Bölüm 56 - Zugzwang
Merhabalar!
Girişte şunu aradan çıkaralım; Zugzwang yalnızca satrançta değil bilim, felsefe ve sanat gibi alanlarda da kullanılan çok derin bir kavramdır. Satrançta Zugzwang bir durumu niteler, genelde oyun sonlarında görülür ve basitçe şu demektir: şu anda yapabileceğin bir sürü hamle var fakat hangisini yaparsan yap, taşını nereye süreceğini ben belirleyeceğim ve şah mat olmaktan kaçmanın hiçbir yolu yok. Zugzwang'a düştüğünüz zaman zorunlu hamlelerle ve kendi elinizle mata gidersiniz. Olay bu.
Madem girişe bölüm dışı bir şeyler yazdım, öyleyse bir giriş notu da koyayım. Bu bölüm için ekstra heyecanlıyım dostlar. Bunun ilk sebebi, bu bölümün uzuuuun zamandır içimde tuttuğum bir noktayı daha aydınlatacak olması. Fakat spoiler olmaması adına bu konudaki notumu bölüm sonuna ayrıca ekleyeceğim. Heyecanlı olmamın bir diğer sebebi şu ki, bu bölüm benim için yıllanmış şarap gibi bir şey oldu. Okuyacağınız bazı partları yazmaya yaklaşık bir buçuk sene önce falan başlamıştım. Abartısız.
Aşağıda bir satranç oyunu göreceksiniz, o oyunu kurgularken başlangıç noktam Friedrich Sämisch ile Aron Nimzowitsch'in Kopenhag 1923, Mart tarihli The Immortal Zugzwang isimli meşhur oyunu olmuştu. Bu oyunun finalinde siyahlar (Nimzowitsch) kazanıyor. Bildiğiniz üzere kurguda sembolik öğelere önem veriyorum, dolayısıyla oyun notasyonunu beyazların kazanacağı biçimde sıfırdan yazmam gerekti. Fakat twitter'da da yazdığım üzere bunu yapmak çok çok zor oldu benim için, yaklaşık beş aydır dönem dönem kafa yorup her defasında notasyonda kayboluyordum ve nihayet bu akşamüstü doğru notasyonu yazabildim. Stockfish'le de kontrol ettim, beyazlar kazandığına emin olunca nihayet bölümü göndermeye yeltenebildim. O gazla biraz görgüsüzlük yapıp oyunun tüm notasyonunu bölüm sonunda paylaşmış olabilirim, dilerseniz lichess'te analiz tahtası üzerinden oyunu inceleyebilirsiniz.
Üstteki bu detaylar satranç meraklıları içindi elbette, eğer özel bir ilginiz yoksa terimlerin anlaşılmaz gelmesi sakın ola canınızı sıkmasın. Eğer tüm bu terimler yerine daha eğlenceli bir şekilde mevzuya göz atmak isterseniz Youtube'daki Satranç Analizleri kanalının yaptığı Satranç Tarihinin En Ünlü Zugzwang Oyunu isimli videoya bakmanızı öneririm.
Giriş notu bu kadardı. Hepinize şimdiden keyifli okumalar dilerim. Sizleri yorumlarda ve Twitter'daki #DüşmüşMeleklerSenfonisi ya da #Dms etiketi altında bekliyor olacağım.
Hoşgeldiniz!
✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧
"Zugzwang. Yapılabilecek hiçbir iyi hamlen kalmadı. Fakat yine de bir hamle yapmak zorundasın."
-Michael Chabon
-*-
Opening.
Sene 2018.
Gökyüzü içimdeki sıkıntıyı hissetmiş gibi hızla kararıyordu. Güneş çoktan ufuktaki yerini almış, bu telaşa ayak uyduramayan bulutların bir kısmı yangın kızılına, kalanlarıysa lacivert ve morla dolu bir cümbüşe boyanmıştı. Dalgalar Kandilli Burnu'na üç taraftan çarpıp evin karayla bağlantısı yokmuş gibi hissettiriyordu insana. Suyu izlemeye devam edersem beynimin sallandığım yanılgısına kapılacağını bildiğimden bakışlarımı önümdeki satranç tahtasına çevirdim. Ve gördüğüm manzara hiç hoşuma gitmedi.
"Bir dakika... Benim atlarımdan biri nerede?"
Kütüphaneci vakur bir hindi gibi kabardı. "Yanılmıyorsam yedi hamle önce kendisini almıştım."
"Evet, atımı almışsın." diyerek onayladım onu. Ardından masada duran taş yığınına uzandım öfkeyle. "Ama yedi hamle önce bileğinin hakkıyla değil, az önce ben Boğaz'ı seyrederken almışsın.-Nereden aldın bunu?"
Tahtada taşı koyacak yer ararken dayım bıkkınlıkla iç çekti. "Sen Boğaz'ı seyrederken neden atını alayım ki? Alacak olsam G3'teki piyonunu alırdım, o daha stratejik bir noktada."
Hatırlattığın için sağol, Kütüphaneci. Kendi içimde kinaye yapmıyordum, sahiden de kimbilir kaç hamle evvel oraya koyduğum piyonun varlığını hatırlatmıştı bana. Normalde asla böyle bir kıyak geçmezdi ama benim bunu unutacağımı hesaba katamamış olmalıydı. Evet, dayımın bu hayatta unuttuğu tek şey diğer insanların unutkanlığıydı.
"Üniversitede topluca kopya çektiğimiz bir sınavda bilerek hata yapıp 80 almıştım ben de." diye homurdandım. "Sonra ortaya çıkınca da disiplin komitesine senin dediğini diyerek paçayı yırttım. O yüzden yemezler, Kütüphaneci."
"Satrançta hile yapılmaz, Aras." diyerek sabırla tekrarladı. "Gerçi sınavda da kopya çekilmez ama... Her neyse, neden telefonunu açıp fotoğrafla karşılaştırmıyorsun?"
Atımı tam onun vezirini tehdit edecek bir noktaya sıkıştırmaya çalışırken duraksadım. Evet, fotoğraf çekmiştim cidden. Dayımın hamle yapması genelde iki saat sürdüğü için onu beklerken başka şeylerle de ilgileniyordum, örneğin maillere falan bakıyordum. Bu yüzden telefonu sessize alıp yaptığım her hamleden sonra gizlice satranç tahtasının fotoğrafını çekmiştim. Fakat o bunu nereden anlamıştı ki?
"Fotoğrafa bak, sonra da o atı bu tarafa koy." diye buyurdu dayım. "Bıktım senin düzenbazlıklarından çocuk."
Hah. Düzenbazlık yapmak istesem ruhu bile duymazdı. Zaten hamle sırasını beklerken telefonda takılıyordum. Niyetim onu hileyle yenmek olsaydı herhangi bir online satranç sitesine girip bilgisayara karşı bir oyun başlatır, dayımın yaptığı hamleleri online oyunda tekrarlayıp bilgisayarın yapacağı karşı hamleleri de dayıma karşı tekrarlardım. Fakat ne yazık ki ben onun kadar üçkağıtçı olamıyordum...
"Ben miyim düzenbaz?" dedim gülerek. "Ve bunu bana kör olduğunu söyleyerek insanları kandıran bir adam mı diyor?"
"Körüm zaten." diyerek tahtaya uzandı. "Ama salak değilim. Hamle sıranı beklerken kalkıp rahat rahat dolaşıyorsan önlemini almışsın demektir."
Atımı tahtadan söküp alışını hüsran içinde izledim. Yine de telefondaki fotoğrafa bakmayı ihmal etmemiştim, pislik herif haklıydı gerçekten de. Oyun başladığından beri o kadar çok taşımı almıştı ki artık piyonla veziri birbirine karıştıracak haldeydim. Üstelik dayım hep yapıyordu bunu, sayesinde zekama olan güvenim sarsılmıştı. Senelerdir kör bir adama satrançta yenilip durduğumu düşünürsek belki de doğru olanı yapıyordum.
"Bir daha seninle satranç oynamayacağım."
Bir kez daha hindi gibi kabararak tahtaya uzandı ve kendi piyonunu "On beş yaşından beri bu lafı söylemekten sıkılmadın mı?" diyerek E5'teki piyonumun üstüne sürdü. Taşın tok bir ses çıkararak tahtaya devrildiğini duyunca hüsranla gözlerimi kapadım. Pezevenk herif insan gibi alıp kenara koymakla da yetinmiyordu. Her seferinde kendi taşıyla benim taşımı devirip şov yapıyordu karşımda.
Bu kez ben de acımadım, vezirimi onun son atının üstüne sürüp taşı tahtaya devirdim. Hamleyi söylediğimde sakince kalesini F7'ye iteledi, atını kaybetmek onu hüsrana uğratmış gibi görünmüyordu. Ki bu da bilinçli olarak atını feda ettiği anlamına geliyordu ve tırstığımı inkar edemezdim.
"Bu yüzden mi bana itlik yapıp duruyorsun?" dedim gaddar bir tavırla vezir G4 yaparken. "Vezir G4'e oynadım. Kendini yalnız hissetme diye ziyaretine gelip seninle satranç oynadığım için mi? Hayırlı yeğen olmanın karşılığı bu mu gerçekten?"
Öyle bir kahkaha attı ki sanki yaşlı, kör, kimsesiz, pezevenk ve muhtemelen siki artık kalkmayan kişi benmişim gibi hissettim. Canını yakabileceğimi bilsem ona bunları da hatırlatırdım fakat hakaret pek etkili olmuyordu dayımın üzerinde.
"Eskiden senin çocukluğuna şahit olamadığım için üzülürdüm." diyerek gözlerinden gelen yaşları sildi. Hayır, duygulandığı için değil. Evet, kahkaha atmaktan. "Ama bazen öyle çocukça davranıyorsun ki, karşımda yedi sekiz yaşlarında bir oğlan çocuğu oturuyormuş gibi hissediyorum. "
"Çocukluğuma şahit olamadın diye üzüldün mü bir de? Asıl dram sendeymiş Kütüphaneci, hiç çaktırmıyorsun."
Yaptığım kinaye karşısında derin bir iç çekerek arkasına yaslandı. "Aras ben senin dayınım, bunu biliyorsun değil mi?"
"Eğer babam hapse girdiğinde beni yanına almış olsaydın bu dediğin mümkün olabilirdi." dedim kendimi tutamayıp. "İkimiz birlikte yaşardık, daha güzel satranç oynamayı öğretirdin bana. Belki o zaman sana Kütüphaneci değil de, dayı derdim. Sahi, neden bunu yapmadın ki?"
Bu soruyu alınganlıkla değil, gerçek bir merakla sormuştum. Kütüphaneci benim hassas noktam değildi, onun tarafından sevilmemek ruhuma hasar vermiyordu. Bu yüzden bu tür şeyleri onunla açık açık konuşabiliyordum.
"Eğer bunu yapsaydım on sekiz yaşına geldiğinde yalnızca bir satranç ustası olurdun da ondan." diyerek beni püskürttü. Her iki anlamda da. Zira bir yandan da kalesini F1'e sürmüştü. "Satranç bir centilmenlik oyunudur, Aras. Fakat gerçek hayatta kimse kurallara göre hamle yapmaz. Bir satranç ustası olsaydın çok yaşamazdın."
"Zaten çok yaşamayacağım ki!" dedim öfkeyle gülerek. "Sanatçı da sen de bu benim uzun yaşamam için bilmem ne bahanesine tutunmaktan sıkılmadınız mı? Çünkü kim kazanırsa kazansın benim kaybetmiş olacağımı biliyorsunuz. Ömrüm seninkinden daha kısa Kütüphaneci!"
"Bu dediklerin saçmalıktan ibaret." diye homurdandı. "Eğer yolun sonuna biz daha önce varırsak neden hayatta kalamayasın ki? SERE eğitimlerini boş yere almadın Aras, ömür boyu buna ihtiyaç duyacağın için bu konuda eğitildin."
Yalan söylüyordu. Yalan söylemiyorsa bile kendini ikna etmeye çalışıyordu. Zira mantıksızdı bu dediği, İbrahim Saral benim ağzı sıkı biri olacağımı varsayarak her şeyi tehlikeye atacak türden bir adam değildi.
"Hayır, ben göz boyamak için eğitildim." diyerek şahımı geri çektim. "Şah H7'den, H8'e. Bir insandan gönüllü bir kurban yaratmak istiyorsan ona bir şeyler vadetmen gerekir. Cihatçı örgütler cenneti vadeder, gerilla örgütleri kahramanlık vadeder, fakat illa ki bir şey vadederler. Çünkü buna mecburdurlar. Bir insanı üzerine kırk kilo patlayıcı yükleyip meydana çıkarabilirsin ama uzaktan kumandan yoksa o adamı pimi çekmeye ikna etmekten başka çaren yoktur. Ölü adamların da uzaktan kumandası olmaz, Kütüphaneci. Dedem yanımda olup hayatımı şahsen mahvedemediği için dokunulmazlık vaadiyle bu işi bana yaptırıyor. Söylesene, sana ne vadetti? Seni neyle kandırdı İbrahim Saral? Dinler bile insanları kırk günden fazla inzivada tutamaz. Senin bütün hayatını inzivaya çekilerek harcamanı sağlayan şey ne? Neden bana akıl verip yol göstermeye çalışıyorsun mesela?"
Kesin bir dille tekrarladı. "Çünkü ben senin dayınım!"
"Öyleyse benden bir şeyler gizlemeyi bırak!" dedim söylenerek. "Neyi aradığımı bile bilmeden hiçbir şey bulamam!"
"Senden bir şey bulmanı istemiyorum zaten. Melek'e göz kulak ol ve bunu yapabilmek için de onunla arkadaş ol-"
"OLAMIYORUM AMA!" diye bağırdım en sonunda. "ÇÜNKÜ SEN BANA O KIZIN BİR BOZKIROĞLU OLDUĞUNU SÖYLEMEDİN!"
Sakin bir tavırla iç çekti. "Çünkü o kız bir Bozkıroğlu değil. Hem olsa bile bu neden problem yaratsın ki? Kan davası falan mı güdüyorsun Aras?"
Belagat yaparak beni öfkelendirmeye çalışıyordu. Dayımın klasik taktiklerinden biriydi bu, ergenlik yıllarımda bu taktik yüzünden çoğu tartışmamızı ondan bir cevap alamadan öfke nöbetiyle sonlandırmıştım. Neyse ki artık ergen değildim.
"Gerçeği söyle bana." diyerek ısrar ettim. "Arzu Bozkıroğlu ile Melek'in kardeş olduğunu biliyorum."
"Peki bu neden seni ilgilendiriyor?"
"Bunun nasıl olabileceğini anlamaya çalışıyorum sadece." dedim usul bir tavırla. "Melek bir Bozkıroğlu değil diyorsun, bu da onun Erdal Bozkıroğlu'nun kızı olmadığı anlamına mı geliyor?"
"Evet."
"Öyleyse Arzu'yla anneleri aynı, babaları farklı olmalı. Haksız mıyım?"
"Evet haksızsın ama bunun ne önemi var?" diyerek beni büsbütün dumur etti. "Arzu Bozkıroğlu bizim planlarımızdaki bir değişken değil Aras. Varlığının senin kararların üzerinde bir etkisi olmamalı, aksi taktirde bir değişken haline gelir. Hesapta olmayan bir değişken de geleceği belirsizleştirir."
"O kızın nasıl bir baş belası olduğunu bilmiyorsun." diye homurdandım. Aklım hala ilk cümlesinde takılı kalmıştı. Arzu ve Melek'in anneleri aynı, babaları farklı değilse o zaman nasıl kardeş oluyorlardı? Babaları aynıysa bu Melek'in de Erdal Bozkıroğlu'nun kızı olduğu anlamına gelirdi fakat dayım onun bir Bozkıroğlu olmadığını söylüyordu. Öyleyse geriye tek bir seçenek kalıyordu; Arzu Erdal Bozkıroğlu'nun kızı değildi. Sikeyim... Kimdi bu manyağın babası?
"Öyleyse kurtul ondan." dediğini duydum dayımın. "Kız zaten akıl hastası, ölümüne kolaylıkla intihar ya da kaza süsü verebilirsin."
"Sıradan birini öldürmekten bahsetmediğinin farkındasın, öyle değil mi? Biyolojik ailesi farklıysa bile Erdal Bey'in bunu bildiğini hiç sanmıyorum, başkasının kızına kol kanat gerecek bir adam değil o herif. Muhtemelen Arzu'nun onun öz kızı olduğunu sanıyordu ve eğer öz kızının başına bir şey gelirse-"
"Bundan gizli bir memnuniyet duyar." diyerek sözlerimi tamamladı. "Elbette dışa vuracağını sanmam, geleneklere uygun bir şekilde yas tutacaktır ama içten içe rahat bir nefes alacağına emin olabilirsin."
Kendimi tutamayıp güldüm. "Sen ne saçmaladığının farkında mısın?"
"Ebeveynliği gözünde fazla kutsallaştırıyorsun." dedi sakince. "Fakat burada seninle toplumsal normları tartışacak değilim çocuk. Göz alıcı şeylere odaklanarak gerçek tehditleri gözden kaçırıyorsun. Halbuki seni bu konuda daha önce de uyarmıştım. Saf dışı bırak o kızı, varlığıyla yalnızca dikkatini dağıtıyor."
"Bir saniye, doğru mu anladım?" diyerek sözünü kestim. "Arzu'nun hareketlerinin dikkat dağıtma amacıyla planlandığını mı söylüyorsun?"
"Hayır, tam aksini söylüyorum." diye iç çekti. "O kız sağlıklı düşünemiyor Aras, hareketleri haddinden fazla dürtüsel. Bu kadar rassal ve hesapta olmayan bir değişkeni denklemlerine dahil edersen gelecek bütünüyle öngörülemez hale gelir."
"Gelecek zaten öngörülemez, Kütüphaneci." diye güldüm. "Görmeyen gözlerinle bu tahtadaki tüm taşların yerini eksiksiz olarak bildiğinin farkındayım, fakat hafızanın laneti seni kâhin yapmaz."
Öte yandan, hesapta olmayan değişken lafını da yabana atacak değildim. Arzu'nun Saral planlarının dışında kaldığını öğrenmem iyi olmuştu. Günün birinde bu planlar istemediğim bir yöne saparsa onları nasıl işlemez hale getireceğimi biliyordum artık. Rassal bir değişkene ihtiyacım olacaktı.
"Ben sana sadece dikkatli olmanı söylüyorum." diye tekrarladı F1'deki kaleyi F4'e getirip vezirime göz dikerken. "Arzu Bozkıroğlu yarattığı sorunlarla durmadan dikkatini dağıtıyor. Göz alıcı şeylerden uzak durmazsan asıl mühim olan şeyleri gözden kaçırırsın. Kaçırıyorsun da."
Cevap vermeye tenezzül etmedim, derdim vezirimi kurtarmaktı şu an. Az sonra yapacağı hamleyi bildiğim için veziri E6'ya çekerek delikanlılığın yüzde doksan dokuzunu yerine getirdim fakat pezevenk herif formundaydı bugün, yaptığım hamleyi duyunca hiç düşünmeden filini D6'ya getirdi. Evet, az sonra kalesini de E6'ya getirip vezirimi almaya çalışacaktı. B6'ya sıvışma şansımı elimden aldığı için bu puştluğu yaparsa vezirimi kaptıracağımı biliyordum. O nedenle C8'deki kalemi E8'e çekerek Kütüphaneci'ye gözdağı verdim.
Daha doğrusu öyle yaptığımı sanıyordum. Ama sonra Kütüphaneci basit bir hamle yaptı. O ana dek oyunun içinde bile olmayan önemsiz bir taşı, H2'deki piyonunu tek bir kare oynatarak H3'e getirdi ve onun yarım saattir oradan oraya kaçırdığım vezirimi aslında bir kez olsun istemediğini anladım. Kütüphaneci şahımı istiyordu. Ve alacaktı da. Hem de tek bir piyon hamlesiyle. Keyifle arkasına yaslanıp tahtadaki manzarayı tek kelimeyle özetledi.
"Zugzwang."
Şaşkınlıkla tahtayı tekrar inceledim fakat haklıydı. Zugzwanga düşmüştüm. Ve bu artık yapacağım hiçbir hamlenin beni mat olmaktan kurtaramayacağı anlamına geliyordu. Pezevenk herifin iki saattir beni içine çekmeye çalıştığı şey engellenemez bir açmazdan ibaretti. Komik olan şeyse bunu tahtanın en stratejik noktalarına serpiştirdiği güçlü taşlarıyla değil, en köşedeki değersiz bir piyonu tek kare oynatarak yapmıştı.
"Şah mat." dedi kendi şahıyla benim şahımı devirirken. Ardından kibirle ekledi. "Sana dikkatli olmanı söylemiştim."
✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧
MELEK
Kar.
Gözlerimi araladığımda ilk gördüğüm şey kar oldu. İnce buz kristalleri usul usul süzülüyordu pencerenin diğer tarafında, arazinin bitiminde başlayan orman bir gecede renk değiştirmişti. Daha da gerilerde İstanbul'un beyaza boyanmış tepelerini görebiliyordum. Birkaç saniye boyunca huzur dolu manzarayı izledikten sonra başımı komodine çevirip saate göz attım. Neredeyse on bire geliyordu.
Bir anlığına şaşırmadan edemedim. Hafiften buğulanmış camdan içeri dolan grimsi aydınlık odada seher vakti atmosferi yaratmıştı. Ve bir de sükunet vardı elbette. Kar yalnızca şehrin manzarasını değil, gürültüsünü de içine hapsetmiş olmalıydı. Göğsünde uyuduğum adamın sakin kalp atışları dışında bir şey duymuyordum.
Bu farkındalık yüzüme yayılan bir tebessümle sonuçlandı. Birlikte uyuduğumuz vakitlerin bir çoğunda Aras benden önce uyanıyordu. Erken kalktığım zamanlardaysa onu uykusunda izleme şansım olmamıştı pek. Hazır fırsat bulmuşken değerlendirebilmek için başımı göğsünden kaldırıp yüzünü görmeye çalıştım. Yataktan kalkacağımı sanmış olacak ki homurdanarak yan döndü, bir kolunu belime sardığı için ben de onunla birlikte dönmek zorunda kalmıştım. Ardından tıpkı Selanik'teyken yaptığı gibi yarı yarıya üstüme devrilip başını göğsüme gömdü. Kendimi tutamayıp ufak bir kahkaha attım. Uyurken oyuncak ayısına sarılan bir çocuktan ne farkı vardı ki şu anda?
"Sevgilim?" dedim gülmemek için dudağımı ısırarak. "İzin verirsen seni biraz hırpalayabilir miyim?"
Boğuk bir sesle homurdandı. "Hıhı..."
Eh, benden günah gitti...
Ufak bir savaş narası atarak kafasını kollarımın arasına alıp öpücüklere boğmaya koyuldum. Bir yandan da ağaca sarılan koala misali bacaklarımı gövdesine dolamıştım. Başta anlamsız bir şeyler söylenerek beni durdurmaya çalıştı fakat uyku sersemliğiyle pek başarılı olamadı. En sonunda geri çekilmekte buldu çareyi... Başını göğsümden kaldırıp kendini arkaya attığında onunla birlikte ben de yatakta döndüm. Üste geçince işim daha da kolaylaşmıştı. Kafamı boynuna gömüp kah öperek kah ısırarak saldırıya devam ettim.
"Melek yapma..." diye sızlandı çaresiz bir sesle. "Melek!"
"OYYY KIZDIN MI ÇEN?!" diyerek ellerimi yanaklarına bastırıp dudaklarını öne çıkardım. "HANİMİŞ BENİM MAVİŞİM?!"
"Bak yemin ediyorum sen zararlı çıkacaks- AAHH!"
Hızımı alamayıp biraz fazla ısırmıştım galiba... Canı epey acımış olacak ki "Bittin sen kızım..." diye homurdandığını duydum. Hemen ardından yattığı yerde tekrar ters döndü ve tüm ağırlığını üstüme bırakıp beni yatağa çiviledi.
"Ahhh!"
Nefesim dudaklarımdan çaresiz bir nida olarak fırlarken gülmeye başladığını duydum. Hareket etmem imkansız bir hal almıştı, attığı kahkahalar yüzünden bedeni sarsıldıkça daha beter yatağa gömülüyordum. Aras ise halinden gayet memnundu. Gülmekten fırsat bulduğunda "Ben sana zararlı çıkarsın demiştim," diyerek itlik yaptı. "Nasıl, rahat mısın şimd-Ahhhh!!"
Var gücümle omzunu ısırdığımda çenesi kesildi. Kahkahalarının yerini acı dolu nidası alırken can havliyle kaçmaya çalıştı ama üstümden kalkmasına bile izin vermedim. Bacaklarımı beline sararken bir yandan omzunu ısırıp, diğer yandan da çimdiklerimle geçtim saldırıya. O da beni ısırmaya çalışıyordu fakat ağaca sarılan koala gibi üzerine yapıştığım için ağzının menzilinde sadece göğsüm vardı. Ne var ki o bölge de sütyenim ve gece elektrikler kesildiğinde ev soğuk olur diye kendi elleriyle bana giydirdiği kalın pijama tarafından korunuyordu.
Bu şekilde baş edemeyeceğini anlayınca sırtüstü dönüp beni üstüne aldı birden. Pijamamın üstünü pat diye çekip başımdan çıkarınca omzuyla olan bağlantımı bir anlığına kaybettim. Bunu fırsat bilip hücuma geçti ve kafasını göğsüme gömüp sütyenimin dışında kalan kısmı acımasızca ısırdı.
"Ayyyyy!"
"Isırık öyle değil böyle olur!" dediğini duydum kahkaha atarak. Ardından belimden kavrayıp beni tekrar ters çevirdi, fakat bu kez kucağında yatıyordum. "Dur şu kalçanı da bir morartalım!"
"Aras yapm- AYYYY!"
Attığım çığlıkla ev inledi resmen. Bir elimle sağlam bir yumruk geçirdim bacağına, bir yandan da tavuk gibi çırpınarak kucağından kaçmaya çalışıyordum. Beceremeyince kaçma girişimlerine son verip sırtüstü döndüm kucağında. Bir elimle popomu ovuşturarak söylenirken hala kahkaha atmakla meşguldü. Bunu fırsat bilip son bir taarruz saldırısına kalkıştım fakat uykusu açılınca refleksleri de yerine gelmişti. Üstüne atladığımda son anda kendini yana atıp beni tekrar altına aldı. Bileklerimden tutarak kollarımı başımın üstünde sabitlerken yüzünde tehditkar bir ifade belirdiğini gördüm.
"Sen akıllanmadın mı hala?"
"Akıllandım valla!" diyerek panikle başımı salladım. "Zaten ben kahvaltı hazırlamak için kalkacaktım, açlıktan midem kazınıyor."
Bakışlarını göğsüme çevirdi. "Benim de."
Yüzündeki ifadeyi görünce gülmeden edemedim. "Fesatlık düşünmediğin tek bir anın var mı senin?"
Yoktu. Fakat bu kez kararlıydım, üstelik sahiden midem kazınıyordu. O nedenle yatakta çok fazla oyalanmadık. Beş dakika sonra mutfağa geçip kahvaltı hazırlamaya koyulmuştum, Aras ise ekmek almak üzere dışarı çıkmıştı. O gelene dek menemen malzemelerini hazırlayıp kahvaltılıkları büyük pencerenin önündeki masaya taşıdım. Çaydanlık ocakta ıslık sesleri çıkararak fokurduyordu. Menemeni Aras gelince yapacaktım, sıcak sıcak yiyelim istiyordum. Domates ve salatalıkları bir tabağa dizip reçel kaselerinin ortasına konumlandırmıştım. Pencerenin dışındaki monokrom beyazlığın tam önünde olduğu için kahvaltı masası iyiden iyiye bir renk cümbüşünü andırıyordu.
İşim bittiğinde koşuşturmaktan sıcaklamıştım. Önce içeri geçip kombiyi biraz kıstım, sonra yatak odasına gidip kalın pijamaları çıkardım. Üzerimde ipli atletim vardı zaten, altıma da Aras'ın boxerlarından birini giyip üşüme ihtimalime karşılık önü fermuarlı uzun hırkamı üstüme geçirdim. Dün gece seviştikten sonra birlikte duşa girmiştik ve terasta geçirdiğim astım krizinin hesabını orada sormuştu.
Söylediğine göre o iş seyahatinden döner dönmez adam akıllı bir hastaneye gidecektik, ki bu hastane yurtdışında da olabilirdi ve bu konu tartışmaya kapalıydı. Aynı şey o dönene dek sağlığıma dikkat etmem hususunda da geçerliydi. Son sınava da girdiğime göre bu soğukta dışarı çıkmam için bir sebep yoktu, gerekmedikçe evden dışarı burnumu bile çıkarmayacaktım. İlla bir yere gitmem gerekirse de Alper'i arayıp haber verecektim, korumalardan biri gelip beni evin önünden alacaktı. Ha, evin önünden arabaya binmeyi kabul etmiyor muydum? O zaman gerekse bile evden dışarı burnumu çıkarmayacaktım. Aksi taktirde döndüğü zaman beni kuyruğumdan tutup tavana asacaktı.
Homurdanarak hırkamın fermuarını iyice çektim. Çok geçmeden dışarıdan bir araba motorunun homurtusu yükseldi. Benimkinin geldiğini anlayınca ayaklanıp mutfağa koşturdum yeniden. Tavaya biraz yağ koyup ocağın altını açarak menemen yapımına başladım. Mutfağın içine güzel bir koku yayılmaya başlarken asansör üst kata ulaştı ve birkaç saniye sonra dış kapı tıklatıldı.
İçeri koşturup kapıyı açtığımda bir elinde ekmek ve poğaçalarla dolu poşetlerle asansörde dikiliyordu. Siyah paltosunun omuzlarında ve koyu renk saçlarında erimeye fırsat bulamamış kar taneleri vardı hala. Beni görünce tatlı bir gülümseme belirdi yüzünde, süslenmem hoşuna gitmişti sanırım. İçeri geçtikten sonra kapıyı kapatıp poşetleri kulpa astı, ardından kollarını belime dolayıp beni kendine çekti.
"Kahvaltıda direkt seni yesek olmuyor mu?" diyerek dudaklarıma uzandığında olacakları bildiğim için sırıtmaya başlamıştım. Nitekim oldu da... "Hatta direkt dudaklardan başlayalım- MELEK BU NEDİR YA!"
Geri çekilip yüzünü buruşturarak ağzını silmeye çalıştı. Dudak parlatıcısı ve rujlara karşı özel bir nefret besliyordu Aras, gerçi genel olarak makyaj malzemelerini sevmiyordu ama mat fondöteni tespit edemediği için sorun yaşamıyorduk. Hatta aşırıya kaçmazsam highlighter, rimel, bronzer gibi şeyleri de pek fark etmiyordu.
Elimin tersiyle ağzımı silip sırıttım. "Azıcık sürmüştüm ya..."
Huysuz bir bakış atmakla yetindi. Sonra içerideki koku dikkatini çekmiş olacak ki keyifli bir tebessüm belirdi yüzünde. Gözlerini yumup havayı koklarken "Menemen mi yapıyorsun?" dediğini duydum. "Bu gidişle bana kahvaltı alışkanlığı kazandıracaksın Melek."
"Fena mı işte? Faydalı bir alışkanlık kazanmış olursun."
Kolunu omzuma atıp beni mutfağa yönlendirirken göz kırptı. "Her sabah kahvaltı hazırlayacaksan benim için sorun yok güzelim."
"Oldu canım, başka emrin?" diye burun kıvırdım ona. "Anladık yemek yapamıyorsun ama kahvaltı hazırlamayı da becerirsin herhalde."
"Acı gerçeği duymak ister misin?"
Tam itiraz edecektim ki duraksadığını gördüm. Mutfak kapısının girişindeydik, hazırladığım kahvaltı masasına bakarken yüzündeki keyifli tebessüm solmaya başlamıştı. Fakat bu durum sadece bir an sürdü. Hemen ardından tekrar keyifli bir ifade takındı ve poşetleri elime tutuşturup "Sen geç başla," diyerek geri çekildi. "Ben ellerimi yıkayıp geliyorum."
Aras banyoya seğirtirken hiçbir şey söylemedim. Tadını kaçıran şeyi tahmin etmek zor değildi. Bu evin depremden önce oturdukları evin benzer bir versiyonu olduğunu biliyordum, eşyalar eski evlerini gördüğüm fotoğraftaki eşyaların birer kopyasıydı. Mutfaktaki manzara ona eski aile kahvaltılarını anımsatmış olmalıydı. Ve bir de, artık bir ailesi olmadığını...
Masanın başında durmuş somurtarak dikilirken aklıma bir fikir geldi. Evet, dün gece Aras'a bu meseleye karışmayacağıma dair söz vermiştim ama zaten bu karışmak sayılmazdı ki... Ben sadece ufak bir muhbirlik yapacaktım. Hatta bunu ondan saklamama bile gerek yoktu.
Ayağa kalkıp paltosuna doğru yürürken "Aşkım telefonunu kullanabilir miyim?" diye seslendim içeri. "Sınavla ilgili bir arkadaşıma bir şey soracaktım da!"
Banyodan sesi yükseldi. "Numarası bende kayıtlı olan bir arkadaşın sanırım!"
Mevzuyu şıp diye çözmesi beni şaşırtmamıştı, bekliyordum zaten. Neyse ki ses tonu epey ılımandı. Bunu fırsat bilip hemen harekete geçtim, paltosunun cebinden telefonunu çıkarıp önce WhatsApp'a girerek Sinem'in yolladığı ve "Rektörlükteki rezil günü hatırladın mı ahsjshskahdk" başlıklı aptal bir videolu mesajı sildim, çöp kutusundan da sildikten sonra rehbere girip Lavinia'yı aradım. Telefon ikinci çalışta açıldı.
"Alo abicim?"
Lavinia'nın hevesli ses tonu karşısında içim burulur gibi oldu. Hafifçe öksürüp "Benim Lavinia," dedim. "Sınav saat dörtte miydi diye sormak için aramıştım."
"Şey, evet..." diye mırıldandı. Hevesinin kırıldığını anlayınca daha da kötü hissettim. "Ee, sen niye bu telefondan arıyorsun? Yoksa gece abimle birlikte mi kaldınız?"
Evet dersem bunu diline dolayıp yenge muhabbetine başlayacağı kesindi. Nedense ilişkimiz hakkında Lavinia'ya detay vermeye utanıyordum, sevişip sevişmediğimizi sorduğunda bile yalan söylemek zorunda kalmıştım.
"Hayır, az önce geldim." dedim mecburen. "Bugün akşam iş seyahatine gidecek, epey bir süre yurtdışında olacağı için vedalaşmaya gelmiştim."
"Öyle mi? Hiç haberim yoktu..."
"Ama sınav için beni okula o bırakacak." diyerek muhbirlik vazifemi yerine getirdim. "Saat üç buçuk gibi geliriz muhtemelen, sınav öncesi kafeteryada otururuz belki. Bence sen de gel, hem son kez notlara da göz atmış oluruz."
Karşı taraftan ufak bir gülüş sesi duyuldu. "Fenasın, başa belasın yengecim."
"Lavinia!"
"Ay korkma, babam okula gitti erkenden." diye güldü tekrar. "Neyse, ben de hazırlanayım bari. Erken gidip siz gelene kadar kafeteryada çalışırım. Ciao!"
Sırıtarak telefonu kapattım. Arkamı döndüğümdeyse Şeytan kollarını göğsünde kavuşturmuş, kapının eşiğinde 'demek öyle...' der gibi bir tavırla beni süzüyordu. Harika...
"Daha dün akşam konuştuk Melek," dedi iç çekerek. "Hani karışmayacaktın bu konuya?"
"Babanla arandaki ilişkiye karışmayacağım dedim," diye düzelttim. "Kardeşinle arandaki mesele için öyle bir söz vermemiştim."
"Ona da karışma o zaman." diyerek homurdandı. "Ben senin ailenle olan ilişkine müdahale ediyor muyum Melek?"
Omuz silkerek ocağın başına geçtim. "Neyine müdahale edeceksin ki zaten?"
"Emin ol, müdahale etmek istediğim bir yığın şey var." diye cevap verdi bana. "Mesela annenle konuşup geçmişte neden-"
"Aras!"
"Gördün mü? Duymaya bile katlanamıyorsun. Ama iş bana gelince bizzat müdahale ediyorsun-"
"Aynı şey mi sence?!" diyerek sinirle yumurtaları kırdım tavaya. "Ben senin ailene haksızlık etmiyorum ki! Sana duyduğum sevgi yüzünden babana veya kız kardeşine hak etmedikleri bir öfke duymuyorum!"
"Haksızlık mı?" diyerek güldü. "Annene haksızlık mı ediyorum sence? Onu sorgulamak neden bu kadar korkutuyor seni Melek?"
"Çünkü o benim annem!" diye bağırdım. "Bu dünyada bana en çok değer veren insan o! Sen kalkmış annenin sevgisini neden sorgulamıyorsun diyorsun... Sevgisinden emin olduğum için olabilir mi?!"
"Ben sevgisini sorgulamıyorsun dememiştim ki..." dedi sakin bir tavırla. "Neyse, kapatalım bu konuyu artık. Bugün seni okula bıraktığımda bana kafeteryaya falan gelmem için ısrar etme olur mu? Tek istediğim bu."
Başımı sallamakla yetindim. Gözlerimi kaçırıp yeniden tavaya döndüğümde ağzımda acı bir tat vardı. Annemin sevgisini sorguladığımı ima etmişti az evvel, eğer onu tanımasam belki de buna inanırdım. Fakat tüm sevgime rağmen Aras'ın nasıl bir manipülasyon ustası olduğunu biliyordum, kendi fikrini karşı tarafa empoze etme konusundaki yeteneğini de...
Sessizce tavayı karıştırırken onun yerinden kalktığını duydum. Çok geçmeden ardımda belirip kollarını karnıma sardı, beni kendine çekip başını boynuma gömdüğünde içimdeki kar soğuğu diner gibi olmuştu. Başımı yan çevirip yanağımı göğsüne sürttüm önce, ardından dayanamayıp tamamen ona doğru döndüm. Kollarımı boynuna dolayıp parmak uçlarımda yükselerek dudaklarına uzandığımda "Kedi..." diyerek hafifçe güldü. Sonra öpüşmeye başladık.
Onunla öpüşmek her zaman aklımı başımdan alan bir şey olmuştu fakat son zamanlarda daha başkaydı. Seviştikten sonra geçmişte öpüşürken ne kadar kontrollü davrandığını fark etmeye başlamıştım. Eskiden böyle fütursuzca dokunmuyordu bana, bedenlerimiz arasında hiç bilmediğim bir mesafe vardı. Şimdiyse tezgahla onun bedeni arasında ezilirken en ufak bir mesafeye dahi tahammülüm kalmamıştı.
Hırkamın ne ara üzerimden çıktığını anımsamıyorum. Diliyle ağzımın içinde gezinirken kalçalarımdan kavrayarak beni kasıklarına bastırdığını hissettim. Sonra ayaklarım yerden kesildi ve kendimi birden tezgahta otururken buldum. Gövdesiyle bacaklarımın arasında kendine bir yer edinirken atletimi karnıma sıyırıp sabırsız hareketlerle sütyenimin kopçasını açtı. Ve duraksadı.
"Siktir." diyerek geri çekildiğinde şaşkınlıktan tepki veremedim. Bir elimle sütyenimi göğsüme bastırırken beynim allak bullak olmuştu. Ta ki, tavadan çıkan alevleri görene kadar...
"ARAS TAVA YANIYOR!"
"İyi ki uyardın güzelim, eksik olma." diye söylendi tavayı ocaktan alıp lavaboya bırakırken. Musluğu açtığında hüsran dolu bir cosss sesiyle birlikte menemenimiz son nefesini verdi. Ocağın hala yandığını görünce panikle sütyenimin kopçasını vurmaya çalıştım ama başaramadım. En sonunda sütyeni komple çıkarıp sandalyenin üzerine attım, ardından atletimi giyip tezgahtan aşağı atladım. Ocağı kapatıp lavaboya koşturduğumda Aras tavadaki cesedi kazımaya çalışıyordu.
"Çekil şuradan ya!" diye söylenerek kenara ittim onu. "Hayır insan hiç değilse mutfakta rahat durur dimi?! OFF MAHVOLDU GÜZELİM MENEMEN!"
"Melek tamam ya yenisini yaparız-"
"Tabi kesin yaparız!" diyerek cırladım. "Utanmadan çoğul konuşuyor bir de... Sanki bana masterchef şampiyonu!"
"Yalnız tava da fena yanmış..."
"Bak bir de gülüyor! Sen var ya, bu tavanın en iyisinden alacaksın tamam mı?! Teflon meflon değil direkt titanyum tava istiyorum, dünyanın en iyi menemen tavasını borçlusun bana!"
"Titanyumdan tencere mi olur?" diye güldü yeniden. "Çok saçma, bir kere elementin doğası gereği öyle bir tencerede pişirdiğin her şey yapışır-"
Gerisini dinlemedim. İki saat titanyum elementinin tencerelerde kullanılmasının neden imkansız olduğuyla alakalı mühendisçe bir nutuk çekti bana. Ardından iddiasını kanıtlamak için telefonunu açıp basit bir arama yaptı ve titanyum tava reklamlarını görmüş olacak ki, çenesi kapandı. Ben de bir sürü para bayıldığım zavallı teflon tavamla son kez vedalaşıp dolaptaki yedek ve dandik tavayla baştan menemen yapmaya koyuldum.
Çaylarımızı da ısıttıktan sonra masaya kurulup nihayet kahvaltıya başladık. Akşam gideceği iş gezisinden bahsediyordu bana, arada lafı okul hayatıma getirip çaktırmadan kız kardeşinin keyfinin yerinde olup olmadığını öğrenmeye çalışıyordu. Lavinia'yı ne kadar çok özlediğine şahit olmak kalbimin bir köşesini burkmuştu ama bunun dışında mutluydum. Mutluydum çünkü onun mutlu olduğunu görebiliyordum. Kahkahalarımızın arasında çınlayan neşeyi, konuşurken farkında olmadan yüzüme dokunan ellerini, yaşadığımız anın gerçek olduğunu bilmenin ona verdiği mutluluğu ve bakışlarındaki parıltının ardında yatan zamanı durdurma arzusunu...
Fakat zaman hiç durmadan akıp gidiyordu. Zaman, yalnızca şimdide cevaplanabilecek bir soru ve geri kalan her yerde acımasız bir uçurumdu. Bense henüz ne bir enkazın altında kalmıştım, ne de zamanın dokusundaki gizli uçurumlarla sınanmıştım. Ben henüz kendi zihnimle bile sınanmamıştım. Oysa içine düşebileceğim en derin uçurum, orada yatıyordu.
Duvardaki saatin tiktakları bir bomba sayacı gibi saniyeleri sayarken hafifçe gülümsedim ve bana gülerek bir şeyler anlatan adamın elini tuttum.
Dışarıda kar yağıyordu.
✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧
OZAN
Hayatın her aşamasının, çok daha iyi olduğuna inandırıldığımız bir sonraki aşamaya ulaşma çabasıyla geçtiğini fark etmiştim. Garip olan şeyse, sonraki aşamanın hep daha kötü olmasıydı. İlkokul yıllarımızı en iyi liseyi kazanmak için harcamıştık ama kimse bize gittiğimiz lise ne kadar yüksek puanlı olursa lise hayatımızın o kadar boktan olacağını söylememişti. Aynı durum sonraki aşama için de geçerliydi. Üniversite sınavında gösterdiğimiz başarı, üniversite yıllarımızın ne kadar korkunç geçeceğini de gösteriyordu.
Fakat ben umudumu kaybetmemiştim. Eninde sonunda sisteme biat etmenin faydalarını göreceğime inanıyordum. Örgün eğitime harcadığım yılların bedeli, meslek hayatı denen yerde bir kumbarada birikir gibi toplaşarak beni bekliyordu. Geleceğimin sisli belirsizliklerle dolu bir noktasında, şezlonga uzanmış keyifle içkimi yudumlarken "İyi ki pes etmemişim yahu." diyeceğim bir gün vardı. "Çektiğim tüm çilelere değdi!"
Ve görünüşe bakılırsa, o güne daha çok vardı.
Öğrencilik yıllarımda beni nelerin beklediğini elbette bilmiyordum. Benim aklımdaki şablon aşağı yukarı şöyleydi; mezun olunca ilk altı ay adliyede savcıların idealist kanatları altında staj yapacak, ikinci altı ay da babacan bir avukatın yanında mesleği öğrenecektim. Staj bittiğindeyse avukatlık ruhsatımı alıp kendi büromu açacak ve mafya alemine kök söktürmeye başlayacaktım.
Nah.
Adliye stajımın ilk gününde savcıdan nazikçe siktir yemiştim. Adliyeler çok yoğundu, bırak bana iş öğretmeyi, haftada bir kez gidip imza atmak dışında orada bulunmamı bile istemiyorlardı. İkinci altı ayı da paragöz bir avukatın yanında icra takip elemanı ve fotokopici olarak beleşe çalışmakla geçirmiştim. Herif mesleğe dair en ufak bilgiyi bile benimle paylaşmıyordu. Haliyle staj bittiğinde kendi avukatlık büromu açmaya cesaret edememiştim, zira mesleki bilgim icra takip belgelerini doldurmak ve çift taraflı fotokopi çekmekten ibaretti.
Ve bir de soyadım vardı... Stajım biter bitmez birkaç yerden iş teklifi almıştım. Görüşmeye gittiğimde her şey rüya gibi geçmişti, teklif ettikleri maaşı duyduğumda kamera şakası yapıldığını falan sanmıştım fakat finalde dertleri anlaşılmıştı. Mafya avukatıydı bunlar, onları bana gönderenler de avukatlık yaptıkları karanlık tiplerdi. Normal hukuk bürolarıysa avukat değil köle arıyordu, hem de neredeyse bedavaya!
Mecburen tanıdığım tek idealist hukukçu olan Hakkı Amca'nın (ki kendisi bunun bedelini meslekten ihraç edilerek ödemişti) kapısını çalmıştım. Aslında pek umudum yoktu, zira kendisi normal şartlarda öz evlatlarına bile iş bulmaları için torpil yapmazdı. Fakat tekinsiz aile geçmişime rağmen temiz bir yaşam sürme çabam Hakkı Amca'nın hassas noktasıydı. Aras'ın onda yarattığı hayal kırıklıklarını beni evladı yerine koyarak aşmaya çalışıyordu sanırım. Bu nedenle yardım çağrımı geri çevirmeyip benim için Davut Baransel'le konuşmuş ve bir görüşme ayarlamıştı. Görüşme iyi geçince de kendimi birden Baransel Hukuk kanatları altında bulmuştum.
Elbette bunun bir bedeli vardı. Baransel'de çalışmak dedikleri kadar zordu cidden, yarı öğrenci modunda geçirdiğim bir yıllık staj döneminin ardından iş hayatına girmek bende kültür şoku yaratmıştı. Bilmediğim o kadar çok şey vardı ki neredeyse her gün mesaiye kalmam gerekiyordu. Üstelik yakın zamanda bir kursa da kaydolmuştum. Haftanın üç günü iş çıkışlarında derslere gidip bir de orada kafamı siktiriyordum-
Hayır ya... Siktirmek kelimesini kullanmamam gerekiyordu benim. Kurs hocası her şeyden önce zihnimizi arındırmamız gerektiğini söylemişti geçen hafta. Brahmacharya olgunluğuna ancak bu şekilde erişebilecektik.
Hocayla göz göze geldiğimde bilgelik dolu bir tavırla bana gülümsedi. Beceriksiz bir sırıtışla başımı salladım kadına, bir yandan da az sonra yanıma gelip ödev verdiği kitabı okuyup okumadığımı sorduğunda ne yalan uyduracağımı düşünüyordum. Acaba okudum desem sözlü yapmaya kalkar mıydı? Belki de bugün ödev kontrolü falan yapmazdı. Zira hala kursa yeni katılanlara brifing vermekle meşguldü ve dersin bitmesine çok bir şey kalmamıştı. Sık dişini Ozan...
Göz ucuyla kol saatime bakarken hocanın "Cinsel enerji cinsellikle heba edilemeyecek kadar değerlidir." diyerek brifinge devam ettiğini duydum. "Bu kursun sonunda üstadı olacağınız Brahmacharya öğretisi, Ching adı verilen cinsel enerjiyi kontrol altına almayı amaçlar. Ancak bizler cinselliği kötü bir şey olarak gördüğümüz için hayatımızdan çıkarmıyoruz sevgili dostlar. Hedefimiz Ching'i cinsellikle heba etmek yerine kendimizi gerçekleştirmek, hayatın ve ölümün sırlarını anlamak, yaşam enerjimizi yükseltmek ve manevi huzura erişmek için kullanmaktır. Yakın bir zamanda sizler de bu mertebeye erişmiş olacaksınız. Meditasyon konusunda ustalaştıktan sonra cinsel perhizin verdiği zorluklar da bitecektir, zira cinsel istek duymayacaksınız."
Kadının sözleri bittiğinde yüzünde huşu dolu bir gülümseme belirdi. Aynı tebessüm kurstaki diğer öğrencilere de yansımıştı, herkes duyduğu şeylerden inanılmaz etkilenmiş gibi görünüyordu. Bense bu kursa her gelişimde kendime sorduğum soruyu tekrarlamakla meşguldüm; Ne işim var bu manyakların arasında?
Her şey işyerindeki spiritüalizm meraklısı kadınlardan birinin dağıttığı broşürle başlamıştı. Son zamanlarda bu ruhsal enerji zımbırtılarına inanan ve kendilerini Kurtulmuş olarak nitelendiren tiplerden kaçmak imkansız hale gelmişti zaten. Ben de polemiğe girmek yerine durup dinlemeye başlamış, böylelikle Brahmacharya denen bir olaydan haberdar olmuştum. Meditasyon yaparak cinsel arzuları ortadan kaldırmanın mümkün olduğunu iddia ediyorlardı, RTÜK damgalı evlilik hayatımın ızdıraplarından kurtulmak için harika bir yol gibi görünmüştü gözüme. İnternette epey araştırma yaptıktan sonra da kendimi bu kursta bulmuştum.
"Geçen hafta bahsettiğim kitabı okuyabildiniz mi Ozan Bey?"
Hocanın yanıma geldiğini görünce başarısız meditasyonuma ara verdim. Eğitmenimiz Dila Hanım tahminimce benden birkaç yaş büyük, devasa küpeler ve garip kolyeler takan bir kadındı. Salak görünen zekilerden biri olduğunu fark etmiştim.
"Ee, şey, aslında pek vaktim olmadı..."
Yalan söylemiyordum, gerçekten vaktim yoktu. Bana verdiği ön kapağında devasa harflerle CİNSEL PERHİZİN KİLİT NOKTALARI yazan kitabı işyerinde ya da evde okumam mümkün değildi. Mecburen kitabı hocaya verip telefonuma e book versiyonunu yüklemiştim. Fakat kitap o kadar komik geliyordu ki okurken ister istemez yüzümde bir sırıtış beliriyordu. O nedenle işyerinde kendime çalışıyor süsü vererek okumam mümkün değildi.
"Peki ya eşiniz?" diye sordu kadın. "Onun Yaşlı Kardeşlerden biri olduğunu söylemiştiniz yanılmıyorsam. Eminim size yardımcı oluyordur."
Yaşlı Kardeş genç yaşta bilgeliğe ulaşan insanlara verilen isimdi. İnsanlar kursa genelde eşleriyle birlikte katıldığı için benimkinin zaten meditasyonda ustalaştığını, ona yetişebilmek için kursa yazıldığımı söylemiştim hocaya.
"Şu aralar ikimiz de çok yoğunuz." diye geveledim. "Ada tüm boş zamanını oğlumuza harcıyor, yaşam enerjisini bir de benimle harcamasını istemiyorum. Ama merak etmeyin, en fazla iki gün içerisinde kitabı okumuş olurum."
"Ah, meditasyon sizde beklediğimden daha hızlı bir etki yaratıyor." diyerek gururla tebessüm etti kadın. "Çakralarınız ve enerji kanallarınız temizlendikçe sevgi dolu ve anlayışlı yönünüzün öne çıktığını görebiliyorum. Eminim eşiniz de bunun farkına varmıştır."
Pek sanmıyordum. Zira eşim son zamanlarda pek kendisi gibi değildi. Dış dünyaya olan ilgisi giderek artıyordu, artık eskisi gibi tüm boş zamanını bilgisayar karşısında geçirmiyordu. Giyim kuşamında da gözle görülür bir farklılık vardı. Benim tanıdığım Ada son derece maskülen giyimli bir hatundu, iki senedir evliydik fakat onu gelinlik dışında bir elbiseyle hiç görmemiştim. Etekle de görmemiştim. Hatta renkli kıyafetler bile giymezdi, makyaj yapmazdı, en yakın çevresi dışında kalan insanlara karşı hep soğuk bir ciddiyet takınırdı.
Şimdiyse genç bir kız olduğunu yeni fark etmiş gibiydi. Banyoda ona ait olan raftaki makyaj malzemeleri giderek artıyor, siyah ve bol kıyafetlerinin yerini kadınsı giysiler alıyordu. Aklıma gelen tek şey, onun birine aşık olmuş olabileceğiydi. Ne yazık ki bu fikri destekleyen başka kanıtlarım da vardı...
Ada'ya kızamıyordum çünkü içten içe tüm bunların benim hatam olduğunu biliyordum. Oğlumun velayetini dedeme kaptırmamak için formalite evlilik yapmak geçmişte çok mantıklı gelmişti bana. O kadar çocuktum ki, seks yapmazsak evliliğin gerçek olmayacağını, istediğimiz zaman kolayca birbirimizin hayatından çıkabileceğimizi sanıyordum. Efe'nin büyüyeceğini, büyüdükçe bizi ebeveynleri olarak göreceğini ve ebeveynliğin formalite olamayacağını hesaba katmamıştım.
Üstelik yirmi yaşında bir genç kızdı evlendiğim kişi. Onun üzerine böyle bir sorumluluğu nasıl yüklemiştim ki? Gelecekte başka birine aşık olduğunda, ki muhtemelen olmuştu bile, bu evliliğin bir ayak bağı olduğunu o da fark edecekti.
Fakat asıl ikilem, sevdiği insanla gerçek bir aile kurmak istediğinde ortaya çıkacaktı. Gitmeyi seçerse onu annesi sanan küçük bir çocuğu terk etmenin vicdan azabıyla yaşayacaktı. Bizimle kalmayı seçerse de tüm hayatını elinden almış olacaktım. İki ucu boklu değnek.
Hocanın "Evet sevgili dostlar, bugünkü seansımızı burada noktalayalım." anonsuyla birlikte iç hesaplaşmama son verip ayaklandım. Bugün arabayı Ada'ya bırakmıştım, şimdi bir de boş taksi aramakla uğraşmam gerekiyordu. Üstelik evdeki canavarın epeydir istediği oyuncağı da almıştım ve kutunun ebatları tahminimden çok daha büyük çıkmıştı. Gece yarısından önce eve varmış olursam kendimi şanslı sayacaktım.
Neyse ki hakikaten şanslıydım. Kurs binasının az ilerisinde yoldan geçen taksileri durdurmaya çalışırken önümde bir araba durdu ve aralanan camdan çatlak meditasyon hocası göründü. Kursa ilk başladığımda kendimi tanıtırken hocayla aynı semtte oturduğumuzu fark etmiştik. Onun bu bilgiyi unutmamış olması için dua ederek başımı eğdim ve gelecek teklifi bekledim.
"Ozan Bey bu havada taksi bulmanız zor olur. İsterseniz gelin, sizi de bırakayım."
Öküz gibi arabaya atlamamak için "Size zahmet vermiş olmayayım şimdi..." diyerek kendimi naza çektim önce. Neyse ki kadın bunu ciddiye alıp gaza basacak kadar çatlak değildi, ikinci kez arabaya davet ettiğinde devasa oyuncak kutusunu arka koltuğa koyup gönül rahatlığıyla öne kuruldum.
Yolculuk genel olarak eğlenceliydi. Dila Hanım'ın düşündüğüm gibi bir şarlatan olmadığını fark etmiştim, sahiden inanıyordu bu meditasyon zımbırtılarına. Kendini tümüyle bu işlere adamadan önce akademisyenlik yaptığından bahsetti. Oğlunun on sekiz yaşına girdiğini söylediğindeyse şaşırmadan edemedim. Zira kadın taş çatlasa otuz yaşında gibi görünüyordu.
"On sekiz yaşında bir oğlunuz mu var?" dedim hayretle. "Yani- siz çok genç görünüyorsunuz... En fazla 30-31 falan..."
"32 yaşındayım." diye tebessüm etti. "Tecavüze uğradığımda on üç yaşındaydım. On dört yaşında da oğlumu kucağıma aldım."
Bir şeyler boğazıma tıkanıp sesimi kesti. Böyle bir cevap duymayı hiç beklemiyordum. Meditasyon mucizesi diyerek açıklar sanmıştım, ya da estetik ameliyat falan. Kadının gerçekten de göründüğü kadar genç olabileceği aklımın ucundan bile geçmemişti. Gerçeklik en beklenmedik anlarda bir tokat gibi iniyordu insanın yüzüne.
"Ben... Sizin adınıza çok üzüldüm." gibisinden bir şeyler saçmaladım. Sonra kadın ona acıdığımı sanmasın diye panikle ekledim. "Ama cesaretinize de hayran kaldım. Yaşadığınız korkunç travmaya rağmen evladınızdan vazgeçmemişsiniz."
"Çünkü hastalık derecesinde baskıcı bir ailem vardı." diye cevap verdi. "On dört yaşında bir çocuğun çocuk doğurmasının cesaretle alakası yok Ozan Bey, bu başlı başına bir vahşet. Oğlumu çok seviyorum ama elimde olsaydı onu asla dünyaya getirmezdim."
Haklıydı... Fakat rahatsız olduğumu da inkar edemezdim. İnsan samimi olmadığı birine neden böyle bir itirafta bulunurdu ki? Söyleyeceğim hiçbir söz yaşadığı şeyi telafi etmeyecekti, geçmişi geri almak mümkün değildi zaten. Fakat bundan sonra bu kadını her gördüğümde bu çirkin detayı anımsayacaktım, daha kötü olansa kadın da benim neyi hatırladığımı bilecekti. Arabaya bindiğime pişman olmuştum birden.
"Ben aslında şey demek istemiştim-" diye lafa girdim ama sonra vazgeçtim. Açıklama yaptıkça bu konu uzayacaktı. Bu nedenle hiç uzatmadan "Haklısınız, düşüncesizce konuştum." diyerek başımı salladım. "Ben sadece izin adınıza üzgün olduğumu anlatmaya çalışıyordum, oğlunuz adına da elbette."
Kadının yüzündeki ifade yumuşadı birden, anlayışlı bir tebessümün yanaklarında çiçek açtığını görünce derin bir nefes aldım. Bir yandan da çaktırmadan cama bakışlar atarak nerede olduğumuzu anlamaya çalışıyordum. Navigasyonun komutlarına bakılırsa benim eve epeyce yaklaşmıştık ama dışarıdaki fırtına yüzünden etrafı görmek pek mümkün değildi.
"Korkunç zamanlardı..." diye devam ettiğini duydum Dila Hanım'ın. "Ailem hamile olduğumu anlayınca beni zorla evlendirdi. Verdikleri adam epey yaşlıydı, tüm çocukları kendi düzenini kurduğu için beni bir nevi bakıcı olarak babalarının evine almışlardı. Karşılığında da bebek doğduğu zaman o adamın nüfusuna geçirilecekti." Bana dönüp komik bir şeyden söz ediyormuş gibi güldü. "Sanırım müstakbel eşinin yatalak olduğunu öğrenince sevinçten havalara zıplayan ilk gelin ben olmuşumdur."
"Ben... Gerçekten sizin adınıza çok üzüldüm..."
Kadının yüzünde muzip bir ifade belirdi. "Aslında daha çok arabaya bindiğinize pişman olmuş gibi görünüyorsunuz."
Ya sabır... Kadının beni suçlar gibi konuşması iyice sinirimi bozmuştu. Madem rahatsız olduğumu biliyordu o zaman neden anlatmaya devam ediyordu ki? Belki de tepkimi ölçüyordu, belki de anlattığı şeyler gerçek bile değildi. Kafasının nasıl çalıştığını bir türlü anlayamamıştım ve bu durum fazlasıyla can sıkıcıydı.
"Hayır, ne alakası var?" diye üste çıktım mecburen. "Sadece Brahmacharya öğretisine bu nedenle yöneldiğinizi öğrenmek beni şaşırttı."
"Ah, sebebi bu değil ki!" dedi gerçekten merak ettiğimi sanarak. "Beni evlendirdikleri adam dört yıl sonra vefat etti, emekli maaşıyla oturduğu evi de bana miras bırakmıştı. Böylelikle eğitimime devam edip önce dışarıdan liseyi bitirdim, ardından üniversiteye başladım. Ailemle tüm bağlarımı koparmıştım, oğlumla birlikte yepyeni bir hayat kurmuştum kendime. Yüksek lisansa başladığım seneyse hiç beklemediğim bir şey oldu. Hayatımın aşkını buldum..."
"Öyle mi? Bu çok güzel..."
"Aslında pek güzel sayılmaz..." diyerek iç çekti. "Tecavüze uğramış bir kadın aşık olduğunda nasıl hisseder biliyor musunuz?"
"Pek bildiğim söylenemez ama epey zor olmalı." dedim nezaketle. Sonra bakışlarım camın dışındaki bir noktaya takıldı ve tanıdık manzaraya can havliyle tutundum. "Bu arada ben şu köşede ineyim-"
"Huzurunuzu kaçıran sorunlarla hep bu şekilde mi baş edersiniz?" diye güldüğünü duydum hocanın. "Kaçarak, görmezden gelerek ve kabuğunuza çekilerek mi? Dünya kötü bir yer Ozan Bey, gözünü kapatmakla bu gerçeği değiştiremezsiniz."
"Anlamadım." dedim hayretle kadına bakarak. "Kaçtığımı nereden çıkardınız?"
"Erkekler genelde bu tarz olayları duymaktan hoşlanmazlar." dedi bilmiş bilmiş. "Bir nevi suçluluk psikolojisi sanırım. Savunmaya geçme ihtiyacı hissediyorlar, bu da kaçma dürtülerini harekete geçiriyor."
Suçluluk psikolojisi derken? Kadının önyargılı ve üstten bakan tavrı karşısında öfkelenmemek mümkün değildi. Hayatım boyunca tek bir kadına bile saygısızlık yapmamıştım ben. Bu arabaya bindiğimden beri de tek yaptığım şey tanımadığım bir kadının travmalarını dinleyip nazikçe destek olmaktı. Ne hakla suçluluk psikolojisine kapıldığımı iddia ederdi ki?
"Belki de durmadan konuştuğunuz kişi hakkında psikolojik çıkarımlar yaptığınız için insanlar sizden kaçıyordur." dedim ters bir tavırla. "Başka birinin kişiliğim hakkındaki tespitlerini merak etsem psikoloğa giderdim. Bence siz de bunu denemelisiniz."
Kadının yüzündeki kırılmış ifadeyi görünce yarım ağızla bir özür dileyip köşede durmasını rica ettim ama kabul etmedi. Ben de daha fazla uzatmak istemedim. Günlerden cumaydı ve tüm bir haftanın yorgunluğunun üzerine bir de bu olayın can sıkıntısını eklemeye niyetim yoktu. Sessizlik içinde geçen bir iki dakikanın ardından nihayet bizim apartmanın önüne geldik. Araba durduğu anda emniyet kemerimi çözüp kapıya uzandım.
"Bıraktığınız için tekrar teşekkürler," dedim inmeden hemen önce. "Saygısızlık ettiysem de lütfen kusuruma bakmayın."
Sevecen bir tenessümle başını sallayıp ödev verdiği kitabı okumayı unutmamamı tembihledi ve iyi akşamlar diledi. Arabadan inip apartmana doğru yürürken kitabı okumama gerek kalmadığını biliyordum. Yarın kursa gittiğimde ilk iş başka bir hocayla çalışmak istediğimi söyleyecektim, hiç değilse özel hayatını benimle paylaşmayacak bir hocayla...
Apartmanın kapısına vardığımda evrak çantamdaki anahtarları aramaya koyuldum. Neyse ki şansım hala yaver gidiyordu, zira anahtar bulmama gerek kalmadan birileri otomatik tuşuna basmış olacak ki kapı çat diye açıldı. Muhtemelen Füsun Abla geldiğimi görmüştü, eşi apartmanın kapıcısı olduğu için giriş katta oturuyorlardı.
İçeri girip asansöre yöneldiğimde kafam hala dalgındı. Bu nedenle yanımdan geçen tanıdık ikiliyi fark edememiştim. "İyi günler Ozan Bey." dediklerini duyunca ezberlenmiş bir nezaketle yanımdan geçen yaşlı adamla kadına gülümsedim.
"Size de iyi günler."
Bunu refleksif bir tavırla, kimle konuştuğumu bile idrak etmeden yapmıştım. Fakat bir iki saniye sonra, tam asansöre binerken yanımdan geçenlerin Eşref Amca'yla karısı Nevin Teyze olduğu kafama denk etti. Dördüncü kat komşularımızdı bunlar, bana Bey diye hitap ettiklerini fark etmek garibime gitmişti.
Zira çocukluk yıllarım bu görgülü, cemiyetin eski kuşağından gelen, nezaket sahibi çifti canından bezdirmekle geçmişti. Ergenlik yıllarım da... Annem Aras'la arkadaşlık ettiğim için ahlakımın bozulduğunu söyleyip dursa da bu doğru değildi. O yıllarda asıl haylaz olan bendim, mesela az evvel selamlaştığım komşularımız az çekmemişti benden. Zira ergenlik dönemlerimde sarhoş olup paspaslarının üstüne kusmak, son ses müzik açıp Eşref Amca'nın cinlerini tepesine çıkarmak ve apartman girişindeki boşlukta her ikisine de defalarca kez bir kızla yiyişirken yakalanmak gibi aktivitelerim vardı. Bu insanların günün birinde beni yetişkin bir adam yerine koyup Bey diye hitap edeceğini hayal bile edemezdim.
Asansöre bindiğimde bakışlarım aynaya takıldı ve kendimi incelemeye başladım. Bir kolunda avukat cübbesi, diğerinde evrak çantası taşıyan esmer, uzun boylu, takım elbiseli biri vardı karşımda. Düzenli aralıklarla spor yapmak hantal duruşuma epey çekidüzen vermişti fakat ben hala aynı Ozan'dım. Babam gibi muamele görmeyi hak edecek kadar olgun değildim henüz.
Gerçi o olgunluğa nasıl erişileceğini de bilmiyordum. Babam nasıl yapmıştı ki? Hayal meyal de olsa benim yaşıma yakın hallerini anımsıyordum, babam o yaşlardayken de yetişkin bir erkekti bence. Her soruya verilecek bir cevabı vardı, her koşulda ne yapılması gerektiğini bilirdi, hayata dair öğrenilmesi gereken ne varsa bir şekilde öğrenmiş gibiydi. Bende öyle büyük bir güven hissi uyandırırdı ki, onun yanındayken hiçbir şeyden korkmazdım. Gelecekten bile. Çünkü geleceğimde kaygı duyulacak bir şey olursa babamın bunu önceden görüp beni koruyacağını bilirdim.
Asansörden inip bizim kapının önüne geldiğimde aklımdaki düşünceler dağılıp gitti. Zira evin içinden sesler geliyordu. Efe'nin bıcırtılı sesi değildi bu, Ada'nın klasik klavye sesleri de değildi... Aslında bunun ne sesi olduğunu biliyordum ama bizim evden böyle bir ses yükselmesi mümkün değildi ki... Mümkün müydü yoksa? Telefonu cebime atıp anahtarlarımı çıkarırken başımı iyice kapıya yaklaştırıp kulak kabarttım. Hayır, yanlış duymuyordum.
Evin içinden inleme sesleri yükseliyordu?
✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧
MELEK
Aras gitti. Onun gidişiyle birlikte iklimler de değişti sanki. İlkin soğuklar kırılıp cemre cemre düştü gökyüzünden, sonra gök gürültüsü şehrin semalarında duyulmaz oldu. Yokluğunun ilk haftası dolmadan kampüste birkaç hadsiz ağaç çiçeğe bile durdu, engel olamadım. Mecburen bahar dallarını da aldım kara listeye, bundan böyle onlarla meselem vardı. Bundan böyle, Aras'ın yokluğuna açan her çiçeğin elimden çekeceği vardı.
Aslında içimde birikip fokurdayan tüm bu gazabı kendimce kontrol altına alabiliyordum. Tıpkı kampüste manevi oğluyla aile saadeti yaşayan Hakkı Hoca'yı görünce yaptığım gibi, bahar dallarını gördüğümde de ellerimi yumruk yapıp hızlı adımlarla geçip gidiyordum. Fakat bu sabah yol kenarında gördüğüm şeker sarısı bir papatya tepemin tasını attırdı. Çocuksu bir hınçla çiçeği söküp koparıverdim, sonra da sıfır altı yaş grubuna özgü bir şekilde zırlayarak yapraklarından hesap sordum.
"Ne yaptım ki ben şimdi?!" diye hıçkırdım sarışın çiçeğe bakarak. "Niye soğudu benden? Sırf o mutlu olsun diye seni bile kopardım attım aramızdan, hiç yokmuşsun gibi davranıyorum. Bunca şeyin üstüne ne hakla soğur benden?!"
Çiçek sustu, belli ki o da dargındı bana. Belki de konuşsa bile sesini duyurmayacak kadar uzaklarda olduğundandı bu sessizlik. Fakat Aras'ın sessizliğine anlam veremiyordum. Son bir haftadır bir kez olsun Naz'ın telefonundan aramamıştı beni, aradığımda da açmamıştı. Attığım mesajlara verdiği yüzsüz kısa cevaplar düğüm düğüm oturuyordu içime, terk edilmişlik hissini üzerimden atamıyordum.
Başta işleriyle alakalı bir sorun olduğuna inanmak istemiştim ama kendimi kandırma yeteneğim de eskisi kadar parlak değildi ki... Üstelik sorunun daha o gitmeden başladığını biliyordum. Yağan karı izleyerek birlikte kahvaltı ettiğimiz gün değişmişti bir şeyler. Ben sofrayı toplarken telefonu çalınca yan odaya geçmişti, geri döndüğündeyse yüzüme bakmaktan imtina eden bir adamla karşılaşmıştım. Öfkeli değildi, kırgın veya dargın hiç değildi, lakin soğuktu. Bir yabancıya bakar gibi şüpheyle gözlerime bakışını yakalamıştım, belli ki bir şeyler vardı ve içten içe bana anlatmaya çalışmıştı. Zira anlatmak istemediği vakitlerde ışık bile sezdirmeyeceğini biliyordum. Perdeleri yarı aralıktı, demek ki söylemek isteyip de söyleyemediği bir şeyler vardı.
"Minişim ne oldu sana?"
Geçmiş günlerde kalma bu hitabı duyunca bir an elimdeki yapraklar dile geldi sandım. Şaşkınlıkla başımı kaldırdığımda Sinem'in hafiften endişeli, epeyce de meraklı bakışları perspektifime doldu. Burnumu çeke çeke ağlarken tepeme dikildiğini fark etmemiştim bile. Yakalandığımı anlayınca sarışın çiçekle olan hesabımı sonraya bırakıp elimin tersiyle yüzümü sildim. Aslında bir yalan uyduracaktım fakat zihnim öylesine boştu ki, aklıma gerçeği söylemek dışında bir şey gelmedi.
"Mavişimi özledim."
Sinem'in yüzündeki ifadeyi nasıl tarif etsem ki... Kaşları böyle hafifçe yukarı bükülmüş, dudağını hafiften büzüştürmüş, beş yaşındaki bir çocuğun saçma sapan ağlama gerekçesine gülmekle onu ciddiye almış gibi yapmak arasında kararsızca salınıyordu. En sonunda beş yaşında olmadığıma kanaat getirmiş olacak ki, bir kahkaha patlatarak rahatça hislerini dışa vurdu. Pislik...
"Çok mu komik gerizekalı?!" diyerek çiçeği kafasına çaldım hışımla. Ardından hıncımı alamadım, çantamın ön gözündeki peçeteleri tutup onları da kafasına geçirdim. Havada aheste aheste süzülen kağıt mendilleri görünce daha beter gülmeye başladı.
"Komik tabi şaşkoloz!" dediğini duydum eliyle karnını tutarken. "Ay yemin ederim şu hallerini gördükçe arkadaş olduğumuza şükrediyorum!"
Gözlerimi kırpıştırdım. "Niye ki?"
"İnsan istese de seninle düşman olamaz da ondan!" diye devam etti pislik yapmaya. "Bende bile koruma içgüdüsüne sebep oluyorsun, böyle yanaklarını mıncırasım geliyor-"
Huysuz bir tavırla omuz silktim. Arzu da böyle söylerdi hep, salaklığımın benim savunma kalkanım olduğuna dair çeşitli tespitleri vardı. Bense sadece salak olduğumu düşünüyordum. Bilhassa da Aras'ı anlamaya çalıştığım zamanlarda...
"Şş, bak bakalım yüzüme. Tek sorunun özlem olduğuna emin misin sen?"
Sinem yanıma oturunca hiç nazlanmadan içimdeki tüm sıkıntıyı döktüm ortaya. Bitirene kadar ciddiyetle dinledi, finaldeyse her zamanki gamsız sırıtışlarından birini takındı. Al işte... Kesin kankasını savunacaktı bana.
"Aras'ın derdi ne bilmiyorum ama seninle ilgili olmadığına eminim." dediğini duydum onun. "Çünkü kendisiyle daha bu sabah konuştuk ve bana senin nasıl olduğunu sordu. Ses tonu fazlasıyla özlem doluydu."
"Benim telefonlarımı niye açmıyor o zaman?!"
"Denk gelmemiştir Melek. Başka neden olabilir ki?"
"Belki de benden sıkılmaya başlamıştır." diye homurdandım. "Hem sen de söylemiyor muydun, erkeklerin ilgisi seviştikten sonra azalır diye?"
"İyi de burada Aras'tan bahsediyoruz. Adamın sana nasıl yanık olduğunu bilmeyen kalmadı yahu!"
Bu sözlerin endişelerimi yatıştırdığını inkar edemezdim. Evet, Aras seviyordu beni. Arzu hayattayken içten içe bildiğim bir gerçekti bu, ağzından çıkan her kelimeye şüpheyle yaklaştığım dönemlerde bile onun bana olan sevgisinden kuşku duymamıştım. Belki de problem benimle ilgili değildi. O esnada bakışlarım Hukuk fakültesinden içeri giren adama takılınca dişlerimi sıktım.
Belki de problem sahiden benimle ilgili değildi.
"Neyse, benim derse gitmem gerek." dedim Sinem'in yanağına bir öpücük kondurup. "Teşekkür ederim kaltak."
Göz kırptı. "Lafı bile olmaz, cadı. Bunalırsan ara beni."
Sırıtarak başımı salladım. Sinem tıp fakültesine giden uzun patikaya doğru ilerlerken ona telefonumun olmadığını hatırlatma gereği duymamıştım. Aras'ın telefonlarımı açmadığını söylediğimde belli ki telefon aldığımı falan düşünmüştü. Gerçekteyse haberleşmek için Naz'ın telefonunu kullanıyorduk. Bundan önceki gidişlerinde akşamları ara sıra beni arardı, en kötü ihtimalle mesaj atıp işlerinin nasıl gittiğinden bahsederdi. Bu seferki gidişiyse farklı olmuştu. Birkaç kez Naz'ın telefonundan aramıştım ancak açmamıştı, mesaj atıp endişelendiğimi söylediğimdeyse meşgul olduğunu söyleyen bir mesaj yollamakla yetinmişti.
Oflayarak elimi yanağıma dayadım. Gün resmen bitmek bilmiyordu, öğleden sonraki derse daha üç buçuk saat vardı. Belki de burada oyalanmak yerine gidip Nazmi Amca'yla konuşmalıydım. Neticede Aras'ı herkesten iyi tanıyordu, onun bir şeylere kırıldığı zaman uyuduğunu bile Nazmi Amca'dan öğrenmiştim. Bana tekrar yardım edemez miydi?
Eh, pek edemezdi. Zira bu düşünceler eşliğinde lokantaya vardığımda tipik bir öğle arası yoğunluğuyla karşılaştım. Dükkan tıklım tıklımdı, civardaki plazaların öğle molasına çıkan beyaz yakalı personelleri tarafından istila edilmiş gibi görünüyordu. Nazmi Amca'yı tüm o hengamenin ortasında koştururken görünce bir şey soramadım, onun yerine kendime bir önlük kapıp garsonluk kariyerime kısa bir dönüş yaptım.
Çalışmak güzeldi, hiç değilse kafam dağılıyordu. Bilhassa son zamanlarda garip bir boşluk hissi vardı içimde, sanki birileri kafamı açıp beynimin büyük bir kısmını çıkarmış gibi hissediyordum. Sanki hayatımda bugüne dek hiç farkında olmadığım bir boşluk, koca bir oyuk varmış gibi geliyordu. Ruhumda uyanan bir öfke vardı. Önüne geçemiyordum.
Lokantanın neredeyse tamamen boşaldığını fark ettiğimde saat bir buçuk falan olmalıydı. Kafe MuckRemin zamanlarından kalma alışkanlıkla beynimi otomatik pilota alıp bir saat aralıksız garsonluk yapmıştım resmen. Ve ilginçtir ki henüz hızımı alamamıştım. Köşedeki masalarda kalan tek tük müşteriyi alıcı gözle süzdüğümde adamlar panikle kafalarını iki yana sallayıp yemeklerine gömüldüler. O masalara az evvel üç porsiyon tatlı kitlediğimi anımsayınca merhamet etmeye karar verdim.
"Meleeeek!"
Şirin'in bıcırdayan sesini duyunca sırıtarak merdivenlere doğru döndüm. İki yana örülü saçları, sırtında cüssesine oranla kocaman görünen okul çantasıyla bana doğru koşuyordu. Üniformasının tek kolu katlanmıştı, öbür eliyle kolunun üst kısmını tutmasına bakılırsa aşı olmuşlardı bugün. Şirin'in ne halt yediğini fark edince hemen cıvıldamayı kesip mahzunlaşmasına bakılırsa birileri aşı bahanesiyle bugün Özel Eğitim Kursu'ndan kaytarmayı planlıyordu.
"Gel bakalım böyle cadı!" diye kahkaha atarak yere çöküp sarıldım ufaklığa. Daha koluna dokunmadan sızlanmaya başlamıştı, aynı pozları Nazenin'den bildiğim için ufak bir çimdik attım poposuna. Yemediğimi anlayınca başını benim kafamla kamufle ederek utanmadan sırıttı. Üstün zekalı bir çocukla ilgilenmenin en zor yanı buydu işte; bu veletler doğuştan dolandırıcı oluyordu. Mesela tam şu anda ahlayıp vahlayarak bize koşturan Nazmi Amca zokayı bir güzel yutmuştu.
"Oy benim güzel kızıma aşı mı yaptılar?" diye dertlenerek kafasını öptü çocuğun. "Ağlamadın değil mi dedesinin bir tanesi?"
"Aalamadım ama canım çok açıdı." diyerek dudak büktü Şirin. Konuşması tipik bir ilkokul birinci sınıf öğrencisi peltekliğindeydi. "Dedeeee, yaarın okula gitmesem olmas mı?"
"Hayır efendim, ufacık iğnenin acısı yüzünden okulunu asmana izin veremem. Zaten sana kalsa okula da kursa da gitmeyip bütün gün sokakta oyun peşine koşarsın. O üstün zekanı da anca bana laf yetiştirmeye kullanırsın-"
Hafifçe öksürdüğümde Nazmi Amca pot kırdığını fark etti. Şirin bir buçuk yıldır üstün zekalılar için özel eğitim veren kursa gidiyordu, oradaki psikologlar sayesinde konuşmaya yeniden başlamıştı. Fakat öğretmenlerinin ricası üzerine bu üstün zeka detayından çok bahsetmemeye çalışıyorduk. Empati yeteneği yüksek olmayan çocukların bu durumu bir ayrıcalık gibi algılayıp yaşıtlarına zorbalık yapabileceğinden, empati yeteneği yüksek olanlarınsa bu durumun baskısıyla özgüven sorunları yaşayabileceğinden bahsetmişlerdi.
"Yani, bilemedim ki şimdi..." dedim Şirin'e göz kırparak. "Yarın cuma zaten. Hem aşı yapıldıktan sonra insan kendini halsiz hissedebiliyor. Bence bir defaya mahsus olmak üzere-"
Yaşlı adamın uyaran bakışları üzerine çenemi kestim. Fakat Şirin pes edecek gibi durmuyordu.
"Evet evet çok halsizim dedee! Hem öğletmen bu çok büyük bi aşı dedi, ateşiniz çıkar çok kötü olulsunuz dedi-"
Nazmi Amca onaylamaz bir tavırla kaşlarını çattı. "O kadar ağır bir aşı olsaydı aileleri arayıp sizi almaya gelelim diye haber verirlerdi."
"Alkadaşlağımın aylesini aradıla." diye cevap verdi Şirin. "Öğetmen bana da annemle babamı arayalım dedi ama..."
...Ama her ne kadar Şirin bunu anımsayamıyor olsa da annesi ölmüştü. Babasıysa asker olduğu için her zamanki gibi görevdeydi. Okul açıldığında Nazmi Amca'nın bu konuları Şirin'in öğretmenine de anlattığını biliyordum fakat kadın unutmuş olmalıydı. Ortamdaki sessizlik uzarken Nazmi Amca'nın dolmaya başlayan gözlerini saklamak için başını öteki tarafa çevirdiğini fark ettim. Boğuklaşmış sesiyle mırıldanırken yavaşça doğruldu yerinde.
"Tamam gitme yarın... Canı batsın okulunun, senden kıymetli değil ya..."
Nazmi Amca mutfağa doğru yürümeye başlayınca terasta küçük kızla baş başa kaldık. Ne söyleyecektim ki ona? Annesini sorarsa direkt geçiştirmem mi gerekiyordu, yoksa topu dedesine mi atmalıydım? Başımı çevirip yüzüne baktığımda buna gerek olmadığını anladım. Zira Şirin'in yüzünde muzip bir sırıtış vardı, dedesinin arkasından ufak bir bakış attıktan sonra "Aramadılal ki kimsenin aylesini." diyerek bana göz kırptı.
Bir an şaşkınlıktan ağzım açık kaldı. Ne yani, annesinin ve babasının olmayışını okuldan kaytarmak için mi kullanmıştı?
Yaptığı şeyin tam da bu olduğunu anlayınca daha fazla dayanamadım, küçük kıza sarılıp ağlamaya başladım. O kadar çocuktu ki, henüz ne kaybettiğini bile idrak edemiyordu. Anne ve baba kavramlarının içi boştu onun için, şu çocuk aklıyla seçme şansı olsa dedesini annesiyle babasına tercih edeceğini biliyordum. Şirin'in ailesiz oluşuna ağlamamıştım fakat ailesiz oluşunun neden büyük bir kayıp olduğunu anlayamaması ağır gelmişti bana.
"Melek ösür dilerim..." diyerek kollarını boynuma doladı. "Ben kötülük olsun diye yapmadım ki... Gidip söyliyim dedeme-"
"Biliyorum prenses, dedene hiçbir şey söylemene gerek yok." diye gülümseyerek yanağını sıktım cadının. Nazmi Amca'nın mutfaktan bize attığı kederli bakışları görünce çocuğu kucağıma alıp yürümeye başladım. "Hem ben senin yüzünden ağlamıyorum ki. Başka bir şey yüzünden canım sıkkın..."
Öndeki düşmüş süt dişini göstere göstere güldü. "Ayas yanına gelmedi mi diye?"
Gözlerimi kısarak yanaklarını işaret ettim. "Şirin bak bence zorlama..."
"Talam talam ıstırma yanaklarımı!" diyerek ellerini yüzüne kapattı. "Hem saten daha akşam geldi. Ödeflerimi biğlikte yaptık biliyoo musun?"
Nazmi Amca telaşla lafa karıştı. "Şirin sen hala burada mısın?! Hemen o üniformanı çıkarıp elini yüzünü yıka, yemekten sonra da doğruca ödevlerinin başına. Madem okula gitmiyorsun o zaman haftasonu ödevlerini yapacaksın!"
Bir şey diyemedim. Şirin dedesinin itirazları adasında kucağımdan atlayıp eve çıkan merdivenlere yönelirken bu anı daha önce de yaşadığımı düşünüyordum sadece. Bardaki geceden sonra Aras yine sırra kadem basmıştı, yine ona ulaşamıyordum, yine buraya kadar gelip bana görünmeden kaybolmuştu ortalıktan. Fakat o zaman bile şimdiki kadar ağır gelmemişti. Zira bardaki gece benim yüzümden ayrılmıştık biz. Üstelik bırak nişanlı olmayı, sevgili bile değildik.
Ne oluyordu? Derdi neydi bu adamın? Eski Melek olsam durup da bunu sorgulamazdım bile. Kırılan gururumun derdine düşüp aramızdaki tüm köprüleri yıkar geçerdim. Fakat şimdi öyle değildi, o kadar kolay değildi. Emin olduğum bir aşk vardı ortada, paylaşılmış onca şey vardı, gerçek olabileceğine ikna olduğum bir geleceğimiz vardı. Başımı eğip ellerime baktım. Artık parmağımda bir yüzük vardı...
"Melek, içeri geçsene kızım."
Nazmi Amca'nın sesini duyunca ikiletmeden peşine takılıp mutfağa geçtim. Şirin'i susturduğuna göre belli ki bildiği bir şeyler vardı. Onları öğrenmeden şuradan şuraya adım atmayacaktım.
"Seni dinliyorum Nazmi Amca." dedim mutfağa girince. Sandalyelerden birine oturduktan sonra elimi masaya koyup kaşlarımı kaldırdım. "Aras neden benden kaçıyor?"
Bulutlu bir ifade belirdi yüzünde. "Senden kaçtığını nereden çıkardın ki?"
"Nazmi Amca!"
"Ne diyeyim ki ben evladım?" diye homurdandı ocağın başına geçerken. Bir yandan da Şirin'in yemeğini hazırlıyordu. "Aras'ı biliyorsun, pek bir şey anlatmaz. Gittiği konferans hafta sonu ara veriyormuş galiba, dün akşam iki günlüğüne çıktı geldi. Bana da sadece Melek'e geldiğimi söyleme dedi. Belli ki gizli bir haltlar karıştırıyor, duyulmasın diye-"
"Duyulmasın diye, öyle mi?!" dedim kahkaha atarak. "Gittiği günden beri telefonlarıma çıkmaması da mı bu yüzden? İyi valla ya! İşine gelince parmağıma yüzük taksın, işine gelmeyince telefonlarımı bile açmasın!"
"Melek-"
"Hayır, sen kendin söylemedin mi Aras'ın yanında ol diye? Onun sana ihtiyacı var, hayatını zorlaştırma demedin mi? Gördüğün üzere yanında olup lafını dinleyince onun gözünde kıymetim kalmıyor. Ölüp gitsem beyimizin ruhu bile duymaz, iş gezilerinden fırsat bulurs-"
"Kızım ağzından yel alsın!" diyerek isyan etti en sonunda. "İki dakikada kopardın yaygarayı Melek! Bi' sakinleş, otur şöyle de anlatayım..."
Yerime otururken kendimi birden Şirin gibi hissettim. Sahi, neden yaygara koparmıştım ki şimdi? Nereden bulmuştum bu adamın bam telini? Bu tepkileri bilerek vermiş olabileceğimi düşününce içimde bir kez daha o karanlığı hissettim. Varlığını kabullenemediğim bir şeyler vardı orada, her yüzleşmeye çalıştığımda korkup kaçtığım bir şeyler... O karanlığın Aras'a yaklaştıkça açığa çıkması bir tesadüf müydü?
'Araf'a ilk gittiğim günü hatırla...' diye fısıldadı karanlığın içindeki bir ses. 'O günün akşamını...'
Aras'la öpüşmenin eşiğine gelmiştik o gün. Sonrasında bir sürü şey üst üste geldiği için durup da kendimi sorgulayamamıştım fakat akşam eve gidince, karanlıkta yalnız kaldığımda göründüğüm gibi biri olmamanın verdiği çaresizlik dolmuştu damarlarıma. İki yüzlülük yaptığımı hissediyordum, kendim dahil herkesi kandırdığıma inanıyordum ve içimden bir ses eğer Aras bu yönümü görseydi benden nefret eder diye fısıldıyordu.
Hayır, hayır. Saçmalamayı bırak artık!
"Aras bana açıkça bir şey söylemedi ama onun derdi seninle değil Melek." dediğini duydum Nazmi Amca'nın. "Sanırım... Şu aralar biraz güç toplamaya ihtiyacı var. Bir şeyler canını acıtmış olmalı, anlıyor musun? Daha önce de söyledim, zor zamanlarında gelip de senden ilgi beklemez o hergele. Kendini izole edip acısının dinmesini bekler, canını yakan her neyse onu ancak o şeyi gözden çıkardığı zaman dile getirir."
"Ancak o şey onun zaafı olmaktan çıktığı zaman..." diye tamamladım. "Tıpkı babasıyla kız kardeşinin varlığı gibi..."
Birden anlamıştım. Aras benden kaçıyordu, çünkü ona ailesinden bahsedip duruyordum. Bana RSA algoritmasından bahsettiği akşam zerre umurunda değilmiş gibi görünüyordu ama muhtemelen söylediklerim canını yakmıştı. Hem de tahmin ettiğimden çok daha fazla...
"Yahu madem biliyorsun, ne demeye ağzımı arayıp duruyorsun çocuk?!"
"İyi de ailesi onun zaafı olmaktan nasıl çıkabilir Nazmi Amca?" dedim kendi kendime konuşur gibi. "Ailesine adım atmayı da kabul etmiyor ki!"
"Atmadığı adım kalmadı da ondan!" diye yükseldi birden. "Üniversite yıllarında az koşmadı babasının peşinden! Sırtında koskoca Saral mirasının yükü... Hakkı zaten reddi miras yapmadığını öğrenince evlatlıktan reddetmişti, başka genç oğlan olsa gurur yapar dönüp bakmazdı ama bizimki işte..."
Sonlara doğru sesi zayıflayınca sakinliğimi koruyup onu teşvik etmeye çalıştım. "Gurur yapmıyor, bir de övünüyor bununla!"
Sözlerine şaşırmadığımı görünce hevesle devam etti. "Değil mi ya?! Hayır mirası da babasına zarar gelmesin diye kabul etmişti zaten! Gitmiş bir de bunu söyleyip mirası idare etmemde bana yol göster demiş, Hakkı iyice deliye döndüydü. Gerçi ben onu da anlıyorum, hangi baba evladının fedakârlığı sayesinde hayatta kalmayı sindirebilir ki? Üstelik öylesine gururlu bir baba..."
"Orası öyle, Hakkı Bey çok gururlu... Ama o dönemler Aras da çok gençti."
"Aklı çocuktu daha..." diye iç çekerek başını salladı. "O mirası kabul ederek nasıl bir konuma yerleştiğini anlayamıyordu. Evlatlıktan reddedilince iki gün gurur yaptı, üçüncü gün duydum ki gidip Hakkı'nın evinin önüne kamp kurmuş. Kapıyı açsın diye camları kırmış, iki gün kapının önünde oturup konu komşuyu tepelerine toplamış. Güldüğüme bakma Melek, olayın absürtlüğüne gülüyorum ben. Tahta yeni çıkmış bir varisin, o hükümdârlık tarafından sürgün edilmiş bir ulema düşkününden medet umduğunu düşün. Her evlat gibi babasının gölgesine sığınmak istiyordu, fakat ne mümkün, sığdıramazsın ki!"
Masanın altında tırnaklarım avuçlarımı kesmeye başlamıştı. Yüzümdeki sakin gülümsemeyi tüm gücümle koruyup anlayışla başımı salladım adama. "Ama senin gölgene sığmış Nazmi Amca. Fen lisesinden atıldıktan sonra iki sene burada yaşadığına göre sen de babalık yapmışsın ona."
"Yoo, o henüz mirası kabul etmeden önceki dönemdi." diye güldü. "Ha sorarsan elimden geleni yaptım mı? Yaptım. Ama o dönemler Aras'a istesem de babalık yapamazdım, o akşam parktan çeke çeke getirdim buraya. Ozan'ın ailesi yüzünden mecbur kaldı anlayacağın-"
Yüzümdeki ifadeyi görünce sustu. Bense öfkeden zangır zangır titreyen ellerime rağmen, hala sakindim. Yüzüme yeniden uysal bir gülümseme takınıp "Ozan'ın ailesiyle olan meseleyi biliyorum zaten." diye sordum. "Konuşurken tedirgin olup durmana gerek yok Nazmi Amca, gören de Aras'tan çekiniyorsun sanır..."
"Yok evladım, ben asıl senden çekiniyorum." diyerek yaka silkti. "Buraya ilk geldiğin gün ağzı var dili yok bir kızcağızdın, o Şeytan seni de kendine benzetmiş. Nasıl konuşmaya daldıysam çocuğun yemeğini götürmeyi bile unutmuşum!"
Bir şey söyleyemedim. Nazmi Amca iki dakikaya geleceğini söyleyerek elinde tepsiyle üst kata çıkarken çantamı alıp sessizce ayrıldım lokantadan. Montumu orada unutmuştum, farkına bile varmadım. Otobüs durağını geçip kilometrelerce yürüdüğümü yabancı bir semtte kaybolana dek anlamadım. İçimdeki gazabın ısısı üzerime düşen kar tanelerini eritiyordu sanki. Yürürken hala bir istikametim yoktu, fakat caddenin kenarındaki boş çocuk parkını görünce o da oldu.
Çocuk parkı. Nazmi Amca Aras'ı parktan çekip getirdiğini söylemişti, Ozan'ın ailesi yüzünden demişti... O akşam neler olduğunu birilerinden öğrenmek zorundaydım. Neyse ki bu konuda da fazla düşünmeme gerek yoktu.
Nereye gideceğime karar verince, cebimdeki otuz dokuz liraya aldırmadan bir taksi bulmaya çalıştım. Ne kadar arandığımı bilmiyorum ama en sonunda bir tanesi durdu. Ön koltuğa atlayıp adresi verdim taksiciye, sonra zannedersem yolun bitmesini beklemek dışında hiçbir şeyim kalmadı. Öfkeden düşünemiyordum, fakat muğlak kalmış bir detay yüzünden infilak etmeyi de başaramıyordum. Fitilimi ateşleyecek bir kıvılcıma ihtiyacım vardı.
Hakkı Hoca'nın evine varınca onu da buldum.
✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧
Ending.
Sene 2019
İkindi vakti, kampüse çiseleyen yağmurla birlikte gelmişti. Kaldırımlar gönülsüz bir tavırla ıslanırken gökyüzü giderek lacivertle gri karışımı eşsiz bir renge boyanıyordu. Dışarıda pek fazla öğrenci kalmamıştı, kalanlarsa hızlı adımlarla yürüyerek kapalı bir mekana sığınma telaşındaydı. Ağzına kadar dolu bir ring otobüsü mühendislik fakültesinin durağında bekleşenleri es geçerken öğrencilerden toplu bir serzeniş nidası yükseldi. Bazıları çoktan kaldırımdan inip kampüs çıkışına giden arabalara otostop çekmeye başlamıştı.
Genç bir kız bu hengamenin arasından sıyrılıp fakülte binalarına yöneldiğinde kimse fark etmedi. Keskin ayazda yürümekten yanakları kıpkırmızı kesilmişti, tereddütsüz adımları aynı yolu daha önce de pek çok kez geçtiğini gösterir gibiydi. Gözlerinde işleri ters gitmiş bir insanın keyifsiz bakışları yanıp sönüyordu fakat çehresinin geri kalanında duygularına dair bir iz yoktu.
Ta ki, bakışları kafeteryalardan birine takılana kadar.
Gördüğü şey karşısında fakülte binasına yönelen adımları aniden duraksadı. Çehresi yoğun bir duygusal bombardımanla kasılırken gözlerini bir anlığına yummuş, kirpikleri yeniden araladığındaysa bakışlarındaki keyifsizliğin yerini çaresizlik almıştı. Birkaç saniyelik bekleyişin ardından son derece doğal bir tavırla yeniden yola koyuldu. Bölüm binasının önüne vardığında hiç duraksamadan devam edip kafeteryaya doğru ilerledi. Öfkeli bakışları cam kenarındaki bir masada oturan adamın yüzüne odaklanmıştı. Yumruklarını sıkarak yürürken oraya neden geldiğini unutmuş gibiydi.
Genç kız kafeteryadan içeri girerken adam da yerinden kalkıp çıkışa doğru yürümeye başladı. Yüzündeki keyifli ifade silinip gitmişti, aralarındaki mesafe azalırken kızın yüzüne bakmıyordu bile. Tam yan yana geldikleri esnada bir eli zarifçe kızın kolunu kavradı, ardından onu da kendisiyle birlikte çıkışa sürüklemeye başladı. Genç kız başta sendeler gibi olmuştu fakat çok geçmeden o da adama ayak uydurdu.
Birlikte dışarı çıktıklarında aralarında kısa bir sessizlik oluştu. Kızın solgun çehresinde epey dalgın bir ifade vardı, bakışlarıyla boşluktaki bir noktayı izlerken yüzüne çarpan yağmur damlalarını fark etmemiş gibi görünüyordu. Birinin kolundan tutup onu tentenin altına çektiğini hissedince ayılır gibi oldu, adama ters bir bakış attıktan sonra çocuksu bir inatçılıkla gerileyip kendini yeniden yağmurun altına bıraktı.
Adam başta bir şeyler söyleyecek gibi oldu fakat aniden vazgeçti. Sırtını duvara yaslayıp kızın yüzüne çarpan yağmur damlalarını izlerken hala halinden hoşnutsuz görünüyordu. Lakin genç kız bakışlarını ondan alıp yeniden boşluğa çevirince ifadesi değişiverdi, hoşnutsuzluğunun yeri birden özlemle dolmuştu.
Saniyeler akıp giderken ikisi de sessiz kaldı. Genç kız kendi iç sesiyle hummalı bir tartışma yürütüyordu, bilincinin saklı katmanlarından yükselen kararları görünür katmanların mantığına uydurma çabası içerisindeydi. Birkaç adım ötesinde duran adamın onu dalgın bakışlarla izlediğinden haberi yoktu. Nitekim çok geçmeden adam da hoşnutsuzluğunu tekrar giydi çehresine.
"Bütün gün seni mi bekleyeceğim?"
Genç kız şaşırmıştı. "Arzu'nun ölümüyle ilgili aklıma yatmayan şeyler var," dedi soğuktan ve biraz da heyecandan titreyerek. "Senin de öyle düşündüğünü biliyorum. Birbirimize yardım edebiliriz."
"Senden yardım istediğimi de nereden çıkardın?"
"O gece kazan dairesinde-"
"Hayatımın en büyük aptallığını yaptım, evet!" diyerek kızın sözünü kesti genç adam. "Senin gibi bir laftan anlamazı başıma bela ettim!"
"Bak anlamıyorsun," diye ısrar etti. "Eğer birlikte hareket edersek-"
"Sende gerçekten duyduğunu anlamama problemi var."
"Çünkü duyduklarımla gördüklerim birbirinden farklı!"
"Sen gerçekten hastasın!" diyerek kıza doğru yaklaşıp kolunu tuttu adam. "Kafanda kurduğun senaryolara inanıyorsun, Melek. Artık buna bir son ver!"
Bakışları buluştuğunda bir şeyler kırıldı sanki, gördüklerini algılamaksızın maskelerinin ardında yatanlara baktılar. Saniyeler gelecekten birer birer eksilirken içine düştükleri kargaşayı başka bir ses parçaladı.
"Aras gerçekten beklemekten sıkıldım."
Kafenin kapısında durmuş ikisini izleyen bir kızdı bu. Genç adam bir anlığına bocalar gibi oldu, kızın kolunu bırakıp gerilerken öteki kıza cevap verdi.
"Bir dakikaya geliyorum, Ada."
Bu isim karşısındaki kıza bir şeyler hatırlatmıştı sanki. Bakışlarında birden öfkeli parıltılar belirdi, öteki kız kafenin içine girip onları yalnız bırakırken bir parça hayal kırıklığıyla geri adım attı.
"Kusura bakma. Buraya hiç gelmemeliydim."
Kızın verdiği tepki adam için beklenmedik olmuştu. Belli ki işler planladığı yolda ilerlemiyordu. Muhatabının arkasını dönmek üzere bir adım attığını görünce onu harekete geçirmesi umuduyla yapay bir öfkeye bürünüp söylendi.
"Neden geldin öyleyse, lanet olası?!"
Ve işe yaradı.
"Çünkü senin aşkına inanmıştım!" diye bağırdı genç kız. "Senin Arzu'yu sevdiğini, bu meselenin peşini bırakmayacağını düşünmüştüm! Ama görünüşe bakılırsa çoktan yeni bir Arzu bulmuşsun kendine."
İlk cümlesi adamın gözlerine yansıyan bir şaşkınlığa sebep olmuştu fakat devamında işittikleriyle anlık hayreti çözülmeye başladı. Şimdi bir matematik problemi çözmeye çalışıyormuş gibi inceliyordu kızı. Çehresinde gördüğü duyguları anlamlandırmaya çalışıyor, fakat nevi şahsına münhasır bir yeteneksizlikten ötürü başarılı olamıyordu.
"Tanımayacağımı mı sandın cidden?!" diye devam etti genç kız. "İçerideki kız, gece kulübündeki kızdı öyle değil mi? Hani şu-"
Sesi birden kesildi. Münasebetsizlik ettiğinin farkına varmış gibi görünüyordu.
"Bak artık gerçekten sınırı aşıyorsun." dedi adam kızı sınarcasına. "Hayatıma biraz daha karışırsan başka şeyler düşünmeye başlayacağım."
Genç kız kahkaha attı. "Seni kıskandığımı falan mı düşüneceksin? En yakın arkadaşımın katilini? Endişelenme, eğer bir gün birini sevecek olursam bu kesinlikle senin gibi bir korkak olmaz."
Adam hafifçe güldü. "Tam olarak neden korktuğumu düşünüyorsun?"
"Her şeyden! Önce Arzu'yu sevmekten korktun, sonra sevgini dile getirmekten. Kim olduğunla yüzleşmekten korkuyorsun sen. İstediğin şeylerin peşinden gitmekten, gemileri yakmaktan, hatta yağmurdan bile korkuyorsun!"
Kızın son verdiği örnek adamı hazırlıksız yakalamıştı. Sahiden yağmurdan kendisi için korktuğunu mu düşünüyordu? Nasıl olup da bu denli yanlış anlaşılabildiğini düşünmeye başladığı anda dikkati dağılmıştı bile. Genç kız arkasını dönüp hızlı adımlarla oradan uzaklaşırken bu kez engel olamadı.
Zaten kız oradan çok fazla uzaklaşmadı. Bir süre, adamın onun arkasından gelmediğine emin olacağı kadar uzun bir süre, yağmurun altında amaçsızca dolanıp durdu. Kendini güvende hissettiği zamansa ilk baştaki güzergahına sapıp mühendislik fakültelerinin olduğu tarafa doğru yürüdü. Çok geçmeden varmak istediği noktaya, Elektrik Elektronik Mühendisliği binasına ulaşmıştı.
Fakat binadan içeri girmedi. Onun yerine rampadan aşağı sapıp binanın arkasına doğru ilerledi. Tam da tahmin ettiği gibi arka tarafta kimse yoktu. Bölge iç içe geçmiş ağaç kümeleri sayesinde doğal bir izolasyona kavuşmuş gibiydi. Bu nedenle bir süre daha ilerleyip toprak ve yapraklarla neredeyse tamamen kamufle olmuş -bir çeşit yeraltı sığınağının kapısını andıran- eski bir kapağın başında durduğunda kimse görmedi. Kapağın üzerindeki doğal kamuflajı temizleme gereksinimi duymadan şifreli bir kilidi açtı, kapağı zorlanarak kaldırdıktan sonra basamaklardan aşağı inip yeniden kapattı.
"Kaldır ellerini yukarı seni küçük sinsi şeytan!"
Arkasında kopan gümbürtü ve akabinde bir tüfeğin doldur boşalt sesini duyunca duraksadı. Ellerini yukarı kaldırırken olduğu yerde ağır ağır arkasını döndü. Ona tüfek doğrultan adamla yüz yüze geldiklerinde kısa bir sessizlik oldu aralarında. Hemen ardından adamın öfkeli kükremesi duyuldu.
"Kahretsin, senin ne işin var burada?!"
"Önemli bir şey-"
"Madem geldin, ne diye fakülte binasının içinden girmiyorsun ki?!" diye bağırmaya devam etti adam. Kızı dinlemiyordu bile. "Bu kahrolası kapak 1984'ten bu yana hiç kullanılmamıştı!"
"Marduk sakinleş." dedi kız bıkkınlıkla. "Önemli bir şey fark ettim, o yüzden gelmek zorundaydım."
İhtiyar durulur gibi oldu. Bir süre kararsız bakışlarla kızı süzdükten sonra hafifçe omuz silerek konuştu.
"Neymiş o?"
"Hız sınırı." diye cevap verdi kız. "Kampüste hız sınırı varmış, saatte 25 kilometre. Az önce tam da Arzu'nun öldüğü yerde bir araba bir köpeğe çarptı. Aynı yer, aynı açı, aynı manzara. Arzu'ya çarpan aracın hızı da sınırın altında olmalı, aksi taktirde kamu davası açılırdı ama açılmadı. Ne demek istediğimi anlıyor musun?"
Anlamıştı. Kızın söylediklerini hazmetmeye çalışırken dalgın bir tavırla elindeki tüfeği yere bıraktı. Arkasını dönüp laboratuvarına doğru ilerlerken yüzünde bulutlu bir ifade belirmişti.
"Öyleyse..." dedi çenesini sıvazlayarak. "Senin fark ettiğin durumu fark eden herhangi biri Arzu'nun ölümünde tutarsızlık olduğunu düşünebilir..."
"Düşünecektir de. Ama öncesinde bundan emin olması gerek."
"Nasıl emin olacak ki? Sen söylemediysen-"
"Az önce onunla konuştum, biraz ağzını aradım ama hız sınırı konusunu elbette açmadım."
"Bilemiyorum çocuk, senin şu ikili düşünce sistemin benim bile aklımı karıştırıyor... O kişilikten bu kişiliğe nasıl geçiyorsun ki? Saçmalık!"
"Benim tek bir kişiliğim var, Marduk." dedi kız sakince. "Sadece zaman zaman öz farkındalığımı baskılıyorum. Bunu her insan yapar. Buraya geldiğimden beri kaç adım attığını aslında zihnin biliyor fakat sen bu bilgiyi baskıların, haksız mıyım? Benzer şekilde Aras da zihninde bir yerde Arzu'ya çarpan arabanın hızını biliyor, fakat bu bilgiyi baskıladı ve şimdi ortada bir tutarsızlık olduğunu düşünse bile bunu teyit etmek zorunda. Odaklanmamız gereken nokta tam da bu-"
"Kamera kayıtları!" diyerek elini dizine vurdu ihtiyar. "O kayıtlar rektörlük binasında tutulur- Bekle, benim elemanlara haber vereyim, oradaki bilgisayarlara girip şu teknoloji hokus pokuslarından yapsınlar!"
İhtiyar adam koşar adımlarla masasına seğirtirken genç kız bir şeyler söyleyecek gibi oldu ama sonra vazgeçti. Nasılsa onu durdurmak olanaksızdı. Nitekim Marduk masasının çekmecesinden telefonu kapıp yukarı fırlarken epey hevesli görünüyordu.
Fakat on beş dakikalık bir bekleyişin ardından tekrar laboratuvar kapısında belirdi. Süklüm püklüm görünüşüne bakılırsa işler beklediği gibi gitmemişti.
"Yapamıyorlar." dedi kapalı telefonu yeniden çekmecede koyarken. "Okuldaki kameralar CCTV türü müymüş neymiş-"
"Tipik mobese kameraları." diye mırıldandı kız. "Ama zaten bizim kameraya girmek gibi bir derdimiz yok ki, sadece eski görüntülerin depolandığı bulut sürücüsüne erişim-"
"Sorun şu ki, bu kahrolası okul bulut sistemi falan kullanmıyormuş. 1970'lerden kalma analog recorderlara görüntüleri sıkıştırarak kaydedip iki yıllık kayıt tutuyorlarmış. Benim elemanlardan biri her yeni görüntünün iki sene önceki eski görüntünün üzerine yazıldığını, eğer bir yıl beklersek rektörlükteki kaydın kendi kendini imha edeceğini söyledi."
"Ya da sen rektörlüğe gidip bu okulun nezih bir öğretim görevlisi olarak güvenlik odasına gireceksin, görevliyi aşağı yollayıp o günün kayıtlarını manuel olarak Gözcüler'e açık bir bulut hesabına yükleyeceksin. Onlar görüntü üzerinde basit bir oynama yapacaklar, gönderdikleri kaydı alıp recorderdaki eski kaydın üstüne yazacaksın. Nasıl fikir?"
Kızın sözleri bittiğinde Marduk'un gözlerinden alevler fışkırıyordu. "Seni küçük cadı!" diye gürledi bıyıklarını titreterek. "Sen... Sen- EN BAŞINDAN BERİ PLANIN BUYDU, DEĞİL Mİ? Buraya sinsi sinsi gelip beni kendi ayak işlerinize koşturmaya cüret edecektin!"
"Marduk bak elimizdeki tek yol-"
"Beni bu okuldan da kovdurmanıza izin vermeyeceğim, tamam mı?!" diye kükremeye devam etti ihtiyar. "Farkında mısın bilmiyorum ama bu okuldaki asıl tutarsızlık benim evlat! Hacker veletlerin hazırladığı sahte belgelerle öğretim görevlisi olarak bölüme girmeyi başardım. Rektörlüğün dikkatini çekecek hiçbir şey yapamam! Anlamıyorum, benden daha ne bekliyorsunuz ki? HA? Rektörlüğe gidip şey dememi mi, merhabalar ben Deha Dorsey ama kayıtlarınızda Deha Keskin ismiyle yer alıyorum çünkü evrakta sahtecilik yaptım ve ee bu arada kamera kayıtlarınıza bakmam gerekiyor- BUNU DEMEMİ Mİ İSTİYORSUN?!"
İhtiyar adam kendi kendine dövünüp dururken bıkkınlıkla ofladı. Marduk'un anksiyete krizi bitene dek beklemesi gerektiğini biliyordu. Kendisi bilhassa gerçek kimliği konusunda hayli hassastı, paranoyaktı ve Dorsey ailesinin bir çok ferdi gibi hem dahi, hem de bir miktar deliydi. Neyse ki çabuk parlayıp çabuk sönen tiplerdendi.
Nitekim birkaç dakika sonra adamın öfkesi durulmaya başladı. Hala söyleniyordu fakat tekleyen bir araba motoru gibi bir iki kez daha gürledikten sonra nihayet sakinleşti. Bunun üzerine genç kız kollarını göğsünde kavuşturarak yeniden onunla iletişim kurmaya çalıştı.
"Zaten düşününce bu fikir bana da saçma geldi, en iyisi benim halletmem olacak." dedi ihtiyarı sakinleştirmeye çalışır gibi tatlı bir tavırla. "Sen sadece bana gerekli ekipmanı ayarla ve elemanlara hazır olmalarını söyle. B planını uygulamaya karar verdim."
Marduk şüpheci bir tavırla gözlerini kıstı. "B planı ne?"
"Basit." diyerek gülümsedi genç kız. "Rektörlüğü yakacağım."
✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧
1. Beyaz piyon D3, siyah piyon D5.
2. Beyaz at F3 , siyah piyon C5.
3. Beyaz piyon E3, siyah at F6.
4. Beyaz piyon B3, siyah piyon G6.
5. Beyaz fil B2, siyah fil G7.
6. Beyaz fil E2, siyah at C6.
7. Kısa rok, kısa rok.
8. Beyaz piyon D4, siyah at E4.
9. Beyaz piyon C3, siyah C piyonu beyaz D4 piyonunu alır.
10. Beyaz C piyonu siyah D4 piyonunu alır, siyah fil F5.
11. Beyaz piyon A3, siyah kale C8.
12. Beyaz piyon B4, siyah vezir B6.
13. Beyaz at C3, Siyah at beyaz atı alır.
14. Beyaz fil siyah atı alır, siyah piyon H5.
15. Beyaz vezir D2, siyah şah H7.
16. Beyaz at H4, siyah fil D7.
17. Beyaz piyon F4, siyah vezir D8.
18. Beyaz piyon B5, siyah at B8.
19. Beyaz fil B4, siyah kale G8.
20. Beyaz fil D3, siyah piyon E5.
21. Beyaz F piyonu siyah E5 piyonunu alır, Siyah vezir beyaz atı alır.
22. Beyaz F kalesi F7, siyah vezir G4.
23. Beyaz A1 kalesi F1'e, siyah şah H7'den H8'e.
24. Beyaz kale F1'den F4'e, Siyah vezir G4'ten E6'ya.
25. Beyaz fil B4'ten D6'ya, C8 kalesi E8'e.
26. Piyon H2'den H3'e.
27. Zugzwang.
-*-
Yeniden merhaba!
Bölümü sevdiniz mi? Açıkçası ben epey rahatladım zira neredeyse üç yıldır (12. bölümdeki rektörlük yangınından itibaren) okurlardan "Melek neden rektörlükten aldığı görüntüleri unuttu? Boşuna mı o kadar atraksiyon yaşandı? Yazmayı unutmuşsun, kurguda boşluk oluyor böyle." vs. serzenişler işitiyordum. Her defasında bir şekilde geçiştirerek veya boynumu büküp kurguda boşluk olduğunu sessizce kabullenerek atlatıyordum ama spoiler vermeden durmak çok zordu. :D
Bu bölüm aslında iki parça olacaktı, Ada&Ozan kısmının civcivli bir devam partı vardı lakin fazlaca uzun olduğu için onu bir sonraki bölümde göndermeyi tercih ettim. Sonraki bölümü bu hafta içinde göndermek için elimden geleni yapacağım fakat söz veremem, okulum hibrit eğitime geçtiği için yurda herkesten geç olarak bu cuma gideceğim ve şu aralar hazırlık telaşı içerisindeyim.
Ederlezi'yi siz sormadan söyleyeyim, onun bölümü bitti sayılır fakat sizin de bildiğiniz bazı malum sebeplerden ötürü bölüm yollama konusunda çekincelerim var. Durum netleştiği zaman onun bölümünü de bitirip yollayacağım. Anlayış göstereceğinizi umuyorum.
Hepinize sevgilerle!
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro