Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Bölüm 46 - Yılbaşı

Bu bölüm VENK tarikatının üyelerinden olan, aylar önce hikayeyi yanlışlıkla sildiğimde(evet yapmıştım bu mallığı, sonra okurlar ağzıma sıçtıydı ahskdjks) hokus pokus yaparak geri getirmeyi başaran, kıdemli vatpedçi, zeka küpü ve insan sarrafı, biricik bacım Duygu'ya gelsin. Götünü yeriw askew. 😍
pirate-hunter

-*-


Tam da o anda dehşetengiz bir çığlık daha koptu ve Zaphod tir tir titredi.

"Bir adama bunu yapan şey ne olabilir?" dedi soluk soluğa.

"Evren," de Gargravarr uzatmadan, "bütün o sonsuz Evren. Sonsuz güneşler, aralarındaki sonsuz uzaklıklar ve görünmez bir nokta üzerinde görünmez bir nokta olan, sonsuz küçüklükteki kendin."

Douglas Adams - Evrenin Sonundaki Restoran

-*-

AYAZ

Ayaz Baransel tam anlamıyla babasının oğluydu. Dış görünüş olarak Davut Baransel'in kopyası olmasından ibaret değildi mesele, karakterinde de Doğrucu Davut'un izleri görülüyordu. Tıpkı babası gibi cemiyetten hoşlanmıyordu o da. Üretken bir insandı fakat bilinirliği yüksek biri olmaktan hep kaçınmıştı. Ve sahip olduğu tüm imkanlara rağmen hep kendi ayakları üstünde durmaya çalışmıştı. Ayaz Baransel tam anlamıyla babasının oğluydu, çünkü en az babası kadar dürüst ve doğrucuydu.

"Deniz nasıl oğlum?"

Başını kaldırıp çay fincanından bir yudum alan annesine baktı. Onun asla retorik sorular sormayacağını biliyordu, zarafetiyle perdelediği keskin bir zeka taşırdı Sevinç Hanım. O keskin zeka şimdi de oğlunun içindeki sıkıntıyı keşfetmişti anlaşılan.

"Çok fazla endişeleniyor." diye cevap verdi annesine. "Ona çaktırmamaya çalışıyorum ama ben de diken üstündeyim."

"Doktor bir şey mi söyledi?"

Bocaladı Ayaz. Hayır, doktor hiçbir şey söylememişti fakat karısı ilk hamileliğinde düşük yaptığı için ikisi de son derece gergindi. Aslında ilk hamilelikte her şey yolunda gidiyordu. Deniz'le birlikte yurtdışında uzun bir seyahat yapmış, hamileliğin dördüncü ayında Türkiye'ye dönmüşlerdi. Ailelerinde hiçbir stres unsuru yoktu, aksine annesiyle babası gelinlerini çok seviyordu.

Dönüşlerinin ertesi günü onlara yemeğe gittiklerinde her ikisi de el üstünde tutmuştu Deniz'i. Yemekten sonra saatlerce muhabbet etmiş, babasının gelinine hediye olarak aldığı tabloyu incelemiş, yurtdışından getirdikleri hediyeleri açmış ve güle oynaya evlerine dönmüşlerdi. Sabaha karşı karısının çığlığıyla uyandığında yatakları kana bulanmıştı.

"Biz evham yapıyoruz aslında." diyerek itiraf etti genç adam. "Bir de şu aralar şirket işleri yüzünden Deniz'e çok fazla zaman ayıramıyorum."

"İşte şimdi baban oldun." diye söylendi annesi. "O da şirketin kuruluş aşamasında başını işten kaldırmazdı. İlla kendi şirketinizi kuracaksınız, babalarınızın şirketi batıyor size."

Ayaz annesinin serzenişlerinin ciddi olmadığının farkındaydı. Üniversiteden mezun olduğunda arkadaşlarıyla bir startup şirketi kurmaya karar verince Sevinç Hanım babasına karşı hep onun yanında durmuştu. Davut Bey'in gönlü, oğlunun kendi hukuk şirketlerinde çalışmasından yanaydı. Ayaz'ın mühendislik okuması bile babasının içindeki umudu söndürmeye yetmemişti. İşte o günlerde en büyük desteği annesi vermişti ona.

"Anne benim mühendis olduğumun farkındasın, değil mi?"

"Şükürler olsun ki, bir konuda sana katkım olmuş." diyerek güldü Sevinç Hanım. "Zekanı da babandan alsaydın çocuğu tek başına yapmış olacaktı."

Ufak bir tebessüm belirdi Ayaz'ın yüzünde. "İşte ben de bu yüzden sana geldim. Aklına ihtiyacım var."

"Ne konuda?"

"Aras Karadağ." diyerek iç çekti Ayaz. "Ben bu heriften kurtulamıyorum yemin ederim. Israrla şirketi almak istiyor."

Birkaç ay önce Saral Holding ona böyle bir teklifle geldiğinde nazikçe reddetmişti. Onların sadece kendilerine teklif vermediğini biliyordu. Genç veliaht başa geçtikten sonra şirket politikasında önemli bir değişiklik yapıp rotalarını değiştirmiş ve holding olarak konvansiyonel savaş yerine siber savaş alanında savunmaya yoğunlaşmışlardı. Onların dört yeni sahaya yöneleceklerini duyduğunda bunun başarısız bir hamle olduğunu düşünmüştü Ayaz. Teknoloji eksponansiyel bir artışla ilerliyordu. Saral Holding gibi bir ihtiyar kurdun bu ilerlemeye yetişebilmesi mümkün değildi. Sıfırdan birimler kurup eleman yetiştirmeleri, bu alanda uzman kişileri bulup danışmanlık almaları, bunun içinse çok ciddi bir bütçe ve zaman ayırmaları gerekiyordu.

Fakat sonra holding politikasının bu olmadığı anlaşılmıştı. Saral Holding sıfırdan birimler kurmak yerine yerel sektördeki irili ufaklı startup şirketlerini satın alarak halihazırda kurulmuş birimleri, üstelik beraberinde deneyimli elemanlarla birlikte bünyesine katıyordu. Bu süreçte pek zorluk yaşadıkları söylenemezdi zira küçük şirketlere ciddi miktarlar teklif ediyorlardı. Risk almak istemeyen startup kurucuları ise parayı alıp şirketi devrediyor ve yaşlı kurdu kazıkladıklarını düşünerek kendilerini şanslı sayıyorlardı. Fakat Ayaz onların yanıldığını biliyordu. Saral Holding şirketlere ciddi miktarlar teklif ediyordu zira o birimleri sıfırdan kurmanın maliyetinin dört beş kat daha fazla olacağının farkındaydı.

Bunları annesine anlattığında "Bana kalırsa çocuk çok zekice hareket ediyor." diye yorum yaptı Sevinç Hanım. "Sen o dönemleri hatırlamazsın ama Saral Grubu eskiden ülkede teknoloji öncüsü konumundaydı. İbrahim Bey öldükten sonra neredeyse yirmi yıllık bir durgunluk yaşadılar. Düşünebiliyor musun Ayaz? Şirketin temelleri o kadar sağlam ki yirmi yıl boyunca hiçbir şey yapmadan ayakta kalabildiler."

"Bakıyorum da sen bayağı sevdin bu adamı." diyerek homurdandı Ayaz. "Sergiden sonra babam da sen de pek ilgilenir oldunuz."

"Aslında bunu seneler önce yapmalıydık." dedi Sevinç Hanım. Birden durgunlaşmıştı. "Babası senin babanla çok yakındı. Ben de Gülnihal'i tanırdım, kocasıyla anadoluya kaçmadan önce çok sık görüşürdük onunla. O çocuklara sahip çıkmamız gerekiyordu, yapayalnız büyüdüler."

"Kızı zaten Özer Bey büyütmedi mi? Oğlanı da dayısı yetiştirmiştir herhalde."

"Hayır, İbrahim Bey öldükten sonra Ertuğrul kabuğuna çekildi." diye cevap verdi annesi. "Tüm güç Özer'in eline geçmişti. Aras'ı kimin yetiştirdiğini bilmiyorum ama cemiyetten bir aile olmadığı kesin. Hepimiz onun öldüğünü düşünüyorduk, birden çıktı ortaya."

"Ve şimdi de şirketime kafayı taktı." diye söylendi Ayaz. "Altı kez reddettim adamı. Dün şirketin değerinin yedi kat fazlasını teklif etti. Çıldırmamak elde değil!"

Sevinç Hanım'ın yüzünde ufak bir tebessüm belirmişti. "Onun şirketi satın almak istediğinden emin misin?"

"Değerinin yedi kat fazlasını teklif ettiğini düşünürsek, bayağı şiddetle istiyor hem de."

"Belki de senin ne kadar şiddetle reddedeceğini merak ediyordur."

Bir anlığına duraksadı Ayaz. Annesinin ne demek istediğini anlayınca "Yok artık!" diyerek gülmüştü. "Şu an resmen paranoya yapıyorsun."

"Yapmadığımı biliyorsun."

"Yapıyorsun ve ben de şimdi gidiyorum." diyerek ayaklandı birden. "Şirkette işler beni bekliyor."

Kapıya doğru ilerlerken annesinin arkasından "Karşındakini hafife alma Ayaz!" diye seslendiğini duydu. "O çocuğun annesi gerçek bir dehaydı. Çatışmak yerine anlamaya çalışmanı öneririm!"

Kapının çarptığını duyunca iç çekerek arkasına yaslandı Sevinç Hanım. Aras'la tanışması gerektiğini biliyordu. Oğluyla neredeyse aynı koşulların ve benzer bir aile yapısının içine doğmuştu o çocuk. Bu kadar huzurlu bir aileye ve güzel imkanlara sahip olmasına rağmen Ayaz'ın yaptıkları ortadaydı. Onun ailesiz büyümüş ve İbrahim Saral gibi bir dedeye sahip versiyonunun neye dönüştüğünü çok merak ediyordu.

Ayaz ise annesinin haklı olup olamayacağını merak ediyordu. Hayır, Ayaz annesinin haklı olduğunu biliyordu. Asıl merak ettiği şey, bunun nasıl mümkün olabileceğiydi. Son süratle otobanda giderken kafasının içindeki tilkilerin kuyruğunun birbirine dolandığını hissetti. Nasıl bu kadar kör olabilmişti ki?

Kravatını çıkarıp koltuğa fırlattı öfkeyle. Bir yandan da karısını arayıp nerede olduğunu sormuştu. Elbette ki evde değildi Deniz, onun şirketi kendisinden bile daha çok önemsediğini biliyordu. Gerçi bu durum işine gelmişti. Zira onunla da konuşması gereken bir meseleydi bu.

Şirketin önüne vardığında arabayı park edip dışarı çıktı. Yedi katlı bir plazaydı burası, ilk altı kat başka startup şirketleri tarafından kullanılıyordu. Kendi şirketiyse yedinci katın tamamını kaplamıştı, bu gidişle altıncı kata da taşacak gibiydiler. Mülk sahibi annesi olduğu için bu konuda pek sorun yaşayacağını sanmıyordu. Tabi, yakın zamanda elinde bir şirketi kalırsa...

Binadan içeri girdiğinde danışmadaki çalışanlara kısaca selam verip asansöre yöneldi. Bir yandan da çantasından çıkardığı dosyayı inceliyordu, öyle ki beklerken ilk gelen asansörü kaçırdı. İkinci asansör geldiğindeyse başını dosyadan kaldırmadan boş kabine ilerledi. İçeri girdiğinde yedinci katın düğmesine basıp dosyaya döndü yeniden. Kapılar kapandığında dosyayı indirip birinci katın düğmesine bastı üç kez. Ardından üçüncü katın. Sonra tekrar birinci katın. Son olarak tekrar yedinci katın düğmesine bastığında kabinin ışıkları birden kapanmıştı. Asansörün sol duvarının açılıp yavaşça yana kaymasını bekledi Ayaz. Bu esnada gösterge paneli duran asansörün yedinci kata yükseldiğini gösterecek şekilde artıyordu.

Beş dakika sonra asansör gerçekten de yedinci kata ulaşmıştı. Fakat içinden kimse çıkmadı.

Asansördeki adam açılan duvarın ardındaki koridoru geçip başka bir asansöre binmişti. Yerin üç kat altına indikten sonra şifreyi yeniden girip mikrofonun açılmasını bekledi. Bir an sonra hoparlörden mekanik bir sesin yükseldiğini duydu.

"Kendinizi tanıtın."

"Ben Trismegistus." diye cevap verdi. "79111317."

Kapı açıldığında kendini bir ofiste bulmuştu. Karısı çoktan gelmişti bile, hafifçe büyümüş karnını tutarak endişeyle ona bakıyordu. Ekibin diğer üyeleri de kaygılı görünüyordu, Aras Karadağ bir süredir gündem konusuydu hepsi için. Elbette kimse zorla şirketi satın alamazdı fakat birilerinin onları bu kadar merceğe alması tedirginlik vericiydi.

Ayaz bir süre durumu nasıl izah edeceğini düşündü. Bir lider olarak ekibe yanıldığını itiraf etmek kolay değildi. Zoroaster ve Circe'nin ona anlayış göstereceğini biliyordu fakat Medea öğrendiği zaman haklı olarak bu anlayışı ondan esirgeyecekti. Düşünerek bir yere varamayacağını anlayınca üçlü koltuğa ilerleyip kendini karısının yanına bıraktı.

"Herifin derdi şirketi satın almak falan değilmiş." derken çantasını diğer koltuğa fırlatmıştı. "Adam bizim kim olduğumuzu çözmüş zaten, deneyip emin olmak istiyor sadece. Eğer şirketi ona satarsak, ki paravan bir şirketi nasıl satacağımıza dair hiçbir fikrim yok, herifi kendi inimize sokmuş olacağız ve eninde sonunda burayı bulacak."

Karşı koltukta oturan yeşil gözlü kız kaşlarını çattı. "Peki ya satmazsak?"

"O zaman da Aras bütün şüphelerinden arınır." diyerek güldü Ayaz. "Çünkü durmayacak. Biz her reddettiğimizde daha yüksek fiyat teklifiyle satın almak isteyecek. Sektörün geri kalanı bu durumu fark ettiğinde tüm gözler üzerimize dikilecektir."

Zoroaster ufak bir kahkaha attı. "Desene, Medea yine haklı çıktı."

✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧

Bölüm içinde bazı yerlerde elimde olmadan siyasi çıkarımlar yapmış olabilirim. Lütfen bunları salt doğru kabul etmeyiniz, verdiğim bilgiler doğrudur ancak yorumlar kişiden kişiye değişebilir. Bilhassa da genç okurlara, tavsiyem şu; siyasi bir konuda ne kadar çok kaynaktan yararlanırsanız o kadar gerçeğe yaklaşırsınız. Eğer amacınız popülist yorumlar yapmak değil de olan bitenleri anlamaksa sadece sizin fikrinizi savunan kaynakları takip etmeyin. Her okuduğunuza inanmayın. Sorgulayın. Sorgulayın. Sorgulayın.

İyi okumalar dilerim.

-*-

30 Aralık

Uyandığımda fırtına dinmişti. Pencerenin dışındaki aydınlık güne bakarken boynumu ovuşturdum. Giysi odasındaki kanepedeydim hala, uyumaktan her yanım tutulmuştu. Hava açık olduğuna göre Aras bugün götürecekti beni. İhtiyarın verdiği iksir fos çıkmıştı, raporlu bir deliye ciddi ciddi inandığımı hatırlayınca hafifçe güldüm. İstanbul'a döndüğümüzde ayrılsak bile eninde sonunda özlemin ağır basacağını umut etmekten başka çare kalmamıştı. Zamana sığınıp olacakları görecektim.

Esneyerek kalkıp dışarı çıktığımda Aras'ın evde olmadığını fark ettim. Fakat evde başka biri vardı. Ayıboğan.

Onu üçlü kanepede uyurken görünce şaşkınlıktan ağzım açık kaldı. Elbette sığmayı başaramamıştı, bebek beşiğine girip uyumaya kalksam tam da onun şu an göründüğü gibi olurdum herhalde. Fakat onun nasıl burada belirdiğine anlam verememiştim, dağ başında değil miydik biz? Üstelik dün akşam korkunç bir fırtına vardı.

Şaşkın şaşkın giysi odasının kapısında dikilirken tuvaletten gelen sifon sesini duydum. Ardından da musluk sesi... Hah, Aras tuvaletteydi demek. Başıma bir gözcü dikip şeytanlık peşinde koşmadığını bilmek içimi rahatlamıştı.

Fakat yanılıyordum. Zira Aras başıma iki gözcü dikmişti.

Lavabonun kapısı açıldıktan sonra dışarı ufak tefek bir kadının çıktığını gördüm. Üstelik hamile bir kadındı bu. Cılız cüssesinden çıkan karnın kaç aylık olduğunu bilmiyordum fakat en az altı aylık olduğu kesindi. Bana döndüğünde göz göze geldik ve yüzünde sevecen bir gülümseme belirdi. O kadar güzel bir yüzü vardı ki, onu incelerken bir tepki vermeyi unutmuştum.

"Aras'ın bir işi çıkmış." diyerek sormadığım bir soruyu cevapladı. "Yarın sabah dönecek, o gelene kadar da sen bize emanetsin."

Hah. Şeytan yine bir işler peşindeydi anlaşılan, yoksa neden bana haber vermeden gitsindi ki? Ne düşündüğümü fark edince kendime gülesim geldi. Gören de Aras normal zamanlarda haber vererek gidiyor sanırdı.

"Teşekkür ederim." gibisinden uykulu ve saçma bir cevap verdim. "Peki siz kimsiniz?"

Başıyla koltukta uyuyan Ayıboğan'ı işaret ederek "Ben Leyla, şu şahsın eşiyim." dedi. Bu esnada bir elini bana uzatmış, diğeriyle de karnını işaret etmişti. "Bu da Yağmur. Henüz kendisi tokalaşamıyor ama..."

Ayıboğan'ın eşi mi? Aklıma kadınla ilgili duyduklarım gelince hayranlık dolu bir sesle "Ben de Melek." diye cevap verdim. "Gerçekten de Ayıboğan'ı hastanelik edene kadar dövdünüz mü?"

Evet, hala uykum tam açılmamıştı. Süper kahraman kostümlü animatör görmüş beş yaşındaki veletler gibi davranıyordum. Hepsini geçtim, kadının kocasına Ayıboğan demiştim resmen. Salaklıktan salaklığa yelken açtığımı fark edince dilimi ısırdım fakat her zamanki gibi geç kalmıştım.

Neyse ki Leyla bunu sorun etmiş gibi görünmüyordu. "Bu lakabı sevdim!" diyerek ışıl ışıl güldü birden. Ardından kocasına dönüp seslendi. "Ayıboğan, uyan artık!"

Galiba Ayıboğan da uyku konusunda Arasgiller familyasındandı. Zira kadının sesi sıçratmamıştı bile onu, hala aynı şevkle uyuyordu. Leyla'nın görmüş geçirmiş bir edayla iç çektiğini duydum. Koltuğun yanına gidip adamı dürttüğünde pek değişen bir şey olmamıştı. Bunun üzerine Leyla mahcup bir tatlılıkla gülümsedi bana, ardından başını eğip fısıldayarak adama çıkıştı.

"Ulan kalksana, saat kaç oldu!"

Ayıboğan homurdandı. "Leyla ben sana göre değilim, git başımdan..."

"Alper seni Atilla İlhan'a benzetene kadar döverim." diyerek çimdik attı bu kez. "Melek kalktı, uyan sen de artık!"

"Hayır hayır, benim yüzümden uyandırma." dedim panikle. "Zaten evden kaçmaya niyetli değilim, valla bak."

"Ben tek başıma da sana göz kulak olurum, Melek. Fakat bu ayının artık uyanması lazım."

"Bu ayı gece boyunca direksiyon salladı..." diye homurdandı Ayıboğan. "Bu ayıya biraz insaf et be kadın!"

Kendimi tutamayıp gülmeye başladım. Leyla bir süre kararsız bir tavırla baktı kocasına, en sonunda insafa gelmiş olacak ki uyandırmaktan vazgeçip bana döndü.

"Gel Melek, biz de kahvaltı edelim."

"Bir dakikaya geliyorum." diyerek giysi odasına döndüm. Evde misafirler varken pijamayla dolaşmak pek içime sinmemişti, bu yüzden Aras'ın aldığı kot pantolonla kazağı giydim üzerime. Mutfağa geçtiğimde Leyla masanın önündeki sandalyede oturuyordu, beni görünce ayağa kalkıp buzdolabına yöneldi.

"İzinsiz açmak istemedim." dediğini duydum onun. "Açabilir miyim?"

Onun günün geri kalanında da bu şekilde davranmaya devam edeceğini anlamak zor değildi. "Ne olursun böyle yapma," dedim o yüzden. "Bana patronmuşum falan gibi davranırsan çok kötü hissederim. Ayrıca ben de bu evde misafirim..."

Ufak bir kahkaha attı. "Tam da Alper'in anlattığı gibi birisin."

"Ne dedi ki sana?"

Dolabı açıp malzemeleri çıkarırken yanına gidip ona yardım etmeye koyuldum ben de. Aslında hamile kadına iş yaptırmak içime sinmemişti fakat az önce sorduğu sorudan sonra içeri geçmesini söylersem beni yanlış anlamasından korkuyordum.

"Mütevazi ve sevecen biri olduğunu söyledi." diye cevap verdi. "Bir de çok başına buyruk olduğunu ve durmadan bir dolaplar çevirdiğini anlattı. Bu yüzden sana ekstra dikkat etmem gerekiyormuş."

Şaşkınlıkla baktım ona. "Ben mi dolaplar çeviriyormuşum?"

"Liman soymuşsun." diyerek gülümsedi Leyla. "Depo kundaklamışsın. Bir hacker grubuyla işbirliği yapmışsın. Okulunuzun rektörlüğünü yakmışsın. Bir doktorun muayenehanesini basıp adamı tehdit etmişsin. Kadının birini evire çevire dövmüşsün. Bir de Picasso tablosu çalmışsın ama o sanırım yanlışlıkla olmuş."

"Hepsi mübalağa!" dedim ateşli bir şekilde kendimi savunarak. "Tamam liman soyup depo kundakladım ama bir amaç içindi. Rektörlüğü ise yakmadım bile, sadece yangın süsü verdim. Tabloyu çalan da ben değildim, soygun ekibindeki bir arkadaşın salaklığı o. Kadına gelince, kendisi Aras'ın eski şeysiydi ve bana oyun oynayıp bir sürü hakaret etti. Doktorun muayenehanesi de... Adam orada yanlış anladı beni, niyetim tehdit etmek falan-"

Leyla tekrar kahkaha attı. "Aras da haklıymış."

"O ne dedi ki?"

"Senden bir bu kadar da yerin altında olduğunu söyledi." diyerek sırıttı. "Ruh ikizim falan mısın acaba?"

Puşt herif... Tüm şeytanlıklar onun başının altından çıkıyordu ama fena olan bendim. Gerçi onun sayesinde Leyla beni epey sevmişti. Belki onu benimle müttefik olmaya ikna edip Aras'ın yerini öğrenebilirdim. Aslı'da işe yaramıştı bu taktik.

"Kaderimiz aynı desene..." diye somurttum. "Aras nereye gittiğini bile bana söylemedi. Kendini benim yerime bir koysana Allah aşkına, ne kadar endişelendiğimi tahmin edebiliyor musun? Hayır gittiği yeri bilsem ne olacak sanki, ben sadece endişelenmek istemediğimden merak ediyorum... Senin bir fikrin var mı nereye gittiğine dair?"

Kadının yüzündeki tebessüm iyice genişledi. Yumurtaları tavaya kırarken "Melek ben istihbarat ajanıyım." dediğini duydum. "Bu şekilde ağzımdan laf alamazsın."

"Peki ne şekilde ağzından laf alabilirim?"

"Su tahtasına yatırırsan..." Bir an düşünüp başını iki yana salladı. "Ah hayır, onda da konuşmamıştım. İşkence eğitimi sırasında bilincimi kaybettiğim için pek net hatırlayamıyorum."

Ağzım bir karış açık kaldı. "Su tahtası derken... Hani şu Cemal Kaşıkçı denen gazeteciyi öldüren işkence tekniği mi?"

Olay hakkında çok fazla bilgim yoktu fakat gerçekleştiği dönem epey gündemde kalmıştı. Adamın cesedini parçalara ayırıp valizlere koyarak taşıdıklarını falan okumuştum internette.

"Demek siyasete ilgin var..." derken yüzünde bir tebessüm belirdi. "Evet o yöntem. Neyse ki ben sadece eğitim esnasında maruz kaldım. Bu arada o adam da gazeteci görünümlü istihbaratçıydı."

Şaşkın şaşkın baktım ona. "Cidden mi?"

"Evet, Suudi Arabistan uzun zamandır o adamın peşindeydi zaten." diyerek mırıldandı. "Kaşıkçı'nın ABD'de çok güçlü bir çevresi vardı, sanırım buna güveniyordu o da. İlk duyduğumda meselenin bizim başımıza patlayacağını düşünmüştüm."

"İyi de adamı öldüren Suudlar," dedim kaşlarımı çatarak. "Adamın kendisi de Suudi asıllı ABD vatandaşı. Bize niye patlıyor?"

"Adam İstanbul'da öldürüldü de ondan."

"Haa... Yani bizim için güvenlik zafiyeti oluyor, değil mi?"

"Suudların yaratmak istediği algı buydu." diyerek domatesleri doğramaya başladı. "Malum onlarla düşman gibiyiz, taht kavgası var arada. Akılları sıra adamı öldürüp sonra da bizim vatandaşımızı Türkiye'de öldürdüler diyerek bizi suçlayacaklardı."

"Ama?"

"MİT bu sefer çok iyi iş çıkardı." diye tebessüm etti. "Canları isteyince nasıl da güzel çalışıyorlar..."

Aklım hepten karışmıştı. Suudilerle biz nasıl düşmandık ya? Onların kralı ölünce burada yas falan ilan edilmemiş miydi? Gerçi Katar'la kriz yaşadıklarında biz Katar'ın tarafını tutmuştuk diye hatırlıyorum... Liseden beri siyasetle ilgileniyordum ama hala aklım almıyordu bazı şeyleri.

"MİT ne yaptı?"

"Suudi konsolosluğunu dinliyorlarmış zaten." diye cevap verdi Leyla. "Tüm olayın ses kaydını almışlar ama asıl başarıları bu kayıtları değerlendirme yöntemleriydi. Farkındaysan Kaşıkçı cinayeti uzun zaman gündemden düşmedi. Önce öldürülmüş olabilir dediler, sonra Suudi Arabistan'dan tim gelip öldürdü dediler, ardından Kaşıkçı'nın konsolosluktan çıkmadığını belgelediler, sonra cesedi parçalara ayrılmış diye basına bilgi sızdırdılar. Anlayacağın her gün sarsıcı bir bilgi paylaşarak olayı gündemde tuttular, en sonunda Suudiler de cinayeti kabul etmek zorunda kaldı."

Islık çaldım. "Vay anasını, güzel taktikmiş."

"Dediğim gibi, canları isteyince güzel çalışırlar." diyerek güldü. "Ama genelde canları istemez."

"Peki sen MİT ajanı mısın?"

Başını iki yana salladı. "Bir dönem orada da eğitim görmüştüm ama şu anda oraya bağlı değilim. Aslında şu an aktif olarak hiçbir yere bağlı değilim, ajanlık benim geçmişimde kaldı."

"İstifa mı ettin?"

Hafifçe güldü. "Ajanlıktan istifa edemezsin."

Açıkçası bu durum da bana saçma geliyordu. "İyi de seni zaten test etmiş olmalılar," diyerek karşı çıktım. "Onları satmayacağını bilmiyorlar mı?"

"Onlar biliyor ama diğer istihbarat servisleri bilmiyor." diye cevap verdi. "İstihbarata girdikten sonra beynin bir hazine sandığına dönüşür, Melek. Bağlı bulunduğun servisten istifa edebilirsin ama meslekten istifa edemezsin. Çünkü öğrendiğin gizli bilgiler hala buradadır." İşaret parmağıyla kafasına vurdu hafifçe. "O hazine sandığını patlatırlar."

Ayıboğan ve karısının bende uyandırdığı sevimli ajan çift algısı kayboldu birden. Aşk kitaplarına arka dekor olarak yerleştirilen istihbarat olayının ciddiyetini anlayınca hikaye romantik komedi yönünü yitirip gerçekliğe yönelmişti. Gerçeklik fazla katıydı.

"Peki sen nasıl ayrıldın?"

"Hazine sandığımı patlattılar." dedi basitçe. "Kimyasal işkence. Alabilecekleri her şeyi almışlar benden, ne yazık ki ben Kaşıkçı kadar şanslı değildim. İşkenceden sonra kimse beni öldürmeye tenezzül etmedi."

Donakalmıştım. Karşımda sapasağlam duran kadına bakarken duyduğum şeyleri sindiremiyordum bir türlü. Cesedi parçalara ayrılarak yok edilen bir adamın ondan daha şanslı olduğunu mu iddia ediyordu cidden? Neler yaşamış olabileceğini tahmin bile edemiyordum.

Bakışlarım karnına takılınca kendi kendime sövdüm. Hamile kadına neler anlattırmıştım ben? Leyla sakince salatalıkları doğrarken "Ç-çok özür dilerim..." diye mırıldandım. "Ben... Böyle sorular sormamalıydım sana."

"Geçmişten bahsetmek bana kötü hissettirmiyor." diyerek başını salladı. "Aslında bu çok daha korkunç ama üzerinde durmamaya çalışıyorum. Sonsuza kadar sürecek bir rüyanın içinde olmak gibi... Uyuduğunu biliyorsun ama asla uyanamayacağının da farkındasın, bu yüzden korkunç bir gerçekliğin peşine düşmek yerine güzel bir rüyayı kendi gerçekliğin olarak kabul ediyorsun. Söylesene Melek, sonsuza dek sürecek bir rüyanın gerçeklikten farkı nedir?"

Gerçek olmaması. Evet, tek fark buydu. Bu farkı görmezden gelebilmeyi başaran insanlar gördükleri rüyanın tadını çıkarırlardı. Fakat bazı insanlar yok sayamazdı gerçekliği. Bazıları korkunç bir gerçeği güzel bir rüyaya tercih ederdi.

"Farkı yok." diyerek gülümsedim. "Hem gördüğüm kadarıyla yaşadığın travmayı da atlatmışsın."

"Peki ya sen?" diye mırıldandı. "Sen travmayı atlatabildin mi?"

Başımı kaldırıp şaşkın şaşkın yüzüne baktım. "Ne travması?"

"Kimyasal işkence kadar olmasa da vücuduna sigara basılması da travma yaratır." diye cevap verdi. "Bu arada çok seksi bir kalçan var, haberin olsun."

Peynir tabağı elimden düşüp masaya çarptı. Zaten bırakmak üzereydim, bu yüzden içindekiler bile dökülmeden sorunsuzca zemine yerleşmişti. Fakat ben pek sakin değildim, Leyla'nın nasıl olup da beni görmüş olabileceğini çözmeye çalışıyordum hala.

"Sen nasıl... Ben giyinirken mutfakta değil miydin?"

Üstelik odanın kapısı kapalıydı. Nasıl bana fark ettirmeden kapıyı açmış olabilirdi ki? Yüzümdeki ürkek ifadeyi görünce Leyla'nın tebessüm ettiğini fark ettim.

"Aras bilmiyor, değil mi?"

"Bilmesi gereken bir şey yok..." diye geveledim. "Yani- görevin bu biliyorum ama... Lütfen böyle şeylerden bahsedip onun kafasını karıştırma-"

"Görevim ona bilgi vermek değil, bugün sana göz kulak olmak." diyerek omzumu sıktı. "Görevim olsaydı gördüğümü sana söylemek yerine ona mesaj atardım. Rahatla biraz..."

Başımı öne eğerken "T-teşekkür ederim..." diye mırıldandım.

"Yine de kafamı karıştırdığını inkar edemem." diye devam etti. "Ajan değilsin, bu yaştan sonra da olamazsın zaten. Ama o izler de rastgele değil, kim seni damgalamak istemiş olabilir ki?"

"Ben-"

Leyla birden sözümü kesip bağırdı. "Geri bas, Alper!"

Ayıboğan mı gelmişti? Şaşkınlıkla başımı kapıya çevirdim fakat kimseyi göremedim. İçeriden Ayıboğan'ın sesi yükseldiğindeyse iyice şaşırmıştım, zira epey uzaktan geliyordu.

"Daha koltuktan bile kalkmadım, hayatım! Hem sizi dinlemeye gelmeyecektim zaten, önlem almana gerek yoktu!"

Leyla hafifçe kıkırdamakla yetindi. Bense hala duruma anlam vermeye çalışıyordum.

"Ne önlemi aldın ki?"

Başıyla açık kapıdan görünen bir noktayı işaret etti. "Vestiyer kapağına bak."

Tekrar kapıya döndüğümde salondaki vestiyerin kapağının yarı yarıya açıldığını fark ettim. Tam neden bahsettiğini soracaktım ki bakışlarım kapağın camına takıldı. Üzerinde salonun yansımasını ve hala koltukta oturan Ayıboğan'ı görünce istemsizce "Siktir..." diye mırıldanmıştım. Leyla kapağı öyle bir açıyla açmıştı ki, bulunduğumuz noktadan Ayıboğan'ın uyuduğu koltuk görülebiliyordu. Sahiden de henüz yerinden kalkmamıştı bile.

Büyülenmiş bir halde konuştum. "Beni de ajan yapın ya..."

Leyla umutsuzca iç çekti. "Ama en az altı ay eğitim görmen lazım."

"Cidden mi?" diyerek ona döndüm. "Bu kadar kısa mı sürüyor yani?"

Yüzümde nasıl şapşal bir ifade varsa kahkahalarla gülmeye başladı. Elinde çaydanlıkla masaya geçerken "Çok basit bir şey soracağım." dediğini duydum. "Hukuk eğitimi kaç yıl sürüyor?"

"Dört." dedim hiç düşünmeden. "Hazırlıkla birlikte de beş. Tabi hiç sınıfta kalmazsan."

"Sonra?"

"Sonra hemen mesleğe başlayamıyorsun tabi," diye cevap verdim. "Bir yıl da staj var."

"Tek bir disiplinde, üstelik sadece teorik bir eğitimle uzmanlaşmak dört beş yıl sürüyor demek..." diye mırıldandı. "Tamam o zaman altı ay çok bile. Psikoloji, taktik muharebe, espiyonaj, silah, dövüş ve SERE eğitimleri altı üstü... Üç ay içinde helikopterden helikoptere atlarken şarjör değiştirecek seviyeye gelirsin."

Benimle dalga geçtiğini anlayınca somurttum. Zaten ciddi olarak sormamıştım bile. Onun yaşadıklarını öğrenmek epey gözümü korkutmuştu ama normalde de cesaret abidesi sayılmazdım. Araf'a hırsız girdiğinde dışarı çıkmaya bile götüm yememişti, sürekli korku ve stres içinde yaşarsam bir haftaya kalmadan kalp krizi geçirip ölürdüm.

"Ha, bahsettiğim eğitimlerden her ajan geçmiyor tabi." diyerek devam etti. "İstihbaratçıların çoğu tetikçi olarak kullanılır, hele ki bizim ülkede... Ya da muhbirler vardır mesela, okuma yazma bilmese de olur. Ama bu bahsettiklerimin bir değeri yoktur, en fazla üç beş sene yaşarlar zaten."

"Peki ya eğitimli olanlar?"

"Onlar değerlidir." diye cevap verdi. "Çoğu çocukluktan yetiştirilmiştir, genelde yurtdışında önemli görevlerde yer alırlar. Ama istihbarat dünyası homojen bir ortam değildir Melek, gayriresmi çalışan her oluşum eninde sonunda amacından sapar. Durum filmlerde göründüğünden çok daha karmaşık."

Kafam allak bullak olmuştu. Üstelik Leyla'nın yara izlerimi görmüş olması da tedirginlik yaratıyordu bende. Bu yüzden ajanlık konusuna daha fazla yorum yapmadım. Zaten çok geçmeden Ayıboğan da geldi, oturup hep birlikte kahvaltı ettik.

Sıra bulaşığa gelince onları kovmak suretiyle içeri kışkışladım. Mutfağı temizleyip döndüğümde Ayıboğan bu kez tekli koltukta oturarak sızmıştı. Biz de Leyla ile birlikte güzel bir film açıp izlemeye başladık.

Filme pek aklımı verdiğimi söyleyemezdim. Zira istihbarat konusunda söyledikleri hala aklımı kurcalıyordu. Hakkı Bey'in kitaplarında da anlattığı şeylerdi bunlar. Susurluk kazası, 2003 tezkeresi, Ziverbey Köşkü'nde yapılan sorgulamalar, Kaşif Kozinoğlu, Hiram Abas, Hablemitoğlu, faili meçhul cinayetler, kontrgerilla yapılanmaları, gladyonun tarihçesi ve yakın dönem siyasete dair diğer kavramlar... Kurtlar Vadisi Pusu'da anlatıldığı gibi vatansever insanlardan oluşan gayriresmi bir kurumun neden mümkün olamayacağını az çok anlamıştım. Bu tarz oluşumlar eninde sonunda kirlenirdi, üstelik Türkiye'de devlet içinde dahi ciddi çekişmeler vardı. Emniyet ve MİT'in birbirinden pek hazzetmediğini öğrenince çok şaşırmıştım, devletin bir çok kurumu birbiriyleriyle gizli bir savaş halindeydi. Bazı kurumlar diğerlerini dinliyor, ses kayıtları biriktiriliyor, bazen sırf karşı kurumu kötü gösterebilmek için ülkeye zarar verecek olaylara imza atılıyordu. Ve hepsinden ötesi, artık işin içine cemaat savaşları da girmişti. Operasyonlarla zayıflatılmadan önce Türk Ordusu tüm kurumların üzerinde bir güç gibiydi, üstelik cemaat yapılanmalarına karşı caydırıcı bir güç oluşturuyordu fakat askeri kanat gücünü kaybettikçe çift başlı değil bin başlı bir ülke haline gelmiştik. Hakkı Bey dış politikadaki dalgalanmaların bunlardan kaynaklandığını iddia ediyordu. Tabi bu fikre karşı çıkan antimilitarist akademisyenler de yok değildi. Hakkı Bey'in söylediğine göre, siyasette ve istihbaratta asla tek bir doğru olmazdı. Manipüle edilmiş binlerce doğrunun içinde parçaları birleştirerek gerçeği bulmaya çalışırdınız. Ve gerçek çok karmaşıktı.

Günün kalanı da benzer şekilde sıfır atraksiyon ve benim için bolca merakla geçti. Aras'ın nereye gittiğine dair hiçbir fikrim yoktu ancak o sandıktaki karışımlarla alakalı bir şey olduğuna emindim. Bence Alper'le Leyla biliyordu ama onlar da ağzından laf alınamayacak kadar istihbaratçıydı.

Akşam nöbet değişimi yaptılar sanırım. Zira Leyla uyuklamaya başlarken Ayıboğan cin gibi olmuştu. Yanlarında biraz oturduktan sonra yatağı onlara bırakmak için tekrar giysi odasına döndüm. Kapıyı kapatıp kanepeye kıvrıldığımda muhtemelen saat on bile olmamıştı. Fakat çok geçmeden uykuya daldım.

Bir ara dışarıdan gelen bir takım seslerle uykum bölündü. Birinin beni kucağına aldığını fark edince uyanır gibi oldum. Hemen ardından Aras'ın fısıldayan sesi kulaklarıma doldu. "Şş... Yat hadi..."

Oysa konuşmasına gerek yoktu, kokusundan tanımıştım onu. Bir şeyler söylenerek kollarımı boynuna sardığım hatırlıyorum. Biz içeri geçerken Ayıboğan'ın koltukta uyuyan karısını kucağına aldığını gördüm hayal meyal. Aras onlara kalmalarını falan söylüyordu. Gitmek istemiş olacaklar ki vücudum yatakla buluşurken dış kapının kapanma sesi geldi.

Sanırım rüyasız bir uyku uyudum. Ya da belki de bir rüyayı gerçek sanıyordum, bilemiyorum. Saçımı okşayan bir adam vardı, göğsündeki sıcaklığa hapsolmuştu sol yanağım. Bir çiçek içimde çürüyerek ruhumu zehirliyordu, gururlu köklerini elime dolayıp söktüm attım. Bin yıllık bir körlüğün ardından gözlerim yavaş yavaş açılıyordu. Ölüleri mezara, dirileri bağrıma bastım ve zindandan çıkıp hayatımda ilk kez kendime baktım. Damgalarım ışıldadıkça saçlarım kadar kızıla boyandım. Beni uykularımda bile seven bir adam vardı. Sonra uyandım.

Yatakta yalnızdım. Fakat bir bedenin sıcak izi hala çarşafların üzerindeydi. Yerimde doğrulurken banyodan su sesleri geldiğini fark ettim, şeytanın meskeni belli olmuştu böylece. O çıkana kadar boş boş beklemek yerine mutfağa geçtim, elimi yüzümü lavaboda yıkadıktan sonra kahvaltı hazırlamaya koyuldum.

Düşünmemeye çalışıyordum. Zihnim bir gayya kuyusu gibiydi, Aras'a söylemek istediğim o kadar çok şey vardı ki susmaktan başka çıkar yol bulamıyordum. Bu yüzden domatese omlete verdim kendimi. Aras'tan çıkaramadığım hıncımı kahvaltılıklardan çıkarıyordum. Bir ara öyle çok abarttım ki, elimde peynirli omletle arkamı döndüğümde masada peynirli omletle karşılaştım. Tüm kahvaltı kombinasyonlarını deneyip çift dikişe geçmiştim resmen.

"Stresli olunca yemek yapan tiplerden misin sen?"

Başımı çevirdiğimde Aras'ı kapının pervazında, dudaklarının kenarında minik bir tebessümle beni izlerken buldum. Gözleri üzerindeki gömlekle aynı renge bürünmüştü, gece kadar koyu, laciverte çalan bir mavi... Tıraş olduğu için sol yanağındaki gamzemsi çukur daha net bir şekilde belli oluyordu. Ağlamamak için kendimi zor tuttum. Sabah sabah bu kadar yakışıklı olmak zorunda mısın be adam?

"Melek?"

Elini yüzüme sallar gibi bir hareket yaptı. Önce havada duran eline baktım, ardından geniş gövdesine kaydı bakışlarım. Nedense birden iç çekesim gelmişti. Geçmişte, Aras'ın üzerinde mavi gömlek varken dünyada ondan daha etkileyici bir adam olamayacağını düşünürdüm. Onu henüz gömleksiz görmediğim masum yıllardı o vakitler...

"Melek beni duyuyor musun?"

Hafifçe iç çektim. "Hıhı."

"Karnın açken algılama sorunu yaşıyorsun, öyle değil mi?"

"Hayır asla." diyorum gözlerimi ondan alamadan. "Hiç de yok benim öyle bir sorunum."

"Öyleyse şu anda benimle sevişmek istiyorsun."

Dehşete kapılmış bir halde yüzüne çevirdim bakışlarımı. "Ne?"

"Sevişmek istiyormuş gibi bakıyorsun..." diye mırıldandı sandalyeye otururken. "Yumurtlama döneminde falan mısın?"

"Sütyenlerin süngerden yapıldığını duyan adama da bak..." diye söylendim. "İçinde uzman jinekolog varmış da haberimiz yokmuş."

Böylelikle kahvaltı bitene kadar çenesini bir daha açamadı.

-*-

Kahvaltıdan sonra korktuğum şey başıma gelmişti. Aras içeri geçip hazırlanmamı söylediğinde onu bulaşıklarla baş başa bırakıp salona döndüm. Aldığı kıyafetleri kabul edemezdim fakat eve gelinlikle dönecek halim de yoktu. Mecburen aldığı kotla mavi bir kazağı giydim üzerime. İstanbul'a döndüğümüzde bunları Lavinia'ya benim vermem gerekecekti.

Kalan kıyafetleri ise katlayıp poşetlere koydum yeniden. Onun eşyalarını toplamamıştım, beni bıraktıktan sonra buraya tekrar dönüp dönmeyeceğini bilmiyordum. Geriye bir tek gelinliği almak kalmıştı. Onu büyük kıyafet poşetlerinden birine sığdırmaya çalışacaktım. Eve götüremezdim elbette. Döndüğümüzde önce Sinemlere geçip düğmeleri tamir etmem gerekiyordu, sonrasında gelinliği kuru temizlemeye verip en kısa sürede Nazan Hanım'a ulaştırmalıydım. Acaba kuru temizlemenin fiyatı ne kadardı? Düşününce kulağa pahalı bir şeymiş gibi geliyordu çünkü.

"Hazır mısın, Melek?"

"Hazırım." diyerek giysi odasına seğirttim. "Şu gelinliği de bir poşete koyup geliyorum hemen-"

"O kahrolası şeyi yanına almana gerek yok. Eve dönmüyoruz."

Duraksadım. "Ne?"

"Annenler üç gün daha İzmir'de kalacağını sanmıyor mu zaten?" diye cevap verdi. "Hem bugün de yılbaşı... Tabi yeni yıl için başka planların varsa-"

"Ne yani, birlikte mi gireceğiz yeni yıla?" diyerek emin olmaya çalıştım. "İyi de o zaman bana neden hazırlanmamı-"

"Kasabaya ineceğiz." dedi basitçe. "Arabanın camını yaptırmam gerek. Hem alınacak başka şeyler de var."

Meselenin bundan ibaret olmadığına adım gibi emindim. Muhtemelen burada kalmamızı gerektirecek bir şeyler vardı. Daha birkaç gün önce gitmek için can atan adamın birden benimle yılbaşı kutlayasının geldiğine inanmıyordum. Fakat inanmış gibi yaptım. Yeni yıla onunla birlikte girmek benim en çok istediğim şeylerden biriydi. Fırsat ayağıma kadar gelmişken tepecek değildim.

"Ne oldu Melek?"

"Hiç..." diye mırıldandım. "Yeni yıla seninle birlikte girmek çok istediğim bir şeydi sadece."

"Benim de." diyerek itiraf etti. "Araf'ta dans ederken seninle hayaller kurmuştuk, hatırlıyor musun?"

Hafifçe omuz silktim. "Gerçekleşmediler."

"Konser görünümlü bir felaketten bahsetmiştik." diyerek hafifçe güldü. "Bence bu gerçek oldu."

Begümlere rastladığımız konseri hatırlayınca dişlerimi sıktım. Öte yandan haklıydı, sahiden de konser görünümlü bir felaketti o gün. Dans ederken başka ne hayal etmiştik ki?

"Olimpos'a gidecektik bir de." diyerek acı acı gülümsedim. "O gerçek olmadı."

Başını hafifçe yana eğdi. "Emin misin?"

"Ne?"

Ufak bir tebessüm belirdi yüzünde. "Sence şu anda neredeyiz, Melek?"

Siktir... Olimpos'taydık. Allah kahretsin, İzmir'de falan değildik biz. Manyak herif beni tutup Antalya'ya getirmişti! Derin bir nefes alarak içimde yükselen paniği yatıştırmaya çalıştım. Sakin olmam gerekiyordu, İstanbul'dan epey uzaklaşmış olabilirdik ama eve döndüğümde annem için mesafenin bir önemi olmayacaktı nasılsa.

Öte yandan, onun neden beni buraya getirdiğini anlayamamıştım. Çok öfkeliydi yola çıktığımızda, elimi ayağımı bağlayacak kadar gözü dönmüştü. Beni gözden çıkarmışken tutup da Olimpos'a getirmesine anlam veremiyordum. Üstelik burada bir evi vardı Aras'ın. Sahi, neden burada bir evi vardı.

"A-anlamıyorum..." diye mırıldandım. "O kadar öfkeliyken neden buraya getirdin beni? Bu ev... Bu evi ne zaman aldın mesela? Dans ettikten sonra mı?"

"Bu ev benim atalarıma aitti." diyerek hayrete düşürdü beni. "Burası benim memleketim, Melek."

Başımı kaldırıp şaşkınlıkla ona baktım. "Antalyalı mısın sen?"

"Antalya'da değiliz ki..." diyerek gülümsedi. "Selanik'te, gerçek Olimpos Dağı'ndayız."

Bugüne dek dizilerdeki bayılma sahnelerini hep saçma bulurdum. Ana karakter çok şaşkınlık verici bir haber alır, elini başına götürür ve döne döne sevdiği adamın kollarına süzülür... İşte bana mantıksız geliyordu bu konsept. Sonuçta bayılmak için daha büyük bir şey gerekirdi, insan sırf şaşırdı diye kendinden geçmezdi, öyle değil mi?

Geçiyormuş.

Elbette bilincimi tamamen kaybetmedim. Fakat duyduklarımı algıladığımda gerçekten de gözlerimin önü kararmaya başladı. Kısa bir sendelemeyle birlikte devrilmeden hemen önce "Allah belanı versin senin." diye mırıldandım. "Tut beni."

Sağolsun tuttu. Kafamın içi uğuldarken yeniden dizilere dönmüştüm. Dizilerde ana karakter kadın bayıldıktan sonra adam paniklerdi mesela. Benimki paniklemedi. Esas adam eğer olay dışarıda gerçekleştiyse ambulans diye bağırır, iç mekandaysa kadını yatağa yatırıp başında nöbet tutardı. Benimki daha realistik bir yaklaşım sergiledi. Kafamı musluğa tutmak gibi.

Ama hakkını yemeyeyim, buz gibi su yüzüme çarpınca ölü derilerim bile dirildi. Bir dakika... Biz ne ara banyoya geldik ki? Bir saniye önce gözlerimin önü kararmamış mıydı benim? Derin nefesler alarak sudan uzaklaşmaya çalışırken birkaç saniyeliğine de olsa bilincimi kaybettiğimi anlamıştım. O esnada Aras nihayet boğulduğumu fark etti sanırım. Önce klasik kedi yavrusu tutuşuyla beni ensemden tutup geri çekti, ardından da soluk almama bile fırsat vermeden yüzüme bir havlu bastırıp kuruladı.

"İyi misin?"

"Değilim." dedim tırnaklarımı kollarına geçirerek. "Bu sefer öldün sen..."

Rahatlamış gibi bir nefes alırken tekrar kucakladı beni. Bir anda yerden yükselince başımın döndüğünü hissetmiştim, kafamda babamın beylik tabancası patlayıp duruyordu. Banyodan çıkıp yeniden odaya dönerken Aras'ın "Ayılıp bayılmana gerek yoktu," dediğini duydum. "Selanik İstanbul'a Antalya'dan daha yakın."

Ve bu da, benimkinin olaylara bakış açısı... Üstelik laf olsun diye söylemiyordu bunu, gerçekten mantıklı konuştuğuna inanıyordu. Hani Kafka'nın "Kendimi yere atıp ağlayarak sana cehennemin ne kadar korkunç bir yer olduğunu anlatsam bile cehennemi anlayamazsın." gibisinden bir sözü vardı ya? Mesela ben de kendimi yere atıp ağlayarak Aras'a bu yaptığının ne kadar yanlış olduğunu anlatsam bile, yine de insan kaçakçılığının bir suç olduğunu anlayamayacaktı.

Yine de denedim. Beni yatağın üzerine bırakırken "Benim pasaportum bile yanımda değildi, pislik herif!" diye çıkıştım ona. "Nasıl getirdin beni buraya? Suriyelilerle birlikte şişme botların üzerinde mi geldik? İnsan kaçakçılarının tırlarına mı bindik? NASIL GELDİK?!"

Bu saydığım yöntemler öyle sabahtan akşama olacak şeyler miydi acaba? Bilmiyordum ki, daha önce hiç kaçak şekilde yurtdışına gitmemiştim. Daha önce hiç yurtdışına gitmemiştim. Asistanı olduktan sonra Emir lazım olursa diyerek pasaport çıkarttırmıştı bana sadece. Şimdiyse Yunanistan'daydım ve Şeytan'ın beni buraya nasıl getirdiğini bile bilmiyordum. Kendimi mültecilerle dolu bir şişme botta baygın halde Aras'ın kucağında yatarken hayal edince nefesim daralmaya başladı.

"Gerçekten çok fantastik bir hayal gücün var." dedi yatağa otururken. "Ama ne yazık ki, buraya çok daha sıkıcı bir yolla geldik. Uçakla."

"Hadi be oradan!" diyerek tersledim onu. "Türk Hava Yolları ne zamandan beri kaçak yolcu taşıyor?"

Kaşları 'ciddi misin?' der gibi bir tavırla yukarı büküldü. THY ile gelmediğimizi anlayınca kısa bir an için tüm havayolu firmaları zihnimde akıp gitmeye başlamıştı. Ancak sonra anladım. Özel uçakla gelmiştik buraya... Bu gerçeği sindirmeye çalışırken "İyi de ben nasıl uyanmadım?" diye mırıldandım. Daha önce hiç uçağa binmemiştim ama uykusu ağır bir insan değildim zaten, uyanmış olmam gerekmiyor muydu?

"Uykunda biraz eter koklamış olabilirsin..."

"Ne?!"

"Çok öfkeliydin, Melek." diyerek savunmaya geçti. "Beni kaza yaptırmakla bile tehdit ettin. Ne yapmamı bekliyordun ki?"

"Sen nasıl beni bayıltırsın ya?!" diye bağırdım bu kez. "Sen beni nasıl gizlice Yunanistan'a getirirsin?!"

"Özellikle gizlemedim. Bindiği arabayla indiği arabanın aynı olmadığını bile fark edemeyen sensin."

Siktir ya... Eve gelen doktorun adının Boris olduğunu hatırlamıştım birden. Sonra aşağıda duyduğum kilise çanları... Gittiğimiz Şaman kampında yabancı dilde konuşan insanlar...

"Bu yine de ülkeye nasıl giriş yaptığımı açıklamıyor." diye direttim. "Görünmez uçakla falan gelmiş olamayız, değil mi?"

Bir an için onun evet demesinden korksam da "Yunanistan ile bizim kültürümüz çok benziyor." diye cevap verdi bana. "Bilhassa da devlet memurlarının bazı alışkanlıkları..."

Rüşvet vermişti. Gerçekten harika... Bir hukukçu olacaktım fakat sevdiğim adamın insan kaçakçılığından rüşvete kadar yemediği halt yoktu. Böyle anlarda kendimi sakinleştirmek için her zaman yaptığım şeyi yaptım; onu beş parasız ve toplu taşımada sürünürken hayal ettim. Dolmuş parasını ben ödüyordum mesela, amcanın biri onu yer vermesi için azarlıyordu, birlikte Marmaray koridorlarında fakirliğin dibine vuruyorduk.

"Sen yine nereye daldın?"

Benimle konuştuğunu fark edince "Seni açlıktan sürünürken hayal ediyordum." diye itiraf ettim. "Devlet memurlarına rüşvet veremediğin, insan kaçakçılığı yapmak yerine öğrenim kredisinin 565. taksitini ödemeye çalıştığın, geçim sıkıntısından gizli saklı işler çeviremediğin çok daha adil ve huzurlu bir evrende."

"Öyle bir evren yok güzelim," diyerek kahkaha attı. "İTÜ Makina'yı 3.7 ortalamayla bitirdim ben. Asgari ücret hayallerini kendine sakla."

Kibirli puşt...

"Aras bak bu yaptığın şey çok büyük bir suç." diyerek yeniden izah etmeye çalıştım. "Kasabaya ineceğiz diyorsun mesela, orada polisler kimlik sorarsa ne yapacağız? Senin yüzünden ben de hapse gireceğim, farkında mısın?"

Ayağa kalkıp vestiyerdeki ceketini aldı eline. Kısa bir arayışın ardından elinde minik bir defterle geri dönmüştü. "Pasaportun burada."

"NE?!"

"Seni kaçırdığımda çantanı Alper gidip aldı." diyerek bana uzattı defteri. "Vize işi zaten yarım saat bile sürmedi."

Hayretle minik defteri elinden aldım. Doğru söylüyordu, sahiden de pasaportumu getirmişti. Vize konusuna ise yorum bile yapmıyordum. Allah kahretsin, paranın halledemeyeceği hiçbir şey yok muydu ülkede?

"O zaman çantam da burada, değil mi?"

"Evet ama telefonun yok. Onun yenisini almamız gerekecek."

"Aynı model alacaksın." dedim ters ters. "Kırdığın telefonun aynısı olacak, anladın mı?"

"Melek o kadar eski bir modeli nereden bulmamı bekliyorsun? Üretimi bile yoktur onun!"

İnatçı bir tavırla kollarımı göğsümde kavuşturdum. "Beni hiç alakadar etmez. Onu kırmadan önce düşünecektin."

Öfke dolu bir bakış attı bana. Bense hala bazı şeyleri anlayamamıştım. Sahiden, beni neden buraya getirmişti ki? Neden özellikle burası? O kadar öfkeliyken memleket hasretine düşmüş olamazdı değil mi? Üstelik her şeyi bir iki saatte ayarlaması gerçekten mümkün değildi, önceden hazırlık yapmış olmalıydı. Ama neden? Bunu sorduğumda aldığım yanıt epey beklenmedik oldu.

"Seni zaten kaçıracaktım." diye cevap verdi omuz silkerek. "Babam, Lavinia, sen ve ben. Her şeyi bırakıp yurtdışında sıfırdan bir hayata başlarız diye düşünüyordum. Bardaki akşam bunu seninle konuşacaktım, sonra da onlarla... Saçma bir fikirdi ama mümkün gibi gelmişti o sıralar."

"Belki hala mümkündür." dedim buruk bir tebessümle. "Baban, sen ve Lavinia... Onlarla hiç konuştun mu?"

"Lavinia artık hayatımda yok." diyerek başını iki yana salladı. "Babamsa kaybedilmiş bir davaydı zaten."

Şaşkın şaşkın baktım Aras'a. "Ne demek Lavinia artık hayatımda yok?"

İç çekti. Bana açıklama yapmakla geçiştirmek arasında kaldığını görebiliyordum. Geçiştirerek kurtulamayacağını anlamış olacak ki "Lavinia bir daha yüzümü görmeyecek demek." dedi sakin bir tavırla. "Hayatına hiçbir şekilde müdahale etmeyeceğim. Elbette maddi desteği kesecek değilim fakat manevi anlamda bir abisi yok artık."

Güldüm. Ne saçmaladığının farkında mıydı? Onun Lavinia'nın barda yaptıklarına bu kadar içerleyeceğini hiç düşünmemiştim. Kardeşini tapar gibi seviyordu Aras, benim aptallığım yüzünden ondan vazgeçmiş olamazdı.

"Çok saçma." dedim başımı iki yana sallayarak. "Kardeşinden bahsettiğinin farkında mısın?"

"Bizim aramızda seninle kardeşinin arasındaki gibi bir ilişki yok." diye açıkladı. "Bardaki akşam söylediklerinde haklıydın. Lavinia bana batıl inançları yüzünden öyle davranmıyor, gerçekten de hayatından çıkmamı istiyor, Melek. Böylesi her ikimiz için de daha iyi olacak."

"Hayır, saçmalama!" diye bağırdım panikle. "Ben o akşam öfkeyle konuşmuştum Aras! Hepsini geçtim, söylediklerim doğru olsa bile ne değişir ki? Kardeşin o senin! Sana acımasızca davranıyor diye hayatından çıkarıp atamazsın! Eminim ki bunu düzeltmenin bir yolu-"

"Onu bu yüzden hayatımdan çıkarmıyorum Melek."

"Bal gibi de bu yüzden!" diyerek karşı çıktım ona. "Sana söylediği şeylere kırıldın-"

"Lavinia onları ilk kez söylemiyor."

"Ama söylediklerinin yalan olduğunu biliyorsun!" dedim kıvranır gibi. "Annen hayatta olsaydı tüm şeytanlığına rağmen seni severdi. Gerçek olmayan bir şeye kırılmış olamazsın!"

"Söylediklerinin gerçek olmadığını elbette biliyorum." diyerek iç çekti. "Çabalamayı bırak artık Melek. Senin söylediklerin yüzünden hayatımdan çıkarmıyorum onu, meselenin seninle ilgisi bile yok."

"Öyleyse neden-"

"Yeter artık Melek. Bilmediğin konular hakkında yorum yapma daha fazla."

"O zaman anlat da bileyim!" diye çıkıştım ona. "Eğer söylediği şeylere kırılmadıysan neden Lavinia'dan vazgeçiyorsun?"

"Lavinia'dan vazgeçtiğim falan yok. Kardeşim o benim. Elbette koruyup kollamaya devam edeceğim. Kapat artık şu konuyu."

"İyi de gerçekten saçma..." diyerek kıvrandım. "Maddi olarak yanında olacaksın, onu koruyup kollayacaksın ama hayatından çıkacağını söylüyorsun. Bu yaptığın şey hayatından çıkmak falan değil, sadece yüz yüze gelmeyeceksin onunla."

"Amacım da bu zaten."

"Al işte, söylediklerine kırılmışsın-"

"Yeter Melek, beni rahat bırak artık."

"Söylediklerine kırıldığını itiraf edersen bırakırım." dedim inatla. "İnkar etme artık Aras. Söylediği şeylere kırılmadıysan neden onunla görüşmek istemeyesin ki?"

"Çünkü Lavinia annemin sesini taşıyor!" diye bağırdı birden. "Sesinin tonlaması bile aynı! O konuşurken bazen kimi dinlediğimi şaşırıyorum, teyit etmek için yüzüne bakmam gerekiyor. Lavinia'nın sözlerine kırılmıyorum ama annemin sesinden öyle şeyler duymak istemiyorum artık. Hepsi bu!"

Sustum. Bardaki akşam bulunduğumuz odanın karanlık olduğunu hatırlamıştım birden. Onun o sözleri bizzat annesinden duyduğunu idrak ettiğimde bu gerçek, bir düğüm olup boğazıma yerleşti. Oysa Lavinia daha önce söylemişti zaten, annesiyle seslerinin aynı olduğunu biliyordum. Fakat bu durumun Aras üzerinde nasıl bir etki yaratacağını hiç düşünmemiştim.

Hakkı Bey üzerinde de... O da bu yüzden Lavinia'dan uzak duruyor olmalıydı, anıları lekelenmesin diye. Her ikisi de kaybettikleri bir insanın sesinden dinliyordu tüm o lafları. Lavinia farkında bile olmadan annesinin hatırasını babasıyla abisinin elinden alıyordu. Söylediği şeylerden çok daha ağırdı bu.

Yapabileceğim tek şeyi yaparak Aras'ın boynuna atladım. Kollarımı etrafına dolayıp omzuna asıldığımda bıkkınlıkla iç çekti. Onun umursamazlığı pek umurumda değildi açıkçası. Şu anda o istemese bile benim ona sarılmaya ihtiyacım vardı. Benden kurtulamayacağını anlayınca vestiyere oturup kollarını belime doladığını hissettim. Eliyle sırtımı okşayarak beni teskin etmeye çalışıyordu.

"Sana da fırsat çıktı..." diye homurdandı kendi kendine. "Bayılıyorsun değil mi böyle dramalara?"

"Kes sesini."

"Dizine yatıp ağlayarak ajitasyon yaparsam beni rahat bırakır mısın? Sadece soruyorum."

"Allah kahretsin, yapma şunu!" diye çıkıştım ona. "Seni teselli etmeme izin ver Aras!"

"Beni böyle şefkate boğarak teselli edemezsin. Hüsranla baş etme yöntemim bu değil."

"Ne peki?" dedim umutla. "Seni nasıl teselli edebilirim?"

"Soyunarak."

Benimle dalga geçtiğini anlayınca geri çekilip uzaklaştım ondan. "Allah kahretsin seni."

"Ne oldu ya, ne güzel duygusallaşmıştık." dedi yüzünde masum bir ifadeyle.

"Yok saymak bu yaptığın!" diye patladım birden. "Kırgınlıkları o kadar derine gömüyorsun ki sen bile onların farkına varamıyorsun!"

"Şunu anla artık, hayat kötü adamların iyi ve masum kızlar tarafından iyileştirildiği bir aşk romanı değil," diyerek ciddileşti birden. "Travmalarımı iyileştiremezsin çünkü zaten hepsiyle yüzleştim. Sana gelmeden önce çok yoldan geçtim ben Melek. Beni sevmek istiyorsan iyileştirmek için değil, sebepsiz sev."

Başımı kaldırıp sessizce yüzüne baktım. Sahiden de onu ne çok sevdiğimden haberi yoktu. Ona duyduğum aşkı gizlemeye öyle çok alışmıştım ki, koşulların değişmesi beni bu alışkanlığımdan kurtarmaya yetmemişti. Benim de artık bir şeyleri değiştirmem gerekiyordu.

Tam ona sarılacaktım ki, Aras'ın benden önce davrandığını fark ettim. Oturduğu yerden kollarını belime sarıp kendine çekti beni. Parmaklarımı saçlarına daldırıp başını göğsüme bastırdıktan sonra çenemi kafasının üzerine koydum. Tam şu anda huzurlu olmam gerektiğini biliyordum fakat gerçekleşmemiş ihtimallerin korkunç gölgelesi peşimi bırakmıyordu.

Onu kaybedebilirdim. O uçurumun kenarında ölü bir beden de bulabilirdim. Sevildiğini hiç duymadan, hayalini kurduğu o aileye kavuşmadan, dünyanın en güzel babası olamadan ölebilirdi Aras. Böylesi korkunç bir adaletsizlik sadece beni bitirmez, bu dünyayı da çok daha karanlık bir yer haline getirirdi.

Kollarımı kafasına daha sıkı sardığımda boğuk bir sesle konuşmaya çalıştı. "Melek..."

"Hı?"

"Şu an üstünde dantelli siyah sütyen var, değil mi?" diye sordu. "O gün fırsat bulup da söyleyememiştim ama memelerin cidden efs-"

"Aras!"

Kafasını göğsüme gömdüğünü fark edince onu bırakıp geri çekildim. Nasıl sıkı sarıldıysam saçları birbirine karışmıştı, hırpalanmış bir görünüm vardı üzerinde. Gözlerindeyse muzip bir ışıltı vardı, bir elini çenesine koymuş, matematiksel analiz yapıyormuş gibi bir tavırla dikkatlice bana bakıyordu. Hayır, bana değil. Göğüslerime bakıyordu.

"Kesinlikle siyah olan..." diye mırıldandı analizi bittiğinde. Ardından başını kaldırıp bana baktı. "Siyah olan, değil mi?"

Allah kahretsin ki, siyah olandı.

✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧

"No tree, it is said, can grow to heaven unless its roots reach down to hell."

"Hiçbir ağaç, kökleri cehenneme inmeden dallarını cennete uzatamaz."

― Carl Gustav Jung

Buraya görsel gelecek

Evin kapısını açtığımda kenara çekilip Aras'ın geçmesine izin verdim. Kızağı odanın ortasına sürükledikten sonra elini saçlarına götürerek etrafına bakındı. Üzerindeki ağacı nereye koyacağına karar verememiş gibiydi.

"Sence şurası güzel mi?"

"Ben karışmıyorum." diyerek kollarımı göğsümde kavuşturdum. "Zaten karışsam da lafımı dinlemiyorsun."

"Tanrı aşkına dırdırı bırak artık."diye söylendi. "Hayatımda ilk kez yılbaşı kutlaması yapacağım, hevesimi kaçırıp duruyorsun."

Evet, kasabada tonla alışveriş yaparken bana sunduğu bahane buydu. İçimden bir ses onun arabada anlattığım yılbaşı hayalini hatırladığını söylüyordu fakat emin olamıyordum. Eğer yalan söylemiyorsa gerçekten de hevesini kaçırmış olacağımı anlayınca daha fazla uzatmadım. Zira gerçekten de hevesli görünüyordu.

"Tamam tamam, şöminenin yanına koyalım." diyerek kapıyı kapattım. "Ama o ağacı kucaklamaya çalıştığını görürsem olay çıkartırım, Aras. Karnındaki dikişler-"

"Kaynadı bile. Dikiş dediğin şey genelde bir haftada falan kaynıyor, Melek. Bence durumu fazla abartıyorsun."

"Ayıboğan bir ay önce kaza geçirdiğini söylemişti bana. Gördüğün üzere bir aylık dikiş bile patlayabiliyormuş."

"İlk dikiş bir ay önce atıldı." diyerek düzeltti. "Eve gelen doktor dördüncü kez dikti sanırım."

"Ne?!"

"Biliyorsun, ben biraz hareketli bir insanı-"

"Manyak mısın sen ya?!" diye bağırdım. "Oldu olacak fermuar diktir karnına, doktorlar hiç dikip sökmekle uğraşmasın!"

Utanmadan güldü. "Güzel fikir."

Söylene söylene yanına yürüyüp kenara ittim onu. Ağacı kızaktan indirmek için güç harcamaya pek gerek yoktu, ikinci ve daha küçük bir kızağın üzerinden kaydırarak indirecektim. Bu yüzden beni durdurmak yerine ağacı tutarak dengede durmasını sağladı. Altında daire şeklinde bir platform olduğu için ayrıca sabitlememize gerek bile kalmamıştı.

"Ben şu kızağı götüreyim."

Aras kızağı dışarı çıkartırken ardında bıraktığı tekerlek izlerine hüsran dolu bir bakış attım. Galiba bizim eve yılbaşı ağacı almamamız daha iyiydi. Zira annem halının üzerinin bu hale geldiğini görse evde cinnet geçirirdi.

Onun yetiştirdiği bir insan olarak ben de bu manzaraya kayıtsız kalamazdım. Bu yüzden beş dakika sonra Aras içeri girdiğinde yerde halıyı ovalamakla meşguldüm. Önce bana, sonra yanımdaki deterjan dolu kaba ve halıya, ardından tekrar bana baktı.

"Ne yapıyorsun?"

"Kızağın tekerleri mahvetmiş halıyı!" diye söylendim. "Allah aşkına, şart mıydı eve ağaç almak?!"

"Yemin ederim, senin içinde beş çocuklu bir anne var." diyerek homurdandı. "Seni saraylarda yaşatmaya kalksak, kim temizleyecek koca sarayı diye ağlarsın."

Ters bir bakış attım ona. "İnternette gördüğün esprileri bana satma."

"Keşke espri olsaydı."

Onu zerre takmadan halıya döndüm. Beni vazgeçiremeyeceğini anlayınca iç çekerek aldığımız şeyleri poşetlerden çıkarmaya başladı. Ağacımız süssüz olduğu için beraberinde bir sürü yılbaşı süsü de almıştık. Onun ağaç alma fikrine epey huysuzluk yapmıştım ama ne yalan söyleyeyim, birlikte yılbaşı ağacı süsleyecek olmamız çok mutlu etmişti beni.

Dizlerimin üzerinde halıyı ovmaya devam ederken yatağın altındaki bir parıltı çekti dikkatimi. Kafamı eğip baktığımda derin bir nefes aldım. Gelinliğin düğmeleri buradaydı, üstelik üçü de aynı yere düşmüştü. Aras'a çaktırmadan onları alıp içeri götürmem gerekiyordu hemen. Gelinlik mevzusunu hatırlarsa tadının kaçacağını bildiğim için bezi bir kenara bırakıp telaşla yatağın altına soktum kafamı.

Tam düğmeleri avucuma aldığımda popoma bir şaplak indi. Ufak bir çığlık atarak doğrulmaya çalışırken kafamı çarptım yatağın altına. Utanmaz herif korktuğumu görünce kahkaha atmaya başladı.

"Bence alışsan iyi edersin, Melek."

"Neye?"

Tekrar şaplak attı popoma. "Buna."

Kafamı yatağın altından kurtarınca öfkeden kudurmuş bir halde ona döndüm. Kıpkırmızı olmuş yüzüme bakarken epey keyiflenmiş gibi görünüyordu.

"Ya vurmasana popoma!"

"Hiç şansın yok." diyerek elimden tutup ayağa kaldırdı beni. "Alıştır kendini."

"Ben niye alışıyorum ki? Popo benim popom, vurma işte!"

Ve tekrar vurdu. "Üzgünüm ama vuracağım."

"İyi de ben rahatsız oluyorum!"

"O senin problemin."

Şaşkın şaşkın baktım ona. "Farkındaysan beden de benim bedenim."

"Hiç kusura bakma küçük hanım." diye tersledi beni. "Kız arkadaşımda böyle kalça olacak ve ben ona vurmayacağım, öyle mi? Çok beklersin."

Zaten ben bu konuda annemle Naz'a bile söz geçiremiyordum. Evde buldukları yerde patlatıyorlardı bir tane. Sinem'le Lavinia'nın da onlardan aşağı kalır yanı yoktu. Arkamdan vuracaklar diye onların önünden merdiven çıkmaya korkar olmuştum. Aras'a da laf dinletemeyeceğimi anlayınca öfkeyle homurdandım.

"İyi Allah'ın cezası, vur!"

Kahkaha attı... Ve bir daha vurdu. Fakat bu kez hemen çekmemişti elini, şaplak attıktan sonra kalçamı kavrayınca başımı kaldırıp ona baktım. Eğer maviş gözlerindeki muzip ışıltı gördüğüm en güzel şey olmasaydı kafasına bir tane patlatabilirdim. Onun yerine ters bir bakış attım, ardından kalçamı sağa sola kıvırarak kurtardım elinden.

"Hadi ağacı süsleyelim."

Eğilip minik bir öpücük bıraktı dudaklarıma. Sonra geri çekilip süs poşetlerinin bulunduğu masaya doğru ilerledi. Zaten tüm süsleri çıkarmıştı bile. Renkli toplar, minik led ışıklar, noel baba figürleri, yeşil püsküller ve elbette kocaman bir yıldız vardı masada.

Şömineyi yaktıktan sonra birbirimize sataşarak ağacı süslemeye koyulduk. Bir ara kafama püskülleri dolayıp süsledi beni, rövanşını alabilmek için boynuna renkli püsküller sarıp telefonuyla fotoğrafını çektim. Telefon el değiştirip bana döndü sonra, birbirinden tipsiz bir sürü fotoğrafımı çektikten sonra kolunu omzuma atıp selfie çekmeye başladı. Ağaç tamam olunca hızımızı alamayıp etrafı da süslemeye başladık. Bittiğindeyse ışıl ışıl olmuştu ev, heyecandan yerimde duramıyordum.

"Yaa çok güzel oldu!"

"Daha bitmedi." diyerek yere çöktü Aras. "Ağacın tepesine yıldızı koymayı unuttuk. Bin omzuma hadi."

"Saçmalama, dikişlerin-"

"Melek dikiş falan kalmadı, inanmıyorsan kontrol et." diye homurdandı. Hareket etmediğimi görünce iç çekti. "Hadi kızım ya, bir kere de itiraz etme bana."

İnadını bildiğim için bacaklarımı iki yana açıp omzuna attım. Ayağa kalktığında önce yıldızı verdi elime, ardından telefonunu çıkardığını gördüm. Zamanlayıcıyı açtıktan sonra yüksek bir yere koyup yeniden ağacın yanına geçti.

"Beş saniye sonra, Melek."

Bir elimle yıldızı havaya kaldırıp sırıtarak poz verdim. Fakat pislik herif tam dördüncü saniyede öne eğilir gibi yaptı. Dengemi kaybedince ufak bir çığlık atarken korkuyla kollarımı kafasına sardım. O anda duyulan deklanşör sesi odada Aras'ın kahkahalarına karışmıştı.

"Ya sen niye böyle yapıyorsun ya?!"

Beni indirmeden yürüyüp telefonu aldı eline. Son çekilen fotoğrafı açtığında kahkahalarının daha da şiddetlendiğini fark ettim.

"Tam istediğim gibi olmuş."

Başımı eğip fotoğrafa bakınca öfkeyle homurdandım. Koca bir yılbaşı ağacının yanında, iri yarı bir adamın tepesine çıkmış kızıl kafalı bir kız vardı ekranda. Bir elinde tuttuğu yıldızla ve korkudan bembeyaz kesilmiş yüzüyle adamın kafasına sımsıkı sarılmıştı. Kızın kollarının arasındaysa kahkahalarla gülen yakışıklı bir çehre ve ışıldayan mavi gözler görünüyordu.

Büyüleyici rengi fotoğrafta görmek bile içimi ısıtmıştı. Kollarımı kafasına sararak eğilip şak diye gözünden öptüm onu. Diğer gözünü de öpmeye yeltenirken başımı daha da dudaklarına çekip Spider Man öpücüğü aldı.

"Bütün kan beynime aktı-" dedim birkaç saniye sonra geri çekilip. "Hadi ağaca yaklaş da yıldızı takalım, Mary Jane- Aah!"

Popoma çimdik yemiştim.

Yıldızı ağaca takarken elbette ona sataşmaya devam ettim. Neyse ki hepsini olgunlukla karşıladı. Daha doğrusu ben karşıladığını sanmıştım. Zira beni indirmesi için omzuna vurduğumda Aras'ın yatağa yürüdüğünü fark ettim.

Elbette insan gibi indirmedi, yatağa oturup beni bir anda sırtından attı. Hayır, fırlattı. Yemin ederim karyolanın üstüne sakız gibi yapıştım, uçarken ağzımdan komik bir ciyaklama çıkmıştı.

"YA SEN NİYE HAYVAN GİBİ ŞEYAPIYORSUN?!"

"Ağlayacaksan oynamayalım güzelim."

"Hadi be oradan!" diye çemkirdim. "Sen çok değiştin Aras. Geçen gün de bana küfür ettin zaten. Eskiden yanımda başkalarına bile küfür etmezdin."

Ufak bir kahkaha attı. "Kusura bakma ama kapandı o devir."

"Ne devri?"

"Eskiden hassas bir çiçekmişsin gibi davranıyordum sana." diye cevap verdi. "İşte o devir sona erdi. Zaten bıkmıştım kibarlık taklidi yapmaktan."

"Niye olmadığın biri gibi davranıyordun ki?"

"Flört işlerinden pek anlamadığımı söylerken yalan söylemiyordum. Duygusal ilişki geçmişim gerçekten yok denecek kadar az, Melek. Sana nasıl yaklaşacağımı bilemiyordum. Geçmişteki ilişkilerimi de bu yüzden sakladım."

Kollarımı göğsümde kavuşturup ona ters bir bakış attım. "Bakire Meryem pozları kestiğini fark etmiştim zaten."

"Bundan sonra öyle pozlar kesmeyeceğime emin olabilirsin." diyerek omuz silkti. "Sen istemediğin sürece seks yapmayız ama sikim yokmuş gibi davranmamı bekleme benden."

Ağzım bir karış açık kaldı. Bir süre boş boş baktıktan sonra yastığı kafasına geçirdim. "Düzgün konuşsana ya!"

"Çocukla çocuk olmaya devam mı edeyim? İyi, sen bilirsin."

Ne diyeceğimi bilemedim açıkçası. Onun benim yanımda olmadığı biri gibi davranmasını istemiyordum, hele ki bana hassasiyet göstermesi en sinir olduğum şeydi. Ama bu kadar öküz olmasını da istemezdim, ben hoşgörsem bile başka insanların yanında hoş olmazdı.

"Türkiye koskoca bir Makina Mühendisleri Odası değil, bunu biliyorsun değil mi?" diye girdim söze. "Yani elalemin yanında bana böyle davranman-"

"Saçmalama Melek, elalemin yanında elbette böyle davranmam. Milletin içinde popona şaplak atacağımı mı sanıyorsun yoksa?"

Açıkçası içim rahatlamıştı. Flash bellekte gördüğüm videoda kızla partinin ortasında sevişiyordu çünkü. Aynısını bana yapmasından da korkmuştum.

Konuşmak üzere ağzımı açtım fakat dikkatimi çeken bir nokta beni durdurdu. Şu anda geleceğe yönelik konuşmalar yapıyorduk, öyle değil mi? Aras bundan sonra bana nasıl davranacağını anlatıyordu. O zaman, İstanbul'a döndüğümüzde ayrılmayacaktık biz... Yoksa sadece burada geçireceğimiz zamanı mı kastediyordu? Emin olamıyordum.

Başımı kaldırıp ona baktığımda gözlerinde ışıldayan yıldızları gördüm. Birlikte süslediğimiz ağacın tepesinde duran yıldızı izliyordu. Yarın ne olacağını bilmiyordum, ayrılıp ayrılmadığımızı bile soramamıştım ona fakat ağaçtaki yıldızımız ışıldıyordu. Yıldızımız ışıldıyordu ve ben bu ışıltının geleceğimizi de aydınlatacağına inanıyordum.

Usulca kolunun altına girdiğimde kolunu omzuma sardı. Dışarıda kar yağıyordu hala. Şöminedeki alevlerin ışığı yılbaşı ağacındaki süslere çarpıp gözümü alıyordu. Kollarımı beline dolayıp başımı göğsüne yaslarken huzurla iç çektim. Tam şu anda hiç olmadığım kadar mutluydum.

"Kalk bakalım, sofrayı hazırlayalım hadi."

"Oha Aras, sen yine mi acıktın?"

Dışarıda yemek yemiştik zaten. Hatta gelmeden hemen önce yemiştik, üzerinden kaç saat geçmiş olabilirdi ki?

"Doymamıştım ki." diyerek güldü. "Ben biraz fazla yemek yerim Melek, buna da alışmalısın."

"Aras sen fazla yemek yemiyorsun," diyerek karşı çıktım ona. "Sen yağmaya giden ordu gibi, durdurulamaz bir gazap gibi, Armageddon kıtlığından çıkmış Babil halkı gibi önüne geleni silip süpürüyorsun."

Tamam biraz abartıyordum ama onunla böyle uğraşmak hoşuma gidiyordu. Ayrıca kıskanıyordum da. Lavinia da, o da fil gibi yemek yiyen insanlardı fakat kilo problemleri yoktu. Aynı yemekleri ben yesem gibisi kalmaz, hakikaten fil olurdum.

"Abart Melek, abart."

"Hiç de bile abartmıyorum." diyerek sırıttım. "En sonunda beni de yiyeceksin diye ödüm kopuyor."

Gözlerinde birden kahkaha parıltıları belirmişti. "Bunu ne kadar istediğimi tahmin bile edemezsin."

"Beni yemeyi mi?" dedim gülerek. "Açıkçası bazen benim de seni yiyesim geliyor."

"Gerçekten mi?"

"Bazen tatlı oluyorsun." diye sırıtarak başımı salladım. "Özellikle de bir şeylere şaşırınca. Yiyesim geliyor seni."

"Hayal ettim de, güzel olurdu."

"Gerçi düşündüm de sen benim mideme oturursun." diyerek güldüm. "İçimde bile rahat durmazsın, o yüzden ben almayayım."

Hafifçe iç çekti. "Sen bu gidişle beni değil de, ömrümü yiyeceksin Melek."

Atışmaya devam ederek mutfağa girdik. Akşam yemeği için henüz erkendi, hu yüzden tost yapıp eline tutuşturdum koca bebeğin. O karnını doyururken doğruca banyoya geçtim ben de. Sıcak bir duş almam çok uzun sürmemişti. Tüm günün yorgunluğunu üzerimden attıktan sonra giyinmek için dışarı çıktım. Ve yanımda kıyafet getirmediğimi fark ettim.

Eh, bu hoş olmamıştı. Fakat hiç değilse havlu vardı üzerimde, hadi onu da getirmeseydim? Kapıyı açıp dışarı çıktığımda önce içeri seslenip durumu bildirdim. Ardından ona görünmeden giysi odasına koşturup kapıyı kapattım arkamdan.

Neyse ki dün tüm kıyafetleri yıkamıştım. İç çamaşırlarımı giydikten sonra kedili pijamamı giydim altıma, üstüme ise ipli bir body giymiştim. Aras kollarımdaki izleri biliyordu fakat yine de işi riske atmayıp ince bir hırka da geçirdim üzerime. Tekrar mutfağa döndüğümde Aras yemekleri ısıtıp masaya taşımıştı bile. Eve geldiğimizde yemekle uğraşmamak için dışarıdan almıştık. Yemekte et de olduğu için yanında şarap iyi gider diye düşünüp onu da ben almak istemiştim fakat Aras evde şarap olduğunu söyleyerek reddetmişti.

İlginç bir şekilde bu sefer yalan söylememişti. Zira yemeklerin yanında kırmızı şarapla dolu kadehler de vardı. Sandalyeye oturduğumda şeytanın da elinde ekmek sepetiyle mutfaktan çıktığını gördüm.

Aras karşıma geçerken bakışlarım masada duran şarap şişesine takılmıştı birden. Doğru gördüğüme emin olmak için uzanıp şişeyi elime aldım. Evet, cam şişenin üzerinde gerçekten de kuyrukluyıldız resmi vardı. Üstelik camın kendisine kabartmalı olarak işlenmişti.

"Kuyrukluyıldız hasadı," dediğini duydum Aras'ın. Şişedeki kabartmaya baktığımı fark etmiş olmalıydı. Parmaklarımı şişedeki kuyrukluyıldızın üzerinde gezdirirken kaşlarımı çattım.

"O ne oluyor?"

"Dünyadan kuyrukluyıldız geçtiğinde o senenin şarap hasadının çok kaliteli olacağına inanılır." diyerek açıkladı. "Bilimsel olarak doğruluk payı var mı bilmiyorum ama öyle yılların şaraplarına kuyrukluyıldız şarabı deniyor."

Şişedeki etikete baktığımda Fransızca yazılar gördüm, ortasında 1858 Chateau yazıyordu. Elimdeki şeyin 1858'den kalma olduğunu idrak ettiğimde iç çekerek Aras'a baktım.

"Allah seni bildiği gibi yapsın."

"Anlamadım?"

"Yüz elli senelik şişeyi açmışsın." dedim acır gibi bir bakış atarak. "Bu zavallı şey yüz elli sene boyunca senin elinde heba olmak için beklemiş resmen."

"Beş yüz sene sonra açılsa da başına aynı şey gelecekti." diyerek kadehi eline aldı. "Birileri onu içecekti, Melek."

"O zaman niye yüz elli senelik şeyi satın aldın ki? Madem olaya bu kadar düz bakıyordun, gidip tekel bayiden alsaydın şarabı."

"Öyle yapsaydım Kütüphaneci'ye kazık atma şansına erişemezdim." diyerek güldü. "Onun zulasından yürüttüğüm şişelerden biri bu. 1811 hasadı da İstanbul'da duruyor, gidince onu da içip boş şişeyi dayıma göndereceğim."

Yüzündeki neşeli ifadeyi görünce ben de gülmeye başladım. Resmen dayısına kazık attığı için keyifleniyordu karşımda.

"Sen gerçekten korkunç bir yeğensin."

"O da böyle söylüyor."

"Eminim haklı sebepleri vardır."

İç çekerek kadehi elime alıp dudaklarıma götürdüm. İçki kültürümün pek gelişmiş olduğu söylenemezdi fakat kadehteki şeyle tekel bayii şarapları arasındaki fark epey barizdi.

"Evet, mesela sanattan anlamıyor oluşum dayımı deli ediyor."

"Sahiden, sen bunu nasıl başardın?" diye sordum Aras'a dönüp. "Dayın seni sanata ısındırmaya çalışmadı mı?"

"Çok denedi aslında. Fakat bir Giovanni Strazza eserine bakıp aynısını üç boyutlu yazıcıdan da çıkartırız dediğimde pes etmişti."

Bahsettiği adamın yaptığı heykelleri bir dergide görmüştüm. Gerçekten büyüleyici şeylerdi. Bilhassa ince bir tüle sarınmış kadın heykelinden gözlerimi alamamıştım. Adam ciddi ciddi mermerden tül yapmayı başarmıştı ve öküzün biri karşıma geçmiş aynısını üç boyutlu yazıcıyla yapabileceğini iddia ediyordu.

"Aras lütfen sanat konuşmayalım." dedim fenalık geçirmemek için. "O bahsettiğin adamın yaptığı bir kadın heykelinde tül var ya! Herif mermerden tül yapmış!"

"Sanırım benim baktığım eser de oydu. Kadın tüle sarınmıştı değil mi?"

Çatal elimde kalakaldım. Ben ne diyebilirdim ki bu adama? Ben o eseri dergide gördüğümde bile etkisinden çıkamamıştım, Aras ise bizzat heykelin kendisini görüp bu yorumu yapıyordu.

"Sen gerçekten o heykeli canlı canlı mı gördün?" diye sızlandım. "O esnada aklına ilk gelen şey cidden bu mu oldu? Hiç mi etkilenmedin be adam?!"

Huysuz bir tavırla omuz silkti. "Ben o heykelde sanatsal güzellik falan göremedim."

"Aras senin sanatsal güzellik gördüğün bir şey var mı?"

Kadehini masaya bırakırken "Kesinlikle var." diye cevap verdi. "Euler formülü mesela. Büyüleyici bir güzellik... Matematiğin en önemli beş nesnesini içeriyor; 0, 1, e sayısı, i sayısı ve pi sayısı. Üstelik bu bir eşitlik Melek, inanabiliyor musun buna?"

Açıkçası inanamıyordum. Masayı ilk gördüğümde filmlerdeki gibi romantik bir akşam yemeği yiyeceğimizi düşünmüştüm fakat romantizmin r'sini bile yaşamıyorduk. Aras sadece yemeğin kendisiyle ilgilendiği yetmezmiş gibi bir de oturmuş bana formüllerden bahsediyordu. Az önce sanat dünyasına karşı yaptığı terbiyesizlikleri saymıyordum bile.

Neyse ki şarap insanı gevşeten bir içecekti. Muhtemelen bu yüzden onun yemek boyunca fizikten ve formüllerden bahsetmesine tahammül edebildim. Açıkçası işime de geliyordu bu durum, zira zihnimin gerisinde uğuldayan yüzlerce soru vardı. Aras'ın bana arabada söylediği şeyleri hazmedememiştim hala, onun başka birini öperken beni düşündüğünü bir marifetmiş gibi itiraf etmesi sinirlerimi hoplatıyordu. Quesalid'in sözleri de canımı sıkıyordu. İmalarını yanlış yorumlamış olmalıydım zira aralarında Kütüphaneci'nin bile bilemeyeceği detaylar vardı. Arzu'ya bile anlatmadığım şeyler...

✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧

2 gün önce

Gökyüzünü parçalayan fırtınanın pençeleri uyandırdı beni. Korkunç bir şimşek odayı gündüze çevirirken uykulu gözlerle yerimde doğruldum. Hala giysi odasındaki üçlü koltuktaydım, muhtemelen uyuyalı bir saat bile olmamıştı.

Ayağa kalkıp esneyerek yürümeye başladım. Kapıyı açıp dışarı göz attığımda karşıma çıkan manzara beni şaşırtmamıştı. Aras şimdi de dosyalara gömülmüş haldeydi. Geldiğimi duyunca başını kaldırıp bana kısa bir bakış attı.

"Ne oldu Melek?"

Kapının pervazına yaslanıp bakışlarımı yere diktim. Zihnim hala düşüncelerle doluydu, kaos kafamın içinde nefes alıyordu sanki. Cevap vermediğimi görünce Aras'ın kalkıp bana doğru ilerlediğini fark ettim. Tam önüme geldiğinde çenemin altından tutup başımı yukarı kaldırdı.

"Melek, neyin var senin?"

"Benim bir şeyim yok," diye mırıldandım büyüleyici maviliklere bakarken. "Ama senin gözlerinde yıldızlı bir gece var."

Kaşları hafifçe çatıldı, doğru duyup duymadığından emin olmaya çalıştığını görebiliyordum. En sonunda bir karar varmış olacak ki elini alnıma koyup ateşime baktı. Hafifçe güldüm. Bu kadar mı farkında değildi bakışlarındaki yıldızlı gecenin?

"Bir şey mi içtin sen?"

"Yıldızlar..." dedim sakince. "Yıldızları gökyüzünden nasıl çaldın?"

Hafifçe iç çekti. "İçki içtin, değil mi?"

Kollarımı boynuna dolarken "Gözlerinde yıldızlı bir gece var, Aras Karadağ." diye tekrarladım. "Ben içsem de var, içmesem de."

"Eminim öyledir." diyerek eğilip ağzımı kokladı. "Ne içtin sen-"

Ağzımın o kadar yakınında durunca tutup öptüm, ne yapayım... Dilimle dudaklarını araladığımda şaşırdığını hissetmiştim. Onu iterek duvara yaslayıp bedenimi bedenine yasladım.

"Vaov, dur bakalım." diyerek itti beni. "Sen sağlam içmişsin anlaşılan."

"Neden? Seninle sevişmek istemem için illa sarhoş mu olmam gerekiyor?"

Tepeden tırnağa süzdü beni. Olduğum yerde yalpalamıyordum. Konuşurken dilim dolanmıyordu, ağzımda alkol tadı da yoktu. Nihayet bir terslik olduğunu fark etmiş gibiydi.

"Ne içtin sen?"

"Quesalid'in verdiği iksiri." dedim. "Sen baygınken vermişti bana. Eğer iksiri içersem senin beni terk etmekten vazgeçeceğini söyledi. Ee, vazgeçtin mi?"

"Ne iksiri?" diyerek ciddileşti birden. "Ne zaman içtin tam olarak?"

"İksirin içeriğini bilmiyorum ama yaklaşık on bir saat önce içmiştim."

Aramızda kısa bir sessizlik oluştu. Onun vazgeçmediğini görebiliyordum, koyu mavilikler gittikçe uzaklaşıyordu benden. Sonra Aras aniden elimden tutup sürüklemeye başladı beni. Kapıya doğru giderken ona karşı koyamadım. Gerçekten de bu havada bir yerlere gitmeyi düşünüyor olamazdı, değil mi?

"Böyle bir aptallığı nasıl yapabildin, Melek?!" diye bağırdı vestiyerdeki ceketimi alırken. "O manyak herifin verdiği bir şeyi nasıl içersin? Zararlı bir şey olabileceği aklına hiç gelmedi mi?!"

Kollarımdan tutup ceketimi giydirirken "Geldi." diyerek kıkırdadım. "Ama vaat ettiği şey risk almaya değerdi."

"Hele bir hastaneye gidelim, sonra ben sana güzel bir risk analizi yapacağım!" diyerek çıkıştı bana. "Giy şu botları! Yolda sakın uyumaya kalkma, tamam mı? Eğer bir yerinde acı, ağrı, herhangi garip bir şey hissedersen bana mutlaka söyle."

Emirlerini sıralarken bir yandan da kendi botlarını giyiyordu. Eğilip bağcıklarımı bağlamaya çalıştım ancak pek başarılı olamadım. Elbette ki bu durum onun gözünden kaçmadı. Beni vestiyere oturtup ayakkabılarımı giydirirken "Sen insanı yaşlandırırsın!" diye bağırdı bu kez. "Bu yaşıma kadar bin türlü şey yaşadım, sayısız bela atlattım ama senin gibisini görmedim Melek! Başını belaya sokamayınca oturup belayı kendin yaratıyorsun!"

"Bu seni deli ediyor, değil mi?" diyerek kahkaha attım. "Ne yapacağımı kestiremediğin için beni kontrol edemiyorsun. Bir diktatör için ne büyük acı..."

Derin bir nefes alarak öfkesini hapsetti içine. Dışarıda şimşek çaktığını duyunca tekrar kahkaha attım. Hiçbir yere gidemeyecektik, o da biliyordu bunu. Hatta belki de Quesalid de biliyordu.

Aras fırtınayı zerre takmadan beni kapıya sürüklerken ona karşı koymadım. Fakat herkesin bir umursamazlık sınırı vardır. Kapıyı açtığımızda adeta üstümüze saldıran tipi karşısında umursamaz tavrının kaybolup gitmişti. Kararsız bir ifadeyle önce evin önünde duran arka camı kırık arabaya, ardından dışarıyı göz gözü görmeyecek hale gelmiş manzaraya bakarken gözlerinde endişeli bir bakışın belirdiğini fark ettim.

"Beş metreden ilerisi görünmüyor." dedim ısınmak için ona sokulurken. "Uçurum kenarındaki yoldan düşebiliriz. Hatta belki de bizim hata yapmamıza gerek kalmadan fırtına devirir aracı. İçeri geçelim, Aras."

"Hastaneye gitmemiz gerekiyor, Melek. Hadi o adam-"

"Quesalid'in bana zarar vermek gibi bir niyeti olmadığını sen de biliyorsun. Bana zarar vermek isteseydi bunu seni bayılttığında yapardı zaten. Kimseye güvenmediğini biliyorum ama bu güvensizlik yüzünden öleceğimizi bile bile dışarı çıkmaya kalkışamazsın."

Ters bir bakış attı bana. Ben böyle mantıklı konuştukça onun daha çok endişelendiğini görebiliyordum. O esnada aklıma başka bir şey geldi, ihtiyarın bana verdiği kağıt... En son cebime atmıştım onu.

"Bu arada Quesalid sana bir şey vermemi söyledi." diyerek ceplerimi yokladım. Bir yandan da geri çekilip içeri girmeye çalışıyordum. "Bıraksana Aras, üşüyorum."

Kolumu bırakmadı ancak o da benimle birlikte içeri girdi. İstemeye istemeye kapıyı kapatırken nihayet kağıdı bulmuştum. Çıkarıp ona uzattığımda açıp sessizce okumaya başladı.

"Sodyum tiyopental mi?" derken hayret dolu bir ses çıktı dudaklarından. "Hasta orospu çocuğu!"

"Ne oldu?" diye sordum fakat pek takmadı.

"Ya burada yazanlar doğru değilse?!" diye çıkıştı bana. "Ya o herif sana başka bir şey verdiyse? Melek, bu kadar aptal olmak hiç yormuyor mu seni?!"

"Eeeh, yeter be!" diyerek sıyrıldım elinden. "Şu anda beni azarlamanın da, Quesalid'e sövmenin de kimseye faydası yok. Asıl seni bu kadar boş yapmak yormuyor mu?"

Bir yandan da kabanımı çıkarıyordum üzerimden. Botları çözebileceğimden emin değildim, bu yüzden Aras botlarını ve ceketini çıkarırken vestiyere yaslanıp bekledim. Yanıma geldiğinde eğilip botlarımı çıkarmadan önce yüzümü ellerinin arasında aldı.

"Tam olarak nasıl hissediyorsun?"

"Bedensel olarak içki içmiş gibi hissediyorum. Dilim dolanıyor hafiften, az sonra sarhoş konuşmasına geçmiş olurum bence. Ama başım sarhoş olduğum zamanki kadar dönmüyor, etrafı puslu da görmüyorum."

"Zihinsel olarak?"

"Daha berrak." diye cevap verdim. "Sanki karanlık ve hiçbir şeyin olması gerektiği yerde olmadığı bir depoda ışıkları yakmışım gibi... Zihnimdeki tüm kargaşayı görebiliyorum Aras, neredeyse hepsinde sen varsın."

Bakışlarını sessizce gözlerime dikti. Onun hastane fikrinden vazgeçtiğini görebiliyordum fakat endişeleri dinmemişti. Ben vestiyerde otururken telefonunu çıkarıp birilerini aramaya çalıştı sanırım. Hatlar çekmiyor olacak ki, bir süre kendi kendine sövüp durdu. Kimi aramaya çalıştığını bilmiyordum fakat bu kadar telaşlandığına göre epey önemli biri olmalıydı.

"Şş, kimi arıyosun sen?"

"Kapa çeneni Melek."

"Kapat ulan o telefonu!" diye bağırdım. "Aramayacaksın başka kızları!"

Öfkeli ve kararlı tavrım onu ürkütmüş olmalıydı. "Kız mız aramıyorum başımın belası..." dediğini duydum. "Bu kimyasallar konusunda uzman tanıdıklarıma ulaşmaya çalışıyo-"

Birden konuşmayı kesip telefona döndü. Hatlar kısa süreliğine gelmişti galiba, aradığı kişiler de bilim adamı falan olmalıydı. Zira tek kelimesini bile anlamadığım bilimsel bir muhabbete girişmişti telefonda. Bir süre boş boş etrafı izledim. Kalkıp içeri geçemiyordum çünkü Aras botlarımı çıkarmayı unutmuştu. O yüzden konuşması bitene kadar uslu uslu oturdum yerimde.

Telefonu kapattığında derin bir nefes alıp bana döndü. Neye sevinmişti bilmiyorum ama üzerinden tonlarca yük kalkmıştı sanki.

"Eğer söylediği kimyasalları kağıtta yazdığı oranlarda kullandıysa dozajlar zehir etkisi yapmayacak kadar düşük demektir."

"Niye kağıda yalan şeyler yazsın ki?" diye sordum. "İsteseydi kağıt mağıt vermezdi zaten. Demek ki sana bir kıyak geçmek istemiş."

Ters bir bakış attı bana. "Ne demezsin, o kağıdı görünce sana zarar vermediğine hemen ikna oldum zaten. Müthiş kıyaktı."

"Off onu demiyorum..." diye söylendim. "Elinde bir karışımın tarifi var, farkında mısın? Karışımın kendisini verip formülleri senin bulmanı bile istemedi, direkt tarifi gönderdi sana. Umarım telefondaki kişiye hepsini söylememişsindir."

Beğeni dolu bir ıslık çaldı Aras. "Sende şeytani bir potansiyel olduğunu biliyordum güzelim. Ama merak etme, sen giderken ben dönüyordum."

"Tamam, şimdi geri gel de botlarımı çıkar." diye sızlanarak dudağımı büktüm. "Burada mahsur kaldım Mavişim."

Ufak bir kahkaha atarak bana doğru yürümeye başladı. Önümde diz çöktüğünü görünce bacağımı ileri uzattım. Havadaki bacağımı yakalayıp indirirken "Yine de en ufak bir ağrı hissedersen bana söyleyeceksin, tamam mı?" dediğini duydum. "Sabaha kadar da uyumak yok."

"Korkma maviş," diyerek hafifçe yüzünü okşadım. "Bana kimse senin kadar zarar veremez."

Başını kaldırıp sessizce yüzümü inceledi. Bakışlarında beliren dipsiz kuyulara bakarken onların da bana baktığını görebiliyordum. Acaba memnun kalacaklar mıydı bende bulacakları şeylerden? Çünkü ben gördüklerimden son derece memnundum. Tam şu anda manzaram fazlasıyla yakışıklıydı, üstelik önümde diz çökmüş alttan alttan bana bakarken daha da yakışıklı görünüyordu sanki. Başımı hafifçe yana eğerken iç çekerek mırıldandım.

"Öpüşelim mi?"

Anlık bir şaşkınlık yüzünü dolanıp geçti. Başını sabır dilercesine iki yana sallarken gözlerinde kahkaha parıltıları belirdiğini gördüm. Fakat soruma cevap vermedi, botlarımı çıkardığında ayağa kalkıp elimi tuttu yeniden. Peşinden salona sürüklenirken "Orda mı öpüşcez?" diye sordum. "Ama şurası daha güzel... Bak şu camların önü. Karların altında öpüşmüş gibi oluruz."

"Yok öpüşme falan." diyerek şöminenin önüne oturttu beni. "Sen burada gözümün önünde oturacaksın, ben de masada çalışacağım."

"Masada çalışılır zaten." dedim ciddi bir tavırla. "Masada sevişilmez. Nihayet doğru yolu bulmana çok sevindim, gör bak yavaş yavaş topluma kazandıracağız seni."

İç çekti. "Tabi, sen beni yoldan çıkartmazsan..."

"Yoksa benimle de mi masada sevişmek istiyorsun?"

Yüzünde sabır dileyen bir ifadeyle ayağa kalkarken birden onu göremediğimi fark ettim. Sadece onu değil, hiçbir şeyi göremiyordum. Yoksa...

"Quesalid bana kör edici bir şey vermiş!" diye bağırdım panikle. "Göremiyorum Aras!"

Karanlıktaki bir gölge "Elektrikler gitti de o yüzden." diye cevap verdi. Yüzü birden aydınlanınca onun telefonunu çıkardığını anladım. Sesinde umutsuz bir tınıyla ekledi. "Ve hatlar da..."

Eh, bu durum beni çok üzmemişti açıkçası. Sırtımı koltuğa yaslayıp çatırdayan odunları izlemeye başladım. Birkaç saniye sonra Aras elinde mumlarla şöminedeki ışığın görüş alanına girdi. Hala endişeli bir ifade var yüzünde, bakışlarımı yüzünden ayırmadan onu izlerken ilk kez gözlerini kaçıran taraf o oldu. Nihayet tüm mumları yaktığında yanıma gelmesini bekledim ancak en uzaktaki tekli koltuğa oturdu pislik herif.

Aras gözlerini kapatıp başını yorgunlukla arkaya atarken tüm keyfim kaçmıştı. Bugün son günümüz ve sabaha kadar hiç konuşmadan oturmak mı istiyordu cidden? Ben istemiyordum ki. Buna emin olunca ayağa kalkıp sakince ona doğru yürüdüm. Tam koltuğun yanına vardığımda gözlerini açtı ancak müdahale etmek için geç kalmıştı. Zıplayarak kucağına atladığımda boğulur gibi bir ses çıkardığını duydum.

"Ne yapıyorsun Melek?!"

"Seni seviyorum." diyerek durumu izah ettim. "Her zaman yaptığım şey işte..."

Belimden tutup beni kaldırırken başını iki yana salladı. "Güzelim şu anda romantizmin sırası değil. İnan bana hiç değil."

Kollarımı boynuna sarıp iyice yerleştim kucağına. Dudaklarına baktığımı görünce yüzünde çaresiz bir ifade belirdi. "Melek, lütfen-"

Dudaklarına yapışarak susturdum onu. Beni iteceğini anlayınca "Öpmeden bırakmam." diye söylendim. "Öp kurtul işte."

Garibim inandı. Bana karşılık vermeye başladığında iyice koltuğa yasladım başını. Bir yandan da ellerimle gömleğini çekiştiriyordum. Fakat kolay değildi bu, sırtım Aras'ın göğsüne yaslanmışken düğmelere ulaşamıyordum. En sonunda yerimde doğrulup ona doğru döndüm. Bacaklarımı iki yana açıp üstüne oturduğumda hafifçe inledi. Sebebini idrak etmem çok uzun sürmemişti. Oturduğum yerdeki sertliği hissedince refleksif olarak bedenimi geri çektim. Fakat dudaklarım hala Aras'ın dudaklarında geziniyordu.

"Bu sert şey senin cinsel organın mı?"

Dudaklarını benden kurtarıp nefes nefese konuştu. "Ne?"

Farkında değil miydi? Açıkçası onun adına üzülmüştüm. Önünde bir kazıkla yaşamak kolay olmasa gerekti. Üstelik Aras daha neden bahsettiğimi bile bilmiyordu.

"Bu şey..." diyerek üstüne oturdum yeniden. "Senin cinsel organın mı?"

Ağzı bir karış açık kalmıştı. Fırsattan istifade dudaklarına yapışıp dilimi soktum içeri. Ellerimle saçlarına asıldığımda ağlamaklı bir ses çıkardı. Bense o esnada başka bir şey fark etmiştim.

"Sanırım bu senin cinsel organın." diye mırıldanarak kendimi iyice ona bastırdım. "Garip... Böyle yapmak bana zevk verdi şu an."

"Allah kahretsin Melek, kalk üstümden!"

"Hep böyle sert mi?"

"Sayende evet!" diyerek belimden tutup kucağından kaldırdı beni. "Uslu dur biraz!"

Normalde beni reddetmesi zoruma giderdi fakat şimdi onun neden böyle yaptığını biliyordum. Utanıyordu çünkü... Haksız da sayılmazdı, mesela o benim memelerimi ellese ben de utanırdım.

"Mavişim yaa..." diye sırıttım. "Utandın mı sen?"

"Çook..."

Saçı başı birbirine girmişti yine. Maviş maviş bakarken öyle tatlıydı ki eğilip çocuk gibi yanaklarını sıktım. Ardından avuçlarımı yanaklarına bastırarak dudaklarını öne çıkardım. Gözlerinde çaresiz bakışlarla beni izlerken daha da tatlı görünmeye başlamıştı.

"Oyy ben çana kıyamam." diyerek eğilip dudaklarına yapıştım. "Utanma mavişim, söz bir daha oturmam şeyine."

Quesalid'e sövdü. Arada kendi akrabalarını da sıradan geçirdi sanırım, bir ara o kadar uzun bir küfür etti ki bittiğinde ortaya senaryo çıkmıştı resmen. Aslında bizim ayrılmamız çok da kötü olmamıştı ya... Bu adamdan çocuk yapmaya kalksam ilk söyleyeceği kelimeler pek hoş şeyler olmazdı.

İç çekerek kafamı boynuna gömdüm. Boynu çok güzel kokuyordu, ayrı bir sıcaklık vardı burada. Minik öpücükler kondurdum o sıcaklığa, öptükçe daha da ısınıyordu sanki. Dudaklarımı yeni çıkmaya başlayan sakallarına sürttüğümde çaresizce inledi.

"Melek, lütfen dur."

Bence ne yapmaya çalıştığımı anlamamıştı. Ona subliminal mesaj vererek derdimi izah etmem gerekiyordu.

"Mavişim mavişelim, mavişim mavişelim. Tenhadaaa buluşalım, tenhadaaa buluş-"

Belimden tutup üstünden atmaya çalıştı beni. "Melek dur dedim!"

Kollarımı boynuna dolayıp ona tutunurken "İyi de bu son gecemiz!" diye isyan ettim. "Sevişelim bari..."

"Ne?"

"Sevişelim," diyerek sabırla açıkladım. "Yani, kendimi pek hazır hissetmiyorum ama bundan başka gecemiz olmayacak ki... Hiç sevişmeden ölmek istemiyorum..."

Belimi tutan kollarının gevşediğini hissettim. Ellerimi ellerinin arasına alıp sakince baktı bana. Gözlerinde bir kasırgayla. Fakat konuşurken anlayışlı bir şefkatle yıkanmıştı sesi. Bu tezat niye?

"Hiç sevişmeden ölmeyeceksin." derken zorlanarak konuştuğunu fark etmiştim. "İleride karşına gerçekten seveceğin biri çıkacak, sevilmeyi hak eden biri. O adamla evleneceksin. Çocukların olacak Melek, çok güzel bir ailen olacak. Anladın mı beni?"

Kahkaha attım. "Aptal."

"Söylediklerimde gayet ciddiyim, Melek."

"Bu yüzden de aptalsın." diye tekrarladım. "Bir insan bu kadar güzel sevmeyi bilirken sevilmeyi nasıl bilmez, Aras? Ama aptallık bile değil bu, başka bir şey. Körlük de değil, çünkü görüyorsun. Görüyorsun ama tanıyamıyorsun. Sevgi bu kadar mı yabancı sana?"

"Senin beni sevdiğini biliyorum." dedi avutur gibi. "Bunu bilmem için söylemene gerek yok. Ayrılmanın senin için kolay olmadığını da biliyorum ama geçecek Melek. Bir ay, üç ay, en kötü ihtimalle bir sene... Eninde sonunda beni unutup hayatına çok daha iyi bir şekilde devam edeceksin."

Elimle ağır ağır yüzünü okşadım. Masmavi bakışlarındaki inanmışlık canımı yakıyordu. Bu adamın, tüm şeytani zekasına rağmen sevgiyi tanıyamıyor oluşuyla başa çıkamıyordum. Gözlerinde bir sanat eseri taşıyordu fakat bundan bile haberi yoktu.

"Bu noktaya ben getirdim." diye mırıldandım ellerimi ellerinin üstüne koyarken. "Yalan söylediğimde fark ediyordun hep, belki de buna güvendim. Ama işin içine sevgi girince yapamıyorsun, değil mi?"

"Nereye varmaya çalışıyorsun Melek?"

"Geleceğimde başka bir adam olmayacak, Aras." dedim sakince. "Çocuklarım, ailem olmayacak. Senden en nefret ettiğim anlarda bile aksini düşünmedim. Keşke seni buna inandırabilmemin bir yolu olsaydı."

"Tanrı aşkına zorlaştırma Melek." derken sesinde çaresiz bir tını belirmişti. "İçinde bulunduğun ana göre değerlendiriyorsun hayatı, gelecekte böyle olmayacak. Zaman insana neler unutturuyor tahmin bile edemezsin."

"Öyleyse ben neden dört yıldır unutamıyorum?"

Sessizliğin ortasında samimi bir soru olarak dile getirmiştim bunu. Balıklarla martılar yüzüyordu zihnimin içinde, gururumu nereye koyduğumu ben de hatırlamıyordum. Her şey öyle önemsiz, öyle keskin geliyordu ki... Hislerim, kendime söylediğim yalanlar, gururlu suskunluklarım ve tüm o kilitli sandıklarım anlamını yitirmişti sanki. Sadece gerçekler, hiçbir şeyi değiştirmese bile, her şeyi daha zor hale getirse bile, o bunlara asla inanmayacak olsa bile sadece gerçekler. Bu gece gerçeklerden başka bir şey konuşmak istemiyordum.

"Yeterince saçmaladın." dediğini duydum Aras'ın. Sesinde bastırmaya çalıştığı bir öfke vardı. "O kahrolası içecek sana ne yaptı bilmiyorum ama dur artık. Hiç değilse birlikte geçireceğimiz son gecede huzur ver bana. Yalvarırım artık rahat bırak beni."

"Bunu söylemeyi o kadar çok istedim ki..." dedim onu duymazdan gelerek. "Kaç kez olduğunu ben bile hatırlamıyorum. Sanki yakana yapışıp beni rahat bırak diye bağırsam rahatlayacakmışım gibi... Mantardan zehirlendiğim zamanı hatırlıyor musun? Ne kadar korkunç bir gece olduğunu tahmin bile edemezsin. Yani, insan hiç değilse hastanede huzur verir, değil mi?"

Ufak bir kahkaha attığımda sesim odada çınladı. Fakat Aras pek eğlenmiyordu sanırım. Zira ardımda duran bedeninin kaskatı kesildiğini hissetmiştim, karnımda kenetli elleri iyice arttırdı baskısını. Onun pek sohbet havasında olmadığını anlayınca kendi kendime konuşmaya devam ettim.

"Ama sen orada bile beni rahat bırakmadın, sevgilim. O gece bunu çok istemiştim mesela. Uyanıp da sizi sarmaş dolaş uyurken gördüğümde ayağa fırlayıp seni yaka paça dışarı atmak istedim. En kötü ihtimalle ayağa kalkıp o odadan çıkabilmeyi isterdim. Ne yazık ki kolumu kaldıracak halim bile yoktu, malum onca serumdan sonra..." Başımı hafifçe yana çevirip dudaklarımı çenesine sürttüm. "O gece sabaha kadar sizi izledim Aras. Arzu'ya sarıldın, saçını öptün, uykunda ona bir şeyler sayıkladın, ve odadan çıkıp giderken benim başucuma unutmabeni çiçeği bıraktın. Ama merak etme, o çiçeği saklamadım ben. Eskisi içime dert olmuştu çünkü. Ne atabiliyordum, ne de unutabiliyordum, sonra da sabah okula gidip utanmadan Arzu'nun yüzüne bakıyordum. O çiçeği atabilseydim her şey bambaşka olurdu... "

Oysa ben onunla birlikte kuruyup gitsin diye bir çiçeğin yapraklarına gizlemiştim sevdamı. Fakat bazı hisler topraksız da filizleniyordu işte. Bazı filizler, tüm dallarını kıran bir adama rağmen hayata tutunuyordu.

Uzun bir sessizliğin ertesinde "Siktir..." dediğini duydum onun. "Melek hayır ya... Allah kahretsin, hayır. İlk günkü çiçeği mi sakladın?"

"Doğru tahmin, yakışıklı." diyerek neşeyle onayladım. "O zavallı çiçeğin başına neler gelmedi ki? Sen kurumadan önce geleceksin diye ölmesine bile izin vermedim ben o çiçeğin. Zavallıcık günlerce su bardağının içinde can çekişti. Kalın bir kitabın arasına girdi sonra, tüm canlılığını yitirene kadar orada ezildi. En sonunda tamamen kurudu, ben de cesedini bir mektup zarfına koyup odamdaki anı sandığıma kaldırdım."

Bunları söylerken bacaklarımı toplayıp kendime çekmeye çalıştım ama doğrulmayı bile başaramadım. Eh, tek kişilik koltukta iki kişi oturmanın pek rahat olduğu söylenemezdi. Bu şekilde yapamayacağımı anlayınca Aras'ın karnımda duran ellerini çözüp ayağa kalkmaya çalıştım. Ne yazık ki buna da o izin vermedi.

"Bıraksana yaa..." diye sızlandım ellerini çözmeye çalışarak. "Popom acıdı böyle oturmaktan."

Derdimi anlayınca birden çözüldü elleri. Sonra topaç döndürür gibi yan çevirdi beni kucağında. Kolunu bacaklarımın altından geçirdiğinde kalkacağını anlayıp boynuna sarıldım. Gözlerime bakmıyordu. Yüzünde kaskatı bir ifade vardu nedense, gerilen hatları bıçak keskinliğine ulaşmış gibi görünüyordu. Dikişleri mi acıyordu acaba? Gerçi en son kaynamak üzereydi onlar...

Kuşkuyla onu süzerken sırtımın yatağa değdiğini hissettim. Beni bıraktıktan sonra pikeyi kaldırıp altına girdi. Aras sırtını yatağın başlığına yaslayarak oturduktan sonra ben de onun hemen yamacına uzandım. Yatakta başımın altına koyacak bir yastık ararken durdurdu beni, ardından başımı nazikçe kaldırıp dizine koydu. Elleri saçlarımı okşamaya başlarken huzurla iç çektim.

"Melek..."

Başımı dizinden kaldırmadan konuştum. "Efendim?"

"Neden atmadın?" diye fısıldadı. "Onca zaman..."

İşine gelmeyecek bir gerçek bırakmıştım kucağına. İnanmak istememesi biraz da geç kalmışlığımızdandı. Ben bu hissi televizyonda görmüştüm mesela. Yirmi yıl hapis yattıktan sonra suçsuzluğu anlaşılan bir adam vardı. Beraat ettiği gün sıkmıştı kafasına. O gün anlamıştım. İnsanı acı çekmek yoruyordu ama çektiği acının boş yere olması kadar koymuyordu hiçbir şey. Yaralar küçük bir kesikken yara bandı işe yarardı, yıllarca kanamış bir yarayı tedavi etmeye çalışmak çekilen onca acıya hakaret sayılırdı.

"Aslında atacaktım..." diye mırıldandım ellerimi yanağıma yaslarken. "Arzu'nun hamile olduğunu öğrendiğim gün eve gidip sandığı açtım. Ama sonra kıyamadım işte. O çiçek artık senden çıkıp benim olmuştu, tıpkı gözlerindeki yıldızlı gece gibi... O yüzden gece gökyüzünü izlerken de suçluluk duymuyordum ben."

İç çekti. Fakat bin ah işitilen türden bir iç çekişti bu. Başımı çevirip ona baktığımda gözlerinde ışıldayan hatıra yıldızlarını gördüm. Geçmişin içinde kaybolmuş gibiydi, bazı sonuçlara varıyor; vardığı her sonucun altında kalıyordu.

"Senin gözlerinde yıldızlı bir gece var, Aras Karadağ." diyerek tekrarladım. "Geceleri yatağıma uzanıp yıldızları izlerken aslında sana bakıyordum ben. Karşıma geçip otursan gözlerine bakamazdım ama yıldızlara bakmak suçluluk hissettirmiyordu. Neden biliyor musun?"

Ağır ağır iki yana salladı başını. Yüzüme bakmıyordu, fakat elleri omzumu sımsıkı kavramıştı. Onun ne halde olduğunu görünce kahkahalarla gülmek istedim. Aylarca bu adamı kırmanın yollarını aramıştım ben. Her şeye rağmen bir dağ gibi hiç sarsılmadan ayakta kalmıştı. Sevildiğini öğrenmenin onu bu kadar yıkacağını kim tahmin edebilirdi ki?

"Yıldızları izlerken suçluluk duymuyordum," diye yineledim sözlerimi. "Çünkü yıldızları ilk kez, kayın ağacının altında tanıştığım adamın gözlerinde görmüştüm. Senin bakışlarında da yıldızlar vardı ama benim gökyüzümde ışıldayanlar o adam yıldızlarıydı. Zihnimde senden farklı biriydi o adam, anlıyor musun beni? Tanıştığımız günden sonra onu bir daha hiç görmemiştim. Yıldızları izlerken suçluluk duymuyordum çünkü orada aradığım kişi sen değildin."

Gözlerindeki parlaklık daha da artmıştı. Başımı tutup pencereye doğru çevirdiğinde ona karşı koymadım. Rüzgar uğulduyordu dışarıda, fırtına gittikçe şiddetlenip gökyüzünü parçalamaya başlamıştı. Dakikalar sonra "Kayın ağacı..." diye mırıldandığını duydum Aras'ın. "O gün orada Arzu'yla beni gördüğün için..."

"İşte bu işin en boktan kısmıydı." diyerek tebessüm ettim. "Kendimce o ağacın altında tanıştığım adamla Arzu'nun beni tanıştırdığı adamı birbirinden ayırmıştım. Aslında güzel bir çözümdü bu. Tanıştığımız gün sizin ilişkiniz olduğunu ya da olmadığını, her neyse, aranızdaki bağlantıyı bilmiyordum işte. Bu yüzden o adama aşık olmak bana suçluluk hissettirmiyordu..."

Çatallanmış bir sesle mırıldandı. "Sonra neden suçluluk hissettin?"

"Çünkü ikinci adama da aşık oldum." diyerek kahkaha attım. "İhanetti bu Aras, anlıyor musun? Gerçekte ne olduğunuz ya da sonradan öğrendiğim şeylerin bir önemi yok. Ben o zamanlar ikinizi gerçekten de sevgili sanıyordum. Bebeğiniz olacağını düşünüyordum. Arzu benim gözümde dünyanın en iyi arkadaşıydı mesela. Ama tüm bunları bilmeme rağmen... Hainin tekiydim işte. Üstelik aptal bir hain. Tanıştığımız günkü adamı sevmem çok normaldi, sevilesi bir adamdın o gün. Fakat şeytanı da sevdim ben. Sen neye dönüştüysen, ben onu sevdim."

Bedeninin minik bir iğne batırılmışcasına acıyla irkildiğini hissettim. Kafamı çevirip ona baktığımda karşıma çıkan manzara pek hoşuma gitmedi. Gözlerini kapatıp başını duvara dayamıştı, pişmanlıkla kırışmıştı alnı. Kendi kendine konuşur gibi "Anlamalıydım..." dediğini duydum. "Allah kahretsin, nasıl fark etmedim?"

"Önceden olsa, seni bunun için suçlardım." diyerek itiraf ettim. "Suçladım da... Ama sırtındaki izleri gördükten sonra bazı şeyler açığa kavuştu Aras. Sevildiğini göremediğini anladığımda sana olan öfkem de yatışmaya başladı. Sayısız hatan var ama bunu fark edememen senin suçun değil."

Kendini suçlayacağını biliyordum fakat bu onunla vicdanı arasındaki bir meseleydi. Ben sıramı savmıştım artık. Yılların yükünü omuzlarımdan atmış, onu kendi gerçeğiyle baş başa bırakmıştım. Bu saatten sonra pişmanlıklar geçmişe, ayrılıklar da sevdaya dahildi. Harcanacağımız kadar harcanmıştık zaten; acıyı acıya ekleyebilir, ömrümün geri kalanını yapayalnız geçirebilirdim. Çünkü bu adam yalnızlıkta bile benim sevgilimdi.

Saatler, belki de yıllar sonra "Sana bir şey sormam gerek..." diye mırıldandığını duydum. "Unutmanın bir yolu var mı? En ufak bir ihtimal? Ayrıldıktan sonra hayatına devam etmenin bir yolu var mı?"

Yeniden esnedim. "Gökyüzünü komple yok edebilirsen belki... Tabi bir de fırtınaları."

"Geçiştirme bunu, Melek." dedi adeta yalvarır gibi. "İçinde bulunduğumuz koşulları anlaman lazım. Bardaki akşam sen ve Lavinia hayatımdan çıkmıştınız, buna güvenerek bir seçim yaptım ve eninde sonunda seçtiğim şey karşıma çıkacak. Eğer hayatına devam etmenin en ufak bir yolu varsa, senin o yoldan yürümen lazım. Çünkü ben uçurum tam kenarındayım. Ne demek istediğimi anladın mı?"

"Bu söylediklerini yaşadık zaten." diye söylendim. "Dört gün önce de uçurumun kenarındaydın. Seni arabayı çalıştırmaya ikna edemiyordum, orada soğuktan donarak ölürsen benim eve dönmek zorunda kalacağımı sanıyordun. Fakat böyle bir ihtimalin var olmadığını gördüğünde o arabayı çalıştırmayı kabullendin. İşte o ihtimal hala yok, Aras. O yüzden, cevabını aldığın soruları tekrar sorma, olur mu? Sen sadece uyanık kal ve direksiyonu bırakmamaya çalış."

Gecenin karanlığında sağır edici bir sessizliğe büründü. Neler düşündüğünü çok iyi biliyordum. O olmadan hayatıma devam etmemin en ufak bir imkanı varsa, beni o imkanla baş başa bırakacağını da. Gücünün bittiği nokta da burasıydı işte. Ben Aras'ı iflah olmaz bir züppe sanarken de, katil olduğuna inanırken de, en yakın arkadaşımın bebeğinin babası olduğunu düşünürken bile sevmiştim. Arzu onunla ilgili bir çok olumsuz şey anlatmıştı bana, korkunç bir insan olduğuna inandığım zamanlar da olmuştu. Fakat duyduğum onca şeye rağmen onu sevmekten vazgeçememiştim, çünkü hislerimi şekillendiren şey onun davranışları değildi.

İşte tam da bu yüzden, onun gücünün bittiği noktadayız. Bu noktada Arzu'nun gücü de sona ermişti. Zihnimi sayısız manipülasyona maruz bırakabilirlerdi fakat kalbimde, hiçbirinin erişemeyeceği bir hükümdârlık vardı...

Orada tek hükümdâr bendim.

-*-

Bugün gönderdiğim üçüncü bölüm oldu bu. Ve akşama bir bölüm daha gelecek. Karantina günlerinde bir kıyak yapmak istedim, sevgilerle. :)

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro