Bölüm 7 - Minerva'nın Baykuşu
"...Felsefenin soluk rengi solgun zemine vurduğu zaman, hayatın tezahürü ihtiyarlık günlerini tamamlıyor demektir. Felsefenin soluk rengiyle o gençleştirilemez, sadece bilenebilir. Minerva'nın baykuşu yalnız alacakaranlıkta uçar."
-Hegel, Hukuk Felsefesi
✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧
Söylentiye göre, bilgelik tanrıçası Minerva'nın meşhur baykuşu geldiyse alacakaranlık çökmüş demektir. Baykuş bir metafordur burada, kanadında hakikati taşır. Kanatlarında gerçeklerle gökyüzünde süzülmeye başladığındaysa gün bitmek üzere demektir. Zira bir olaya dair salt gerçek, ancak o olay sona erdikten sonra görülebilir. Hatta Hegel'e göre yaşamın nihai amacının insanlık yok olmadan hemen önce anlaşılabilecektir.
Bense hakikat taşıyan bir kuşun kıyamet alameti olabileceğine inanmam. Çünkü haberci beklenenin kendisidir çoğu zaman. Bunu yüzden de Minerva'nın baykuşu alamet değil, düpedüz kıyamettir.
Ve kıyamet her zaman kanadında hakikatle gelir.
Aras çırpınışlarıma aldırmadan beni sürüklerken gökyüzünde haberci kuşlar aramaya başlamıştım. Korkudan ölmek üzereydim, öyle çok paniklemiştim ki içinde bulunduğum durumu idrak edemiyordum. Tekrar kütüphane binasına ilerlediğimizi görünce içim rahatlar gibi oldu. İnsan doluydu orası, elini ağzımdan çektiği anda avazım çıktığı bağırarak herkesi başımıza toplayabilirdim.
Fakat sadece elinden kurtulmuş olmakla yetinecek değildim. Yarın ilk iş savcılığa gidip suç duyurusunda bulunacaktım onun hakkında. Bu pisliğin Arzu'nun hayatını mahvettiği gibi benim hayatımı da mahvetmesine izin veremezdim.
Tabi ortada mahvedilecek bir hayatım kalırsa...
Binadan içeri girdiğimiz sevinmeye fırsat bile bulamadım. Koridorda tek bir öğrenci bile yoktu, herkes çalışma odalarında derse gömülmüş vaziyetteydi. Eninde sonunda birilerinin dışarı çıkacağını düşünerek kendimi rahatlamaya çalışıyordum ancak Aras beni yangın merdivenlerine sürüklediğinde yanıldığımı anladım.
Çığlık atmaya çalışıyordum ancak ağzımı açtığım anda boğulacak gibi oluyordum havasızlıktan. Bu yüzden beni bodruma sürüklerken ona karşı koyamadım. Merdivenler bittiğinde bir anlığına elini çekip nefes almama izin verdi. Daha nefesim ciğerlerime bile ulaşmadan çığlık atmaya başlayınca öfkeyle söylenerek ağzımı kapattı yeniden.
Var gücümle elini ısırarak ona karşılık verdim. Eksi ikiye inen merdivenlere yönelirken bedeni acıyla irkilmişti. Bunun sebebi benden ziyade elindeki derin kesik olmalıydı, ısırdığım noktanın biraz ötesindeki yarayı çenemde hissedebiliyordum.
Ne yapacaktı bana? Şurada gebertse kim sesimi duyardı ki? Ağlayıp inlerken kendimi yere bırakmayı denedim, bir elini ağzıma bastırmaya devam ederken diğer kolunu karnıma sarıp ayaklarımı yerden kesti. Boşluğa tekmeler atarken cinayete kurban giden o genç kızlar geliyordu gözümün önüne. Onların başına gelenlere çok üzülmüştüm, Arzu'yla birlikte protesto yürüyüşlerine bile katılmıştık. Fakat günün birinde onlardan biri olabileceğim hiç aklıma gelmemişti.
Kapılardan birini açarken onun beni kazan dairesine getirdiğini anlamıştım. Makinalardan yükselen sesler tüm koridorda yankılanıyordu, burada birilerinin beni duyması imkansızdı. Yine de denedim, beni içeri atıp kapıyı üstümüze kapattığında ilk yaptığım şey ondan uzaklaşarak aramıza olabildiğince mesafe koymak oldu. Sonra avazım çıktığı kadar bağırmaya başladım, boğazım yırtılır gibi olana kadar. Korkudan tüm vücudum zangır zangır titriyordu, şeytanın bana doğru ilerlediğini fark edince üstüne bir de panik eklendi. O yaklaştıkça çığlıklarım şiddetini daha da arttırdı, en sonunda beni korkutan şeyin bizzat kendisi olduğunu fark edip geriledi.
"Dinle beni, Melek!" diye bağırarak çığlıklarımı bastırmaya çalıştı. "Sana zarar vermeyeceğim!"
Bir gram bile faydası yoktu söylediklerinin. Şu anda dünya üzerinde sözüne güvenebileceğim en son kişi oydu. Endişeden mantıklı düşünme yetimi kaybetmiştim resmen, ağzıma geleni saydırıyordum.
"Seni mahvedeceğim!" diye haykırdım öfkeyle. "Seni... Seni bu okuldan attıracağım! Buradan çıkar çıkmaz polise gideceğim! Doğduğun güne pişman olacaksın, yemin ederim bu sefer yapacağım!"
Beni pek ciddiye almadığını görebiliyordum. Tehditlerimi dinlerken yüzünde sıkılıyormuş gibi bir ifade belirmişti. En sonunda "Yeter artık!" diye bağırdı bana. Üstüme yürüdüğünü görünce tehditleri kesip gerilemeye başladım.
Evime gitmek istiyordum ben, tam şu anda annemin kucağına girip saklanmaya ihtiyacım vardı. Annemle kardeşimin evde sıcacık salonumuzda oturmuş akşam yemeği için benim gelmemi beklediğini düşününce içim yanmıştı. Daha fazla dayanamayıp zırıl zırıl ağlamaya başladım.
"B-bırak beni n-nolur!" diye hıçkırırken hala ondan uzaklaşmaya çalışıyordum. Yüzünde çileden çıkmasına ramak kalmış gibi bir ifadeyle yanıma gelip durdurdu beni. Ellerini havaya kaldırdığını görünce korkuyla uzaklaşmaya çalıştım ancak izin vermedi. Yüzümü ellerinin arasına aldığında gözyaşlarımdan etrafı bulanık görüyordum.
"Melek, sakinleş biraz."
Tüm yüzüm gözyaşlarıyla ıslanırken istesem de yapamıyordum bunu. O kadar şiddetli bir şekilde titriyordum ki, Aras'ın yüzü yerinden oynayıp duran bir bulanıklık gibi görünüyordu adeta. Gözlerime yeniden yaşlar hücum ederken yalvarırcasına bir ona bir kapıya baktım. Ağzımı açamıyordum, çünkü korkuyordum, çünkü bunu yapabileceğimden emin değildim, çünkü az önce bağırırken büyük ihtimalle sonsuza dek sesimi yitirmiştim. Ancak yine de anladı ne demek istediğimi.
"Gideceksin ama önce konuşacağız. Lütfen sakinleş artık."
Böyle sakinleşemezdim ben. Kişisel alanımın bu kadar içindeyken, fiziksel açıdan benden daha güçlü olduğunu bilirken ve onun bana zarar vermeyeceğinden emin değilken istesem de sakinleşemezdim. Fakat o öyle düşünmüyordu belli ki. Başını bana doğru eğip koyu mavi bakışlarımı yüzüme dikti.
"Gözlerime bak. Korkacak bir şey yok, Melek. Sana zarar vermeyeceğim, yemin ederim. Sadece gözlerime bak ve biraz olsun sakinleşmeye çalış." Yapabildiğim tek şey yüzümü bir istiridye gibi saran ellerinden kurtulmaya çalışmaktı. Yatıştırıcı bir şeyler söylüyordu fakat hala korkudan titrediğimi görünce onun da sabrı taştı. Bana bağırdığında tüm oda Aras'la dolmuştu sanki.
"Kes artık benden korkmayı!" diye çıkıştı birden. "Sana zarar vermeyeceğim Melek!"
Yüzüme karşı bağırırken korkudan kalbim göğüs kafesimi dövmeye başlamıştı. Ses tonunda öyle bir öfke vardı ki, gözlerimin önünün karardığını hissettim. Stres, panik ve onun bana ne yapacağını bilememenin verdiği endişe üst üste eklenince dizlerimin bağı çözülür gibi olmuştu. Korkudan kendimden geçecek gibi olurken omuzlarına tutunarak destek aldım çaresizce.
Bir süre sessiz kalarak sakinleşmem için fırsat tanıdı bana. Ya da korkan bir insanın bağırarak sakinleştiremeyeceğini anlamış olmalıydı. Derin derin nefes alırken onun belimden tutup bana destek olduğunu hissettim. Gerilemeye çalıştığımı görünce "Bak gerçekten sabrımın sınırlarındayım." dedi ciddiyetle. "Ayılsan da bayılsan da benimle konuşmadan buradan çıkışın yok, anladın mı?"
Normalde bu kadar ödlek biri değilimdir, gerçekten. Ama karşımda durup bana bir şeyler zırvalayan adamı hiç tanımıyorum ki! Hakkında bildiğim tek şey ismi ve Arzu'nun katili olduğu. Mesela annem dünyanın en tatlı insanıdır ancak terliklerimizi ortalıkta bıraktığımızda kıyametler kopar çünkü bu onun hassas noktası. Naz'ın hassas noktası ise yalnız kalmak. Lavinia'nın ise hassas olmayan noktası yok gibi bir şey. Hayatıma birini aldığımda önce hassas noktalarını keşfedip ona göre davranırım ancak Aras'ı hiç tanımıyorum. Ve farkında olmadan hassas noktalarına dokunmaktan ölesiye korkuyorum. Çünkü ne tepki vereceğini hiç ama hiç kestiremiyorum.
Yine de derin bir nefes alıp toparladım kendimi. Sarsak hareketlerle ondan uzaklaşmaya çalışırken beni engellemedi. Bu tavrı az da olsa rahatlamamı sağlamıştı, aramıza birkaç metre mesafe koyduktan sonra sırtımı kolonlardan birine yasladım.
O kadar garip davranıyordum ki birkaç saniye tedirginlikle baktı bana. Gözlerinin kapıyla benim aramda gidip geldiğini görünce epey kötü göründüğüme kanaat getirdim. Kimbilir ne haldeydim ki, o kadar uğraştan sonra konuşamadan beni geri götürmeyi düşünüyordu. Ne yazık ki çok geçmeden vazgeçti bu fikirden, hızlı ve net bir şekilde konuşmasından onun da bir an önce cevaplarını alıp benden kurtulmak istediğini anlamıştım.
"Arzu'nun nefes darlığı ya da ona benzer bir problemi var mıydı?" dedi bana. "Lütfen çok iyi düşün, Melek."
Boş boş baktım ona. Bana ne soracağı hakkında milyonlarca tahmin yapabilirdim ama böyle bir şey aklımın ucundan bile geçmezdi. Öylesine alakasız ve anlamsız bir soruydu ki, ciddiye alıp almamam gerektiğinden bile emin değildim. Bağırmaktan kısılmış ve çatlamış sesimle konuşmaya çalıştım.
"Ne saçmalıyorsun sen?"
"Bilmediğin şeyler var." dedi kendi kendine konuşur gibi. Gözlerinde öyle büyük bir yorgunlukla söylemişti ki bunu, sanki bana sen bu filmi en başından kaçırdın demeye çalışır gibiydi. Öyle çok geç kaldın ki, bu saatten sonra bilsen de bir şey değişmez. Birden kendimi korkunç hissettim. Aras'ın mavi yorgunluğu zihnime sızıp şüphe tohumları olarak açmaya başlamıştı.
"N-ne gibi şeyler?"
"Soruma cevap ver." diyerek duymazdan geldi beni. "Arzu'nun nefes darlığı problemi var mıydı?"
Dediğini yapıp geçmişe odaklandım. Ancak aklıma Arzu'nun nefes darlığı yaşamasıyla ilgili hiçbir şey gelmiyordu. Aksine bana yüzmeyi çok sevdiğinden bahsederdi hep. O yüzden kendimden emin bir şekilde başımı iki yana salladım.
"Hayır, yoktu."
Yanıtım onu afallatmışa benziyordu. Bunu duymayı beklemediği öylesine açıktı ki kendimi sorguladım bir an.
"Peki..." dedi Aras düşünerek. "Arzu'nun dişlerinde dolgu var mıydı?"
İçimden bir an Arzu'nun ağzının içini sen benden daha iyi bilirsin, demek gelmişti ama kendimi tuttum. Zaten son derece saçma bir soruydu bu, amacını bile anlayamamıştım.
"Bilmiyorum."
"Sevmediği birileri var mıydı etrafında? Ona zarar verebilecek birileri?"
Sen vardın. O zararı verdin de...
Başımı iki yana salladım.
"Eski sevgilileri peki?" diyerek devam etti. "Hiç bahsetti mi sana onlardan?"
"Midye dolması ya da acıbadem sever miydi?"
"Psikolojik problemleri olup olmadığını biliyor musun? Düzenli kullandığı bir ilaç falan?"
"Midesi sık sık bulanır mıydı?"
"Düzenli olarak gittiği bir diş doktoru var mıydı?"
Bana o kadar çok soru sordu ki bir süre sonra saymayı bıraktım. O da aldığı tüm cevapları aklında tutamayacağını fark edip benden kağıt ve kalem istedi. Zorluk çıkarmadan çantamı açıp not defterimle tükenmez bir kalem uzattım. Nihayet sorgusu bittiğinde not defterimdeki yazılı sayfaları yırtıp cebine koydu ve kalemle defteri bana geri uzattı.
"Sende kalsın," dedim net bir tavırla. O kalemle defteri bir daha kullanmaya kesinlikle niyetim yoktu.
Israr etmedi. Not defterini eline alıp kalemi arka cebine sıkıştırdıktan sonra hiç konuşmadan gidip kapıyı açtı. Bir saniye bile oyalanmadım ben de. Makine gürültülerini arkamda bırakıp koşar adımlarla oradan ayrıldım.
Eve gittiğimde annemlere halsiz hissettiğimi söyleyerek doğruca odama kapattım kendimi. Yatağıma girip yorganı kafama çekince tüm sinirlerim boşalmış ve yeniden ağlamaya başladım. Bu akşam hakikaten de çok korkmuştum.
Fakat en çok da olacaklardan korkuyordum. Zira bana sorduğu o saçma sorularla kapatmaya çalıştığım sandıkları aralamıştı Aras. Arzu'nun ölümünü öyle kolay kolay atlatamayacağımı, bu hikayeye bir son yazmadıkça olanları aklımdan çıkaramayacağımı anlamıştım.
Şeytan bir şeylerin peşindeydi. Arzu'nun ölümüyle ilgili kuşkuları vardı anladığım kadarıyla. Ya da onun problemi de benimle aynıydı. Bitmemiş bir hikayeye son yazabilmek için geçmişi kurcalamaya başlamıştı.
Ne zaman ağlamayı kesip de uykuya daldığımı hatırlamıyorum ama o gece tekrar kabus gördüm.
Üzerimde Arzu'nun öldüğü gün giydiğim beyaz elbisemle simsiyah gecenin ortasındayım. Zifiri karanlıkta etrafı seçemesem de nerede olduğumu biliyorum. Mezarlık burası, Arzu'nun yattığı mezarlıktayım.
İleride bir parıltı görünce istemsizce o yöne doğru ilerliyorum. Çıplak ayaklarıma ağaçlardan dökülen kurumuş yapraklar batıyor. Uzaklardan bir yerlerden bir baykuşun ötüşü çalınıyor kulaklarıma. Kendi kendime fısıldıyorum. Minerva'nın baykuşu yalnız karanlıkta uçar.
Biraz ilerlediğimde ışığın Arzu'nun mezar taşından yayıldığını anlıyorum. Beyaz mermer gecenin ortasında deniz feneri gibi parıldıyor. Gülümseyerek ona doğru yürürken elbisemde bir ıslaklık olduğunu fark ediyorum. Şaşırarak kendime baktığımda elbisenin her yanına yayılan kan kırmızısı lekeler görüyorum. Ben mezara yaklaştıkça elbisemdeki kırmızılık artıp beyaz kumaşın her tarafına dağılıyor. Ancak umursamıyorum, ne pahasına olursa olsun o karanlığa geri dönmeye niyetim yok.
İyice yaklaştığımda mezarın başında karanlık bir erkek silueti çarpıyor gözüme. Mezar taşından yayılan ışık huzmeleri, her nasılsa, adamı aydınlatmıyor. Tıpkı bir karadelik gibi girdaplar oluşturarak çevresindeki ışığı yutuyor. O ise tüm bunları umursamıyor bile. Sanki tüm hayatı buna bağlıymış gibi hararetle mezarı kazıyor.
Ona engel olmak üzere ileri atıldığımda mezarı kazmayı bırakıyor. Önce beni fark ettiği için durduğunu sanıyorum ama adam başını çevirip bana bakmıyor bile. Zarar vermekten korkarcasına yavaşça çukurun içine doğru eğilip cesedin üzerindeki tahtaları kaldırmaya başlıyor. Her kaldırdığı tahtayla birlikte yüzü biraz daha aydınlanıyor. Sonuncu tahtayı da kenara çekip cesedi açığa çıkardığında onun kim olduğunu anlıyorum ve yüzümdeki gülümseme siliniveriyor.
Arzu'nun mezarını kazan bu adam, Aras'tan başkası değil. Gözlerini mezardaki cesede dikmiş hareket etmeden öylece duruyor. Bunun üzerine korka korka onun bakışlarını takip ediyorum ben de. Cesedi gördüğümde ise korkunç bir çığlık atıyorum. Sesim tüm mezarlıkta yankılanıyor, öyle ki Minerva'nın baykuşu bile ötmeyi bırakıyor.
Gördüğüm ceset Arzu'ya ait değil çünkü. Mezarda yatan kişi bizzat benim.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro