerim henüz körelmemişti. Çevik bir hareketle tepsiyi dengeleyip bardakları sabitlemeyi başardım ve bir yavru kanguru gibi kenara zıpladım. Fakat zafer sevincim çok uzun sürmedi. Emir Bey'le yüz yüze gelince kapının daha iyi bir seçenek olup olmadığını düşünmeye başlamıştım.

Neyse ki o benim yüzüme bakmıyordu. Bakışları elimdeki tepsiye odaklanmıştı, her an bardakları azarlamaya başlayacakmış gibi görünüyordu. Ardından departmandaki diğer insanlara kısa bir bakış attı ve muhtemelen akıl hastanesine kapatılmaktan çekindiği için vazgeçti. Yanımdan geçip gitmeden hemen önce homurdanarak konuştuğunu duydum.

"Pardon."

Bunu bana mı yoksa çay bardaklarına mı söylediğinden emin olamadığım için cevap vermedim. Zaten Emir Bey de benimle muhatap olmaya pek hevesli değildi. Elinde ince bir dosyayla departman müdürünün masasına yönelirken yeni hedefini çoktan seçmişti bile. Az sonra utanç verici bir azar faslının başlayacağını bildiğimden Zavallı Hamza Bey için dua ederek çay bardaklarımla birlikte oradan sıvıştım.

Boş bardaklarla birlikte çay ocağına gittiğimde Ayşe Abla radyodan yükselen neşeli türkü eşliğinde bulaşıkları yıkıyordu. Şirkette en çok vakit geçirdiğim kişi bu kadındı muhtemelen. Plaza ortamının üzerimde yarattığı kültür şokuna ilaç gibi geliyordu. O kadar hızlı kaynaşmıştık ki yalnızca yakın tanıdıklarıma gösterdiğim kişiliğimi bile onun yanında sergilemeye başlamıştım.

Bu yüzden kapıyı kapatıp tepsiyi bıraktıktan sonra parmaklarımı şıklatarak Ayşe Abla'ya doğru gerdan kırdım. Kollarımı kıvırarak yanına yaklaştığımda "Kız git..." diye söylenerek başından savmaya çalıştı. Kıkır kıkır gülerken bir yandan da türküye eşlik ediyordum.

"Mavrova'dan aldım sümbüüül, bir okkaa nohuuut!
Al beni bre sar more sümbüüül yanındaa uyuuut!"

"Uyutacam ben seni uyutacam!" diye elindeki süngeri havaya kaldırdı. "Hele şunun hareketlere bak hele, dışarıdan bakan da hanım hanımcık bir kız sanır..."

Dışarıdan öyleydim zaten. Bu kuduruk hallerimi annemlerle en yakın arkadaşlarım dışında bilen yoktu. Mert'le Lavinia bile kedi gibi sırnaşan tarafımla henüz tam olarak tanışmamıştı. Fakat Ayşe Abla'yla çabuk kaynaşmıştık, sistemlerinin göstermelik olduğunu bildiğimden sıkıldıkça muzurluk yapıyordum kadına.

"Gel yanıma gir koynuma, ayletme beni,
Yedi de sene mahpusta yatsam, alacam seniii!"

Neşeli halimi görünce Ayşe Abla daha fazla somurtkanlık yapamadı. Sırıtmaya başlarken "Kız seni Allah almasın..." diyerek yanıma geldi yeniden. Bu esnada bakışlarım yazmasındaki mavi boncuklara takılmıştı. "Ee, var mı bir sevdiğin anlaştığın? Böyle türkü çığırdığına göre..."

"İlişki durumumu soruyorsan, forever alone Ayşe Abla."

"Forevır ney?"

"Sevgilim falan yok yani," diye güldüm. "Beyaz atlı prensimi beklemeyi tercih ediyorum."

Sonuçta artık bir ata ihtiyacım yoktu. Fakat bunu Ayşe Abla'ya söylemedim, söylesem bile anlamayacağını biliyordum çünkü. Hayatıma Arzu'nun ölümünden sonra dahil olan herkes gibi o da epeyce uzun bir hikayeyi ortasından okumaya başlamıştı, bense durup izahat vermekle vakit kaybetmek yerine yaşayarak göstermeyi tercih eden bir insandım. Bilmediği yollarda yürümeye cesareti olmayanların hiç girmemesi gereken bir labirentti hayatım.

Kaybolmak istemiyorsanız, şimdi çıkın.

Telefonun çaldığını duyunca iç sesimin zırvalıklarını dördüncü duvarın taze yıkıntıları arasında bırakıp başımı kaldırdım. Ayşe Abla benden önce davranıp duvara monteli telefona koşturmuştu bile. Boş durmak istemediğimden ben de onun yerine geçip kahveleri tepsiye dizmeye yeltendim. Fakat henüz elim fincanlarla bile buluşmadan Ayşe Abla tekrar bana döndü.

"Emir Bey seni bekliyormuş Melek." dedi telefonu yerine koyarken. "Odasına git bir bak bakalım, sesi biraz ters geliyordu."

Ufak bir panik dalgasıyla birlikte bocaladım. Daha az evvel işsiz kalma fikrini aklımdan geçirmişken şimdi bu fikir ciddi bir olasılığa dönüşmüştü zihnimde. Emir Bey'in hal hatır sormak için çağırmadığını biliyordum, zira işe başladığım günden bu yana benimle bir kez bile muhatap olmamıştı. Ama az evvel karşılaştığımızda da bir şey söylememişti ki... Beş dakika içerisinde ne olmuş olabilirdi?

Kötü olasılıkları zihnimde geriye atarak aceleyle yukarı çıktım. Beş dakika önce şikayet ettiğim işim şimdi gözümde inanılmaz önemli bir yere yükselmişti. Buradan ayrılırsam kafelere dönmek zorunda kalırdım. Hukuk büroları mezun stajyerleri bile beleşe çalıştırıyordu, kimse tutup da birinci sınıf öğrencisine maaş ödemezdi. Kafe MuckRemin'e girene kadar edindiğim iş arama deneyimlerimi hatırlayınca büsbütün keyfim kaçtı. O süreci yeniden yaşamak istemiyordum.

Emir Bey'in odasının önüne geldiğimde derin bir nefes alıp son duamı ettim, ardından kapıyı iki kez tıklattım. Gelmemi söyleyen sesi duyunca başıma geleceklerden korkarak içeri girdim.

Beyaz eşyaların olduğundan daha aydınlık gösterdiği oda tıpatıp ilk gördüğüm hali gibiydi. Ne bir eşyanın yeri değişmişti, ne de yeni bir aksesuar vardı etrafta. Emir Bey bile bu odanın içinde sıradan bir eşyaya dönüşmüştü sanki. Yan taraftaki duvarda asılı duran devasa Napolyon portresinden hiçbir farkı yoktu. Beyaz renklerin arasında koyu renk takım elbisesiyle tezat oluştursa da ezelden beri buradaymış gibi görünüyordu.

"Buyurun, Emir Bey."

Kafasını kağıtlardan kaldırıp yüzüme bakmadı bile. Arzu'nun neşeli karakterini düşündükçe ikisinin kardeş olduğuna inanmakta güçlük çekiyordum. Gerçi Emir Bey'in özel hayatında nasıl bir insan olduğunu bilemezdim. Belki de yakın çevresindeki insanlara karşı daha sevecen bir tavrı vardı.

Fakat benim o çevreden epey uzakta olduğum kesindi. Zira elindeki dosyaları karıştırırken "Neden maaş aldığını biliyor musun?" diye sordu bana. Yüzüme bile bakmadığı için başta benimle konuşup konuşmadığından emin olamamıştım. Zaten neyi kastettiğini de bilmiyordum. Hukuki bilgimi sınıyor olabilir miydi?

"Kanunen ücretsiz eleman çalıştırmak yasak olduğu için mi?"

Dosyanın kapağını kapatıp kenara koyarken başını onaylarcasına salladı. "Peki bu şirketteki unvanını biliyor musun?"

"Stajyerim efendim," dedim kafam hepten karışarak. Bir tepki vermediğini görünce cevabımı düzelttim. "Bu katta görevli stajyerim."

Tekrar başıyla onayladı. Bense birden bunun neden önemli olduğunu idrak etmiştim. Şirketteki tek stajyer ben değildim, sekiz katın her birinde bir adet mezun, bir tane de öğrenci stajyer vardı. Fakat onlar kendi çalıştıkları katların dışında pek görülmezdi çünkü, eh, işlerini yapmakla meşguldüler. Bense çay kahve taşıdığım için katlar arasında mekik dokuyordum. Ve bu da kendi işimi yapmadığım anlamına geliyordu.

"Aynen öyle," dediğini duydum Emir Bey'in. Bir an için düşüncelerimi duyduğundan endişelenmiştim. "O yüzden seni bir daha bu katın dışında ya da çay kahve taşırken görürsem, kovulursun."

Ardından bana eliyle kapıyı işaret etti. Bu konuşmanın bittiği anlamına geliyordu.

-*-

Aslında konuşma benim için bitmemişti. Zira keyfimden çay kahve taşımıyordum, yapabileceğim tek iş buydu. Fakat bu durumu Emir Bey'e söyleyemezdim. Patrona yapacak hiçbir işim olmadığı için çay kahve taşıyorum demek bana boş yere maaş ödüyorsunuz demekle aynı şeydi. Sorun stajyer avukat Murat Abi'nin bencil pisliğin teki oluşuydu ama bu tarz sebepler yüzünden adamın stajına son vermezlerdi. Acaba bir ay boyunca hiç kimsenin dikkatini çekmeden şirkette boş boş dolanmayı başarabilir miydim?

"Hayırdır Melek, dertli dertli ne düşünüyorsun öyle?"

Özgür Abi'nin sesini duyunca şirket koridorlarında Hızır Aleyhisselam'a rastlamış gibi oldum. Beşinci günün şafağında doğudan gelen atlılar gibi, İbrahim peygambere gökten inen koç gibi, adeta bir deus ex machine gibi çıkıp geldi adam. Sevincimden az kalsın üstüne atlayıp şakk diye alnını öpecektim. Artık yüzümde nasıl bir sevinç belirdiyse şaşkın bir tavırla güldü bana.

"Melek sen iyi misin?"

"Değildim ama derdimi sana anlatırsam iyi olacağım Özgür Abi."

"Gel o zaman dinlenme alanına geçelim." dedi beni hiç şaşırtmadan. "Abimin terörize edici etkisi yüzünden katın dinlenme alanı hep boş olur, orada rahat rahat konuşuruz."

Haklıydı. Koridorun diğer ucundaki oturma koltuklarının bulunduğu yere gittiğimizde sahiden de kimse yoktu. Bir köşeye ilişip durumu tüm detaylarıyla ona aktardım. Beni dikkatle dinledikten sonra "Bunu abime söylememekle iyi yapmışsın." dedi. "Çünkü söylesen de onun üzerinde bir etkisi olmazdı. Kendisi tepeden tırnağa Bozkıroğlu Hukuk vizyonuna sahiptir."

"Nasıl yani?"

"Zamanla anlarsın." diyerek yüzünü buruşturdu. "Her neyse... Problemini Murat denen kurnaz tilkiyi karşıma alıp konuşarak çözebilirim. Her halükarda sana iş miş öğretmeyecektir ama en azından öğretiyormuş gibi gösterip bol bol mobbing yaparak meşgul kalmanı sağlar. Aslında seni kendi yanıma yardımcı olarak alırdım ama benim bu şirketle sadece göstermelik bir bağım var, buranın davalarına bakmıyorum bile."

"İyi de sen davalara falan gidiyorsun—"

"CMK davalarına." diyerek düzeltti. Boş boş baktığımı görünce kısaca izah etti. "Avukat tutacak maddi gücü olmayan vatandaşlara ücretsiz avukat gönderen bir devlet organizasyonu burası. İsteyen avukat gönüllü olarak CMK'ya kaydolup çalışabiliyor, her baktığı dava için de devletten cüzi miktarda bir ödeme alıyor."

"Anladım..."

"O yüzden en iyisi seni Aslı Hanım'ın yanına yardımcı olarak yerleştirelim," diye devam etti sözlerine. "Hem böylelikle şirkette adamakıllı bir konum edinmiş olursun. Stajyer çok havada kalan bir sıfat..."

Aslı Hanım'ın kim olduğunu bilmiyordum ama minnetle teşekkür ettim. Zira haklıydı, sahiden de şu anda yaptığım işin doğru düzgün bir karşılığı yoktu.

"Neyse, benim gitmem gerekiyor." dediğini duydum Özgür Abi'nin. "Birazdan Aslı Hanım'ı arayıp senin yeni pozisyonun hakkında konuşurum, epey memnun olacağına eminim. Yarın direkt onun yanında çalışmaya başlarsın. Şimdilik görüşürüz."

Bir şey dememe fırsat kalmadan yanağımdan bir makas alıp arkasını döndü. Asansöre doğru yürürken telefonunu çıkarıp Aslı Hanım'ı aramaya koyulmuştu bile. Bense hangi departmanda çalışacağımı merak ediyordum. Özgür Abi telefonla konuştuğu için ona seslenmek istemedim, zaten Ayşe Abla Aslı Hanım'ın çalıştığı departmanı kesin bilirdi. Çay ocağına giderken düzgün bir yer olması için epey dua ettim.

Fakat kör talihim dualarıma baskın geldi. Zira Aslı Hanım departmanların hiçbirinde çalışmıyordu, kendisi bizzat Emir Bey'in asistanlığını yapıyordu. Aldığım bu kara haberle birlikte çay ocağındaki sandalyeye çökünce Ayşe Abla yanlış anladı sanırım.

"Kız üzülme, Aslı Hanım avukat zaten." diyerek moral vermeye çalıştı bana. "Öyle filmlerdeki gibi sekreterlik yapmıyor o, Emir Bey'in özel işleriyle falan ilgilenmez. Bu davalarda neyim dosya işlerini, araştırma soruşturma şeylerini yapıyor. Sen yine avukat yardımcısı olacan yani."

Başımı masaya gömerken ağlamaklı bir sesle konuştum. "Tabi iki gün içinde kovulmazsam..."

-*-

Sonraki bir hafta korktuğum kadar kötü geçmedi. O akşam eve gidip bizimkilere terfi haberimi söylediğimde epey strese girmiştim. Zira kız kardeşim internette okuduğu romanlara kendini çok kaptırıyordu, CEO ve asistan kelimelerini aynı cümle içinde duyduğu anda romantik senaryolar yazmaya başlamıştı bile. Söylediğine göre artık her sabah önce patronumun evine gidip ona kahvaltı ve enerji içeceği hazırlayacaktım, birlikte baş başa tatillere çıkacaktık, bu arada acaba Emir Bey kaslı mıydı çünkü kendisini sık sık yarı çıplak görmem gerekecekti, ve bir de gece eve gelmeme olayını anneme nasıl izah edeceğimi düşünmüş müydüm? Sözde üstün zekalı, özündeyse üstün bir gerizekalı olan kardeşim yüzünden gece boyunca endişeden dört dönmüştüm.

Gerçekteyse işler o kadar fantastik bir hal almadı. Bir haftadır yönetim katında çalışıyordum fakat henüz Emir Bey'le karşılaşmamıştım bile. Kendisi şirketin geri kalanına mobbing yapmakla meşgul olduğundan ofisine çok geldiği söylenemezdi. Ayrıca Aslı Hanım'ın kendi odası vardı zaten, onu Emir Bey'in ofisinin girişindeki masada oturan sekreter kız -ismi Açelya'ydı- sanmıştım fakat öyle değildi. Kısacası şirkette işler yolunda gidiyordu.

Okul içinse aynı şeyi söyleyemezdim. Bir hafta önce doktorun adresini almış olmama rağmen hala harekete geçmemiştim. İçimden bir ses bu işe hiç bulaşmayıp hayatıma devam etmemi öğütlüyordu boyuna. Zaten Şeytan okula eskisi kadar sık gelmiyordu, son bir hafta içinde onu sadece iki kez görmüştüm ve her ikisinde de beni fark etmemişti bile. Eğer edindiğim doktor bilgisini görmezden gelip yoluma bakarsam onunla aramda en ufak bir alaka dahi kalmayacaktı, önünde sonunda silinip gidecekti hayatımdan.

"Aras'ı zihin dalgalarıyla öldürmeye falan mı çalışıyorsun?"

"Ne?"

Saplandığım düşünce yumağından Mert'in sesiyle irkilerek çıktım. Bahçedeki taş masaların birinde o ve Lavinia'yla birlikte oturuyorduk. Hava her zamanki gibi kapalıydı fakat dondurucu bir soğuk yoktu, kütüphaneye gitmek yerine burada çalışmaya karar vermiştik.

"Son birkaç dakikadır gözlerini dikmiş adama öyle bir bakıyorsun ki..." diyerek gözlerini devirdi Mert. "Eminim o da bunun farkına varmıştır."

İstemsizce o tarafa bir bakış daha attım. Mert'in söylediğinin aksine Şeytan ona baktığımın farkına bile varmamıştı. Sadece benim değil, üç masa ötedeki iki kızın bakışlarından da habersizdi. Önünde açık bir laptop, masasında yarım saattir hiç dokunmadığı kahvesi ve ekrana bakarak notlar aldığı birkaç dosyayla birlikte epey meşgul görünüyordu. Vizelere çalışmadığına adım gibi emindim.

Mert beni dürtükleyince bir an için Aras'a baktığımı inkar etmeyi düşündüm fakat bu beni yalnızca komik duruma düşürürdü. Zira harbiden bakıyordum. Oysa yapmam gereken şey çok basitti. Ya ona bakmayı kesip tamamen hayatıma dönecektim, ya da yanına gidip elimdeki kağıdı söyleyecek ve karşılığında bilmediğim ne varsa öğrenip huzura kavuşacaktım.

"Yarın görüşürüz."

Lavinia'nın sesini duyunca başımı ona çevirdim. Çantasını toplayıp montunu üzerine geçirmişti bile. Zaten ders çıkışında da Mert'in ısrarı üzerine bizimle oturmayı kabul etmişti. Bulduğu ilk fırsatta kaçmaya çalışması pek şaşırmamıştım. Ne var ki Mert de onunla birlikte ayaklandı.

"Ben de seninle birlikte geleyim."

Lavinia gülme isteğimi tetikleyen şaşkın bir bakışla ona döndü. "Nereye?"

"Sen nereye gidiyorsun ki?"

Ağzımdan fırlayan ufak kahkahayı öksürüğe çevirmeye çalıştım fakat pek başarılı olamadım. Mert gülmeme pek aldırmamıştı, Lavinia ise önce kaşlarını çatarak bir uyarı bakışı attı bana, ardından Mert'e dönüp "İşim var." dedi ters bir tavırla. "Ayrıca insanlara hesap vermekten hoşlanmam, haberin olsun. Sessiz sakin bir insanım diye her şeye boyun eğeceğimi sanma diye söylüyorum..." Ardından tekrar bana döndü. "Yarın görüşürüz Melek."

Hafiften tırsarak sırıttım. "Görüşürüz canım."

Fakat Mert canına susamıştı anlaşılan. Lavinia çantasını omzuna asıp yürümeye başlarken kalemlerini döke saça çantasına tıkıştırdığını gördüm. Kıkırdadığımı duyunca "Gül sen gül..." diye söylendi bana. "Manita yaptığın zaman hatırlatacağım bunları..."

Koşar adımlarla Lavinia'nın peşinden seğirtirken ona dil çıkardığımı görmedi bile. Son zamanlarda aralarındaki ilişki tersine dönmüş gibiydi. Gerçi Lavinia geçmişte de Mert'in peşinden koşmamıştı, fakat ondan ilgi gördüğünde tüm gün tatlı bir sırıtışla gezinirdi etrafta. Şimdiyse elinden gelen her fırsatta Mert'e ya laf sokuyor, ya da ölümcül bakışlar atarak onu püskürtmeye çalışıyordu. Normalde çöpçatanlık yapma fırsatını asla kaçırmazdım ama bu kez yüzüm yoktu.

Zira sorunun kaynağı bizzat kardeşimdi. Naz gerizekalısı beni görme bahanesiyle okula gelip Mert'le vakit geçirdiği için Lavinia aralarında bir şey olduğunu düşünüyordu. Embesil kardeşimi tanıdığım için öyle olmadığına emindim, Naz ergen senaryoları yazmaya bayılırdı fakat onların içinde yer almazdı. Evde boğazına çöktüğüm zaman "Ay saçmalama abla!" diye itlik yapmıştı bana. "Tamam, Mert bayağı hoş çocuk ama valla düşündüğün gibi bir durum yok. Benden yardım istedi Lavinia'yı kıskandırmak için. O kız çok içe kapanık zaten, öfkelenirse belki iletişim kurmaya başlar diye düşündük..."

Bana kalırsa bok gibi bir plandı. Gerçi işe yaramıştı, Lavinia eskisi gibi Mert'in karşısında dilini yutmuş gibi davranmıyordu. Onun yerine çocuğa alev püskürtüyordu ama olsun... Mert hak etmişti.

Bir süre arkalarından baktıktan sonra yüzümde belli belirsiz bir gülümsemeyle önüme döndüm ve çığlık atmamak için elimle ağzımı kapatmak zorunda kaldım. Zira Aras tam karşımdaki sandalyede oturmuş yüzünde sorgulayan bir ifadeyle bana bakıyordu. Mert haklıymış geçirdim içimden, beni fark etmiş.

-*-

-LAVİNİA-

"Sohbetine doyum olmuyor cidden."

Kaşlarımı çatarak Mert'in yüzüne bakıyorum. Amacım onu kızgın olduğuma ikna edip yanımdan göndermek ancak yüzüne bakmamla birlikte bunu yaptığıma pişman oluyorum. Zümrüt yeşili gözlerinde mütemadiyen haylaz bir çocuğun muzip ifadesi yatıyor. Kaşlarımı çatıyor oluşumun onu keyiflendirdiği besbelli. Dudaklarının kenarında bastırılmış bir kahkahanın gölgesi dolaşıyor, o gülmemeye çalıştıkça yanağındaki gamzeler bir görünüp bir kayboluyor.

Utanarak gözlerimi ondan çekip yola bakmaya başlıyorum. Neden peşimden geldi ki? Gelmesini beklediğim zamanlarda gelmemişti, şimdi ne değişti? 

"Kafanın içinde kaç kişi yaşıyor senin?"

"Ha?"

Dudaklarını sıkıca birbirine bastırsa da yüzüne yayılan gülümsemeye engel olamıyor. Bu yüzden bir şey dikkatini çekmiş gibi yapıp başka yöne dönüyor.

"Benim yerime kafanın içindekilerle sohbet ettiğine göre," diyor uzaklara bakarken. "Epey eğlenceli tipler olmalı."

Kendimi tutamıyorum bu kez. "Hiç değilse onlar senin gibi kafamı karıştırmıyor..."

Şaşırarak bana dönüyor. Bakışları yüzümde bir şeyler ararcasına dolaşırken amacına ulaşmasından, çehremde sevdanın izlerine rastlamasından ölesiye korkuyorum. İnsanlar duygularımın yüzüme yansımadığını söyler hep, ya da direkt duygusuz olduğumu iddia eder. Nedense ben buna hiç inanamadım. Bilhassa Mert'e bakarken öyle güzel bir senfoni başlıyor ki zihnimde, herhangi bir insanın bunu duymaması için sağır olması gerekir.

Sahi, müziğin sesini o da duyuyor mudur acaba? Gözlerimiz her buluştuğunda, mavi ve zümrüt yeşilinden doğan Bach melodileri sadece benim kulağıma çalınıyor olamaz değil mi?

"Mert!"

Müzik birden susuyor. Mert kendisine seslenen kişinin kim olduğuna bakmak için arkasını dönüyor. Bense dönüp bakmama gerek kalmayacak denli iyi tanıyorum bu sesi. Yine de nezaketen başımı sesin geldiği yöne çevirip gülümsüyorum.

Melek'in kız kardeşi Nazenin, ya da kısaca Naz, gülümseyerek bize doğru yürüyor. Bu esnada geçtiği yerdeki başların birer birer dönüp onu izlemeye başladığını fark ediyorum. Normalde de çok güzel bir kız Naz. Üstelik ışıldayan gülümsemesi ve pozitif enerjisiyle girdiği her ortamda insanları çevresine toplayabilme kabiliyeti var. Ama bugün bir başka güzel duruyor doğrusu. Siyah ten çorap üstüne giydiği kısa kadife eteği, yakası hayli açık kazağı ve ustaca yapılmış makyajıyla olduğundan birkaç yaş daha büyük görünüyor.

"Nasılsınız?"

Soruyu çoğul ekiyle birlikte sormuş olsa da muhatabının yalnızca Mert olduğu aşikar. O yüzden cevap vermek yerine hafifçe gülümsemeyi tercih ediyorum.

"İyidir, senden?" diyor Mert. Kızın cevabını beklemeden devam ediyor. "Ablanı görmeye mi geldin?"

Naz birden duruluveriyor. Su yeşili gözlerindeki kırgınlık emarelerini ben bile görebiliyorum.

"Hayır onun için gelmedim," diyor sitem edercesine. Bir an dudağını büküp bükmeyeceğini merak ediyorum. "Daha geçen gün sinemaya gitmeye karar vermiştik, ne çabuk unuttun!"

Mert'in yüzünde mahcup olduğunu gösteren bir ifade beliriyor. Pek çok erkek gibi o da kırılmış bir kız karşısında tamamen çaresiz kalıyor.

"Üzgünüm Naz," diyor özür kokan bir ses tonuyla. "İstersen şimdi gidebiliriz, üçümüz."

Başta kimden bahsettiğini anlamıyorum. Ancak Naz yüzünde hepten buruk bir ifadeyle bana baktığında jetonum düşüyor. Yok artık! Mert cidden onlarla sinemaya gideceğimi düşünüyor olamaz, değil mi?

"Ben gelemem," diyorum telaşla. "Kütüphaneye gitmem gerek."

Mert kaşlarını çatıyor. Naz'ın yüzünde biraz rahatladığını gösteren bir ifade beliriyor. Onların birlikte sinemaya gidecek oluşu canımı yaksa da bunu dışarıya yansıtmaya niyetim yok. Nasılsa yanlarından ayrıldıktan sonra ağlamak için bolca vaktim olacak.

Fakat ben daha adım bile atamadan bu kez başka bir erkek sesi duyuyorum.

"Naz?"

Sesin sahibi olan delikanlıyı daha önce birkaç kez Melek'le konuşurken görmüştüm. Uzun boylu, esmer denemeyecek kadar açık tenli ama kumral olamayacak kadar da koyu saçlı bir tip. Yaşça bizden büyük görünüyor, ki bu gayet normal. Zira Melek onun okula birkaç yıl ara verdikten sonra tekrar döndüğünden falan bahsetmişti.

"Mehmet? Senin ne işin var burada?" diyor Naz şaşkınlık içerisinde. Naz'ın bakışları oğlanın ellerindeki kitaplara takılıyor ve gözleri parlıyor. "Yoksa düşündüğüm şey mi?"

Oysa Melek bana Mehmet'ten bahsederken Naz da yanımızdaydı, o yüzden oğlanın burada oluşuna şaşırması bana garip geliyor. Naz'ın tepkisi karşısında Mehmet başka çarem yoktu dercesine kollarını iki yana açıyor. Yüzünde kızın ilgisinden memnun olduğunu gösteren bir gülümseme var. Naz heyecanla Mehmet'i sorgularken ortamdan sıvışmak için en doğru an olduğuna kanaat getiriyorum. Yapmam gerekenler oldukça basit. Yüzümde orada bulunmaktan çok keyif aldığımı gösteren bir gülümsemeyle etrafı kolaçan ediyorum. Böylelikle birilerine çarpıp rezil olma riskim ortadan kalkmış oluyor. Sohbetin yoğunlaştığı anlarda ise yavaşça geri geri gitmeye başlıyorum. Görüş alanlarından çıktıktan sonrası ise kolay. Artık yavaşça arkamı dönüp buradan tüyebilirim.

Daha ilk adımımı atmışken arkamda Mert'in sesini duyuyorum. "Taktiğini sevdim, Lavinia."

-*-

"Tam bir haftadır kendinle olan kavganı bitirip yanıma gelmeni bekliyorum," dedi ellerini çoktan toparladığı bilgisayar çantasının üzerinde gezdirirken. "Ama artık umudu kestim ve kendim gelmeye karar verdim."

Harika. Sadece bugün değil, bütün bir hafta boyunca her şeyin farkındaymış.

"Seni hapse attırmak için hangi avukatla görüşsem diye düşünüyordum." dedim kuyruğu dik tutarak. "Yoksa beni zorla alıkoymana göz yumacağımı falan mı sanmıştın?"

"İspatın yok." dedi rahat bir tavırla. "Olsa bu kadar beklemezdin zaten."

"Kütüphanenin giriş katında güvenlik kameraları olmadığını mı sanıyorsun?"

Aslında yoktu. Daha doğrusu vardı ama bozuktu. Ertesi gün gidip soruşturunca bu cevabı almıştım. Neyse ki Şeytan bunu bilmiyordu.

"Bozuk olduklarını duymuştum." diyerek lakabının hakkını verdi bir kez daha. "Her neyse, biz esas konumuza dönelim. Seni dinliyorum Melek."

Şeytan! Güvenlik kameralarının bozuk olduğunu nereden bilebilirdi ki? İçimden bir ses bu olayın bizzat onun başının altından çıktığını söylüyordu fakat emin olamıyordum. Beklenti dolu bir ifadeyle bana baktığını görünce yerimde rahatsızlıkla kıpırdandım. Az evvelki kararsızlığım tekrar baş göstermişti.

"Ne demeye çalışıyorsun, a-anlamıyorum."

Bana verdiği tek tepki başını hafifçe yana eğmek oldu.

İstesem kalkıp gidebilirdim. En fazla ne yapabilirdi ki? Eh, beni kaçırıp zorla bir yere kapatabileceğini biliyorduk. Ama en fazla ne kadar esir tutabilirdi? Bir kere ailem vardı benim, bir gece eve gitmesem annem yaygara koparıp bütün emniyet teşkilatını peşime takardı. Babamın eski arkadaşlarına falan giderek MİT teşkilatını bile konuya dahil etmeye çalışacağını biliyordum. Kısacası kalkıp gitmemem için hiçbir sebep yoktu. Gerçekleri öğrenme şansımdan feragat etmek dışında...

"Sana bir konuda yardım edebilirim." dedim çenemi dikleştirerek. Ardından elimi kaldırıp avucumda duran kağıdı gösterdim. "Burada Arzu'nun gittiği diş doktorunun iletişim bilgileri yazılı."

Anlık bir heyecan ifadesi yüzüne dokunup geçti. İyice merak etmeye başlamıştım, böyle bir bilgide heyecan verici ne olabilirdi ki? Ya öteki soruları? Günlerdir bunları düşünmekten, ardında anlamlar bulmaya çalışmaktan uykularım bile yarım yamalak haldeydi. Yine de zerre ilerleme kaydedebilmiş değildim. Oysa cevap tam da gözümün önünde duruyormuş gibi geliyordu, elimi uzatsam dokunacakmışım gibi....

Talebimi söylemeden önce onun kağıdı almak içini hamle yapmasını bekledim. Kabul, elinin havada boş kalışını görmek istiyordum. Fakat beklediğim tepkiyi vermedi. Kağıda uzanmak yerine kollarını göğsünde kavuşturup sesinde bir sohbet tınısıyla konuştu.

"Karşılığında ne istiyorsun?"

"Karşılığında bir şey isteyeceğimi nereden çıkardın?"

Dudaklarının kenarında bir gülümsemenin gölgesi belirdi. "Ne yani, sen bana iyilik mi yapacaksın?"

Gerizekalı... Sanki geçen gün beni zorla kazan dairesine kapatan o değilmiş gibi karşımda sırıtıyordu resmen. Ama suç bendeydi, direkt konuya girmek yerine oturup şeytanla muhabbet edersem böyle olurdu işte.

"Elbette hayır," dedim dürüstçe. "Bu bilgiler karşılığında... Bana bilmediğim ne varsa anlatacaksın."

Yüzünden talebim karşısında ne hissettiğini anlamaya çalışsam da başaramadım. Sanki hisleriyle dış dünya arasına kurşundan duvarlar örülmüş gibiydi. O duvarın arkasında bir şeyler olup olmadığından emin değildim ancak dışarıya hiçbir şey yansıtmadığı aşikardı. Öyle ki, bu derece boş, anlam barındırmayan bir ifadeyi en son gördüğüm yüz, Arzu'nun cesedine aitti.

"Bilmediğin çok şey var." dedi yeniden. "Benim de bilmediğim çok şey var. Mesela kuantum mekaniği, toksikoloji, botanik ya da analitik kimya bilmiyorum. O yüzden sana bilmediğin ne varsa anlatamam, buna insan ömrü yetmez."

Gözlerimi devirmemek için kendimi zor tuttum.

"O gece bana bilmediğim çok şey olduğunu söylerken neyi kastettiysen onları bilmek istiyorum," diye düzelttim sabırsızlıkla. Sonra sandalyemi geri çekip ayağa kalktım. "Eğer şimdi anlatmaya başlamazsan doktorun bilgilerini unut."

O da benimle birlikte ayağa kalktı. Bir an için kağıdı umursamadan arkasını dönüp gideceğini sandım. Fakat korktuğum şeyi yapmadı. Daha kötüsünü yaptı.

Aramızdaki mesafeyi birkaç adımda aşıp yanıma gelirken hala niyetini anlamamıştım. Kollarını kaldırdığını görünce refleksif olarak başımı eğdim, bu nedenle niyetinin bana yumruk atmak olmadığını ancak kollarını etrafıma sardığında fark edebildim. Gerçi bu farkındalık bir işe yaramamıştı. Yüzüm göğsüne gömülmüş halde dururken şoktan hareket reflekslerimi yitirmiştim. Öyle ki, elini arkama uzatıp yumruk yaptığım parmaklarımı ayırırken zorlanmadı bile. Kağıt avucumdan uçup giderken niyetinin ne olduğunu anladım ve hiç düşünmeden başımı yan çevirip kolunu ısırdım.

Tüm gücümle.

"Aaahhh!" diye inleyerek geri çekildi. "Kızım sen canavar mısın?!"

"Sen var ya, sen..." diye hırladım etrafta potansiyel bir silah arayarak. "Sen bu yaptığının bedelini... Bittin sen!"

Tınmadı bile. Elini uzanamayacağım bir yüksekliğe kaldırıp kağıtta yazanları okurken "Şantaj yapan sensin." diye mırıldandığını duydum. "Ben hiçbir şey yapmadım."

Kağıdı okuduktan sonra cebine attığını görünce öfkem beşe katlandı. Taş masalardan birini kafasına geçirme hevesiyle etrafa göz attım yeniden. Etraftaki öğrencilerin merakla bizi izlediğini gördüğündeyse beynim yeni bir farkındalık anı yaşadı. Tabi ya, insanlar... İnsan her şeyi görmüştü!

"Sen kendini ne sanıyorsun kahrolası?!" diye bağırdım üstüne yürüyerek. "Nasıl taciz edersin beni?!"

Tanrım, lütfen İrem ve feminist tayfası burada olsun... Kampüsün yargı makineleri gibi bir şeydi o kızlar, taciz lafını duyarlarsa Şeytan'ın buradan sağ çıkamayacağına emindim. Üstelik iftira falan da sayılmazdı, kağıdı alırken eli bildiğin popoma çarpmıştı!

"Beni taciz etmedim." dedi umursamaz bir tavırla. "Sana dokunmadım bile."

"Yalancı!" diye bağırarak ona doğru atıldım. Sonra yarı yolda duraksayıp yönümü değiştirdim ve üç metre ötedeki masaya koşturup hayretle bize bakan kızların tabağındaki plastik çatalı kaptım. Elimde cinayet silahımla ona doğru döndüğümde bir anlığına şaşkınlıkla baktı, ardından utanmadan kahkaha attı.

Galiba bu noktada kayışı kopardım.

"SEN BİR DE GÜLÜYOR MUSUN AŞAĞILIK KÖPEK?!" diyerek elimde çatalla üstüne yürümeye başladım delirmiş gibi. "BU SEFER CANINI ALACAĞIM SENİN! SEN DAHA BENİ TANIMADIN AMA TANIYACAKSIN—"

"Abla?!"

Naz'ın sesini duyunca beynim error verdi. Bir an sonra kolumdan tutup beni çektiğini hissettim. Başımı çevirdiğimde sadece o değil, Mehmet de yanındaydı. Öfkeden titreyen ellerime, birine saplamaya hazır halde tuttuğum plastik çatala bakarken kafaları epey karışmış gibi görünüyordu.

"Melek ne oluyor burada?" dediğini duydum Mehmet'in. "Biriyle kavga mı ediyorsun sen?"

Kimle kavga ettiğimi görmüyorlar mıydı? Başımı çevirip baktığımda doğal olarak görmediklerini anladım zira Şeytan bilgisayar çantasını alıp toz olmuştu bile ortadan. Ağaçların arasında kaybolurken gömleğinin mavisini görür gibi oldum, sonra o da gitti.

Yere oturup böğüre böğüre ağlamak istiyordum. Böyle bir aptallığı nasıl yapabilmiştim ki? Ne diye kağıdı göstermiştim ona? Nedense beynimin bir köşesi fiziksel kapasitemi kabullenemiyordu, o herifin kağıdı benden zorla alabileceği fikri aklımın ucundan dahi geçmemişti. Bilinçaltımda Hulk olduğuma falan inanıyordum muhtemelen... Kahretsin!

Naz ve Mehmet'le oradan ayrılırken yol boyunca söylenerek ikisinin de kafasını şişirdim. Kazan dairesine kapatılma olayını söylememiştim elbette, o kısmı Şeytan'la kendi isteğim dahilinde konuştuğum şeklinde aktardım. Zaten benim o herif hakkında sayıp sövmeme alışkındılar, ikisi de bir süre sonra kendi arasında muhabbete koyulup beni çenemle baş başa bıraktı. Hain köpekler!

Cidden ne umuyordum ki? O aşağılık piç kurusunun minnet gibi herhangi bir insanı duygu taşıdığını nasıl düşünebilmiştim? Beni zorla kazan dairesine kapatan bir manyağın bilgiyi benden zorla almaya cüret edemeyeceğine hangi akılla inanmıştım? Şeytanla iş birliği yapmaya kalkışırsam olacağı buydu elbette.

Fakat bu yenilgi benim bir gerçeği görmemi de sağlamıştı. Bilmediğim ne varsa öğrenebilmek için züppeye ihtiyacım yoktu, asıl onun bana ihtiyacı vardı. O gece beni boşuna rehin almamıştı, Arzu'yu herkesten daha iyi tanıdığımı biliyordu. Aynı şekilde tüm cevapların zihnimin derinliklerinde bir yerlerde durduğunu da... Tek yapmam gereken onları bulup çıkarmaktı.

Artık o soruların cevaplarını öğrenmeyi her zamankinden daha çok istiyordum. Solmaya başlayan tüm kabuslarımı tekrar diriltecek olsa bile bu işin peşini bırakmayacaktım. Zira bir ömür boyu ruhumu kemiren şüphe ve belirsizlikle yaşamaktansa, geçmişin hayaletleri tarafından kuşatılmaya razıydım.

Şimdilik.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro