Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Bölüm 16/1 - Madımak

Sivas Katliamı 2 Temmuz 1993 tarihinde gerçekleşti fakat siz bölümde 1991 olarak göreceksiniz. Bunun yegane sebebi, benim dikkatsizliğim. Diğer sebep ise kurgudaki tüm olayların birbiriyle bağlantılı olması. 1993 tarihinin kurgudaki diğer tarihlerle çakıştığını bölümü göndermeden önce fark etmiştim fakat bu olaya hikayede yer vermeyi çok istiyordum. Zira wattpad okurlarının çoğu lise çağındaki gençlerden oluşuyor ve bana kalırsa, bu konuda çok fazla manipülasyona maruz kalıyorlar. Bu yüzden, haddim olmayarak, bu konuyu olabildiğince kendi fikrimi katmadan, detaylara girmeden ve tarafsız bir şekilde işlemeye çalıştım.

Okurken hikayede bir çok detaya yer veremediğimi, Sivas Katliamı'nın basit bir galeyandan çok daha ciddi bir olay olduğunu ve katliamların detaylarda gizlendiğini unutmayın. O detayları araştırıp bulmak da, kendi doğrunuzu yaratmak da sizin yükümlülüğünüz altında. İyi okumalar dilerim. :)

Not: Bu bölümü Ayşenur'a (@observerisback) ithaf etmek istiyorum. Seviliyorsun canım benim. *.*

-*-

Emir Bey'i evin önünde görünce elim ayağım birbirine dolaşıyor. Soğuk ve kibirli patronumu üstü başı toz içinde çocukların top oynadığı sokağımızda görmek benim için son derece fantastik bir durum. Aklıma ilk gelen şey Muhsin Bey'in muayenehanesinde yaşananlar oluyor. Sonuçta Aras'ın bağlantıları işin içine polis girmesini engellemiş olabilir ama ya Muhsin Bey holdingi arayıp hesap sorduysa? Güvenlik kameralarına kısaca göz atmaları bile benim orada olduğumu anlamalarına yeter.

Aksi gibi Emir Bey'in yüzünden de hiçbir şey anlayamıyorum. Adeta sıkılmış bir ifadeyle kollarını göğsünde kavuşturmuş, sabırla yanına gitmemi bekliyor. Başka çarem olmadığını fark edince ağır adımlarla ona doğru ilerliyorum.

"Emir Bey?" diyorum şapşal şapşal gülümseyerek. "Acil bir durum yoktur umarım?"

Ruhsal açıdan bir Hello Kitty karakterini aratmayan patronum bana cevap vermeye tenezzül etmiyor elbette. Elini ceketinin iç cebine götürüp bir kart çıkartıyor ve tek kelime etmeden bana uzatıyor.

"B-bu nedir?" diyorum şaşkınlıkla karta bakarak.

Emir Bey bana nezaket dolu bir açıklama yapıyor. "Zahmet edip elimden alırsan anlayacağına eminim."

Dilimin ucuna kadar gelen küfrü bastırmak zorunda kalıyorum. Hayır, bunun esas sebebi Emir Bey'in patronum olması ya da ondan korkuyor oluşum değil. Çoğu zaman Aras'tan da korkuyorum ancak bu korkum, Aras beni zıvanadan çıkardığı zamanlarda(birlikte geçirdiğimiz vaktin kabaca yüzde doksanı falan) ona ağzıma geleni söylememe engel olmuyor. Fakat Emir Bey'e gelince bu deli cesaretim buharlaşıp yok oluyor, kendimi suç işlemiş ufak bir çocuk gibi hissediyorum.

O yüzden cevap vermeden elindeki kartı alıp incelemeye başlıyorum. Daha ilk satırda bunun bir davetiye olduğu çarpıyor gözüme, hem de kişiye özel bir davetiye. Parlak kağıdın üzerinde yaldızlı kabartmayla kendi ismim yazıyor.

"Annem gönderdi," diyor sesindeki memnuniyetsizliği gizlemeye gerek duymadan. "Bir tür cemiyet balosu. Son derece sıkıcı ve bunaltıcı bir etkinlik."

Dizlerinin üstüne çöküp gelmemem için yalvarsaydı bundan daha az etkili olurdu şüphesiz. İçten içe Nazan Hanım'a tekrar hayran kalıyorum. Bu huysuz, soğuk nevale adamı ikidir beni bir yerlere davet etmek zorunda bırakması azımsanamayacak türden bir otorite örneği olmalı. Yine de Emir Bey davetiyeyi evime kadar getirmek zorunda değildi. Nasılsa yarın dersim yok, tüm gün şirkette olacaktım zaten. Beni ayağına çağırtıp davetiyeyi orada da verebilirdi.

"Nazan Hanım neden beni davet ediyor?" diye soruyorum kendime engel olamadan. Onun bilmediğini söyleyip beni geçiştirmesini bekliyorum. Ancak tam da kendinden beklenecek şekilde dürüstçe cevap veriyor Emir Bey. Bedenini öne iterek doğruluyor ve açıklama yapmaya hazırlanıyor. Yüz ifadesinden bunun onun için pek de kolay olmadığını anlayabiliyorum.

"Annem... Seninle vakit geçirmekten hoşlanıyor... " diyor uygun kelimeleri bulmaya çalışarak. "Sen ona bir şekilde iyi geliyorsun sanırım."

İnsanlar üzerindeki iyileştirici etkimi duymak benim için hoş bir sürpriz oluyor. Zira daha çok iğneleyici etkimle ün salmış biriyimdir.

"Ben mi?" diyorum Emir Bey'in beyin sarsıntısı geçirmediğinden emin olmaya çalışarak. "İyi de hiçbir şey yapmıyorum ki."

İç sesim araya girip ufak bir düzeltme yapıyor. Sakarlık, aptallık ve hadsizlik hariç.

"Bir şey yapmana gerek yok," diyor Emir Bey sakince. "Seni Arzu'nun yerine koyduğu için varlığın bile yetiyor ona."

Ağzım şaşkınlıkla açılıp kapanıyor. Aklıma Nazan Hanım'ın beni gördüğünde nasıl sevindiği geliyor birden, onlara yemeğe gittiğimde tüm gece etrafımda pervane olmuştu. Ben Lavinia ile ilgili gerçeği öğrenip erkenden oradan ayrılmak istediğimde yüzünün nasıl düştüğünü anımsıyorum. İstemeye istemeye beni yolcu ederken istediğim zaman onlara gelebileceğimi, evlerini kendi evim gibi görmemi söylemişti bana. Birden içimin sızladığını duyumsuyorum.

Sessizliğim Emir Bey tarafından yanlış anlaşılmış olacak ki annesinin bu davranışını açıklamaya girişiyor bana.

"Arzu annemin göz bebeğiydi," diyor anlayış bekleyen bir ses tonuyla. "Özgür ve ben onun yerini dolduramıyoruz bir türlü. Annem bizimle paylaşamadığı her şeyini Arzu'yla paylaşırdı. Tüm etkinliklere, dernek toplantılarına, alışverişlere birlikte giderlerdi mesela. Cemiyette çıkan skandallar bizim ilgimizi çekmezken o ikisi oturup uzun uzun durum kritiği yaparlardı. Annemin minik bir kopyası gibiydi Arzu."

Emir Bey bir an durup kendi söylediklerine hafifçe gülüyor. Ben de elimde olmadan tebessüm ediyorum ona. "Bizler annemin yalnızca evlatlarıyız ama Arzu aynı zamanda onun en yakın arkadaşıydı. Ne demek istediğimi anlıyor musun, Melek?"

"Elbette anlıyorum..." diyorum anlayışlı bir ses tonuyla. "Nazan Hanım için elimden geleni yapmaya hazırım. Davette de ona eşlik etmekten mutluluk duyarım."

Sevinmiyor. Ancak üzülmüyor da. Sadece başını hafifçe eğerek onaylıyor beni.

"Teşekkür ederim."

Ses tonundan bu durumu onaylamadığını açıkça anlayabiliyorum. Doğrusu, yerinde olsam ben de annemin yabancı bir insanla böyle sağlıksız bir bağ kurmasından rahatsız olurdum. Ancak hayat bazen insanı en sevmediği kişilerle yan yana durmak zorunda bırakabiliyor. Bu da tecrübeyle sabit mesela.

Emir Bey gittikten sonra fazla oyalanmadan eve atıyorum kendimi. Naz beni görünce ufak bir çığlık atarak koşup boynuma sarılıyor. Yokluğum onu düşündüğümden çok daha fazla endişelendirmiş. Bir saat daha geç kalmış olsam, her şeyi göze alarak annemi arayacağından bahsediyor.

"Gece Lavinia'da kaldım," diyorum kardeşimin ipek sarısı saçlarını okşarken. Sonuçta bu bir yalan sayılmaz, orası Lavinia'nın da evi. "Sana gündüz mesaj atıp gelmeyebileceğimi söylemiştim üstelik. Neden bu kadar telaş yaptın ki?"

Bu sözlerim üzerine Naz birden kollarımdan sıyrılıp karşıma geçiyor.

"İlk gün endişelenmedim zaten," diyor öfkeyle ellerini beline koyarak. "Ama sen iki gece üst üste gelmeyince-"

"Dur bir dakika," diyerek lafını kesiyorum onun. "Ne demek iki gece üst üste?"

"Abla sen iyi misin?" Kardeşimin gözlerindeki öfkeli bakış siliniyor ve yerini endişeli bir ifade alıyor. "İki gündür yoksun evde, bunu bilmiyor musun?"

Siktir... İki gündür Aras'ın evinde kalıyor olamam, değil mi?

Eğer öyleyse bu Emir Bey'in neden davetiyeyi evime getirdiğini açıklıyor. Ben, üç günlük stajyer bozuntusu, haber bile vermeden işe gitmemezlik yaptığım için patronum ayağıma kadar gelmişti. Üstelik adama son derece normal davranıp özür bile dinlememiştim çünkü hangi günde olduğumuzdan bile haberim yoktu. Kulağa gerçekten fantastik geliyor. Eğer arada Nazan Hanım olmasa Emir Bey beni çoktan kovmuş olacağına eminim. Hatta onu biraz anladıysam beni kovduktan sonra işe tekrar alıp, ardından bir kez daha kovardı. Üstelik elime en içten duygularıyla donattığı referans mektubumu da tutuşturarak!

"Abla bak ben gerçekten korkuyorum artık!"

"Ha?"

"Annemi aramamam büyük hataydı," diyor Naz benim şapşal suratıma bakarak. "Sen hiç iyi değilsin."

Kız kardeşim eline telefonu aldığında aklım başıma geliyor. Yıldırım hızıyla üstüne atlayarak telefonu kapıyorum elinden. "Saçmalama Naz!" diyorum ses tonumun otoriter çıkması için çaba harcayarak. "Gayet iyiyim ben. Sadece biraz akşamdan kalmayım, hepsi o."

"Lavinia'nın evinde olduğunu sanıyordum."

"Öyleydim zaten! Kız gecesi falan yaptık, içkiyi biraz fazla kaçırmışız."

Naz bana yüzünde zerre inanmadığını belirten bir ifadeyle bakıyor. "Abla kusura bakma ama senin o kızla fazla kaçırabileceğin tek içki ılık süt. O da ballı olması şartıyla."

Haksız da sayılmaz... Ancak Naz'ın Arzu'dan da hoşlanmadığını hatırlayınca ona çıkışmadan edemiyorum. "Senin benim arkadaşlarımla problemin ne?"

"Onlarla bir problemim yok, senin arkadaşların zaten ayaklı birer problemden ibaretler." diyor Naz gözlerini devirerek. Sonra gülümseyerek ekliyor. "Tabi arada bazı istisnalar da yok değil."

Onun Mert'i kastettiğini anlamak için alim olmaya gerek yok. Hissettiği şeyin basit bir hayranlık olduğunun bilincindeyim ancak iyice derinleşmeden onu uyarmak istiyorum. O yüzden kardeşimin şebek sırıtışına kaşlarımı çatarak karşılık veriyorum.

"Mert'ten uzak dur," diyorum Naz'a ters ters. "O Lavinia ile-"

"Ay biliyorum, flört falan etmeye çalışıyorlar." diyerek sözümü kesiyor Naz. Hınzır sırıtışı hala yüzünden silinmiş değil. "Kusura bakma ama aralarındaki romantizm seviyesi bir trafik kazasıyla eşdeğer. Bu gidişle gelecek milenyuma kadar birbirlerine açılamazlar."

Hayretler içerisinde bakıyorum Naz'a. Kız kardeşimin zeki olduğunu her zaman biliyordum ancak analiz yeteneğinin bu kadar gelişmiş olduğunu asla tahmin edemezdim. Onu dikkatle süzdüğümde o küçük kız çocuğunun yerinde yeller estiğini görüyorum. Ben hayat mücadelesi verirken Nazenin büyüyüp yetişkin olmuş sessizce.

Aklıma onun ilkokula başladığı gün geliyor. Sapsarı saçlarında ateş böceği figürlü tokalarıyla, sımsıkı yapışmıştı elime. Derse gitme vaktim geldiğinde ortalığı öyle bir ayağa kaldırmıştı ki sınıf öğretmeni sonunda pes etmiş, derste Naz'ın yanında kalmam için öğretmenimden izin istemişti. O alışana kadar birkaç gün boyunca birinci sınıflarla derse girmiştim. Şimdiyse karşımda bana akıl veren genç bir kız duruyor. Bu düşünce gözlerimi kırpıştırmama sebep oluyor. Ardından kendimi tutamayıp salak gibi ağlamaya başlıyorum.

"Abla? Ne oldu?!"

Elimin tersiyle gözyaşlarımı silerken gülmeye başlıyorum. Endişelenen kardeşimi çekip bağrıma basıyorum.

"Aklıma okula başladığın gün geldi." diyorum onun ipek gibi saçlarını okşarken. "Ne ara bu kadar büyüdün bilmiyorum ki!"

Naz durumu anlayınca rahatlayarak nefesini veriyor. "Abla, sen gerçekten patolojik bir vakasın."

Omzuna minik bir fiske vuruyorum gülerek. "Çok bilmiş seni."

Naz ben onu şefkatle boğmadan önce kollarımdan kurtulmayı başardığında sıra anneme geliyor. Saatin geç olmasına aldırmayarak telefon edip Efsun Sultan'a rapor veriyorum. Bana cenaze evinin hala kalabalık olduğunu ama istersek hemen dönebileceğini söylüyor. Birkaç gün daha orada kalması için ustalıkla ikna ediyorum onu.

Nihayet kendimi yatağa bıraktığımda saat çoktan gece yarısını geçmiş oluyor. Yaşadıklarımı ve nasıl yorgun olduğumu düşünürsek hemen uykuya dalmam gerekiyor ancak sadece fiziksel olarak yorgun olduğum günler geride kaldı. Artık uzanıp yatmak yetmiyor bana, günün sonunda zihnim bedenimden daha yorgun oluyor çoğunlukla. Gün içinde bastırdığım tüm düşünceler, dikkatimden kaçan bütün detaylar zihnime hücum etmek için yatağa uzanmamı bekliyor adeta.

Vicdan azabı ince bir sızı gibi damarlarımda dolaşmaya başladığında bundan kaçışım olmadığını anlıyorum. Savaşmayı bırakarak kendimi bilincimin kapılarını zorlayan düşüncelerin akıntısına bırakıyorum. Tüm ilkbahar boyunca eriyen karlarla dolmuş bir barajın kapağı açıldığında olduğu gibi, bilinçaltımdan dökülen masmavi imgeler hücum ediyor zihnime.

Düşüncelerimin arkasından sürüklenerek ucube gece kulübünün alt katına, bugün Lavinia odaya girmeden önceki o kısacık ana gidiyorum. Sahi bugün ne oldu orada? Daha doğrusu, ne olmadı?

Zihnimdeki sesi bastırabilmek için dişlerimi sıkarak yan dönüyorum yatakta. Bu defa görmezden gelecek gücü bulamıyorum kendimde. Arzu'yu tanıdıktan sonra, Aras'la ilk tanıştığım günü zihnimde bir kasaya kilitleyip yok saymayı başarmış olabilirim ama o kasa tıkabasa dolu artık. Unutmak istediğim herhangi bir şeyi saklamak için kilidini açtığım anda içindekilerin hepsi etrafa saçılacakmış gibi hissediyorum.

Lavinia gelmeseydi ne olacaktı?

Tutunacak bir bahane, günü kurtamalık bir cevap arıyorum çaresizce. Bu esnada Arzu odamın bir köşesinde durmuş, kınayan bakışlarla beni izliyor gibime geliyor. Boncuk gibi gözlerine dolan yaşları görebiliyorum adeta. Hiç ses çıkarmadan, kızmadan ama dünya üzerindeki tüm öfkeye maruz kalmaktan bile daha kötü hissettiren bir kırgınlıkla bakıyor bana.

Boğazıma bir yumru oturuyor aniden. Yatakta boğulduğumu hissedince kalkıp çıkıyorum odadan. Karanlıkta bir süre yalpaladıktan sonra kendimi salonda buluyorum. Sokak lambasının içeri süzülen ışığı altında boş boş duruyorum önce. Sonra birden tüm gücüm tükeniyor sanki. Dibe battığımı, balçığa saplanıp kaldığımı tüm hücrelerimde duyumsuyorum. Omuzlarım bu ağırlığa daha fazla dayanamayarak düşüyor ve sarsılarak ağlamaya başlıyorum.

İnsanlar bana baktığında tek derdi ailesini geçindirmek olan, savaşçı ve gururlu bir kız görüyordur muhtemelen. Oysa gerçek bu değil. Derinlere inildiğinde acınası, insanda tiksinti uyandıran bir zavallıyım ben. En yakın arkadaşının sahip olduklarına yan gözle bakan bir sürüngen gibi hissediyorum kendimi. Nefreti kendime kalkan edinerek saygınlığımı korumaya çalışsam da gerçek şu ki, ben bugün Lavinia'nın kapıyı çaldığını bile duyamayacak kadar kendimden geçmiştim.

Hıçkırıklarım şiddetlenmeye başlayınca elimi yumruk yapıp ağzıma bastırarak sesimi kesmeye çalışıyorum. O güçlü, gururlu Melek Aksoy'dan geriye kalan bu işte. Karanlıkta hıçkırarak ağlayan acınası bir zavallı, rezil bir hain.

Belki de bu yüzden nefret ediyorum Aras'tan. İçimdeki iğrenç zavallıyı görebilen tek kişi olduğu için onun varlığı rahatsız ediyor beni. O yağmurlu günde, kafeteryanın önünde bana söyledikleri zihnimde yankılanınca yok olmak istercesine dizlerimi kendime çekip tortop oluyorum.

"Bitmiş bir hikayede figüranlık yapmak için uğraşmayı bırak ve git kendine bir hayat edin artık!"

Gideceğim. Sahip olduğum her şey üzerine yemin ederim ki, gideceğim. Bu dava bittiğinde, Arzu'nun ölümüne sebep olanlardan hesabını sorduğumda bir an bile bakmayacağım arkama. Başımı alıp uzaklara, geçmişin kollarının bana ulaşamayacağı kadar uzaklara gideceğim.

Aras haklı, bunu yapmak zorundayım. Zira geçmişle hesaplarımı kapatmak, günün birinde hayatıma kaldığım yerden devam edebilmek için girdiğim bu yolda, rotamı kaybetmek üzereyim. Öyle ki, bu gidişle yolun sonunda, elimde devam edebileceğim bir hayatım bile kalmayacak.

-*-

beyaz bir gemidir ölüm

siyah denizlerin hep çağırdığı

sönmüş yıldızlar gibidir,

yanık otlar gibi

sen bu şiiri okurken, ben belki

başka bir şehirde ölürüm

Behçet Aysan

-*-

2 Temmuz 1991

Yakıcı temmuz güneşi olacaklardan habersiz bir şekilde günlük işleriyle uğraşan insanların üzerinde yükseliyordu. Saatler öğlene yaklaşırken şehrin meydanları da dolmaya başlamıştı. Sivas Adalet Sarayı'ndan kalkan bir otomobil tren garının önünde durdu. Araçtan inen takım elbiseli adam koşar adımlarla garın içine girip peronların bulunduğu yere doğru ilerledi. Trenin henüz gelmemiş olduğunu görünce rahatlayarak banklardan birine çöküp beklemeye başladı.

Adamın beklediği tren şehir merkezine yeni girmişti o sıralarda. Bazı kompartımanlarda insanlar valizlerini hazırlamak için ayaklanmaya başlamıştı bile. En uçtaki vagonun ikinci kompartımanında bulunan çift ise bu telaştan nasibini almamıştı. Adam ellerinde sonuna yaklaştığı bir kitabı tutuyordu. Kompartımanda duyulan tek ses omuzunda uyuyan karısının alçak sesli nefes alışverişleriydi.

Koridordaki hareketliliğin artması üzerine başını kaldırıp dışarı baktı adam. Penceredeki uçsuz bucaksız bozkır manzarası yerini bir şehrin keşmekeşine bırakmıştı. Birkaç dakika sonra tren garına varmış olacaklardı. Hiç tanımadıkları bu yeni şehir, onların sürgünde geçirecekleri üçüncü durak olacaktı.

Trenden el ele indiler. Fazla eşyaları yoktu zaten. Adamın elinde büyük bir bavul, kadının omzunda ise ufak bir çanta vardı. Bankta oturan adam çok geçmeden fark etmişti onları. Ayağa kalkıp önünü ilikleyerek çiftin yanına seğirtti koşar adımlarla.

"Hakkı Bey?"

Genç adam başını çevirdiğinde orta yaşlı bıyıklı bir adamın kendilerine yaklaştığını gördü. Birinin onları karşılamaya geleceğinden haberi yoktu. "Buyurun?"

"Hoşgeldiniz efendim," dedi bıyıklı adam elini uzatarak. "Sizi geçici olarak kalacağınız yere götürmek için geldim."

Genç adamın kafası karışmıştı. Elindeki ağır valizi yere koyduktan sonra şaşkın bakışlarını bıyıklı adamın yüzüne dikti. "Afedersiniz ama siz kimsiniz?"

Bıyıklı adam bir şeyi unutmuş gibi gülerek ekledi. "İsmim Nazmi efendim, sizin şoförünüz olarak görevlendirildim."

Genç çift şaşkınlıkla birbirine baktı. Ortada bir yanlışlık olduğunu düşündükleri besbelliydi.

"İyi ama," dedi genç adam ne yapacağını bilemeyerek. "Bizim arabamız yok ki."

Şoför bunun üzerine kendini tutamayarak gülmeye başladı. Atanan savcının genç ve tecrübesiz biri olduğunu söylemişlerdi ancak bu kadarını beklemiyordu. Konuştuğu kişi bir cumhuriyet savcısından ziyade toy bir delikanlıydı adeta.

"Makam aracınız var efendim," dedi şoför eliyle biraz ötede kendilerini bekleyen otomobili işaret ederek.

İşaret ettiği yerde siyah renkli bir Renault 21 duruyordu. Genç savcı ne tepki vereceğini bilememişti. Karısına baktığında onun gülmemek için yanaklarının içini ısırdığını fark etmişti. Gülnihal şoförün yanında bozuntuya vermese de yalnız kaldıklarında onun bu şaşkın haliyle epey eğlenecek gibi görünüyordu.

"Kusura bakmayın, memnun oldum." dedi Hakkı şoförün havada kalmış elini sıkarken. Ardından dönüp karısını takdim etti. "Eşim, Gülnihal."

"Memnun oldum hanımefendi."

Tanışma faslının ardından araca binip şehrin göbeğine doğru yola çıktılar. Bu esnada şoför hiç durmadan onları bilgilendiriyor, geçtikleri yerde önemli bir kurum varsa kısaca tanıtıyordu. Hakkı'nın selefi olan savcı hala şehirden ayrılmamıştı, bu yüzden lojmana geçmek için birkaç gün beklemeleri gerekecekti. Şehrin o günlerde normalden daha kalabalık olduğundan, adliyeye yakın bir otelde yer bulmakta zorlanacaklarından bahsediyordu Nazmi. Bunun üzerine Hakkı şoförün sözünü keserek meydanda gördüğü kalabalığı işaret etti.

"Şehirde bir etkinlik falan mı var?"

"Evet efendim," dedi şoför gülümseyerek. "Her sene haziran sonu ile temmuz başlarında Pir Sultan Abdal Şenlikleri düzenleniyor. Hele bu sene şehir dışından gelen çok oldu, oteller tıklım tıklım."

Şoför haklı çıkmıştı. Boş yer bulana kadar birkaç otel dolaşmaları gerekti. En sonunda adliyeye birkaç kilometre ötedeki bir otelde yer bulabildiler. Kısa süre kalacakları için eşyalarını yerleştirmeye bile gerek duymamışlardı. Zaten Hakkı'nın da vakti yoktu buna, bir an evvel adliyeye gidip evrak işlerini yoluna koyması ve görevi devraldığını resmileştirmesi gerekiyordu.

Şoför kendisini aşağıda beklerken çabucak bir duş aldı genç adam. Havluyu beline sarıp banyodan çıkacağı zaman gözü aynadaki simasına takıldı. Elini sıkıntıyla yeni çıkmaya başlayan sakallarında gezdirdi. Adliyeye bu şekilde gidemezdi.

Yüzünde birkaç kesik açma pahasına aceleyle tıraş olduğunda çoktan geç kalmıştı bile. Tıraş losyonunu sürdükten sonra eli ayağı birbirine dolaşarak banyodan çıkıp valize yöneldi. Her zamanki gibi aradığı şeyi bulamamıştı. Birkaç başarısız denemenin ardından umutsuzca karısını arada gözleri. Gülnihal elini başına yaslamış, yarı uzanır bir pozisyonda eğlenerek izliyordu kendisini.

"Bunu mu arıyorsun?"

Karısının işaret ettiği yere baktığında aradığı mavi gömleği gördü. Yatağın kenarında ütülenmiş bir şekilde duruyordu.

"Evet," dedi kafası karışmış bir şekilde yatağa doğru ilerleyerek. Duşa girmeden önce valizi açtığını hiç hatırlamıyordu. Elini gömleğe uzattığında ikinci bir şaşkınlık yaşadı çünkü karısı ondan önce davranmış, gömleği alıp arkasına saklamıştı.

"Hayatım gömleği verir misin?"

Gülnihal dudağını büktü. "Gel de kendin al."

Görünüşe göre karısının canı onunla uğraşmak istiyordu. Hakkı onunla inatlaşırsa gömleği asla alamayacağını bildiği için çareyi boyun eğmekte buldu. İç çekerek uzanıp gömleği almak için hamle yaptı ama omzuna dolanan eller ona engel olmuştu. Gülnihal onu kendine çekip dudaklarını boynuna değdirdiğinde komploya kurban gittiğini çoktan anlamıştı.

"Sen gerçekten inanılmazsın." dedi bir kahkaha atarak. Evleneli birkaç ay olmuştu ama Gülnihal, duştan çıkınca hangi giyeceği gömleği bilecek kadar çözmüştü onu. Ya kendisi çözülmesi çok kolay bir insandı ya da karısı fazla zekiydi.

"Bunu söylediğime inanamıyorum ama gitmem lazım, Nihal," dedi adam geri çekilmeye çalışarak. "Adliye'den bekliyorlar."

Genç kadın omzunu silkti umursamazca. "Beklesinler."

"İyi de Başsavcı öğlene kadar adliyede olacakmış," dedi çaresiz bir ses tonuyla adam. Direncinin her geçen saniye kırıldığını hissedebiliyordu. "Hem bir saate geri dönerim."

Gülnihal kocasının boynuna asılarak onu kendi üzerine doğru çekti. Bacağını adamın çıplak beline dolarken yüzünde hınzır bir gülümseme belirmişti. "Söz mü?"

"Söz," dedi genç adam adeta inleyerek. "Şunu yapmaya biraz daha devam edersen adliye yerine mezara gideceğim, haberin olsun."

Karısı ufak bir kahkaha attı. Ardından istemeye istemeye serbest bıraktı onu.

"Tamam gidebilirsin ama bir şartla," dedi yeniden dudaklarını bükerek. "Başka bir gömlek giyeceksin üzerine. Bu gömlek gözlerinin rengini iyice ortaya çıkartıyor."

Adam durup tebessüm etti. "Senden başkasını görmeyen gözlerimin mi?"

Genç kadın yine gafil avlanmıştı. Gözlerinde heyecanla titreşen yeşil harelerle adamı izledi bir süre. Yüzünde gamzelerinin çiçek gibi açmasına neden olan bir gülümseme belirmişti. Eğer bu yaşadığı şey saf mutluluk değilse, o zaman bunu mutluluğa tercih ederdi.

-*-

Ağır ve çekingen adımlarla ilerliyorum dar patikada. Yağmurla ıslanmış yapraklar ayaklarımın altında ses çıkarmadan eziliyor. Yaşlı bir servi ağacının önünden geçerken yüreğimin sıkışmaya başladığını hissediyorum. Tüm hücrelerimi geri dönüp buradan koşarak uzaklaşmaya zorlayan o yakıcı his yeniden damarlarıma doluyor. Ellerimi sıkarak tırnaklarımı avuçlarıma geçiriyorum istemsizce.

Patikanın bitiminde mezar taşlarına sırtını vermiş oturan iki adam fark ediyorum. Çevrelerine saçılmış boş içki şişeleri ve torbalar tekin tipler olmadıklarını açıkça gösteriyor. Aslında bu gayet normal bir durum. Sabahın köründe mezarlığa giderseniz, haliyle karşılama komiteniz de tinercilerden oluşur. Bir an geri dönmeyi düşünsem de adamların sızıp kaldığını fark edince yürümeye devam ediyorum. Neyse ki ben önlerinden geçip giderken ikisi de uyanmıyor. Adamların görüş menzilinden çıktığımda derin bir nefes alıyorum. Umarım bugün göreceğim son tinerciler bunlar olur.

Aylar sonra ilk kez geliyorum Arzu'nun mezarına. Aras'ın beni alıkoyduğu o gece gördüğüm kabustan sonra buranın yakınından bile geçmeye cesaret edememiştim. İçten içe bu mezarlığa bir kez gelirsem buradan asla canlı çıkamayacağıma, rüyamda gördüğüm manzaranın gerçeğe dönüşeceğine inanıyordum.

O yüzden Arzu'nun mezarını gördüğümde kendimi şaşırmaktan alamıyorum. Öylesine olağan duruyor ki her şey... Sanki altında beraberinde götürdüğü tüm umutları ve hayalleriyle genç bir kız yatmıyormuşcasına sessiz ve sakin duruyor toprak. Ağlamamaya çalışarak bakışlarımı Arzu'nun mezarından alıyorum ve aile mezarlığının içindeki diğer mezarları incelemeye başlıyorum. Biraz ötedeki ağacın arkasında bir mezar taşı çarpıyor gözüme. Üzerindeki ismi görünce acı acı gülümsüyorum. Arzu Bozkıroğlu yazıyor beyaz mermerin üzerinde, böylelikle Arzu'nun ismini kimden aldığını da öğrenmiş oluyorum.

Bakışlarım diğer mezarların üzerini kaplayan çiçeklerde dolaşıyor bir süre. Ardından Arzu'nun boş ve kurak toprağına bakıyorum umutsuzca. Aylar önce mezarının başına bir kayın ağacı dikmek istemiştim. Ektiğim fideler başta tutuyor gibi görünüyordu ancak hiçbiri birkaç haftadan uzun dayanamamıştı. Ne kadar uğraşırsam uğraşayım Arzu'nun başucunda bir kayın ağacı yaşatmayı başaramamıştım. Tıpkı Arzu'yu yaşatmayı başaramadığım gibi.

-*-

-Aylar önce

Bahçede oturuyoruz sessizce. Arzu üzgün bir ifadeyle gözlerini etrafta gezdirirken ben de yeniden saate bakıyorum çaktırmadan. Bugün annemi fizik tedavi için hastaneye götüreceğim. Doktor eskisi gibi sorunsuzca yürüyemeyeceğini söylemiş olsa da, durumu gün geçtikçe daha da iyiye gidiyor. Annemin çok yakında ayağa kalkabileceğini düşündükçe içim içime sığmıyor. Her ne kadar doktor randevusuna daha saatler olsa da erkenden eve gitmeye niyetleniyorum.

Bunu söylemek için başımı kaldırdığımda gördüğüm manzara fikrimi değiştiriyor. Arzu'nun yüzünde onu küçük bir kız çocuğu gibi gösteren ağlamaklı bir ifade var. Sebebini gayet iyi bildiğim için bu sefer telaşlanmıyorum.

Arzu'nun moralini bu denli bozan şey, biricik züppesinin günlerdir okula uğramıyor oluşundan başka bir şey değil. Onu göremedikçe hırçın bir ruh haline bürünüyor, gözlerimin önünde çaresizlikle debeleniyor. Bense halimden son derece memnunum. O şeytanı görmeden geçirdiğim her gün moralim üzerinde olumlu bir etki yaratıyor, etrafa pozitif enerji saçmama neden oluyor. Züppesizliğin verdiği keyifle Arzu'ya takılıyorum.

"Merak etme, o zekayla fazla uzaklaşmış olamaz."

Arzu bana ters ters bakıyor. "Çok komik."

"İstersen polise kayıp ihbarında bulunabiliriz," diyorum sesime ciddi bir hava vermeye çalışarak. "Seninkinin spesifik bir özelliği var mı?"

Göz rengi ve insanı çileden çıkartan iğrenç karakteri dışında...

"Doğum lekesi gibi mi?" diyor Arzu dudağını bükerek. "Hayır, hiç yok."

"Belki vücudunda vardır," diye üsteliyorum.

Arzu bana dönüp gözlerini deviriyor. "Benimle uğraşmayı keser misin lütfen?" Sonra kendi kendine konuşur gibi bir tonla ekliyor. "Ayrıca vücudunda doğum lekesi olsaydı, emin ol bunu bilirdim."

Bir şeyler söylemek üzere ağzımı açıyorum ancak duyduklarımın ne anlama geldiğini fark edince duraklıyorum. Arzu öylece kalakaldığımı fark etmiyor bile. Sıkıntıyla oflayarak bahçede göz gezdiriyor, arada elini başının üstüne siper ederek dikkatini bir yerlere odaklıyor. Her ne kadar söylediklerinden başka anlam çıkmayacağını bilsem de bunu ondan duyma ihtiyacı hissediyorum.

"Bu ne demek şimdi?"

Arzu bakışlarını ilerideki kalabalıktan çekmeden cevap veriyor. "Ne ne demek?"

Kollarından tutarak kendime çeviriyorum onu. "Arzu lütfen yanlış anladığımı söyle bana."

Çok önemli bir işin ortasındayken onu alıkoymuşum gibi sıkıntıyla iç çekiyor. Ardından pes ederek bana dönüp bakıyor. "Yine ne anladın acaba, bayan kuruntu?"

Ne söyleyeceğimi bilemeyerek boş boş bakıyorum ona. Gözlerim soluk sarı saçlarında dolaşıyor bir süre. Züppeyle bir süredir araları fazlasıyla iyi. Onları sık sık kuytu köşelerde görüyorum, bazen ders çıkışı birlikte ortadan kayboluyorlar. Bense uzun süre önce tüm ipleri saldım elimden. Piç kurusu Arzu'yu öyle güzel manipüle ediyor ki, onu uyarmaya çalışmak boş bir kuyuya bağırmaktan farksız geliyor. Yine de korkarak soruyorum arkadaşıma.

"Arzu siz... Öpüşmenin ilerisine geçmediniz değil mi?"

"Diyelim ki geçtik, ne yapacaksın?" diyor Arzu işveli bir şekilde gülerek. "Eğer işi namus davasına dönüştürüp bizi zorla evlendirmeyi falan düşünüyorsan bana uyar."

Birden öfkelendiğimi hissediyorum. Onca uyarıma rağmen kendini bu kadar ısrarla bataklıkta boğmaya çalışması tepemin tasını attırıyor. Madem ki benim uyarılarım onun umurunda bile değil, öyleyse daha fazla uğraşmanın alemi yok. Ayağa kalkıp hışımla montumu geçiriyorum üzerime. Gözlerim canı yanıyormuş gibi ellerini ovuşturan Arzu'ya takılınca ağzımdan çıkanlara engel olamıyorum.

"Sana kızmayayım diye hasta numarası yapmana gerek yok."

"Numara yapmıyorum," diyor Arzu gözlerinde kırgın bir bakışla. "Ellerim karıncalanıyor gerçekten."

Gerçekten de son zamanlarda ellerinin ve ayaklarının karıncalandığından, hatta bazen yandığından şikayetçi Arzu. Başka zaman olsa telaşlanır, ona doktora gitmeyi teklif ederdim ancak şu an gerçekten çok kızgınım. O yüzden çantamı alıp sırtıma takıyorum ve Arzu'ya tıpkı onun gibi omuz silkiyorum.

"Erkek arkadaşın seni hastaneye götürür." diyorum umursamaz bir tavırla. "Tabi onu bulabilirsen."

Ardından arkamı dönüp ayaklarımı yere vurarak oradan uzaklaşıyorum.

Aslında Arzu'ya mantıksız davrandığı için öfkelenmem son derece saçma. Zira onun aklının iplerinin başka birisi tarafından kontrol edildiğini ben de biliyorum. Sırf bir çözüm yolu bulabilmek için internette manipülasyonla alakalı bir sürü araştırma yapıp, sayısız makale okumuştum. Hatta üç hafta önce okuldaki profesörlerden biriyle görüşme bile ayarlamıştım.

Elbette adama arkadaşımın bir sosyopatın pençesinde olduğundan bahsetmedim. Terör örgütleri tarafından beyni yıkanmış gençlerin topluma kazandırılması konusunda bir proje için araştırma yaptığımı söyleyerek manipülasyon ve bununla baş etme yöntemleri hakkında bilgi istemiştim sadece. Neyse ki profesör bir şeyler anlatmaya benden daha hevesliydi.

Profesörün söylediğine göre manipüle edilen insanlar kesinlikle manipülasyon altında olduklarının farkında olmuyorlar. Bunu fark etmek bir yana, bu ihtimal akıllarının ucundan bile geçmiyor. Onları doğrudan uyarmak ve manipüle edildiklerine ikna etmek ise neredeyse imkansız. Üstlerine gidildikçe ellerindeki çarpıtılmış gerçekliğe daha da sıkı bağlanma eğilimi gösteriyorlar. En kötüsü ise, kendilerini manipüle eden kişilerden uzaklaşmaları onları gerçekliğe döndürmeye yetmiyor. Tıpkı kurulu bir saat gibi, manipülatörün yokluğunda da kusursuzca işleyebiliyor bu çarpıtılmış düzenek.

Manipüle edildiğinin farkında olmama. İyileşmeye karşı direnç gösterme. Manipülatörün yokluğunda bile düzelmeyen bir zihin algısı.

Tüm bunlar bana öyle tanıdık geliyordu ki, kuşkularımda haklı olduğumu anlamıştım. Belirtiler eksiksiz bir şekilde Arzu'yu işaret ediyordu. Arkadaşım ciddi bir manipülasyonun etkisi altındaydı ve ben ona hiçbir şekilde yardım edemiyordum.

Nihayet beni anlayan birilerini bulmanın verdiği şevkle profesöre manipüle edilen birini kurtarmanın mümkün olup olmadığını sormuştum. Aldığım cevap neticesinde ise yüzümdeki gülümseme kaybolup gitmişti. Zira söylediğine göre, hastayı hızlı ve kesin bir şekilde iyileştirmenin herhangi bir yolu yoktu. Kişiden kişiye değişmekle birlikte, manipüle edilen kişinin uzun süreli bir zihin terapisi görmesi gerekiyordu.

Ardından elindeki dosya arşivinden bir örnek sunmuştu bana. Uzattığı resme bakınca son derece yakışıklı, gülerken gamzeleri çıkan genç bir oğlan görmüştüm.

"İsmi Tuna Erdemir," demişti profesör gülümseyerek. "Bu fotoğrafta 19 yaşındaydı, ODTÜ'de Bilgisayar Mühendisliği okuyordu. Üstelik bölüm ikincisiydi, zehir gibi çocuktu anlayacağınız. Anne babası kendi halinde insanlardı, ikisi de diş hekimi. Tuna'nın arkadaşları onu espritüel ve empati yeteneği yüksek biri olarak tanımlıyordu. Hocaları ise onun eleştiri yeteneği yüksek, son derece zeki ve özgür ruhlu biri olduğunu söylüyordu."

"Peki şimdi nerede?" diye soruvermiştim kafam karışarak. Ankara tren garında gerçekleşen patlamayı hatırladığımdaysa korkarak eklemiştim. "Yoksa terör eyleminde öldürülenler arasında mıydı?"

"Hayır, öldürülenler arasında değildi." demişti profesör dalgın dalgın. "Bizzat eylemi düzenleyen iki kişiden biriydi Tuna. Patlamadan sağ kurtulanların anlattığına göre bombanın pimini çekmeden önce de aynen fotoğraftaki gibi gülümsüyormuş."

Ardından ağzımın bir karış açık kalmasına aldırış etmeden uzanmış ve parmağını Tuna'nın fotoğrafına bastırarak devam etmişti. "Bu gördüğünüz, küçükhanım, gerçek bir manipülasyondur. Sistematik olarak uygulanır, örgütlerin militan kazanmak için en çok başvurduğu yollardan biridir ve sizi temin ederim ki, zeki insanlar üzerinde de en az aptal insanlar üzerinde olduğu kadar etki gösterir."

-*-

2 Temmuz 1991

"Ben yanmasam, sen yanmasan, biz yanmasak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa..."

-Nazım Hikmet

Adliyedeki iş beklenenden uzun sürmüştü. Hakkı evrakların hazırlanmasının epey süreceğini anlayınca bir yandan da diğer işleri halletmeye karar verdi. Nazmi ile birlikte ikametgah işlemleri için muhtarlığa gitmek üzere adliyeden ayrıldılar. Şehir merkezinden geçerken kalabalığın iyice arttığını fark etti genç adam. Üstelik insanlar hiç de şenlik kutlaması yapıyor gibi görünmüyorlardı. Yaklaşık bin kişiden oluşan kalabalık ne olduğu anlaşılmayan bir takım sloganlar atarak vilayet binasına doğru ilerliyordu.

"Ne oluyor Nazmi?"

"Ben de bilmiyorum efendim," diye şaşkınlıkla cevap verdi şoför. "Şehirde eylem var galiba."

Hakkı hafifçe güldü. "Desene ilk günden olaylı başladık."

Nazmi içtenlikle gülümsedi yanında oturan genç savcıya. Hala çok toy olduğunu düşünüyordu onun ama bir yandan da sevmişti bu delikanlıyı. Adliyedeki kurtların kısa sürede bu idealist genci kendilerine benzeteceklerini düşününce üzülmeden edemedi. Oranın değişmez kanunuydu bu. Ya adamı kendilerine benzetirler ya da o diyardan gönderirlerdi.

Muhtarlığa vardıklarında biraz beklemeleri gerekti. Ufak binanın antresine konmuş sandalyelere çöküp ikram edilen çaylarını yudumlamaya başladılar. Bu esnada gariban görünümlü iki adam konuşarak içeri girmişti. Hakkı çayını yudumlarken istemsizce kulak kabarttı onlara.

"Kültür Merkezi'nin oralar diyorlardı amma ben gözümle görmedim."

"Konser olmasaydı ortalık bu kadar karışmazdı. Zamanı kötü denk gelmiş ama polisler dağıtır herhal."

Genç savcı daha fazla dayanamayıp söze karıştı. "Hayırdır abiler, bir olay mı çıkmış?"

Adamlardan daha yaşlı olanı dönüp sohbete dahil olan genci ve yanındaki bıyıklı adamı süzdü. Ardından ilerleyip onların karşısında duran sandalyelerden birine çöktü. Diğer adam da sesini çıkarmadan onu taklit etmişti.

"Sorma yeğenim, ortalık karıştı gene," diye söylendi ihtiyar adam muhabbete onları da dahil ederek. "Aslını tam bilmiyoruz ama siyasi diyorlar. Önce şehir meydanında slogan atıyorlardı, şimdi de Kültür Merkezi'nin oralara gitmişler. Aksi gibi orada da Arif Sağ konseri varmış, konserdekiler sesten rahatsız olunca tartışma büyümüş."

"Neyi protesto ediyorlar ki?"

Yaşlı adam karşısında duran gence bakıp iç çekerek gülümsedi. "Sen buraların yabancısısın galiba yeğenim," dedi bilmiş bir edayla. "Zamanla anlarsın ama ben yine de dilim döndüğünce anlatayım. Bu şenlik için gelenleri istemiyor bazıları, onun için eylem yapıyorlar."

Genç savcı şaşırmıştı. "İyi de gelenler kötü insanlar değil ki," dedi kafası karışarak. "Çoğu şair, yazar falan diye biliyorum. Hatta Aziz Nesin de buradaymış. Kim niye istemesin onları?"

O ana kadar olayı izlemekle yetinen ikinci adam ilk kez söze karıştı.

"Sen bakma buna oğlum, bilmediğinden uyduruyor boyuna." dedi ilk konuşan adamı göstererek. "Şehirde kimsenin kimseyle derdi yok, bu eylemi yapanlar küçük bir grup sadece. Çoğu da cahil cühela takımıdır ha, iki güne kalmaz niye eylem yaptıklarını bile unuturlar."

Genç adam hala anlayamamıştı olayı ancak ses etmedi. Zaten o sırada kapı açılmış ve içeriden orta yaşlı bir adam çıkmıştı.

"Aman efendim, lütfen kusurumuza bakmayın," dedi mahcup bir şekilde Hakkı'ya yaklaşarak. "Sekreterimiz pek tecrübesiz, sizin burada olduğunuzu daha yeni söyledi bana. Bilseydim önce sizin işinizi hallederdim."

Genç adam ne tepki vereceğini bilemedi. Daha önce görev yaptığı iki şehirde de karşılaşmıştı benzer durumla. İnsanlar mevkisini öğrenince ona ayrıcalık tanımaya çalışıyor, bir de bu yaptıklarının karşılığında takdir bekliyorlardı. Başlarda oturup tek tek her vatandaşın eşit olduğunu, hak etmediği bir ayrıcalığın makamını kötüye kullanması anlamına geleceğini izah etmeye çalışmıştı ama pek başarılı olduğu söylenemezdi. Bazıları onun alçak gönüllülük yaptığını düşünüp ciddiye almamış, bazılarıysa bunu bir zayıflık olarak algılayıp onu küçümsemeye kalkışmıştı. O nedenle bu sefer hiç uzatmadı.

"Ziyanı yok," diyerek mesafeli bir tavırla elini sıktı muhtarın. "Biz de bu esnada şehirde çıkan olayları öğrenmiş olduk."

Bakışlarını az evvel muhabbet ettiği yaşlı adamlara çevirdiğinde onların da gergin bir şekilde kendisine bakmakta olduğunu fark etti. Hiç tanımadıkları bir yabancıya yanlış bir şey söylemiş olmaktan endişelendikleri yüzlerinden açıkça okunuyordu. Onları rahatlatmak istercesine gülümseyip başıyla selam verdi, ardından Nazmi'yle birlikte muhtarın odasına geçtiler.

-*-

Muhtarlıktaki işlerini halledip adliyeye döndüklerinde saat üçü biraz geçiyordu. Koridorda ilerlerken istemeden insanların konuşmalarına kulak misafiri olmuştu. Herkes Kültür Merkezi'nin önündeki olayın iyice büyüdüğünden bahsediyordu. Memurlardan biri hararetli bir tavırla taşkınlık yapanların merkezin önündeki Ozanlar Anıtı'nı yıkmaya kalkıştığını, bunun üzerine belediyenin gidip alelacele Anıtı yerinden kaldırdığını anlatıyordu.

Hiç tanımadığı bu şehirde ilk günden tanık olduğu olaylar genç adamı tedirgin etmişti. Koridorda geri dönüp adliyeden dışarı çıktı. Biraz ötedeki ankesörlü telefona gidip önce oteli aradı, ardından oda numarasını vererek telefonu bağlamalarını istedi. Telefon çalmaya devam ettikçe endişesi büyüyordu adamın. Gülnihal'in onu beklemekten sıkılıp dışarı çıkmış olmasından korkuyordu.

Ancak tam ümidini kesip otele gitmeye karar vermişken açıldı telefon. Karısının sesini duyunca derin bir nefes aldı rahatlayarak. Genç kadın banyoda olduğu için telefonu geç açmıştı. Birazdan otelden çıkıp onun yanına geleceğini söylediğinde Hakkı onun sözünü kesti telaşla. Şehrin karışık durumda olduğunu söyleyerek otelde kalmasını tembihledi sıkı sıkı. Kendisi için endişelenmemesini, Adliyenin olayların olduğu yere uzak kaldığını da eklemeyi ihmal etmedi. Birkaç saat sonra görüşmek üzere vedalaşıp kapattılar telefonu. Ardından genç adam evrak işlerini bir an evvel halletmek için hızlı adımlarla adliyeye doğru ilerledi.

Eğer olacakları bilseydi, adliyeye asla geri dönmezdi.

-*-

"Bu keder tufanında / tutunacak bir dal gerek bana.."

(s.81)-William Shakespeare, Kuru Gürültü

Aniden bir ses duyuyorum ve bu beni geçmişten koparıp günümüze getirmeye yetiyor. Düşüncelerimden sıyrılıp sesin kaynağını anlamaya çalışarak etrafa kulak kabartıyorum. Birkaç saniye sonra hemen arkamda ayak sesleri çalınıyor kulağıma. Arzu'nun mezarında dolaşan ellerim öylece kalakalıyor. Damarlarımın birer adrenalin havuzuna dönüşerek genişlediğini duyumsuyorum.

İçimde arkama dönüp bakmaya yönelik şiddetli bir his belirse de engel oluyorum kendime. Gelenlerin farkına vardığımı belli etmemem lazım. Eğer tahminlerimde yanılmıyorsam az önce gördüğüm tinercilerin ayak sesleri bunlar. O kadar yakınımdalar ki polise haber vermeyi denesem henüz çantamdan telefonumu bile çıkaramadan kıskaçlarına alırlar beni.

O yüzden sükunetimi koruyarak elimi yavaşça toprağın üzerinde hareket ettirmeye başlıyorum. Ayak sesleri birkaç metre ötemde duyulurken yavaşça mezarın kenarında duran büyük taşa uzanıyorum. Tinercilerin ikisiyle birden başa çıkamayacağımın ben de farkındayım ancak onları şaşırtırsam belki kaçmak için zamanım olur.

Nefesimi tutarak doğru anın gelmesini, bana yeterince yaklaşmalarını bekliyorum. Yaklaşıyorlar da. Omzumda onlardan birinin elini hissettiğim anda şimşek hızıyla arkama dönüp elimdeki taşı tinercinin kafasına geçiriyorum.

Adam acıyla bağırarak geri çekilirken uzanıp çantamı kapıyorum. Ardından ayağa fırlayıp koşmaya başlıyorum. Daha birkaç adım atmışken arkamdan yükselen ses afallayarak durmama neden oluyor.

"Melek, dur!"

Şok içerisinde arkamı dönüyorum ve bakışlarımla bana adımla seslenen tinerciyi arıyorum. Ancak gördüğüm şey umduğumdan çok daha farklı oluyor. Karşımda duran kişi bir tinerci değil.

Patronum Emir Bey kafasından kanlar akarak şok olmuş bir şekilde bana bakıyor. Öyle bir ifade var ki yüzünde, Türkçede bunu tarif edebilecek bir kelime olduğunu sanmıyorum. Mesela evde soğanlı menemen yerken aniden kapı açılsa ve içeri bir unicorna binmiş Vedat Milor girip bana küfür etmeye başlasa benim yüzümde de aynen bu ifade oluşurdu. O derece absürt ve şoka uğramış bir ifade işte.

Ne halt yediğimin farkına varınca yıldırım hızıyla geri dönüyorum. Adamda nasıl bir izlenim uyandırdıysam, ona doğru koşmaya başladığımı görünce elime bakarak birkaç adım geriliyor istemsizce. Bunun üzerine duraklıyorum ve onun neye baktığını anlamaya çalışıyorum. Gözlerimle Emir Bey'in bakışlarını takip ettiğimde anlamam zor olmuyor, zira kafasını yardığım koca taşı hala elimde tutuyorum. Üzerinden damlayan kanı görünce avuçlarımda ateş parçası tutuyormuş gibi panikleyip uzağa fırlatıyorum taşı. Ardından bir parça rahatlamış görünen patronuma ilerliyorum yeniden.

"Emir Bey çok özür dilerim!" diyorum kafası kesilmiş tavuk gibi çırpınarak. "B-ben tinerci sandım sizi!"

Ne söylediğimin farkına, ancak Emir Bey'in yüzündeki ifadeyi görünce varıyorum. Şu bir gerçek ki, hayatta başıma gelen talihsizliklerin çoğunun altında, beynimin çenemden daha yavaş çalıştığı gerçeği yatıyor. Öyle ki, öldüğümde tıp dünyası için eşsiz bir kadavra olabileceğimden zerre kuşkum yok. Otopsi esnasında doktorlar kafamı bir açacaklar ve sürpriz! İçerisi neredeyse banka hesabım kadar boş. Aptalca gülümseyen ifademin bilim dergilerinin kapağını süslediğini şimdiden görür gibiyim.

"Y-yani siz tinerciye benzediğiniz için değil," diye düzeltmeye çalışıyorum yaptığım gafı. "Buraya gelirken tinerci gördüm ben ondan yani yoksa... Başınız çok kötü kanıyor ya!"

Hemen çantamdan selpak çıkartıyorum ve öne atılıp adamın kafasına bastırmaya çalışıyorum. Emir Bey yeniden acıyla inliyor ve bileğimden tutarak elimi kafasından çekiyor.

"Lütfen uzak dur," diyor benden kurtulmaya çalışarak. "Ben hallederim, gerçekten!"

Panikledikçe her şeyi daha kötü hale getirdiğimi fark etmem uzun sürmüyor. Derin bir nefes alarak kendimi sakinleştirmeye çalışıyorum. Tamamen olmasa da bir nebze diniyor heyecanım. Elimle Emir Bey'i oturması için yönlendirerek konuşuyorum.

"Tamam, sakinim," diyorum ciddi bir ses tonuyla. "Siz şöyle oturun, durumun ciddiyetine bakalım bir."

Emir Bey beni kuşkuyla süzüyor. Nihayet sakinleştiğime ikna olduğunda ise yavaşça ilerleyip gösterdiğim mezarın kenarına oturuyor. Yanına gidip oturuyorum ben de. Elimi eline doğru uzatıp izin istercesine ona bakıyorum. Bir süre hayatımda gördüğüm en güvensiz bakışlarla inceliyor beni. Pes ederek elini alnından çekiyor ve yarasına bakmama izin veriyor.

Kesiğin derinliğini anlamaya çalışsam da hala devam eden kanama buna engel oluyor. İki tane selpağı üst üste koyarak hafifçe alnına tampon yapmaya çalışıyorum. Ancak birkaç saniye geçmeden peçeteler kanla sırılsıklam oluyor. Bunun üzerine daha fazla uzatmıyorum, bir elimi Emir Bey'in alnına bastırırken diğer elimle kolundan tutup ayağa kalkması için çekiştiriyorum onu.

"Bu böyle olmayacak. Hastaneye gitmeliyiz."

"Emin misin?" diyor abartıp abartmadığımı anlamaya çalışırcasına. "Canım o kadar da çok yanmıyor aslında."

"Sıcağı sıcağına hissetmemeniz normal," diye onaylıyorum onu. "Ancak kesik gerçekten çok derin görünüyor."

Bir an onun yeniden itiraz edeceğini sanıyorum ancak doğru söylediğime ikna oluyor. Yüzünde bıkkın bir ifadeyle ayağa kalkıp elimi yeniden alnından çekiyor. Ona bir tane daha selpak uzatıp alnına bastırmasını izliyorum. Ardından patikanın girişine park ettiğini fark ettiğim arabasına doğru yürümeye başlıyoruz.

Koltuğa oturup emniyet kemerimi taktıktan sonra Emir Bey'e bakıyorum endişeyle. Emniyet kemerini takmak için elini alnından çektiği anda kesikten yeniden kan akmaya başlıyor. İki tane daha temiz selpak çıkarıp mahcup bir şekilde ona doğru uzanıyorum. Bu sefer daha nazik bir şekilde peçeteleri bastırıyorum alnına.

Emir Bey emniyet kemerini takarken belli belirsiz mırıldanıyor. "Teşekkürler."

"Özür dilerim," diyorum yeniden. "Ben gerçekten görmedim sizi."

"Biliyorum, sorun değil."

Yüzündeki ifade nezaketen böyle konuştuğunu haykırıyor resmen. Eğer katı cemiyet kuralları içerisinde yetiştirilmiş bir salon beyefendisi olmasaydı bana çok daha farklı cevaplar vereceğine eminim.

Emir Bey kemerini taktıktan sonra mendilleri tutmak için elini yeniden alnına götürüyor. Ancak bu sefer müsaade etmiyorum ona.

"Tek elle araba kullanamazsınız," diyorum itiraz ederek. "Kanama durana kadar tamponu ben yaparım."

Dönüp yüzünde o her zamanki soğuk ifadeyle bana bakıyor. "Yol boyunca böyle durabileceğine emin misin?"

Bakışlarımı kendime çevirdiğimde gerçekten de gülünç bir pozisyonda olduğumu fark ediyorum. Bacaklarımdan birini altıma alarak bedenimi öne doğru uzatıp sürücü koltuğuna eğilmiş durumdayım. Bir elimle arabanın ön kısmından destek alırken diğer elimle Emir Bey'in alnına tampon yapıyorum. Neyse ki yarası başının sağ tarafında. Eğer diğer tarafı yarmış olsaydım, tampon yapabilmek için boylu boyunca uzanmam gerekecekti. Oluşan manzarayı gözümün önüne getirince kendini halime şükretmekten geri alamıyorum. Emir Bey benden cevap gelmediğini görünce üstelemiyor. Anahtarı çevirerek arabayı çalıştırıp toprak yolda ilerlemeye başlıyor.

Yol boyunca pek konuşmuyoruz. Aslında hiç konuşmuyoruz desem daha doğru olur. Konuşmayı bırak, Emir Bey başını çevirip bulunduğum tarafa bakmıyor bile. Bazı insanları yanıp sönen ikaz lambalarına benzetiyorum. Fark edilmek için bir şey yapmalarına gerek yok, hiç konuşmasalar, hatta nefes bile almasalar da varlıkları kendini bir şekilde hissettiriyor. Kaçamıyorsunuz o insanlardan, buldukları en ufak boşluktan hayatınıza sızıp kendilerine bir krallık yaratıyorlar.

İşte Emir Bey, bu insanlardan biri olmaya dünya üzerindeki en uzak kişi. Kendini ortamdan soyutlamada ne kadar başarılı olduğunu bilmiyorum ancak canı istediğinde ortamı kendisinden kusursuz bir şekilde soyutlayabiliyor. Bazen öyle derin bir sessizliğe bürünüyor ki, sadece maddesel olarak değil manevi anlamda da kamufle ediyor kendini. Unutmak denilen ve bende zerresi bulunmayan o yeteneğe sahip birçok insanla karşılaşmıştım ancak istediği zaman kendini unutturabilme yeteneğini, Emir Bey dışında hiç kimsede görmedim.

-*-

2 Temmuz 1991

Yalnızca klavye ve daktilo tıkırtılarının duyuluyordu odada. En uçta, pencerenin önünde duran masada harıl harıl bir şeyler yazan bir kadın vardı. Kıvırcık kızıl saçları topuzundan fırlayıp kendisine komik bir hava katıyor, iri ve kemikli yüzüyle ilginç bir tezat oluşturuyordu. Korka korka masasına yaklaşan bir katip kadının ince dudaklarının sinirle gerilmesine neden oldu. Başını önünde duran kağıtlardan kaldırmadan konuştu adamla.

"Buyurun Tahsin Bey?"

"Şey... Suna Hanımcım... Yeni gelen savcımızın evrakları bittiyse..."

"Yeni gelen savcımız da pek sabırsız çıktı." diye söylendi kadın önündeki kağıtları kurcalayarak. "Bu gidişle zor barınır buralarda."

"Efendim öyle söylemeseni-"

Kadın öfkeli bir cevap vermek üzere başını kaldırdı. Ancak katibin yanında duran adam sözlerinin boğazına dizilmesine sebep olmuştu. Yüzünde keyifli bir gülümsemeyle kendisine bakan savcıyı gördüğünde bir an ne yapacağını şaşırdı. Eli ayağı birbirine dolaşmış, dirseği altında kalan kağıtlar ezilerek buruşmuştu.

"Lütfen devam edin," dedi genç adam eliyle nazik bir hareket yaparak. "Kariyerime dair görüşleriniz son derece ilgi çekiciydi."

Odadaki diğer memurların işlerini bırakıp onları izlediğini fark edince utançtan yerin dibine girdi kadın. Neredeyse oğlu yaşında bir delikanlıdan azar yiyeceği gerçeği yüzünün kıpkırmızı olmasına neden olmuştu. Neyse ki o sırada aniden açılan kapı kadını cevap verme mecburiyetinden kurtardı. İçeri gür bıyıklı orta yaşlı bir adam dalıvermişti telaşla. Normalde bu davranışı için adamı bir güzel azarlardı ancak şimdi tek yapabildiği susup savcının onu rahat bırakması için dua etmek olmuştu.

"Efendim özür dilerim," dedi orta yaşlı adam koşarak savcının yanına gelip. "Durum acil olmasa böyle gelmezdim."

Savcı keskin bir el hareketiyle durdurdu onu. "Ne oldu, Nazmi?"

"Şu eylemciler vardı ya," dedi adam neredeyse bıyıkları titreyerek. "Kültür Merkezi'nin önünden ayrılmışlar, Aziz Nesin'in kaldığı oteli basmaya gitmişler."

Hakkı'nın yüreğine aniden bir bıçak saplanmıştı. Yine de korkarak sordu. "Hangi otel bu?"

Şoför bir an ne diyeceğini bilemeyerek yutkundu. Ardından elinin tersiyle alnındaki teri silerek itiraf etti gerçeği. "Sizin kaldığınız otel efendim," dedi yüzünde çaresiz bir ifadeyle. "Otel Madımak'ın etrafını sarmışlar."

Duyduğu sözler birer uğultu halini alıp kulaklarında dans etmeye başlamıştı genç adamın. Karısı tehlikenin göbeğinde mahsur kalmıştı, üstelik bunu ondan isteyen de bizzat kendisiydi. Eğer Gülnihal'e otelde kalmasını söylemeseydi şimdi adliyede yanında ve güvende olacaktı.

Şoföre cevap verme gereği duymadı. Kendisine seslenen memur kadına aldırmadan aceleyle kapıya yöneldi. Adliye koridorlarından koşarak geçerken insanlar şaşkınlıkla dönüp ona bakıyordu. Peşinden koşturan şoförle birlikte arabaya vardığında bir an bile durmadılar. Neyse ki yollar açıktı, böylelikle otelin bulunduğu sokağa varmaları on dakika bile sürmemişti.

Sokaktaki manzarayı görünce nefesinin kesildiğini hissetti genç adam. Otelin önünde meydanda gördüğü ufak kalabalıktan çok daha fazlası vardı. 4-5 bin kişi tüm sokağı hıncahınç doldurmuş, insanın kanını donduran bir öfkeyle slogan atıyorlardı. Arabanın daha fazla ilerleyemeyeceğini fark edince şoföre durmasını söyledi. Ardından dışarı çıkıp koşarak kalabalığın arasına karıştı.

Nazmi ne yapacağını bilememişti. Genç savcının yanlış bir şeyler yapması halinde canhıraş kalabalık tarafından linç edilmesi işten bile değildi. Etrafa göz attığında beş yüze yakın polis çarptı gözüne, infiali önlemekte yetersiz kalacakları ayan beyan ortadaydı. Bunun üzerine ani bir kararla o da indi araçtan, genç adamın peşinden bağırarak kalabalığa daldı.

-Saat 17:00 civarı-

Genç adam kalabalığın arasında öylesine sıkışmıştı ki bir adım dahi ilerleyemiyordu. Başta çevresindeki insanlara karısının otelde olduğunu söyleyerek kendine yol açmaya çalışmıştı ancak bu sözler insanlar üzerinde ters etki yaratmıştı. Hakkı'nın da şenlik için gelenlerden biri olduğunu sanıp onu tartaklamaya başlamışlardı. Neyse ki son anda yetişmişti Nazmi, cebinden tabancasını çıkarıp havaya bir el ateş ederek öfkeli kalabalığa bir savcıyı linç etmek üzere olduklarını söylemişti.

Bunun üzerine insanlar onlara yol açmaya çalışmıştı ancak sokakta sayısı gittikçe artan binlerce kişiye kıyasla çok küçük bir kitleydi bu. Birkaç metre ilerledikten sonra yeniden etten bir duvar halini almış kalabalığa hapsolmuşlardı.

Genç adam uzun boylu olmanın avantajıyla otelin önünü görebiliyordu ancak bu onu daha da çaresiz bırakmaktan başka bir işe yaramıyordu. İnsanların kaldırım taşlarını sökerek otele fırlatmaya başladığını görünce daha fazla dayanamayarak beylik tabancasına götürdü elini. Diyarbakır ve Erzincan'da görev yaptığı için gider gitmez kendisine beylik tabancası verilmişti. Bugüne kadar eline bile almasına gerek kalmamıştı onu, şimdiyse kullanmasına ramak kalmıştı.

-Saat 19:00 civarı-

Otelin önündeki göstericilerin sayısı 15.000 kişiye ulaşmıştı. Askeri birliklerin sokağa giriş yapmasıyla kalabalıkta ani bir dalgalanma oluştu. Göstericiler tedirgin olmaya başlamış, bazıları fırsattan istifade sokak aralarına dalarak kaçmıştı. Ancak saatler ilerledikçe kalabalık hepten cesaretlenmiş, eylemler yeniden hız kazanmaya başlamıştı. Asker kendisine emir verilmediği için silahına davranamıyor, sadece otelle binlerce kişilik kalabalık arasında zayıf bir duvar meydana getiriyordu.

Gönderilen tomaların sokağa girişi kalabalık tarafından engellenmişti. Birkaç kişinin sokaktaki arabaları ateşe vermesiyle ortalık aniden bir can pazarına dönüşüvermişti. Hakkı hala çaresizce kalabalığı yarmaya çalışıyordu. Saatlerdir verdiği uğraş az da olsa işe yaramış, otelin önüne iyice yaklaşmasına olanak sağlamıştı.

Yanan arabalardan yayılan alevlerin otele sıçramasıyla toplulukta ciddi bir hareketlenme meydana geldi. Eylemciler oteli sarmaya başlayan alevleri gördükçe sevinç naraları atıyorlardı. Genç adam durumun geri dönülmez bir yere gittiğine emin olmuştu. Hiç düşünmeden beylik tabancasına davranıp havaya iki el ateş etti.

Silah sesi kalabalık üzerinde tesirini göstermişti. Çevresindeki insanların itişerek kenara çekilip ondan uzaklaşmasını izledi genç adam. Açılan boşluktan faydalanarak ileri atılıp otele doğru hamle yaptı. Ancak fazla ilerleyemeden kolluk güçleri engel olmuştu ona.

"Müdahale etmek için neyi bekliyorsunuz?!" diye bağırdı kendisini sürükleyen görevliye. Silahlı görevli ona cevap vermedi, doğruca amirinin yanına götürdü genç adamı.

Hakkı yüzünde çaresiz bir ifadeyle kendisine bakan adamı gördüğünde neden müdahale etmediklerini anlamıştı. Birlik sayıca çok azdı, kaldı ki hala müdahale emri verilmemişti.

"Sen de kimsin be adam?!"

Genç adam kendisine bağıran silahlı görevliye çevirdi başını. Cebinden adliye giriş kartını çıkartıp görevliye uzattı. "Cumhuriyet Savcısı Hakkı Karadağ."

Görevli kartı inceledikten sonra cevap vermeden geri çekildi. Bu sefer sözü amirleri olduğu anlaşılan adam devralmıştı.

"Hemen burayı terk etmelisiniz, Sayın Savcım." dedi kati bir ses tonuyla. "Sizin başınıza bir iş gelirse bunun hesabını hiçbirimiz veremeyiz."

"Peki ya içeride yanan insanlar? Onların hesabını kim verecek?" Ardından dönüp eliyle en önlere sızmayı başarmış gazetecileri gösterdi. "Basın bu kalabalığı yarabiliyorsa itfaiye de gelebilir pekala."

O esnada itfaiye lafını duyan eylemcilerden biri öfkeyle ileri atıldı. Gözü dönmüş adam elinde kocaman bir kaldırım taşı tutuyordu. Genç adam tehlikeyi son anda fark etmişti, silahını havaya doğrultup bir el ateş ettikten sonra öfkeyle bağırdı kalabalığa.

"Geri çekilin!" dedi öfkeli topluluğun üzerine yürüyerek. "Yoksa hepiniz anayasal düzeni zorla bozmaya çalışmak suçundan yargılanacaksınız!"

Bu sözleri göstericilerin bir kısmı üzerinde etkili olmuştu. Devlete başkaldırmanın cezasını hepsi az çok tahmin edebiliyordu. Darağacının iması bile korkuyla geri çekilmeleri için yeterli bir sebepti. Bu geçici geri çekilme oteldekilere yardım edilmesi için gereken fırsatı tanımıştı bile. Kalabalığın biraz olsun sakinleşmesi üzerine itfaiye araçları kendilerine bir geçiş yolu bulmuşlardı. Kısa süre içerisinde otelin önüne gelerek telaşla kurtarma çalışmalarına başladılar.

Yarım saat içerisinde ilk kazazedeler kurtarılmıştı otelden. Mahsur kalanlardan bazıları canını hiçe sayarak otelin yanındaki parti binasına geçmeye çalışıyordu. Kurtarma çalışmaları sürerken genç adam daha fazla dayanamayarak kaldırıma oturdu. Yüzü gözü is lekesi içinde kalmış, otelden çıkmadan önce karısının elleriyle giydirdiği beyaz gömleği süklüm püklüm dışarı sarkmıştı. Nazmi sessizce yanına otururken zaten gevşemiş olan kravatını çekiştirdi hırsla, çıkarıp öfkeyle kaldırıma fırlattı.

"Çok yanlış yaptın beyim."

Yaşlı şoför sanki kendi kendine konuşur gibi sakin bir edayla söylemişti bunu. Hakkı ona verecek bir cevap bulamadı zira şoförü sonuna kadar haklıydı. Yetkisinin çok ötesinde işlere kalkışmıştı bugün, sadece beylik silahını ateşlemesi bile çok ciddi bir soruşturmadan geçmesine yetecekken üstüne bir de kolluk güçlerine emir vermeye kalkması meslekten atılmasına sebep olacaktı.

Ne var ki, yaptıkları için zerre pişmanlık duymuyordu. Gülnihal otelde mahsur kaldığı için çıkmamıştı zıvanadan. Böyle bir manzaraya hangi koşullar altında şahit olursa olsun, yine aynı şeyleri yapardı.

"Nesin geliyor! Aziz Nesin'i alıyorlar!"

Duydukları üzerine aniden ayağa fırladı genç adam. Başını kaldırıp insanların işaret ettiği yere, itfaiye merdivenin tepesine baktı heyecanla. Gerçekten orada kır saçlı bir adam vardı, itfaiyecinin desteğiyle kenarlara tutunarak aşağı iniyordu yavaşça. Hakkı içinde yeşeren umuda engel olamadı, boşuna değildi yaptıkları. Meslekten ihraç edilme korkusu gördüğü manzara karşısında buhar olup uçmuştu.

Ancak kır saçlı adam tam merdivenin ortasındayken kalabalıktan birinin küfür ederek ileri atıldığını gördü. Güvenlik güçleri eylemciye engel olamadan öfkeli adam elindeki koca taşı Aziz Nesin'in başına isabet ettirmişti bile. Kalabalık heyecanla bağırmaya başlarken genç adam istemsizce ileri atıldı. Merdivendeki kır saçlı adam çarpmanın etkisiyle dengesini kaybetmiş, aşağı yuvarlanarak öfkeli kalabalığın arasına düşmüştü.

Hakkı bir an bile düşünmeden davrandı tabancasına. Kalabalığın yaralı şairi linç etmesi an meselesiydi. Ancak o silahını çıkarmaya fırsat bulamadan polisler ileri atılıp kalabalığa dalmıştı. İnsanları güç kullanarak yerde yatan adamın çevresinden uzaklaştırmalarını izledi bir süre. Çok geçmeden Aziz Nesin kalabalığın arasından çıkarılmış, sokağın çıkışında bekleyen ambulanslara doğru taşınmaya başlamıştı.

Genç adam rahatlayarak geri döndü durduğu yere. Henüz birkaç adım atmıştı ki üst kattaki itfaiyecilerden birinin sesi çalındı kulaklarına.

"Burada bir ölü var!" diye bağırıyordu yukarıdaki adam. "Esmer, genç bir kadın!"

-*-

Hastaneye vardığımızda buradaki işin sandığımdan da uzun süreceğini anlıyorum. Ben sadece dikiş atıp bırakacaklarını düşünmüştüm ancak önce tomografi çekip adını bilmediğim bir iki şey yapacaklarını söylüyorlar. Emir Bey bana beklememe gerek olmadığını söylese de ona itiraz ediyorum. Adamın kafasını yardığım yetmezmiş gibi bir de hastaneye bırakıp kaçacak değilim sonuçta.

Emir Bey içerideyken bekleme odasına geçip koltuğun birine çöküyorum. Aklım hala tablo bilmecesiyle uğraşırken çalan telefon sesi beni kendime getiriyor. Etrafıma bakındığımda sesin masanın üstündeki telefondan geldiğini görüyorum. Emir Bey tomografi için üzerindeki metal eşyaları çıkarırken telefonunu burada unutmuş olmalı. Kararsız bir şekilde bakışlarımı kapıya dikiyorum ancak içeri dalmaya cesaret edemiyorum. O sırada telefonun sesi kesiliyor zaten.

Telefon çok geçmeden yeniden çalmaya başlıyor. Danışmada oturan hemşirenin ters ters baktığını fark ediyorum. Telefonu sessize almak için ayağa kalktığımda sesi kesiliyor. Oflayarak dönüp yerime oturuyorum veee bingo! Oturduğum anda telefon tekrar çalıyor.

Bu sefer hiç düşünmeden yerimden fırlayıp telefonu elime alıyorum. Arayanın Özgür Abi olduğunu görünce bir an duraksıyorum. Telefonu nereden sessize alacağımı çözmeye çalışırken arama sona eriyor ve ekranda beliren mesaj gözüme çarpıyor.

-Özgür-

"ABİ TELEFONU AÇ, ÇOK ACİL"

Birkaç saniye sonra telefon yeniden çalmaya başlayınca mecburen açıyorum. Kulağıma götürdüğümde karşı taraftan Özgür Abi'nin sesi duyuluyor.

"Abi neredesin sen ya?!"

"Özgür Abi, dur," diyorum telaşla onun lafını keserek. "Benim, Melek."

Karşı tarafta bir anlık sessizlik oluşuyor. "Melek? Bir şey mi oldu?"

Ne diyeceğimi kestiremiyorum.

Özgür Abi ben koca bir taşla senin ağabeyinin kafasını Hz. Musa'nın denizi yardığı gibi yardım. Yalnız onda da amma kan varmış ha, temizinden üç litre pekmezi aktı da bana mısın demedi!

Evet, kulağa pek hoş gelmiyor. O yüzden durumu biraz daha yumuşatarak anlatmaya karar veriyorum.

"Emir Bey küçük bir kaza geçirdi," diyorum sesime sakin bir hava vermeye çalışarak. "Hastanedeyiz şu an ama durumu gayet iyi."

Yani... Umarım iyidir...

Özgür Abi meseleyi hiç uzatmıyor. "Hangi hastanedesiniz?"

Sözünü ikiletmeden ona adresi veriyorum. Ardından koltuğuma geçip ecelimin tomografiden çıkmasını beklemeye koyuluyorum. Acaba Emir Bey beni nasıl kovacak? Bana sıradan bir çalışanla aynı muameleyi uygulamayacağına eminim. Onun kariyerinde özel bir kovulma vakası olmayı hak ettiğime inanıyorum. Sonuçta özgeçmişim habersiz işe gitmemek, patronu evine kadar getirip hiçbir şey olmamış gibi davranmak, mezarlıkta adamın kafasını yarmak gibi birbirinden farklı deneyimlerle süslü.

Mesela yarın şirkete gittiğimde beni kırmızı halıyla karşılıyorlarmış. Kapıdan girdiğim anda başımdan aşağı konfeti falan atılıyormuş, duvarlar K O V U L D U N harflerinden oluşan balonlarla süslüymüş. Genel müdür kürsüye çıkıp sevinç gözyaşları içinde bir daha hukuk sektöründe hakim tokmağı olarak bile çalışamamamı garantileyecek referans mektubumu okuyormuş. Mektup biterken herkes coşkuyla alkışlamaya başlıyor, sonra Emir Bey dizlerinin üzerinde çökerek bana "Şirketimden defolup gider misin?" diyormuş.

Nadir bir beyin yetmezliğinin ürünü olan hayalim telefonuma gelen mesajın sesiyle yarıda kesiliyor. Kovulma fantezilerime kısa bir süreliğine ara vererek telefonumu elime alıyorum. Ekranda gördüğüm isim küçük çaplı bir şok geçirmeme neden oluyor.

ZÜPPE

"Neredesin, Melek?"

Ağzım ayran budalası gibi açık kalıyor. Aras'ın benim telefonumda ne işi var? Üstelik züppe şeklinde kayıtlı olarak! Onu rehbere kaydetmeyi geçtim, numarasını bile bilmiyorum ki ben. Hengamenin arasında tinerci-savar taşımı kendi kafama da geçirip geçirmediğimi hatırlamaya çalışarak boş boş bakıyorum ekrana. Çok geçmeden telefonum yeniden titriyor ve ikinci bir mesaj geliyor.

ZÜPPE

"Kolayca tanıyabilmen için kendimi böyle kaydetmiştim aslında. Yoksa bilmediğim yeni bir lakabım mı var?"

İkinci mesajıyla birlikte idrak kanallarım aktif hale geliyor ve numarasının bende ne aradığını anlıyorum. Ben onun evinde hasta yatarken telefonumu kurcalamış piç kurusu! Gerçi buna şaşırıyor olmam da başlı başına bir ironi. Beni kazan dairesinde alıkoymaktan çekinmeyen adamın kişisel mahremiyetime saygı duyup telefonuma dokunmamasını beklemek büyük aptallık olurdu. Fakat bu yine de ona taktığım lakabı nereden bildiğini açıklamıyor. Arzu söylemiş olabilir mi? Sanki karşımda biri varmış gibi başımı iki yana sallayarak bu fikri reddediyorum. Arzu bu lakaptan nefret ederdi, gidip züppeye söylemiş olması mümkün değil.

Aras'a yüreğimin en derin köşelerinden kopup gelen içten ve küfür dolu bir mesaj yazarken bekleme odasının kapısı açılıyor. Özgür Abi'nin odaya daldığını görünce züppeye haddini bildirme işini daha sonraya erteliyorum.

"Abim nerede?" diyor yanıma gelip telaşla. "Ciddi bir şey yok değil mi, Melek?"

"Emir Bey gayet iyi," diyorum onu rahatlatmaya çalışarak. "Birkaç dakikaya çıkar içeriden."

Gerçekten de öyle oluyor. Ben henüz cümlemi bitiremeden diğer kapı açılıyor ve yanında bir hemşireyle birlikte Emir Bey görünüyor. Alnına baktığımda yarasını temizlediklerini fark ediyorum. Kan lekeleri olmadan alnındaki kesiğin ciddiyeti çok daha net görülüyor. Bunun benim eserim olduğunu hatırlamak midemin endişeyle kasılmasına sebep oluyor.

"Abi ne oldu alnına?!"

Özgür Abi iki kat daha telaşlanarak Emir Bey'in yanına koşuyor. Görünmez olmayı dileyerek duvarın kenarına siniyorum ben de. Emir Bey kardeşinin bu içten ve endişeli tavrına her zamanki gibi son derece robotik bir tepki veriyor.

"Senin burada ne işin var?" diyor soğuk bir ses tonuyla. Ardından bakışlarını bir şey ararcasına odanın içinde gezdirmeye başlıyor. Gözleri beni bulduğunda içimde duvarın içinde kaybolmaya yönelik şiddetli bir istek belirdiğini duyumsuyorum.

Neyse ki abisinin bu soğuk tavırlarına idmanlı olan Özgür Abi onu umursamıyor bile. Onların konuşmasını fırsat bilerek ben de yavaşça kapıya doğru ilerleyip dışarı süzülüyorum. Emir Bey'in delici bakışlarının menzilinden çıkmak bir nebze de olsa rahatlamamı sağlıyor. Koridordaki sandalyelerden birine çöküp onların çıkmasını ve bana nazikçe kovulduğumu söylemelerini beklemeye başlıyorum.

Çok geçmeden kapı açılıyor ve Özgür Abi dışarı çıkıyor. Yalnız başına. Gelip yanıma otururken aklımdan türlü türlü senaryolar üretmeye başlıyorum. Neyse ki Özgür Abi engin hayal gücüm iyice sapıtmadan duruma el koyuyor.

"Tomografi temiz çıkmış," diyor bana dönerek. "Kafasına dikiş attıktan sonra taburcu edecekler."

"Ben çok sevindim..." diyorum kuru bir sesle.

Ortamda titreyip duran telefonumun sesi dışında hiçbir ses duyulmuyor bir süre. Rahatsız olarak telefonumu sessize alıp sükuneti mutlak hale getiriyorum. Kendimi öyle çok mahcup hissediyorum ki dönüp Özgür Abi'ye bakamıyorum bile. Eminim beni işe aldırdığına bin pişman olmuştur. Üstelik bu yediğim halttan sonra Nazan Hanım da bana destek olmayacaktır. Boynumu büküp Özgür Abi'nin kovulma konuşmasına girmesini bekliyorum. Ancak konuşmuyor.

Onun yerine birden kahkaha atmaya başlıyor Özgür Abi. Dönüp hayretle onun karnını tuta tuta gülmesini izlemeye başlıyorum. Başını çevirip bana bakıyor ve şaşkın surat ifadem her nasılsa onun daha da şiddetle gülmesine sebep oluyor. Bastırmaya tenezzül bile etmediği kahkahalarının arasında kesik kesik konuşmaya çalışıyor benimle.

"Sen... Cidden yaptın mı?" diyor adeta boğulurcasına. "Abimin kafasına... Hem de koca taşla..."

Harika. Emir Bey olayı kardeşine anlatırken hiçbir detayı atlamamış.

"B-ben... Bilerek olmadı," diye beceriksizce savunmaya çalışıyorum kendimi. "Onu ş-şey, tinerci sandım o yüzden..."

"Tinerci mi sandın?!" Özgür Abi gözlerini hayretle açarak koca bir kahkaha daha patlatıyor. "Sen gerçekten Emir Bozkıroğlu'nu tinerci mi sandın? Tanrım sana geliyorum!"

Onun durumla bu kadar eğlenmesi biraz bozulmama sebep oluyor. Tamam, aptallıklarım bazen gerçek bir mizah şölenine dönüşebiliyor ama... Eh, sonuçta burada kovulmak üzereyim yani. Özgür Abi kahkaha atarken bir an durup ona bakıyorum. Yoksa kovulmak üzere değil miyim?

"Bana kızgın değil misin?" diyorum Özgür Abi'ye gözlerimi kırpıştırarak.

"Oradan bakınca kızmış gibi mi duruyorum, Melek?"

"Eh, hayır. Zaten sen hiçbir şeye kızmazsın ki," diye itiraf ediyorum dürüstçe. "Ama Emir Bey çok kızdı. Sanırım bu sefer beni gerçekten kovacak."

"Saçmalama, kovulma falan yok," diyor yüreğime su serperek. "Hem sen abimin kızgın olmadığını ne zaman gördün ki? Halinden memnun görünmesi için gerekli yüz kasları eksik onda."

Özgür Abi'nin sözleri üzerine ben de kendimi tutamayıp gülmeye başlıyorum. Kovulmadığım için mutluyum ama en çok da Özgür Abi'nin bana kızgın olmamasına seviniyorum. Rahatlayarak etrafıma bakınıp hastaneyi incelemeye başlıyorum. Geldiğimden beri öylesine stresliydim ki bulunduğum ortamın farkına bile varamamıştım.

Oysa normal bir devlet hastanesinden çok farklı bir yer burası. Koridorda duvar diplerine konuşlanmış koca koca saksılar bulunuyor. Bekleme odasındayken farkına varmamıştım ama orada oturduğum koltuk bizim evdeki koltuklardan bile daha rahattı. Koridordaki sandalyeler ise sıradan demir oturakların aksine ahşaptan yapılma, kolçaklarında zarif işlemeler bulunan mobilyalardan.

Başımı çevirip de duvardaki tabloları görünce ansız bir çağrışımın peşine takılıp düşüncelere dalıyorum. Aklım hastane ortamından soyutlanıp atölyede gördüğüm tabloya gidiyor yeniden. Cehennem tablosuna...

O tabloda bir şeyler olduğuna adım gibi eminim. Belki de Arzu'nun ölümünün altında yatan sebep bu kadar basit ve yakınımda duruyordur. Yine de aklıma yatmayan noktalar yok değil. Tabloya sadece bir kez dokunmak, beni günlerce hasta yatırmaya yetmişti. Oysa Arzu uzun zamandır resim yapıyordu, o boyalara kaç kez dokunduğunu hayal bile edemiyorum. Beni tek seferde yatağa düşüren şeyden Arzu'nun bu kadar yavaş etkilenmesi mümkün müydü?

Belki de sadece son tablosunda kullandığı boyalar zehirlidir diye düşünüyorum kendi kendime. Fakat bunu diğer tablolara da ulaşmadan bilmem mümkün değil. Emir Bey Arzu'nun eşyalarını evde tutmadıklarını söylemişti. Kastettiği şey onları çöpe attıkları mıydı yoksa birilerine mi verdiler? Eğer tabloları çöpe atmadılarsa şu an bir sürü insan tehlike altında demektir. Üstelik en başta Bozkıroğlu Ailesi geliyor. Ya evdekilerden biri atölyeye gidip tıpkı benim yaptığım gibi tabloya dokunmaya kalkarsa?

Aklıma gelen bu korkunç ihtimal beni harekete geçmeye zorluyor. Yanımda oturmuş telefonuyla uğraşan Özgür Abi'ye dönüyorum aniden.

"Özgür Abi, bir bakar mısın?" diyorum havadan sudan muhabbet ediyormuş gibi bir edayla. Bakışlarını ekrandan alıp yüzüme dikiyor. "Arzu'nun yaptığı tablolar... Onlara ne oldu biliyor musun?"

Bir an durup düşünüyor. "Neden sordun ki?"

"B-ben onun sanatına hayrandım..." diyorum aptal gibi kekeleyerek. "Yani... Eğer sizin için de sakıncası yoksa onun tablolarını hatıra olarak saklamak isterim."

Özgür Abi bir an ne söyleyeceğini bilemiyormuş gibi görünüyor. "Arzu'nun eski tablolarını görmen mümkün değil..."

"Biliyorum, Emir Bey tabloların atıldığını söylemişti," diye sözünü kesiyorum onun. "Diğer eşyalarıyla birlikte bir yerlere verilmiştir diye düşündüm ben."

"Hayır, tablolar atılmadı." diyor Özgür Abi başını umutsuzca sallayarak.

"İyi ama Emir Bey-"

"Ağabeyim aile meselelerini anlatmaktan pek hoşlanmaz, o yüzden öyle söylemiştir," diye cevap veriyor bana. Sonra uzanıp elimi sıkıyor sevecenlikle. "Ama bence sen de aileden sayılırsın, o yüzden bilmende sakınca yok. Tablolar... Onlar yandı, Melek. Daha doğrusu yakıldı."

Şaşkınlık içerisinde Özgür Abi'ye bakıyorum. Tabloların yakılmasının tek bir açıklaması olabilir. Onları yakan kişi zehirli olduklarını biliyordu. Duyacağım cevaptan korkarak Özgür Abi'ye soruyorum.

"Tabloları kim yaktı?"

Bir an durup derin bir nefes alıyor ve cevap veriyor. "Arzu."

"N-nasıl?"

"Ölmeden bir hafta önceydi sanırım," diyor hatırlamaya çalışarak. "Sinir krizi geçirip tüm tablolarını yakmaya kalkıştı. Engel olmaya çalışsak da pek başarılı olamadık. Abim sadece son çizdiği tabloyu kurtarabildi, henüz bitmediği için o tablo diğerlerinden ayrı yerde duruyordu."

"Cehennem tablosu..." diye mırıldanıyorum. "Size yemeğe geldiğim akşam görmüştüm."

"Desene çok şanslısın," diyor Özgür Abi tebessüm ederek. İçimden ne demezsin diye cevap vermek geliyor. "Bir gün son gelseydin tabloyu evde bulamayacaktın."

Şaşkınlıkla gülümsüyorum ona. "Neden ki?"

"Tabloyu kimsesiz çocuklar yararına düzenlenecek bir sergi için bağışladık," diyor Özgür Abi gururla. "Contemporary İstanbul'da yer alacak."

Bir an boğulur gibi oluyorum. Sanat ve sanat dünyasıyla olan ilişkim selamlaşma seviyesinin ilerisine geçebilmiş değil. Buna rağmen ben bile Contemporary İstanbul'un ne olduğunu biliyorum. Yılda bir kez düzenlenen ve günlerce süren çok kapsamlı bir sanat fuarı burası. Tüm sanat camiasının toplu halde görülebileceği nadir etkinliklerden biri.

Ve bu yıl düzenlenecek fuarın ortasında saatli bir bomba bulunacak.

-*-

Kafayı yememek için olağanüstü bir çaba sarf ederek durumu gözden geçirmeye çalışıyorum. Tabloların yandığını duyduğumda bunu yapan kişinin boyalardaki zehirden haberdar olduğunu düşünmüştüm. Ancak tabloları yakan kişinin Arzu olması durumu baştan aşağı değiştiriyor. Belki de gerçekten sinir krizi geçirdiği için tabloları yakmıştır. Sonuçta zehirli olduklarını bilseydi kendisini öldüreceğini bile bile o boyaları kullanmazdı. Yoksa kullanır mıydı?

Nefesimin daraldığını hissediyorum. Ölürken beraberinde o kadar çok sır götürdü ki, ardında bıraktığı düğümün içinden, ne yaparsam yapayım çıkamıyorum. O yaşarken farkına varamamıştım ama kapalı bir kutuydu Arzu. Pandora'nın kutusu. İçinde barınan karanlık sırları hayal bile edemiyorum. Tek bildiğim şu ki, tıpkı Pandora'nın kutusu açıldığında olduğu gibi, Arzu'nun sırları açığa çıktığında da etrafa kaos hakim olacak.

Ah, Arzu... diye geçiriyorum içimden. Neden açmadın bana kendini? Sebebi neydi bu anlamsız gizemin, içinde kaybolduğum bu muammanın? Madem beni bilmecelerinle baş başa koyup gidecektin, hiç değilse geride bir ipucu bıraksaydın.

Ben düşüncelerimle boğuşurken Özgür Abi aniden aklına bir şey gelmiş gibi bana dönüyor.

"Bu arada bana hatırlat, sana bir şey vermem lazım," diyor içinde bulunduğum dehşeti fark etmeden. "Arzu sana bir mektup yazmış, geçen gün odasında tesadüfen buldum."

Donup kalıyorum.

Bir mektup... Arzu bana mektup yazmış. Üstelik bundan tam da içimden Arzu'ya serzenişte bulunurken haberim oluyor. Ürperiyorum aniden, diken diken oluyor tüylerim. Kendime geldiğimde Özgür Abi'ye soru sormak için ağzımı açıyorum ancak başka birisi benden önce davranıyor.

"Ne mektubu bu?"

Başımı çevirdiğimde bekleme odasına açılan kapının önünde duran Emir Bey'i görüyorum. Gömleği kan lekeleriyle dolu, alnında beyaz bir bandajla bize bakıyor.

"Aslında mektup olup olmadığından emin değilim," diyor Özgür Abi ona dönerek. "Melek'e bir şeyler yazmış sadece, üzerinde tarih falan da yoktu. Kağıdı açıp ne yazdığına bakmadım açıkçası."

"İyi yapmışsın," diyor Emir Bey omuz silkerek. "Neyse, gidelim hadi."

Özgür Abi'yle birlikte ben de ayağa kalkıyorum. İçimden Emir Bey'in yanına gidip tekrar özür dilemek geliyor ancak niyetimi anlayınca onaylamaz bakışlarıyla durduruyor beni. Daha fazla üstelemeyip ses çıkarmadan peşlerine takılıyorum. Dışarı çıktığımızda Emir Bey kendi aracına yöneliyor, Özgür Abi de eliyle kendi aracını işaret ediyor bana.

"Hiç gerek yok," diyorum başımı iki yana sallayarak. "Otobüs durağı az ileride zaten."

"Saçmalama, Melek," diyor Özgür Abi başını yana eğerek. "Sizin eve giden otobüsler geçmez buradan. Hadi bin arabaya."

"Özgür Abi, gerçekten gerek yok," diye üsteliyorum çaresizce. Tartıştığımızı gören Emir Bey aracını bırakıp bize doğru yürümeye başlıyor. "Hem zaten ben eve gitmiyorum ki, dersim var bugün."

Özgür Abi yeniden itiraz edecekken Emir Bey söze giriyor. Doğrudan kardeşine bakarak ters bir tavırla konuşuyor.

"Özgür sen hala burada mısın?"

Özgür Abi masum bir ifadeyle abisine bakarak beni şikayet ediyor. "Ne yapayım, Melek onu okula bırakmama izin vermiyor."

"Sen ciddi misin?" diye kardeşine parlıyor birden Emir Bey. "Cihan Bey toplantı için seni beklerken burada durmuş stajyerle mi inatlaşıyorsun gerçekten?"

Emir Bey'i dinlerken yüzüm utançtan alev alev yanmaya başlıyor. Aynı gün içinde belki de bininci kez yer yarılsa da içine girsem diye düşünüyorum. Emir Bey'le zaman geçirmenin en büyük yan etkilerinden biri de bu zaten. İnsan kendini sürekli yerin dibine girmeyi dilerken buluyor.

"Haklısın ya, ben onu unuttum!" diyerek elini alnına vuruyor Özgür Abi. Sonra yüzünde gördüğüm en hınzır sırıtışla abisine bakıyor. "En iyisi ben Cihan Bey'i daha fazla bekletmeyeyim, artık Melek'i de okula sen bırakırsın."

Sakince gülümseyen bir emoji var ya, işte ben kendimi onun kafasına silah dayayarak aynı şekilde gülümseyen versiyonu gibi hissediyorum. Özgür Abi bombayı kucağıma bıraktıktan sonra abisine tekrar geçmiş olsun dileyip hızla arabasına gidiyor. Ben henüz ağzımı bile açamadan aracına binip bize el sallayarak yanımızdan uzaklaşıyor. Emir Bey'e baktığımda adamın şakağındaki kasların seğirdiğini fark ediyorum. Yüz ifadesinden arabaya binip aracı üstüme sürmeyi hayal ettiği son derece açık bir şekilde belli oluyor.

O yüzden dönüp bana baktığında nefes bile almadan konuşuyorum. "Ben kendim giderim."

Bana cevap vermeden arkasını dönüp aracına ilerliyor. Fırsattan istifade ederek oradan gayet olağan ve normal bir şekilde saatte 200 km hızla koşarak kaçmaya niyetleniyorum. Ne yazık ki Emir Bey aracın kapısını açtıktan sonra bana dönüp ters ters bakıyor.

"Arabaya binecek misin?" diyor bana yiyorsa binme der gibi bir sesle. "Yoksa bunun için de evine davetiye mi getirmem gerekiyor?"

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro