Bölüm 42 - Uçurum
Bu bölümü hikayenin en eski okurlarından biri olan Aras'ı Koruma ve Yaşatma Derneği onursal başkanı zupmel123 'e, biricik Tubiş'ime ithaf ediyorum. İyi ki varsın cimcime. 😍
-*-
Aras ve Melek'in kaldığı dağ evinin çevresinin manzarası. Kar çizmeyi beceremediğim için böyle yaptım, siz göreele zihninizde kar ekleyin. (: Bunu neden çizdiğime gelirsek, son partı daha iyi gözünüzde canlandırabilmeniz için elbette. O kısımları okuduğunuzda neden bahsettiğimi anlayacaksınız. Seviliyorsunuz. *.*
✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧
"İnsanın kanatları olmalıdır, seviyorsa eğer uçurumları..."
Dionysos Dithyrambosları
Friedrich Nietzsche
-*-
ARAS
sene 2017
"Kendine gel artık!" diye bağırdı Arzu. "Tanrım- Gerçekten, aklım almıyor!"
Kaşlarımı hafifçe yukarı kaldırdım. Ne bekliyordu ki? Bir haftadır yaralı bir hayvan gibi etrafa saldırıp duruyordum. Tamamen dağılmış haldeydim, her ne kadar kendimi bu gerçeğe alıştırdığıma inansam da öğrendiklerim yüzüme bir balyoz gibi çarpmıştı.
Melek'in sonsuza dek yalnız kalmayacağını biliyordum elbette. Eninde sonunda birilerini sevecekti, eninde sonunda kalbini de bedenini de bir başkasıyla paylaşacaktı ve o kişi ben olmayacaktım. Uzun zamandır bu gerçeğe alıştırmaya çalışıyordum kendimi. Ömrümün sonuna kadar kızın hayatında bir gölge olacaksam, onu başkalarıyla görme fikrini de kabullenmem gerekiyordu. Kabullenmiştim de. Daha doğrusu ben öyle sanıyordum.
"Cidden ne yapacaksın o çocuğa?!" diyerek sarstı beni. "Kendinde misin sen?!"
Değildim.
"Senin zeki biri olduğunu sanıyordum!" diye kükredi Arzu. Sonra bir elini beline koyup acıyarak süzdü beni. "Nihayetinde bir erkek olduğunu unutmuşum."
Ayağa kalkıp hışımla üzerine yürüdüğümde sıralardan birinin arkasına saklandı. Ellerimi masaya dayayarak ona doğru eğildim. Meselenin bu kadar basit olmadığını biliyordu, kıskançlık yüzünden Cenk'i öldürecek olsaydım bir hafta beklemezdim.
"Ben de senin bencil bir kaltak olduğunu unutmuşum." dedim Arzu'ya tükürür gibi. "Melek'in hata yapmasına bilerek göz yumdun değil mi? O küçük beyninde kurduğun plan buydu."
"Ne planı, Aras?"
"Ne sanıyordun?!" diye bağırdım yeniden. "Başka biriyle sevişirse Melek'ten soğuyacağımı falan mı? Teselliyi senin kollarında arayacağımı mı? Bu yüzden mi kızın üzülmesine izin verdin?!"
"Melek'i ben üzmedim." diye küstah bir tavırla konuştu Arzu. "Üzmem de. Senin için bile yapmam bunu."
Kendimi tutamayıp elimi sıraya vurdum. "Ama bir kenara geçip üzülmesine seyirci kaldın!"
"Birçok kez." diyerek gülümsedi. "Tıpkı senin gibi."
Aramızdaki sırayı hışımla çekip onu yakaladığımda kaçmaya fırsat bulamadı. Kolundan tutup hafifçe sarstım Arzu'yu, amacım sadece bir beyni olduğunu ona hatırlatmaktı. Ufak bir çığlık attığını duymuştum fakat ona olan öfkemin yanında son derece nazik bir hareketti bu.
"Ben onun üzülmesine seyirci kalmadım, ruh hastası!" diye bağırdım çileden çıkarak. "Ben sadece Melek'i kötülüklerden korumaya çalıştım!"
"Ne tesadüf..." dedi yüzünde acır gibi bir ifadeyle. "Ben de senden."
"Benden mi koruyorsun onu?" Kolunu bırakıp çıldırmış gibi bir kahkaha attım yeniden. "Eğer bu bir yalan değilse, sen gerçekten aptalın tekisin, Arzu! Çünkü Cenk'in yerinde ben olsaydım, Melek ağlıyor olmazdı."
Hiçbir şey söylemedi bana, inanmadığı her halinden belliydi. Kıskandığı da. Fakat şu anda onun için üzülecek halde değildim.
Bir hafta önce, Melek'i eczaneden çıkarken gördüğüm günden sonra okula gelmeye cesaret edememiştim. O piç kurusuyla mutlu mesut anlarına şahit olmaya hazır değildim henüz. Tabi bir de, Cenk'i gördüğüm yerde öldürmeye kalkışmayacağımdan emin olamıyordum. Şirketteki işleri bile boşlamış, kanımı kaynatan kıskançlığın pençesinde kıvranıp durmuştum günlerce.
Fakat en sonunda dayanamayıp onu görmek için gizlice okula geldiğimde beklediğim manzara yoktu karşımda. Her zamankinden daha solgun görünüyordu Melek. Yüzünde umutsuz bir ifadeyle durmadan etrafına bakındığını, birilerinin yolunu gözlediğini fark etmiştim. Korumalardan Cenk'in yaklaşık bir haftadır okula gelmediğini, okul çıkışında da Melek'le hiç görüşmediklerini öğrendiğimde taşlar yerine oturmuştu.
"Melek üzgün falan değil." diyerek başını iki yana salladı Arzu. "En azından, Cenk yüzünden değil."
"Bak eğer o piçi korumak için yalan söylüyorsan-"
"Yalan değil." diyerek sabırsızlıkla sözümü kesti. "İstersen Melek'i çağırayım, üzgün olmadığını ondan duy. Olur mu?"
Arzu telefonunu çıkarıp mesaj yazarken geri çekilip cama doğru yürüdüm. Yine ne planlıyordu acaba? Melek'in gelip beni Cenk'le seviştiği için üzgün olmadığına ikna etmesini nasıl sağlayacaktı? Muhtemelen onları gizlice dinlememi isteyip kendisi konuşturacaktı kızı. Eğer ben haklıysam, izleyeceğim rota belliydi. Gidip önce o piçi gebertecek, ardından da Arzu'nun biletini kesecektim. Fakat Arzu haklıysa ve Melek mutluysa... Allah kahretsin, bunu dinlemeye dayanabilir miydim?
Mutlu olmadığına emindim, bu sabah kendi gözlerimle görmüştüm bunu. Üstelik o aptal ergenle aniden bu kadar yakınlaşmaları da saçma geliyordu bana. Ne okulda ne de dışarıda el ele bile görmemiştim onları. Birdenbire sevişmeye karar vermiş olmaları mümkün olabilir miydi?
Evet, pekala da olabilirdi. Plansız gerçekleşen eylemler listesinde, cinayet işlemekten hemen sonra gelen bir şeydi sevişmek. Hele ki taraflardan erkek olanı on sekiz yaşında bir hormon şöleniyse.
"Aras?"
Dönüp bakmadım Arzu'ya bile. Bu sabah Melek'i ağlarken gördüğümden beri hiçbir şey düşünemiyordum. Ne ara yakınlaşmış olabilirlerdi ki? Kütüphanede mi? Allah kahretsin! Geçen haftanın tamamında okuldaydım, Melek o aptalla on dakikadan fazla yalnız kalmamıştı.
Yavşak bir ergen için çok bile.
Kütüphanenin bahçesinde şahit olduğum manzarayı hatırlayınca duraksadım. Garip bir şeyler vardı o gün. Ağacımızın altında oturmuş maillere bakıyordum, sonra Arzu gelip yapışmıştı yakama. Arabanın camından Melek'in ağladığını gördüğümde çok kötü bir şeyler olduğunu fark etmemem imkansızdı, tamamen harap haldeydi kız.
Yanına gidersem beni kovacağını bildiğim için bozuntuya vermeyip Arzu'yu uyandırmaya çalışmıştım başta, fakat sarışın gerçekten hastaydı. Tam kalkıp yanına gitmeye karar vermişken Cenk koşarak gelmiş, kızdan panik içerisinde af dilemeye başlamıştı. Melek'e sarılmaya çalıştığında kızın dehşete düşmüş gibi geri çekilmeye çalıştığı sahne canlandı gözümde.
Sabah Melek'i gördüğümden beri aklıma gelen ihtimallerin haddi hesabı yoktu, düşüncelerime engel olamıyordum. Seviştiği için pişman olmuş olabilirdi, aşk acısı çekiyor olabilirdi, incinmiş olabilirdi, terk edilmiş olabilirdi ve daha nicesi. Fakat şu ana kadar onun istemediği bir şey yaşamış olabileceği-
Sırayı devirip ayağa fırladım birden.
Kendime engel olup o piçi bir hafta önce öldürmeyerek çok iyi yapmıştım. Zira o zamanlar kıskançlıktan başka sebebim yoktu, aklımda hızlı ve kolay bir ölüm vardı hep. Şimdiyse merhametin zerresi kalmamıştı içimde. Melek'in eczanedeki tedirgin tavırları gözümün önünden gitmiyordu bir türlü. Bu sabah bir köşede oturup anayolu izlerken ne kadar mutsuz göründüğünü aklımdan çıkartamıyordum. Göz göze geldiğimizde yüzünde beliren şaşkınlığı, ardından arkasını dönüp fakülte binasına kaçışı...
Allah kahretsin! Hep yanlış kişiden kaçmıştı.
"Aras, ne oluyor?"
Arzu'yu geride bırakıp amfinin merdivenlerinden aşağı inmeye başladım. Nereye saklanmıştı acaba? Cehennemin dibine bile gitse bulurdum, hatta belki de işime gelirdi bu. Sonrası kolaydı zaten... Hayır, kolay falan değildi. En azından o orospu çocuğu için kolay olmayacaktı.
"Nereye gidiyorsun?!"
Ruhsuz bir sesle mırıldandım. "O piçi gebertmeye."
Peki ya Melek? Benden bu kadar çok nefret ederken onu nasıl iyileştirecektim acaba? Demirden bir elin boğazımı sıkmaya başladığını hissediyordum. İlk gördüğüm gün sırtıma atıp buradan götürmem gerekiyordu onu. Kendi hayatımı ondan korumakla meşgulken, onu koruyamayacağım kadar benden uzaklaştığını fark edememiştim.
"Aras, saçmalama!" diye bağırdı Arzu arkamdan koşarak. "Ne öldürmesinden bahsediyorsun?! Katil misin sen?!"
Kahkaha attım.
"Ben söyledim eczaneye gitmesini!" diyerek önüme geçti birden. "Melek'i ertesi gün hapı alması için ben gönderdim!"
Kızı tutup çektim önümden. "Siz o sırada konuşmuyordunuz bile kahrolası!"
"Hayır, barıştık! Sen barıştırdın bizi, unuttun mu?"
Unutmamıştım. O akşam kafeye gidip Melek'le konuştuğumda gayet normal görünüyordu, onu ikna edemediğimi sanmıştım ama hiç değilse gündüz canını sıkan şeyi atlatmış olması içimi rahatlatmıştı. Fakat gittiğimi sanıp kafeye döndüğünde onun benim yanımdayken sadece duygularını gizlediğini anlamıştım. Dalgın dalgın gökyüzünü izlerken tıpkı gündüz olduğu gibi sarsılmış görünüyordu.
Arzu'yu arayıp kafeye çağırmıştım mecburen. Benim aksime o, kızla konuşup sorunun ne olduğunu öğrenebiliyordu çünkü. Arzu benim de gelmem için ısrar edince birlikte Melek'in yanına gidip tekrar konuşmayı denemiştik. En sonunda pes edip barışmıştı sarışınla. O gece bana Melek'in annesinin davası ertelendiği için falan üzüldüğünü söylemişti Arzu. Böyle bir şeyi gizlemeye çalışacağını tahmin bile edemezdim.
Gerçi gizlemiyor da olabilirdi. Belki de gerçekten o göndermişti kızı eczaneye. Eğer ben meseleyi başka şekilde yorumlayıp Cenk'i öldürmeye karar vermiş olmasaydım, bu meseleden haberdar olduğunu asla söylemezdi bana. Şimdi bile, eğer beni cinayet işlememeye ikna ederse, itiraf ettiği kadarıyla yetinip yalanların kalanını kendisine saklayacağını biliyordum. Öte yandan, böyle bir şeyi sırf katil olmayayım diye gizlemeyeceğinden de emin olamazdım. Kafam allak bullak olmuştu.
"Bak sana yemin ederim ki öpüşmenin çok da ötesine gitmediler!" diyerek sızlandı tekrar. "Sevişme falan yok ortada!"
"Aptal mısın sen?!" diye bağırdım birden. "Eğer o sürüngeni kıskançlık yüzünden öldürecek olsaydım bir hafta bekler miydim?!"
"İyi de başka neden-"
"Kütüphane bahçesinde kızın ne halde olduğunu gördün!" diye bağırdım birden. "Cenk denen orospu çocuğu o günden sonra okula bile gelmemiş. Ve sen! Öyle bencil bir kaltaksın ki, kızı polise götürmek yerine ertesi gün hapı alması için eczaneye göndermişsin."
Birkaç saniye boş boş baktı bana. Ardından gözleri faltaşı gibi açıldı. "Sen gerçekten kafayı yemişsin!"
Ne kadar iyi rol yaptığını bildiğim için kolundan tutup kenara çektim onu. Üstelik böyle bir oyuna kalkışması bile saçmaydı. Zaten Melek'in benim için imkansız olduğunu biliyordu, birbirinin yüzüne bile bakmayan iki insanı daha fazla ayıramazdı Arzu. Demir bir el yeniden boğazımı sıkarken kapıya doğru yürüdüm.
"Cenk bacağını kırmış, bu yüzden okula gelmiyor!" diyerek önüme geçti bir kez daha. "İstersen Cenk'in evine git teyit et bunu."
İşimi kolaylaştırırdı. "Adresi ver."
"Aras, düşündüğün gibi bir durum yok ortada!" diye bağırdı yeniden. "Öyle bir şey olsaydı, senden önce Melek öldürürdü çocuğu. Tanrı aşkına, pısırık bir kız mı sence?!"
Birden duraksadım. Hayır, Melek pısırık değildi. İçine kapanık bir kız olabilirdi fakat doğaüstü bir yaygara koparma yeteneği olduğunu biliyordum. Daha önce sırf kolundan tuttum diye nezarete attırmışlığı bile vardı beni. Fakat öte yandan da... Çok kırılgandı.
Yeniden kapıya hamle yaptığımı görünce "Sadece bir dakika!" diyerek yalvardı Arzu. "Bir dakika sonra Melek burada olur. Onu dinledikten sonra git istediğini yap."
Çaresizce derin bir nefes aldım. Arzu'nun tek lafına bile güven olmazdı fakat Melek'in sözleri açık bir güven çekiydi benim için. Bilhassa doğrudan sorulan sorulara asla yalan bir cevap veremediği ortadaydı. Yine de hala karar verememiştim. Her ihtimale karşı Cenk'i öldürüp ondan sonra gerçeklerle yüzleşmek daha mantıklı geliyordu.
"Eğer kızı manipüle etmeye çalışırsan-"
"Yalvarırım geç şuraya!" diyerek beni paravanın arkasına itelemeye başladı. "Eğer seni burada görürse dönüp gider, biliyorsun!"
"Neden acaba? Manyağın biri aramıza girip onu benden uzaklaştırdığı için olabilir mi?"
"Ah çok haklısın, sizi ben ayırdım!" derken küstah bir ifade belirdi yüzünde. "Ben aranıza girmeden önce nikah tarihi almaya hazırlanıyordunuz çünkü."
Ağzımdan öfkeli bir homurtu dışında hiçbir şey çıkmadı.
Öte yandan, düşündüğüm şeyin gerçek olmama ihtimali karşısında az da olsa sakinleşmiştim. Daha doğrusu sakinleşmeye çalışıyordum. Zihnimde Cenk'i nasıl öldüreceğimi tasarlarken omzuma kadar gelen paravanın arkasındaki sandalyeye çöküp kamufle oldum. Onlar beni göremezdi fakat ben tahta blokların arasındaki minik boşluktan onları görebilecektim. 'Melek pısırık bir kız değil.' diye geçirdim içimden bir kez daha. 'Kafası atarsa çeker vurur adamı.'
Tam o esnada sözlerimi doğrularcasına amfinin kapısı hışımla açıldı. Yüzünde öfkeli bir ifade vardı ancak sabah şahit olduğum mutsuz çehre değildi bu. Biraz olsun rahatladığımı hissettim. Konuşmaya başladığındaysa tüy gibi hafiflediğimi hissetmiştim.
"Hapı sormak şimdi geldi aklına?!" diye bağırdı Arzu'ya. "Bir haftadır neredesin sen? Hizmetçi kız ne durumda? Niye açmadın telefonlarımı?!"
Gevşemiş bir halde sandalyeye bıraktım kendimi. Bir haftadan bu yana, bilhassa da bugün boğazımı sıkıp duran o his ortadan kalkmıştı. Ciğerlerime süzülen oksijenle birlikte mantıklı düşünme yetimin geri gelmeye başladığını hissettim. Arzu'nun elimden çekeceği vardı.
"Allah aşkına, sakin ol. Hallettik biz o sorunu, başka bir eczane buld-"
Melek üzerine yürürken Arzu'nun gerilediğini fark etmiştim. Arzu ondan en az iki karış daha uzundu. Gülmemek için kendimi zor tutarak 'Aferin, güzelim' diye mırıldandım. 'Geçir pençelerini şuna.'
"Bunu bana şimdi mi söylüyorsun?" diye bağırdı Melek. "Bir haftadır annem bunu görecek diye panik atak geçiriyorum ben!"
Arzu şaşırmış görünüyordu. En az benim kadar. "Hapı neden atmadın ki?"
"Kıza götürürsün diye, gerizekalı." dedi öfkeyle çantasını açarak. "O gün öyle bir panik yarattın ki, sanki dünyada bundan başka ilaç kalmamış gibi! Al buyur!"
Kutuyu Arzu'nun önüne attığında gülmemek için kendimi zor tuttum. Belli ki sarışın da benimle aynı durumdaydı. Hiç bozuntuya vermeden yavaşça yürüyüp kutuyu yerden almasını izledim. İlacı çöpe attıktan sonra Melek'in yanına gidip kızın yüzünü görmeye çalıştı.
"Minnoşum sen kızdın mı bana?"
"Nasıl da anladın öyle hemen..."
"Yapma, Melek..." diyerek dudağını büktü Arzu. "Özür dilerim, gerçekten. Efsun Teyze faktörünü unutmuşum."
"Unutma!" dedi Melek ters ters. "Unutma Arzu. Su uyur, annem uyumaz."
"Abartma Melek." diyerek sırıttı Arzu. "Annen en fazla seni silah zoruyla evlendirmeye falan çalışır."
Aralarındaki gerginliğin hızla eridiğini görünce çaresizce iç çektim. Ne diye bu kadar kolay affetmişti ki sarışını? Hatta affetmekle kalmamış, yaptığı rezil espriye gülmemeye çalışır gibi bir ifadeyle tepki vermişti. Bir an sonra dönüp etrafı işaret etti Arzu'ya. "Pardon da, hani damat?"
Kafayı uzatıp "Buradayım." dememek için kendimi zor tuttum.
Vereceği tepkiyi düşününce on dakika önce cinayet planı yapan ben değilmişim gibi gülesim gelmişti. Gerçi, o solucanı öldürme fikri hala bana mutluluk veriyordu fakat on dakika öncesinin aksine şimdi yalnızca hobi olarak yapmak istediğim bir şeydi bu. Birden sakinleşmiştim.
Melek'in hayatımda yarattığı en önemli değişikliklerden biri buydu işte. Onu tanımadan önce son derece stabil bir ruh halim vardı. Öfkeliysem öfkeli olurdum, neşeliysem de neşeli. Bu kadar uç duyguların arasında hızlı geçişler yapmaya alışkın değildim. Birinin ruh halim üzerinde böyle büyük bir etkiye sahip olmasına da...
Kızların barıştığını fark edince gözlerimi devirdim. Arzu Melek'e sarıldıktan sonra bulunduğum yöne doğru göz kırpmıştı. Jübilesini yaptıktan sonra kızı serbest bırakıp geri çekildi. Melek'in yüzündeyse bocalayan bir ifade belirmişti aniden. Onun ne söyleyeceğini duyabilmek için paravana biraz daha yaklaştım.
"Bu arada sabah senin Şeytan'la karşılaştık." dedi düşünceli bir tavırla. "Her an arabesk açıp kendini jiletlemeye başlayacakmış gibi görünüyordu."
Sarışın hayretle baktı. "Çok ilginç, neden acaba?"
"Bilmiyorum ama yanıma gelip çektiği büyük çileleri anlatmasından korkmadım değil." diye cevap verdi Melek. "Bilirsin işte, babası musluğu kestiği için annesinin verdiği harçlıklarla yaşamak zorunda kaldığı elem dolu ergenlik yılları falan."
Eh, çok da uydurma bir tahmin değildi. Maddi yönden babama bağımlı ve on beş yaşında falan olsaydım olsaydım, Hakkı Karadağ'ın bu dediğini yapmaktan zevk alacağına şüphem yoktu. Babam şimdi bile zorbalık yapmaya bayılıyordu çünkü. Annemin de bana kıyamayıp harçlık vereceğini düşünüyordum. Gerçi vermeme ihtimali de vardı. Babamdan daha sert bir politika da güdebilirdi, emin olamamıştım.
"Annesi olmayan biri için bunun pek mümkün olduğunu sanmıyorum."
Harika. Arzu bunu nereden biliyordu acaba? Gerçi, soyadını düşününce cevap son derece açıktı aslında. Homurdanmamaya çalışarak sandalyede doğruldum. Bu kez planlıyor olabilirdi ki? Melek'in bana acıdığında eniştesi olarak kabulleneceğini falan mı düşünüyordu?
"B-ben bilmiyordum..." dediğini duydum Melek'in. Beklenmedik bir şekilde sarsılmış bir tını vardı sesinde. "Özür dilerim, gerçekten... Bir daha bununla ilgili şaka yapmam."
"Rahatla, Melek." dedi Arzu utanmadan. "Korkma, duymaz bizi."
Söylediği cümlenin alt metnini fark edip de sakin kalmak pek kolay değildi benim için. Onları duymadığım için güvende olduğunu söylüyordu kıza. Ki bu önerme, onları duyarsam güvende olmayacağı mesajını vermenin manipülatif bir yoluydu. Arzu'yu o yolun kenarına gömüp insanlığı huzura kavuşturmak istiyordum.
"Korktuğum için değil, gerçekten üzgünüm." diye mırıldandı Melek. "Neticede senin de müstakbel kayınvalidenmiş."
Hah. Annemin seni daha kundaktayken gelin almaya çalıştığını bilmesem...
Bıkkın bir tavırla sandalyeye çöktüm yeniden. Onlara odaklandığımda Arzu'nun Melek'in yanına yaklaştığını fark etmiştim. Kızla konuşurken bulunduğum tarada doğru manidar bir bakış attı.
"Oyy kıyamam minnoşuma." diyerek yanağını sıktı kızın. "Enişten için üzüldün mü sen?"
"Eniştem değil o benim." dediğinde başımla onayladım Melek'i. "Cehennem zebanileriyle akrabalık ilişkisi kurmuyorum."
Ardından Arzu'nun ablukasından kurtulup pencereye yürüdü birden. Arkası dönük olduğu için yüzü görüş alanımdan çıkmıştı. Dışarıda ne arıyor olabilirdi ki? O şerefsizi bekliyor olması mümkün müydü? Arzu'nun öpüşmenin çok da ilerisine gitmediklerini söyleyerek beni avuttuğunu hatırlayınca cinayet planlarıma geri döndüm.
Cenk'i öldürmek için makul bir bahane bulmaya çalışırken Arzu gülerek "İleride yeğenlerine anlatırsın bunu." dedi Melek'e. "Eskiden babanızla hiç anlaşamazdık dersin artık."
Çok beklersin, sarışın.
Bıkkın bir tavırla cevap verdi Melek. "Çok beklersin, Arzu."
Yüzüme yayılan keyifli gülümsemeye engel olamadım. Tamam, aynı sebeplerden ötürü değildi fakat yine de onun beni eniştesi olarak görmemesi hoşuma gitmişti.
"Anlamadım, neden böyle söyledin ki şimdi?"
Bunu ben de merak etmiştim. Elbette ki psikopat sarışınla evlenip dünyaya mini mini Chucky'ler getirmeyi düşünmüyordum. Şu bir gerçek ki, şeytanlık söz konusu olduğunda Arzu'yla birbirimize epey benziyorduk. Sırf bu yüzden Melek'i sevmesem bile ondan uzak dururdum. Şeytan artı şeytan denkleminin sonucu dünyanın geleceği için tehlike arz eden bir şeydi. Fakat Melek bunları bilmiyordu, bu yüzden onun itirazının başka bir nedene dayandığını düşünüyordum.
"Siz evlenirsiniz tabi ki," diye cevap verdi arkasını dönmeden. "Fakat ben gelecek yıl bile burada olmam. Düğüne gelebileceğimi pek sanmıyorum."
Ha? Oturduğum yerde doğrulup iyice yaklaştım paravana. Tanrı aşkına, yine ne geçiyordu aklından? Üstelik Arzu'nun da en az benim kadar şaşırdığını fark etmiştim. Melek'in yanına yaklaşırken yüzünde tedirgin bir ifade vardı.
"Ne demek burada olmam?"
"Yurtdışına gideceğim." dediğini duydum Melek'in. "Bu yaz denklik için başvuru yapmayı planlıyorum. Biliyorsun, burslu olduğum için şansım epey yüksek."
Harika. Acaba öğrenci işleri sana burs belgeni veremediğinde ne yapacağız?
Başımı ellerimin arasına alıp sandalyeye çöktüm yeniden. Melek'in gitmeyi düşünmesi bir yana, burslu olmadığını öğrendiğinde vereceği tepkiyi hayal edemiyordum bile. Elbette kendi adıma dekont yaptıracak kadar aptal değildim, üstelik öğrenci işlerinin de konuşacağını sanmıyordum fakat bir yere kadar...
Eninde sonunda çanlar benim için çalmaya başlayacaktı.
"Nereden çıktı bu şimdi?" diye söylendi Arzu. "Hem de okul bitmeden? Sözde idealist geçiniyordun!"
Öyle miydi? Melek hakkında yeni edindiğim bir bilgiydi bu. Babam duysa bayılırdı muhtemelen. Yemek yapabilen her şeyi gelin adayı olarak kabul etmeye hazırdı zaten, bu da üstüne tuz biber olurdu. Gerçi, Melek'in yemek yapıp yapamadığını da bilmiyordum. Öğrensem bile, asla bana yemek yapmayacağını bildiğim için bir önemi yoktu.
"Gitmeyi ben de istemiyorum." diye mırıldandı Melek. "Ama burada bir geleceğim yok..."
Eğer giderse tüm işleri bırakıp nasıl peşine düşecektim? Şirketteki düzen rayına oturmamıştı henüz, hatta eski düzeni bile tamamen yıkabilmiş değildim. Şu aşamada yurtdışına taşınmak, Özer Bey'in düzenini kabullenmek olurdu benim için. Üstelik tek sorun şirketteki düzen de değildi, dışarıda vahşet dolu bambaşka bir düzen daha vardı. Yıkıma odaklı bir düzen. "Yıkıp inşa edilecek ne çok şey var." diyen Epiktetos'u düşündüm. Eninde sonunda o yıkıntıların altında kalacağını biliyor muydu acaba?
Bense giderek bir ambleme dönüştüğümü hissediyordum. Çift gövdeli bir ağacın bana ayrılmış yarısına. Göğe uzanan dallar yalnızca birer özgürlük yanılsamasıydı, gerçekte tüm köklerimle toprağa mühürlenmiştim. Ve sırf bu yüzden, nereye gidersem gideyim yerleştiğim topraklar benim esaretim olacaktı.
Öte yandan, aynı durum Melek için geçerli değildi. Yurtdışına giderse muhtemelen daha güvende olurdu, üstelik peşine bir koruma ordusu takarak bunu garanti altına alırdım. Her şey bir yana, Arzu'dan uzaklaşmış olacaktı. Bu durumun benim lehime olmadığını biliyordum fakat sarışından uzak kalması Melek'in yararına olurdu.
Çaresizce iç çektim. Pekala yurtdışında ona sahte bir kanka ayarlama şansım vardı. Üstelik kanka olacağı kişiyi ben seçeceğim için sarışından daha çok faydası dokunabilirdi. Ne yazık ki, gittiği taktirde beni tamamen hayatından çıkarmış olacaktı Melek. Ki bu benim için kabullenmesi imkansıza eşdeğer bir durumdu. Eline silah alıp beni kalbimden vursa bile önce kurşunu çıkarttırır, sonra tekrar peşine takılırdım.
Onun hayatından çıkmak istememe sebep olacak bir şey yapabileceğini hayal bile edemiyordum.
✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧
İzlediğim bir bilimkurgu dizisinde birbirine çok aşık bir çift vardı. Erkek olan, küçük yaşta bir kaza geçirmiş ve oradan kıl payı sağ kurtulmayı başarmıştı. Dizideki kötü karakter bunu öğrendiğinde geçmişe gidip o kazaya müdahale ediyor ve adamın çocukken ölmesine sebep oluyordu.
Tüm evrenin kaderinin değişmesi demekti bu. Çocukken öldüğü için adam sadece yok olmakla kalmıyor, aynı zamanda da tüm sevdiklerinin hafızasından siliniyordu. Beş yaşından sonra hiç var olmamıştı evrende, sevdiği insanlar onu kaybettiklerinin farkında bile değillerdi.
Adam bir yolunu bulup evrene yeniden döndüğünde karşısına çıkan manzara buydu işte. İş arkadaşları, dostları ve hatta babası bile tanımıyordu onu, hepsinin gözünde sıradan bir yabancıdan ibaretti. Fakat sevdiği kadınla karşılaştığı zaman durum böyle olmamıştı. Kadın da diğerleri gibi adamı hatırlamıyordu, fakat göz göze geldikleri anda onun sadece bir yabancı olmadığını hissetmişti. Birbirini tanıyan bir şeyler vardı aralarında, kayıtsız kalmanın imkansız olduğu bir şey...
Kayın ağacının altında Aras'ı ilk gördüğüm zaman hissettiğim şey buydu işte. Sanki silinmiş bir geçmişte çok yakından tanıdığım, hayatımın merkezinde bulunan fakat varlığına dair hiçbir şey hatırlamadığım bir adam çıkmıştı karşıma. Başka bir evrende ya da başka bir cehennemde, ama muhakkak bir yerlerde, bu yıldızlarla dolu mavi gözleri sayısız kez gördüğümü biliyordum. Birbirini tanıyan bir şeyler vardı aramızda, kayıtsız kalmayı imkansız kılan bir şey...
Rüyamda karşılaştığımız günü görürken o hissi bir kez daha yaşıyorum. Sonra güneş giriyor aramıza, göz kapaklarıma bir deste ok gibi saplanıp beni uykunun koynundan alıyor. Elimi yüzüme siper ederek doğrulmaya çalışırken şaşkınlıkla pencerenin dışındaki manzarayı izliyorum. Sanki dün gece lapa lapa kar yağmamış gibi günlük güneşlik hava, geldiğimizden bu yana ilk kez göz gözü görüyor.
Sızıp kaldığım yerden kalktığımda Aras'ın telefonundan saate bakıyorum önce, henüz on bire geliyor. Aras'ın sabah altı gibi gittiğini düşünürsek henüz dönmesi için erken demektir. Gerçi erkenden gelmesi de mümkün, bugün gökyüzü bile ondan yana...
Gelir gelmez buradan gideceğimizi bildiğim için oyalanmadan kısa bir kahvaltı yapıyorum. Ardından kirli kıyafetlerimizi toplayıp çamaşır makinasına atıyorum. Acaba gelirken bir şeyler daha alır mı? Zira tüm kıyafetlerim Nazan Hanım'ın stüdyosunda kaldı, giderken pijama ya da gelinlik giymek dışında hiçbir seçeneğim yok.
Eh, almadıysa bile yolda bir yerlerde alırız bence. Yanımda para yok ama sonrasında Lavinia ile ona ulaştırırım. Bu düşünce kalbimde ansızın bir sızıya dönüşüyor. Sahiden de İstanbul'a döndükten sonra aramızda hiçbir iletişim kanalı kalmayacak. Bir hafta, bir ay, üç ay... Onu özlemeye en fazla ne kadar dayanabilirim ki?
Ağlamak üzere olduğumu anlayınca düşünmeyi bir kenara bırakıp biraz dışarıda gezinmeye karar veriyorum. Tabi bunu üzerimdeki minicik gecelikle yapamam. Bu yüzden önce giysi odasına gidip Aras'ın valizini eşeliyorum. Kıyafetleri bana uygun değil ama hiç değilse dışarıda sıcak kalmamı sağlar. Ben bu valizden kıyafet aşırma fikrini dün gece neden düşünemedim ki?
Kalın bir kazak bulamıyorum ama iki ceketi üst üste giyip fermuarı çekerek hallediyorum üst kısmı. Fakat alt kısım o kadar kolay olmuyor. Pantolonunu giydiğimde vestiyerdeki aynadan gördüğüm manzara karşısında ben bile kahkaha atıyorum. Neyse ki bel kısmı kemerle halloluyor, boy kısmını ise paçaları katlayarak çözmeye çalışıyorum. Ancak pantolonların hiçbiri dar paça olmadığı için ben yürüdükçe katladığım kısımlar açılmaya başlıyor. Onları giysi odasında bulduğum mandallarla sabitleyip kendimi bütünüyle bir sirk soytarısına çeviriyorum.
Tam kapının önüne vardığımda atladığım minik bir detay yüzüme çarpıyor. Anahtar yok. Onun sabaha karşı giderken kapıyı üzerime kilitlediğini hatırlayınca söylene söylene geri dönüyorum. Aklıma onun kapıyı kilitlediği an geldiğindeyse duruyorum birden. Paltosunun cebinden çıkardığı anahtarla yapmıştı bunu... Fakat dün gece beni karların içinde yakalayıp eve getirdiğinde elindeki anahtarı vestiyerin çekmecesine koymuştu.
Koşarak çalışma vestiyerin üst çekmecesini açıyorum. Koli bandı, siyah kapaklı bir defter, iki tane asma kilit, minik bir dürbün ve... Evet, anahtarlar var! Aptal Şeytan, yedek anahtarı yanına almayı unutmuş. Anahtarları elime alırken dudaklarımdan keyifli bir kahkaha kopuyor.
Ancak aklıma gelen ihtimalle birlikte duruluyorum aniden. Ya unutmadıysa? Ya başına bir şey gelirse evde mahsur kalmamam için bilerek bıraktıysa? Başımı eğip anahtarları incelediğimde keyfim büsbütün kaçıyor. Burada etiketinde dış kapı yazan bir anahtar daha var. Gerçi bu onun başına bir şey geleceğini göstermez ki. Aras her zaman en ufak ihtimalleri bile göz önünde bulunduran biri zaten. Kendince temkinli olmaya çalışması çok doğal.
Kendi kendime rahatlatıcı telkinler vererek çekmecedeki dürbünü de alıyorum elime. Dışarı çıktığımda temiz dağ havası iliklerime doluyor. Evin etrafını dolaşırken buraya geldiğimden beri solunum sistemimin şevkle çalıştığını fark ediyorum. Normal koşullarda dün gece o lastikleri patlatmaya çalışırken astım krizi geçirip ölmüş olmam falan gerekirdi fakat o zaman bile tıkanmadı nefesim. Görünüşe bakılırsa ciğerlerim İzmir'in dağlarını epey sevdi.
Havada sis olmadığı için dağın daha aşağılarında nokta gibi evler çarpıyor gözüme, dürbünle baktığımda uzaklarda bir kilise gözüme çarpıyor. Geldiğimiz akşam zirvede olduğumuzu falan düşünmüştüm ancak görünüşe bakılırsa en tepede falan değiliz. Zaten böyle bir şey saçma olurdu, dağın tepesi kim bilir ne kadar yüksektedir?
Tabi bu hangi dağda olduğumuza da bağlı. İzmir'de kaç tane dağ olduğunu bilmiyorum ancak içlerinden birine Atatürk heykeli oyulduğunu görmüştüm internette. Acaba o heykel bu dağın üzerinde olabilir mi? Başta tepeden aşağı inip uçurum kenarından bakmayı düşünüyorum fakat elbette ki bir taraflarım yemiyor. İşte benim maceracı ruhum da buraya kadar.
Gözümün sık sık dağın gövdesiyle uçurum arasındaki yola takıldığını fark edince kısa gezintime son verip eve dönüyorum. İçeri geçip üzerimi çıkartırken üstüme üstüme gelmeye başlıyor duvarlar. Sırf düşünmemek için yerime bile oturmadan bilgisayarın başına geçiyorum. İnternetin olmadığını görmek şaşırtmıyor beni, muhtemelen mail atarken mobil veriden bağlanıyordu. Mobil veriyi ise onun parmak izi olmadan açabilmem mümkün değil.
Can sıkıntısıyla çalışma masasının çekmecelerini kurcalamaya başlıyorum. Araf'taki evinin aksine bu evde tüm dolaplar dolu, hatta çekmeceler bile. Mesela bu çekmecede bir sürü not kağıdı, ufak bir zımba, çeşit çeşit tornavida ucu içeren bir kutu, iki flash bellek, kalemler ve bu tarz ıvır zıvırlar var.
İçinde ne olduğunu merak ettiğimden flash bellekleri alıp sırayla bilgisayara takıyorum. İlkinde matematiksel hesaplamalarla ve çizimlerle dolu bir klasör çıkıyor karşıma. Görsellerin önizlemesi bile o kadar karışık ki, büyütüp tek tek incelemeye cesaret edemiyorum. İkincisinde ise bir sürü fotoğraf ve video var. Fotoğrafların üzerinde yazan tarihten onun üniversite yıllarına ait olduğunu fark edince hazine bulmuş gibi seviniyorum.
Kısa süre sonra evin içinde kahkahalarım yankılanmaya başlıyor. Aras'ı hep olgun haliyle tanıdığım için geçmişte de böyle olduğunu sanıyordum. Fakat değilmiş. On sekiz yaşındaki hallerinin olgunlukla uzaktan yakından alakası yok, fotoğraflarda bile haylazlık akıyor gözlerinden. Kahkahalarla güldüğü, yerlerde yuvarlandığı, Alp ve Cavit'le boğuştuğu, fakirlikten kırılan bir öğrenci evinde ve bir çoğunda bana son derece tanıdık gelen kıvırcık saçlı bir kızla olan fotoğrafları var.
Kızın dizine yatarken objektife sırıttığı bir fotoğrafı görünce homurdanıyorum. Eski sevgilisi olabilir mi acaba? Sinirden dudaklarımı dişleyerek fotoğrafı kapatıp videolardan birini açıyorum. İlk sahnede karşıma aynı kız çıkıyor. Harika...
"Merhaba arkadaşlar, ben Suzan." diyor kameraya doğru fısıldayarak. "Şimdi sizlere Termo'dan nasıl AA ile geçileceğini göstereceğim."
Ardından sessiz adımlarla yürüyüp bir odanın önüne gidiyor. Kamerayı aralık kapıdan içeri tuttuğunda objektife Aras'ın girdiğini görüyorum. Gözünde gözlükleriyle, bir kitap ve not yığınının arasında harıl harıl ders çalışırken. Kamerayı fark ettiğinde yüzünde öfkeli bir ifade beliriyor.
"Ya kızım yeter artık ama!" diye isyan ediyor elindeki kağıdı buruşturup kameraya fırlatırken. "Başlarım senin yönetmenlik sevdana..."
Kızın kahkahalarla güldüğünü duyuyorum. Bunun üzerine iyice öfkeleniyor Aras. "Bak hala çekiyor..." diye homurdanarak kitapları bırakıp ayağa kalkıyor. Kızın kahkahaları daha da şiddetlenirken kameranın evin içine doğru dönüp hızla Aras'tan uzaklaşmaya başladığını görüyorum. "Suzan sil şunu!" diye bağırıyor arkadan. "Yemin ediyorum taşınacağım bu evden!"
"Çok ararsın benim gibi ev arkadaşını," dediğini duyuyorum kızın. "Git Java'nın ahırında kal da dünyanın kaç bucak olduğunu gör!"
Bu sefer Aras da gülüyor. "O kadar da düşmedim..."
Video bittiğinde hala sırıttığımı fark ediyorum. Demek ev arkadaşı, ha? Bu bilgi keyfimi az da olsa yerine getiriyor. Elbette tamamen rahatlamış değilim, Begüm vakasından sonra bir kızın Aras'ın arkadaşı olması fikri beni rahatlatmıyor artık. Oysa eskiden ne kadar da ılımlı ve anlayışlı bir aptaldım.
Sahi, ben eskiden cidden aptaldım ya... Çevresindeki kızları kıskansam bile belli etmezdim mesela, gün içinde bir kez bile arayıp kontrol etme gereği duymuyordum. Hatta ben Aras'ı bir kez bile aramadım. Sadece Özgür Abi bana Arzu'nun mektubunu verdiğinde aramıştım, onda da henüz aramızda hiçbir şey yoktu zaten.
Kollarımı göğsümde kavuşturup kendi kendime homurdanıyorum. Kendisi farkında değil ama eğer ayrılmamış olsaydık eski Melek'i mumla aratacaktım ona. Mesela kişisel avukatı olacak o Damla Hanım'a veda etmesi gerekecekti. Elfida denen kımıl zararlısını saymıyorum bile... Bence Aras yatsın kalksın ucuz yırttığına dua etsin. Zira ayrılmamış olsaydık bizzat tanıdığım arkadaşları dışında hiçbir kadınla vakit geçiremeyeceği cehennem gibi bir hayatı olacaktı.
Söylene söylene videoyu kapatıp ikincisine geçiyorum. Bu sefer ortam çok daha kalabalık, muhtemelen bir çeşit ev partisindeler. Kalabalığı incelerken ortamda tanıdık yüzler takılıyor gözüme. Aslı ile Berk var mesela, en köşedeki koltukta gülüşerek muhabbet ediyorlar. İki sevgili üçlü koltukta kıyafetli bir porno çekiyor ve kimse takmıyor onları. Büyük evin ortasında Alp ve Cavit'i görüyorum, omuzlarında iki farklı kızla bir tür deve güreşi oynuyorlar sanırım. Acaba Aras nerede? Videonun ilerleyen saniyelerinde de bir türlü göremiyorum onu.
Fakat onun yerine karşıma bir başka tanıdık yüz karşıma çıkıyor. Begüm. Onun objektifin en ucunda kollarını göğsüne kavuşturmuş surat astığını görünce dişlerimi gıcırdatıyorum. Umarım videonun devamında onunla seni yan yana görmem Aras. Umarım...
Dualarım kabul oluyor. Birinci dakikanın sonunda kamera tekrar üçlü koltuğa çevrildiğini görüyorum. Sevgilisinin üzerine çıkmış kız hafifçe kenara kayıyor ve bilin bakalım kim çıkıyor altından? Evet. Şeref ve haysiyet yoksunu piç kurusunun teki... Allah belanı versin Aras!
Öfkeden elim ayağım titreyerek kapatıyorum videoyu. Acaba bu adam hayatının tam olarak hangi noktasında mezhebi geniş olmayı bırakıp kıskanç öküzün tekine dönüştü? Zira geçmişte elin kızlarıyla toplum içinde yiyişmekten zerre rahatsızlık duymuyormuş. Hatta Begüm hanımın onunla birlikteyken gidip başka herifle evlenmesini bile kabullenmiş. Bana gelince sırf Cenk saçımı öptü diye hayatı zindan etmesini biliyor ama...
"Hayır, yediği halt yetmemiş bir de videosunu saklıyor!" diye söyleniyorum kendi kendime. "Ayrılmamış olsaydık ben bilirdim bu flash belleği sana yedirmesini..."
Karşılaştığım acı manzarayı sindirip tekrar videoları izlemeye dönmem epey uzun sürüyor. Bir süre evin içinde öfkeyle tepindikten sonra sakinleşmeyi başarıyorum. Tamam, başaramıyorum ama merakım daha ağır basıyor. Söve söve bilgisayarın başına oturup diğer videoyu açıyorum.
Neyse ki bu videoda sadece Cavit ve Suzan var. Onların tavla oynamasını izlerken öfkem biraz azalır gibi oluyor. Bu esnada Suzan'a biraz da olsa kanımın kaynadığını fark ediyorum. Bundan en önemli etken onun Aras'ın beğeni kriterlerinin dışında olması elbette. Bir kere sarışın değil kız, siyah kıvırcık saçları var. Boyu benden daha uzun ama bir yetmişin altında olduğuna eminim. Sıradan bir Türk kızı işte.
Acaba nerede şu anda? Zamanında bu kadar yakın olduklarına göre belki de hala görüşüyorlardır. Aras'ın çevresini ne kadar az tanıdığımı düşününce kızla hiç karşılaşmamış olmam çok da imkansız değil. Gerçi yüzü bana bir yerlerden tanıdık geliyor ama...
Diğer videoda yine Suzan çıkıyor karşıma, görünüşe bakılırsa videoların hepsi onun kamerasıyla çekilmiş. Yine aynı koridorda durduğunu görüyorum, bu kez fısıldamaya gerek duymadan konuşuyor.
"Geçen gün Alp'ten çok ilginç bir şey duydum. Galiba kendisi bizim Yalıçapkını'nı uyandırmanın kolay bir yolunu keşfetmiş. Başta inanmadım elbette, gerçi hala pek inanmıyorum ama yine de deneyeceğim."
Kamerayı indirdiğin elinde bir bıçak tuttuğunu görüyorum. Ardından tekrar yüzü beliriyor ekranda.
"Alp'in dediğine göre uykusunda beyimizin canına kast edince bunu hissedip hemen uyanıyormuş. Şimdi hep birlikte bunu test edeceğiz. Eğer Alp haklıysa gerçekten de Aras'ı uyandırmanın kolay yolunu bulmuşuz demektir. Tanrım, şimdiden kendimi Nobel kürsüsünde görür gibiyim..."
Suzan kamerayı dışa doğru çevirirken ufak bir kahkaha atıyorum. Karanlık koridoru geçtikten sonra bir odanın önüne gidip pat diye açıyor kapıyı. Eliyle duvara vurarak ışığı yaktığında Aras'ın mışıl mışıl uyuduğunu görüyorum. Suzan elindeki bıçağı havaya kaldırıp kameraya gösterdikten sonra ona doğru yürümeye başlıyor.
"Gördüğünüz üzere bu yaşam formunu uyandırmak Alp'in içindeki insaniyeti uyandırmaktan bile daha zor. Işık, gürültü, yanıbaşında patlatacağınız bir hidrojen bombası, bunlarla Aras'ı uyandıramazsınız. Geçen gün Cavit tamamen bilimsel bir meraktan ötürü onu uyurken yataktan aşağı devirdi ve tahmin edin, ne oldu? Evet, halının üstünde uyumaya devam ett-"
Her şey o kadar hızlı oluyor ki, göremiyorum bile. Suzan çığlık atıyor, kamera havaya fırlıyor, bir patırtı sesi kopuyor ve ekran kararıyor. Hepsi bu. Videonun bittiğini anlayınca başa sarıp tekrar izliyorum son saniyeleri fakat bir türlü neler olduğunu çözemiyorum. Kare kare durdurup incelediğimde bile bulanık görüntülerden başka bir şey geçmiyor elime.
Aras uyanmış olabilir mi gerçekten? Kendi kendime gülerek başımı iki yana sallıyorum. Eğer bu video çekilirken uyuyor numarası falan yapmıyorsa şak diye uyanmış olması mümkün değil. Belki de bu da kısa bir kurgudur, hatta diğer arkadaşlarını kandırmak için şaka amaçlı bile çekilmiş olabilir. Zira gerçek olması hiç mantıklı değil. Uykusu ağır olan bir insan tehlikeyi hissedince pat diye uyanamaz ki, bunun için sürekli tetikte falan olması gerekir. Oysa Aras uyurken son derece huzurlu görünüyor.
'Dışı seni, içi beni.'
Onun Nazmi Amca'nın restoranında söylediği şeyi hatırlayınca yüreğime bir sıkıntı çörekleniyor. Kendi fikrimi reddeder gibi başımı iki yana sallıyorum. Orada uyurken gördüğü kabuslardan bahsediyordu Aras, arabada sorduğumda bana böyle demişti.
Peki ya yalan söylediyse?
Bu konuyu düşünmeyi sonraya bırakıp kapatıyorum videoyu. Diğer videoda karşıma öğrenci evinde yapılan minik bir kutlama çıkıyor. Aras, Alp, Cavit, Ozan, Aslı, Berk ve kim olduğunu bilmediğim başka bir oğlan var görüntülerde. Suzan onlara yaklaşınca masada İYİ Kİ DOĞDUN ARAS yazan bir pasta olduğunu görüyorum. Doğum günü kutlaması...
Burada da kahkahalarla gülüyor bir şeylere. Tamam, Aras hiç gülmeyen somurtkan bir insan değil, benim yanımdayken de kahkahalarla güldüğü olmuştu. Fakat tüm bu geçmişe ait videolarda onun sadece yapılan esprilere gülmediğini, gerçekten de mutlu olduğunu görebiliyorum. Benim tanıdığım Aras'tan çok daha farklı biri var videolarda.
"Java dikkat etsene oğlum... Ulan pastayı bu hıyara dilimletmek hangi salağın fikriydi?"
"Beğenmiyorsan gel sen kes amına koyayım..."
"Ulan kolunu dirseğine kadar pastaya sokman mı gerekiyordu? Beyler ben gerçekten bu pastayı yemem."
"Yarrağımı ye o zaman Alp."
Cavit'le Alp didişirken Aras'ın kamerayı fark ettiğini görüyorum. Bıkkınlıkla iç çekerek "Suzan bırak şunu artık ya." diye söyleniyor. "Ne boka yarayacak bu videolar?"
"Anı bunlar hep. Ayrıca yirmi yaşına giriyorsun oğlum, video çekmeyip de ne yapacağım?"
"Yanıma gelip o anıların içinde yer alabilirsin," diye cevap veriyor Aras. "Güya bana babalık yapacaktın..."
Suzan'ın kahkahası duyuluyor ve kamerayı başka birine uzatıyor. Kadrajın arkasından çıkarken kollarını iki yana açtığını görüyorum.
"Oyy benim oğluşum babasını mı özlemiş?"
Cavit yüzü pastaya bulanmış halde kameranın önünden geçerken okkalı bir küfür savuruyor. Alp'in "Ağlama lan ağlama..." diye güldüğünü duyuyorum. Birileri "Ulan pastadan ne istediniz?" diye söyleniyor. Suzan'ın Aras'ın yanına oturup kahkaha atarak onun yanaklarını mıncırdığını görüyorum.
"Ya kızım yapma şunu ya!"
"Sus ulan! Yat bakayım dizime eşek sıpası..."
Aras kahkahalarla gülerek onun dizine uzanırken Alp koşarak üstlerine atlıyor. Onun zıplamasıyla birlikte korkunç bir gıcırtı yükseliyor koltuktan, kamerayı tutan kişinin "Kırdı hayvan..." diyerek durum tespiti yaptığını işitiyorum. Aras küfür ederek Alp'in kafasına tekme geçirirken diğerleri de onlarla dalga geçiyor. Sahiden de komik görünüyorlar, iki tane dev gibi oğlan boğuşurken baba dedikleri kız çocuk gibi kalıyor ortalarında.
"Biraz da bana babalık yap be!" diyerek söylendiğini duyuyorum Alp'in. "Varsa yoksa bu şerefsiz..."
"Kıskanma lan..."
"Kızım ben senin için söylüyorum. Bu sahtekar sevgiden mevgiden anlamaz, boş yere yoruyorsun kendini. Şefkat potansiyelini benim gibi duygusal ve naif kalpli insanlarda harcamalısın."
Bu kez sadece Aras ve Suzan değil, herkes kahkaha atıyor. "Naif kalpli olabilmen için önce bir kalbe ihtiyacın var gerizekalı." diyor Cavit. Aklıma bardaki kızların cemiyetteki genç erkeklerin dedikodusunu yaparken Alp hakkında söyledikleri gelince ister istemez ona hak veriyorum.
Cemiyetteki genç erkekleri artı ve eksi yönleriyle değerlendirip aşık olunmaması gereken adamları listelemişlerdi o akşam. Alp o listeye oy birliğiyle girmişti. Anladığım kadarıyla sadece çapkın değil, aynı zamanda da kadınlara karşı saygısız ve kendinden başka kimseyi umursamayan etik yoksunu biriydi. Kızlardan biri onun wattpad'deki badboy kitaplarından fırlamış gibi olduğunu söylemişti.
Sıra Aras'a geldiğinde hepsi önce övgüyle söz etmişti ondan. Onun kadınlara karşı saygısızlık yaptığını görmemişlerdi, diğer erkeklerin aksine birlikte olduğu kızların muhabbetini yapmaktan hoşlanmıyordu ve yatakta bencil değildi. Bununla tam olarak neyi kastettiklerini anlayamamıştım fakat o esnada kızlar Aras'la ilgili başka bilgiler vermekle meşguldüler zaten. Sinem onları dinlerken utançtan, kıskançlıktan ve öfkeden kırmızı bir domatese dönüştüğümü söylemişti.
Sıra onunla ilgili olumsuz şeylere geldiğindeyse hepsinin hemfikir olduğu şey şuydu: Aras fazla zekiydi. Kadınlara has minik oyunlar, cinsel vaatler ve entrikalarla kontrol edemezlerdi onu, üstelik haddinden fazla ketumdu. Kızların dediğine göre gizemli yönü çekici olabilirdi fakat zeki bir erkek aynı zamanda da güvenilmez bir erkek demekti. Bu yüzden de Begüm Denizer'in bile nikah masasına oturtamadığı bir adamla ilgili hayaller kurmanın zaman kaybı olduğuna kanaat getirmiş ve Aras'ı da aşık olunmaması gereken adamlar listesine eklemişlerdi.
Böylelikle kızların onu pek tanımadığını anlamıştım. Mesela profesyonel yalancılığını, çocukluğunun cemiyette geçmediğini, hukuk okumak gibi bir saçmalığa kalkıştığını ve en önemlisi, şeytanın teki olduğunu bilmiyorlardı. Bu da benim ne kadar salak olduğumu gösteriyordu işte. Kızlar ellerindeki kısıtlı bilgiyle bile Aras'ın aşık olunmaması gereken bir adam olduğunu anlamışlardı. Bense nasıl yalancı ve güvenilmez bir şeytan olduğunu bildiğim halde aşıktım ona.
Yüzümde acı bir gülümsemeyle videoyu kapatıp diğerine geçiyorum. Yolculuk esnasında çekilmiş bir video bu. Başta ikisinin yalnız olduğunu sanıyorum fakat Suzan kamerayı koltuğun üzerinden arkaya çevirince diğerleri de meydana çıkıyor. Şu kocaman transit tipi araçlardan birindeler. Sürücü koltuğunda Aras var, Suzan onun yanındaki koltukta oturuyor. Ozan, Alp, Cavit, Aslı, Berk ve tanımadığım bir erkek ise arabanın arka kısmındaki koltuklara yayılmış durumdalar.
Ozan ve Alp bir tür kağıt oyunu oynamakla meşgul, Berk'le Aslı arka koltuğun ufacık bir köşesinde uyumaya çalışıyor, Cavit ise koltuğun geri kalanını tek başına kaplamış ve deliler gibi horluyor. "Bok vardı da tek arabayla yola çıktık," diye söylendiğini duyuyorum Berk'in. Ardından Cavit'e acımasızca bir tekme geçiriyor. "Uyan lan sen de!"
Suzan kıkırdayarak önüne dönüp kamerayı Aras'a çeviriyor. "Müzik açalım mı oğluşum?"
"Hayır, lütfen..." diyerek yüzünü ekşitiyor Aras. "Sabahtan beri aynı şarkıyı dinletiyorsun Suzan."
"Ama sen de çok sevmiştiiiin..."
"İlk yirmi dinleyişte evet. Sonra ufaktan bir bıkkınlık geldi."
"Sana fikrini soran da kabahat!" diye söylenerek uzanıp radyoyu açıyor Suzan. Aras homurdanarak yola dönerken arabanın içinde Rusça bir şeyler yankılandığını duyuyorum. Ardından bir piyano sesiyle birlikte tanıdık bir melodi başlıyor.
Sözlerin başladığı yere gelmeden video bitse de melodinin nereden tanıdık geldiğini hatırlıyorum. Aras beni buraya getirirken radyoda çıkan şarkı bu... Onun şarkıyı dinlerken ne kadar sarsıldığını hatırlayınca kaşlarım çatılıyor. Acaba arkadaşlarıyla geçirdiği eski güzel günleri hatırladığı için mi öyle tepki verdi? Bilemiyorum ki. Sırf şu fotoğraflar ve videolar bile onunla ilgili ne kadar az şey bildiğimin göstergesi...
Gözlerimin dolduğunu hissedince daha fazla oyalayamıyorum kendimi. Bilgisayar ekranını kapatıp ayaklarımı sürüyerek yatağa yürüyorum. Sırtüstü uzanıp tavanı izlerken yüzyıllar geçip gidiyor içimden. İlk kez ayrılık fikrini olağanca gerçekliğiyle idrak ediyorum. Birazdan gelip beni İstanbul'a götürecek ve sonra aramızda her şey bitecek. Peki ya sonra? Sonra ne olacak?
Benim açımdan hiçbir şey olmayacağı kesin. Tüm hayatını aşkın ne olduğunu bilmeden geçiren milyonların aksine ben aşkı çok erken buldum ve çok erken kaybettim. Şimdiyse önümde yalnız geçireceğim koca bir ömür var. Neyse ki bu fikre yabancı değilim. Onu sadece uzaktan severken, bir kez bile koyun koyuna uyumamışken, tenine dokunmamış ve gözlerindeki yıldızlı gecede kaybolmamışken bile Aras'ın benim için ilk ve son olduğunu biliyordum zaten.
Onun açısından ne olacağını ise bilmiyorum. Acaba günün birinde evlenir mi? Onun bana inat olsun diye böyle bir şey yapmayacağına eminim. Eğer Aras günün birinde evlenirse, bunu sadece evlenmek istediği için yapar. Gerçek bir aile istediği için...
Ve çok iyi biliyorum ki, bu dünyada gerçek bir aileyi Aras'tan daha fazla hak eden hiç kimse yok. Hiç kimse. Gelecekte öyle güzel bir baba olacak ki, çocukları dünyanın en şanslı çocukları olacak muhtemelen. Şimdiden onu kızına masallar anlatırken hayal edebiliyorum. Ya da oğluyla birlikte mutfağa girip dünyanın en korkunç yemeklerini yaparken...
O gün geldiğinde onun yanında olamayacağımı bilmek göğsüme kör bir bıçak saplıyor sanki. Başımı yastığa gömüp hıçkırarak ağlamaya başlıyorum.
'Bunu sen istedin.' diye fısıldıyor iç sesim. 'Kanatların kopmasın diye vazgeçtin ondan. Arzu'ya ihanet etmemek için Aras'ı harcadın.'
Bu kez karşı çıkamıyorum iç sesime. Evet, bunu gerçekten de ben istedim. Fakat böyle olmasını isteyen ben değildim. Ben onun gerçekten Arzu'yu sevmesini istemiştim mesela, Arzu öldükten sonra bile kendimi buna inandırmaya devam etmiştim. Hastane odasında başucuma bırakılan minik mavi çiçekleri, kütüphanede baş başa geçirdiğimiz geceyi, tesadüf olamayacak kadar sık gerçekleşen karşılaşmalarımızı, çok nadir gerçekleşen fakat Aras'ın imalı sözleriyle bezeli konuşmalarımızı, bakışlarını, bakışlarını, bakışlarını... Tüm bunları yok saymamın tek sebebi inanmak istediğim şeydi.
Fakat gerçek ortadaydı işte. Bacaklarımı karnıma çekip hüngür hüngür ağlarken ilk kez kabulleniyorum bunu. Evet, onun geçmişte de bana karşı ilgisi vardı. Ne kadar ciddiydi ya da amacı neydi bilmiyorum fakat bir şeyler hep vardı. Ve Aras o bir şeylere rağmen gidip en yakın arkadaşımla sevişmişti. Sahi, ihanete uğrayan hangimizdik acaba? Arzu mu, ben mi?
✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧
MERT
Kan damlaları karanlık yola ekmek kırıntıları gibi saçılıyordu. Omzumun üstünden arkamızda uzanan kanlı ize baktığımda tam olarak böyle düşünmüştüm. Üstelik altından geçtiğimiz uzun ince ağaç alayla bizi izlerken ardımız sıra dökülmeye devam ediyordu bu kırıntılar. 'Hansel ve Gratel gibi' diye geçirdim içimden. 'Tıpkı onlar gibi arkamızda ekmek kırıntıları bırakıyoruz.'
Aslında bunu düşünürken niyetim birilerinin bizi yakalama ihtimali için endişelenmekti fakat Hansel ve Gratel'i hatırlayınca ürperdiğimi hissetmiştim. Çocukluktan kalan travmalarımdan biriydi bu, o iki veledin yaşlı bir kadıncağızı fırına atıp yakmalarını aşamıyordum. Tamam, yaşlı kadın aslında kötü bir cadıydı ama nihayetinde yaşlıydı işte...
Ayrıca böyle sosyopatça sahnelerin çocuk kitaplarında ne işi vardı ki? Pedagog olmasam da bu tür şeyleri okumanın çocuklar için zararlı olduğunu düşünüyordum. Mesela benim için öyle olmuştu. Ablam bana Hansel ve Gratel'i anlattığı için tüm çocukluğumu mutfaktaki fırından korkarak geçirmiştim. Şimdiyse o korkunç masalların gerçek olduğu bir dünyada kaybolmuş gibi hissediyordum kendimi.
Siyah arabanın yanına vardığımızda önce yolcu kapısını açıp Aras'ın oturmasına yardım ettim. Ellerim hala tir tir titriyordu, üstelik kana bulanmış olmaları daha da artırıyordu bu titremeyi. Keşke yanımda ablam da olsaydı. Gerçi psikopat kayınbiraderimin az önceki yaklaşımını düşünürsek yanımda abim vardı ama onun kan kaybından öleceğini bildiğim için bu duruma pek sevinemiyordum.
İçimdeki panik iki katına çıkmıştı birden. Koşarak arabanın önünü dolaşıp sürücü koltuğuna geçtim. Nasıl sürüyorduk? Direksiyona bakarken gözümün önünden kafası dağılan adamın beyin parçaları uçup geçiyordu hala. Üstelik kanlı ellerle direksiyonu tutmanın doğru olup olmadığından da emin değildim, araba Aras'a aitti sonuçta.
"Neyi bekliyorsun baş belası?"
"E-ellerim..." dedim iki elimi havaya kaldırıp kayınbiraderime dönerek. "Ellerim kanlı ve ben ee, şey, bu şekilde direksiyonu tutarsam kirl-"
"Mert çalıştır arabayı." dedi dakika bir gol bir abiliğe başlayarak. "Kurşun sıyırdı ama epey derinden sıyırdı. Kan kaybından ölmemek için tedavi falan olmam lazım, anlatabiliyor muyum?"
"O zaman ambulans-"
"Mert!"
Arabayı çalıştırıp yola koyuldum. Bu öneriyi daha fabrikadan çıktığımız ilk anda yaptığım zaman da bu tepkiyi vermişti bana. Her mafya dizisi karakteri gibi o da legal yollardan tedavi olmakla pek ilgilenmiyordu. Muhtemelen az sonra hastane basıp doktor falan kaçıracaktık ve sonra dağılan beyin parçaları... Off, hayır ya.
"Nereye gidiyoruz?"
Tarif ettiği adres içime az da olsa su serpmişti. Zira bir hastaneye falan gitmiyorduk, anladığım kadarıyla doktoru evinden kaçıracaktık. Çünkü fırsatımız varken neden bir de haneye tecavüz suçu işlemeyelim, öyle değil mi?
Kafası patlayan adam gözümün önüne gelince silkinerek dikkatimi toplamaya çalıştım. Karanlık yolda ilerlerken bir yandan da kendime hayret ediyordum. Cidden şu anda nasıl sakin sakin araba sürebiliyordum ki ben? Tamam, limanda da bir çatışmanın ortasında kalmıştık fakat orada gözlerimin önünde birinin kafası patlamamıştı. Karanlıkta şahit olabildiğim tek yaralanma anı Ozan'ın üzerinden aylarca mağduriyet yarattığı bacağını sıyıran kurşundu ve o bile fazlasıyla ağırdı benim için.
Evet, ağırdı. Bunu yüksek sesle dile getiremezdim, erkek olduğum için toplum vahşet karşısında güçlü kalma zorunluluğu yüklüyordu bana. Şiddet ve kan bize zevk vermeliydi, böylelikle daha çok erkek olabilecektik. Tabi bir de korkusuzluk... Ben bu konuda şanslıydım, doğduğum günden bu yana hiçbir zaman toplumda cesareti sorgulanan biri olmadım.
O güdü içimde hep vardı. Ağaçta kalan kediyi kurtarmaya çalışırken kolumu kırmama, başka bir çocuğu arabanın altında ezilmekten kurtarmaya çalışırken kaza geçirmeme, aç bir kedinin kuş yuvasındaki yavruları almasına engel olmaya çalışırken balkondan düşmeme, tüm çocukluğumu ailemin göz hapsinde geçirmeme sebep olan o güdü...
Kimilerinin cesaret sandığı bu güdü bana kalırsa pervasızlıktı. Kahramanlığa dayalı bir korkusuzluk değildi benimki, ben bizzat ölüm korkusu denen o duygudan yoksundum. Bu yüzden büyüyüp de ölümden korkmayı akıl edene kadar özgürlüğümü kazanamamıştım. Ailem, özellikle de ablam, yolda gördüğüm bir uğur böceğini yerden almak için trafiğin ortasına dalmayacağıma emin olana kadar elimi bırakmamıştı. Keşke bu güveni ona hiç vermeseydim.
Kırk dakika boyunca arabanın içinde çıt çıkmadı. Diğerlerinin polis gelmeden kaçıp kaçamadığını merak ediyordum, tabi bir de polisin ne zaman peşimize düşeceğini. Bu durumu büyükbabama nasıl izah edecektim ki? Dedem, annemin babası, hiç şüphesiz benimle gurur duyardı fakat büyükbabam kriminal işlere karıştığımı öğrenirse ağzıma ederdi kesinlikle.
"Sola dön."
Aras'ın hırıltılı sesini duyunca birden paniğe kapılmıştım. Neden doğruca Sinem'in evine gitmiyorduk ki? Kendisi henüz öğrenciydi, çekilmezdi ve kafası atınca hipokrat falan takmıyordu ama sağlıkçıydı işte. Doktor kaçırmak yerine elimizdeki doktor adaylarını değerlendirebilirdik.
"Dur burada."
Ah hayır, çok geç. Psikopat kayınbiraderimi dinleyip durmaktan başka şansım yoktu, ölümden korkmuyor olabilirdim fakat sakat kalmaktan korkuyordum. Yanımda oturan manyak eğer durmazsam topuğuma sıkmak suretiyle beni durdurabilirdi. Gidip dünyanın en belalı abisine sahip kıza aşık olarak ne halt etmiştim ben acaba?
Lavinia'nın güzel yüzü gözümün önüne gelince kendi kendime cevap verdim. Çok iyi halt etmiştim.
"Hadi gidip şu doktoru kaçıralım." dedim birden gaza gelerek. "Hatta sen arabada kal, ben gidip getireyim herifi. Ee, kuru sıkı tabanca var mı yanında?"
Evet, o son cümle olmamıştı. Silah imalatçısı ve güncel bilgilerime göre aynı zamanda da silah kaçakçısı bir heriften kuru sıkı tabanca istemem kaba bir davranıştı. Kendimi döviz bürosuna girip kalpazan adresi sormuş gibi hissetmiştim. Benzer hisleri o da taşıyor olacak ki, bir süre benimle ne yapacağını bilemiyormuş gibi baktı. Ardından başını hafifçe iki yana sallayarak yüzünü buruşturdu.
"Yanıma gel de bana destek ol, Mert."
Arabadan çıkıp onun bulunduğu tarafa gittim. Kapısını açtığımda soru sormadan onu ayağa kaldırmaya çalıştım, kıpkırmızı olmuş gömleğinin ucundan hala kan damlıyordu. Ki bu yaranın sarılmış haliydi. Fabrikada polislerin yolda olduğunu duyunca oradan hemen ayrılmamız gerekmişti, bu yüzden iri yarı korumayla birlikte üstünkörü bir tampon yapmışlardı yaraya.
Adamın kül gibi olmuş suratından o tamponun kanamayı durdurmadığını görebiliyordum. Yine de koluna girdiğimde ayakta durmayı başardı, iki katlı villanın kapısına doğru yürürken yüzünde sağlık çalışanlarına şiddet sevdalısı bir ifade belirmişti. Doktor için şimdiden üzülmeye başlamıştım.
Bahçe kapısına birkaç metre kala son bir umutla "Bak önce düzgünce rica edelim, tamam mı?" dedim. "Sana zorbalık yapma demiyorum, hobi olarak yine yap. Ama adamın kafasına silah dayamadan önce hipokrat yeminini öne sürmeyi deneyebilirsin. Primum non nocera. Anlaştık mı?"
Bir şeyler söyleyecek gibi oldu fakat kapıya vardığımız anda karşımıza iri cüsseli iki adam çıkıvermişti. Koruma falan mıydı bunlar? Eh, kapıyla aramızda durduklarına göre öyleydiler. Yalnız bir dakika... Doktorun evinde korumaların ne işi-
"Aras Bey?!"
İri yarı heriflerden biri bize doğru hamle yapınca tepki veremedim. Zaten adamların gözü beni pek görmüyordu, esmer olan izbandut Aras'ın koluna girerken diğeri bahçe kapısını açıp villaya doğru koşmaya başlamıştı. Nereye gelmiştik ki biz?
Villanın kapısı açılınca bu sorumun cevabını da aldım. Evet, patronumun evine gelmiştik. Alparslan Ahıskalı. Yalnız bu benim barda gördüğüm o ciddi, duygusuz ve takım elbiseli herife pek benzemiyordu. Arslan Bey'in üzerinde eşofmanlarla ve paniğe kapılmış halde bize koşmasını izlerken normal koşullarda bu manzarayı çok ilginç bulacağımı biliyordum. Fakat şimdi değil bu herif, Ozan'ın dedesi Dündar Bayraktar bile gelse sikimde olmazdı. O kadar çok yorgundum ki Bezalel Levi Saatchi'nin "Nerede benim Picasso tablom?!" diye bağırarak üstüme koştuğunu görsem onu bile takmazdım.
Yo, hayır, onu takardım. Tablosunu aylardır ablamın çeyiz sandığında sakladığımı bilse bence o da beni bir güzel takardı. Ama hepsinden kötüsü ablamın takması olurdu galiba. Çeyiz sandığına çalıntı Picasso tablosu sakladığımı bilse karanlık sanata kurban ederdi beni. Off abla ya...
"Aras!"
Arslan Bey'in böğürdüğünü duyunca çeyiz sandığını daha sonra düşünmeye karar verdim. Adamcağız epey endişelenmiş gibi görünüyordu, bunu kankasının koluna girerken beni sinek ezer gibi kenara itmesinden anlamıştım. Neyse, bardayken de pek nazik bir tip değildi zaten.
"Aras neyin var?!"
"Su çiçeği çıkardım," dediğini duydum kayın biraderimin. "Sence neyim var amına koyayım?"
"Ulan sen kim vurdu onu soruyorum!"
"Alp bizim doktoru çağır." diyerek güçlükle konuştu Aras. "Ahiret sorgusunu sonra yaparsın, önce doktor."
Anlamıştım. Kendisi doktor kaçıracak halde olmadığı için doktoru kankası kaçıracaktı. Bense Hakkı Bey'i arayıp aramamam gerektiğini düşünüyordum hala. Evet, kurşun sadece sıyırmıştı ama yine de oğlu vurulmuştu adamın. Hem belki babası onu hastaneye gitmesi için ikna etmeyi başarırdı. Gerçi Hakkı Bey'in o hastaneye polisleri çağırması da olasıydı.
Zihnimde binbir farklı düşünceyle villanın kapısına vardığımızda korumalar geri kalmıştı. İçlerinden birinin Arslan Bey'in talimatıyla geri dönüp arabaya koşturduğunu gördüm, muhtemelen doktoru o kaçıracaktı. Kapıdan içeri girerken ben de Aras'ın diğer koluna girerek eski görevimi tekrar devraldım.
Evin içi epey büyük fakat sadeydi. Başta depo gibi bir yere inip kaçak ameliyathane ortamlarına gireceğimizi sanmıştım fakat Arslan Bey "Çalışma odasına..." diyerek holün bitimindeki kapılardan birine yönlendirdi bizi. Tam mutfağın önünden geçerken merdivenlerde genç bir kızın belirdiğini fark ettim. Üzerindeki ayıcıklı pijamalardan bu evde yaşadığını anlamak zor değildi, bizi gördüğünde solgun çehresi bembeyaz kesilmişti.
"Aras Abi!"
Patronumun homurdandığını duydum. "Odana çık Elif."
Kızın onu pek taktığı söylenemezdi. Yanımıza koşup bizimle birlikte çalışma odasına girerken "Nesi var?" dedi ciddiyetle. "Kurşun içeride mi?"
"Hayır sadece sıyırdı." diyerek olaya dahil oldum. "Ama epey derin sıyırdı sanırım, çok fazla kan kaybetti."
"Tamam, yatırın şuraya bir bakalım."
"Elif sen git," diye konuşmaya çalıştı Aras. "Bizim doktoru çağırdılar-"
Genç kız küçümser bir tavırla güldü. "Veteriner Fuat Bey'i mi? Bak Alparslan'ın o adama tedavi olması son derece olağan fakat senin bir tıp doktoruna ihtiyacın var."
"Evet doktora ihtiyacı var." diyerek tersledi Arslan Bey. "Bir tıp öğrencisine değil."
"Hiç değilse Fuat Bey gelene kadar ilgileneyim." diye ısrar etti kız. "Adam kan kaybediyor!"
Arslan Bey kararsız bir tavırla koltuğun kenarına oturup Aras'ın gömleğini açmaya başladı. Yarayı gördüğünde yüzünü buruşturmuştu, bu da durumun pek iç açıcı olmadığını gösteriyordu. Fabrikadaki korumanın yaptığı tamponu bastırırken yeniden arkamızda duran kıza döndü.
"İki tane hastayla uğraşamam, tamam mı? Çık odana."
Genç kızın birden öfkelendiğini fark ettim. "Hasta değilim ben!"
"Ayılıp bayılıyorsun, benim gözümde bu bir sağlık problemi." dedi Arslan Bey. Ardından iç çekerek ekledi. "Ama madem kendine bu kadar çok güveniyorsun, o zaman gel de bak."
Aras'ın önünden çekildiğinde kusmamak için kendimi zor tuttum. Adamın karnının sol yanı deşilmişti resmen, filmlerde gördüğümden çok daha berbat bir görüntüydü. Kız ise pek etkilenmemiş gibi görünüyordu, tıp öğrencisi olduğu için normaldi bu. Yüzünde ciddi bir ifadeyle koltuğun yanına yaklaşıp yaraya eğildiğini gördüm, sonra yüzündeki ifade değişti birden. Anlaşılan o ki, kan kokusu karşısında pek dirençli değildi.
Genç kız sendelemeye başladığında şaşkınlıktan tepki verememiştim. Kan tutan bir tıp öğrencisi benim için pek alışıldık bir manzara değildi. Fakat Arslan Bey durumu bekliyormuş gibi görünüyordu, Elif'in bayılacağını anlayınca "Hay sikeyim..." diye homurdanarak öne atıldığını fark ettim. Neyse ki yere düşmeden yakalamayı başardı, ardından kızı kucağına alıp kapıya yöneldi. Çıkmadan hemen önce bana dönüp "Tampon yap!" diye kükremişti.
Eh, bayılırsam beni tutacak biri yoktu etrafta. Bu yüzden koltuğun kenarına oturup yaraya bakmamaya çalışarak tampon yapmaya başladım.
✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧
Ben bugüne dek hep Aras'ı bekledim.
Şaka değil, düşününce sahiden de böyle. Kalu belada bir yerlerde tanıştık ve ondan sonrası hep bekleyişti benim için. On yedi yaşına dek farkında bile olmadan karşıma çıkmasını bekledim. Bana verdiği çiçek penceremde günden güne kururken yeniden karşıma çıkacağı anı bekledim.
Okulun açıldığı günkü halimi unutamıyorum mesela. Üniversiteye başlamak herkes için heyecan verici bir olaydır. Fakat ben o sabah üniversiteye başlayan tüm gençlerin heyecanını tek başıma taşıyordum sanki. Çoktan mektup zarfına kaldırdığım kurumuş çiçeğe rağmen içimde hala umut vardı. Bir şeyler olmuştur diyordum, bir aksilik, bir terslik, sonuçta dünyanın binbir türlü hali var...
İlk gün pek fazla ders olmadığı halde epey oyalanmıştım okulda. Gerçi onun hazırlık okuyup okumayacağını bile bilmiyordum. Bu yüzden hazırlık sınıfında tanıştığım Seda isimli bir kız bana Hukuk fakültesini gezmeyi teklif edince önerisine balıklama atlamıştım. Fakülteye gidip kafelerden birine oturmuştuk birlikte, çok geçmeden yanımıza Seda'nın üst dönemden arkadaşları da gelmişti. Sonra arkadaşlarının da arkadaşları...
Etraf o kadar kalabalıktı ki, stresten avuçlarımın terlediğini hatırlıyorum. Hayatımda ilk kez hiç tanımadığım bir kalabalığın ortasında tek başımaydım, üstelik masadaki birkaç oğlan sürekli beni konuşturmaya çalışıyordu. Onların tedirginliğimi fark edip bilerek üstüme geldiğini anlayamamıştım bile. Birileri beni izliyormuş gibi bir his vardı içimde, bana sorulan sorulara saçma sapan cevaplar verip milletin ekmeğine yağ sürüyordum.
En sonunda nefesim daralır gibi olunca pes etmiş, gitmem gerektiğiyle ilgili bir şeyler geveleyerek masadan kalkmıştım. Eğer Seda peşimden gelip o üç oğlan adına özür dilemeseydi benimle bilerek uğraştıklarından haberim bile olmayacaktı. Gerçi böylesi daha iyi olurdu muhtemelen. Hiç değilse eve çocuk gibi zırlayarak dönmemiş olurdum.
İlk gün yaşadığım güzel deneyimin ardından ikinci gün daha temkinli gitmiştim okula. Cenk'le o gün tanışmış, Arzu'yla o gün karşılaşmıştım. Aras ise yine yoktu. Onunla karşılaşmam tam da umudu kesmeye karar verdiğim anda, okullar açıldıktan bir hafta sonra gerçekleşmişti.
Hukuk fakültesi kantininde oturuyorduk o gün. Arzu acil bir işi çıktığı için apar topar gidince orada durmak yerine eve dönmeye karar vermiştim. Tam bahçeye çıktığım anda elli metre ötemde siyah bir arabadan inerken görmüştüm onu.
Bana kalırsa o gün hayatımın rolünü kestiğim gündü. Başımı çantama eğip bir şeyler arıyormuş gibi yaparak yürümeye devam etmiştim. Gittiğim güzergah tam onun yolunun üzerindeydi, beni görmemesine imkan yoktu. Bir yandan da ne konuşacağımızı falan düşünüyordum, kim olduğunu hatırlamıyormuş gibi yapmayı bile geçirmiştim aklımdan.
Neyse ki gerek kalmamıştı buna. Zira Aras beni tanımamıştı. Tam yanımdan geçip giderken onun beni gördüğünü biliyordum, fakat tanımamıştı işte. Daha doğrusu o anda inanmak istediğim gerçek buydu. Oysa beni tanıdığını da bal gibi biliyordum. Tıpkı tanımamazlıktan geldiğini bildiğim gibi...
O günden sonra ben de onu tanımazlıktan gelmeye başlamıştım. Farklı fakültelerde olduğumuz halde sık sık karşılaşıyorduk, içimden bir ses bunların tesadüf olmadığını fısıldıyordu bana. Zira ilk karşılaşmalarımızda takındığı tavrı takınmıyordu artık, bazen bakışlarının üzerimde olduğunu çok net bir şekilde hissediyordum.
Ve evet, hala bekliyordum. Yanıma gelip konuşmasını, yaptığı kabalık için özür dilemesini bekliyordum. Eğer bunu yapmış olsaydı benden sevecen bir tavır göremezdi elbette, gururum gerçekten incinmişti. Muhtemelen umursamaz bir tavır takınıp onu tanımazlıktan gelmeye devam ederdim.
Ancak buna da gerek kalmamıştı. Zira Aras kendini inkar edemeyeceğim bir şekilde tanıtmıştı bana. En yakın arkadaşımın sevgilisi olarak. O günden sonra beklentim de değişmişti; artık onun tamamen hayatımdan çıkacağı günü bekliyordum. Ta ki farklı beklentiler yaratana kadar. Arzu öldükten sonra onun peşimi bırakmasını beklemiştim, içimde bir yerlerde onun bana ait olmasını bekleyen hain fısıltıya karşı geliştirilmiş bir tepkiydi bu. Sergi gecesinden sonra üç ay boyunca dönüşünü beklemiştim. Ev hapsindeyken onu yeniden görmeyi, partiden sonra onu affedebilmeyi, alt edebilmeyi, haberdar olmadığı bir gerçeğin bedelini ödetebilmeyi bekledim. Şimdiyse yine onun dönüşünü bekliyorum.
Çünkü Aras hep bir bekleyişti benim için. Ve onunla ilgili beklediğim hiçbir şey gerçekleşmemişti.
Beni uyandıran şey bu kez korkunç bir çatırtı sesi oluyor. Ufak bir çığlıkla birlikte aniden doğruluyorum yatakta. Korku dolu gözlerle etrafı izleyip karanlığa anlam vermeye çalışırken ikinci bir çatırtı kopuyor ve bunun gök gürültüsü olduğunu anlıyorum. Vahşice uğuldayan rüzgarın sesiyle birlikte bir dehşet senfonisi dövüyor evin duvarlarını.
Hangi evin? Şöminede sönmeye yüz tutmuş ateşe bakarken aklım birden başıma geliyor. Nerede olduğumuzu hatırlayınca yiğitliği bir kenara bırakıp korkuyla bağırıyorum.
"Aras!"
Anlık bir sessizlik oluşuyor. Ardından fırtına neredeyse kükreyen bir gök gürültüsüyle cevap veriyor bana. Refleksif bir şekilde başımı ellerimin arasına alıp bir köşeye büzüşüyorum. Neler oluyor? Daha bu öğlen hava günlük güneşlikti, bu kadar şiddetli bir fırtına ne ara çıkmış olabilir ki? Ayrıca Aras nerede?! Sanki gökyüzü beni duymuş gibi birdenbire aydınlık kesiliyor ve hemen ardından fırtına bir kez daha cevap veriyor soruma.
Sorun şu ki, ben fırtına dilinden anlamıyorum. Öyle korkunç bir şekilde uyandım ki, şu an mantıklı bir şey düşünemiyorum bile! Bu şekilde aklımı toplayamayacağımı anlayınca yataktan atlayıp odanın ışıklarını yakmaya koşturuyorum. Elektrik düğmesine bastığımdaysa beni ikinci bir sürpriz selamlıyor.
Elektrikler kesilmiş. Harika.
Gözlerimi kapatıp derin bir nefes alıyorum. Elektrik kesilmesi ya da gök gürültüsü problem değil, asıl problem Aras. Nerede kalmış olabilir ki? Bana en geç akşama döneceğini söylemişti fakat hava çoktan kararmış bile. Kaç saattir uyuduğumu bilmediğim için ayağa kalkıp etrafta cep telefonunu aramaya başlıyorum. Ateşin odada yarattığı loş ışığa rağmen yaklaşık beş dakika sürüyor bu arayışım. Tam pes edip bilgisayarı açmaya karar vermişken telefonu yatağın hemen ayak ucunda buluyorum.
Ekrana göz attığımda içimde karşıma iki kötü haber çıkıyor. Birincisi, fırtına sadece elektrikleri değil telefon hattını da kesmiş. Bu kimseyi arayıp yardım çağıramayacağımı gösterir. İkincisi; saat neredeyse ona geliyor. Bu da Aras'ın başına bir şey gelmiş olabilir demektir. Ki dışarıda kopan kıyamete bakılırsa bu hiç de düşük bir ihtimal değil...
'Belki de kasabada kalmıştır.' diyerek telkin veriyorum kendime. 'Bu havada yola düşecek kadar çıldırmış olamaz, değil mi?'
Allah kahretsin ki, olabilir. Belki de o yoldayken başlamıştır fırtına. Ya da belki de araba bile bulamayıp mecburen kasabada kalmıştır. Tabi, kasabaya varabildiyse...
Yüreğim hop ediyor birden. Hadi başına bir şey geldiyse? Sabaha karşı yola koyuldu aptal herif, ya varamadıysa kasabaya? Panikten dudaklarımı dişleyerek pencereye koşturuyorum. Allah'ım lütfen kasabada kalmış olsun... Lütfen hatlar gelsin ve bir şekilde haber ulaştırsın bana. Yoksa kafayı yiyeceğim!
Perdeleri araladığımda karşıma çıkan şey şiddetli bir kar fırtınası oluyor. Gökyüzünden süzülen beyaz ölümü izlerken nefesimin tıkandığını hissediyorum. Şu bir gerçek ki, tüm epistemoloji kuramlarına rağmen bilginin bir kaynağı olmak zorunda değildir. Bazı şeyler sadece bilinir, ötesi yok. Mesela tam şu anda Aras'ın kasabada olmadığını çok iyi biliyorum. Kaynağı olmayan fakat adım gibi emin olduğum bir bilgi bu.
Ne yazık ki, onun nerede ve ne halde olduğunu bilmiyorum. Belki de gelmek üzeredir, belki de sadece geç kalmıştır. Bu yüzden ayaklarımı sürüyerek yatağa dönüyorum yeniden. Örtülerin altına sığınırken fırtınanın uğultusu kulaklarımda bir ağıda dönüşüyor. Burada böyle sessizce onun dönmesini bekleyemem. Fakat gemileri yakmak için de henüz çok erken. "Bir saat." diye mırıldanıyorum kendi kendime. "Eğer bir saat içinde geri dönmezse dışarı çıkıp onu arayacağım."
✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧
MERT
"Peki kim yaptırmış olabilir?"
"Bilmiyorum." dedi Aras halsiz bir sesle. "Çocuklar araştırıyor işte, birazdan öğreniriz."
Araştırma dediği şey işkenceydi. Fabrikaya baskına gelen adamlardan sağ kalan üç kişiyi mezbaha dedikleri bir yere götürmüş, orada nazikçe konuşturmaya çalışıyorlardı. Bunu duyduğumda pek fazla tepki vermemiştim, bu gece olanlardan sonra herhangi bir şeye tepki verebileceğimi pek sanmıyordum. İnsanlık tarihinde karanlık dünyaya benim kadar tepeden dalma bir şekilde giren biri var mıydı acaba?
Kana bulanmış tişörtüme keyifsiz bir bakış atıp oturduğum köşeye iyice sindim. Doktor bir buçuk saat önce falan gitmişti, dikiş atarken lokal anestezi yaptığı için kayın biraderimin bilinci hala yerindeydi. Yine de kaybettiği litrelerce kana rağmen kankasıyla kafa kafaya vermiş baskını analiz ettiğine inanamıyordum.
"Elif ne durumda?" diye sordu nihayet konuyu değiştirerek. "Pek kendimde değildim ama fenalaştı sanırım. Bir sorun mu var?"
O konuyu ben de merak etmiştim. Kızın kim olduğunu bilmiyordum ama Arslan Bey onu götürürken epey kötü görünüyordu. Şimdiyse Aras'ın sorusu üzerine derin bir sessizliğe bürünmüştü, yüzündeki ifadeden canının sıkıldığını görebiliyordum.
"Eleman güvenilir mi?"
Beni işaret ettiğini görünce somurttum. Herifin cidden onun çalışanı olduğumdan haberi yoktu.
"Kardeşim sayılır." dedi Aras başını sallayarak. "Elif'e ne oldu oğlum? Bir problem mi var?"
Duygulandığımı inkar edecek değildim. Psikopat da olsa kayın biraderimin beni benimsemesi hoşuma gitmişti, belki bu vesileyle sosyopat babasının da fikri değişirdi. Bu iki engeli aştıktan sonrasıysa... Hayır, pek kolay değildi. Lavinia içlerinde en zor olanıydı, son olanlardan sonra onu nasıl o sarı kafalı gerzekten uzaklaştıracağımı bilemiyordum.
"Bir problem var." diyerek iç çektiğini duydum patronumun. Ardından homurdanır gibi bir tavırla ekledi. "Hamile."
Arslan Bey de bir çeşit psikopat kayın birader olmalıydı. Kızcağızın hamile olduğunu virüs kaptığını söyler gibi bir tınıyla söylemesi bunu gösteriyordu. Kanka olduğu kişiyi göz önünde bulundurunca buna pek şaşırmamıştım. Fakat Aras'ın verdiği tepki beni şaşırtmayı başardı.
"Alparslan bu haber böyle mi verilir?!" derken sevinci yüzünden okunuyordu. "Baba oluyorsun ulan!"
Ha? Ne babası? Şaşkınlıkla Arslan Bey'e baktığımda onun gözlerini devirdiğini fark ettim. "Haber verdiğin iyi oldu."
Hala olayı çözememiştim. Evlilerse neden kıza odasına çıkmasını söylemişti ki? Hepsini geçtim, bir insan çocuğu olacağı haberini neden böyle verirdi? "Bir dakika, nasıl ya?" dedim kendimi tutamayıp lafa karışarak. "O kız evli miydi?"
"Evet, kendisi karım olur." diye cevap verdi patronum. "Bir sorun mu var?"
"Yoo, banane ki." diyerek geveledim. "Ben sadece, siz pek evli gibi durmayınca, şaşırdım yani biraz..."
Neyse ki mevzu uzamadı. Odanın kapısı çaldığında dikkatler benim üzerimden çekilip diğer tarafa döndü. Bir an sonra içeri Melek'in kanka olduklarını sandığı iri yarı koruma girmişti. Aras'ın iyi olduğunu gördüğünde üzerinden büyük bir yük kalkmış gibi duruyordu. Benim de sağlam olduğumu gördüğündeyse hafifçe yüzünü buruşturdu. Melek bir de bu herife kanka muamelesi yapıyordu. Peh. Sinem boşuna Meleko demiyordu bu kıza...
"Adamlar konuştu patron," dedi Aras'ın yanına giderek. Ardından yüzünde ters bir ifadeyle beni süzdü.
"Mert'in yanında konuşabilirsin Alper, sorun yok."
Aslan kayınço be! Kollarımı göğsümde kavuşturup meydan okur gibi bir bakış attım herife. Bizimki ne diyordu bu adama? Hah, Ayıboğan... Oturduğum yerde arkama yaslanarak söze girdim.
"Evet, seni dinliyoruz Ayıboğan."
Aras'ın 'Şansını zorlama.' der gibi bir bakış attığını görünce yaslandığım yerde hafifçe doğruldum. Koruma sabır diler gibi bir tavırla iç çektikten sonra konuşmaya başladı. Daha doğrusu tek ve benim hiçbir anlam veremediğim bir cümleyle konuyu özetledi.
"Semerciler yaptırmış baskını."
Fakat bu cümle Aras'a epey şey ifade ediyormuş gibi görünüyordu. "Şaka mı bu Alper?"
"Maalesef değil. Üç adamı da ayrı ayrı sorguladık, bizim muhbirlere de teyit ettirdik. Gelenler gerçekten de Cengiz Semerci'nin adamlarıymış."
"Semerini eşeklere siktirdiğimin evlatları..." diyerek nazikçe serzenişte bulundu kayın biraderim. "Görüyorsun değil mi, Alp? Dündar Bey haklı çıktı resmen!"
"Vay arkadaş, heriflerdeki dönekliğe bak." diye gaz verdi patronum. "Ulan sen bir de adama koltuğu bu heriflere bırakmasını söylemiştin. Güya Dündar koltuğu onlara bırakırsa Ozan'la ailesinin güvenliğini sağlayacaklardı. Daha koltuğa oturmadan çark etti pezevenkler."
"Merak etme sen, ben onları nereye oturtacağımı çok iyi biliyorum."
Kafamın yandığını söylesem yalan olmazdı bence. Aslında mafya dizisi ortamlarına pek yabancı değildim, annem Adanalı olduğu için anne tarafındaki sülalem kriminal bir facia gibiydi. Fakat tüm çocukluğumu yalıda, büyükbabamın dizinin dibinde geçirdiğim için o faciaları sadece uzaktan duyuyordum.
Tabi bunda büyükbabamın korkuları da etkiliydi. Anneannemle dedemi görmek için birkaç günlüğüne Adana'ya gittiğimde bile ben dönene kadar dil altı haplarını yanından ayırmazdı. Kendisi hayatında sadece bir kez dünürlerini ziyaret etmek için Adana'da bulunmuştu ve söylediğine göre Batı Şeria'da elinde İsrail bayrağıyla gezmek bile bundan daha az tehlikeliydi.
"Şşş, baksana. Adamlar ne söyledi demiştin?"
Arslan Bey'in bana seslendiğini duyunca büyükbabamın anlamsız Adana fobisini bir kenara bırakıp onlara döndüm. Fabrikada şahit olduğum konuşmadan bahsediyor olmalıydı. "Dündar'ın torunu diyorlardı," dedim zihnimi zorlayarak. "Sonra da asit tankının orada gibisinden bir şeyler söylediler."
Bunun üzerine beni bırakıp Aras'a döndü. "Asit tankının orada duruyordun, değil mi?"
Aras'ın iç çektiğini görünce bir şeyleri kaçırdığımı anlamıştım. Patronum ise öfkelenmiş gibi görünüyordu. Ayağa kalkıp pencereye doğru yürürken "Sikerler böyle işi..." diye söylendiğini duydum. "Seni Ozan sanmışlar Aras!"
"İyi de Ozan'ın silahlarla alakası yok ki," dedim lafa karışarak. "Dedesinin veliahtı olmayı reddediyor-"
"Yeraltı dünyası bunu nereden bilsin?" diye cevap verdi Arslan Bey. "Kimse kimin nüfusuna kayıtlı olduğuna bakmaz ki, mafya babaları arasında veliahtı korumak için doğar doğmaz başkasının nüfusuna geçirmek çok yaygın görülen bir durumdur."
"Yine de-"
"Dündar puştu sevkiyatı yöneten kişinin kendi torunu olduğu istihbaratını kendi eliyle sızdırmış bile olabilir." diye devam etti patronum. Ardından Aras'a dönüp ters bir bakış attı. "Herifin kuyruğuna bastın, öyle değil mi? O adam kolay kolay ihanet etmez kimseye. Eğer-"
"Karşısındaki kişi ona ihanet etmediyse." diyerek tamamladı Aras.
Arslan Bey şaşırmış gibi görünüyordu. "Sen kimseye ihanet etmezsin ki."
"Etmedim zaten." dediğini duydum kayın biraderimin. "Ama o öyle olduğuna inanıyor. Koltuğunu Semerci ailesine bırakmasını söylediğim zaman bana hain muamelesi yaptı."
"Ve gidip etrafa sevkiyatın başında kendi torununun yer aldığı haberini yaydı." diyerek tamamladı patronum. "Semercilerin saldırı düzenleyeceğini biliyordu. Böylelikle hem onların güvenilmez olduğunu ispatlayacaktı, hem de bunu seni yem ederek yapacaktı."
"Yaptı da." diye başını salladı Aras. "Eğer baskında ölseydim ihanetin bedelini ödemiş olacaktım. Sağ kalırsam da Semerci ailesini sağlam bırakmayacağımı biliyordu."
"Adam seni kendine maşa yapmış lan!" diyerek kahkaha attı Arslan Bey. "İhtiyar kurda bak sen... Ama biliyor musun, tüm bunlar senin suçun. Onca derdin yetmezmiş gibi bir de Ozan'ın huzuru bozulmasın diye feda ediyorsun kendini. Önce liman soygununu üstlendin, şimdi de bu... Adama gidip beni harca dersen o da seni bir güzel harcar oğlum, bunda şaşılacak bir şey yok."
Benim varlığımı bile unutmuş halde kendi aralarında atışıyorlardı. Bense zihnimde yerine oturan bir sürü taşın arasında kaybolmuştu. Liman soygunundan sonra Aras'ın hepimizi Araf'a kapattığı üç uzun gün geldi aklıma birden. Limandaki depodan çok önemli bir Picasso eserinin çalınmıştı, herkes eseri bizim aldığımızı sanıyordu, Ozan'ın dedesini bile masum olduğumuza ikna edemiyorduk ve başımız çok büyük belaya girmişti. Sonrasındaysa masum olmadığımızı öğrenmiştik, Picasso tablosu gerçekten de bizdeydi.
Buna rağmen kimse düşmemişti peşimize, sanki arkamızda sessizce sorunları çözen karanlık bir gölge var gibiydi. Fakat sorunun çözülmediğini biliyordum, zira eser hala bizdeydi. Bendeydi daha doğrusu... Aras Melek'in benden para aldığını duyunca tabloyu elime tutuşturup borcun kapandığını söylemişti. Ortada borç falan olmadığına ikna edememiştim onu, olsaydı bile yalnızca elli bin dolar vermiştim ben, tabloysa yirmi milyon sterlin değerindeydi. Bunu izah ettiğimde Aras bana tablonun değerinin beni ilgilendirmediğini, çünkü onu asla satmayacağımı ve bende olduğunu da kimseye söylemeyeceğimi bildirmişti. Eh, böyle bir şeye niyetim yoktu zaten. O tablo benim evladım gibi bir şey olmuştu, Picasso bile gelse alamazdı elimden.
Fakat yine de birilerinin almak için gelmesi gerekmez miydi? Saatchi mesela? Uğruna üç gün koca limanı kapattırdığı şeyi birdenbire unutmuş olması mantıksızdı. Neden tabloyu kimin aldığını öğrenmeye çalışmıyordu ki?
O dönemler kendi kendime irdeleyip anlam veremediğim bu duruma nihayet bir cevap bulmuştum. Saatchi peşimize düşmemişti çünkü limanı kimin soyduğunu biliyordu zaten. Daha doğrusu, bildiğini sanıyordu.
"Neden yaptın bunu?" dedim hayretle Aras'a bakarak. "Senin o soygundan haberin bile yoktu!"
Ani çıkışım onları şaşırtmış gibi görünüyordu. Patronum kafası karışmış bir ifadeyle beni süzerken Aras'ın yattığı yerde huysuz bir tavırla homurdandığını gördüm. "Bunu hatırlattığın iyi oldu."
"Bari tabloyu Saatchi'ye verseydin!" dedim büsbütün çileden çıkarak. "Ne diye o herifi kendine düşman ettin ki?"
"Tabloyu verseydim de hiçbir şey değişmezdi, Mert." diye cevap verdi bana. "Bu bir itibar meselesi, anlıyor musun? Limanda Saral üretimi ve henüz piyasaya çıkmamış bir water jet unutmuştunuz. Herif soygunu benim yaptığımı düşünüyordu zaten."
"Atölyemden çalmışlar deseydin!"
"Ne deseydim mesela gerizekalı? 'Ne bok yediğine dair hiçbir fikri olmayan beş tane velet atölyemden ekipman çalıp sizin deponuzu soymuşlar ama merak etmeyin ben kulaklarını çektim, buyurun bu da tablonuz' mu?"
Başımı salladım. "Evet, aynen böyle söyleyebilirdin."
"Sonra ne olacaktı? Hadi sen büyükbaban sayesinde paçayı kurtarırdın ama ya diğerleri?"
"Sen korurdun onları da..."
"Öyle yaptım zaten." dedi Aras. "Sizi ele verip sonra da hepinizin peşine bir ordu koruma dikmek yerine sorunu çok daha basit bir şekilde hallettim. Üstelik tablo da güvende."
"Yine de bunları diğerlerinin de bilmesi gerekir..." diye mırıldandım. "Gizli süper kahraman falan mı sanıyorsun sen kendini? Ne diye paçamızı kurtardığını saklıyorsun ki? Ya da Ozan mesela... Eğer onun başı belaya girmesin diye dedesinin işlerini üstlendiğini bilseydi-"
"Gidip işlerine başına mı geçerdi?" diyerek güldü Aras. "Eğer bunları bilseydi gelip benimle kavga ederdi. Bunca işin arasında bir de onun zırıltısıyla uğraşacak değilim. Bu yüzden sen de o çeneni kapalı tutacaksın. Bu gece beni hiç görmedin, Mert. Eğer şahit olduğun tek bir şeyi bile başkasına söylersen-"
"Söylemem." dedim çaresiz bir tavırla. "Benden bir şey istemiştin, unuttun mu? O şeyi yapacağıma dair söz veriyorum, bu söze çenemi kapalı tutmak da dahil."
Aras'ın bakışlarındaki ifadenin birden yumuşadığını fark ettim. "Teşekkür ederim."
Ne diyebilirdim ki? O günün hiç gelmemesini umuyordum sadece. Bu geceden önce biri bana Aras'ın yokluğunun hayatımızda nasıl bir değişiklik yaratacağını sorsaydı yas evresini atlattıktan sonra her şey normale döner diye cevap verirdim. Şimdiyse artık onun hayatlarımızda karanlık bir gölge gibi dolaştığını öğrenmiştim artık.
Gözlerimi kapatıp arkama yaslandım. Uyumak istiyordum. Dağılan beyin parçalarını unutup ablamın dizine yatarak günlerce uyanmamak istiyordum.
✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧
Saat on bir olduğu anda yerimden fırlıyorum. Önce giysi odasına koşturup Aras'ın pantolonuyla iki kazağını geceliğimin üstüne geçiriyorum. Sabahki gibi kıyafetlerde ebat ayarını yaptıktan sonra sıra teçhizata geliyor. Çekmeceleri kurcalayıp dün gece onun elinde gördüğüm feneri alıyorum elime, minik dürbünü de ne olur ne olmaz diyerek boynuma asıyorum. Telefonu cebime koyduktan sonra anahtarları kapıp hiç düşünmeden dışarı atıyorum kendimi.
Çünkü düşünürsem yaptığım şeyin mantıklı mı yoksa mantıksız mı olduğunu anlayabilirim. Bu benim gibi önce yapıp sonra düşünen bir insan için felaket demek.
Bu yüzden kapıyı kapatıp karlara dalarken düşünmemeye zorluyorum kendimi. Hava buz gibi, düşünme. Dağ başında yalnızsın, düşünme. Vahşi hayvanlar, tehlikeli insanlar, kar fırtınasına gömülüp kalma ihtimali, hayır, düşünme. Mert'in ablası Balse'nin de dediği gibi, düşünmek hiçbir zaman senin en iyi yaptığın şey olmadı, Melek.
Fakat karda yürümek de benim en iyi yaptığım şeylerden biri değil. Hele ki bir tipide yürümeye çalışmak çok daha zor. Rüzgar çarptıkça sağa sola savruluyorum, gerçekten savruluyorum. Üstelik karanlık da cabası. Tamam, tepede bulutların arasından sızan ay ışığı var ama bu benim gibi ödlek bir insan için işleri daha da korkunç hale getiriyor.
Yemin ederim ödüm patlayan şeker gibi patlıyor şu an. Korkmak için o kadar çok sebebim var ki, hangisinden korkacağımı şaşırıyorum. Vahşi hayvanlar, iyi saatte olsunlar, tecavüzcü eşkiya çeteleri, dağda yolunu kaybetmiş fakat aslında yüz sene önce ölmüş insanlar, şu an aklıma gelmeyen ama gelirse korkacağıma emin olduğum şeyler ve daha nicesi... Karanlıkta ağaçların arasında yürürken bu yaşıma kadar maruz kaldığım tüm korku filmi öğeleri geliyor aklıma. O kadar çok korkuyorum ki, biraz daha az korksaydım korkudan yere çöküp böğüre böğüre ağlardım muhtemelen.
Elektrikli tellerin bittiği noktayı bulmam zor olmuyor. Devasa kapının önüne geldiğimde kendimi paranormal dünya ile normal dünya arasındaki bir sınıra varmış gibi hissediyorum. Allah kahretsin, kesin tüm hayalet camiası kapının önünde benim dışarı çıkmamı bekliyor. Hayaletlerin elektrikli tellerden geçemeyeceğine inanmam size komik mi geliyor? Hah. Ben çocukken yorganı kafasına çekerek hayaletlerden korunacağına inanan bir zeka parıltısıydım. Canavarların elyaftan bile geçemeyeceğini sanan biri olarak elektrikli tellere güvenmem çok da saçma değil bence.
Kapının önünde dikilirken korkularım katlanarak artmaya başlıyor. Acaba eve dönüp biraz daha mı beklesem? Belki de sadece geç kalmıştır, belki yarım saat sonra eve varmış olacaktır. Eğer dışarıda kaybolursam geri dönmeyi asla başaramam, bu rüzgarın uğultusunda bağırmam da bir işe yaramaz. Eğer Aras ben çıktıktan sonra dönerse boş yere kurda kuşa yem olmuş olurum.
Peki ya dönmezse? Ya tam şu anda bana ihtiyacı varsa ve eve dönerek ona yardım edebilme imkanımı ortadan kaldırırsam? Ya onu kurtarma şansım varken bilmeden ölüme terk etmiş olursam? Koskoca bir ömrü Aras'ı göremeden, gözlerindeki yıldızlı gecelere bir daha bakamadan, kokusundan ve sıcaklığından mahrum kalarak geçirme fikri tokat gibi çarpıyor yüzüme. Geçmişte yaşadıklarımız, bana söylediği yalanlar, hayatına giren diğer kadınlar, Arzu, gururum, aramıza giren her ne varsa gözümdeki önemini yitiriyor.
Kapıyı açıp hiç düşünmeden kendimi dışarı atıyorum. Korkudan ve soğuktan dizlerim titriyor fakat artık umurumda bile değil. Karanlık ağaçların arasına dalmadan hemen önce sırtımı kapıya yaslayıp bir plan yapmaya çalışıyorum. Ev bir tepenin üzerinde olduğu için bulunduğum noktadan karşıdaki tepeyi ve her iki yanında uzanan yolları görebiliyorum. Sol tarafta bulunan uçurum kenarındaki yolda gördüğüm karaltı hala aynı yerde duruyor. Parmak uçlarımda yükselerek şekle bir anlam vermeye çalışıyorum. Bir araba olabilir mi? Belki de tepeye bağlı bir çıkıntıdır, ya da devrilmiş bir ağaç... Sanırım oraya gitmeden bunu asla öğrenemeyeceğim.
Sorun şu ki, ormana bir kez daldıktan sonra yollar tamamen görüş alanımdan çıkacak. Arada en az iki kilometre bulunduğunu düşünürsek aşağı inerken hiç yoldan sapmamam gerek. Aksi taktirde eve bile geri dönemeyebilirim.
"Tanrım sen yardım et." diye mırıldanıyorum kendi kendime. Ardından nefesimi tutup ağaçların arasına dalıyorum.
-*-
Beş dakika. Evet, yolumu kaybetmem yalnızca beş dakika sürüyor. Beşinci dakikanın sonunda soluklanmak için bir ağacın gövdesine tutunuyor ve geldiğim yönü tamamen kaybettiğimi fark ediyorum. Kar o kadar yoğun bir şekilde yağıyor ki, ben on metre bile ilerleyemeden ayak izlerim silinip gidiyor. Etraf devasa ağaçlarla dolu olduğu için bulunduğum noktada dağın sadece zirvesini görebiliyorum.
'Eğim,' diye fısıldıyor iç sesim. 'Eğimi takip et.'
Hah, çok mantıklı. Sonuçta varmam gereken yer epey aşağıda, öyle değil mi? Eğer hep yokuş aşağı gidersem eninde sonunda oraya varırım bence. Bu saçma mantığa tutunarak yeniden yola koyuluyorum. Koşarken yüzüme çarpan soğuk hava tenimi kesmeye başlıyor, rüzgarın sesi vahşi bir hayvanın uğultusu gibi doluyor kulaklarıma. En azından ben bu uğultunun rüzgarın sesi olduğuna inanmak istiyorum...
Şu an ne kadar korktuğumu anlatmaya kelimeler yetmez. Ağaçların arasından geçerken saçma sapan karaltılar takılıyor gözüme, sanki canavarlar dört nala arkamdan koşuyormuş, her an birinin nefesi enseme çarpacakmış gibi hissediyorum. Dönüp arkama bakmaya bile bir taraflarım yemiyor. Hem döndüğümde korkunç bir şey görme ihtimalim, hem de tekrar önüme dönerken aniden karşıma korkunç bir şey çıkma olasılığı ödümü patlatıyor.
Şeytan sabaha karşı tek başına kasabaya inmeye nasıl cesaret edebildi acaba? Gerçi neden edemesin ki? Adam zaten bir süredir bu dağ başındaki evde tek başına kalıyormuş. Kendi hür iradesiyle böyle bir yerde yalnız kalabildiğine göre hayalet tayfası gözünü pek korkutmuyor demektir. Ozan haklı galiba. Aras cehenneme gitmiş olsa dahi onun için değil, oradaki şeytanlar için endişelenmemiz gerekirdi.
Karşıma birden asfalt yol çıkınca dudaklarımdan ufak bir sevinç çığlığı kopuyor. Hiç oyalanmadan soldaki yola dönüp koşmaya devam ediyorum. Bir ara dermanım kesilir gibi oluyor fakat ormanın içinden yükselen bir uluma sesiyle birlikte kendime geliyorum. Damarlarımda yeniden tavan yapan adrenalin bacaklarıma müthiş bir güç veriyor. Hızımı daha da çok arttırıp kıvrılarak dönen yolda son kez sola sapıyorum.
Ve duruyorum.
Tepeden fark ettiğim karaltı hiç beklemediğim bir anda karşıma çıkıyor. Gördüğüm manzara karşısında çığlık atmamak için kendimi zor tutuyorum. Tam da tahmin ettiğim gibi bir araba bu. Üzeri bembeyaz karlarla kaplanmış, tekerleklerinden biri boşlukta duran, uçurumdan düşmek üzere olan bir araba!
"Aras!" diye bağırıyorum yeniden koşmaya başlarken. Aracın ona ait olduğuna eminim, zira üzerinde biriken kara bakılırsa en fazla bir iki saattir burada duruyor olmalı. Yolun eğimli ve buzlu olduğu düşünülürse böyle bir noktada dengede durması bile büyük mucize. Muhtemelen bu dengeyi aracı yola geri itecek yönde esen şiddetli rüzgar sağlıyor. Bu da demektir ki, ters yönde esecek en ufak rüzgar bile arabayı uçurumdan düşürmeye yeter.
Gerçi onun aracın içinde oturmak gibi bir aptallık yapmayacağına eminim. Büyük ihtimalle şu an yürüyerek eve dönüyordur, ben evden çıktıktan hemen sonra dönmüş olması bile olası. Yine de buraya kadar gelmişken arabayı kontrol etmeden gidecek değilim. Zaten adım atacak dermanım da kalmadı artık.
Son güç kırıntılarımla birlikte arabanın yanına varıyorum. Sürücü kapısı uçurum tarafında kaldığı için yolcu kapısını açıyorum panikle. Gördüğüm manzara karşısında başımdan aşağı kaynar sular dökülüyor, bu kez dudaklarımdan kopan çığlığa engel olamıyorum.
"ARAS!"
Hiçbir tepki vermiyor. Panikten zangır zangır titremeye başlarken ona ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. Üzerinde yaralandığını gösteren hiçbir emare yok fakat bilincinin yerinde olmadığı çok açık. Eğer bu tarafta olsaydı onu çekip aşağı devirebilirdim fakat oturduğu yer tam da boşlukta duran tekerin üzerinde. Yolun eğimi yetmiyormuş gibi bir de onun ağırlığı aşağı itiyor aracı.
Beni duymadığını anlayınca kamyoneti sarsmamaya çalışarak kendimi yukarı çekip yolcu koltuğuna oturuyorum. Göğsünün inip kalktığını gördüğümde içime su serpiliyor. Ağırlığımı o tarafa vermemek için korka korka elimi uzatıp başını kendime doğru çevirmeye çalışıyorum.
Onu çevirmeyi başaramıyorum fakat yüzüne dokunduğumda tenimi yakan sıcaklık durumu anlamama yetiyor. Ateşi var. Hem de deliler gibi ateşi var...
"Aras uyan, yalvarırım!" diye sesleniyorum ona. "Uyanmazsan uçurumdan düşeceğiz!"
Homurdanır gibi bir ses çıkıyor ağzından. Onun kendine gelmeye çalıştığını görünce "ARAS UYAN!" diye bağırıyorum yeniden. Tepki vermiyor. Panikle aklıma gelen ilk şeyi yapıp boynuna acımasızca çimdik atıyorum.
Ve işe yarıyor. Birden kendine gelmiyor elbette, fakat acıyla inlerken gözlerini açmaya çalıştığını görebiliyorum. Tırnaklarımı etine geçirerek attığım ikinci çimdikte başını bana doğru çeviriyor. Üçüncüsünde gözlerini aralıyor yavaşça, halsiz maviliklere bakarken ağlamamak için kendimi zor tutuyorum.
"...Melek?"
"Arabayı geri sür hemen!" diyerek yalvarıyorum ona. "Uçurumun kenarındayız Aras, senin bulunduğun taraftaki tekerlek boşlukta şu an. Eğer aracı hemen yola sürmezsen uçurumdan düşeceğiz!"
Beni anladığını biliyorum. Zira bakışları halsizce etrafta gezinmeye başlıyor. "Acele et!" diye dürtüyorum onu sabırsızlıkla. Kollarını kaldırıp direksiyona koyarken neredeyse tüm gücünü harcıyormuş gibi görünüyor. Yeniden bilincini kaybetmemesi için elimi başının arkasına götürüp saçını çekiyorum.
"Aşağı..." diye söyleniyor kendi kendine. "Aşağı in..."
"Ne?!"
"İyi... değilim." diyerek homurdanıyor. "Yanlış yöne sürebil-"
Birden şiddetlenen rüzgar arabayı beşik gibi sallarken korkuyla çığlık atıyorum. "ARAS DÜŞÜYORUZ!" diye bağırdığımda benimle tartışmayı kesip vitese götürüyor elini. Hareket ettiğimizde bir anlığına arabanın öne doğru salındığını hissedip tekrar bağırıyorum. Hemen ardından motor kükrüyor ve hızla geriye doğru hareket ediyoruz. Ta ki, dağa çarpıp durana kadar.
Arka tampon kayalara tosladığında bir şeyler, muhtemelen çarpmanın etkisiyle yukarıdan üstümüze yuvarlanan bir kaya aracın tepesine iniyor. Korkuyla başımı ellerimin arasına alırken arka camın gürültüyle patladığını duyuyorum. Attığım çığlık etrafı inletiyor bu kez.
"Melek..."
Aras'ın sesini işittiğimde korka korka kaldırıyorum başımı. İlk fark ettiğim şey arka camdan içeri girmiş yumruk büyüklüğünde bir kaya parçası oluyor. Patlamanın faili... Hemen ardından buz gibi havanın arka taraftaki boşluktan içeri hücum ettiğini hissediyorum. Uçurumdan kurtulmanın verdiği rahatlama içimde hızla buharlaşıp kayboluyor. Yeniden Aras'a dönüp kolundan tutarak onu çekiştirmeye başlıyorum.
"Aras kendine gel!"
Yerimden doğrulup kendimi sürücü koltuğuna atarken tepki vermiyor bana. Bacaklarımı iki yana açıp kucağına oturduktan sonra yüzünü ellerimin arasına alıyorum. Ateşten teni kıpkırmızı kesilmiş, dondurucu soğuğa rağmen alnında ter damlacıkları var. Ve ben ne yazık ki bunun sebebini çok iyi biliyorum. Kırk dakika aralıksız karda koşup terledikten sonra üstünü bile değiştirmeden tekrar yola koyulmanın sonucu bu...
"Aras, uyan!" diyorum ağlamaya başlayarak. "Uyanmazsan donarak öleceğiz burada..."
"Melek..."
"Yanındayım sevgilim." diyorum titreyen ellerle yüzünü okşarken. "Ama buradan hemen gitmemiz lazım. Hava çok soğuk Aras, bir an önce eve gitmek zorundayız. Arabayı sürüp bizi eve götürmen lazım, anlıyor musun beni?"
Gözlerini aralamaya çalışarak cevap veriyor. "Nasıl... geldin?"
"Ev çok uzakta değil," diyorum ellerimi yüzünden çekmeden. "İki kilometre falan var arada-"
"Geri dön..."
Şaşkın şaşkın bakıyorum ona. "Ne?"
"Eve dön," diyor güçlükle konuşarak. "Aklım... uyanık kalamıyorum Melek."
"Eve gidelim de uyu o zaman!" diye bağırıyorum öfkeyle. "Allah aşkına sür şu arabayı artık!"
Başı arkaya devrilirken mırıldanıyor. "Düşeriz..."
Omzumun üzerinden arkaya baktığımda onun ne demek istediğini anlıyorum. Yol fazla dar, eğer birkaç saniye bile bilincini kaybederse yoldan sapıp uçurumdan aşağı düşebiliriz. Onu bulduğumda da bu yüzden uçurumun kenarındaydı muhtemelen. Bilincini kaybedip yoldan sapmış, son anda bir şekilde durmayı başarmıştı.
"Yürüyerek dönelim o zaman." diyorum yeniden onu dürterek. Tepkisizliği yeterli bir cevap oluyor benim için. Direksiyonu tutmak için kolunu bile zar zor kaldırıyorken en az iki kilometrelik yolu, üstelik yukarı tırmanarak asla yürüyemeyiz. Kucaklayıp taşımayı geçtim, yerde sürükleyerek bile götüremem Aras'ı. Elli metre gidemeden kara saplanıp donarak ölürüz. Uçurumdan düşme riskini göze alıp arabayla dönmekten başka çaremiz yok.
Ellerimle başını sarsarak kendine getirmeye çalışıyorum onu. Omzuna çimdik attığımda hafifçe irkiliyor, dayakla yola geldiğini görünce dirseğimi geçiriyorum karnına. İlginç bir şekilde çimdikten çok daha etkili oluyor bu. Boğulur gibi bir ses çıkartarak gözlerini açtığını görüyorum, tüm vücudu acıyla kasılıyor.
"Denemek zorundasın Aras," diyorum kararlı bir tavırla. "Fırtına yüzünden hatlar kesik, ben de tek başıma seni eve kadar taşıyamam, arabadan başka çaremiz yok."
"Yapamam..." diye fısıldıyor. "Yürüyerek dön Melek..."
"Seni taşıyamam diyorum, bunun nesini anlamıyorsun?!"
"Taşıma..." diyor mırıldanarak. "Yalnız git."
Kahkaha atıyorum. Ne saçmaladığının farkında mı? Soğuğa benden daha dayanıklı olabilir ama onu burada bırakırsam hipotermiye girmesi birkaç saati bile bulmaz. Panikle cebimden telefonu çıkartıp kontrol ediyorum tekrar. Kahrolası hatlar hala kesik, üstelik şarj da yüzde ona gelmiş durumda. Kaldı ki yardım çağırsak bile bu havada sabaha kadar kimse gelemez zaten.
Yeniden ağlamaya başlarken dönüp arabadaki sayaçlara çaresiz bir bakış atıyorum. Nasıl çalıştırılıyor ki? Allah kahretsin, elimin altında araba var ama ben kullanamıyorum bile!
"Asla gitmem." diyorum başımı göğsüne gömüp hıçkırarak. "Seni bırakıp hiçbir yere gitmem."
"Mantıklı düşün güzelim..." diye saçmalıyor. "Beni kurtarmak istiyorsan eve git... hatların gelmesini bekle."
"Şu halde bile yalan söylüyorsun!" diyerek çimdik atıyorum omzuna. "Aptal değilim ben tamam mı? Beni gönderme fikrini çıkar aklından Şeytan! Sen arabayı süreceksin ve eve birlikte gideceğiz."
"Yapamam Melek." diye cevap veriyor bana. "Nazlanmıyorum sana... Gerçekten gücüm yok."
"Saçmalama Aras!" diyerek sarsıyorum onu. "Ne demek gücüm yok? Sen benim gördüğüm en güçlü insansın! Gücün falan bitemez senin!"
"Eve dönmen gerek..." diye mırıldanıyor. "Bitti, Tinúviel..."
Sonlara doğru sesi giderek azalıp kayboluyor. Başımı göğsünden kaldırıp yüzüne baktığımda onun tekrar uykuya daldığını fark ediyorum. Melekler gibi uyuyor yine, çehresinde huzura boyalı renkler var. Göğsünün geniş ve sakin bir kara parçası gibi göğsümün altında yavaşça inip kalktığını hissediyorum, sıcak nefesi boynuma çarpıp usulca enseme süzülüyor.
Başımı yeniden göğsüne yaslarken kendi kendine bir şeyler mırıldanıyor. Babasının adını sayıkladığını duyuyorum, anlamını bilmediğim kelimeler dökülüyor dudaklarından. Kollarımı beline sarıp iyice sokuluyorum ona, boynundaki çukur yüzüme yuva oluyor. Gözlerimden süzülen yaşların gömleğini aşıp cehennem gibi yanan tenine karıştığını hissediyorum.
Kollarımı gövdesine dolarken "Ölürüz o zaman..." diye fısıldıyorum. "Madem gücün bitti, o zaman ölür gideriz birlikte."
✧ ══════ • ♡ • ══════ ✧
Hikayede dağılan şeyleri toparlama noktasında olduğumuz için kurgu tekdüze hale gelmeye başladı, farkındayım ama hep böyle gitmeyecek. Yakında ship eksenindeki sorunları halledip gerçek kurguya dönüş yapacağız. Okuyan ve yorum yazan/yazmayan herkese teşekkür ederim. (:
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro