Bölüm 24 - Fırtınanın Kanatları
Not: Okurken DMS evreninde, bazı özel durumlar dışında, mevsimin hep kış olacağını unutmayın.
7 Haziran 2019
Arzu en başından beri ona yalan söylediğimi ve sevdiği adama aşık olduğumu bilmeden öldüğü gün onun sonsuza dek bir parçam olacağını anlamıştım. İçimi saran suçluluk hissinden kurtulmanın bir yolu yoktu artık. Ömrümün sonuna dek geçmişin hayaletiyle yaşayacağımı kabullenmek zorundaydım. En kötüsü ise, artık ölü olduğu için Arzu'dan bir şey saklamam mümkün değildi, çünkü ölüler görürdü her şeyi.
Mesela yüreğimi dağlayan nefretin perde arkasını görüyordu artık. Kollarımın arasında ve sevdiğim adamı severek öldüğünde benden sadece en yakın arkadaşımı almadığını biliyordu. Aras'ı unutabilme ihtimalimi almıştı benden. Asla onunla bir gelecek hayalim olmamıştı ancak Arzu'nun ölümüyle birlikte onsuz bir gelecek ihtimalim de kalmamıştı.
Ölene dek aşık olduğum adamdan nefret etmek zorunda kalacağımı, paramparça olana kadar bu iki zıt duyguyu içimde taşımakla lanetlendiğimi sanmıştım. Bazı şeylerin suçluluktan da, nefretten de, sadakatten de güçlü olabileceğini kavrayamamıştım henüz. Aras bana kollarını açtığında, günahıyla sevabıyla ona koşacak kadar aşktan kör olduğumun bilincinde değildim.
Kafeye girdiğimde bir an durup etrafı süzüyorum. Görünürlerde tek bir Araf koruması bile yok ancak bu hiçbir şeyi değiştirmez. Onlarla istedikleri zaman görünmez olabileceklerini bilecek kadar çok vakit geçirdim. O yüzden en köşedeki masaya doğru ilerliyorum. Tam ben yerime otururken bu kez kafeden içeri Ada giriyor. Müthiş zamanlama.
Onun neşeyle masaya yaklaşmasını izlerken ayağa kalkıyorum. Tokalaşırken kulağıma fısıldayarak durumu özet geçiyor.
"Sıçtık."
Hiç bozuntuya vermeden gülümseyerek yerime oturuyorum. "Ne istediler?"
Garsonun yanımıza yaklaştığını görünce bana alakasız bir cevap veriyor. Kahvelerimizi sipariş edip adamı başımızdan savıyoruz. Sonra Ada başını telefonuna eğip önemsiz bir şey söylermiş gibi soruma cevap veriyor.
"Elli bin dolar."
"Yok artık!" diye bağırıyorum kendimi tutamayıp. Etraftaki insanların bize baktığını görünce bozuntuya vermeden ekliyorum. "Neden ayrılmışlar ki?"
Ada hacker tanıdıklarının bize karşılıksız yardım etmeyeceğini söylemişti ancak ben en fazla böbreklerimizi isterler diye düşünmüştüm. Böyle bir şey talep edebilecekleri aklımın ucundan bile geçmemişti. Sonuçta, karşımızdaki adamlar istedikleri an milletin banka hesaplarına sızabilen tiplerdi. Neden bizim paramıza ihtiyaç duysunlardı ki?
Bunu Ada'ya sorduğumda son derece mantıklı bir açıklama yapıyor bana.
"Çünkü temiz paraya ihtiyaçları var." diyor ellerini iki yana açarak. "Başkalarının banka hesabından elde edecekleri parayı sadece illegal işlerde kullanabilirler. Fakat bu insanlar sadece yeraltı dünyasında yaşamıyorlar. Hepsinin birer mesleği, ailesi, dostları, kısacası gerçek bir hayatı var. Ve gerçek hayatlarında da gerçek paraya ihtiyaçları var. Harcadıkları zaman devletin sebepsiz zenginleşme gerekçesiyle tepelerine çökmeyeceği kadar gerçek para."
Sebepsiz zenginleşme. Bir hukuk öğrencisi olarak bu terimi çok iyi biliyorum. Sıradan bir vatandaşken birdenbire yüklü miktarda harcama yapmaya başlarsan çok geçmeden maliye görevlileri kapına gelip parayı nereden bulduğunu sorar. Yasal bir kaynak gösteremezsen de parana el koyarlar. Eh, bir de paranın kaynağını açıklayana dek adliye koridorlarında epey vakit geçirmen gerekir. Kulağa çok hoş geliyor, değil mi?
"Öyleyse bizim de temiz paraya ihtiyacımız var." diyorum aklımdan kuyumcu soyma seçeneğini eleyerek. "Birilerinden borç almalıyız."
"Aynen öyle." diyerek onaylıyor Ada. "Aklında birileri var mı?"
Aras ortada yok. Ozan'ın depoya gireceğimizden haberi olursa bizi gerekirse zincire vurarak engeller. Lavinia'yı bu işe karıştıramam. Emir'den para istesem bile ona nerede kullanacağımı asla açıklayamam. Kısacası yakın çevremdeki hiçbir zenginden yardım isteyemem. Tam Ada'ya olumsuz bir cevap vermek üzere ağzımı açmışken aklıma gelen isimle fikrimi değiştiriyorum.
"Aslında biri var." diyorum dudağımı ısırarak. "Mert."
-*-
17 Haziran 2019
Her zaman hayatlarımızın sondan başladığını düşünmüşümdür. Aslında herkes ölüm anımızı görerek, bilerek, o yollardan geçmiş olarak hayata başlıyor. Ve esasında, her bir ruh doğmadan hemen önce ölmüş oluyor.
Bu benim kişisel teorim. Hayatımdaki garipliklere kalkan olarak gerdiğim düşüncelerimden sadece biri.
Yoksa yaşadıklarımla seçimlerim, korkularım ve duygularım arasındaki ince bağıntıyı anlayamazdım. Şimdiyse daha evvel yüzlerce kez üzerinden geçtiğim bir yolun yeniden sonuna yaklaşıyormuş gibi hissediyorum kendimi. Taşları suçlulukla döşeli bir patikada attığım son adımlar bunlar. Arzu'nun hesabını sorduğumda nihayet onun ızdırap çeken hayaletinden kurtulacağımı biliyorum. O tablo benim ona olan son borcum.
Tam evden çıkacağım sırada duyduğum ses durmama sebep oluyor. Kabanımın önünü iliklerken yaklaşan tıkırtıları dinliyorum bir yandan da. Çok geçmeden annem koltuk değnekleriyle birlikte kapıda beliriyor.
"İşe mi gidiyorsun, kızım?"
Annemin tamamen toparlanmış olarak memleketten dönmesinin üzerinden aşağı yukarı bir ay geçti. Açık konuşmak gerekirse, onun bir daha eskisi gibi olacağına dair pek umudum yoktu. Önce babamın trajik ölümü, ardından geçirdiği kaza ve kendini birdenbire engelli bir birey olarak bulması onu derinden sarsmıştı. Fiziksel olarak iyileşme gösterse bile psikolojik açıdan gittikçe daha da kötü hale geliyordu. Eğer memlekete gitmenin ona bu kadar iyi geleceğini bilseydim bir cenaze ziyareti için gitmesine gerek kalmadan ellerimle yollardım annemi.
Onun sevecen gülümsemesine aynı şekilde karşılık veriyorum. "Önce Mert'le buluşacağım."
"Selam söyle deli oğlana." diyerek gülüyor annem. "Bir ara börek yapayım da götürüver."
Finallerden sonra neredeyse tüm derslerden bütünlemeye kalan Mert'i çalıştırma işi bana düşmüştü. O dönem o kadar çok evimize gelip gitti ki, sadece annemle değil komşumuz Seval Teyze'yle bile kanka olmayı başardı. Bunda annemin yaptığı böreklere durmaksızın övgüler yağdırmasının da etkisi var elbette.
"Tamam, söylerim anne."
"Unutmadan, sabah Erdinç Bey aradı." diye lafa giriyor annem yeniden. "Davanın sonuçlanmasına az kalmış. Naz'ın sınav sonuçları belli olmadan önce tazminatı alabileceğiz galiba."
Annemin bu neşesi karşısında ne söyleyeceğimi bilemiyorum. Naz bize açık açık söylemese de onun hayalinin yurtdışında okumak olduğunun farkındayım. Bunun için toplu paraya ihtiyaç duyacağımızın da. Fakat annemin avukatı olacak o herif zerre güven veren bir tip değil.
"Ben o dolandırıcı kılıklı adama hiç güvenmiyorum," diyorum içimdekileri ortaya dökerek. "Ben bile ondan iyi savunurum seni."
"Savunursun tabi, annesinin kuzusu." diyerek beni kendine çekiyor annem. "Benim güzel kızım o avukatların hepsine bin basar."
Bir sonraki hamlesinin ne olacağını bildiğimden elinden kaçmaya çalışıyorum ancak işe yaramıyor. Sokak kapısının önünde olmamıza bile aldırış etmeden her zamanki gibi nazar değmesin diye popomu çimdikliyor annem. Havaya sıçrarken dudaklarımdan ufak bir çığlık kopmasına engel olamıyorum. Acıyla popomu ovuştururken annemin kollarından kurtulmayı başarıyorum. Ben uzaklaşırken arkamdan laf çarpmayı da ihmal etmiyor tabi ki.
"Aman, hiç sevdirme kendini huysuz keçi." diye söylendiğini duyuyorum onun. "Allah seni alacak adama sabır versin."
"Böyle insan mı sevilir?" diyerek isyan ediyorum anneme. Ardından muzip bir sırıtış kaplıyor yüzümü. "Tabi, babam seni böyle sevdiyse bilemem..."
"Bak sen şu zilliye!"
Son anda kenara çekilerek kurtuluyorum annemin terliğinden. Ardından kahkahalarla gülerek gidip sokağın ortasına düşmüş terliği elime alıyorum. Onu evin kapısından içeri attıktan sonra keskin bir manevrayla geri çekilip yola atıyorum kendimi. Ben gülmeye devam ederken annem söylenerek kapıyı kapatıyor.
-*-
Çıkışta doğruca işe geçebilmek için şirketin yakınlarındaki bir kafede buluşuyorum Mert'le. Beni gördüğünde yüzünde kocaman bir sırıtış beliriyor.
"Kankaların en kraliçesi, nasılsın bakayım?"
"İyiyim," diyorum ona gülerek. "Görünüşe bakılırsa bütler açıklanmış."
Hevesle sallıyor başını Mert. "Neredeyse hepsinden geçmişim!"
"Neredeyse hepsinden derken?"
"Biri hariç hepsinden yani," diyerek kısaca açıklıyor durumu. "Anayasa Hukuku'ndan kaldım."
Şaşkın şaşkın bakmakla yetiniyorum ona. Onun bu dersten bütünlemeye kaldığını bile bilmiyordum. Tamam, Mert'in hiçbir dersi AA seviyesinde olmamıştı ancak Anayasa Hukukunun birinci vizelerinde gayet iyi iş çıkardığını hatırlıyorum. Lavinia ile birlikte çalışıp sınıftaki en iyi notlardan birini almıştı. Dersten kalabilmesi için final sınavına hiç girmemiş olması falan gerekiyordu.
Bunu söylediğimde bana yüzünü buruşturmakla yetiniyor. Ardından çaresizce iki yana açıyor kollarını. "Hakkı Karadağ'ın geçmeme izin vereceğini düşünmüyordun, değil mi?"
"İyi de neden-" Birden durup arkama yaslanıyorum. Nedeni gayet açık aslında. "Lavinia'ya yaptıklarını öğrendi, değil mi?"
"Tanrı aşkına Melek, bari sen yapma!" diye çıkışıyor bana homurdanarak. "Duyan da gerçekten bir şey yaptım sanır. Ben sadece onu kendimden uzaklaştırmak istemiştim, yere düşebileceği aklıma bile gelmemişti. Bunu neden bir kadına şiddet uygulamışım gibi lanse ediyorsunuz ki?"
"Ben Lavinia'ya olan sözlü davranışlarından bahsediyordum." diyorum çayımı karıştırırken. "Senin ona fiziksel şiddet uygulayacağını düşünmedim elbette."
"Okulun geri kalanı öyle düşünüyor ama..."
Onun başını ellerinin arasına alarak çaresizce sızlanmasını izliyorum. "Bu da ne demek şimdi?"
"Lavinia sana bahsetmedi mi?" diyor başını kaldırıp ağlamaklı bir tavırla. "Hakkı Karadağ beni okuldaki feministlere linçletti. Bir grup öfkeli Japon atmacası gibi üzerime uçuştular, ellerinden zor kurtuldum Melek."
Hakkı Karadağ. Feministler. Japon atmacası. Mert. Bu kavramlar arasında sağlıklı bir ilişki kurabilmek için epey düşünmem gerekiyor. Ne yazık ki sağlıksız bir ilişki bile kuramıyorum aralarında.
"Allah aşkına, sen neden bahsediyorsun?"
"Dönemin son dersinde oldu, sen ve Lavinia sınıfın ineklerinden olduğunuz için gelmemiştiniz elbette." diyerek açıklamaya girişiyor Mert. "Hakkı Hoca kadın haklarıyla ilgili bir şeyler sordu, ben de sazan gibi atladım. Sonra sosyopat herif sınıfın ortasında bana "Cevabınız doğru. Sizin gibi kadınlara şiddet uygulamaktan hiç çekinmeyen birinden beklenmeyecek bir davranış bu." dedi. Sana yemin ederim, o adam bunu önceden planladı! Sınıfta Bensu ile İrem de vardı, onların diğer kızları örgütleyeceğini bildiği için yaptı bunu."
Uğradığı haksızlık karşısında o kadar çaresiz görünüyor ki, son anda frenliyorum kahkahalarımı. Öte yandan, Hakkı Bey'in Lavinia'ya karşı korumacı bir tutum takınması keyfimi yerine getiriyor. Mert her ne kadar aksini düşünse de bu olaydan Lavinia'nın haberinin olmadığına eminim. Buradan çıkar çıkmaz onu arayıp uygun bir dille kulağına su kaçırmam gerekecek.
"Senin için çok üzüldüm, Mert." diyorum uzanıp elini sıkarak. "Endişelenme, okul açıldığında ben İremlerle konuşurum."
"Sen de olmasan bir köşede sessizce ölüp gideceğim." diye sızlanmaya devam ediyor. Onun bu abartılı serzenişi karşısında gözlerimi deviriyorum. "Bu arada, sen benimle neden buluşmak istemiştin?"
Mert'in sorduğu soru karşısında bir an bocalıyorum. Buraya gelirken kafamda bir konuşma taslağı hazırlamıştım ancak onun sızlanmalarını dinlerken hepsi aklımdan uçup gitti. Bugüne kadar hiç kimseden para istememişken şimdi Mert'ten elli bin dolar isteyecek olmak epey zor geliyor gözüme. Fakat Mehmet'in bu kadar parası olmadığını düşünürsek, çevremdeki böyle bir şeyi isteyebileceğim tek insan o. Lavinia ise söz konusu bile olamaz, hele ki ondan para almanın Aras'tan para almakla aynı şey olacağını öğrendikten sonra asla olmaz.
"Şey... Benim biraz paraya ihtiyacım var..." diye geveliyorum en sonunda.
Mert'in yüzündeki endişeli ifade birden silinip gidiyor. Onun bu tavrının paranın miktarını duyana kadar olduğunu bildiğim için pek rahatlayamıyorum doğrusu.
"Bu muydu, Melek?" diyor sitemkar bir ifadeyle. "Ne kadar lazımsa söylemen yeter."
Oradan koşarak uzaklaşmamak için sandalyenin kenarlarına yapışıyorum sıkı sıkı. Buraya hiç gelmemeliydim. Dünya üzerinden birinden para isteyecek en son insanım ben. Arzu'nun davası için gözümü kırpmadan kendimi ölüme bile atabilirim ancak bir insana el açmak? Hayır, bu ölümden bile beter benim için.
Tam ona boşvermesini söyleyip çantama uzanacakken yanıbaşımda bir ses yankılanıyor. "50.000 dolar lazım."
Ada'nın sesini duyunca hayretle başımı kaldırıyorum. Bakışlarında anlayışlı bir ifadeyle bana gülümseyip kendine bir sandalye çekiyor. Her ne kadar ona aksini söylesem de benim bunu yapamayacağımı tahmin etmiş olmalı. Sözümü dinlemeyip peşime takıldığı için büyük bir minnet duyuyorum ona. Zira az önce masadan kalkıp gidecektim cidden.
"Anlamadım?" diyor Mert afallamış bir halde. "Hem siz de kimsiniz?"
"Ben Ada. Melek'in arkadaşıyım." Ada'nın sevecen bir tavırla elini Mert'e uzattığını görüyorum. "Melek'in para istemeyi beceremeyeceğini bildiğim için duruma el koymak istedim."
"Doğru mu anladım? Melek'in elli bin dolara mı ihtiyacı var?" diye soruyor Mert bu kez. Onun endişeyle bana baktığını fark ediyorum. "Melek yoksa... Efsun Teyze mi?..."
Onun annem için bu kadar endişelendiğini görünce kalbimin sımsıcak olduğunu hissediyorum. Başımı iki yana sallayıp açıklama yapıyorum hemen.
"Hayır hayır, annem gayet iyi." Sonra dayanamayıp ekliyorum. "Bu parayı kendim ya da ailemden biri için istemiyorum, Mert."
"Öyleyse ne için?" diyerek üsteliyor. "Bak, para umurumda değil, tamam mı? Yarım saat içinde istediğin hesaba havale edilmiş olur ama bana sebebini söylemen gerek, Melek. Başını ne tür bir belaya soktuğunu bana anlatmazsan, parayı alsan da almasan da gidip Efsun Teyze'yle konuşurum, anladın mı?"
Şaşkınlıkla bakıyorum Mert'e. "Ne yani, sen gidip anneme mi ispiyonlayacaksın beni?"
"Hem de buradan çıkar çıkmaz." diyerek kollarını göğsünde kavuşturuyor inatla. "Kusura bakma, bir tepsi börek için satmayacağım adam yok."
Ciddi olup olmadığını anlamaya çalışarak inceliyorum yüzünü. Paradan çoktan umudumu kestim ama ya Mert dediğini yaparsa? Annemin elli bin dolarla ne yapacağımı itiraf edene kadar beni eve bağlayacağına şüphem yok. Başımı iki yana sallarken hafifçe gülüyorum.
"Yapamazsın bunu."
"Öyle de bir yaparım ki." diyerek meydan okuyor Mert. "Seçimini yap, Melek. Ya bana ne işler karıştırdığını anlatıp hesap numaranı verirsin, ya da gidip annene her şeyi öterim."
"Seni... Seni nankör!" Masadaki peçeteleri Mert'in kafasına fırlatıyorum öfkeyle. "Günlerce ders çalıştırdım ben sana!"
"Efsun Teyze de börek yaptı."
Yerimden kalkıp Mert'e doğru atılıyorum. Son anda elimden kurtularak masanın arkasına sığınıyor. Sağa sola hamle yaparak onu yakalamaya çalışıyorum çaresizce. Tam masanın üzerine çıkıp kestirme yoldan kafasını koparmaya karar vermişken Ada kolumdan çekiyor beni.
"0-6 yaş grubu falan mısınız siz?" diyor beni yerime oturttuktan sonra Mert'i kolundan tutup masaya çekerek. "Emin olun şu hareketlerinizi Efe görse, sizi olgunluğa davet ederdi."
Sakin olmaya çalışarak bakıyorum Ada'ya. Karşımdaki insan beni anneme ispiyonlamakla tehdit ederken nasıl olgun davranmamı bekleyebilir ki? Tıpkı Mert gibi kollarımı göğsümde kavuşturup çenemi havaya dikiyorum. Bu iş giderek karmaşık bir hal almaya başlıyor. Mert'e parayı neden istediğimi anlatmak, onu da bu cinayet davasına dahil etmek olacak. Bakışlarımı ona çevirip bu kez yalvarır gibi bir edayla konuşuyorum. Masanın altına doğru eğdiği başını geç de olsa kaldırıp beni dinlemeye başlıyor.
"Elli bin dolardan da, o parayı kullanacağım şeyden de vazgeçtim," diyorum boynumu bükerek. "Yalvarırım bu konuşmayı hiç yapmamışız gibi devam et hayatına."
"Yemezler, Melek."
"Mert, lütfen. Yemin ederim başımı hiçbir derde sokmayacağım. Yeter ki anneme bir şey söyleme."
"Her şeyi kendi ağzınla itiraf ettiğin için çok teşekkürler," diyor masanın altında tuttuğu elini kaldırarak. Telefonunun ekranına bakarken ağzım bir karış açık kalıyor. "Artık elimde Efsun Teyze'ye dinletebileceğim enfes bir ses kaydı da var."
Öfkeden öyle gözüm dönüyor ki, okkalı bir küfür savurarak ayağa fırlıyorum. Tam o esnada gözüm kafenin girişine takılıyor. Daha doğrusu girişte dikilip müdahale etmeye hazır şekilde bizi izleyen Araf korumalarına. Tamamen içgüdüsel olarak, sert bir baş hareketiyle onlara gitmelerini söylüyorum ve beni son derece şaşırtan bir şey oluyor. Adamlar bir emre uyar gibi arkalarını dönüp dışarı çıkıyorlar. Karanlık tipli heriflere beden diliyle emir vermeyi öğrenmiş oluşuma üzülsem mi sevinsem mi bilemiyorum.
"Melek, ona anlatmak zorundayız."
Ada'nın sesi daldığım düşüncelerden sıyırıyor beni. Başımı kaldırıp baktığımda onların hiçbir şey fark etmediğini görüyorum. Bilhassa Mert kendini nasıl bir işe karıştırmak üzere olduğunun farkında bile değil. Elim kolum öylesine bağlanmış halde ki, sıkışıp kaldığımı hissediyorum.
O sahtekar şeytan bu tip durumların içinden nasıl çıkıyor acaba? Kendimi Aras'ın yerine koymayı denediğimde onun böyle bir durumda ne yapacağını kestirmem zor olmuyor. Eğer işine yarayacağına inanırsa, Mert'i hiç düşünmeden olayın içine dahil ederdi. Fakat ancak onun izin verdiği kadarına.
Çünkü onun çalışma stili tam olarak bu. Çevresindeki işe yarar insanlardan kendine bir ekip kuruyor ve her birine bir parça bilgi vererek büyük resmi güvende tutuyor. Üstelik bunu öyle titiz bir biçimde yapıyor ki hepimiz bir araya gelip bildiklerimizi ortaya döksek bile yine de yapbozu tamamlayamıyoruz. Zira Aras bir parçayı her zaman kendi cebinde taşıyor.
Başımı sallayıp çaresizce onaylıyorum Ada'yı. Ben çevremdeki insanları, onların iyiliği için bile olsa, soğukkanlı bir şekilde manipüle edebilecek biri değilim. Kartları açık oynamaktan başka şansım yok.
-*-
- OZAN -
(2017 yılı)
Huzurlu uykularla hiçbir zaman yıldızım barışmadı. Ne zaman derin ve güzel bir uykuya dalsam, bir felakete uyandım çünkü. Bunlardan biri küçük bir çocukken korkunç bir sarsıntıyla uyandığım o yaz gecesi uykusuydu. Babamın beni kucaklayıp annemin elinden tutarak dışarı fırladığı o anı hiçbir zaman unutamamıştım. Ve bir de gün ışımaya başlarken yavaş yavaş ortaya çıkan o dehşet yıkımın manzarasını.
Sonrası pek net değil. Annemin kırılan bacağımı sarma çabalarını, telaşla beni hastaneye götürmek için çalışan bir araç bulmaya çalışan babamı hatırlıyorum. O manzaraya dair son gördüğüm şeyse, arabanın içinde sokağı terk ederken, bir anlığına göz göze geldiğim en yakın arkadaşımın yüzü olmuştu. Orada da bir yıkım vardı.
Şimdiyse uykumu bölen şey tiz bir çığlık sesiydi. Homurdanarak kollarımın arasındaki şeye daha sıkı sarıldım ve çenesini kapatması için dua etmeye başladım. Hiçbir işe yaramamıştı elbette. Üstelik işkenceye şimdi bir de tekme ve yumruklar eklenmişti. Kasıklarıma gelen güzel bir tekmenin ardından uğuldayarak gözlerimi açtım ve anlamaya çalıştım. Lanet olası bir ormanda ne halt ediyordum?
Bir an sonra görüntü netleştiğinde bunun bir orman olmadığını fark etmiştim. Burnumun dibinde duran yeşilliğin kaynağı, yalnızca bir çift gözdü. Bakışlarında öfke şimşekleri çakan bir çift göz. Ada'nın gözleri.
"Sen ne yapıyorsun be?!"
Dehşete kapılarak kızı iterken söylediğim bu sözler durumu iyice garip hale getirmişti. Zira hatırladığım kadarıyla onu bırakmayan bendim zaten. Hem suçlu hem güçlü olmanın zirvesinde durmuş şaşkınlıkla etrafıma bakınıyordum.
"Ben mi ne yapıyorum?" diye sordu hayretle biricik karım.
"Evet, sen!" dedim bir halt yedik bari arkasında duralım mantığıyla. "Hani fiziksel temas olmayacaktı aramızda?"
O kadar şaşırmıştı ki verecek bir cevap bile bulamamıştı.
"Daha ilk günden anlaşmayı ihlal ettiğine göre seninle işimiz var demektir!" diye öfkeyle söylendim arkamı dönüp valizden kıyafetlerimi alırken. Onun bu halinden güç alarak coştukça coşuyordum. Ta ki, konsolun üzerindeki biblolardan biri kulağımın hemen dibinden hızla geçene kadar. Iskalanan biblo duvara çarparken arkama bile bakmadan öne atılıp kendimi lavaboya kapattım.
Kapı örtüldüğü anda Ada'nın öfkeli bağırtısı odayı doldurmuştu. Onun ettiği hakaretlere daha fazla dayanamayacağımı anlamıştım. O yüzden kendimi serbest bırakıp püskürür gibi kahkaha atmaya başladım. Güldüğümü duymasın diye bir yandan da klozete basmıştım ancak yine de uzunca bir süre burada saklanmam gerekecekti.
On beş dakika sonra içeriden gelen sesler tamamen kesilmişti. Onun artık sakinleşmiş olacağını düşünerek lavabodan çıkmaya karar verdim. Neyse ki kindar bir insan değildi, içeriden çıktığımda yüzüme ters ters bakmak dışında bir şey yapmadı. Ben yokken çoktan pijamalarını çıkartıp siyah bir kazakla koyu renkli bir pantolon geçirmişti üzerine. Üzerindeki kıyafetlerin neredeyse bana olacak kadar bol ve uzun olduğu dikkatimden kaçmamıştı. Görünüşe bakılırsa pejmürde giyim bu kızın yaşam tarzı haline gelmişti. Ya da belki de sorun göründüğünden daha basitti; kızın kıyafet alacak parası yoktu.
Bu düşünce unuttuğum bir şeyi hatırlamamı sağlamıştı. Dönüp portmantodaki kabanımı elime aldım, cebindeki cüzdanda yeni bir kredi kartı vardı. Niyetim kartı çaktırmadan kızın montunun cebine atmaktı ancak hiçbir zaman gizli saklı iş çevirmeyi becerebilen biri olamamıştım zaten. Kartı montun cebine bıraktıktan hemen sonra Ada'nın vestiyerdeki aynadan beni izlediğini fark ettim. Kaşları sorarcasına havaya kalkmıştı.
"Montumun cebine ne koydun sen?"
"Esrar." dedim gözlerimi devirerek. "Şimdi de polisi aramaya gidiyorum."
Yaptığım espriye gülmedi bile. Uzanıp yastığının altından varlığından bile haberdar olmadığım bir çakı çıkartırken omuz silkmekle yetindi.
"Aramışken söyle, olay yeri inceleme ekibi de göndersinler. Cesedini döşemeden kazırken ihtiyaçları olacak."
Ada'nın tehditkar bir tavırla bana gösterdiği çakıya bakarken çevremdeki insanların haklı olduğunu fark etmiştim. Gerçekten de her işi tersten yapıyordum ben. Normal şartlarda insanlar önce tanışıp sonra evlenirdi. Fakat benim Ada'ya sorduğum ilk soru "Benimle evlenir misin?" olmuştu. Kızın adını sormak bile ondan sonra gelmişti aklıma. Ve yine benzer şekilde yanlış kişiyle evlendiğimi de balayı tatili yaparken fark ediyordum. Bir süre inatçı bakışlarla birbirimizi süzdük, elbette ki pes eden kişi ben olmuştum.
"Banka kartı sadece," dedim geveleyerek. "Ama kredi kartı özelliği de var ve şey-"
"Dur tahmin edeyim, kartın 50 TL ve üzeri alışverişlerde altı aya kadar taksit fırsatı da var, değil mi?"
"Ha?"
"O şeyin ne olduğunu ben de görebiliyorum," diye cevap verdi bu kez sinirle. "Sormaya çalıştığım şey, benim montumun cebinde ne aradığıydı."
Hadi bakalım. Acaba bunu kızın gururunu kırmadan açıklamanın bir yolu var mıydı? Olsa bile aklıma gelmeyeceğinden emindim zira ben hiçbir zaman bir laf cambazı da olamamıştım.
"Karta her ay düzenli para yatacak." diye itiraf ettim en sonunda. "Böylelikle artık çalışmana gerek kalmayacak. Hem işe, hem okula, hem de Efe'ye zaman ayırman imkansız olduğu için böyle bir şey düşündüm yoksa kesinlikle eşinin çalışmasını istemeyen hödüklerden olduğumu düşünmeni-"
Saçmaladığımı fark ettiğimde ses tonum zayıflayarak kayboldu. Hakikaten, kıza neyin açıklamasını yapıyordum böyle? Gerçekten evli bile değildik ki, neden hakkımda böyle bir şey düşüneceğinden endişelenme ihtiyacı hissetmiştim?
"Bak, iyi niyetin için teşekkür ederim ama benim param var." dedi Ada ondan hiç beklemediğim bir yumuşak başlılıkla. "Üstelik para kazanmak için çalışmama gerek de yok, yani Efe için endişelenme."
Böyle bir cevap beklemiyordum doğrusu. Masada duran su şişesini elime alırken boş boş baktım kıza. Daha ben farkında olmadan sözcükler dudaklarımdan dökülmüştü.
"Çalışmadan nasıl para kazanıyorsun ki?"
Ben suyu kafama dikerken Ada sevimli bir şekilde gülümsedi. Ardından az daha ölümüme sebep olacak bir cevap verdi bana.
"Zengin işadamları sağolsun."
Suyu püskürttüm.
Hemen ardından dehşetli bir öksürük dalgasına tutulduğumu fark ettim. Zira bir an sonra Ada yanımda belirip sırtıma vurmaya başlamıştı. Kırmızıya dönen yüzüme bakarken onun birden duraksadığını fark ettim. Muhtemelen beni bu hale getiren şeyin kendi sözleri olduğunu anlamıştı. Ardından beni ölüme terk edip kahkahalarla gülmeye başladı.
"Öyle bir şey değil." dediğini duydum nihayet öksürüklerim durulurken. "Ah, tanrım... Sen gerçekten aptalsın!"
Evet, aptaldım. Bu daha önce nasıl aklıma gelmemişti ki? Zavallı kız son derece normal bir şeyden bahsetmişti bana. Bense tipik bir öküz gibi durumu hemen kötüye yormuştum.
"Özür dilerim." dedim mahcup bir tavırla. "Ben burs almaktan bahsettiğini düşünemedim..."
"Zaten burs almaktan bahsetmiyordum," diye cevap verdi beni yeni bir kalp krizinin eşiğine getirerek. Fakat yüzümde nasıl bir ifade belirdiyse, hemen ardından bir açıklama yapmaya girişti.
"Tanıştığımız gece çantalarımdaki ekipmanları gördün, okulun güvenlik sistemini benim devre dışı bıraktığımı da biliyorsun." dedi kollarını iki yana açarak. "Anlaması çok zor değil, Ozan... Zengin insanların banka hesaplarına sızarak geçimimi sağlıyorum işte."
Ne diyeceğimi bilemiyordum. Bu kızla evlenmekte fazla acele ettiğim gerçeği bir kez daha dank etmişti kafama. Arkadaşlarım endişelenmekte haksız değildi, ben gerçekten de hiç tanımıyordum Ada'yı. Bekar olmamın mahkemede sorun yaratacağına o kadar çok takılmıştım ki, evlendiğim kişinin sicilinin de sorun olacağını hesaba katmamıştım.
"Ne yani, sen..." diye geveledim yatağa çökerken. "Sen, şey, hırsız mısın?"
Bu tabire bozulduğunu görebiliyordum. Fakat ne yazık ki bunu söylemenin başka bir yolu yoktu. Kirli kökenlerime rağmen ben tertemiz bir ailede, suç ve suç dünyasının ne kadar kötü olduğunu dinleyerek büyümüştüm. Bilhassa babamın gözünde bir suçlu ile bir vebalı arasında hiçbir fark yoktu. Suça bulaşmış insanların düzelebileceğine asla inanmazdı o, hüküm giymiş insanlara verilen ikinci bir şansın onlara suç işlemeleri için verilmiş ikinci bir fırsattan başka bir şey olmadığını düşünürdü.
"İnsanların demir bir yaydan farkı yoktur, Ozan." derdi bana öğüt verirken. "Bir insanı değiştirmeye çalışmak, bir yayı çekerek uzatmaya benzer. Değiştiğini sanarsın, oysa elini bıraktığın anda eski haline döner. Eğer zorlamaya devam edersen de ne olur, biliyor musun? Tıpkı haddinden fazla çekilen bir yay gibi tüm esnekliğini kaybeder, bozulur."
"Parayı sürekli farklı hesaplardan alıyorum," diye açıklamaya çalıştı Ada. "Aylık üç bin liranın üstüne asla çıkmıyorum."
Ne söylemem gerekiyordu? Çok fazla çalmıyormuşsun, bu hırsızlık sayılmaz falan mı? Tadımı kaçtığını belli etmemeye çalışarak montunu işaret ettim ona.
"Bundan sonra kartı kullan, lütfen."
Bana cevap vermemiş olsa da söylediğimi yapacağını anlamıştım. O yüzden daha fazla uzatmadan arkamı dönüp çıktım odadan. Aramıza garip bir soğukluk girmişti sanki. Her ne kadar belli etmek istemesem de bu durumun beni rahatsız ettiğini anlamıştı. Belki de onu yargıladığımı düşünüyordu. İşin kötü yanı, gerçekten yargılıyordum da.
Ben, yeraltı dünyasının krallarından birinin torunu olan Ozan Bayraktar, aynı zamanda ömrünü o kraldan nefret ederek geçirmiş bir babanın oğluydum. Tüm hayatımı suçun bahanesi olamayacağını ve suçlularla asla empati kurmamam gerektiğini duyarak geçirdikten sonra üstüne bir de annemle babamı bu yolda kaybetmiştim. Tüm bunların ötesinde, çok yakında bir hukukçu olacaktım ve dünya üzerinde bir suçluya hak verebilecek en son insanlardan biriydim.
Fakat hiç kimse sınanmadığı günahın masumu değildir. Annemle babamın canları pahasına bana sundukları huzurlu ve lekesiz hayatı yaşarken temiz kalmak dünyanın en kolay şeyiydi. Şimdiyse korumam gereken küçük bir bebekle birlikte, o korkunç kralın karşısında tamamen savunmasız haldeydim. Üstelik tek yol arkadaşım, kendisi de bir suçlu olan karımdı.
-*-
5 Temmuz 2019
Hiroşima hakkında izlediğim bir belgeselde kanımı donduran bir bilgi edinmiştim. Sunucu, patlama merkezine çok yakın bir bölgenin eski kaldırım taşlarındaki koyu renkli gölgeleri göstermiş ve onların bomba patladığı an, o noktada bulunan insanların kalıntıları olduğunu söylemişti. Adamın söylediğine göre patlamaya o kadar yakın mesafede yer alıyorlardı ki, olayın farkına varma şansları bile olmamıştı. Bomba düştüğü anda ortaya çıkan termal ışıkla buharlaşmışlardı. Küle dönmek bile değil. Buharlaşmak.
Buharlaşan insanlardan geriye kalan tek şey, kaldırımlardan asla silinmeyecek o koyu gölgelerdi. Karbon gölgesi. Çünkü ister sıradan bir köylü olsun, ister asaletin adında başladığı Napolyon; bir insan nihayetinde bir yığın karbondan başka bir şey değildi. Tıpkı elmas gibi. Kömür gibi. Ve tıpkı şu anda tuvalin üzerinde gezdirdiğim kurşun kalemi meydana getiren grafit gibi.
Geçtiğimiz hafta, artık çalışma masasında karalanabilecek tek bir boş yer bile kalmadığında, Ozan elinde boş bir tuvalle birlikte geldi Araf'a. Onun bu beklenmedik hediyesi karşısında hem şaşırmış hem de gözlerimin dolmasıyla sonuçlanan klasik duygu patlamalarımdan birini yaşamıştım. Şaşkındım, çünkü o güne kadar onunla artık sadece dava arkadaşı değil, gerçek birer arkadaş olduğumuzun da farkına varmamıştım. Duygulanmıştım, çünkü tuvali bana Aras'ın arkadaşı olduğu için değil, benim arkadaşım olduğu için aldığını biliyordum.
O günden beri işten fırsat buldukça Araf'a gelip çizim yaparak harcıyorum zamanımı. Bunda taksi parası konusunu çözmüş olmamın da etkisi var elbette. Artık buraya gelirken otobüsle en yakın durakta inip Ayıboğan'a haber veriyorum. Kendisi zaten vaktinin çoğunu Araf'ta geçirdiği için birkaç dakika içinde beni almaya geliyor. Eğer Ozan Araf'ta değilse Ada ile birlikte diğerlerini arayıp soygun planını tartışmak üzere buraya çağırıyoruz.
Diğerleri diyorum zira üç kişilik ekibimiz bir süre önce yeni bir üye edinmek zorunda kaldı. Ada'nın hacker arkadaşları parayı aldıktan sonra liman bölgesinin tüm dijital güvenlik sistemini seve seve halledeceklerini söylediler. Dijital olmayan kısmı bize bırakmalarınınsa iki haklı sebebi vardı. Birincisi, prensip gereği illegal işlere sadece bilgisayar aracılığıyla müdahale ediyorlardı. İkincisiyse, bunu isteseler de yapamazlardı zira fiziksel müdahale konusunda uzman değillerdi.
Fakat liman bölgesine girsek bile depoya ulaşabilmek için kesmemiz gereken çitler, kırılması gereken kilitler ve alet edevat gerektiren önümüzde bir sürü engel vardı. Bunlar için bir ustabaşı çağıramazdık. Fakat ben ömrünün büyük bir kısmını fabrikalarda geçirmiş birini tanıyordum. Mehmet.
İlk duyduğunda verdiği tepki Mert'in tepkisinden çok daha şiddetli olmuştu. Fakat Mert'in aksine o, annemi çok iyi tanıyordu. Bu yüzden onun ne olursa olsun beni anneme ispiyonlamayacağını biliyordum. Aynı şekilde Mehmet de beni bu işten vazgeçiremeyeceğini anlamıştı, epeyce bir kavga ve azarlamanın ardından yardım etmeyi kabul etti.
Böylelikle başlangıçta yalnızca Ada ve benden oluşan soygun ekibimiz, Mert ve Mehmet'i de içine alarak tamamlanmıştı. Daha doğrusu ben tamamlandığını sanıyordum. Davetsiz bir misafirin son dakikada ekibe dahil olacağı aklımın ucundan bile geçmiyordu.
"Bu yangın işi hala hoşuma gitmiyor," dediğini duyuyorum Mehmet'in. "Çok tehlikeli."
Ah, işte planın en can alıcı noktası. Depodaki fiziksel güvenlik önlemlerini ve güvenlik görevlilerini aşmak için rektörlükte yaptığım planın benzerini uygulamaya karar verdik. O plan, her ne kadar benim camdan atlamamla sonuçlanmış olsa da, Sinem denen kaltak gelene kadar son derece başarılı bir şekilde çalışıyordu.
Bu yüzden bölgedeki tüm depoları teker teker inceleyip aradığımız kriterlere uygun birini seçtik. Saatchi'nin deposunun iki blok ötesinde yer alan küçük bir saman deposu. İçinde önemli bir şey barındırmadığı için - örneğin kaçak tablolar gibi- hiçbir güvenlik önlemi de içermiyor. Tek yapmamız gereken şey samanların üzerine biraz benzin döküp çakmağı çakmak olacak. Küçük depo tüm dikkatleri üzerine toplayarak liman bölgesinde bir kaos yaratırken bizler de az ileride ana depoya sızmış olacağız. Daha doğrusu onlar sızmış olacak.
Elimdeki kurşun kalemi kenara bırakıp onlara doğru dönüyorum. Mehmet tüm endişelerinde haklı olsa da, bu haklılık tüm planı mahvetme potansiyeline sahip.
"Dikkatleri dağıtmak için bunu yapmak zorundayız." diyorum ona güven vermeye çalışarak. "Hiç kimse zarar görmeyecek, inan bana."
"Peki yangını kim çıkartacak?"
Mert'in sorusunu duyduğumda Ada'yla göz göze geliyoruz. Onunla yangın meselesini konuşup planladığımızda bunu benim yapmam gerektiğini fark etmiştik. Fakat beylerin bu minik ayrıntıdan hala haberi yok.
"Yangın işi bende."
Kısa bir sessizliğin ardından odada Mehmet'in kaygılı sesi duyuluyor. "Neden?"
"Çünkü içinizde bunu yapabilecek tek kişi benim." diyorum onlara doğru ilerleyerek. Masanın üzerine yaydıkları devasa liman haritasında ellerimi gezdirirken beni dikkatle izliyorlar. "Diğer ekip liman bölgesinin elektriğini kesmeden ve yangın dikkatleri dağıtmadan önce Saatchi'nin deposuna girmeniz imkansız. O yüzden elektrik kesintisiyle yangının başlaması eşzamanlı olmak zorunda."
"Ve?"
"Ve elektrik kesildiği anda herkes dışarı çıkmaya başlayacak. Küçük depoya giden şu anayol kısa süre içinde diğer depolardan çıkan insanlarla dolacak. O yüzden yangını çıkartacak kişinin anayoldan değil, şuradaki denize bakan patikadan dönmesi gerek."
Haritada işaret ettiğim noktaya bakarken Mehmet'in alnının düşünceli bir şekilde kırıştığını fark ediyorum. Mert ise ufak bir kahkaha atarak bana dönüyor.
"Kızım sen iyi misin?" diye dalga geçtiğini duyuyorum onun. "O patika ile küçük depo arasında koca bir duvar var. Orayı Nimbus 2000'le falan mı geçmeyi düşünüyorsun?"
Ben Mert'e ters ters bakarken Ada benim yerime cevap veriyor.
"Haritada görünmüyor ama bölgeyi Drone'la incelerken duvarın alt kısmında köpeklerin geçtiği küçük bir oyuk olduğunu fark ettik." diye açıklıyor sakince. "Yangını Melek'in çıkartacak olmasının sebebi de bu, zira içimizde o delikten geçebilecek tek kişi o."
Hala endişeli olup olmadığını anlamak için Mehmet'e bakıyorum ancak bizi dinliyormuş gibi görünmüyor. Bir noktaya sabitlediği bakışlarını takip ettiğimde onun kapının altından sızan koridor ışığını izlediğini görüyorum. Benim bir şey söylememe fırsat bile kalmadan ayağa kalkıp kapıya doğru ilerliyor sessizce. Ardından bizim şaşkın bakışlarımız arasında kapıyı pat diye açıyor.
İlk duyduğum şey tiz bir çığlık sesi oluyor. Hemen ardından uzun saçlı bir kızın pat diye Mehmet'in kucağına düştüğünü görüyorum. Durmadan çırpındığı için kim olduğunu anlayamasam da bana pek yabancıymış gibi gelmiyor.
"Rahat dur bakalım, küçük casus!"
Mehmet kızın kırmızıya çalan saçlarından kavrayarak başını kaldırdığında davetsiz misafirimizin kim olduğunu da anlıyorum. Son derece aşina olduğum bu yüze bakarken kelimelerin kifayetsiz kaldığı bir noktada hissediyorum kendimi. Bu kadar da olmaz artık! Olmamalı! İçimde gazap tohumları kök salmaya başlıyor hızla.
"Yine mi sen?!" diye öfkeyle kıza doğru atılıyorum. "Seni baş belası sürtük!"
Mehmet son anda aramıza girerek Sinem'i elimden almayı başarıyor. Hırsla onu aşmaya çalışırken lanet yaratığın ufak bir kahkaha attığını görüyorum.
"Hiç boşuna uğraşma, sarsak şey," diyor bana gıcık verircesine. "Ozan'a çoktan haber verdim bile, az sonra burada olur."
"Seni öldüreceğim!" diye bağırıyorum Sinem'e öfkeyle. "Bu sefer kimse alamayacak seni elimden!"
Gerçekten de bu sefer o baş belası kafasını koparmaya niyetliyim. Bir insan nasıl bu kadar işsiz ve ruh hastası olabilir ki? Her seferinde gelip itinayla planlarımın içine etmek hiç yormuyor mu bu kızı?
"Aman, çok korktum." diyor dalga geçer gibi manikürlü tırnaklarını incelerken. "Kızım sen beni sosyetik Pelinsulardan mı sandın? Şimdiye kadar on kere paçanı aşağı almıştım ama dua et, Aras sana abayı yakmış durumda."
Son cümlesi öyle çok dikkatimi dağıtıyor ki, Sinem'in tehditlerine avel avel bakmaktan başka bir şey yapamıyorum. Söylediği şey onun şahsi çıkarımı olabilir mi? Yoksa Aras gerçekten ona benden bu şekilde mi bahsetti? Bunu Sinem'e sorabilmenin uygun bir yolunu bulmaya çalışırken Mehmet'in söze karıştığını duyuyorum.
"Bir saniye, ne alaka?" diyor bana dönerek. "Aras dediğiniz adam şu ölen kızcağızın sevgilisi değil miydi? Hani senin arkadaşın?"
"Kızcağız mı?" Sinem Mehmet'in arkasından çıkıp kahkaha atıyor. "Arzu denen galaktik sürtük ne ara kızcağız oldu?"
Ben ağzımı bile açamadan Mert araya giriyor. Onun bir kanaat önderi edasıyla duruma el koymaya çalıştığını fark ediyorum.
"Bakın, ölmüş gitmiş biri hakkında böyle konuşmak hiç hoş-"
"Arzu ölmüş olabilir ama hepinizi buraya toplamayı başardığını göre pek de gitmiş sayılmaz." diyor Sinem Mert'in lafını keserek. "Ayrıca o kaltağın cesedinin bile senin beyninden daha fazla canlı hücre içerdiğini unutma, Golden Retriever."
Mert önce ağzını açıp kapatıyor. Fakat verecek bir cevap bulamamış olacak ki sessizliğe gömülüyor yeniden. Neyse ki ben Sinem cadısının hangi dilden anladığını gayet iyi biliyorum. Arada Mehmet'i de harcamak pahasına kızın üzerine atlamaya hazırlanırken kapı tekrar açılıyor. Bir an sonra öfkeli bir ses dolduruyor odayı.
"Siz ne haltlar karıştırdığınızı sanıyorsunuz?!"
-*-
- ARAS -
(2011 yılı)
"Ee, durumlar nasıl anlat bakalım."
Suzan'a masum bir ses tonuyla cevap verdim. "Hangi durumlar?"
O meşhur kahkahalarından birini atmakla yetindi bana. Botlarını arabanın torpido gözüne yaslamış, bir kolu kamyon şoförü gibi camdan sarkmış vaziyetteydi. Her zamanki gibi rahatlığından zerre ödün vermiyordu biricik dostum.
"Yeni ev arkadaşına alışabildin mi mesela?"
Yaptığı iğneleme gözümden kaçmamıştı. Ona iki hafta önce babamın yanına taşınmam gerektiğini söylediğimde başta şaka yaptığımı sanmıştı. Ciddi olduğumu anladığındaysa günlerce yüzüme bile bakmamıştı. Fakat en sonunda kararlı olduğumu anladığı zaman, durumu kabullenmeyi başarmıştı. Yine de bu, eline geçen her fırsatta bana laf sokmasına engel olamıyordu tabi.
Açıkçası babamla yaşama fikri benim de hoşuma gitmiyordu. Suzan sadece ev arkadaşım değil, aynı zamanda Ozan'la birlikte en yakın dostlarımdan biriydi. Babamsa bugüne kadar üzerinde pek düşünmediğim bir detaydan ibaretti hayatımda. Yıllar önce beni almak için Erzurum'a geldiğinde onu tanıyamamıştım bile. En son küçük bir çocukken gördüğüm adamdan öylesine farklıydı ki, sanki gerçek babamın yerine geçmeye çalışan bir kopya vardı karşımda.
Biraz da Nazmi Amca'nın itelemesiyle çekingen bir tavırla ona doğru yürüyüp bana sarılmasına izin vermiştim. Oysa yedi yıl boyunca onun döneceği günü beklerken hayal ettiğim kavuşma anı bundan çok daha farklıydı.
İstanbul'a döndüğümüzde liseyi yatılı okuma kararıma saygı duymuştu babam. Hatta onun bir parça rahatladığını fark etmiştim. O zamanlar babamın kardeşimle beni sevmediği için böyle olduğunu düşünüyordum fakat büyüdükçe onun suçluluk hissettiğini anlamıştım. Hapisten yeni çıkmıştı, meslekten ihraç edilmişti ve onun içeri girmesine sebep olan adamlar hala yüksek mevkilerde otururken herhangi bir kamu kurumunda iş bulması imkansızdı. Değil Lavinia'yı yanımıza getirmek, denetimli serbestlikle bırakıldığı için onu görmeye gitmemiz bile olanaksızdı. Ve ben her gün ne zaman kardeşimi almaya gideceğimizi sorgulayarak bakıyordum onun gözlerine. Belki de durumu açıklamayı gururuna yediremediği için sessiz kalarak evden ayrılmama izin vermişti.
Böylelikle babam, içinde hayata karşı, sisteme karşı, insanlara karşı biriken tüm öfkesiyle birlikte yapayalnız kalmıştı. O bu öfkeyi kağıtlara dökerken kardeşimle ben yanında değildik, bir başımıza hayata tutunmaya çalışıyorduk. Çıkardığı ilk kitapla birlikte ülke gündemine oturduğu zaman da yanında değildik. Anayasa Hukuku üzerine yazdığı makalelerle hukuk camiasında yeniden yükselirken, kaybettiği itibarını geri kazanırken, suçsuz olduğu anlaşıldığında bir zamanlar yüzüne bakmayan insanların peşinde koştuğu birine dönüşürken biz yine yanında değildik babamın.
Nihayet kendini karşımıza çıkmaya layık gördüğündeyse, kardeşimle beni bir zamanlar bıraktığı yerlerde bulamamıştı.
"Nereye dalıp gittin sen?" diyerek beni düşüncelerimden ayırdı Suzan. "Hadi itiraf et, babanla yaşama kararına köpek gibi pişman oldun, değil mi?"
"Hiç de bile," dedim dönüp ona sırıtarak. "Bir kere babam yemek yapma konusunda benden daha iyi. Hiç aç kalmıyorum."
"Seni yalancı pezevenk, hani babanın becerebildiği tek şey makarna yapmaktı?"
"Öyle zaten." dedim ciddi olmaya çalışarak. "Bu da onu benden daha iyi bir aşçı yapıyor."
Suzan bana kahkahalarla gülerken midemin guruldamaya başladığını fark etmiştim. Eve gitmeden önce ivedilikle çözmem gereken bir sorundu bu. Zira babam hem dünyanın en korkunç aşçısıydı, hem de dışarıdan yemek söylemekten nefret ederdi. Yanına taşındığım hafta sırf işkence olsun diye bana yemek yaptırmaya bile kalkışmıştı. Fakat çok geçmeden bunun kendisi için de ciddi bir işkence olduğunu anlayarak fikrini değiştirmişti zira mutfağa soktuğu şey genetik açıdan kendisinin yirmi beş yıl daha genç bir kopyasıydı. Babamın yirmi beş yıl içerisinde edindiği salçalı makarna yeteneğinden bile yoksundum ben.
"Nazmi Amca'nın dükkanına gidelim mi?" diye sordum Suzan'a dönerek. "Hemen şurası zaten, ne dersin?"
"Onun yerine eve geri taşın, önümüzdeki altı ay boyunca sana yemek yapayım. Nasıl fikir?"
Bıkkınlıkla iç çektim. "Babamla yaşamak zorundayım, Suzan."
"İyi de çok salakça!" diye sataştı bana. "Bunu o mirası kabul etmeden önce yapsaydın anlardım, çünkü o zamanlar babana hiç değilse maddi açıdan ihtiyacın vardı. Fakat tam da bu ihtiyaç ortadan kalkmışken hayırlı bir evlat olmaya karar vermenin hiçbir mantığı yok."
Aslında vardı. Reddi miras yapmayı reddettiğimde babamla aramda kalan son bağ da kopmuştu. Artık ekonomik açıdan ona ihtiyacım yoktu, kardeşimle birlikte kendime ayrı bir dünya kurabilirdim. İşte tam da bu yüzden babamın yanına yerleşmek zorundaydım. Zira ona sırtımı dönersem günün birinde yeniden bir aile olabilme ihtimalimiz sonsuza dek ortadan kaybolacaktı.
Bu yüzden önce babamla iletişim kurma çabalarına girişmiştim. Elbette hepsi ters tepmiş, neredeyse bir yıl boyunca kapısından eli boş dönmüştüm. Haliyle elimde tek seçenek kalıyordu; valizimi alıp huysuz herifin kapısına dayanmak. Babamın bana evini işgale gelmiş bir düşman neferi gibi muamele edeceğini adım gibi biliyordum. Bunu sadece gururundan yapacağını da.
O yüzden valizimle birlikte babamın yanına gittiğimde bana kapıyı açmamasına içerlememiştim bile. Artık ona ihtiyacım kalmadığını, gidip doya doya biricik(!) dedemin bana bıraktığı krallığın tahtına oturabileceğimi söylediğinde başımı eğip beni azarlamasına izin vermiştim. Çünkü dedemin ilk mektubunda söylediği gibi, artık babama içerlemeye hakkım yoktu benim. Evet, İbrahim Saral ben henüz bebekken günün birinde bu mirasın babamla arama gireceğini tahmin etmişti. Tıpkı er ya da geç babamın beni affedeceğini tahmin ettiği gibi.
"Çünkü babalar evlatlarını her zaman affeder, Aras." diye yazmıştı satırlara. "Bunu itiraf etmemeleri, evlatlarını affetmedikleri anlamına gelmez."
"Aras, dikkat et!"
Son anda fark ettim yola fırlayan çocuğu. Gördüğüm anda frene basmıştım fakat araba asfalt yolda kayarak durduğunda ona çarpıp çarpmadığımı bilmiyordum. Dehşetle kapı koluna uzanıp dışarı attım kendimi, Suzan da peşimden fırlamıştı.
Onun ağladığını duyduğumda bir nebze olsa rahatladığımı hissettim. Ağlayabildiğine göre bilinci hala yerindeydi anlaşılan. Başımı çevirdiğimde yanılmadığımı anlamıştım, bizden birkaç metre ileride ağlayarak doğrulmaya çalışan bir çocuk vardı. Onun bu kadar uzakta olması garibime gitmişti doğrusu. Eğer ona bu kadar ileri düşmesine yetecek kadar şiddetli çarpmış olsaydım bunu muhakkak hissederdim, öyle değil mi?
Yanına yaklaştığımda içimdeki rahatlama buhar olup gitmişti. Başından akan kan yüzünün yarısını kaplamıştı bile, birkaç saniyede bu kadar çok kan aktığına göre bilincini kaybetmesi çok fazla sürmeyecekti.
"Suzan ambulansı ara hemen!" diye bağırdım arkadaşıma dönüp. "Başını çok kötü çarpmış!"
Suzan koşarak arabaya dönerken küçük kızın kolumu çekiştirdiğini hissettim. Bir eliyle gözyaşlarını silerken başını iki yana sallamaya başlamıştı.
"Araba bana çarpmadı."
"Korkmana gerek yok, iyi olacaksın." dedim onu sakinleştirmeye çalışarak. "Eğer annenin ya da babanın telefon numarasını söylersen ambulans gelmeden önce onlara da haber-"
"Söylediklerimi duydunuz mu siz? Araba bana çarpmadı diyorum!"
Huh, öfkeli velet. Yüzüyle sokak lambası arasında perde gibi duran saçlarından suratındaki ifadeyi göremiyordum ama pek sevecen olmadığı ses tonundan belliydi. Çocuğun kafa travması geçiriyor olabileceğini düşününce büsbütün endişelenmiştim.
"Bak anlıyorum ama başın çok kötü kanıyor-"
"Siz karşıma çıkmadan önce de kanıyordu." diye cevap verdi beyaz elbisesinin yakasındaki kırmızı lekeleri göstererek. "İsterseniz yaraya bakabilirsiniz."
Beni ikna etmeye çalışarak alnını gösteriyordu şimdi. Büsbütün kafam karışarak yarasını incelemeye başladım. Yüzüne dökülen saçlarını geri çekince onun o kadar da küçük olmadığını fark etmiştim. Muhtemelen 11-12 yaşlarındaydı ancak sıska ve çelimsiz oluşu dışarıdan daha da küçük görünmesine sebep oluyordu. Kızın Lavinia'dan bile küçük olması büsbütün moralimi bozmuştu, az kalsın kardeşimin yaşlarında bir çocuğa zarar verecektim.
Öte yandan, söylediklerinde haklıydı. Alnındaki yaradan kan akmıyordu artık, derin fakat pıhtılaşmaya başlamış bir kesik vardı yalnızca. Yüzünü kaplayan kan izleriyse kurumaya yüz tutmuştu. Onun arabadan epey uzakta olduğunu da hesaba katınca doğru söylediğini anladım. Gerçekten de kıza çarpmamıştım.
Bu düşünce beni bir anlığına rahatlatsa da bir şeylerin ters gittiğini anlamam uzun sürmemişti. Evet, ona çarpmamıştım ama gecenin bu saatinde tek başına ve çıplak ayakla neden koşuyor olabilirdi ki? Üstelik başındaki yara da bizle karşılaşmadan önce oluşmuştu. Bir şeylerden kaçıyor olabilir miydi?
"Şimdi beni iyi dinle, ufaklık," dedim elimi küçük kızın çenesine koyup gözlerime bakmasını sağlayarak. "Eğer yolunda gitmeyen bir şeyler varsa bunu bizimle paylaşa-"
"Melek!"
Gecenin içinde yankılanan sesle birlikte sözüm yarıda kesilmişti. Başımı kaldırıp karanlık sokağa baktığımda uzun boylu esmer bir oğlanın koşarak yanımıza geldiğini gördüm. Muhtemelen bir iki yaş küçüktü benden. Öylesine telaşlıydı ki, benim farkıma bile varmamıştı.
"Melek ne yapıyorsun burada?!" diye telaşla yere çökmesini izledim oğlanın. Kızın yüzündeki kurumaya yüz tutmuş kan onu şaşırtmamıştı. İyice rahatsız olmaya başladığımı hissediyordum.
"Herkes seni arıyor!" diye kolundan tuttu kızı. "Efsun Teyze korkudan deliye döndü!"
Kız oğlandan destek alarak ayağa kalkmaya çalışıyordu bu esnada. Onların gitmeye niyetlendiğini anlamıştım fakat içim hala rahat değildi. Kendimi tutamayıp oğlanın koluna yapıştım o yüzden, her şeyin yolunda olduğundan emin olmam gerekiyordu.
"Siz çocuğun nesi oluyorsunuz?"
Ancak o zaman beni fark etmiş gibi göründü. Şaşkınlıkla önce bana, sonra bize doğru yürüyen Suzan'a, en sonunda da ötede duran arabaya baktığını fark ettim.
"Ben onun abisiyim," diye ufak bir açıklama yaptı. "Asıl siz kimsiniz?"
Şüpheyle süzdüm oğlanı. O da tıpkı kız gibi sıskaydı ancak dış görünüşleri birbirine hiç benzemiyordu. En basitinden oğlan yanık tenliyken, kız Lavinia'dan bile daha beyazdı. Kardeş olmaları hala mümkün olsa da bunu teyit etmek zorundaydık.
"Gerçekten abin mi?" diye sordum kıza dönüp gülümseyerek. Ardından eğilip oğlanın bizi duyamayacağı bir sesle fısıldadım. "Eğer onunla gitmek istemiyorsan elimi hafifçe sık, olur mu?"
Önce şaşkınlıkla avucumda duran eline baktı. Ardından başını kaldırıp çekinerek cevap verdi.
"Komşumuzun oğlu ama abim sayılır."
Başımı sallayarak onu onayladım fakat yine de birkaç saniye boyunca elini çekmesine izin vermedim. Ne yapmaya çalıştığımı anlamıştı, güven vermeye çalışır gibi gülümsedi bana. Bu esnada elinde en ufak bir kımıltı bile olmamıştı. Gerçekten sorun yoktu anlaşılan.
Nihayet ikna olduğumda kızın elini bırakıp ayağa kalkmasına izin verdim. Diğer oğlan ona güvenmeyişime bozulmuş gibi görünmüyordu, ufaklığın elinden tutup arkasını dönmeden önce başıyla selam verdi bize. Çocukla oğlan uzaklaşıp gözden kaybolurken Suzan ne olduğunu soran gözlerle bana bakıyordu. Uzaklardaki bir ambulansın giderek yaklaşan sesi havaya karışıyordu.
Bense boş sokaktan gözlerimi alamıyordum bir türlü. Garip bir his vardı içimde, sanki Pasifik'te bir kelebek kanat çırpmıştı ve yıllar sonra hayatımda bir fırtına kopacaktı.
-*-
18 Temmuz 2019
Arabadan inerken telefonum tekrar çalmaya başlıyor. Arayan kişinin Mert olduğunu görünce bıkkın bir halde iç çekerek telefonu sessize alıyorum. Onun niye aradığını tahmin etmek güç değil. Bugün Araf'ta Ada ile konuşurken Sinem denen kızıl kaltak da oradaydı, akşam Emir'le tiyatroya gideceğimi duyup sırf aramızı bozmak için Mert'e yetiştirmiş olmalı. Onun Özgür Ağabey yüzünden gittikçe artan Bozkıroğlu antipatisini ve beni kankalığımıza ihanet etmekle suçlayacağını biliyor.
Sinem tüm bunları biliyor zira kendisi de artık ekibimizin bir üyesi. Ozan'la birlikte. Ona yakalandığımız gün öyle çok öfkelenmişti ki, bu plana asla izin vermeyeceğini düşünmüştüm. Oysa unuttuğum bir nokta vardı. Ozan bir hukuk öğrencisi olmakla birlikte, tanıdığım en güçlü adalet içgüdüsüne sahip insandı. Tablonun gitmesine göz yummanın aynı zamanda bir cinayete de göz yummak olacağını fark etmesi uzun sürmemişti.
Asıl zor olan kısım, onu limandaki eser kaçaklığını bildirmek için polisi aramaktan vazgeçirmek olmuştu aslında. Burada da devreye Ada giriyordu. Ozan'a Mr. Saatchi'nin emniyet içindeki kuvvetli bağlantılarını göstermiş, polise haber vermenin Saatchi'ye tabloları daha erken kaçırmasını söylemekten farkı olmayacağını anlatmıştı. Böylelikle gönülsüz bir şekilde de olsa, soygun ekibindeki yerini almıştı Ozan. Sinem ise istenmeyen bir promosyon ürün gibiydi ve ondan kurtulamamıştım. Tıpkı Mert gibi o da bu işi bir macera oyunu sanıyor olmalıydı.
"Önemli bir şey mi?" diyor Emir belimden tutup beni içeri yönlendirirken. Refleksif bir şekilde geri çekiyorum kendimi, ardından kabalık yaptığımı düşünüp pişman oluyorum. Neyse ki etraftaki afişleri incelerken farkına bile varmıyor durumun.
"Hayır, değil." diyorum kısaca geçiştirerek. "Hangi oyuna gireceğiz?"
Duvardaki afişi işaret ediyor bana. "Sence annem ikimizi hangi oyuna gönderir?"
Gösterdiği yerde Romeo ve Juliet yazısıyla karşılaşınca gözlerimi devirmeden edemiyorum. Anlaşılan o ki, Nazan Hanım romantik tiyatro oyunları izlersek birbirimize aşık olacağımızı sanıyor. Ya da birlikte sık sık vakit geçirirsek falan. Afişe bakarken elimde olmadan yüzümü buruşturuyorum. Emir bu hareketimi fark etmiş olacak ki, nazik bir öneri atıyor ortaya.
"İstersen diğer oyunlardan birine girebiliriz."
Ne fark eder ki? Doğruya doğru, Romeo ve Juliet aşkını bir kez olsun romantik bulmamışımdır ama gerçekten romantik bir oyun izlesek bile ne değişir? Cevap bariz bir şekilde ortada olsa da bu akşam düşünmek istemiyorum bunları. Hiç değilse birkaç saatliğine kafayı dağıtmaya ihtiyacım var. Bu yüzden Emir'e dönüp neşeyle gülümsüyorum.
"Başka hangi oyunlar var?"
Bana bir saniye der gibisinden bir hareket yaptıktan sonra arkasını dönüp gişeye doğru ilerliyor. Çok geçmeden elinde oyunların tanıtıldığı bir broşürle geldiğinde hevesle alıyorum kitapçığı ondan. Bu akşam güzel bir oyun izlemeden eve gitmeye niyetim yok, erkenden dönüp de annemin beni neşelendirme çabalarına maruz kalmak istemiyorum.
Nazenin sorunun kaynağını az çok tahmin ettiği için fazla üstüme gelmiyor fakat anneme açıklayamıyorum durumu. Gerçi herhangi bir açıklama yapmama gerek yok zaten. Artık annemin gözünde nasıl bir imaj yarattıysam, aşk acısı çekiyor olabileceğim aklına bile gelmiyor. Kendini bir şekilde benim üzerimdeki ağır sorumlulukları kaldıramayıp depresyona girdiğime ikna etmiş durumda.
Ve annem için depresyon kesinlikle hafife alınacak bir şey değildir. Daha doğrusu annem hiçbir şeyi hafife almaz. Babamın ölümünü atlatamadan işyerinde kaza geçirip sağlığını kaybettiğinde doktorlar ona anksiyete bozukluğu tanısı koymuştu. Şimdiyse benim depresyona girmemden öyle çok endişeleniyor ki, çoğunlukla kendimi onu avuturken buluyorum. Fakat bu akşam tek bir teselli cümlesi kurmaya dahi mecalim yok.
"Broşürü incelemeyecek misin?"
Başımı kaldırıp şaşkın şaşkın Emir'e baktığımda onun temkinli bir ifadeyle beni izlediğini fark ediyorum. Sonra aklıma az evvel hevesle ondan aldığım broşür geliyor. Düşüncelere dalmışken kitapçığın kapağını bile açamamışım ne yazık ki.
Neyse ki ona herhangi bir açıklama yapmama gerek kalmadan telefonu çalmaya başlıyor. Emir'in aramayı reddetmesinden korkarak sanki hayattaki tek isteğim bu akşam bir tiyatro oyunu izlemekmiş gibi hevesle broşüre abanıyorum yeniden. Neyse ki şans bu kez yüzüme gülüyor.
"Bunu açmak zorundayım." dediğini duyuyorum Emir'in. "Bu esnada sen de oyunları incele istersen."
Başımı broşürden kaldırmadan onaylıyorum onu. Fakat bu durum çok uzun sürmüyor. Emir telefonla konuşarak gişenin arkasındaki uzun koridora doğru yürürken kitapçıktan kaldırıyorum kafamı. Allah kahretsin, neden yapamıyorum? Bir tiyatro oyunu izleyip güzel bir akşam geçirmeyi neden başaramıyorum ben? Neden hayata karışamıyorum?
Yeniden o çukura çekildiğimi hissedince düşüncelerimden kurtulmak ister gibi iki yana sallıyorum başımı. Hayır. Eve dönmek falan yok. Burada kalıp güzel bir oyun izleyerek akşamdan keyif alacağım. Tek yapmam gereken şey, Romeo ve Juliet'ten daha az sıkıcı bir oyun bulabilmek. Eh, bu da son derece kolay bir şey zaten.
Bunun o kadar da zor olmadığını fark edince içim rahatlamaya başlıyor. Yeniden başımı eğip bu kez gerçek bir hevesle kitapçığı kurcalamaya girişiyorum. İlk sayfayı açtığımda karşıma adını ilk kez duyduğum bir oyun çıkıyor.
PHAEDRA'NIN AŞKI
Siyasi bir ailedeki aşırı aşkın, çürümüşlüğün ve karanlığın modern yorumu niteliğinde bir şaheser. Tüm oyun karakterleri kendi onarılamaz yalnızlıklarında, kokuşmuş bir sarayda yaşamaktadır. Thesus'un oğlu Hippolytus biseksüel, vurdumduymaz, umursamazdır. Artık can sıkıntısından sevişmekte ve bundan haz almamaktadır. Soyluluğu ve her şeyi elde edebilmişliği onu hiçliğe götürecektir. Kraliçe Phaedra ise üvey oğlu Hippolytos ile tutku dolu-
Eh, kafi. Tanıtımın geri kalanında oyuna dair ipucu detaylar, oyun yazarının mini biyografisi ve oyuncuların isimleri falan yazıyor ama onları okumama gerek yok. Her ne kadar bana karşı özel bir ilgisi olmasa da Emir'le cinsel içerikli bir gösteriye gidecek değilim.
İkinci oyunu da es geçip sayfayı çeviriyorum. Bu kez de başka bir Shakespeare eseri çıkıyor karşıma.
HAMLET
Kararsızlığın ve eyleme geçmeyen bir adamın yıkıcı tragedyası. Amcasının babasını öldürdüğünü öğrenen Prens Hamlet'in intikam alma arzusuyla arasına giren tereddütlü bekleyişini anlatır. Aldığı eğitim ve entelektüel birikimiyle birlikte Hamlet tam anlamıyla bir düşünce adamıdır. Çok düşünmesi onu kararsızlığa, kararsızlığı da amcasının öldürüp intikamını almaktan uzağa iter. Zamanında gerçekleştirmeye cesaret edemediği eylemlerin bedelini ise büyük bir yıkımla ödeyecektir.
İPUCU DETAYLAR
-Oyunun ve kahramanın adı olan Hamlet, William Shakespeare'in 11 yaşında ölen oğlu Hamnet Shakespeare'den gelmektedir.
- Hamlet kelimesi İngilizce'de küçük köy anlamına gelmektedir.
- Hamlet'in Shakespeare tarafından bastırılmış üç ayrı versiyonu vardır. Hangisinin asıl metin olduğu bilinemediği için mevcut eser ikinci quorta olarak bilinen 1604 baskısıyla, Folio olarak bilinen 1623 baskısından yararlanılarak elde edilmiştir.
Bu oyunun İngiltere'ye dair her şeyi seven Emir'e hitap edeceğine eminim. Fakat epey uzun olduğunu ve saatlerce sürdüğünü düşünürsek, bana hitap etmiyor ne yazık ki. Eğer Hamlet tanıtımda yazdığı kadar kararsız bir adamsa oyunun ortasında cinnet geçirip sahneye atlayacağıma eminim. Hamlet'le amcasının zırhlı kafalarını birbirine tokuşturmamı izlerken Emir'in yüzünün alacağı hali düşününce ufak bir kahkaha atarak çeviriyorum sayfayı.
AĞRI DAĞI EFSANESİ
Yaşar Kemal'in ölümsüz eserinden uyarlanan eşsiz bir oyun. Ağrı Dağı'nda yer alan dağ köylerinden birinde yaşayan Ahmet ve Mahmut Han'ın kızı Gülbahar'ın ölümsüz aşkını, bölgedeki halkın ayaklanma girişimini ve Ağrı Dağı'nın zirvesinde ezelden beri yanan bir isyan ateşini anlatır. Türk mitolojik motifleriyle bezeli efsanenin en önemli öğeleri yöre halkı tarafından kutsal sayılan Ağrı Dağı, Gülbahar'ın Ahmet'in gözlerinin rengiyle özdeşleştirdiği Küp Gölü ve olayların başlamasına sebep olan Mahmut Han'ın hayat ağacı simgeli eyer kuşanmış atıdır.
İPUCU DETAYLAR
-Ağrı Dağı Efsanesi, 1975'te Memduh Ün'ün yönetmenliğinde beyaz perdeye de aktarılmıştır.
-Bir inanışa göre insanoğlu ilk ateşi Ağrı Dağı'nın zirvesinden çalmıştır.
-Tevrat'ta Hazreti Nuh'un gemisinin Ararat Dağları'na konduğu anlatılır. Ararat, Ağrı Dağı'nın tarihteki adı olup, Aras Nehri'nin döküldüğü topraklar anlamına gelmekted-
Elimde broşürle öylece kalakalıyorum. İyi de neden? Neden bir anlığına da olsa endişelerimi bastırmayı başarmışken çıkıyor ki karşıma? Onu asla aklımdan çıkaramayacağımı biliyordum zaten. Fakat hiç değilse yokluğunu biraz olsun aklımdan çıkarabilirim diye ummuştum. Tek istediğim şey, birkaç saatliğine tüm yorgunluğumu kenara bırakabilmekti. Şimdiyse göğsüme dolan sızıdan başka hiçbir şey yok içimde.
Ne ara ayağa kalkıp çıkış kapısına doğru yürümeye başladığımı ben de bilmiyorum. Tek bildiğim şey bu gecenin benim için sona erdiği. İzin vermiyor çünkü devam etmeme. Tıpkı üç yıl önceki gibi yine işgal ediyor hayatımı, bulduğu her noktadan hücrelerime sızıyor bu adam. İşin en acı tarafıysa, bunu yapmak için herhangi bir çaba harcamıyor Aras. Tek bir haber bile göndermeyen, yan yana olduğumuz tüm anlarda bir şekilde beni kırmayı başarmış, dürüstlükten zerre nasibini almamış bir adama saplanıp kalan benim. Ve bu benim şahsi esaretim.
Aklıma gördüğüm kabuslar gelince kendimi tutamayıp ağlamaya başlıyorum. Ya başı gerçekten dertteyse? Ya tam şu anda bana ihtiyacı varsa? Ya sergi gecesi onu son kez gördüysem? Binadan çıktıktan sonra gittikçe hızlanıyor adımlarım. Nereye gitmeliyim? Evlerine gidip Hakkı Bey'in yakasına yapışmak, oğlu için endişelenmeyi bırakıp onu aramaya başlaması için yalvarmak geliyor aklıma. Ya da belki Ozan'ın yanına gidip dedesinden yardım istemeye ikna etmeliyim. Tabi, bunu zaten çoktan yapmadıysa. Onun Arzu'nun cinayeti için bile dedesinden yardım istediğini düşününce en yakın arkadaşı olan Aras için böyle bir fedakarlık yapmış olması-
Keskin bir korna sesiyle birlikte yarım kalıyor düşüncelerim. Bir arabanın kör eden ışıkları gözlerime doluyor. Saniyelerin birden yavaşladığını, bir çift kolun belimden tutup beni kenara çektiğini fark ediyorum. Tam zamanında. Öyle ki, elbisemin etekleri yanımdan hızla geçen aracın tamponlarına çarpıyor. Geri geri giderken aracın arkasında bıraktığı rüzgarla yalpalamaya başlıyorum. Ardından endişe dolu bir ses yankılanıyor tepemde.
"Melek Hanım?"
Ayıboğan'ın sesini duyunca acı acı gülümserken buluyorum kendimi. Elbette buradaydılar. Onların fark edilmek istemedikleri sürece görünmez olabilme yeteneğini hafife almamalıydım.
"İyi misiniz?"
Değilim. Başımı kaldırıp Ayıboğan'ın yüzüne bakmak istiyorum fakat hareket edemiyorum nedense. Bunun üzerine kolumdan tutup yol kenarındaki banka oturtuyor beni. Onun bir şeyler sorduğunu duysam da cevap veremiyorum. En sonunda konuşacak halde olmadığımı anlıyor sanırım. Ayağa kalkıp eliyle ufak bir işaret yaptığını fark ediyorum, birkaç saniye sonra önümüze bir araba yanaşıyor.
Ayıboğan koluma girip beni ayağa kaldırırken itiraz etmiyorum. Sonra bakışlarım yol kenarına düşmüş minik kitapçığa takılıyor. O yöne doğru hamle yaptığımı görünce benden önce davranıp yerden aldığı broşürü bana uzatıyor. Arka koltuğa oturduğumda onun da öne geçip sürücü koltuğunda oturan adamla konuştuğunu duyuyorum.
"Eve gidiyoruz."
Eve gitme düşüncesi bile mideme bir kramp gibi saplanıyor. Bir geceyi daha uykusuz geçiremem.
"Hayır, eve gitmiyoruz." diyorum sürücü koltuğundaki adama. "Araf'a gidiyoruz."
Sessiz bir baş hareketiyle onaylıyor beni. Araç hareket ederken telefonumu çıkarıp önce Emir'i arıyorum. Uydurduğum birkaç cılız bahaneyi anlayışla karşılasa da ses tonundan kaçıp gitmeme çok da şaşırmadığı belli.
Onunla başka zaman görüşmek üzere sözleştikten sonra annemi arıyorum bu kez. Lavinialarda kalmak istediğimi söyleyince ilginç bir şekilde hiç zorluk çıkarmadan izin veriyor bana. Normal şartlarda Lavinia'nın adresini, tüm aile bireylerinin telefon numaralarını, anne ve baba tarafından ayrı ayrı soy ağacını isteyeceğini bildiğim için kendimi büsbütün suçlu hissediyorum.
Mekana vardığımızda Ayıboğan da benimle birlikte iniyor araçtan. Birlikte barın içinden geçip alt kata giden merdivenlere doğru ilerliyoruz. Basamakların bitimindeki kapıya kadar eşlik ettikten sonra bana iyi akşamlar dileyip tekrar yukarı çıkıyor. Kapıyı kapatıp kilitledikten sonra karanlık koridoru geçip karargah odasına varıyorum.
Mert ve Ada haritalarla dolu masanın başında bir şeyler tartışıyor. Ozan'ın üçlü kanepede kucağında Efe'yle birlikte sızıp kaldığını fark ediyorum. Tanrı'ya şükürler olsun ki Mehmet'le Sinem cadalozu burada değil. Zira ne Mehmet'e açıklama yapacak ne de Sinem'in çirkefliğiyle uğraşacak halim var. Dönüp kapıyı kapatırken Ada'nın masanın başından ayrılıp bana doğru ilerlediğini fark ediyorum.
"Melek?"
Bu saatte buraya gelmem onu endişelendirmiş olmalı. Ya da insana endişe verecek kadar kötü görünüyorum dışarıdan. Günlerdir doğru düzgün uyuyamadığımı düşünürsek bu ihtimal gayet olası.
"Bir şey mi oldu?" diye soruyor Mert de arkasından gelerek. "Hani tiyatroya gidecektin sen?"
Evet, kesinlikle kötü görünüyor olmalıyım. Zira normal şartlar altında bu cümlenin bin tane iğneleme içermesi gerekirdi. Gerçi, normal şartlar altında ben de çok iyi olduğumu söylerdim onlara. Sanki Aras'ın yokluğunun farkında bile değilmiş gibi. Fakat ikisi de çok iyi tanıyor beni.
"Gittim zaten." diyorum aralarından sıyrılıp yürümeye devam ederek. "Ama o da benimle birlikte geldi."
Kimden bahsettiğimi sormuyorlar bile. Odayı geçip en uçtaki koridora doğru ilerliyorum. Birkaç saniyelik sessizliğin ardından Mert arkamdan sesleniyor.
"Nereye gidiyorsun?"
"Eve."
Hangi evden bahsettiğimi çok iyi biliyorlar. Bugüne dek oraya gitmemek için ne çok direndiğimi de. Bu yüzden koridora dönerken ikisi de hiçbir şey söylemiyor bana. Atölye odalarını geçip koridorun en ucundaki asansöre biniyorum. Bundan sonrası benim kontrolümde değil. Asansör sadece binanın en tepesindeki evle bodrum kat arasında gidip geldiği için kat düğmesi bile yok içeride. Ve bir kez bindikten sonra seçim yapma şansı kalmıyor insanın. Zira asansör, kapılar kapandığında eğer aşağıdaysa yukarı, yukarıdaysa da aşağı hareket ediyor.
Aklıma gelen fikirle birlikte gülmeye başlıyorum. Araf'ın en tepesindeki evine giden tek yolun yeraltından geçmesi tesadüf olabilir mi? Binanın epey eski olduğunu düşünürsek muhtemelen öyle. Fakat bu durum yine de arabada söylediklerini getiriyor aklıma. Cennete çıkabilmek için önce cehennemin en dibine inmek zorundayız.
Asansör durduğunda gösterge panelinin ötmeye başladığını fark ediyorum. Ekranda bir çember oluşturacak şekilde yanıp sönen kırmızı noktalar beliriyor. Tereddütle elimi götürüp çemberin ortasına koyuyorum. Peki ya Ozan yanılıyorsa? Buraya kadar gelmişken eve giremeyecek olmak deli gibi korkutuyor beni.
Öte yandan, Ozan bana parmak izimin sistemde tanımlı olduğunu bildiğini söylememişti ki, muhtemelen öyledir demişti. Ben de kendi kendime Aras'ın ben uyurken gizlice parmak izimi almış olabileceğini düşünmüştüm. Zira bu tam da onun gibi bir şeytana yakışacak türden bir puştluktu. Fakat şimdi o kadar da emin değilim bu durumdan. Eğer Aras düşündüğüm kadar şeytan değilse-
Gösterge paneli yeşile döndüğünde asansörün soruma cevap verdiğini fark ediyorum. Düşündüğün kadar şeytan, Melek. Hatta düşündüğünden de fazla.
Metal kapılar açılıp beni evle baş başa bıraktığında zifiri bir karanlık beliriyor önümde. Bir süre duvarları yokladıktan sonra nihayet elektrik düğmesini bulup ışıkları açıyorum. Ve ürkütücü karanlık birden orta halli bir ailenin salonunu anımsatan sımsıcak bir eve dönüşüyor. Salonda karşılıklı duran çekyat türü kırmızı kanepeler, iki yanında minderler bulunan bir odun sobası, köşede mavi renkli tekli bir koltuk, eski model bir televizyon ve geçen sefer inceleme fırsatı bulamadığım kahverengi bir konsol. Farklı yerlerden alınmış son derece uyumsuz mobilyalarıyla kesinlikle lüks bir ev değil burası.
Salonda biraz oyalandıktan sonra mutfağa göz atıyorum. Pencerenin önüne bir köşe takımı ve kahvaltı masası sıkıştırılmış. Ocak ve fırına, dolapları dolduran klasik mutfak gereçlerine bakılırsa burası da görünüşte orta halli bir ailenin mutfağı olmalı. Fakat boş buzdolabına, tezgahın altında hiçbir şey olmayışına ve ocağın dokunulmamış haline bakarken pek sık yemek pişirmediğini anlıyorum. Aras'ın fil gibi yemek yediğini düşününce bu durum bana biraz garip geliyor açıkçası.
Mutfaktan çıktıktan sonra ışıkları kapatıp yatak odasına geçiyorum. İlk fark ettiğim şey, odaya sinmiş huzur dolu bir koku oluyor. Zaman içerisinde epey zayıflamış fakat hala burada. Ve ben nerede olsa tanırım bu kokuyu. Oysa aksini yapabilmek için ne çok uğraşmıştım. Zira koku hafızasının gücünü de, insanı hangi anıya götüreceğini tahmin etmenin imkansız olduğunu da biliyordum.
Şimdiyse hangisi olursa olsun bir anıya ihtiyacım var.
Gözlerim yatağa takılınca Aras'ın kokusunu duymamak için başımı yastığa gömdüğüm anı hatırlıyorum birden. Onun yastığına. Beni kazan dairesine kapattığında da benzer şeyi yaşamıştım. Ondan korktuğum için bana öyle bir bağırmıştı ki, az kalsın korkudan bayılıyordum. Ve destek almak için de yine ona tutunmuştum.
Odanın içine doğru ilerlerken geçmişteki saçmalıklara gülmeye başlıyorum. Fakat yatağa uzanınca kokusu bastırıyor kahkahalarımı. Nevresimleri üzerime çektiğimdeyse büsbütün güçleniyor, belleğimde ona dair anılarımın bulunduğu çukura yükselirken buluyorum kendimi. Aldığım her nefesle birlikte başka bir hatıraya hapsolup kalıyorum. Ya geri dönmezse? Tıpkı günlerin haftalara, haftaların aylara evrildiği gibi geçen zaman da yıllara evrilip cevaplanmamış bir soru bırakırsa ardında? Ya onu bir daha hiç göremezsem?
Başımı yastığına gömüp hıçkırarak ağlarken kokusunun en çok buraya sindiğini fark ediyorum. Sonra bir kez daha koku hafızam giriyor devreye. İlginçtir ki aklıma gelen ilk şey ne tanıştığımız gün oluyor, ne de kokusuyla sarmalandığım sergi gecesi. Uykuya dalmadan hemen önce kendimi çok daha alakasız bir yerde, üç yıl kütüphanede sabahladığımız o garip gecenin hatırasında buluyorum.
-*-
19 Temmuz 2019
Ertesi gün eve gittiğimde çok daha iyi hissediyorum kendimi. Uzun zamandan bu yana ilk kez uykumu almış durumdayım. Öyle ki, annem dün geceki ani gelişen arkadaşıma kalma kararımın hesabını sormak yerine iyi yaptığımı söylüyor bana. Tabi, laf arasında Lavinia'nın evde bekar ağabeyleri olup olmadığını sormayı ihmal etmiyor. Arzu'nun evinde kalacağım zamanlarda karşıma çıkan en büyük sorundu bu. Aynı sorunları tekrar yaşamak istemediğim için Lavinia'nın ağabeyi falan olmadığını söylüyorum anneme.
Tam da tahmin ettiğim gibi bu durum onu rahatlatmış gibi görünüyor. Her genç kız gibi benim de kafa dağıtmaya ihtiyacım olduğunu, ara sıra arkadaşımda kalabileceğimi söylediğinde suçluluk hissime rağmen hevesle onaylıyorum onu. Görünüşe bakılırsa artık ben de diğerleri gibi bazı geceleri Araf'ta soygun planlayarak geçirebileceğim. Onlar orada planın üzerinde çalışırken evde oturmak canımı sıkıyordu zaten.
Çok geçmeden odanın kapısı açılıyor ve Naz sessizce içeri süzülüyor. Dosdoğru yatağına ilerlerken onun yüzünde keyifsiz bir ifade olduğunu fark ediyorum. Okul meselesi yüzünden stresli olduğunu bildiğim için onun üzerine varmamaya karar vermiştim ama onun böyle üzüldüğünü gördükçe benim de canım sıkılıyor.
Sonuçlar açıklandığında tam da tahmin ettiğimiz gibi harika bir sıralama yapmıştı Nazenin. York Üniversitesi'nde İşletme okumak istediğini söylediğinde şaşırmadım desem yalan olur. Onun yurtdışı hayali olduğunu bilsem de bu kadar detaylı bir gelecek planı çizdiğinden haberim yoktu. Sınav sonuçları gelene kadar hep kaçamak cevaplarla geçiştirmişti bizi. Fakat sonuçları öğrendiğinde onun çoktan geleceği için karar verdiğini fark etmiştik.
Hedeflediği üniversite ile bağlantıları kuvvetli olduğu için Boğaziçi Üniversitesi'ne kaydını yaptırıp hemen ardından diğer üniversite ile iletişime geçmişti. Benim okulumun da denkliği olduğunu, hatta burslu okuduğum için başvuruda bulunursam muhakkak kabul edileceğimi anlatmaya başladığında kesin bir dille reddetmiştim onu. Neyse ki fazla uzatmadı. Eğer bu konu annemin kulağına gitseydi imkanım varken benim de yurtdışına gitmem için büyük baskı uygulardı bana.
Yatakta yan dönüp Naz'a baktığımda onun hala uyumadığını görüyorum. Gözlerini tavana dikmiş boşluğu izliyor. Nedense bu hali sadece üniversite endişesi için değilmiş gibi geliyor bana. Her zamanki gibi dayanamayıp onu sorgulamaya başlıyorum.
"Neyin var senin?"
"Hiç."
Hafifçe tebessüm ediyorum ona. Bu kısa cevap, Nazenin'in dilinde 'aslında anlatmak istediğim bir şeyler var ama önce birinin beni ikna etmesi lazım' anlamına geliyor. Ne zaman bir soruma bu şekilde cevap verse, ardından mutlaka bir şeyler çıkar.
"Demek artık benden bir şeyler saklıyorsun, ha?" diye yem atıyorum ciddi bir tavırla. "Ne diyeyim, öyle olsun..."
Her zamanki gibi attığım yemi yutup sızlanarak yatağında doğruluyor. "Abla bir de sen yapma ne olursun..."
Demek biri canını sıkacak bir şey yapmış.
"Konuş." diyorum ona ben de yerimde doğrulurken. "Yoksa ağzından lafı gıdıklayarak alırım, ona göre."
"Of abla ya!"
Yerimden kalkıp ellerimi tehditkar bir şekilde iki yana açıyorum. Ona doğru ilerlediğimi görünce minik sarı bir civciv gibi yorganın içine saklanmaya çalışıyor. Kahkahalarla gülerek üzerine atılıp gıdıklamaya başlıyorum kardeşimi. Tıpkı çocukluğundaki gibi kıkır kıkır gülmeye başlıyor.
"Abla- Yapma.. Ayy ama nolurs-!"
"Konuşacak mısın?" diyorum onun kıpkırmızı olmuş yüzüne bakarak. "Yoksa işkenceye devam mı?"
Yeniden harekete geçtiğimi görünce ellerini öne uzatıyor telaşla.
"Tamam! Vallahi konuşacağım, dur artık!"
Kendimi beğenmiş bir şekilde sırıtarak serbest bırakıyorum onu. Ardından fark ettiğim şey yeniden gülmeme sebep oluyor. Nazenin'in cüsse olarak benden küçük olduğu günler çoktan geride kaldı. İstese zaten beni durdurabilirdi fakat bu ihtimal aklına bile gelmiyor belli ki. Hiç bozuntuya vermeden otoriter bir tavırla bacak bacak üstüne atıyorum. Annemin diktiği gecelik elbisemle takındığım ciddi pozu görünce yeniden gülüyor Naz.
"Seni dinliyorum, Bayan Civciv."
Naz gülmeyi bırakıp durgunlaşıyor tekrar. Başını önüne eğip keyifsizce yorganıyla oynamasını izlerken büsbütün meraklanıyorum. En sonunda dudağını bükerek konuşmaya başlıyor.
"Konu Mehmet..."
Siktir. İşte bunu hiç beklemiyordum. Sesime olağan bir hava katmaya çalışarak konuşuyorum.
"Ne olmuş Mehmet'e?"
"Dün benimle önemli bir şey konuşacağını söyledi." diye cevap veriyor Naz sıkıntıyla iç çekerek. "Sen biliyordun, değil mi abla? Onun şey olduğunu... Bana...?"
Sessiz kalarak onaylıyorum onu. Demek Mehmet en sonunda itiraf etmiş. Naz'ın haline bakılırsa olaylar tam da tahmin ettiğim gibi gelişmiş olmalı.
"Peki sen ne cevap verdin? Onun hislerine karşı yani?"
"Sence ne söylemiş olabilirim?" diyor bariz bir şeyden bahseder gibi. "Ağabeyim o benim abla, aramızda nereden baksan beş yaş var."
"Ama geçen yıldan beri ona ağabey demiyorsun..."
"Çünkü kendisi öyle istedi." diye cevap veriyor Naz. "Aslında o zaman anlamam gerekiyordu ama aklıma bile gelmedi. O kadar uçuk bir ihtimal ki!"
Görünüşe bakılırsa Mehmet'in sırf onun için okula döndüğünü bilmiyor. Bunu Naz'a söyleyip kendini büsbütün sorumlu hissetmesini istemiyorum. Öte yandan, Mehmet'in yeniden okulu bırakma ihtimali korkutuyor beni. Tamam, okula Nazenin için döndü ama şu anda okuyor olmasının tek sebebi bu olamaz, değil mi? Zar zor yerine oturttuğu düzenini yeniden yıkmak gibi bir aptallık yapmasından ödüm kopuyor. Yarın ilk iş onu karşıma alıp böyle bir saçmalığa kalkışmayacağından emin olmalıyım.
Fakat önce kardeşimle konuşmam gereken başka bir konu var. Mert... Ona ders çalıştırırken bizim eve gelip gittiği dönemlerde Naz'ın Mert'e yönelik farklı bir davranışına hiç rastlamadım ancak şu geçen seneki muhabbet hala canımı sıkıyor.
"Sorun Mert mi yoksa?" diyorum lafa pat diye girerek. "Eğer ona karşı bir şeyler hissediyorsan bunu benimle paylaşa-"
"Abla, Tanrı aşkına!" diyerek gözlerini deviriyor bana. "Bu kanıya nasıl vardım cidden çok merak ediyorum."
"Geçen yıl okula onu görmeye gelmiyor muydun?" diye soruyorum kafam karışarak. "Hem bir ara Mert'in hoş çocuk olduğunu falan söylemiştin."
"Öyle çünkü." diye cevap veriyor dürüstçe. "Ama bu ona karşı bir şeyler hissetmemi sağlamaz."
"Peki ya okula gelip gitmelerin?"
"Haa, onları Lavinia'yı kıskandırmak için Mert rica etti benden." diyor gülerek. "Seni görmek için okula geldiğim günü hatırlıyor musun? Dersten çıkmanı beklerken müzik odasına gidip Mert'le muhabbet etmiştim. Sonra Lavinia geldi ve yüzünü görmeliydin abla- O güne dek Mert'in sorularına bile cevap vermeyen kız çocuğu terslemeye falan kalktı. Mert de nihayet kızın konuşmasını sağlayacak bir şey bulduğu için birkaç kez daha okula gelmemi istedi benden."
Naz kahkaha atmaya başladığında yatakta duran yastığımı alıp kafasına geçiriyorum. Üstüne atlayıp bacağını çimdiklediğimde çığlık atarak kaçmaya çalışıyor benden.
"Gerizekalı mısınız siz?!" diye bağırıyorum sırtına yumruk atarak. "Hele sen! Nasıl bana danışmadan böyle bir işe kalkışırsın?"
"Ayyy!" diye bağırıyor yeni bir çimdik yediğinde. "Abla vurma ya! Bak zaten sadece bir kez geldim okula, sonra bana da saçma geldi. Anneeeeee! Ablam beni döv-"
"Sus, koparırım o dilini!" diyerek bir fiske vuruyorum ağzına. "Bir daha benden habersiz işlere kalkış da gör bakalım ne yapıyorum seni."
Bir anlık boşluğumdan faydalanıp kurtuluyor elimden. Naz sekerek odanın diğer ucuna kaçarken gözlerimi kısıp bakıyorum ona. Aslında o dönem yaptıkları bu aptal plan işe yaramıştı gerçekten de. Lavinia Mert'e karşı olan tutuk tavırlarını büyük oranda aşmıştı, provalar dışında da üçümüz birlikte takılıyorduk. Araf'taki o saçma sapan kavga yaşanmadan önce flört evresinden sevgili olmaya doğru ilerliyorlardı.
İç çekerek odanın ucunda duran kardeşime bakıyorum. Onu izlediğimi görünce dudağını büküp boynunu eğiyor şapşal şey. Kendimi tutamayıp bir kahkaha atıyorum.
"Gel hadi tamam." diyorum elimle işaret ederek. Kuşkulu bir tavırla başını iki yana salladığını görünce tekrar gülüyorum. "Valla vurmayacağım. Seveceğim sadece."
"Ay o daha kötü!" diyerek dehşetle karşı çıkıyor bana. "Severken insanın canını çıkartıyorsun abla! Zavallı Aras Abi sana nasıl katlanıyorsa..."
Attığım kahkaha boğazımda kalıyor. "Ne?"
"Yoksa dün gece Lavinialarda kaldığın yalanını yiyeceğimi mi sandın?" diye gülerek yatağına doğru yürüyor. "Aras Abi döndü, değil mi? Gece onun yanındaydın?"
Tam itiraz etmek üzere ağzımı açmışken kendimi durduruyorum. Ne diyeceğim ki ona? Araf'ta soygun planları yaptığımı bilmesindense bir erkek arkadaşım olduğunu düşünmesi daha mantıklı.
"Dikkatli ol, abla." diyor Naz gülmeyi bir kenara bırakıp. "Annem geceyi Aras Abi'nin yanında geçirdiğini öğrenirse neler olacağını düşünebiliyor musun?"
Tahmin etmesi çok da zor değil. Sonsuza kadar ev hapsi falan yerim muhtemelen. Gerçi, limanda soygun yaptığımı öğrenirse de aynı cezayı verir. Annemin ceza skalasında bir erkeğin evinde kalmakla liman soymanın aynı cezaya denk gelmesi gerçekten büyük trajedi.
"Eğer sen çeneni kapalı tutarsan annem hiçbir şey öğrenmez." diyorum omuzlarımı silkerek. Sonra yalandan esnemeye çalışıyorum. "Uyuyalım mı artık?"
Nazenin ağzını fermuar yapıp hayali anahtarı bana fırlatıyor. Yataklarımıza uzanıp biraz daha çene çaldıktan sonra aldığım cevapların giderek seyrekleştiğini fark ediyorum. En sonunda Naz kendini uykunun kollarına bırakıyor ve onun ritmik nefes alışverişleri dışında oda tamamen sessizliğe bürünüyor. Bense epey bir süre debelendikten sonra nihayet uyuyamayacağıma kanaat getiriyorum.
Yavaşça yatağımdan aşağı atlayıp terliklerimi geçiriyorum ayağıma. Yün hırkamı üzerime aldıktan sonra parmak uçlarıma basarak odayı terk edip arka bahçeye çıkıyorum. Her ne kadar saat gece yarısını çoktan geçmiş olsa da Mehmet'in hala uyanık olduğuna adım gibi eminim. Zihnimi kurcalayan şeylerden hiç değilse birini ortadan kaldırma umuduyla telefonumu çıkarıp arıyorum onu.
Telefon üçüncü çalışta açılıyor. Ancak Mehmet tarafından değil.
"Ne var?"
Duyduğum ses karşısında ağzım bir karış açık kalıyor. Telefonu kulağımdan çekip doğru arayıp aramadığımı kontrol ediyorum hızlıca. Gerçi buna gerek bile yok. Mehmet yerine yanlışlıkla Sinem'i arayabilmem için öncelikle o yılanın rehberimde kayıtlı olması gerekir çünkü.
"Yok devenin nalı!" diye bağırıyorum kendimi tutamayıp. "Ne arıyor Mehmet'in telefonu sende?"
"Kendisine sor derdim ama Varoş Prens kapsama alanı dışında ne yazık ki."
"Bu da ne demek şimdi?" diye soruyorum endişeyle. "Mehmet'e bir şey mi oldu yoksa?"
"Her aptal erkek gibi aşk acısını sarhoş olarak dindirmeye çalışmış sadece." diyor umursamaz bir tavırla. "Barlar sokağında görünce acıyıp arabama aldım ama gelip kendisini teslim almak istersen buna asla hayır demem."
Gecenin bu vakti ve annem içeride uyurken dışarı çıkma ihtimalimi hesaplıyorum hızlıca. Sonuç su götürmez bir şekilde sıfır çıkıyor.
"Şu anda evden çıkmam mümkün değil," diyorum ellerimi yumruk yapıp güç toplamaya çalışarak. "Acaba... Yani, şey, onu sen getiremez misin? Adresi versem?"
Karşı tarafta kısa süreli bir sessizlik oluşuyor. Sinem'in çaresizliğim karşısında nasıl zevkten dört köşe olduğunu tahmin etmek pek zor değil. Fakat konuşmaya başladığında ses tonunun pek de alaycı olmadığını fark ediyorum.
"Önce benden kafede başımı masaya çarptığın ve rektörlüğü yakarken üzerime saldırdığın için özür dile."
Vay be. Onun benden yediği dayaklara içerlemiş olabileceği aklımın ucuna bile gelmemişti. Ansızın gösterdiği bu insani belirtilere kapılarak umutla soruyorum.
"O zaman getirecek misin Mehmet'i?"
"Tabi ki, hayır." diyor Sinem kaltakça bir kahkaha atarak. "Sadece hala aptal olup olmadığını test etmek istemiştim. Sonucu duymak ister misin?"
"Seni gördüğüm yerde geberteceğim." diyorum öfkeden kudurarak. "Eğer bir gram aklın varsa bir daha karşıma çıkmazsın."
Sinem bir kahkaha daha atıyor. Ardından telefonu yüzüme kapatıyor. Öfkeyle tekrar tekrar arıyorum onu ancak tenezzül edip açmıyor bile. Odama döndüğümde kendi kendime Mehmet'in yetişkin bir erkek olduğunu, Sinem onu sokağa atıp kaçsa bile bir şekilde başının çaresine bakabileceğini telkin etmeye çalışıyorum. En fazla birkaç tinerciye tüm parasını kaptırıp güzel bir dayak yer. Bu fikir nedense çok da kötü gelmiyor gözüme. Tek başına gidip kör kütük sarhoş olacak kadar aptalca davranmanın bedelini ödemiş olur böylelikle.
-*-
21 Temmuz 2019
Annemin elime tutuşturduğu turşu bidonu ve ağzına kadar dolu sırt çantamla Araf'a gittiğimde korumalar bile hayretle bakıyor bana. Eh, bunun dördüncü bidon olduğunu düşünürsek haksız sayılmazlar. Fakat giderek yerleşik hayata geçiyoruz burada, bilhassa diğerleri gece gündüz Araf'ta takılıyor. Kızıl cadının ekibe katılmasıyla birlikte pizza ablukasından da kurtulmuş olduk.
Kendisi son sürüm bir kaltak olmasına rağmen evdeki yardımcılarına düzenli olarak yemek yaptırıp getiriyor bize. Ben de Mert'e götürme bahanesiyle turşu falan getiriyorum işte. Gerçi bu pek de yalan sayılmaz. Zira bundan önceki üç bidonu tek başına bitirdi. Üstelik onu turşularla sadece birkaç saat yalnız bırakmıştık.
Alt kata inen merdivenlerin sonuna varınca durup Ayıboğan'ın anahtarları çıkarmasını bekliyorum. Aras buraya düzenlediğim ilk baskından sonra yaptırmıştı bu kapıyı. O dönemler sadece Araf'ta değil kendi hayatının üzerinde de Melekler ve köpekler giremez yazılı bir levhayla dolaşıyordu. Sonra o levhayı kendisi kaldırdı aramızdan, fakat bu kapıyı burada bıraktı.
İyi ki de öyle yapmış. Zira şu anda koruma klanıyla aramızdaki yegane savunma kalkanı bu kapı. Tek sorun şu ki, kapının anahtarları korumaların elinde. Şimdilik.
Her gün burada toplanmamızın şüphe uyandırdığını ben de biliyorum. Eğer başımızda Ozan olmasaydı çoktan müdahale etmişlerdi fakat ondan çekiniyorlar. Bunun sadece dedesinin kim olduğunu bilmelerinden kaynaklandığını düşünmüyorum. Bunu söylersem kızacağını bildiğim için dile getirmiyorum ancak Ozan gerçekten de psikolojik bir etkiye sahip adamlar üzerinde.
Fakat ne bu etkinin, ne de adamların bizden şüphelendiğinin farkında bile değil. Ona adamların bu kata inmesini yasaklaması gerektiğini söylediğimde ciddiye bile almamış, "Kabarık suç geçmişleri yüzünden bir baltaya sap olamayınca mecburen bar korumalığı yapan tipleri sence de çok büyütmüyor musun?" demişti. Oysa ben öyle düşünmüyordum.
Korumaların yıpranmış cildinden ve keçe gibi sakallarından geçmişte her gün tıraş olduğunu anlamamak imkansızdı. Hiçbiri konuşurken elini cebine koymuyor, onlara bir eşya uzattığımda hep sol elle alıyor, sağ ellerinde eşya taşımıyorlardı. Bu hareketin, sağ elini hep silah çıkarmaya hazır tutan adamlara özgü bir alışkanlık olduğunu babamdan biliyordum. Ozan içinse tüm bunlar paranoyadan ibaretti, onu adamları ciddiye almaya ikna edememiştim.
Ayıboğan kuşkulu bakışlarla kapıyı üzerime kilitleyip gittikten sonra karanlık koridora dalıyorum ben de. Buraya o kadar çok gidip geldim ki, adımlarım beni kendiliğinden koridorun en ucundaki karargah odasına götürüyor. İçeri girdikten sonra turşu bidonunu kenara koyup Mehmet'e bakınıyorum önce. Onun üçlü kanepede oturmuş kahve içtiğini görünce içim rahatlıyor. Görünüşe bakılırsa kaltak o kadar da vicdansız değilmiş.
Diğerlerini es geçip doğruca ona doğru yürüyorum. Farkıma vardığı zaman kahvesini bir kenara bırakıp arkasına yaslanıyor Mehmet, sanki beni görmek onu rahatsız etmiş gibi bakışlarını kaçırıyor. Yanına oturup öfkeyle süzüyorum onu, ardından daha fazla dayanamayıp konuşmaya başlıyorum.
"Hadi gece kendinde olmadığın için cevap vermedin, onu anladık, ama sabah neden açmadın telefonlarımı?"
"Bağırmasana, Melek."
Mehmet yüzünü buruşturup ses tonum başını ağrıtmış gibi şakaklarını ovuşturmaya başlıyor. Her ne kadar sorumsuzca davrandığı için ona kızmak istesem de öfkemin kaybolup gitmesine engel olamıyorum. Ne bekliyordum ki? Aşık olduğu insan tarafından reddedildi sonuçta. Biraz saçmalamak ve sorumsuzca davranmak onun en doğal hakkı.
"Senin için endişelendim sadece." diye söyleniyorum oturduğum yerde. Sonra bakışlarım sessizce yanımızdan geçen Mert'e takılıyor. Onun hayatının aşkını bulmuş gibi hevesle turşu bidonuna ilerlediğini görünce bağırıyorum. "Bir adım daha atarsan seni öldürürüm!"
Yakalandığını anlayınca utanmadan ellerini havaya kaldırıp sırıtıyor. "Sadece selam verecektim."
Selam verirken kafasını bidonun içine soktuğunu bilmesem... Tam gidip turşuları ondan kurtarmaya karar vermişken Ada'nın ayaklandığını fark ediyorum. Bidona el koyarak sorunu geçici bir süreliğine de olsa çözüyor. Böylelikle ben de Mehmet'e dönüyorum yeniden.
"Sabah Seval Teyze senin gece eve gitmediğini söyledi. Ne kadar korktuğumu düşünebiliyor musun acaba?"
"İyiyim işte, Melek." diyor Mehmet boş kahve fincanını alıp ayaklanırken. "Gece burada kaldım. Şimdi de izin verirsen elimizdeki eksik ekipmanların listesini yapacağım."
Hem onun üstüne varmak istemediğim için, hem de Naz konusunda ne söyleyeceğimi bilemediğim için arkasından gitmiyorum Mehmet'in. Onunla yaşadığı hayal kırıklığı hakkında konuşmayı bir gün daha erteleyebilirim.
Fakat Sinem'le konuşmayı daha fazla erteleyemem. Acı gerçek şu ki, dünyanın en sinir bozucu insanlarından biri olan bu kıza iki teşekkür borçluyum ben. İlki, sevgilisini okuldan attırdığım halde rektörlük yangınında beni ele vermediği için. İkincisi ise, dün gece Mehmet'e sahip çıktığı için. İsteseydi onu görmezden gelebilirdi, kimsenin haberi bile olmazdı bundan. O yüzden derin bir nefes alıp ona dönüyorum istemeye istemeye. Farkıma varmış olacak ki başını kitaptan kaldırmadan konuşuyor.
"Umarım tehdit dağarcığını geliştirmişsindir, sarsak şey."
Tehdit mi? Neden bahsettiğini anlamaya çalışarak şaşkın şaşkın bakıyorum Sinem'e.
"Ne tehdidi?"
"Arkadaşlarından uzak durmam için edeceğin tehditlerden bahsediyorum." diyor esneyerek kitabı elinden bırakırken. Ardından kollarını göğsünde kavuşturup bana dönüyor. "Her neyse, gönder gelsin bakalım."
Ah, harika. Onu tehdit edeceğimi düşünüyor... Sinem kendini benden gelecek saldırıya hazırlamışken ona teşekkür edecek olmak büsbütün dokunuyor kanıma. Onu hayal kırıklığına uğratacak olmanın üzüntüsüyle dolup taşmış bir şekilde lafa girmeye çalışıyorum.
"Ben, şey... Yani, tehdit etmeyecektim aslında..." diye geveliyorum yüzümü buruşturmamaya çalışarak. "Sadece teşekkür edecektim. Hepsi bu."
Sinem karşısında bir uzaylı olduğundan şüphe edermiş gibi bakıyor bana. "Teşekkür mü edecektin?"
"Evet." diyorum gözlerimi kırpıştırarak. "Rektörlük yangınında beni ispiyonlamadığın ve ee... Dün arkadaşıma yardım ettiğin için... Yani, çok sağol."
Sinem karşısında bir uzaylı olduğundan eminmiş gibi bakıyor bana. Benzer şekilde Mert'in de odanın bir ucunda, elinde yemeye hazırlandığı devasa sandviçle birlikte kalakaldığını fark ediyorum. Onun sandviçi yutmak için kocaman açtığı ağzını şaşkınlıktan kapatamadığını görmek büsbütün bozuyor moralimi. Kuyruğu dik tutmak adına yeniden söze girip ufak bir düzeltme yapıyorum.
"Tabi, bu senden nefret ettiğim gerçeğini değiştirmiyor." diyorum onu uyararak. "Ayrıca soygun planını sinsice Ozan'a ispiyonladığını da unutmadım. O yüzden, eğer aklın varsa ömrünün geri kalanında gözüme görünmezsin."
Her ne kadar bunları son derece ciddi ve mafyavari bir tonlamayla söylemiş olsam da çizilen karizmamı kurtaramıyorum. Sinem keyif dolu bir kahkaha atıyor oturduğu yerde.
"Aras'la oynaşmaya devam ettiğin sürece o biraz zor," diye cevap veriyor bana. "Malum, görümcen falan oluyorum bir yerde. Bana alışsan iyi edersin, tatlım."
Ona cevap veremiyorum zira şaşkınlıktan nefesim kesiliyor. Doğru mu duydum? Sinem gerçekten de Aras'la oynaştığımı mı söyledi az önce? Eskiden olsa bu sinir bozucu ithama okkalı bir küfürle karşılık verebilirdim fakat ithamın içerdiği doğruluk payı elimi kolumu bağlıyor. Öyle çok panikliyorum ki, Sinem'e bahçedeki geceden bahsedebilecek tek kişinin son iki aydır ortalarda olmadığını bile hesaba katamıyorum. Beynini aldırmış bir ringa balığı gibi kekelemeye başlıyorum çaresizce.
"Sen ne- Nasıl saçmalık... Kiminle oynaşıyormuşum bu-"
"Sırf seni gıcık etmek için söylemiştim ama görünüşe göre gerçekten de oynaşıyormuşsunuz." diyerek neşeyle lafımı kesiyor Sinem. "Doğru söyle, iki ay boyunca ortalardan kaybolmasını sağlayacak ne yaptın adama?"
Nedense bu lafı içime oturuyor. Aras'ın bu yüzden gittiğini düşünmüyorum elbette. Ama yine de... Karşılaştığımız gün de benzer şey olmamış mıydı? Paniklediğim için gerçekleşen saniyelik bir temastı fakat öpüşmeydi işte. Ve o günden sonra da uzun bir süre görmemiştim onu.
"Ben bir şey yapmadım." diyorum Sinem'in yüzüne bakmadan. "Ayrıca aramızda düşündüğün gibi bir şey yok."
Verdiğim tepkinin onu şaşırttığını görebiliyorum. Yüzündeki kendinden emin sırıtış siliniyor ve çirkeflik kalkanının arkasında bocalayan bir şeyler görünüyor bir anlığına. Şaşkınlığını atlatır atlatmaz bana işkence etmeye devam edeceğini bildiğim için havam sönmüş bir vaziyette arkamı dönüp Mehmet'in yanına gidiyorum. Koltuğa oturduğumda alet çantasından başını kaldırıp sevecenlikle gülümsüyor bana. Onunla Naz hakkında konuşmam gerektiğinin farkındayım ancak şu anda içimden hiçbir şey konuşmak gelmiyor. Kendini bu denli ekipmanlara adamasına bakılırsa o da bu konuda konuşmak istemiyor zaten.
"Yok, bu böyle olmayacak." diye homurdandığını duyuyorum onun. "Bunların hiçbiri işe yaramaz."
"Neye ihtiyacın var ki?"
"Deponun kapısında bir delik açabilecek bir şeye." diyor umutsuzca. "Bunu ses çıkarmadan yapabilecek bir şeye."
Eh, eğer deponun kapısı kartondan değilse bu söylediği için üst düzey bir ekipmana ihtiyacımız var demektir. Muhtemelen pahalı bir ekipmana. Şeytanın atölyesinde bulunduğuna emin olduğum bir ekipmana. Birden keyfim yerine geliyor. Sahi, bunu neden daha önce düşünemedim ki?
"Bahsettiğin şeyleri uzakta aramana gerek yok." diyorum neşeyle gülerek. "Şu koridordaki odalar çeşit çeşit ekipmanlarla dolu zaten."
Konuşurken Ozan'ın başını kaldırıp hayretle bize baktığını fark ediyorum. Ardından ayağa kalkıp yanımıza geliyor telaşla. Yüzündeki dehşete düşmüş ifadeye bakarken ne diyeceğimi bilemiyorum.
"Asla olmaz."
"Ne olmaz?" diye soruyorum kaşlarımı çatarak. "Sadece ödünç alacağız, Ozan."
"O odalar Aras'ın kutsal mekanı gibi, Melek." diyor inatçı bir tavırla. "Döndüğünde büyük sorun çıkarır."
Öfkeli bir gülüş çıkıyor dudaklarımdan. "Aptal teneke parçaları için mi?"
Fakat içten içe giderek neşelendiğimi hissediyorum. Demek atölyesine bu kadar önem veriyor, ha? Öyleyse oraları işgal etmekten başka şansım yok demektir. Böylelikle bir dahaki sefere, çekip giderse başına neler geleceğini çok iyi bilir.
"İnan bana bu konuda gözünün ne kadar döneceğini tahmin bile edemezsin."
"Üzgünüm ama umurumda bile değil." diyerek gülümsüyorum ona. "Madem atölyesini bu kadar çok seviyordu, o zaman bırakıp gitmeseydi."
Ozan bana bir şeyler söylemek için ağzını açsa da işe yaramayacağını anlamış olacak ki vazgeçiyor. Ada'nın yanımıza gelip "Neler oluyor?" dediğini duyuyorum. Fakat bana gerek kalmadan başka biri cevaplıyor onu.
"Anladığım kadarıyla, Melek darbe yapıyor." diyerek kahkaha atıyor Sinem. "Birinci Aras rejiminin sonuna geldik."
Kendimi tutamayıp sırıtıyorum. Fakat Ozan benim kadar memnun olmuyor duyduklarına.
"Ne yaparsanız yapın." diyerek yaka silkiyor en sonunda. Sonra bana bakarak konuşuyor. "Döndüğü zaman Aras'a sen hesap verirsin artık."
Hafifçe tebessüm ediyorum. "Aras döndüğü zaman hesap sorabilecek konumda olmayacak."
Ozan homurdanarak koltuğa oturup sırtını dönüyor bize. Mehmet bir süre kararsızca bocaladıktan sonra omuz silkiyor önce, ardından oturup alet çantasını toplamaya başlıyor. O esnada Mert'in yüzünde neşeli bir sırıtışla yanımıza geldiğini fark ediyorum.
"Doğru mu anladım?" diye söze karışıyor hevesle. "Bundan sonra yerde yatmak zorunda kalmayacak mıyım gerçekten?"
Dönüp şaşkın şaşkın bakıyorum ona. Şirin bir tebessüm eşliğinde başıyla yukarıyı işaret ediyor. "Evi diyorum. Kullanabilir miyiz artık?"
"Elbette hayır." diye çıkışıyorum birden. "Çünkü orası... Orası şey... Bana emanet orası. Biliyorsun Mert, emanete hıyanet edemem."
Sinem gözlerini devirerek mırıldanıyor. "Sen şuna oraya girmeye cesaret edemiyorum desene."
Tanrı'ya şükürler olsun ki, son gelişmeleri bilmiyor. Aras'ın evinde kaldığımı duymuş olsa bu bilgiyle bana işkence edeceğine adım gibi eminim.
"Sen kimin kankasına korkak diyorsun?" diyerek Sinem'e atarlanıyor Mert. "Ayrıca Melek o evde kalıyor zaten. Değil mi, Melek?"
Viran olasın Mert.
Ada ve Mert dışında herkesin bu bilgiye şaşırdığını görebiliyorum. Mehmet sorgularcasına kaşlarını kaldırıyor bana. Ozan'ın oturduğu yerde tekrar bize döndüğünü fark ediyorum. Giderek kızaran bir suratla nefesimi tutup Sinem'in eziyetlerine hazırlıyorum kendimi. Eğer bu konuyu kendi içime ne kadar büyüttüğümü anlarsa üstüme geleceğine hiç şüphem yok. Tam da tahmin ettiğim gibi ilk konuşan o oluyor.
"Öyleyse artık yemek getirmeme gerek yok." diyerek hiç beklemediğim bir yerden giriyor söze. "Umarım yemek yapmayı biliyorsundur, sarsak şey. Yoksa emanet falan dinlemem, eve operasyon düzenlerim."
Derin bir nefes alıyorum. Şükürler olsun ki, eve girmeyi gurur meselesi haline getirdiğimi anlamamış. Mehmet ekipmanlara bakacağını söyleyerek koridora doğru ilerlerken Ada'nın da yanımıza gelip Mert'in kafasına bir fiske vurduğunu görüyorum. Sonra bana dönüp hınzır bir şekilde gülümsüyor.
"Artık turşularımız güvende olacak desene."
-*-
24 Ağustos 2019
Bazı şarkılar vardır, içinde hasret yankılanır. Gerçek nağmelerini ancak Boğaz'daki bir meyhanede hafif bir rüzgar teninizi okşarken, daracık Beyrut sokaklarında tek başınıza yürürken, İsfahan'ın eski taş caddelerinde kaybolmuş bir geçmişi ararken duyabileceğiniz türden şarkılardır bunlar. Doğunun kederinden nasibini almış her şey gibi gündüzün bağrında değil, gecenin koynunda açılır gizleri. Ve ancak cehennemin en dibini görmüş olanlar tarafından duyulur sesleri.
Yeni demlediğim kuşburnu çaylarını tepsiye dizip evimizin arkasındaki minik bahçeye çıkıyorum. Açık havaya adım attığım anda tatlı bir meltem okşuyor tenimi. Boynuma sardığım şal saçlarımla birlikte havalanarak kollarıma çarpıyor inceden. Üç basamaklı taş merdivenden dikkatle inip babamın elleriyle yaptığı tahta çardağa doğru ilerliyorum.
Annem bahçeye çektiğimiz seyyar lambanın ışığında iğne oyası yapmaya çalışıyor hala. Ne boyun ağrısı, ne de hipermetrop annemi o rengarenk ipliklerden vazgeçiremedi bugüne kadar. Bu da onun tutkusu işte. Onun bu haline iç çekerken Nazenin'le göz göze geliyorum. Elimdeki tepsiyi görünce yüzünde kocaman bir gülümseme beliriyor, çocukluğumuzdan bu yana kuşburnu içmeye bayılır o.
"Toparlan bakalım, Efsun Sultan." diyorum anneme çardağa otururken. "Çaylar geldi, bırak artık onları."
Tepsiyi ortaya bıraktıktan sonra boynumda duran çiçekli bandanayı başıma sarıp fiyonk olacak şekilde düğüm atıyorum. Ardından eskiden kalma bir alışkanlıkla yanıbaşımızda duran fesleğenlere uzanıyor elim. Yapraklarında gezinen parmaklarımı burnuma götürüp nefes açıcı kokuyu içime çekiyorum. Ciğerlerime dolan taze dağ havası yüzümde bir tebessüme dönüşüyor. Öylesine güzel bir koku ki bu... Çardağa oturup kendimi mutfaktaki radyomuzdan yükselen eski şarkıların nağmelerine bırakıyorum.
"Aşkından paramparça bir kalbi taşıyorum
Gittiğin günden beri sanma ki yaşıyorum."
Annemler bardaklarını alıp kendi aralarında muhabbet etmeye koyuluyor yeniden. Bense başımı çardağın kenarına yaslayıp gökyüzünü izlemeye başlıyorum sessizce. Alabildiğine uzanan bulutlar yüzünden uçsuz bucaksız gecede tek bir yıldız bile seçilmiyor. Gündüz güneşin ne kadar boğucu olduğunu hatırlayınca garipsemiyorum bu durumu. Havalar öyle sıcak ki, neredeyse üç aydır bir kez bile yağmur yağmadı.
"Dönsen bile dönsen bile, bulamazsın beni bende
Araya ayrılık girmiş... Sen nerdesin ben nerde?"
Bahçede gezinen melodilere Nazenin'in sesi karışıyor birden.
"Radyodaki Erkin Koray, değil mi?"
Annem çardağın yanına yasladığı koltuk deneklerin düzeltiyor önce. Uzanıp tepsideki çay bardağını eline alırken kardeşime cevap veriyor. "Yok, Ferdi Özbeğen bu."
"Aman anne, senin de bilmediğin şarkıcı yok valla."
Nazenin gülerek anneme takılırken ben de gülüyorum onların bu haline. Annem bayılır eski şarkılara, onun sayesinde kardeşimle ben de yetmişli yılların müzikleriyle büyüdük sayılır. Özellikle yaz akşamları çardakta çay içerken radyo dinlemek köklü bir aile geleneğiydi bizim için. Evde olduğu nadir akşamlarda babam da çardaktaki yerini alırdı. Onun annemi dansa kaldırdığı eski günleri anımsayınca ufak bir tebessüm yayılıyor yüzüme. Pencereden onları izlerken kendi kendime dans figürleri yapardım ben de.
Ben geçmişe gömülüp kalmışken radyoda çalan şarkı da değişiyor. Kulağıma çalınan melodileri duyunca yüzümdeki gülümsemenin yavaşça silinip gittiğini hissediyorum. Annemle babamın görüntüsü kaybolup yerini yıldızlı gecelere bırakıyor usulca. Selda Bağcan'ın sesi içimde incecik bir sızıya dönüşüyor.
"Fikrimden geceler yatabilmirem,
Bu fikri başımdan atabilmirem."
Bakışlarım saplanıp kalıyor gökyüzüne. Yıldızlarla arama giren uçsuz bucaksız bulut denizinde zayıf bir nokta aramaktan alamıyorum kendimi. Neden hiç yıldız yok gökyüzünde? Neden yağmur yağmıyor aylardır? Tüm bunların asıl derdimin üzerine örtülmüş bir perde olduğunun, hepsinin aslında tek bir soruyu temsil ettiğinin ben de farkındayım. Ne yazık ki o sorunun muhatabı gökyüzündeki yıldızlardan bile daha uzak bana.
Elimde olmadan anıların kucağına bırakıyorum kendimi. Fakültenin bahçesinde gözlerime bakarak okuduğu o şiiri anımsıyorum. Mektubun çalındığı gece başucunda ağlarken beni koynuna çekişi geliyor gözlerimin önüne. Başımı boynuna gömdüğüm o kısacık ana dönmek istiyorum yeniden. Araf'ta dans ederken kurduğumuz hayalleri bile sanki gerçekten yaşamışım gibi özlediğimi hissediyorum. Kazan dairesinde yüzümü ellerinin arasında aldığında sadece korkudan mı öyle hızlı atmıştı kalbim? O hiçbir zaman bilmeyecek olsa da ben bu sorunun cevabını adım gibi biliyorum.
"Ayrılık, ayrılık, aman ayrılık...
Her bir dertten âlâ, yaman ayrılık."
Acaba ne düşündü o gece? Zihnimi kemiren öyle çok soru var ki... Çimenlerin üzerinde birbirimize karışmışken, bir anlığına dudaklarının tenimin üzerinde gülümsediğini hissetmiştim. Son aylarımın tamamını o gülümsemenin sebebini merak ederek geçirdim mesela. Beni yakan ateşi hissetmiş olabilir miydi? Yoksa ona karşılık verdiğimde hissettiği tek şey, bir erkeğin bir kızın teslimiyeti karşısında duyduğu zafer miydi?
"Melek?"
İrkilerek dönüp kolumu dürten anneme bakıyorum. Gözlerinde farklı bir şefkatle süzüyor beni, ardından çay tepsisini işaret ediyor gülümseyerek. "Kızım buz gibi oldu çayın."
Hiçbir şey söylemeden tepsiye uzanıp soğuk çayı kafama dikiyorum. Bardağı bırakırken bir anlığına Naz'la göz göze geliyoruz, bakışlarında buruk bir ifadeyle süzüyor beni. Onun neden daldığımı anladığını görmek canımı sıkıyor. Neşeli bir sohbet konusu açarak ortamdaki havayı dağıtmayı düşünürken telefonumun çalmaya başladığını duyuyorum. Bir can simidine tutunur gibi metal aygıtı kapıp götürüyorum kulağıma.
"Alo?"
"Selam, Melek." diyor tanıdık bir ses. "Müsait misin?"
Emir... Son zamanlarda birlikte o kadar çok vakit geçiriyoruz ki, yapışık ikizlerden farkımız kalmadı. Restorandaki olaylı gecenin ardından kendini affettirmek için bir sürü şey yaptı. Buna geçen hafta annemi fizik tedaviye götürdüğümde bize şoförlük etmek de dahil üstelik. Gerçi, bunların hiçbirine gerek yoktu. O gece yaptığım patavatsızlık karşısında asıl özür dilemesi gerekenin ben olduğumu düşünüyordum zaten.
"Müsaitim Emir, ne oldu?"
"Geçen gün ceketini arabada unutmuşsun da, geçerken bırakayım diyordum."
"Zahmet olmasın?" diye soruyorum bir parça şaşırarak. Yarın zaten işe gideceğim, neden o zaman vermiyor ki?
"Yok canım, ne zahmeti. Birazdan oradayım."
Teşekkür ederek telefonu kapattığımda annemin pür dikkat beni dinlediğini fark ediyorum. Yakayı ele vermekten hiç gocunmamış olacak ki hevesle soruyor.
"Ne diyor Emir Bey oğlum?"
Onun bu hitap biçimi karşısında yüzümü buruşturmamak için kendimi zor tutuyorum. "Geçen gün ceketimi arabasında unutmuşum, geçerken onu vermek için aramış."
"Geçerken uğramak da neymiş." diye homurdanıyor annem. "Geldiği zaman içeri davet et muhakkak, bir çayımızı içmeden gitmesin."
"İstersen salona döşek atalım, gece de bizde kalsın?"
Çardağın köşesinde Nazenin'in kıs kıs güldüğünü fark ediyorum. Canım annem kardeşimin bu hareketini de yanlış yorumluyor elbette.
"Şimdi yakışık almaz." diyerek dudak büküyor bu kez. "Bizde kalmayı çok istiyorsa ileride iç güveysi gelir, olur biter."
Hayretten ağzım beş karış açık kalıyor. Öyle ki, çalmaya başlayan kapıyı bile umursamıyorum. Daha önce de karşı cinsten arkadaşlarım olmuştu, üstelik annem hepsini tanıyordu. Fakat bugüne dek onun hiçbiriyle ilgili böyle imalar yaptığını hatırlamıyorum. Onun Emir'in yanında da böyle imalar yapma ihtimalini düşününce tüm keyfim kaçıyor.
"Yok artık anne!" diye şiddetle karşı çıkıyorum ona. "Emir sadece arkadaşım benim."
"O yüzden mi böyle dalıp dalıp gidiyorsun çocuğum?"
Yok, onun yüzünden değil... Sahtekar bir şeytan yüzünden... Anneme nerede olduğunu bile bilmediğim birinden bahsedemeyeceğim için sızlanmakla yetiniyorum.
"Anne vallahi yok öyle bir-"
Zil yeniden çalıyor.
"Kızım gitsene artık!" diyerek koltuk değnekleriyle popoma vuruyor annem. "Üstüme iyilik sağlık, iyice şaşırdı bu!"
Homurdanarak dönüp kapıya ilerliyorum. Gerçekten harika. Nazan Hanım yetmezmiş gibi şimdi bir de annem çıktı başıma. Emir'in hastanedeki nazik davranışları karşısında gözlerinin nasıl parladığını fark etmiştim ama bu kadarını ben bile tahmin edemezdim. Gerçi, durum çok da şaşırtıcı değil. Emir tam annemin hayallerindeki damat adayı. Eli yüzü düzgün, terbiyeli, efendi ve resmen paçalarından dürüstlük akıyor. Annem gibi bir insan sarrafının onu ilk görüşte beğenmesi gayet doğal.
Söylenerek kapıyı açtığımda karşımda Emir'i değil, hayatımın bir parçası haline gelen Araf bekçilerinden birini buluyorum. Sanki son birkaç aydır beni gizli gizli izledikleri yetmiyormuş gibi artık kapıma kadar gelmeye cüret ediyorlar demek. Kollarımı göğsümde kavuşturarak ters ters bakıyorum iri kıyım adama. Ardından kendimi tutamayıp aylar önce bana söylenmiş sözleri tekrar ediyorum.
"Bir dahaki sefere aracı biraz daha geriden sürmeyi deneyin." diyorum bilmiş bilmiş. "Birini takip etmek istiyorsanız, burnunun dibine kadar girmek pek akıllıca değil. Kabak gibi fark ediliyorsunuz."
"Amacımız da bu zaten, Melek Hanım." diyerek yanıtlıyor koruma saygılı üslubunu hiç bozmadan. "Eğer fark edilmemek isteseydik, bizi göremezdiniz."
Pekala. Bu baş belası koruma klanıyla girdiğim her tartışmada lafı yiyen taraf olmaktan bıktım. Hayır, adamlar o kadar saygılı bir tavırla lafı gediğine oturtuyor ki insana kavga çıkarma şansı bile tanımıyorlar.
"Peki benim neden benim sizi fark etmem için uğraştığınızı öğrenebilir miyim?"
"Fark edilmek istediğimiz kişi siz değilsiniz," diyor bu kez. "Yanınızdaki beyefendi."
Başta onun kimden bahsettiğini anlamıyorum. Fakat korumaları her fark ettiğimde kimin yanında olduğumu hatırlayınca bir şeyler kafama dank ediyor. Sinirden adama kafa atmamak için kendimi zor tutarak konuşuyorum.
"Ne yani, siz Emir'e gözdağı mı vermeye çalışıyorsunuz?"
Koruma hiçbir şey söylemeden bana bakmaya devam ediyor. Öfke dolu bir kahkaha atıyorum kendini tutamayıp. Neyse ki adamın sessizliği çok uzun sürmüyor. Sol elimin tehlikeli bir şekilde komodindeki bibloya uzandığını görünce açıklama yapmaya karar verdiğini fark ediyorum.
"Restorandaki geceyi hatırladığınız zaman siz de bize hak vereceksiniz, Melek Hanım."
Elim birden hareket etmeyi durduruyor. Adamın Emir'le yemeğe çıktığım geceden bahsettiğinin farkındayım ancak ne yazık ki o akşamın çoğu hafızamda birer boşluktan ibaret. Emir'e çok yanlış şeyler söylediğimi, ardından onun kolumu sıktığını hayal meyal hatırlıyorum. Fakat konunun nasıl o noktaya geldiğine dair hiçbir fikrim yok.
"Her neyse," diyerek geçiştiriyorum adamı. "Siz ne için gelmiştiniz?"
Sanki bunu sormamı bekliyormuş gibi ceketinin iç cebinden bir kutu çıkartıyor. Avuç içi büyüklüğünde kadife kutuyu bana uzatırken kısa bir açıklama yaptığını duyuyorum.
"Aras Bey gitmeden önce, eğer bugün hala dönmemiş olursa bunu size vermemi söylemişti." diyor geri geri giderken. "İyi akşamlar, Melek Hanım."
"İyi de bu ne?" diye sesleniyorum adamın arkasından. "Ayrıca neden bugün?"
Her adımı bir metre genişliğinde olan çam yarması hızla uzaklaşıyor benden. Onun duysa bile dönüp cevap vermeyeceğini bildiğim için iç çekerek kapıyı kapatıyorum. Kutuyu annemlerin yanında açamayacağım için doğruca odama ilerleyip pencerenin önüne oturuyorum sessizce. Tülün arkasından boş sokağı izlerken bakışlarım bir noktaya takılıyor ve kalp atışlarım hızlanmaya başlıyor. Acaba düşündüğüm şeyle ilgili olabilir mi?
Aklıma gelen ihtimal hem korkutuyor hem de heyecanlandırıyor beni. Titreyen parmaklarım kadife kutunun üzerinde geziniyor bir süre. Ardından birilerinin görmesinden korkar gibi yavaşça kapağını aralayıp içindekini gün yüzüne çıkartıyorum. Verdiğim ilk tepki, nefesimi tutmak oluyor. Giderek yükselen bir heyecanla bakakalıyorum kutuya.
Siyah kadifenin içinde hayatımda gördüğüm en zarif kolye yatıyor. Ancak beni bu kadar heyecanlandıran şey takının zarafeti değil, zincirin ucundaki masmavi çiçek figürü.
Unutmabeni çiçeği.
O kadar gerçekçi duruyor ki, eğer aslının odamdaki bir sandıkta kuruduğunu bilmesem kutudaki çiçek figürünün Aras'ın bana verdiği çiçek olduğuna inanabilirim. Parmaklarımı hayretle kolyenin koyu mavi çiçeğinde gezdiriyorum. Böylesine büyüleyici bir şeyi nereden bulmuş olabilir ki?
Hayranlıkla kolyeye bakarken kutudaki başka bir şey dikkatimi çekiyor. Kapağın iç yüzeyine kazınmış bazı kelimeler var. Başımı eğip sokak lambasının ışığı altında ne olduğunu çözmeye çalışıyorum merakla. Çok geçmeden kapaktaki kelimeler bir anlama bürünüyor.
"Üç yıl önce tam da bugün, Tinúviel."
Unutmamış. Sıcak damlalar yanaklarıma süzülürken kolyeyi hasretle göğsüme bastırıyorum. Ne tanıştığımız günü, ne de bana verdiği çiçeği unutmamış. Peki verdiği sözü neden unuttu? Tıpkı şimdi olduğu gibi üç yıl önce bugün de onu bekliyordum ben. O gün gelseydi her şey daha kolay olmaz mıydı bizim için? Gerçekleşmemiş ihtimaller içimde kanayan bir yaraya dönüşüyor.
Gözlerimdeki yaşı silip saçlarımı kenara çekiyorum. Ardından hiç düşünmeden takıyorum kolyeyi boynuma. Aras ne zaman dönecek, döndüğünde neler olacak, bunlara dair hiçbir fikrim yok. Ancak o hayatımda olsun ya da olmasın, bu kolyenin bana ait olduğunu biliyorum. Tıpkı sandıktaki mektup zarfında duran, Arzu'nun hamile olduğunu öğrendiğim gün bile atmaya kıyamadığım o kurumuş çiçek gibi. Nasıl o çiçeği kuruduğu zaman atmadıysam bu kolyeyi de zamanla kararıp tüm maviliğini yitirse bile boynumdan çıkarmayacağım. Zira her ikisi de üç yıl boyunca içimde büyüttüğüm asla solmayacak bir çiçeğin simgesi.
Kolyenin ucunu tişörtümün içine sakladıktan sonra oturduğum yerden kalkıyorum. Emir'in gelmesini beklerken ayaklarım kendiliğinden kitaplığıma götürüyor beni. Önüne bir sandalye koyup üstüne çıkarak yukarıda duran tahta sandığı elime alıyorum. Ardından yatağıma oturup içindeki mektup zarfını çıkartıyorum.
İçindeki örselenmiş bitki parçalarının bir zamanlar büyüleyici bir çiçek olduğuna inanmak öylesine güç ki... Taç yapraklarındaki çürüdükçe koyulaşan maviliklere dokunuyorum hafifçe. Kurumuş tutamlar parmaklarımın hafif teması altında çıt diye kırılıveriyor. Sahi, bunca zaman böylesine kırılgan bir aşkı nasıl yaşatabildim içimde? Üstelik onu kırmak için her yolu deneyen bir adama rağmen...
Çiçeğe daha fazla zarar vermemek için onu mektup zarfında koyuyorum tekrar. Zarfı sandığa yerleştirirken ellerim tahtadan yapılma bir oyuncağa temas ediyor. Yüzümde açan bir tebessümle birlikte babamın bana aldığı tek doğum günü hediyesini elime alıyorum. Dünyanın en sevimli kuklasının maviye boyalı gözlerine bakarken ufak bir kahkaha çıkıyor dudaklarımdan. Hayatta bazı şeyler tesadüf olamayacak kadar güzel.
"Abla, ne yapıyorsun?"
Başımı kaldırıp kapının pervazında duran kardeşime bakıyorum. Elimdeki oyuncağa bakarken belli belirsiz bir öfke geçiyor gözlerinden. Naz ve babama duyduğu bitmek bilmeyen öfkesi... Onunla nasıl baş edeceğime dair hiçbir fikrim yok ne yazık ki.
"Pinokyo kuklası mı o?" diyor odanın içine doğru ilerlerken. "Sen hala saklıyor musun o oyuncağı?"
"Elbette saklıyorum." diyorum kuklayı korumacı bir tavırla göğsüme bastırırken. "Babam hediye etmişti onu..."
Naz yüzünde inanamıyormuş gibi ifadeyle bana bakıyor. Ardından alaycı bir kahkaha patlatıyor birden.
"Abla sen aptal mısın?"
"Düzgün konuş benimle."
"Nasıl hala o adamın verdiği şeyi saklarsın?!" diyerek sesini yükseltiyor farkında olmadan. "On yaşında değilsin artık!"
Oyuncağı yatağın kenarına bırakıp ayağa kalkıyorum. Belki bininci kez aynı tartışmanın eşiğine gelmiş olmak canımı sıkıyor. Naz'ı arkamda bırakarak kapıya doğru seğirtiyorum, fakat yarı yolda kolumdan tutup durduruyor beni.
"Kaçma artık, abla."
Tükenmek üzere olan sabrıma sığınarak dönüp kardeşime sarılıyorum. Saçlarını okşamaya başladığımda biraz sakinleşir gibi oluyor. Buna güvenerek ona görmezden geldiği bir gerçeği hatırlatmaya çalışıyorum bir kez daha.
"Yapma böyle, ablacığım," diyorum kardeşime usulca. "Babam seni severdi, biliyorsun."
Fakat bu sözlerim onu bir nebze olsun sakinleştirmiyor. Beni hışımla itip kendinden uzaklaştırırken eskisinden de öfkeli olduğunu görüyorum. 'Lütfen kötü bir şey söylemesin,' diye geçiriyorum içimden. 'Lütfen sabrımı büsbütün taşırıp onu kırmama sebep olmasın.'
Çünkü bu konuda ona müsamaha gösterecek gücüm kalmadı artık. Onun babamın ölümüyle bile dinmeyen öfkesi evimizde bir karabasan gibi dolaşıyor. Naz'ın da geçmişi unutup huzur bulabilmesi için öyle çok yola başvurdum ki, artık çileden çıkmak üzereyim. Fakat kardeşim bunu bile göremeyecek kadar öfkeli. Ne yazık ki.
"Biliyorum ve ondan en çok da bu yüzden nefret ediyorum!" diyor karşıma dikilip. "Geberip gitmiş olması onun evlat ayıran bir şerefsiz olduğu gerçeğini değişt-"
Tokadım Nazenin'in yanağında patladığında buna ben bile şaşırıyorum. Sabrımın sonuna geldiğimi hissederken bunu yapabileceğimi hiç düşünmemiştim. Bakışlarım onun kızaran yanağı ile kendi elim arasında gezinirken aramızda birkaç saniyelik bir sessizlik baş gösteriyor. Hemen ardından kardeşimin su yeşili gözlerinin yaşlarla dolmaya başladığını görüyorum.
"İşte bu yüzden bazı ölüler saygıyı hak etmez!" diye bağırıyor bana gözyaşları arasında. "Ölüp gittikten sonra bile bozgun çıkarmaya devam ederler çünkü!"
Yaptığım şeyden büsbütün pişman olmuş şekilde ona yaklaşmaya çalışıyorum. Beni iterek kendisinden uzaklaştırıyor Naz. Ardından yatağın üzerinde duran Pinokyo kuklasını eline alıp bana dönüyor. Bakışlarındaki kırgınlığı görünce içimin cız ettiğini hissediyorum.
"Oyuncağı sana babam almadı!" diye haykırıyor öfkeyle. "Ben koydum bunu başucuna! Fatma Abla'nın kızı Esra vardı ya hani, işte onun oyuncaklarının içinden çaldım! Babamın sana verdiği tek doğum günü hediyesi bir avuç kardı, abla."
Son cümlesini duyduğumda her yanım buz kesiyor. Şaşkınlıkla bakakalıyorum kardeşime. Az evvel asla geçmediğimiz bir sınırı geçtiğinin farkında mı acaba? Belli ki değil. Fakat benim sessizliğim karşısında ne söylediğinin farkına varması uzun sürmüyor. Yüzünü kaplayan pişmanlığın canımı daha çok yaktığını hissediyorum.
"Abla özür dilerim..." diyerek boynuma sarılıyor Nazenin. "Nolur affet beni, çok özür dilerim..."
Gözlerimi sımsıkı kapatıp burnuma dolan kar kokusunu bastırmaya çalışıyorum. Halbuki çok az kalmıştı eve varmama. O zamanlar bunun bilincinde miydim yoksa sadece başıboş bir şekilde sokaklarda yürüyor muydum emin değilim. Hatırladığım tek şey deliler gibi üşüdüğüm ve dizlerimin bağının çözüldüğü. Yağan kar üzerimde şefkatli bir yorgana dönüşürken soğuğa karşı direnmenin ne kadar aptalca olduğunu anlamıştım. Oysa en başından beri üşümemek için yapmam gereken tek şey, kendimi soğuğun kollarına bırakmaktı. Hatırlayabildiğim son düşüncelerim bunlar. Sonra hayatımın en güzel uykusuna dalmıştım.
"Neden özür diliyorsun ki?" diye soruyorum kardeşimin saçlarını okşarken. "Eğer oyuncağı çaldığın içinse, benden değil Esra'dan özür dilemen gerek."
Geri çekilip bana bakıyor uzun uzun. Çaresizce. Elinin tersiyle gözyaşlarını silerken onun gülümsemeye çalıştığını fark ediyorum.
"Haklısın, Esra'dan özür dilemem gerek."
Başımı sallayıp şefkatle gülümsüyorum ben de. Ardından yatağın kenarına oturup ellerimle dizime vuruyorum gelip yatmasını işaret ederek. Pinokyo'yu elinden bırakıp ses çıkarmadan itaat ediyor bana. Başını dizime koyduğunda saçlarını okşamaya devam ediyorum. Asla büyümeyecek bir çocuk Nazenin. Görmem için çırpındığı gerçeklerin zaten farkında olduğumu anlayamayacak kadar çocuk.
Fakat o bunu bilmese de, bazı gerçeklerin gözardı edilmesi gerekir. Hele ki onları değiştirmenin hiçbir imkanı kalmadıysa.
Kardeşim uyuduktan sonra bir kez daha çalıyor kapı zili. Naz'ı sarsmamaya çalışarak ayağa kalkıyorum yavaşça. Odadan çıkmadan önce yerde duran Pinokyo'yu alıp özenle sandığa yerleştiriyorum. Oyuncak artık eskisinden de değerli benim için.
Kapıyı açtığımda karşımda Emir'i buluyorum bu kez. Beni gördüğünde yüzündeki gülümseme yavaşça kaybolup yerini tedirginliğe bırakıyor. Onun hafifçe çatılan kaşlarından benim için endişelendiğini anlayabiliyorum. Anlaşılan o ki, dağılmış ruh halim dışarıdan da gözlemlenebiliyor.
"Melek, ne oldu?"
Cevap olarak ona sarılıp ağlamaya başlıyorum.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro