Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Bölüm 52 - Gölgedeki Adam

Şafağa doğru Clementine kütüphanesinin yüksek tavanlı, dar koridorlarından birinde gizlenmiş olduğunu gördü rüyasında. Kara gözlükler takmış bir kütüphaneci sordu: "Nedir aradığın?"

Hladik cevap verdi: "Tanrı'yı arıyorum."

Kütüphaneci şöyle dedi: "Tanrı, Clementine kütüphanesindeki dört yüz bin cilt kitabın sayfalarından birindeki bir harftir. Atalarım ve atalarımın ataları bu harfi arayıp durdular; ben o harfi ararken kör oldum."

Jorge Luis Borges - Yolları Çatallanan Bahçe

✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧

Lisedeyken ağaçların asla yetişkinliğe erişmediğini, biri onları öldürmediği sürece sonsuza dek büyüyeceklerini duymuştum. Şimdilerde benim için korkunç bir bilgiydi bu. Zira yaklaşık dört sene önce adamın biri kalbime minik bir çiçek bırakmış, o çiçeğin cesedinin altından koskoca bir ağaç fışkırmıştı.

İçimde bir kayın ağacı gibi durmadan büyüyen bir aşk vardı. Göğsümü parçalayıp çıkmadan da durmayacaktı.

Bir erkeğin kadifemsi ses tonu boynumda titreşince biraz daha büyüdü o ağaç. Tanıdık dudaklar omzuma minik bir buse kondurdu ve birkaç dal çatırdayarak gökyüzüne uzandı. Nefesi tenimi okşarken sonsuz maviliği yapraklarımda hissettim.

"Bak bu son uyarım..." diye mırıldanarak boynumu öptü Aras. "Eğer uyanmazsan omleti ben yapacağım."

Yaklaşık beş dakikadır yatağın kenarına oturmuş oyunlar oynuyordu saçlarımla. Daha önce de birkaç kez gelip gitmiş, ancak hiçbirinde başarılı olamamıştı. İçimde bir yerlerde uykuda kalmamın daha hayırlı olacağını fısıldayan bir ses vardı çünkü. Nedenini bilmesem de o sese güvenip rüyalarıma tutunmaya çalıştım.

"Melek..." diyerek yanıma uzanıp belime sarıldı. "Uyan ama artık."

Yeni çıkmaya başlayan sakalları tenime sürtününce huysuzlanarak yüzümü buruşturdum. Hafifçe güldükten sonra bir kez daha sürtündü boynuma. Bir elimle sakallarının değdiği yeri ovalarken "Yaa dur..." diye sızlandım. "Uyuycam ben..."

"Uyumıycan sen." diyerek beni taklit etti. Ardından burnumdan makas aldı hafifçe. "Kalk yoksa ağzını burnunu yerim."

Eli yüzüme değince bileğini tutup oyuncak ayıya sarılır gibi koluna sarıldım. Yanağımı avucuna yasladığımda uyku dolu bir gevşeklik etrafımı sarmıştı. Hafifçe iç çekerek daha çok gömüldüm yatağa. Emin değilim ama o esnada gülümsedim sanırım. Zira Aras bununla ilgili bir şeyler söylenerek yüzümü ellerinin arasına alıp acımadan yanaklarımı ısırdı.

"Aahh!"

Çırpınmaya başlayınca gülerek burnumu ısırdı bu kez. Gözlerimi açamamıştım bile, beynimin bir kısmı hala uykuda yüzüyordu. Yüzüstü yattığım için diğer tarafa çevirdim başımı. Öteki taraftan da ısırınca bir elimle onu iterek "Isırmasana be!" diye bağırdım. "Ya anne şuna bir şey söyle!"

Gür bir kahkaha kulaklarımda yankılanınca duraksadım. Ne? Kim? Kirpiklerimi aralarken yatakta yan dönüp neler olduğunu anlamaya çalıştım. Üzerimdeki beden geri çekilince ellerim belime kadar sıyrılmış yorgana çarptı. Bacaklarımdan biri örtülerin dışında geziniyordu, birden sırtüstü dönünce serin hava çıplak karnımda dolaşmıştı. Ne alaka ya?

Gözlerimi açtığımda Aras'ı yanımda yarı uzanır halde başını eline yaslamış beni izlerken buldum. Parıltılı maviliklere bakarken içim sımsıcak olmuştu, yüzündeki tebessüm yüzümde dolaysız bir tebessüme yol açtı. Kollarımı başımın üstüne kaldırıp gerinerek sırıttım.

"Günaydın."

Gözlerinde muzip parıltılarla vücudumu süzdü. "Aydı gerçekten de."

Bakışlarını takip edip kendime baktığımda bir anlığına kalakaldım. İlk algıladığım şey çıplaklığım olmuştu, başka bir algıya fırsat vermeden önce buna reaksiyon verdim. Belime kadar sıyrılmış yorganı tekrar üzerime çekerken diğer algılar da zihnime üşüşmeye başladı. Geceye dair hatıralarla birlikte...

Bu yüzden ikinci verdiğim tepki de kafamı yorganın içine sokup saklanmak oldu. Resmen zihnimin baraj kapağı açılmıştı, öyle yoğun bir anı bombardımanına maruz kalmıştım ki önce yalnız kalıp bunlardan hangisinin gerçek hangisinin rüya olduğunu çözmem gerekiyordu. Ellerimle sımsıkı örtülere tutunurken Aras'ın dışarıdan bana sarıldığını fark ettim.

"Güzelim yapma böyle..." diye söylendi. "Şu utanç faslını es geçemez miyiz?"

Cevap vermedim. Zihnime doluşan detaylarla boğuşuyordum o esnada. Dün gece olanlardan sonra akşamki sarhoşluk maceralarımız önemini yitirmişti. Ellerimi iyice yüzüme bastırınca dün gece olanlar da önemini yitirdi. Zira yüzük parmağımdaki bir halkanın soğukluğu çarpmıştı alev almış yanaklarıma. Elimi geri çekip parmağıma baktığımda dudaklarımdan minik bir "Hiii!" nidası fırladı. Bunun üzerine Aras yorganı çekiştirip açmaya çalıştı.

"Melek?"

Yorgan omuzlarıma kadar sıyrılınca kafamı kollarımın arasına gömdüm. Doğru mu hatırlıyordum? Dün gece gerçekten de evlenme teklifi mi etmişti bana? Üstelik seviştikten hemen sonra?! Yeniden o anlara dönünce birkaç kat daha kızardı yüzüm. Hissettiklerimi anımsamak bile bacaklarımın kasılmasına sebep olmuştu.

"Güzelim tek sorun utanç mı?" dediğini duydum onun. Ses tonunda hafif bir tedirginlik havası belirmişti. "Endişelenmem gereken bir şey yok, değil mi?"

Durumu yanlış yorumladığını görünce "H-hayır..." diyerek iki yana salladım başımı. "Sen git... Ben duş alıp geleceğim..."

Yüzümü açmasam da tenimin aldığı rengi görünce ikna oldu sanırım. Kısa bir sessizliğin ardından iç çekerek "Tamam o zaman." dediğini duydum. "Mutfakta bekliyorum seni. Yarım saate gelmezsen-"

"Geleceğim." diyerek birden sözünü kestim. "Hadi git sen."

Daha fazla uzatmadı. Mutfak kapısının kapanma sesini duyunca kollarımı aralayıp etrafa göz attım. Gerçekten de gitmişti... Fakat onun yarım saat konusunda şaka yapmadığını da biliyordum, acele etmezsem gelip beni duştan çıkarmaya bile kalkışabilirdi.

Kıyafetlerimi alıp banyoya girdiğimde mutfak kapısının açıldığını duydum. Sanırım Aras yatağı falan toplayacaktı. Belli etmemeye çalışsa da onun da epey gergin olduğunu biliyordum, en çok da benim ne tepki vereceğimi bilememek canını sıkıyor olmalıydı. Kendimi Aras'ın yerine koyunca birden yanına gidip ona sarılasım, ne kadar mutlu olduğumu söyleyerek yüreğini rahatlatasım gelmişti.

Sonra mahalledekiler geldi aklıma. Nuran ablaları, Celal abiyle kızı Esra'yı, Fikriye teyzenin gelinlerini ve annemi düşündüm, elinde babamın beylik tabancasıyla... Nasıl saklayacaktım ki ben olanları? Annem yüzüme bakar bakmaz anlardı kesin. Zaten anlamasa bile ben kesin hamile kalırdım, tek seferde hamile kalmayı başarırdım ben. Mecburen okulu bırakmam gerekirdi, zira hamile kalırsam annem beni sonsuza dek eve hapsederdi. Aras da bir ömür çocuğunu göremezdi artık. Hele köydeki akrabalar mevzuyu duyarsa olacakları düşünemiyordum bile. Ama her halükarda annem beni öldürecekti ya!

"NE?!"

Dışarıdan Aras'ın sesi gelince düşüncelerim yarıda kesildi. Bir şey olmuştu... Telefondan bir haber almış olmalıydı. Ne dediğini anlayamasam da panik dolu bir sesle konuştuğunu duyabiliyordum. Tam duştan çıkmaya karar vermişken birden kesildi sesi. Birkaç saniye sonra banyo kapısının açıldığını duydum.

"Melek?"

"E-efendim?"

"Güzelim acilen İstanbul'a dönmemiz gerekiyor." dedi kabinin dışından. "Ben eşyaları topluyorum, sen de çabuk çıkmaya çalış, olur mu?"

Sesindeki aciliyet tınısı beni de germişti. "Olur ama ne oldu?"

"Teknoloji fuarında patlama olmuş." diye cevap verdi Aras. "Ortalık fena karışacak Melek, acele et."

-*-

Ne olduğunu bile anlayamadan duştan çıkıp giyinmem ve yola koyulmamız yaklaşık on beş dakika sürmüştü. Aras'ın telefonu durmadan çaldığı için olayla ilgili soru soramıyordum, zaten dokunsan patlayacak haldeydi. Onun bu gerginliği yüzünden ben de diken üstündeydim, utancım da mutluluğum da dağdaki evde kalmıştı.

"Bizim personellerin orada ne işi var?!" diye bağırdı direksiyonu sola kırarken. "Standı yarın açmayacak mıydık? Siktiğimin yerinde kermese gider gibi toplaşıp fuara gitmek nedir Ali Bey? Kafanıza göre etkinlik düzenleyip şirketten araç kaldıramazsınız, o fuarda bulunan personellerin hepsi mesai saati içerisinde görünüyor!"

Başımı öne eğip parmağımdaki yüzükle oynamaya başladım. Ne büyüklükte bir patlama olmuştu acaba? Can kaybı var mıydı? Saldırıyı kim düzenlemişti? Aras sadece ortalığın fena karışacağını söylemişti bana, ondan sonrası onun telefon görüşmelerini dinlemekle geçmişti.

"Hayır, avukatlarla görüşme işini Devran Bey halletsin. Siz acilen bir ekip oluşturup Ankara'ya geçin, birkaç saate ben de orada olacağım. Önce personellerin durumunu öğrenmem lazım."

Telefonu kapattıktan üç saniye sonra tekrar kulağına götürdü. "Ezgi dayımın yardımcısına haber ver, hemen havaalanına geçsinler. Partiden arayanlara müsait olmadığımı söyle, fuardaki personellerle ilgili olmayan tüm görüşmeleri geri çevir."

Kasabanın merkezine varmış olmalıydık, kırsal manzaralar geride kalmıştı. Aslında çenemi açmayacaktım fakat söylemem gereken bir şey vardı.

"Aras?"

"Efendim sevgilim?"

Başımı diğer tarafa çevirirken mırıldandım. "Yol üstünde eczane var mı?"

Biz sevişeli kaç saat olmuştu ki? Ertesi gün hapının kaç saat sonraya kadar işe yarayacağını bilmiyordum. Bu yüzden İstanbul'a dönmeyi beklemek istememiştim.

Camdan dışarıyı izlerken Aras'ın bana baktığını fark ettim. Sanırım neden eczane sorduğumu anlamıştı. Birkaç dakikalık yolculuğun ardından aracı durdurup aşağı indi. Yol üstündeki dükkanlardan birine girip çıkması birkaç dakika bile sürmemişti.

Elinde minik bir poşet ve suyla birlikte arabaya bindiğinde "Teşekkür ederim..." diye mırıldandım. Poşeti ondan almaya yeltendiğimdeyse beni kendine çekti birden. Kollarını vücuduma sarıp başını saçlarıma gömdüğünde huzurla gevşediğimi hissettim.

"Özür dilerim Melek." diye fısıldadı. "Böyle apar topar dönmek istemezdim."

Başımı kaldırıp ufak bir öpücük kondurdum yanağına. "Senin suçun değil."

O da rahatlamış gibi görünüyordu. Ancak yine de geri çekilmeme izin vermedi. Dudaklarıma uzanıp ağır ağır öpmeye başlayınca dayanamayıp kollarımı boynuna doladım. Üst dudağımı dudaklarının arasına alıp emdiğinde parmaklarımı saçlarına geçirdim. Sonra bir anda kucağına çekti beni. Diliyle dudaklarımı aralarken bacaklarımı beline sarmamak için kendimi zor tuttum. Aklıma dün gece olanlar geldikçe yüzüm, Aras beni öpmeye devam ettikçe de bedenim giderek ısınıyordu.

"Dün gece sözlü beyanı alamadım..." diye mırıldandı başını hafifçe geri çekerek. Bir elini yanağıma yaslayınca istemsizce başımı o tarafa doğru eğdim. "Böyle aceleye gelmesini istemezdim ama cevabını duymadan da gitmek istemiyorum. Benimle evlenir misin, Melek?"

Alnım alnına dayanmıştı. Gözlerindeki mutluluğun minik bir tereddütle gölgelendiğini, sessizlik uzadıkça o tereddüdün genişlediğini görebiliyordum. Ne sanıyordu ki? Bir elimle yeni çıkmaya başlayan sakallarını okşamaya koyuldum. Yıldızlı maviliklerindeki tereddüt azalmaya başlamıştı.

"Evet." diye fısıldadım gülümseyerek. "Elbette evet..."

Ve gözlerindeki tereddüt bir anda kayboldu. Yeniden dudaklarıma uzanırken onun da tebessüm ettiğini hissetmiştim. Bir eliyle belimi desteklerken başını hafifçe yana eğerek dilini ağzımın içinde gezdirmeye başladı. Çok geçmeden diğer eli de sarıldı belime, ardından ağır ağır yukarı uzanıp boynumu okşamaya başladı. Elimde olmadan daha çok sokuldum ona. Bir anda hissettiğim huzur ikiye katlanmıştı.

Geri çekildiğimde aynı huzuru onun gözlerinde de gördüm. Bir eliyle ellerimi tutup parmaklarımı öptü hafifçe.

"Seni seviyorum."

"Ben de seni seviyorum." diye mırıldandım.

Telefon tekrar çalmaya başlayınca eğilip son kez öptüm onu. Ardından kollarının arasından sıyrılıp yerime geçtim. Yeniden yola koyulurken bakışlarım bir anlığına arabanın dışındaki aynaya takılmıştı. Şaşkınlıkla başımı eğip kendime baktığımdaysa taşlar yerine oturdu.

Kolyem boynumda ışıldıyordu.

✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧

06.10.2021, mecburi uyarı: Aşağıda Elif ve Alparslan çiftinin sahnelerini de okuyacaksınız fakat bu sahnelerin Ozan'ın gözünden anlatıldığını, DMS'de okuduğunuz tüm satırların POV karakterin perspektifine göre yazıldığını ve tek bir olayın farklı karakterlerin POVlarında farklı biçimde anlatılabileceğini lütfen unutmayın.

-*-

OZAN

"Mert konuşsana!" diyerek yeniden atağa geçti Lavinia. "Abime ne oldu?!"

Bücürü bu kez ben tutup durdurdum. Son yarım saattir düzenli aralıklarla Mert'i öldürmeye teşebbüs ediyordu. Ortalığın karışacağını anlayınca Efe'yle Ada'yı eve göndermiştim. Sinem bir kenarda Aras'ı arayıp duruyordu. Alparslan karısına bir şeyler söyleyerek kızı şimdilik sakinleştirmişti, Emre Aras'ın dayısıyla konuşmak üzere gitmişti ve en kötüsü, Hakkı Amca buraya gelmek üzereydi.

Lavinia kollarımdan sıyrılıp "Alparslan Abi bari sen bir şey söyle!" diye koltuktaki adamın tepesine çöktü. "Nerede abim?!"

"Bilmiyorum." diyerek yirminci kez tekrarladı Alp. "Burada doktor yarasına dikiş attı, birkaç saat sonra işim var diyerek çekip gitti. O günden sonra da görmedim."

"Peki ya siz?" diyerek Elif'i kıskaca aldı bücür. "Siz başka bir şey biliyor musunuz?"

Elif şu an buradan kaçmak dışında hiçbir şey düşünemiyor gibiydi. Alp de bunu anlamış olmalıydı, zira son yarım saattir kızın elini bir an olsun bırakmamıştı. Onun muhtemelen hayatında ilk kez bir kızın elini tuttuğunu fark edince gülmemek için kendimi zor tuttum.

Lavinia umut dolu bakışlarla Elif'ten cevap beklerken "Hayır, bilmiyor." diyerek duruma el koydu Alp. Ardından kıza dönüp sevimli bir şekilde tebessüm etti. "Bilmiyorsun değil mi, karıcım?"

Elif ona tiksinti dolu bir bakış atmakla yetindi.

"Söylediklerim dışında bir şey bilmiyorum gerçekten." dediğini duydum onun. "Yanlarında durmama izin vermediler."

Alp ters bir bakış attı kıza. "Yanımızda duramadığın için olabilir mi? Yanılmıyorsam en son kollarıma bayılmıştın."

"Teknik olarak kollarınıza bayılmadı." diyerek lafa karıştı Mert. "Kız durduğu yerde bayılıyordu, siz gidip tuttunuz."

Anlaşılan Alp henüz Mert'i tanımıyordu. Zira onun duruma müdahil olmasına biraz fazla reaksiyon gösterdi.

"Arkadaşım kimsin sen?" dedi Alp. "Bak yemin ederim merak ettiğimden soruyorum. Nereden tanıyorsun beni? Ne diye yırtık dondan çıkar gibi karşıma çıkıp duruyorsun?"

"Barda sahne alıyorum ben." dedi Mert saf saf. "Yani sizin çalışanınızım."

"Artık değilsin!"

Mert kendi kendine bir şeyler söylenerek sessizliğe gömüldü. Sinem Aras'a ulaşmaktan vazgeçip Melek'i aramaya başlamıştı şimdi. Bense ne yapmam gerektiğinden bile emin değildim. Aras'ı aramayı düşünmüyordum zira onu, o istemediği sürece bulamayacağımızı bilecek kadar tanıyordum. Hele ki şu aralar asla bulamazdık. Aras güçsüz görünmekten nefret ederdi, darbe aldığı zamanlarda bir mağaraya çekilip sessizce çekerdi acısını. Lavinia'nın sırf vurulduğu için onunla ilgilenmesindense ölmeyi yeğleyeceğini biliyordum. Muhtemelen iyileşene kadar hiçbirimize yüzünü göstermeyecekti.

"Her şeyi anladım da onu nasıl bırakırsınız ya?" diyerek söylendi Lavinia. "Yaralı adamın gitmesine nasıl izin verdiniz Alp Abi?"

"Hayırdır cimcime, nereden çıktı bu abi sevgisi birden?"

Lavinia koyu mavi gözleriyle Alp'e ürkütücü Karadağ bakışlarından birini attı. Dışarıda gök gürleyince bir kez daha bu ailenin psişik güçleri olup olamayacağını düşünmeye başlamıştım. Öfkelendikleri zaman gözlerinde şimşek çaktığı yetmezmiş gibi gökyüzünü de kontrol ediyor olamazlardı, değil mi? Gerçi Hakkı Amca'yı düşününce...

Mert'in çaktırmadan kapıya seğirttiğini görünce yerimden kalkıp sakince karşısına dikildim. Son yarım saattir sessizlik yemini etmiş gibi davranıyor olabilirdi fakat Hakkı Amca'nın elinden kurtulabileceğini sanmıyordum. Emekli Cumhuriyet Savcısı düdük gibi öttürürdü onu.

"Ozan lütfen çekil." diye sızlandı boynunu bükerek. "Eve gitmem lazım."

Lavinia durumu fark edince yerinden kalkıp bize doğru hamle yaptı. "SEN ABİMİN YERİNİ SÖYLEYENE KADAR HİÇBİR YERE GİTMİYORSUN!"

"Ya ben nereden bileyim abinin nerede olduğunu?!" diye bağırdı Mert. "Arayıp ona sorsana!"

"Sen ne zekisin ya öyle? Aradım açmıyor beyefendi. Zaten onun bir aydır aramamasından anlamalıydım!"

Mert alayla güldü. "Abin bir aydır seni aramıyor ve bir gariplik olduğunu yeni mi fark ediyorsun?"

"YETER!" diye bağırdı Alparslan. "Yeni eleman, sen şu köşeye geç otur! Lavinia sen de aklın varsa babanı ara, gelmemesini söyle. Aras'ın başını daha çok ağrıtacaksın!"

"Ağrırsa ağrısın onun başı! Babam onu ensesinden tutup eve kapatsın da ben o zaman görürüm silahlı işlere girmeyi!"

Alp sabır diler gibi güldü. Benim de gülesim gelmişti, Hakkı Amca ve Aras'ı o şekilde düşünemiyordum. Lavinia olaya her zamanki gibi çocuksu yaklaşıyordu. Fakat Mert öyle değildi. Evet, Mert'te bir gariplik vardı. Normal koşullarda ağzında bakla ıslanmayan bir insan olarak bu kadar sessiz kalması beni bile endişelendirmişti.

Yanına oturup havadan sudan konuşur gibi "Mert cidden ne oluyor?" diye fısıldadım. "Bak diğerlerine bir şey anlatmak zorunda değilsin ama hiç değilse benimle paylaş. Ben Aras'ın en yakın arkadaşıyım."

"Git ona sor o zaman."

"Bulursam soracağım, merak etme." dedim ılımlı bir sesle. "Ama ben asıl seni merak ediyorum. Aras'ın gizemli tavırlarına alıştık biz, açık açık anlatmasa da tekinsiz işlere girip çıktığının farkındayız. Ama sen onun gibi bir insan değilsin."

Bana dönüp ters ters baktı. "Nasıl bir insanmışım ben?"

"Bizim gibi." dedim. "Sinem, Lavinia, ben..."

"Sen mi?" diyerek güldü. "Sen yeraltı dünyası liderinin torunu değil misin ya?"

"Torunu olabilirim ama benim o taraklarda bezim yok, biliyorsun."

Kendi kendine mırıldandı. "Neden acaba?"

"Çünkü temiz bir hayat sürmeyi seçtim."

"Peki bunun bedelini kim ödüyor?"

Şaşırmıştım. Mert sahiden de farklı biri gibi davranıyordu. Üstü kapalı kinayeler, gizemli laflar, olağandışı seviyede ketumluk... Aras'ın minik bir kopyası gibiydi tam şu anda.

"Ne saçmalıyorsun sen?" dedim hafiften sinirlenerek. "Ne bedel ödemesinden bahsediyorsun?"

"Huzurlu bir hayatın var Ozan." diyerek dudağını büktü. "Yeraltı liderinin torunu olduğun halde tertemiz bir sicile sahipsin. Yanında korumalar olmadan gezebiliyorsun mesela... Bunların bir bedeli olmak zorunda, olmaması sence de garip değil mi?"

"Ulan o herifin torunu olarak doğmayı ben mi seçtim?" diye çıkıştım ona. "İşlemediğim günahların bedelini ödeyecek değilim Mert. Gönüllü olan varsa buyursun ödesin."

Kendi kendine bir şeyler söylenmekle yetindi. Benimse aklım karışmıştı açıkçası. Eğer bu sözleri duyduğum kişi Mert değil de Aras olsaydı onun benim arkamdan işler çevirdiğini ya da dedemle ortak olduğunu falan düşünürdüm. Ancak Mert'in benim dedemle alakası bile yoktu, böyle bir şey gerçek olsa bile Aras tutup da Mert'e bunu söylemezdi. Tanrı aşkına, neden söylesindi ki?

Tam arkama yaslanıp derin bir nefes almışken kapının çalındığını duydum. Gelenin kim olduğunu biliyordum, açıkçası Mert'in başına gelecekler beni bile endişelendirmişti. Lavinia koşarak kapıyı açtığındaysa kendi adıma da endişelenmeye başladım. Zira Hakkı Amca'nın yüzünde hiç de hayra alamet bir ifade yoktu, gözleri çakmak çakmak bakıyordu içeri girerken. Salonun ortasına geldikten sonra durup kısaca bizleri süzdü ve gözleriyle tezat oluşturan sakinlikte bir sesle konuştu.

"Ne oldu Aras'a?"

Mert iyice sindi oturduğu yere. Alparslan saygıdan ayağa kalkıp Hakkı Amca'yı selamlamak dışında bir şey yapmamıştı. Ben de ayağa kalkmıştım fakat selam vermek için değil, köşeye geçip ayak altından çekilmek için... Hakkı Amca Mert'i ezerek iki boyutlu forma dönüştürürken arada kaynamak istemiyordum. Vestiyerin yanına konumlandığım anda Lavinia kapıyı kapatıp babasının yanına koşturdu.

"Abim vurulmuş baba! Hem de bir ay önce vurulmuş. Mert onu Alparslan abilere getirmiş, bir veterinere tedavi ettirmişler burada. Ondan sonra da çekip gitmiş ve bir aydır ortalarda yok!"

Veteriner lafını duyduğunda Hakkı Amca'nın köşeli çenesinin kasıldığını fark ettim. Anlamıştı. İllegal bir iş döndüğünü çözmüştü elbette, şimdi gözlerindeki endişeye bir de gerginlik eklenmişti. Lavinia bıcır bıcır konuşurken onun elini kaldırarak kızı susturduğunu gördüm. Mert'e dönüp oğlanın tepesine dikildi ve tok bir sesle konuştu.

"Vurulduğu yer neresiydi?"

Kimin vurduğunu ya da neden vurulduğunu sormamıştı bile. Önce olay yerini öğrenmek istiyordu, muhtemelen yalnızca onun bildiği stratejik bir sebebi vardı bunun.

Mert'in başını kaldırıp şaşkınlıkla ona baktığını gördüm. "B-ben... Bilmiyorum-"

"Kaç kişi vardı?" diye devam etti Hakkı Amca. "Aras seni korumaya çalışırken mi vuruldu?"

"Bilmiyorum." diyerek gözlerini kaçırdı Mert. "Yol kenarında buldum ben onu."

"Bu yüzden mi iki saattir susuyorsun?!" diye bağırdı Lavinia. "Madem yol kenarında bulmuştun, bize neden söylemedin?!"

"Çünkü söylememi istemedi!"

"Kimseye bir şey söylememekle iyi yapmışsın." dediğini duydum Hakkı Amca'nın. "Kalk şimdi, benimle geliyorsun."

Siktir. Mert'i nereye götüreceğini bilmiyordum fakat sorguya alacağı kesindi. Orada kimbilir neler neler söyletirdi ona. Alparslan'a tedirgin bir bakış attığımda onun öte atıldığını fark ettim. Mert'le Hakkı Amca'nın arasına girip başını iki yana salladı.

"Mert burada kalacak."

Hakkı Amca Alp'in yüzüne bile bakmadan konuştu. "Bu mesele seni ilgilendirmez."

"İlgilendirir." diye ısrar etti Alp. "Evimden birini zorla götürmenize izin veremem."

"İzin istemiyorum evladım." dedi Hakkı Amca. Ardından Mert'in kolundan tuttu. "Düş önüme bakalım, konuşacağız seninle."

"Bakın ben gerçekten bir şey bilmiyorum-"

"Öyleyse gelmende de bir problem yok demektir."

Hakkı Amca çekiştirince Mert'in boynunu büküp yardım dilenircesine bizlere baktığını fark ettim. Birden onun gitmesine izin vermediğim için pişman olmuştum. Ortada benim düşündüğümden daha büyük bir mesele vardı sanki. Asıl sorun Aras'ın şu anda nerede olduğu değil, neden vurulduğuymuş gibi görünüyordu.

Hakkı Amca beraberinde Mert'le birlikte kapıya yürürken Alp'le göz göze geldik. Ani bir karar vermiş olacak ki, hızlı adımlarla yürüyüp kapının önüne geçti. Hakkı Amca'nın bıkkın bir tavırla onu süzdüğünü gördüm. Mert'in kolunu bırakırken "Çekil önümden çocuk." diye homurdandı. "Sen karışma bu işe."

"Benim evimden kimseyi zorla alıp götüremezsiniz." diyerek silahını belinden çıkardı Alp. "Hemen şimdi çocuğu bırakın lütfen. Yoksa..."

Hakkı Amca hafifçe tebessüm etti. "Yoksa ne olur?"

Alparslan'ın mermiyi namluya sürüşünü hayretler içerisinde izledim. Aras yaşatmazdı onu... Eğer babasına silah çektiğini duyarsa gerçekten Alp'i öldürürdü.

Neyse ki böyle bir şey gerçekleşmedi. Evet, Alp birine silah çekti fakat o kişi Hakkı Amca değildi. Silahı Mert'in kafasına doğrultup "Yoksa onu öldürürüm." dedi.

Mert ağlamaklı bir sesle bağırdı. "Tanrı aşkına, evine gelen misafiri koruma yöntemin bu mu?!"

Alp ona aldırmadı bile. Lavinia'nın korku dolu gözlerle onları izlediğini fark etmiştim, her an namlunun önüne atılacakmış gibi duruyordu. Hakkı Amca ise yüzünde ufak bir tebessümle Alp'e bakıyordu.

"Vur o zaman evladım. İşime gelir."

"Ben sizin evladınız falan değilim!" diye bağırdı Alp. "Siz önce kendi evladınıza babalık yapın!"

Neredeyse herkes şaşırmıştı, karısı bile şaşkınlıkla bakıyordu Alp'e. Bense bugünün eninde sonunda geleceğini biliyordum. Üniversite yıllarında Alparslan ve Suzan Aras'a neredeyse benim kadar yakındı. Hatta Suzan benden bile daha yakındı. Sorun şu ki, onlar benim gibi aile dostu kontenjanından dahil değildi olaya. Karadağ ailesinin geçmişine şahit olmamışlardı, Hakkı Amca'yı doğru düzgün tanımıyorlardı. Bu yüzden de mevzuya taraflı yaklaşıyor, Aras'ın yaşadığı zorluklardan bizzat babasını sorumlu tutuyorlardı. Bugüne dek Aras'ın hatırına susmuş olsalar da Alparslan'ın gözlerinde gördüğüm öfke benim için bir çeşit yangın alarmı gibiydi. Eğer onu durdurmazsam Aras döndüğünde büyük arıza çıkacağı kesindi.

"Alp daha fazla uzatma." diyerek ayağa kalktım. "Şu yaptığın saygısızlıktan başka bir şey değil."

"Sen karışma Ozan." dediğini duydum Hakkı Amca'nın. Ardından Mert'in kolunu bırakıp odanın içlerine doğru ilerledi. "Görünüşe bakılırsa yanlış kişiyi sorgulamaya kalkışmışım. Sorularımın cevabı bu genç adamdaymış."

"Peki benim sizin için muhbirlik yapacağımı nereden çıkardınız?"

"Ben senden muhbirlik yapmanı istemiyorum evladım. Muhbirliğin bir Ahıskalı'dan istenecek son şey olduğunu bilecek kadar uzun süre savcılık yaptım. Ben senden yalnızca sırtındaki yükü benimle paylaşmanı istiyorum. Gerçekler ağır olur, Alparslan."

"Evet, bazı gerçekler çok ağırdır." diyerek gülümsedi Alp. "Ama sizin aradığınız gerçekler benim sırtında değil, Hakkı Bey. Oğlunuzun sırtında."

"ALPARSLAN!"

Cavit ve ben aynı anda bağırmıştık. Bizim sesimizi duyunca sözlerini yarıda bıraktı ama şu ana kadar söyledikleri bile fazlasıyla tehlikeliydi zaten. Karşısındaki adam aptal değildi, eğer Hakkı Amca onun sözlerinin mecazi bir mana içermediğini anladıysa ortalık fena karışırdı. Aras sırtındaki izlerin sebebini bizlere bile doğru düzgün anlatmamıştı, varsayımlardan başka bir şey yoktu elimizde. Daha doğrusu, onların elinde yoktu.

Bense Dündar Bayraktar tarafından gerçeklerle zehirlenmiştim. Unutmaya çalışıyordum, sorgulamamak için elimden geleni yapıyordum fakat Sanatçı ismi hafızamdan bir türlü silinmiyordu. Sarhoş kafayla Nazmi Amca'nın Sanatçı olduğunu söylediğimde Aras'ın verdiği tepki de... Ertesi gün ayıldığımda ne dediğimi hatırlamıyormuş gibi yaparak Aras'ı başımdan savmıştım ancak dedemin sesini zihnimde savamamıştım işte. Engel olmaya çalışsam da aklımda bazı parçalar kendi kendine birleşiyordu. Öğrenmeyi hiç istemediğim sonuçlara varmak üzereydim.

"Ne Alparslan, ne?!" diyerek bize kükredi Alp. "Bir aydır ortada olmayan herifi gelmiş bana soruyorsunuz amına koyayım!" Bir anlığına duraksadı, ardından bir şeyi yeni fark etmiş gibi tekrar yükseldi. "Siz bir aydır ortada olmayan herifi niye şimdi arıyorsunuz amına koyayım?! Ne diye birden peşine düştünüz ki?!"

Kırdığı potu yeni fark etmişti aptal herif. Alp'i biraz olsun tanıyan herkes onun şu anda böğürerek konuyu değiştirmeye çalıştığını anlardı. Ancak Cavit hala bebek haberini geç öğrendiği için içerlemekle meşguldü sanırım. Kankasına öfke dolu bir bakış atarken dişlerini sıkarak konuştu.

"Çünkü Aras'ın vurulduğunu öğrendik, gerizekalı. Hatta bizzat karın söyledi."

"Çok da iyi yapmış benim karım!" diye böğürdü Alp. Sonra birden arkasını dönüp koltukta oturan Elif'e baktı. "Ağzını öpeyim kız senin! Ben söylemeyeceğime dair söz vermiştim o salağa, iyi ki sen söyledin!"

Elif hayretle ona bakarken Alp'in bana dönüp kaşlarını büktüğünü fark ettim. Mesajı almıştım. Onu buradan götürmezsen kendimi tutamam demekti bu. Hodri meydan der gibi.

"Hakkı Amca biz neden Aras'ı burada arıyoruz ki?" dedim ortaya atlayarak. "Polise gidelim, kayıp ilanı falan verelim. Sonuçta adam bir aydır ortada yok."

"Geçen yıl da üç ay ortadan kaybolmuştu." diye lafa daldı Alp. Bu kez Cavit de konuya ayıkmış olacak ki öfkesini kenara bırakıp bana destek çıkmaya çalıştı.

"Aynen, kayıp bildiriminde bulunalım.—"

Fakat Hakkı Amca bu numaraları yememişti. Öne atılıp birden Alp'in yakasına yapıştığında nefesimi tuttum. "Oğlumla ilgili benden ne saklıyorsunuz siz?" dedi tane tane. "Sırtındaki yük ne yükü, Saral mirası mı? Bundan başka nesi var Aras'ın?!"

"Yalnız!" diye bağırdı Alp. "Senin oğlun yalnız, Hakkı Karadağ!"

"Ulan ne demek yalnız?!" diyerek kükredi Hakkı Amca. "Bak evladım... Senin Aras'ın iyiliğini düşündüğün belli. Ben onun babasıyım. Eğer başında nasıl bir bela olduğunu söylersen ona yardım edebilirim."

Artık onu susturamayacağımı anlamıştım. Gözlerimi yumup koltuğa çökerken Hakkı Amca epey sarsılmış gibi görünüyordu. Cevabı bile bile soru sormaya devam edişinden kendini cezalandırdığını anlamıştım.

"Bazı şeyler için çok geç kaldınız Hakkı Bey." diye cevap verdi Alparslan. "Bu saatten sonra yapabileceğiniz tek bir babalık vazifesi kaldı. O da evde oturup oğlunuzun cesedini yıkayacağınız günü beklemek."

✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧

Hakkı Karadağ'ın Karanlığa Bakmak isimli kitabında şöyle bir söz okumuştum: Hukuki anlamda eşit bireyler söz konusu olmak üzere, kanunlar ve etik özneden bağımsızdır. Eğer başta olağan gelen bir durum öznesi değiştirildiğinde hatalı hale geliyorsa, ortada kanıksanmış bir yanlış vardır.

İşte bu sözü okuduğumdan beri karşılaştığım olaylarda farklı özneleri kıyaslamak bende alışkanlık haline gelmişti. Bu yüzden de dizilerde gördüğüm sahneler eskisi gibi romantik gelmiyordu gözüme. Zorla evlendirilen ve sonradan aşık olan bir çifti izlerken erkek yetmiş yaşında olsaydı da romantik olur muydu diye düşünüyordum. Evli fakat karısını sevmeyen bir erkeğin başka kadınla olan aşkını, adamın aldattığı karısının gözünden değerlendiriyordum. Soma'da 301 kişinin öldüğü maden kazasında da bunu yapmıştım ben. Olay yerini meclisle, ölen işçileri de milletvekilleriyle değiştirip tekrar bakınca manzarada değişmişti. 301 milletvekilinin ölümüyle sonuçlanan bir olayın kimseden hesap sorulmadan unutulup gitmesinde bir gariplik vardı.

Demek ki ortada kanıksanmış bir yanlış vardı.

Neyse ki fuar patlamasında bu tablo değişmişti. Son iki haftadır ülkede kaos havası hakimdi, İçişleri Bakanı istifa etmişti hatta. Yine de insan sormadan edemiyordu. Eğer bu olay Uluslararası Teknoloji Fuarı gibi yabancı bir organizasyonun düzenlediği etkinlikte değil de yerel bir etkinlikte gerçekleşseydi bu kadar yaygara kopar mıydı? Neredeyse bir aydır tüm televizyonlar bu olayı konuşuyor olur muydu? Birleşmiş Milletler dahi patlama hakkında araştırma başlatır mıydı? Yoksa birkaç sene önce ülkede gerçekleşmiş onca patlamada olduğu gibi üç günde unutulup gider miydi?

"Abim bir dönsün var ya..."

Lavinia'nın sesini duyunca düşüncelerden sıyrıldım. Okul çıkışı birlikte vakit geçirmeye karar vermiştik. Zaten annem henüz benim işten ayrıldığımı bilmiyordu, bu yüzden eve geç gidiyordum. Tek sorun mekanı onun seçmiş olmasıydı. Şu bir gerçekti ki, Lavinia doğuştan zengindi. Bu yüzden onunla dışarı çıktığımızda gittiğimiz mekanlar genelde sosyetenin uğrak yerleri falan oluyordu. Tıpkı şu anda oturduğumuz kafe gibi...

Abisi hakkında ise diyecek bir şeyim yoktu zira İstanbul'a döndüğümde Aras'ın isteği üzerine onunla görüştüğümü hiç kimseye söylememiştim. Açıkçası bu durum benim işime gelmişti zira Lavinia'ya abisinin neden onun telefonlarını açmadığı konusunda bir açıklama yapamazdım. Hele ki aralarının bozulmasına ben sebep olmuşken bu durum iyice gerilmeme sebep oluyordu.

Zaten Lavinia da dokunsan patlayacak haldeydi. Biz yokken diğerlerinin de Aras'ın vurulduğunu öğrendiğini duymuştum. Benimkine Naz'ın telefonundan haber uçurunca Ozan'ı arayıp iyi olduğunu söyleyerek yaygarayı dindirmişti fakat Lavinia henüz sakinleşebilmiş değildi.

"Önceden böyle sorumsuz değildi, biliyor musun?" diye celallendi yeniden. "İki haftadır ne haldeyiz ve arayıp haber verdiği kişi Ozan! Babamı bile aramadı..."

Sessizce kahvemi yudumladım. Benden cevap alamayınca başka konuya geçti.

"Sence Alparslan Abi'yle olanlar yüzünden mi benimle konuşmuyor?"

"O meseleyi öğrendiğini sanmıyorum..."

"Peki sence öğrendiği zaman bana kızar mı?"

Lavinia'nın sorusu üzerine kahvemi bir kenara bırakıp bocalamaya başladım. Ne söylemem gerekiyordu ki? Gerçek çok basitti çünkü. Kızmayı bırak ağzına bile ederdi. Ankara'dan döndüğü zaman olanları duyduğunda yapacaklarını tahmin bile edemiyordum.

"Biraz öfkelenebilir..."

Dudağını büküp oflayarak başını masaya yasladı. Bense ara sıra saati kontrol ediyordum. İşten ayrılmıştım fakat bu durum resmiyet kazanmamıştı henüz. Bugün şirkete gidip istifa dilekçemi vermem gerekiyordu. Bunu Aras istediği için değil, kendim istediğim için yapacaktım. Bugüne dek Nazan Hanım'ın emrivakilerini hep Emir'le aramdaki ilişkiye güvendiğim için görmezden gelmiştim. Birbirini sevmeyen iki insanı zorla bir araya getiremezdi sonuçta.

Fakat gelinlik hadisesiyle birlikte bu emrivakilerin hayatım üzerinde yaptırım gücü olduğunu da anlamıştım. Annemle el ele verip oynadıkları oyunlar artık can sıkıcı bir hal almıştı. Üstelik Emir'e de kızgındım. Aras'ı gördüğü halde bana söylememesi ve bu durumu kullanması görmezden gelebileceğim bir şey değildi.

Tam artık kalkmam gerektiğini söyleyecektim ki kafenin girişinde bir patırtı koptu. Dönüp baktığımda üç beş genç kızın bağırış çağırışları olduğunu fark etmiştim. Ben şaşkınlıkla olayı çözmeye çalışırken Lavinia görmüş geçirmiş bir edayla iç çekti.

"Ateş Alazoğlu..."

"Ha?"

"Ergen kızların bağırışmasının sebebi..." diyerek izah etti. "Şu sosyal medya fenomeni Ateş Alazoğlu yüzünden işte."

Eh, akıllı telefonum bile olmadığı için sosyal medyadan pek anladığım söylenemezdi. Gerçi zamanında Twitter kullanıyordum ama anladığım kadarıyla bu adam Instagram ünlüsü gibi bir şeydi. Kızlarla fotoğraf çekilirken girdiği tripleri görünce gülesim gelmişti.

"Eh, biraz salak olduğu doğrudur..." dedi Lavinia. "Allah bir yerden alıp bir yerden veriyor işte. Bu kadar yakışıklı birinin zeki olması saçmalık olurdu zaten."

"Niye ki?" dedim Aras'ı düşünerek. "Bence bir insan hem yakışıklı, hem de zeki olabilir."

Yüzümdeki aptal sırıtıştan kimi düşündüğümü anlamıştı sanırım. Gözlerini devirerek cevap verdi.

"Ama o zaman da hödük olması gerekir. Abim gibi örneğin..."

Ona karşı çıkmak isterdim fakat aklıma Aras'ın meşhur Beşiktaş forması övgüsü geldi. Sonra yılbaşında baş başa yediğimiz akşam yemeğinde hayatında gördüğü tek sanat eserinin bir matematik denklemi olduğunu söylemesi... Seviştiğimiz gece evlenirsin evlenirsin diyerek yüzüğü parmağıma takışından bahsetmiyordum bile. Tamam, bana çok tatlı gelmişti ama romantik olduğu da pek söylenemezdi.

"Senin işin var mı bugün?"

"Şirkete gideceğim." dedim Lavinia'ya. "Hatta beş dakikaya kalkmam lazım. Sen ne yapacaksın?"

"Ben de Ozan'a Ada'nın telefonunu vereceğim." diye söylendi. "Hani şu geçen yaz kaybettiği telefon vardı ya? Sinem'in arkadaşının evinde kalmış meğerse. Vakti olmadığı için bana verdi, ben de geçerken Ozan'a bırakacağım."

"Ada nerede ki?"

"Hiçbir fikrim yok. Malum, kendisi telefon kullanma özürlüsü olduğundan..."

"Eh, mantıklı." dedim gülerek. "Hadi o zaman, birlikte kalkalım."

Başını sallayıp sandalyesini arkaya itti. Kasaya doğru yöneldiğimde kolumdan tutup geri çekmişti beni. Onun yine tuvalete gitme bahanesiyle hesap ödediğini anlayınca gözlerimi kıstım.

"Sence de artık fazla olmuyor mu?"

"Boş yapma Melek." dedi tıpkı abisi gibi. "Aramızda paranın lafı mı olur ya?"

"O zaman bir dahaki sefere kahveler benden."

"Hı hı tamam." diyerek kapıya iteledi beni. Dışarı çıktığımızda dolmuşa binmeme de izin vermedi elbette. Şirketin yolunun üstünde olduğunu bahane ederek beni de arabasına tıktı. Gerçek şu ki, Lavinia ile baş etmek Aras'la başa çıkmaktan çok daha zordu. Mesela Aras'ı eski telefonumun aynısından bulmadığı sürece alacağı hiçbir telefonu kabul etmeyeceğime ikna etmiştim. Aynı durumda Lavinia olsaydı çoktan kendi istediği telefonu alıp cebime tıkıştırmış olurdu. Naz onun hakkında pek de haksız sayılmazdı, gerçekten de Fareli Köyün Kavalcısı'ydı bu kız.

Şirkete vardığımda saat henüz üç bile olmamıştı. Nazan Hanım'ın burada olmaması için dua ediyordum, zira gelinlik işine Aras el koymuştu. Kopuk düğmeler vardı, kumaşın bazı yerleri hasar almıştı. Özel tasarım olduğu ve üzerinde pahalı taşlar taşıdığı için mahalle arası terzilerde tamir ettiremezdim gelinliği. Bu yüzden kumaşı Aras'ın elime tutuşturduğu siyah bir çöp poşetine koyup -kendisi gelinliği görmeye bile tahammül edemediği için- arabanın bagajına yerleştirmiştim. İçimden bir ses şeytanın o gelinliği ilk gördüğü çöp kutusuna atacağını söylüyordu.

Büyük döner kapıdan içeri girdiğimde istifa mektubumu çantamdan çıkarıp elime aldım. Emir ne kadar karşı çıkarsa çıksın geri adım atmamaya yemin etmiştim. Bugün bu şirketteki işim sona erecekti.

Emir'in burada olup olmadığını öğrenmeden yukarı çıkmak istemediğim için önce Danışma'ya sordum. Tam da tahmin ettiğim gibi yönetim katında değildi, sabahtan bu yana İnsan Kaynakları ofisinde olduğunu söylediler. Bu esnada çalışanların değişen ruh halleri gözümden kaçmamıştı. Ben içeri girdiğimde hepsinin üzerinde bir tedirginlik vardı ancak geldiğimi görünce rahatlamış gibiydiler. Elbette bunun ne anlama geldiğini biliyordum. Muhtemelen Emir yukarıda yine terör estiriyordu.

Fakat çalışanlar onu sakinleştirebilecek tek kişi olduğum için falan sevinmemişti. Aksine, benim varlığım genelde Emir'in daha fazla öfkelenmesine sebep oluyordu. Bana kök söktürürken o kadar çok yoruluyordu ki, şirketin geri kalanıyla uğraşacak takati kalmıyordu. Varlığımla diğer çalışanların önüne siper oluyordum adeta. Ben gittikten sonra terörle mücadele konusunda savunmasız kalacaklardı. Çok yazık.

İnsan Kaynakları'nın bulunduğu kata çıktığımda bağırış çağırış sesleri koridoru inlettiğini duydum. Ben yokken Emir'in terör estirmeyi en sevdiği yer burasıydı, İK'cılardan şahsi olarak da nefret ettiği için o meslek erbabını aşağılamaya bayılıyordu.

Bu kattaki ofisler birbirinden paravanla ayrıldığı için kapı çalmama ya da beklememe gerek kalmadı. Elimde -muhtemelen az sonra birilerinin bana yedireceği- istifa mektubuyla içeri girdiğimde Emir'i öfke nöbetinin ortasında yakaladım. Geldiğimi görmek onu şaşırtmış gibiydi. Daha doğrusu varlığımı görmek onu şaşırmış gibiydi. Birkaç saniye kafası karışmış gibi bir ifadeyle beni süzdü, ardından İK'cıları bırakıp bana döndü.

"Sen niye bu kattasın?"

"Sizi burada bulabileceğimi söylediler." dedim istifa mektubumu uzatarak. "İstifa etmeye geldim."

Mektubu elimden alıp kısaca bakındı. Ardından gözlerimin önünde yırtıp çöpe attı. Nedense hiç şaşırmamıştım.

"İstifa falan yok." dedi basitçe. "Seni ben kovuyorum."

Ha?

Ne söylediğini algılamam biraz zaman aldı. Gerçekten de bana bu iyiliği yapar mıydı? Eğer buradan kovulursam tazminat da almış olacaktım. Gerçi... Kovulma gerekçem ileride başıma dert de açabilirdi.

"Ayça Hanım benim evraklarımı işleme koydunuz mu?" dediğini duydum onun. Kadın başını iki yana sallayınca "Güzel," dedi. "Önce Melek Aksoy'un çıkışını verin, benim istifamı ondan sonra işleme koyarsınız."

"İstifa mı?" diyerek şaşkınlıkla lafa daldım. "Ne istifası?"

"Hanzo sevgilinle gezmek yerine işe gelseydin bilirdin." diye tersledi beni. "Bozkıroğlu Holding'le olan tüm bağlarımı koparıyorum. Ama önce seni kovdurmam gerek." Derin bir iç çekişle beraber yüzünde hülyalı bir tebessüm belirdi. "Düşünsene Melek, tüm meslek hayatımı geçirdiğim bu koca şirkette son yaptığım şey seni kovmak olacak... Ömrüm boyunca bununla gurur duyacağım."

Hala neler olup bittiğini anlayamamıştım. Emir sarkastik ve sinir bozucu laflarıyla beni aşağılamaya devam ederken sekreter kız işten kovulduğumu ve tazminatımın hesabıma yatırılacağını beyan etti. Bana verdiği belgeleri kontrol ederken Emir de kendi istifasını işleme koydurmuştu. Neler oluyordu? Açıkçası bunu deliler gibi merak ediyordum fakat onun oturup da benimle dertleşecek havada olmadığı gayet açıktı. Bu yüzden hiç sormamanın en iyisi olacağına kanaat getirdim. Nihayet işlerimiz bitip de koridora çıktığımızda dostça bir veda anının geldiğini anlamıştım.

"Her şey için teşekkürler." dedim elimi ona uzatarak. "Eğer şirketten neden ayrıldığını paylaşmak ya da sadece dertleşmek istersen beni yeni numaramdan-"

"Ah hayır, koliyi unuttum!"

Emir önemli bir şeyi hatırlamış gibi hafifçe alnına vurup dönerken havada kalan elimi indirdim. Birkaç saniye sonra kucağında ofisindeki özel eşyalarını koyduğu bir karton koliyle geri döndü.

"Tutsana şunu."

Koli çok ağır değildi fakat çok büyüktü. Kucağıma almamla birlikte kafamı da kapatarak etrafı görmeme engel olmuştu. Emir'e seslenmeye çalışırken belimden tutup beni yönlendirdiğini hissettim. Tam asansörün önüne geldiğimizde şirketimizin çaycısı Ayşe Abla'nın sesi kulaklarıma çalındı. Ses tonundan kadının koşturduğu belli oluyordu.

"Yettim Emir Bey!" diye bağırdı koşarken. "Halletiniz mi işleri? Gidiyok mu?"

"Hallettim hallettim." dediğini duydum Emir'in. Ayşe Abla yanımıza geldiğinde her zamanki kibirli ses tonuyla ekledi. "Ben sana demiştim değil mi bir şey unuttuk diye?"

Beni asansörün içine itelediğinde sendeleyerek harekete geçtim. Ayşe Abla varlığımın farkına bile varmamıştı, şaşkın bir sesle ne unuttuklarını hatırlamaya çalışıyordu.

"Valla ben her şeyi yanıma aldıydım... Heleee... Yoksa senin özel kahve makinesini mi unuttuk?"

"Saçmalama Ayşe Abla," dedi Emir. "Ben onu hiç unutur muyum? Gelir gelmez alıp arabanın bagajına koydum."

"Ee neyi unuttuk o zaman?"

"Bilbo'yu!" diye cevap verdi kadına. Ardından kucağımdaki koliyi alıp beni açığa çıkardı. "Bilbo'yu unutmuşuz, tesadüfen gelmese yeni ofiste sekreterim sen olacaktın!"

Ayşe Abla mahcup bir bakış attı bana. Bense yeni lakabımı sindirmekle meşguldüm. Bilbo nedir ya? Neden Bilbo Baggins olmuştum şimdi ben? Ayrıca yeni ofis de nereden çıkmıştı? Eğer Emir filtre kahve makinesi kadar bile değerli olmadığım bir ofiste çalışacağımı sanıyorsa yanılıyordu.

"Üzgünüm ama sekreterin Ayşe Abla olacak." dedim kuyruğumu dik tutarak. "Ben kendime başka bir iş bulac-

"Tut şu koliyi iki dakika."

Koliyi tekrar elime tutuşturup araba anahtarlarını çıkardı. Asansörden çıkarken "Aras'a söz verdim Emir," diyerek konuşmaya devam ettim. "Bozkıroğlu Holding'ten ayrılacağıma dair yemin ettim."

"Tuttun işte sözünü, az önce holdingten ayrıldın."

"İyi ama ben seninle de çalışamam. Hele İzmir'de yaptığın o şeyden sonra... Sen nasıl yaparsın bunu ya? Aras'ı kızdırmak için beni kullanmaktan bıkmadın mı artık? Gelmiş bir de yeni ofis diyorsun!"

"Kendime düzgün bir sekreter bulana kadar, tamam mı?" diyerek şirketin önündeki arabasına doğru sürükledi beni. "Ayrıca söz veriyorum, o salak sevgilinle arana girmeyeceğim. Çok daha büyük dertlerim var, inan bana."

"Emir gerçekten mümkün değil. Ben seninle birlikte çalışmaya devam ettiğim sürece Nazan Hanım bizi yakıştırmaktan vazgeçmeyecek."

"Artık onu da görmeyeceksin." dedi arka kapıyı açıp beni bindirirken. "Yalnızca şirkete değil, aileme de rest çektim. Sen, ben ve Ayşe Abla varız sadece."

Ayşe Abla gururla başını sallayarak onayladı. Kendimi birden baskı altında hissetmiştim. Aslında Emir'le çalışmayı ben de isterdim. Zira büyük firmalardan birinde işe girsem bile Aras'ın el altından torpil yaptırıp yaptırmadığını asla bilemeyecektim. Üstelik Ayşe Abla da vardı...

Fakat Emir'in son yaptığı pisliği görmezden gelemezdim. Çenesindeki inmeye yüz tutmuş şişliği de... Eğer onunla çalışırsam Aras o çeneyi bir kez daha kırardı.

"Üzgünüm ama teklifini kabul edeme-"

"Kemerini bağlasana."

"Olmaz diyorum Emir, çalışamam seninle!"

"Ayşe Abla kemerini bağla şunun."

Ayşe Abla çoktan ön koltuğa kurulmuştu bile. Arkasını dönüp hevesle kemerimi bağlarken onu engellemeye çalıştım. "Kız rahat dursana!" diyerek payladı beni. "Kaç gündür şirkette kıyametler kopuyor haberin var mı senin? Emir Bey'e en zor gününde destek olacağına yarı yolda mı bırakacan? Ayıp valla, ben de seni hatırşinas bir kız bellerdim!"

"Ya ne alakası var şimdi hatırla falan?" diyerek itiraz etmeye çalıştım. "Sen bilmiyorsun ki olanları. Emir'le benim erkek arkadaşım arasında husumet var, adamı sinir etmek için o varken aklı sıra bana yürüyormuş gibi yapıyor. İnanmıyorsan sor bakalım o çenesi neden bu haldeymiş? Az kalsın ayrılıyorduk onun yüzünden."

Ayşe Abla başını çevirip Emir'in çenesine baktı panikle. Ardından "Hiii!" diyerek elini ağzına götürdü. "Gök gözlü mü koydu seni bu hale?"

Emir acıklı bir tavırla başını salladı. "Evet, ben elimi bile kaldırmadım."

"Çünkü amacın buydu!" diye bağırdım bu kez. "Aras'a dava açacaksın, değil mi? Bile bile dövdürdün kendini!"

Ayşe Abla kimin tarafını tutacağını şaşırmıştı. Normal koşullarda gök gözlüsüne toz kondurmazdı, pek de beyefendi birine benziyor, baksana her gün şirketin önünde bekliyor seni diyerek övüp dururdu. Fakat Emir onun göz bebeğiydi, üstelik şu an mağdur konumundaydı.

"Seninki gözümden düştü valla Melek..." diye cıkladığını duydum onun. "Keşkem zamanında bana fotoğrafını getireydin de sana Hoca Hatice'den kısmet bulaydık..."

Sabır çekerek arkama yaslandım. Emir sessiz duruyordu fakat onun çoktan Aras'tan şikayetçi olduğuna emindim. Onca meselenin arasında Ankara'dan dönünce bir de bununla uğraşması gerekecekti.

"Tamam, asistanın olacağım." dedim en sonunda. "Ama bir şartla..."

Emir şartımı kabul ettiğinde kendime yeni bir iş bulmuştum.

✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧

Sene 1994

Aras'ın küçüklüğü. :)

"Tayınça..."

"Hayır, karınca." diyerek heceledi Gülnihal. "Tekrar et bakalım, kaaa-rın-caa..."

"Taaa-lın-çaaa!"

Ufak bebeğin hevesli tekrarı karşısında gülmemek için yanaklarının içini ısırdı. Oğluyla birlikte evlerinin bahçesinde, büyük meşe ağacının altındaki çimlerde oturuyorlardı. Dışarıda ilçedeki insanları sokağa döken tatlı bir hava vardı. Evlerinin bahçesi kır çiçekleriyle dolu bir cenneti andırıyordu uzaktan. Fakat onların bahçe sefasının sebebi sadece havalar değildi.

Bir süre önce Aras'ın karıncalardan korktuğunu fark etmişti Gülnihal. Kedilerden, köpeklerden, doktorlardan, polislerden ve hatta karanlıktan bile korkmayan çocuk karınca görünce dudaklarını büzüştürüp annesinin kucağına kaçmaya çalışıyordu. Bu yüzden birkaç gündür bahçeye çıkarıyordu oğlunu. Karıncaları gösterip tanıtıyor, korkmasına gerek olmadığını anlaması için karıncalar hakkında hikayeler uyduruyordu.

Henüz Aras'ı karıncalara alıştırmayı başaramamıştı fakat Aras tüm komşuları kendine alıştırmayı başarmıştı. Ellerinde torbalarla pazara giden kadınlar bahçe duvarının yanından geçerken durup bebeği sevmek istiyordu bazen. Ufaklık da bundan hoşlanmış olacak ki, bir süre sonra duvarın diğer tarafında gördüğü her insana gülücük saçmaya başlamıştı.

Şimdiyse yüzünde gülücükten eser yoktu. Gülnihal onun dudaklarını büzüştürerek bir noktaya baktığını görünce iç çekerek başını çevirdi. Evet, ayağındaki minik sandalete tırmanmaya çalışan karıncayı izliyordu Aras. Üzerinde yazlık bir şort olduğu için tombul bacakları açıkta kalmıştı, karınca sandaletin üst tarafına doğru ilerledikçe ayak parmaklarını içe doğru bükerek ondan uzaklaşmaya çalışıyordu. Bir eliyle karıncayı işaret ederken başını kaldırıp korkuyla irileşmiş mavi gözlerini kadının yüzüne dikti.

"Diiiitsin..."

"Gidecek zaten," diyerek sakin bir uslupla cevap verdi ona. "Sana zarar vermek için gelmiyor ki... Baksana, toprağın diğer tarafına geçmeye çalışıyor sadece."

Oysa ufaklığın onu dinlediği yoktu. Minik ellerini toprağa vurarak karıncaya "Delme!" diye sesini duyurmaya çalıştı. "Çeçil çeçil!"

Hayvan ilerlemeye devam edince bakışlarında çaresiz bir ifade belirmişti. Onun ağlamaklı surat ifadesine ve gözlerindeki korkuya bakarken içinde şiddetli bir koruma dürtüsünün uyandığını hissetti Gülnihal. Karınca ayak bileğine ulaştığı anda Aras panikle irkilip kollarını annesine uzattı.

"Annnne!"

Bu yardım çağrısı genç kadının düşünmeden hareket etmesine neden oldu. Karıncayı alıp uzaklara attıktan sonra kollarına yapışan oğlunu kucağına aldı. Bir an bile geçmeden Aras boynuna sarılıp başını bağrına gömmüştü. Ufaklığın kalbinin korkudan küt küt attığını hissedince sırtını sıvazlayarak "Şş, geçti tamam..." diye mırıldandı. "Geçti bebeğim..."

Bir yandan da kendi kendine de söyleniyordu. Verdiği tepki yanlıştı çünkü. Sözde oğlunun korkusunu yenmesi için uğraşıyordu fakat karınca gerçekten de korkunç bir şeymiş gibi panikle müdahale etmişti. Nihayet Aras'ı sakinleştirdiğinde çocuğun başını geri çekerek gözlerine baktı.

"Bak bakayım yüzüme, sen niye korkuyorsun bu hayvandan?"

Ufaklık sessizce ona bakmaya devam etti. Belli ki kendisi de bilmiyordu.

"Yani ne yapmasından korkuyorsun?" diyerek izah etmeye çalıştı Gülnihal. "Karıncanın seni yemesinden mi korkuyorsun?"

Aras başını iki yana salladı.

"Ağzına burnuna girmesinden mi korkuyorsun?"

Aras başını iki yana salladı.

"Bir sürü ayağı var diye mi yoksa?" diye soracaktı ancak sebebin bu olamayacağını biliyordu. Zira pikniğe gittiklerinde oğlunu kocaman bir kırkayağı eline almış gülerken yakalamıştı. Hayvanın kırk tane ayağıyla kımıl kımıl yürümesi öyle çok hoşuna gitmişti ki, babası elinden alıp uzak bir noktaya bıraktı diye eve gidene kadar surat asmıştı. Bu yüzden o noktadan ilerlemeye karar vererek başka bir soru yöneltti ufaklığa.

"Piknikteki kırkayağı hatırladın mı?"

Ufaklık neşeyle ellerini çırptı. "TILTAYAAAK!"

"Evet, onun bir sürü ayağı vardı." diyerek onayladı. Ardından çimlere uzanıp bir karınca aldı eline. "Bak, bunun da bir sürü ayağı var. Yani bu da kırk ayak sayılır-"

"DEYİL DEYİL!" diye bağırarak karıncadan uzaklaşmaya çalıştı Aras. "BU ÇOK ÇÜÇÜCÜK!"

Gülnihal karıncayı tekrar yere bırakıp şaşkınlıkla oğluna döndü. "Bu yüzden mi korkuyorsun yani? Küçük diye mi?"

Aras korkuyla başını sallayınca kahkahalarla gülmeye başladı genç kadın. Dünya üzerinde bir hayvandan küçük olduğu için korkan tek çocuk kendi oğluydu muhtemelen.

"Ohoo sen şimdiden böyleysen ileride her şeyden korkacaksın demektir..." diyerek eğilip bebeği gıdısından öptü. "Hele bir de baban gibi uzun boylu olursan evden çıkamazsın oğlum."

"BABBBAAA!"

Aras babasının adı geçince heyecanla kapıya dönmüştü. Kimsenin olmadığını görünce dudağını büküp annesine baktı yeniden. Beni neden kandırdın der gibiydi.

"Hay senin babana..." diye söylendi Gülnihal. "Seni ben doğurdum hala baba da baba! En çok beni seveceksin, anladın mı?"

Ufaklık başını sallayarak annesini onayladı.

"Söyle bakalım o zaman..." diyerek sırıttı genç kadın. "En çok kimi seviyorsun?"

"DEDDDEEE!"

"Ne?!"

Arkalarından gür bir kahkaha yükselince neler olduğunu anladı Gülnihal. Başını çevirdiğinde babası bahçe kapısının yanında durmuş gülerek onları izliyordu. Aras da heyecanlanmıştı birden, kollarını öne uzatarak dedesine doğru hamle yapmaya çalıştı. Çocuğu zaptetmeye çalışırken hayretle bağırdı genç kadın.

"Baba!"

"Deddeee!" diyerek annesini düzeltti Aras. Bir yandan da huysuzlanarak onu yere bırakması için uğraşıyordu. Serbest kaldığındaysa ayağa bile kalkmadan emekleyerek yaşlı adama doğru ilerledi. İbrahim Saral yere diz çökmüştü çoktan, ufaklık yanına geldiğinde gülerek kucağına aldı onu.

"Dedesinin paşası!" diyerek öpücüklere boğuyordu çocuğu. "Maşallah kocaman olmuş bu kocaman!"

Gülnihal manzarayı idrak edince panikle ayağa fırladı. "Baba senin burada ne işin var?"

"Torunumu görmeye geldim."

"İyi de hadi Hakkı gelirs—"

"Senin zibidi kocandan mı korkacağım ben?!" diye kükredi İbrahim Saral. Ardından yeniden neşelenerek ufaklığa döndü. "Hem merak etme, adliyeden çıkamaz o. Başına öyle işler yıktım ki, gece bile orada kalabilir."

"Baba!"

"Ne var baba baba?!" diye söylendi yaşlı adam. "Papağan gibi ötmeyi bırak da git çocuğun üstünü giydir. Gezmeye götüreceğim sizi."

Gülnihal babasına laf dinletemeyeceğini anlayınca mecburen oğlunu alıp içeri götürmeye çalıştı. Çocuğu dedesinden koparmak biraz zor olmuştu fakat en sonunda eve girmeyi başardılar. İkisi de üzerini değiştirip dışarı çıktığında İbrahim Bey bahçedeki masaya kurulmuş onları bekliyordu.

"Nereye gidiyoruz?"

"Bir çay bahçesine falan otururuz." diye cevap verdi babası. "Burada pek gezilecek yer yok ki... Bir dahaki sefere sizi daha modern bir yere sürdüreyim..."

Gülnihal iç çekti. Bugün babasıyla baş edemeyeceğini anlamıştı.

✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧

"Hadi mola verelim."

Başımı kitaptan kaldırıp Mert'e ters bir bakış attım. Hemen ardından da boynunu bükmüş bana bakan Emre'ye. Patlama sonrası iki hafta boyunca okullar tatil edildiği için sömestr tatili şubat ayına sarkmıştı. Her yıl olduğu gibi bu sene de geleneksel final öncesi Mert'e ders çalıştırma aktivitemi tekrarlıyordum. Üstelik bu yıl kadroya Mert'in veliahtı Emre de eklenmişti.

Geçmiş yıllardan edindiğim tecrübeler sayesinde bu yıl ders çalıştırma etkinliğini bizim evde değil, Mertlerin evinde gerçekleştirmeye karar vermiştim. Zira bizim evdeyken Mert'i annemin böreklerinden ayırıp da masaya oturtmak işkence gibi bir şeydi. Oysa onların evinde böyle bir derdim yoktu. Başım sıkıştığı anda...

"BALSE ABLAAAA!"

"Melek sus!" diye çırpındı Mert. "Mola falan vermeyelim hadi lütfen derse dön."

Çok geç...

Kameriyede oturduğumuz için sesim yankı yaparak yalıya kadar uzanmıştı. Birkaç dakika geçmeden Balse Abla'nın bahçenin diğer ucunda belirdiğini gördüm. Ateş saçan gözlerle buraya geldiğini fark edince Mert kaçacak delik aramaya başlamıştı.

"Ya niye yaptın ki böyle bir şey?!"

"Çünkü başıma gelecekleri biliyorum." dedim Mert'e. "Ablanı çağırmasaydım iki saat mola diye mızırdanacaktın. Artık ona anlatırsın derdini..."

Bana cevap vermedi. Zira o sırada kendine çalışkan öğrenci imajı vermekle meşguldü. Kameriyenin kapısı açıldığında öyle büyük bir ciddiyetle ders çalışıyordu ki, eğer ablasının yerinde ben olsaydım bu numaraya kanardım. Fakat Balse Abla'nın özelliği buydu işte, kanmıyordu.

"Bana mı seslendin Melek?" diyerek gözlerini kısıp Mert'le Emre'yi süzdü. "Ne yaptı bunlar yine?"

"Mola vermek istiyorlarmış."

"Daha başlayalı yirmi dakika bile olmadı!" diye yükseldi kardeşine dönüp. "Ben sana demedim mi bir saatten önce o kitaptan burnunu kaldıramayacaksın diye?!"

"Özür dilerim abla..."

"Yanına da bir boy küçüğünü almışsın, promosyon ürün gibi dolaşıyorsunuz!"

"Haklısın abla..."

"Bu kız size ders çalıştırmak zorunda mı?! Hem çalışıyor, hem okuyor, üstüne bir de size özel öğretmenlik yapıyor... İyi valla!"

Bu noktada lafa karışma ihtiyacı hissettim. "Yok Balse Abla ben şikayetçi değilim—"

"Sen sus kız, yerebatan sarnıcı!"

"Özür dilerim Balse Abla..."

Mert'le Emre kıskıs gülmeye başladı. Bense otorite karşısında boynumu bükmüş ne söylerse başımla onaylıyordum. Yaklaşık beş dakikalık bir fırçanın ardından üst kattan bizi izleyeceğini, o yokken tüm yetkinin bende olduğunu ve bu dersi geçemezsek üçümüzün de canına okuyacağını belirtti. Gitmeden hemen önce Emre'nin telefon numarasını almayı da ihmal etmedi. Böylelikle bundan sonra gözü onun da üzerinde olacaktı. Gözü hepimizin, tüm insanlığın üzerindeydi ve onun karşısında herkesin boynu kıldan inceydi.

Balse Abla kapıyı kapatıp gittiğinde Emre'yle Mert'in derin bir nefes alarak arkaya yaslandığını gördüm. İkisinin de üstünden tır geçmiş gibi duruyordu ve haksız da sayılmazlardı.

"Bu hep evde kaldığından böyle..." diye söylendi Mert.

Gözlerimi devirdim. "Saçmalama Mert, yirmi altı yaşında ne evde kalması?"

"Emin ol on sene sonra da bu halde olacak." diyerek homurdandı. "Anlamıyorum ki, yetimhanede çocuklara karşı hiç böyle değil... Bana gelince canavara dönüşüyor resmen."

"Ne yetimhanesi?" diye sordum şaşkınlıkla. Mert'in ablası avukattı çünkü, arada bir bağlantı kuramamıştım.

"Ablam işten fırsat buldukça yetimhanede gönüllü çalışıyor." diye cevap verdi bana. "Tüm sevgisini ve şefkatini oradaki çocuklara aktarıyor, huysuzluğunu çekmek de bana kalıyor."

"Zamanında ben de yetimhanede kalmıştım." diye mırıldandı Emre. "Acaba bunu söylesem bana merhamet eder mi?"

Mert uzanıp Emre'nin saçlarını karıştırdı. "Hiç şansın yok dostum. Big Brother artık seni de hedef aldı..."

Kendime engel olamayıp güldüm. İkisi o kadar çaresiz görünüyordu ki... Sonra gözlerim saate takıldı ve birden panikledim.

"Neyse hadi derse dönelim. Benim saat üç gibi çıkmam lazım."

"Hayırdır yoksa seninki mi döndü?"

"Bu gece dönecek." diyerek iç çektim. "Çene çalmayı kes de derse odaklan Mert."

Elbette günün geri kalanı çok kolay geçmedi. Saat üçe kadar Balse Abla iki kez daha geldi yanımıza, her seferinde Mert'le Emre'yi hizaya sokmayı başarıyordu. Nihayet ders bittiğindeyse tüm ısrarlarıma rağmen gideceğim yere şoförün beni bırakmasını sağladı. Açıkçası halimden şikayetçi değildim çünkü Araf'a gitmem gerekiyordu. Annem evdeki bazı kıyafetlerimin eksikliğini fark etmişti, geçen hafta gidip oradaki eşyalarımı toparlamıştım ben de. Son olarak banyoda kalanları da valize koyup hepsini birlikte eve taşıyacaktım bugün.

Yukarı çıktığımda minik valiz kapının arkasında duruyordu. Aslında niyetim onu alıp hava kararmadan eve dönmekti fakat Ayıboğan Aras'ın gece döneceğini söylemişti bana. O saatte açık bir yer bulması çok zordu, muhtemelen doğruca eve gelip aç karnına yatacaktı.

Bu durum nedense içime dokundu, çıkıp gidemedim evden. Antrede dikilirken valiz elimden yavaş yavaş sıyrılıp yere uzandı. Açlıktan ölmeyeceğini biliyordum ama beni mutfağa götüren bu değildi zaten. Mühim olan eve geldiğinde yaptığım yemeklerle karşılaşmasıydı, onu düşündüğümü bilmesiydi.

Bu yüzden annemden yiyeceğim azarı umursamadan hevesle mutfağa daldım. Ne yazık ki mutfak benim kadar hevesli değildi. Hele buzdolabı... İçi bomboş bir halde boynunu bükerken epey mahzun görünüyordu. Buzdolabının neler hissettiğini çok iyi anlıyordum. Gerçi ne bekliyordum ki? Aras'ın yemek yapma becerileri acınacak haldeydi, düdüklü tencere bile mutfağa yazın benim sayemde girmişti. Yemek yap(a)mayan bir insanın buzdolabı da boş olurdu tabi.

Mecburen aşağı inip korumalardan birinin başına bela oldum. Yukarıda hazırladığım alışveriş listesini eline tutuşturduğumda gayet ılımlı görünüyordu. Ancak diğer elimdeki paraya baktığında tarihteki ilk paraya bakan bir Lidyalı gibi tepki verdi: Bu ne?

Sanırım Aras onları bana karşı uyarmıştı, çünkü artık taktiksel savaşıyorlardı. Eskiden olsa o koruma parayı almayacağını tekrarlayıp durur, ben de parayı almasını tekrarlayıp durarak uzun bir inatlaşma başlatırdım. Bu kez ise takviye birimler devreye girmiş, Ayıboğan'ın Leyla'nın bana selamı olduğunu iletmesiyle dikkatim dağılmıştı. Düşman elinde alışveriş listesiyle sinsi sinsi arabaya atlayıp kaçarken yukarıdaki buzdolabı gibi kalakalmıştım.

Yukarı çıkarken kendimi ikna etmeye çalışıyordum. Nasılsa o alışverişi Aras'ın evi için yapmıştım, onun parasını kullanmamdan daha doğal ne olabilirdi ki? Tek sorun, bu mantığın evlilik bariyerine vardığında çökmesiydi. Evlendikten sonra ikimizin evi aynı olacağı için ya onu fakirleştirmenin bir yolunu bulacak, ya da kendimi onun parasını kullanırken koca parası yiyen bir gold digger olmadığıma ikna edecektim.

Varoluşsal sancılar geçirirken ne ara temizliğe giriştiğimi hatırlamıyorum. Şeyma Subaşı'yla empati kurmaya ve ona hak vermeye çalışırken kendimi bir bezle camları silerken bulmuştum. Eh, bu normaldi çünkü annem bu konuda profesyonel bir eğitimden geçirmişti bizi.

Mesela bizim evde canım sıkılıyor cümlesi pek duyulmazdı. Zira annemin can sıkıntısıyla mücadele etme biçimi çok netti; ev işi yaptırmak. Ergenliğimde girdiğim tüm varoluşsal sancılar elimde beliren bir toz beziyle sonuçlanmıştı. Varoluşsal sancılarının peşinden gidip idealar dünyasını bulan Platon ve aynı yolun sonunda elinde bir toz bezi bulan ben... Acaba hangimiz yanlış yoldan gidiyorduk?

Temizlik faslı bittiğinde neredeyse bir saati tüketmiştim bile. Beş dakika sonra çalan zil sesi de yemek faslının başlangıcını müjdeledi. Asansörle aşağı indiğimde koruma torbaları bırakıp toz olmuştu bile. Fakat eninde sonunda onlarla hesaplaşacaktık. Bu toz olmalar benim toz bezimle savaşamazdı.

Torbaları yukarı taşıyıp yemek yapmaya koyuldum. Bir yandan da kendi kendime şarkı söylüyordum. Genelde kendimden başkasına bu eziyeti yaşatmazdım, zira sesim kötüydü. Harbiden kötü. En sonunda işkenceye son verip radyoyu açtım ve kıvıra kıvıra yemek yapmaya devam ettim. Karnıyarıkla pilav ocakta, yufkayla yaptığım börek de fırında pişerken saat altıyı geçiyordu bile.

Görev başarıyla tamamlandığında pişmiş yemeklerin altını kapatıp önce pilavı dinlenmeye bıraktım. Fırındaki böreği de çıkarıp üzerine temiz bir bez serdikten minik şirin bir not yazıp üstüne koydum.

Eğer o anda çekip gitseydim belki de her şey daha farklı olurdu. Fakat garip bir koku çalınmıştı burnuma. Mutfakta çürük kokusuna benzer bir şeyler vardı. Çok belirgin olmadığı için ancak farkına varabilmiştim.

Çantamı kenara bırakıp bir dedektif edasıyla mutfaktaki kokunun kaynağını aramaya başladım. Ve tezgahın altındaki dolapta yazdan kalma turşu bidonunu buldum. Ağzı sıkıca kapalı olduğundan etrafa çok fazla koku yayılmamıştı fakat içindeki manzaranın ciddiyeti şişmiş bidondan anlaşılıyordu. Ne yazık ki ben bu ciddiyeti fark etmemiştim. Bu yüzden bidonu kulpundan tutup kaldırmaya çalışarak hayatımın hatasını yaptım.

Kahrolası şey bomba gibi patladı!

Şişmiş bidon infilak ettiğinde ufak bir çığlık koptu dudaklarımdan. Bir an sonra tepeden tırnağa turşuya bulanmış haldeydim. Şanslı olduğum tek nokta patlamanın dolabın içinde gerçekleşmiş oluşuydu. Eğer bidon çıkardıktan sonra infilak etseydi tüm mutfak batacaktı ve sabaha kadar temizlik yapmak zorunda kalacaktım.

Fakat daha da garip olan dışarıdan gelen sesti. Yatak odasının kapısının çarpıldığını duydum, birileri koşuşturdu ve çok geçmeden elindeki silahı bana doğrultmuş Aras'la yüz yüze geldim. Sanırım mutfakta bir El Kaide militanı bulsaydı daha az şaşırırdı.

"Ne oldu?!"

"Turşu bidonu patladı!" dedim içgüdüsel olarak ellerimi havaya kaldırarak.

"Ne?"

"Bidon..." dedim başımla dolabın içini işaret ederek. "Turşu bozulunca bidon şişmiş, ben de çıkarayım derken—ARAS İNDİRİR MİSİN ŞU SİLAHI?"

Uyku mahmuru olduğu her halinden belliydi. Zira söylediğim şeyi duyunca kendi eline baktı ve silahı yeni fark ettiğini anladım. Ardından tekrar bana baktı. Kafasında bir şeyler yerine oturmuş gibi görünüyordu fakat emin olamadım.

"Sen akşam geleceksin sanıyordum." diyerek konuşmaya çalıştım. "Cidden sabahtan beri içeride uyuyor muydun?"

"İşlerim erken bitti." dedi ciddi bir tavırla. Evinde bomba patlattığım için kızmış mıydı yoksa? Tedirginlikle onu izlerken yüzüme bile bakmadan silahı doldur boşalt yaptı. Şarjörü çıkarıp emniyet kilidini kapattıktan sonra yanındaki çekmeceyi açtığını gördüm. Silahı oraya koyup çekmeceyi kapattı ve...

...Gülmeye başladı.

Turşuya bulanmış halime bakarken kahkahalar içinde gülüyordu. Normal şartlarda onun güldüğünü görünce ben de sırıtmaya başlardım ama saçlarımdan turşu suyu damlarken pek gülesim gelmemişti. Bidonun kapağını bırakıp ayağa kalktım ve çaresiz bir bakışla kendime göz attım. Pislik herif yüzümdeki ifadeyi görünce daha çok gülmeye başladı. Çenemi dikleştirerek kendime mağrur bir görüntü çizmeye çalıştım.

"Komik mi?!"

"Evet." dedi karnını tutarak. "O ellerini havaya kaldırdığın an... Üstün başın turşulu... Yüzündeki ifade... En az yüz sene gülerim bunlara."

Ben var ya, nah evlenirdim bu adamla! Burada turşu patlaması yaşamışken karşıma geçmiş dalga geçiyordu resmen.

"Sen devam et gülmeye de bak bakalım ben seni yüz sene yaşatıyor muyum?!"

"Ben gülmesem bile ileride çocuklarımız, hatta torunlarımız gülecek." diyerek kahkaha attı yeniden. "Yoksa sen bu olayın unutulacağını mı sanıyorsun? 25 ocak turşu patlaması... An itibariyle tarihe kazınmıştır!"

"Gerizekalı!" diyerek üstümdeki turşuları fırlattım ona. "Bir kişiye bile söylersen seni öldürürüm Aras!"

"Bi' saniye."

Birden ciddileşip bana arkasını dönünce öfkem yarıda kaldı. Birkaç saniye boyunca uslu uslu turşu suları içinde onu bekledim. Salaktım çünkü. Aras yüzüne ciddi bir ifade takınınca hop diye yutmuştum yemi.

Bu gerçeği yüzümde patlayan flaşla birlikte anladım.

"ARAS!"

"Dur bir de flaşsız çekeyim." dedi sırıta sırıta gerilerken. "Şimdi de yedekleyelim bu fotoğrafları... Eveeet, 25 ocak turşu patlaması artık arşivlerde yerini almışt—"

Bir panter gibi üzerinde atladığımda kaçamadı. Dağ evinde bana uyguladığı taktiği hatırlayınca eğilip yerdeki halıyı çektim birden. Çok fazla oynatamamıştım ama yine de dengesini kaybetti ve pat diye yere serildi. Üstüne tırmanıp saçımı başımı ona sürterek her tarafını itinayla turşuya buladım.

"Melek bu iğrenç kokuyor yaa!"

"Sensin iğrenç aptal beyinsiz!" gibi saçma bir cümle kurdum. "Sil çabuk o fotoğrafları! Öldürürüm seni Aras sileceksin hepsini!"

Başını arkaya atarak "Asla bilemeyeceksin." diye güldü. "Gözlerinin önünde silsem bile online olarak yedekleyip yedeklemediğimi asla bilemeyeceksin!"

"Başlarım senin yedeğine!" diyerek kollarını tutup yere sabitledim. Sonra dudağımı büküp yeni taktiği soktum devreye. "Nolur sil bak ağlarım yoksa..."

Boynumu büktüğümü görünce iç çekerek doğruldu yerinde. Telefona uzanırken "İyi gel sileyim." dediğini duydum. Tam hevesleniyordum ki "Asla bilemeyeceksin." diyişi geldi aklıma. Hakikaten de asla bilemeyecektim. Bu puşt üç saniye içinde kaç farklı yere yedek atmıştı kimbilir...

"Asla silmeyeceksin değil mi?"

Hınzır bir sırıtış yerleşti yüzüne. "Gerçeği duymak ister misin?"

"İyi silmezsen silme!" diye çemkirip üzerinden kalktım. "Nasılsa bunun rövanşını alırım senden..."

Hem de öyle bir alacaktım ki bir daha benimle alay etmeden önce yirmi kez düşünmesi gerekecekti. Kafamda sinsi planlar yaparken masaya tutunarak yerden kalktım. Benimle birlikte Aras da doğrulmuştu ancak dikkatini başka bir şey çekmişti sanırım. Bakışlarını takip ettiğimde onun masadaki üzeri kapalı tepsiye baktığını gördüm. Bununla birlikte yemekler aklıma geldi ve ufak bir çığlık atarak arkamı döndüm.

"Aras yemekleri salona taşımalıyız!" diye bağırarak tencereleri üst üste koyup kapıya koşturdum. "Üzerine koku sinmeden böreği al da gel hadi!"

Neyse ki kriz anlarında soru soran tiplerden değildi. Yemekleri kanepenin üzerine bıraktığımda elinde börek tepsisiyle o da kapıda göründü. Kafası karışmış gibi görünüyordu.

"Sen evde olduğumu nereden biliyordun ki?" diye sordu tepsiyi koltuğa koyarken. "Son anda belli oldu erken geleceğim, döner dönmez kafayı vurup yatmıştım."

"Bilmiyordum ki zaten." dedim tişörtümü koklayıp yüzümü buruşturarak. "Akşam geleceğini sanıyord—Mutfağın penceresini açmayı unuttuk!"

Aras tepsideki notu eline alırken ben de enkaz alanına dalıp pencereleri açtım. Ardından her ihtimale karşılık ocağı ve fırını kontrol ettim, kapalıydılar. Yerlere turşu dökülmüştü ama neyse ki etrafta fazla hasar yoktu. Sonuçta o bidon dolabın dışında da patlayabilirdi... Ortaya çıkacak manzarayı düşünmek bile kalbimin sıkışmasına yetmişti.

Mutfaktan çıktığımda elinde minik not vardı hala. Dalgın bakışlarla kağıdı incelediğini görünce "Tezgahın altındaki dolabın içi dışında fazla hasar yok." diyerek yanına yürüdüm. "Hadi sen duşa gir, ben de şuraları temizl—"

Beni çekip öptü.

Kendimi birden ona yaslanmış halde bulunca kollarımı boynuna dolayıp sımsıkı sarıldım. Deli gibi özlemiştim resmen. Selanik'teyken kollarım fazla alışmıştı varlığına. Bedenim onunla birlikte uyumaya alışmıştı. Geceleri kabuslar yüzünden uyandığımda kendimi yatakta onu ararken buluyordum bazen.

Tam ben bunları düşünürken "Sensiz uyuyamıyorum..." diye mırıldandığını duydum. "Kollarımın arasında olmana, sıcak nefesini göğsümde duymaya çok alıştım Melek. Bir aydır burnumda tütüyorsun."

"Ha, özlediğinden öptün yani?" diyerek sululuk yaptım. "Bana daha çok yemekler yüzünden öpmüşsün gibi geldi."

"Eh, acıktığımı inkar edemem..."

"Hiç şaşırmadım." dedim sırıtarak. "Ama bu halde o tencerelere yaklaşamazsın. Yemeklerine bir an önce kavuşmak istiyorsan doğru duşa."

"Bence yemekler de benimle birlikte duşa gelebilir."

Ne dediğini duyunca başımı geri çekip yüzüne baktım. Gözlerindeki ifadeyi gördüğümde kalbim deli gibi çarpmaya başladı, bastıramadığım bir heyecan yüzüme yansıyordu. Dudaklarımız tekrar buluşurken "İyi fikir..." diye mırıldandım. "Hem daha hızlı yıkanmış oluruz..."

Ufak bir kahkaha atarak kucağına aldı beni. Bacaklarımı beline sararken bastıramadığım bir tebessümün yüzüme yayıldığını hissettim. Bu adamın gülüşü böyle bir etki yaratıyordu üzerimde. Neye güldüğünün bir önemi yoktu, sebebini bilmesem bile güldüğünü duyunca mutlu hissediyordum.

Gerçi sonra neye güldüğünü anladım. Çünkü banyodan çıktığımızda hayatımın en uzun duşunu almıştım.

✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧

NOT: Aşağıda karakterlerin kişisel siyasi görüşleri hakkında diyaloglar okuyacaksınız. Bunların kişisel olduğunu unutmayın.

NOT2: Siyasi anlamda yeterli bilgiye sahip olmayan arkadaşlara diyalogları kavrayabilmeleri için öncelikle profilimde bulabilecekleri DMS Kültür Seansı adlı hikayenin Galaxy Tab S6, Ahmet Necdet Sezer ve Siyaset isimli bölümünü okumalarını öneririm.

-*-

- Sergi Gecesi -

Araba benden hızla uzaklaşırken arkasından bakmak dışında bir şey yapamadım. Tam da tahmin ettiğim gibi Melek kaçmıştı ve ben sebebini deliler gibi merak ediyordum. Utandığı için mi? Pişman olduğu için mi? Arzu yüzünden mi? Belki de bana karşı bir şey hissetmiyordu, belki de onu tahrik ederek öpüşmesini sağlamıştım, belki de bana aşıktı, belki de...

İç çektim. Cevabını ondan duymadıkça asla öğrenemeyeceğim sorulardı bunlar. İşin kötü yanıysa Melek'i konuşturmak profesyonel bir ajanı itirafçı yapmaktan daha zordu. Kafasının içinde neler döndüğünü anlayamamaktan yorulmuştum artık.

Fakat dudaklarımda hala onun dudaklarının tadı vardı ve bu tüm zorlukları unutturuyordu.

Siyah transit yanımda durunca başımı çevirip ters bir bakış attım. Mert aptalı muhtemelen oynadığı numarayı yuttuğumu sanıyordu fakat aynadan aracı gördüğüm için durmak zorunda kalmıştım. Dayımın sabrı tükenmiş olmalıydı, durmasaydım zorla durduracağını da biliyordum. İnsanın dayısı Kütüphaneci gibi bir pezevenk olunca hayatında romantizme de drama da yer kalmıyordu.

Sürgülü kapıyı açıp içeri bindiğimde bir tavus kuşu gibi kabararak yerinde oturduğunu gördüm. Elleri yere dayadığı bastonunun üzerindeydi, gelişimi duyunca dönüp bakmamıştı bile. Kapıyı kapattıktan sonra karşısına geçip oturdum ve malum soruyu sordum.

"Ne istiyorsun benden?"

"Sorduğun bir soruya... Öhm... Cevap vermeyi düşünüyordum."

Bu hiç normal bir şey değildi. Evet, Kör Kütüphaneci gözlemlenebilir evrendeki tüm bilgiyi depolamış bir manyak olabilirdi fakat paylaşmaktan hiç hazzetmezdi. İnsanları onun yeğeni olmakla korkuturken sadece blöf yapıyordum. Zira bildiklerini benimle de paylaşmıyordu. Bazen bir takım cevaplar verirdi ancak bunlar ya işe yaramaz olurdu, ya da şifreli bir şekilde önüme sunulurdu.

Fakat bugün pek cevap alma havamda değildim ben. Daha doğrusu cevap almak istediğim kişi dayım değildi. Melek'ti.

"Şimdi mi?" dedim kahkaha atarak. "Tüm gün bunun için mi siktin kafamı?"

"İstemiyorsan cevabı kendi başına bulmayı da deneyebilirsin. Başarısızlığa seyirci olmak beni rahatsız etmez."

Blöf yapıyordu. Ciğerini biliyordum ben bu pezevengin. Belirli bir yaşa kadar onu hiç görmemiş olabilirdim fakat eline doğmuş olsam ancak bu kadar tanırdım dayımı.

"Tanrı aşkına yorma artık... Ne cevabı vereceksen ver."

Ufak bir öksürükle boğazını temizledi. Ardından koltuktaki dosyalardan birini alıp bana uzattı. "Yönetim kuruluna yazılı uyarı göndermişsin."

"Aynen öyle." dedim dosyayı elime alırken. "Eğer şirketteki paranın yarısının nereye gittiğini söylemezsen mahkemeye de giderim."

Birkaç ay önce kapıma gelen genç bir mühendis sayesinde ayıkmıştım bu duruma. Şirketteki projelerde bir gariplik vardı. Üretime çıksa piyasayı sallayacak kadar verimli tasarımların üretim aşamasına geldiğinde yeniden yapılandırıldığını fark etmiştim. Projelerin mevcut verimiyle kalitesi neredeyse yarı yarıya azaltılıyor ve bu şekilde üretime konuluyordu. Normal koşullarda bu durumun üretim masrafını da yarı yarıya düşürmesi gerekirdi. Ancak kağıtlara baktığımda proje maliyetinin aynı kaldığını görmüştüm. Şirkette trilyonlarca dolar cironun yarısı bir karadelik tarafından yutuluyordu.

Başta bunu Özer'in adamlarının puştluğu şeklinde yorumlamıştım. Fakat mevzuyu biraz deştiğimde arkasından dayım çıkmıştı. Onun şirketi hortumlayacağını elbette düşünmüyordum, kabul etse yarın sabah tüm malı mülkü üstüne yıkıp kaçardım zaten. Fakat bir boklar döndüğü kesindi.

"Ne bunlar?" dedim dosyayı karıştırarak. "Paranın nereye gittiğini belirtmemişsin ki."

"Ama paranın ne kadar zamandır bir yerlere gittiği belli."

Eğer on sekiz yaşımda ona vekalet verdiğim zamandan bu yanaysa ortada çok büyük boklar dönüyor demekti. O zamandan bu yana kaybolan paranın miktarını hayal edemiyordum bile. Fakat sayfayı çevirip son tarihe göz attığımda korktuğum tarihle karşılaşmadım.

Çok daha korkunç bir tarihle karşılaştım. 26 Ocak 1998.

"NE?!" dedim hayretle. "Yirmi senedir şirketin yarısını götürüyor muydun gerçekten? Üstelik yetki Özer'de olduğu halde!"

Kibirli bir tavırla omuz silkti. "Özer şirketin görünen yüzünde yetkiliydi."

Eh, bu mantıklı olurdu. Zira ben de dedemin neden oğlu dururken Özer gibi bir cibilliyetsizi veliaht yaptığını merak ediyordum. Görünüşe bakılırsa öyle bir şey yapmamıştı. Özer vitrin süsüydü sadece. Tıpkı benim gibi...

"Ne boklar dönüyor?" dedim öfkeyle. "Yirmi senedir bu boyutta bir parayla ne yapıyorsun sen? Üstelik benden önce şirkette ArGe departmanı bile iş yapmıyordu."

"Çünkü ArGe maliyetlidir." dedi utanmadan. "Saral Holding elindeki teknolojiyle bir yirmi yıl daha ArGe yapmadan sektörde lider kalabilir Aras. Sandığının çok daha ötesindeyiz."

"Laf oyunlarını bırak artık, Kütüphaneci." diyerek dosyayı koltuğa fırlattım. "Eğer bu gece bana her şeyi anlatmazsan yarın sabah yolda gördüğüm ilk adamı notere götürür, dedemin tüm malını mülkünü devrederim. Cevap istiyorum, anladın mı? Eğer cevap vermeyeceksen vaktimi boşa harcama."

"Cevabını vermeyeceğim bir soruyu..." dedi viski kadehinden bir yudum alarak. "Sana neden sordurayım ki?"

Ağzım bir karış açık kaldı. "Yoksa..."

"Evet, Kerem'i ben gönderdim." diye mırıldandı. "Ne sanıyordun Aras? Yeni mezun bir mühendis patent bilgilerine gizlice erişecek, öyle mi? Bakkal işletmiyoruz biz—"

Cümlesine devam edemedi çünkü üstüne atladım. Gırtlağına çöktüğümde elindeki viski kadehi fırlayıp yere döküldü. Nefessiz kalınca boğazından garip sesler çıkmaya başlamıştı. Bu şekilde devam edersem bir dakika sonra gebermiş olacağını biliyordum.

"Yeter artık!" diye bağırdım öfkeyle. "DURUN ARTIK!"

Dışarıdan bakan biri bu tabloda gariplik olduğunu düşünürdü zira adamın gırtlağını ben sıkıyordum. Fakat bu adam da benim hayatımı sikiyordu. Hem de yirmi yıldır.

Arabanın kapısı açıldığında onun elini kaldırıp adamlarını durdurduğunu gördüm. Götveren gerçekten onu öldüremeyeceğimi sanıyordu. Suzan'ı bile öldürmüşken ona merhamet edeceğime inanıyordu. Bu düşünce karşısında ellerimi boğazından çektim ve gülmeye başladım.

"Cidden neden?" dedim kahkaha atarken. "Neden seni öldüremeyeceğimi düşünüyorsun ki?"

"Çünkü ben senin dayınım."

"Bunu hareketlerine yansıtma biçimin çok hoş."

Elinin tersiyle sinek kovar gibi bir hareket yaptı. Ve adamları geri çekilip kapıyı kapattı.

Çok geçmeden ben de öfkemi kontrol altına almıştım zaten. Aptal yerine konmak beni neden öfkelendiriyordu ki? Bunu sürekli yaşıyordum zaten.

Örneğin dedem öldükten sonra dayımın sahiden de inzivaya çekildiğini düşünmüştüm. Dedemin tüm mal varlığını Özer gibi bir cibilliyetsize emanet edeceğini düşünecek kadar aptaldım ben. On sekiz yaşında sıfır bilgiye sahip bir gençken gece gündüz çalışarak ve kanunları okuyarak şirket yönetebileceğime inanmıştım. Üst düzey yöneticiler arkamdan iş çevirip şirketi götüremiyordu çünkü çok zekiydim ben. Tabi.

Ah... Ancak filmler görülebilecek bir saçmalık...

"Derdiniz ne sizin?" dedim başımı kaldırıp. "Neden elimizdeki teknolojiyi baltalıyorsunuz?"

"İlk sebep, dikkat çekmemek için." diye cevap verdi bana. "Geçen yıl piyasaya çıkardığımız IHA'ları hatırladın mı?"

"SSB'den yılın yenilikçi tasarım ödülünü alan proje mi?"

Başını sallayarak onayladı. "O proje 1981'de tasarlanmıştı."

"Siktir oradan." diyerek güldüm. "Birincisi, o yıllar böyle bir teknoloji yoktu. İkincisi, dedem puştun teki olabilir fakat vatansever biri olduğunu da inkar edemezsin. Elinde böyle bir teknoloji olsaydı saklamak yerine devletle paylaşırdı."

"Sonra ne olurdu?" diye sordu bana. "1980'ler... Ülkede liberalizmin yükselişe geçtiği yıllar... Atatürk'ün kurduğu karma ekonomi yavaş yavaş geride bırakılıyor... 24 Ocak Kararları çıkmış... ABD eliyle darbe yapılmış... Sence böyle bir atmosferde o projeler hayata geçirilir miydi?"

İkna olmamıştım fakat sormaya devam ettim. "Peki sonra neden saklandı?"

"Çünkü liberalizmin yükselişi devam etti!" diyerek köşeden bir bardak alıp kendine tekrar viski doldurdu. "Bak, deden asla komünizm destekçisi bir insan olmadı fakat Demir Perde ülkeleri kapitalistleri dengede tutuyordu. Doksanlı yıllarda Sovyetler yıkıldıktan sonra ABD'nin, dolayısıyla NATO'nun karşısında dengeleyici bir güç kalmamış oldu. Hepimiz yeni bir dönemin başladığını biliyorduk. Gerçi ben deden kadar öngörülü değildim ama..."

"Nasıl yani?"

"Ben olaya daha iyimser yaklaşıyordum." diye cevap verdi. "Dünyadaki güç dengesi bozulmuş olabilirdi fakat Türkiye'de askeri kanat ve siyasal kanat birbirini dengeliyordu."

"Ordunun ABD eliyle darbe yaptığını söylemedin mi sen?"

"Seksen darbesi emir komuta zincirinde gerçekleşmişti." dedi viskisinden bir yudum alarak. "Yani darbeyi yapanlar üst düzey komutanlardı. Rütbeler yükseldikçe insanlar kirlenir, Aras. Buna rağmen ordunun büyük çoğunluğunu oluşturan düşük rütbeliler ve rütbelilerin bir kısmı hala Atatürkçüydü. Askeri kanadın Devletçilik ilkesinin yok olmasına izin vermeyeceğini düşünüyordum. O kanadın koparılabileceği aklıma bile gelmemişti."

"İyi de bunları bana neden anlatıyorsun?" diyerek iç çektim. "Konumuzun siyasetle ne ilgisi var? "

"Her şeyin siyasetle ilgisi vardır." dedi sakin bir tavırla. "Deden hükümetlerle uzlaşamadığımız sürece elimizdeki teknolojinin gizli kalması gerektiğini düşünüyordu."

"Peki hükümetle nasıl uzlaşacaktı?"

"Hükümetin başına geçerek."

Birkaç saniye boş boş baktım. Doğru mu duymuştum? Büyük Saral planı böyle bir şey miydi? Ha siktir...

"Sakın bana darbe yapacağınızı söyleme!" diye bağırdım birden. "Yemin ederim Fetö ihbar hattını ararım!"

"Saçmalama Aras." diyerek burun kıvırdı dayım. "Bizim köklerimiz Selanik'e dayanıyor. Aile geçmişinde cemaatlerin yer almadığına emin olabilirsin."

Eh, bu mantıklı bir açıklamaydı. Zaten dedem de ölüydü, mezardan kalkıp darbe yapamazdı bence. Kendimi tankların önüne yatmış halde hayal edince nefesimin kesildiğini hissettim. Bende böyle sülale varken iktidar yanlısı bile olurdum.

"Nasıl rahatladım anlatamam." dedim ters ters. "Aile geçmişimizde her bok var ama neyse ki cemaatler yokmuş. Gerçi olsaydı da zamanla cemaatin kendisi haline gelirdiniz zaten. Mesela senden çok güzel Fethullah Gülen olurdu, aynı pezevenklik..."

Başını öteki tarafa çevirip saygısız olduğumla ve böyle bir yeğen hayal etmediğiyle ilgili bir şeyler söylendi. Hah. Ben de böyle bir dayı hayal etmemiştim. Genelde dayılar eğlenceli, dolandırıcı ve işe yaramaz tipler olurdu. Benimki bu üç özellik arasından sadece dolandırıcılığı tutturabilmişti.

"Ee nasıl yapacaksınız peki?"

"Hükümetin başına seçimle de geçiliyor, biliyorsun değil mi?" diye sordu dayım. "Yeni bir siyasi partiden bahsediyorum."

Son derece net bir cevap verdim. "Asla sana oy vermem."

"Bana oy vermeyeceksin zaten." dedi iç çekerek. "Sermaye grupları her zaman arkaplanda kalır, Aras."

Eh, bu da mantıklıydı. Dayım her konuda gölgede kalmayı tercih eden biriydi zaten. Şirket yönetiminde bile gölgede kalıp Özer'i yetkili olduğuna inandırmayı başarmıştı. Sonra da beni...

Artık onun gücünü yalnızca elindeki arşivden almadığını anlamıştım. Kör Kütüphaneci'yi oyun kuruculardan biri yapan şey de bulunduğu yerdi. Bertaraf edilemiyordu çünkü görünmezdi. Gölgedeki adamdı Ertuğrul Saral. Ve gördüğüm en tehlikeli insanlardan biriydi.

Fakat meselenin sadece siyaset ya da şirket olmadığını biliyordum. Çok büyük planlar yapmışlardı, çok çok büyük planlar... Bazı insanlar satrançta on hamle ötesini görebilirdi. Dedemse daha taşlar tahtaya bile dizilmeden önce sonucu öngörebilen bir insandı. Bir piyon gibi harcandığımın farkındaydım. Ancak buna rağmen, İbrahim Saral'a duyduğum tüm nefretin ötesinde asla itiraf etmeyeceğim bir hayranlık vardı.

"Ya yirmi senedir kaybolan para?" diye sordum dayıma dönerek. "Ülkenin ekonomik anlamda en geniş hacimli şirketinin yirmi yıllık cirosundan bahsediyoruz, Kütüphaneci. O parayla siyasi parti değil, uzay üssü bile kurulur."

"Haklısın, çok büyük bir meblağ." dedi başını sallayarak. "Üstelik o paranın üstüne varlığını bilmediğin başka gelir kaynakları da ekleniyor. İkinci sebep de bu işte, paranın kullanım amacında."

Nihayet sorularıma cevap bulacağımı anlamıştım. Bir bardağa viski doldurup arkama yaslandıktan sonra dayıma döndüm.

"Peki tüm o amacı öğrenebilir miyim?"

"Öğreneceksin." diye cevap verdi. "Fakat bu bir gecede olacak bir iş değil. Öğrenmen gereken bambaşka şeyler de var, Aras. Uzun bir yolculuğa çıkmaya hazır mısın?"

Gözlerimi kapatıp başımı iki yana salladım. "Değilim."

"Harika. O halde gidelim."

✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧

Uyarı: Son iki bölümü okumayanlar, önümüzdeki bölümlerde anlamadığınız birçok şey olacak. Yine de siz bilirsiniz...

Öpücüklerle. 🖤

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro