XX
Jonathan Harker'ın güncesi
1 Ekim, akşam. -Thomas Snelling'i, Benthal Green' deki evinde buldum, ama ne yazık ki herhangi bir şey hatırlayacak durumda değildi. Oraya gideceğimi ve bira parası verebileceğimi bilmek onu baştan çıkarmış ve erkenden sarhoş olmuştu. Ama, dürüst, zavallı birine benzeyen karısından adamın, sandıkları birlikte taşıdığı ve yetki sahibi Smollet'in sadece yardımcısı olduğunu öğrendim. Bu nedenle arabayla Walworth'a gittim ve Mr. Joseph Smollet'i evde, ceketini çıkarmış, fincan tabağından çay içerken buldum. Dürüst ve akıllı bir adam, belirgin biçimde iyi ve güvenilir bir işçi ve kendine has bir aklı var. Sandıklara ilişkin olayın tümünü hatırladı ve pantolonunun arkasındaki gizemli yuvadan çıkarttığı ve içinde kalın, yarı silik bir kurşunkalemle hiyeroglif benzeri notlar bulunan köşeleri kıvrılmış mükemmel bir defterden sandıkların varış yerlerini verdi. Carfax'tan alıp arabaya doldurduktan sonra Chicksand Caddesi, Mile End New Town, 197 numaraya bıraktığı altı sandık olduğunu ve Jamaica Yolu, Bermondsey'e bıraktığı altı sandık daha olduğunu söyledi. Eğer Kont bu iğrenç sığınaklarını Londra'nın her yanına dağıtmak amacındaysa, bu yerler, ilk teslimat yeri olarak seçilmiş, böylece daha sonra daha ayrıntılı biçimde dağıtımı tamamlayabilir. Bu işin yapılışındaki bu dizgesel tavır, bana kendisini Londra'nın iki yanıyla sınırlandırmak amacında olmadığını düşündürdü. Şimdi kuzey kıyısının doğu ucuna ve güney kıyısının doğu ucuna ve güneye yerleşmişti. Kuzey ve batının hiçbir zaman şeytani tasarısının dışında kalması amaçlanmıyordu - hele ki, şehir merkezinin ta kendisiyle Londra'nın gözde kesimleri güneybatı ve güneydeki göbeği. Yeniden Smollet'le konuşmaya başlayıp ona Carfax'tan alınmış başka sandıklar olup olmadığını söyleyip söyleyemeyeceğini sordum.
Şöyle yanıtladı:
"Şey patron, bana çok iyi davrandın," -ona yarım altın vermiştim- "ve sana bildiğim her şeyi anlatacağım. Bloxam adında bir adamın, aşağı yukarı dört gece önce Pincher's Alley'deki Hare and Hounds Meyhanesi'nde arkadaşına Purfleet'teki eski evde çok tozlu bir iş yaptığını anlattığını duydum. Burada, pek böyle iş olmaz ve düşünüyorum da belki de Sam Bloxam size bir şeyler anlatabilir." Ona, bu adamı nerede bulabileceğimi sordum. Eğer bana adresi bulabilirse, bunun yarım altın daha değerinde olacağını söyledim. Böylece, çayının geri kalanını tek yudumda bitirdi ve araştırmaya hemen başlayacağını söyleyerek ayağa kalktı. Kapıda durdu ve şöyle dedi:
"Bana bakın, patron, sizi burada tutmanın anlamı yok. Sam'i yakında bulabilirim ya da bulamam, ama her durumda bu gece size çok şey anlatacak durumda olmaz. Sam, içmeye başladığında eşine az rastlanır biri olur. Eğer bana pul yapıştırılmış ve üzerinde adresiniz yazan bir zarf verebilirseniz, bu gece Sam'in nerede bulunabileceğini öğrenip size postalarım. Ama peşine sabah erkenden düşseniz iyi olur yoksa onu yakalayamayabilirsiniz, çünkü Sam bir önceki gece içtiği içkilere bakmaksızın erkenden kalkar."
Bu çok uygundu; böylece çocuklardan biri bir peniyle bir zarf ve bir yaprak kâğıt alıp para üstünü kendine saklamak üzere gitti. Kız, geri geldiğinde zarfa adresi yazıp pulu yapıştırdım ve Smollet bulduğunda adresi postalayacağına bir kez daha söz verince evin yolunu tuttum. Şöyle ya da böyle, iz üstüneyiz. Bu gece yorgunum ve uyumak istiyorum. Mina derin uykuda ve biraz fazla solgun görünüyor; gözleri, sanki ağlamış gibi duruyor. Zavallı sevgilim, kendisinden sır saklanıyor olmasının onu kaygılandırdığına kuşkum yok; bu da benim ve ötekiler için iki katı kaygılanmasına neden oluyor olabilir. Fakat böylesi en doğrusu. Bu şekilde hayal kırıklığı yaşamak ve kaygı duymak, sinirlerinin bozulmasından iyidir. Bu özel sessizlik yükünü omuzlarımda taşıdığım için kararlı olmalıyım. Hiçbir koşulda onunla bu konuyu konuşmamalıyım. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu zor bir iş olmayabilir, çünkü kendisi bir süredir bu konuda ketum davranıyor ve kararımızı ona açıkladığımızdan bu yana Kont ya da yaptıkları hakkında konuşmadı.
2 Ekim, akşam. - Uzun, zorlayıcı ve heyecanlı bir gün. İlk postayla, içine pis bir kâğıt parçası sıkıştırılmış, daha önceden üzerine adres yazılmış zarf geldi; kâğıtta marangoz kalemi ve geniş bir elyazısıyla şöyle yazılmıştı:
Sam Bloxam, Korkrans, Poters Meydanı, Bartel Caddesi, No: 4 Walworth. Yardımcıyı sorun.
Mektubu yataktayken almıştım ve Mina'yı uyandırmadan kalktım. Baygın gibi, uykulu ve solgundu ve hiç iyi görünmüyordu. Onu uyandırmamaya karar vermiştim, ama bu yeni araştırmadan geri döndüğümde onun Exeter'a dönüşüyle ilgili ayarlamaları yapacağım. Burada, bizim aramızda ve her şeyden habersiz olacağına, ilgisini çeken kendi günlük işleriyle kendi evinde daha mutlu olacağını düşünüyorum. Yalnızca Dr. Seward'ı bir anlığına gördüm ve bir şey bulur bulmaz geri gelip öbürlerine anlatacağıma söz vererek nereye gittiğimi söyledim. Arabayla Walworth,a gittim ve biraz zorlukla da olsa Poters M'eydanı\3ın buldum. Mr. Smollet'in bozuk elyazısı beni yanlış yönlendirmişti çünkü Potter's Meydanı yerine Poter's Meydanı'ın sormuştum. Ama meydanı bulduğumda Corcoran Pansiyonu'nu keşfetmekte hiç zorluk çekmedim. Kapıya gelen adama "yadımcı"yı sorduğumda başını iki yana salladı ve şöyle dedi: "Bilmiyorum. Burada öyle biri yok; lanet olasıca ömrüm boyunca hiç duymadım. Burada ya da herhangi bir yerde öyle biri olduğunu sanmıyorum." Smollet'in mektubunu çıkarttım ve meydanın adı konusunda aldığım yazım dersi bana yol gösterebilirmiş gibi geldi. "Görevin ne?" diye sordum.
"Yardımcıyım,' dedi. Hemen doğru yolda olduğumu anladım; Smollet'in telaffuz ettiği biçimde yazmış olması, beni yine yanlış yönlendirmişti. Yarım kronluk bahşiş, yardımcının bildiklerini kullanımına sundu ve Corcoran' da geçirdiği gece içtiği biralardan arta kalanlardan uyuyarak kurtulmakta olan Mr. Bloxam'ın Poplar'daki işi için bu sabah saat beşte çıktığını öğrendim. Bana o yerin ya da işin nerede olduğunu söyleyemedi, ama orasının bir tür "yeni türemiş depolardan" biri olduğuna ilişkin belli belirsiz bir düşüncesi vardı ve bu zayıf ipucuyla Poplar'a doğru yola çıkmak zorundaydım. Böylesi bir binaya ilişkin tatmin edici bir belirti bulana kadar saat on iki olmuştu ve bunu da bazı işçilerin öğle yemeklerini yedikleri bir lokantada bulmuştum. Bu adamlardan biri Cross Angel Caddesi'nde böyle yeni bir "soğuk hava deposu" inşa edilmekte olduğunu ileri sürdü; ve bu da "yeni türemiş depo" durumuna uyduğu için hemen arabayla oraya gittim. Gerginlikleri krallık parasıyla alınan asık suratlı bir bekçi ve daha da asık suratlı bir ustabaşıyla yapılan görüşme, beni Bloxam'a götürdü; kişisel bir konuda birkaç soru sormama izin vermesi için günlük ücretini ustabaşına ödemeye hazır olduğumu belirtmem üzerine adam çağrıldı. Konuşması ve duruşunun kaba olmasına karşın yeterince akıllı bir adamdı. Ona, vereceği bilgi için ödeme yapacağımı söyleyip avans verdiğimde Carfax ve Piccadilly'deki bir ev arasında iki yolculuk yaptığını ve ilk evden İkincisine kendisi tarafından bu amaç için kiralanmış at ve at arabasıyla dokuz büyük sandık - esaslı ağır şeyler"- taşıdığını söyledi. Piccadilly'deki evin numarasını söylemesini istediğimde şu yanıtı verdi:
"Şey, patron, ben. numaraları unuturum, ama büyük beyaz bir kilise ya da onun gibi bir şeyin yalnızca birkaç bina ilerisindeydi. O da, asla o lanet olasıca sandıkları aldığımız evin tozlu oluşu kadar olmasa da eski, tozlu bir evdi." "Eğer ikisi de o sırada boştuysa, evlere nasıl girdin?" "Purfleet'teki evde beni bekleyen yaşlı biri vardı. Sandıkları kaldırıp arabaya taşımama o yardım etti. Belamı versin, beyaz bıyıklı, zayıf bir ihtiyar olsa da, rastladığım en güçlü adamdı."
Bu sözler beni nasıl da korkuttu.
"Adam sandıkların bir ucunu, sanki çay taşıyormuş gibi kaldırıverdi, ama ben daha tuttuğum ucu kaldırana kadar oflayıp poflamaya başlamıştım - ki ben de tavuk değilimdir."
"Piccadilly'deki eve nasıl girdin?" diye sordum. "Orada da aynı adam vardı. Benden önce yola çıkıp oraya varmış olmalı, çünkü zili çaldığımda gelip kapıyı o açtı ve sandıkları hole taşımama yardım etti." "Dokuzunu da mı?" diye sordum.
"Evet; ilk yüklemede beş, ikinci yüklemede dört tane vardı. Epey susatıcı bir işti ve eve nasıl döndüğümü pek hatırlamıyorum." Sözünü kestim:
"Sandıklar holde mi bırakıldı?"
"Evet; büyük bir holdü ve sandıklardan başka bir şey yoktu." Daha fazla bilgi edinmek için bir girişimde daha bulundum:
"Anahtarın yok muydu?"
"Asla anahtar ya da öyle bir şey kullanmadım. Yaşlı adam, kapıyı o açtı ve arabayla uzaklaşırken o kapattı. Son seferi hatırlamıyorum - bira yüzünden."
"Ve evin numarasını da hatırlayamıyorsun, öyle mi?" "Hayır, efendim. Ama bu konuda zorluk çekmezsiniz. Üzeri kemerli girişi ve kapıya uzanan yüksek basamakları olan yüksek bina. Üç-beş kuruş kazanmak için gelen üç aylakla birlikte sandıkları taşıdığım için o basamakları biliyorum. Yaşlı adam onlara birer şilin verdi ve ne çok para aldıklarını görünce daha fazla istediler; ama adam içlerinden birini omzundan yakaladı ve adamlar küfrederek kaçana dek neredeyse onu merdivenlerden aşağı atacaktı." Bu betimlemeyle evi bulabileceğimi düşündüm ve böylece, arkadaşıma verdiği bilgi için ödeme yapıp Piccadilly'e gitmek üzere yola koyuldum. Yeni, acı verici bir bilgi edinmiştim: Belli ki, Kont toprak sandıklarını kendi başına taşıyabiliyordu. Eğer öyleyse, zaman çok değerliydi, çünkü artık belli sayıda dağıtım yapılmasını sağladığına göre kendi zamanlamasını seçerek, işi fark edilmeden tamamlayabilirdi. Piccadilly Meydanında taksiden indim ve batıya doğru yürüdüm; Junior Constitutional'ın arkasında, tarif edilen evle karşılaştım ve bunun Dracula tarafından düzenlenen bir sonraki sığınak olduğuna ikna oldum. Ev, uzun süredir içinde oturulmuyormuş gibi görünüyordu. Pencereleri toz kaplıydı ve kepenkleri açıktı. Tüm çerçeveler zamanla kararmış, demirin üstündeki boyanın çoğu çıkmıştı. Son zamanlara kadar balkonun önünde büyük ilan tabelası olduğu belliydi, ama hoyratça oradan sökülmüştü, tabelayı tutan direkler hâlâ orada duruyordu. Balkon demirlerinin arkasında, cilasız kenarları beyaz görünen bazı gevşek tahtalar gördüm. İlan tabelasını bütün olarak görebilmek için çok şey verirdim, çünkü büyük olasılıkla evin sahibi hakkında bazı ipuçları verirdi. Carfax'ın araştırılması ve satış işlemlerine ilişkin deneyimlerini hatırladım ve eğer bir önceki ev sahibini bulabilirsem, eve giriş için bir yol olabileceğini düşünmekten kendimi alamadım.
Şu an için Piccadilly tarafında öğrenilecek ve yapacak başka bir şey yoktu; bu nedenle, bu çevreden bir şey elde edilebilir mi diye bakmak için evin arka tarafına dolandım. Piccadilly'deki evlerin çoğu dolu olduğundan, ahırlar hareketliydi. Gördüğüm bir-iki seyis ve uşağa, boş ev hakkında bana anlatabilecekleri bazı şeyler olup olmadığını sordum. İçlerinden biri, evin yakın zamanda satın alındığını duyduğunu söyledi, ama kimden alındığını söyleyemiyordu. Ama yakın zamana kadar, "Satılık" olduğunu söyleyen ilan panosunun durduğunu ve belki de emlakçılar Mitchell, Oğulları & Candy'nin bana bir şeyler anlatabileceğini söyledi, çünkü panoda o şirketin adını gördüğünü hatırladığını sanıyordu. Fazla hevesli görünmek ya da haber kaynağımın bir şeyler anlayıp fazla tahmin yürütmesini istemediğim için, her zamanki tavrımla teşekkür edip oradan ayrıldım. Artık hava kararmaya başlamıştı ve sonbahar akşamı çökmekteydi, bu nedenle hiç zaman kaybetmedim. Berkeley'deki bir adres defterinden Mitchell, Oğulları & Candy'nin adresini öğrendikten kısa süre sonra onların Sackville Caddesindeki ofislerine ulaştım.
Beni karşılayan beyefendi, özellikle nazik tavırlı biriydi, ama eşit derecede de ağzı sıkıydı. Bana bir kez Piccadilly evinin -görüşmemiz sırasında bu binadan "konak" diye söz etti- satıldığını söyleyince işimizin bittiğini sandı. Ona, kimin satın aldığını sorduğumda gözlerini açtı ve yanıt vermeden önce birkaç saniye duraksadı: "Ev satıldı, beyefendi."
"Beni bağışlayın," dedim aynı nezaketle, "ama onu satın alan kişiyi öğrenmek istemek için özel nedenim var." Biraz daha uzun duraksadı ve kaşlarını daha da kaldırdı. Kısa ve öz yanıtı yine, "Ev satıldı, beyefendi," oldu.
"Elbette," dedim, "bu kadarını bilmeme izin vermekte sakınca görmezsiniz."
"Ama sakınca görüyorum," diye yanıtladı. "Müşterilerinin işleri, Mitchell, Oğulları & Candy'nin ellerinde mutlak güvendedir." Bu, açıkça birinci derecede kuralcılıktı ve onunla tartışmanın hiç yararı yoktu. Onunla onun yöntemini izleyerek konuşmanın en iyisi olacağını düşündüm, bu nedenle şöyle dedim:
"Müşterileriniz, sırlarını böylesi kararlılıkla koruyan bir koruyucuları olduğu için mutlu olmalılar. Ben de profesyonelim." Burada ona kartımı uzattım. "Bu olayda, meraktan bilgi istiyor değilim, yakın zamana kadar satılık olduğunu anladığı mülke ilişkin bilgi almak isteyen Lord Godalming adına hareket ediyorum." Bu sözler, işlere bambaşka renk kattı. Şöyle karşılık verdi:
"Elimden gelen bir şey olursa size ve özellikle de Lord hazretlerine yardımcı olmak isterim, Mr. Harker. Kendisinin Saygıdeğer Arthur Holmwood olduğu zamanlarda bir keresinde onun için bazı odalar kiralamakla ilgili küçük bir iş yürütmüştük. Eğer Lord hazretlerinin adresini almama izin verirseniz bu konuyu Şirket'e danışıp her koşulda bu gecenin postasıyla Lord hazretleriyle iletişime geçerim. Lord hazretlerinin istediği bu bilgiyle ilgili olarak kurallarımızdan sapabilirsek bizim için mutluluk olacaktır."
Düşman değil dost edinmek istediğim için teşekkür ettim ve Dr. Seward'ın adresini verdim ve oradan ayrıldım. Artık hava kararmıştı, yorgun ve açtım. Aerated
Bread Company'de bir fincan çay içtim ve bir sonraki trenle Purfleet'e indim.
Döndüğümde herkesi evde buldum. Mina yorgun ve solgun görünüyordu, ama canlı ve neşeli görünmek için yürekli bir çaba gösteriyordu; ondan bir şey saklamak zorunda kaldığımı ve böylece onun huzursuzluğuna neden olduğumu düşünmek yüreğimi burktu. Tanrı'ya şükür, bu, toplantılarımıza seyirci kaldığı ve ona güvenmememizin acısını hissedeceği son gece olacak. Onu, amansız görevimizin dışında tutmaya ilişkin bilgece karalılığımızı sürdürmek için tüm yürekliliğimi toplamıştım. Bir biçimde artık daha barışık görünüyor ya da konunun kendisi ona artık iğrenç geliyor gibi, çünkü ne zaman konuya kazara değinilse, cidden titriyor. Kararımızı zamanında aldığımıza seviniyorum çünkü böylesi bir duyguyla birlikte gittikçe artan bilgimiz onun için işkence olurdu.
Ötekilere, o gün öğrendiklerimi yalnız kalana kadar anlatamazdım, bu nedenle akşam yemeğinden sonra -akşam yemeğinin ardından da, kendi aramızda bile görünüşü kurtarmak için biraz müzik dinledik- Mina'yı odasına götürdüm ve yatması için orada bıraktım. Sevgili kızcağız bana karşı her zamankinden daha sevecendi ve sanki alıkoymak istercesine sıkı sıkı sarıldı bana, ama konuşulacak çok şey vardı ve oradan ayrıldım. Tanrı'ya şükür, olanları anlatmayı bırakmamız aramızda bir şey değiştirmedi.
Aşağıya geri döndüğümde, ötekileri çalışma odasındaki ateşin başında toplanmış buldum. Trende, o zamana kadar olanları günceme yazmıştım ve edindiğim bilgileri onlarla aynı biçimde paylaşmanın en iyi yolu olarak basitçe yüksek sesle okudum; bitirdiğimde Van Helsing şöyle dedi:
"Müthiş bir gün olmuş, dostum John. Kuşkusuz, kayıp sandıkların izindeyiz. Eğer tümünü o evde bulursak, o zaman işimiz sona ermek üzere demektir. Ama eğer eksik sandık varsa, onları bulana kadar aramayı sürdürmeliyiz. Sonra, son copumuzu indirir ve bu alçağı avlayıp gerçek ölümüne göndeririz. Bir süre hepimiz sessizce oturduk; birdenbire Mr. Morris konuştu:
"Söylesenize! O eve nasıl gireceğiz?"
"Öbürüne girdik ya," diye yanıtladı Lord Godalming çabucak.
"Ama Art, bu başka. Carfax'a zorla girdik, ama bizi koruyan gece ve duvarlarla çevrili yeşilliğimiz vardı. Gece ya da gündüz, Piccadilly'de hırsızlık yaparcasına eve girmek çok farklı bir şey olacak. O beş para etmez emlakçı bize anahtar bulamazsa nasıl içeri gireceğimizi anlamadığımı itiraf etmeliyim, belki de sabah ondan gelecek mektubu aldığında bunu öğreniriz." Lord Godalming'in kaşları çatıldı ve ayağa kalkıp odada dolanmaya başladı. Çok geçmeden durdu ve tek tek her birimize dönerek şöyle dedi:
"Quincey çok mantıklı. Bu hırsız gibi eve girme konusu ciddileşmeye başladı; bir keresinde kurtulduk, ama şimdi elimizde az rastlanır bir iş var - eğer Kont'un anahtar sepetini bulamazsak."
Sabaha kadar bir şey yapılamayacağı ve Lord Godalming, Mitchell'lardan haber alana kadar beklemek akla yatkın olacağı için kahvaltıdan önce eyleme geçmemeye karar verdik. Uzun süre oturup konuyu çeşitli yönleriyle konuşarak sigara içtik; ben de güncemi buraya kadar getirme fırsatını değerlendirdim. Çok uykum var, yatmaya gideceğim. Bir satır daha. Mina deliksiz uyuyor ve nefes alıp verişi düzenli. Sanki uykusunda bile düşüncelere dalmış gibi alnında küçük kırışıklıklar olmuş. Rengi hâlâ çok solgun, ama bu sabahki kadar çok bitkin görünmüyor. Yarının tüm bunları düzelteceğini umuyorum; Exeter'da evde kendine gelecek. Oh, ama çok uykum var!
Dr. Seward'ın güncesi
1 Ekim. - Renfield beni bir kez daha şaşırttı. Ruh hali o kadar çabuk değişiyor ki takip etmekte zorlanıyorum ve her seferinde kendi iyiliğinden fazla bir anlama geldikleri için ilginçten de öte bir çalışma konusu oluşturuyorlar. Bu sabah Van Helsing'i geri çevirmesinden sonra onu görmeye gittiğimde, tavrı yazgıya hükmeden bir adamınki gibiydi. Aslında, yazgıya hükmediyordu - öznel olarak. Salt sağlığa ilişkin hiçbir şeyle ilgilenmiyordu; dalgındı ve zayıflıklarıyla biz zavallı ölümlülerin gereksinimlerini küçümsüyordu. Fırsatı geliştirip bir şeyler öğrenebilirim diye düşündüm ve bu nedenle ona şunu sordum:
"Bugünlerde sineklerden ne haber?" Bana yanıt verirken, üstünlük taslayan biçimde gülümsedi - Malvolio'nun yüzü olabilecek bir gülümseme.
"Sevgili beyefendi, sineğin çarpıcı tek bir özelliği vardır: Kanatları, ruhsal yetilerin havayla ilgili özelliklerine sahiptir. Eski uygarlıklar, kelebeği ruhun simgesi olarak belirlemekle doğru yapmışlar."
Yaptığı bu benzetmeyi mantıklılığının sınırına götürmek istediğim için çabucak şöyle dedim:
"Ah, şimdi de ruhun peşindesin, öyle mi?" Deliliği mantığını engelliyordu ve onda çok seyrek gördüğüm bir kararlılıkla başını iki yana sallarken yüzüne şaşkın bir ifade yayıldı; şöyle dedi:
"Ah, hayır! Ah, hayır! Ben ruh istemiyorum. İstediğim tek şey yaşam." Burada canlandı: "Şu an ona karşı oldukça kayıtsızım. Yaşam fena değil; istediğim her şeye sahibim. Zoophagous'luğu incelemek arzusundaysanız, yeni bir hasta bulmalısınız, Doktor!" Bu beni biraz şaşırttı, bu yüzden üstüne gittim:
"O zaman, yaşama hükmediyorsun; Tanrı'sın o zaman, sanırım, öyle mi?" Tarifsiz sevecenlikte bir büyüklükle gülümsedi.
"Ah, hayır! İlahların özeliklerini benimsemek benden uzak olsun. O'nun özellikle ruhsal olan işleriyle bile ilgilenmiyorum. Eğer düşünsel konumumu bildirmeme izin verilirse, bir dereceye kadar tümüyle dünyevi şeyler söz konusu olduğunda tinsel olarak ele geçmiş Hanok'unbulunduğu konumdayım!" Bu, benim için zor bir durumdu. O anda, Hanok'un önemini anımsayamadım; bu yüzden, böyle yaparak kendimi bir akıl hastasının gözünde küçülttüğümü bilmeme karşın, ona kolay bir soru sormak zorundaydım:
"Peki neden Hanok?"
"Çünkü Tanrı'yla birlikte yürüyordu." Benzerliği göremiyordum, ama bunu kabul etmek istemedim; böylece daha önce reddettiği şeye döndüm:
"Demek yaşamla ilgilenmiyor ve hiç ruh istemiyorsun. Neden?" Huzurunu kaçırmak amacıyla sorumu hızlıca ve biraz sertçe sordum. Çabam başarılı oldu; bir anlığına bilinçsizce o gurursuz tavrı geri geldi, önümde eğildi ve aslına bakılırsa yanıt verirken bana yaltaklandı: "Hiç ruh istemiyorum, gerçekten, gerçekten! İstemiyorum. Onlara sahip olsam da onları kullanamazdım; onları hiçbir yolla kullanamam. Onları yiyemem ya da..." Birdenbire sustu ve suyun yüzeyinde akan rüzgâr gibi yüzüne eski hin ifade yerleşti. "Ve Doktor, yaşama gelince, yaşam dediğiniz nedir ki sonuçta? Gereksinim duyduğunuz her şeye sahip olduğunuzda ve bir daha asla bir şeyin eksikliğini hissetmeyeceğinizi bildiğinizde, bu her şey demektir. Sizin gibi dostlarım -iyi dostlarım- var Dr. Seward," -bu sözler, tarifsiz hin bir bakışla söylenmişti- "asla yaşam zenginliklerinden yoksun kalmayacağımı biliyorum."
Deliliğinin anlaşılmazlığı içinde bende bir tür düşmanlık gördüğünü sanıyorum, çünkü hemen son sığınağına çekildi - ayak direyen sessizlik. Kısa süre sonra, şimdilik onunla konuşmanın yararı olmayacağını anladım. Küsmüştü ve böylece, oradan ayrıldım.
Daha sonraki saatlerde beni çağırttı. Genelde, özel bir neden olmadan gelmezdim, ama tam da şu anda öyle ilgimi çekiyor ki, seve seve çaba gösteririm. Ayrıca, zaman geçirmeme yardım edecek bir şey olmasına seviniyorum. Harker dışarıda, ipuçlarını izliyor, Lord Godalming'le Quincey de öyle. Van Helsing, çalışma odamda Harkerlar'ın hazırladığı kaydı inceliyor; tüm ayrıntılara ilişkin doğru bilgilerle bir ipucuna rastlayabileceğini düşünüyor gibi. Çalışırken nedensiz yere rahatsız edilmek istemez. Hastayı görmeye benimle gelmesini isteyebilirdim, ama son geri çevrilmesinin ardından bir daha gitmekle ilgilenmeyebilir diye düşündüm. Başka bir neden daha vardı: Renfield, üçüncü bir kişinin yanında, ikimiz yalnızken olduğu kadar özgür konuşamayabilir.
Onu, odanın ortasında, genellikle kendine has bir tür zihinsel etkinlik göstergesi olan, taburesinde oturur buldum. İçeri girdiğimde, sanki soru dudaklarının ucunda bekliyormuş gibi, hemen şöyle dedi:
"Ruhlara ne olmuş?" Tahminimin doğru olduğu belliydi. Bilinçsizce düşünme, akıl hastasında bile görevini yerine getiriyordu. "Sen söyle ruhlara ne olmuş?" diye sordum. Bir an yanıt vermedi, ama sanki yanıt için esin bekliyormuş gibi sağına, soluna, aşağı, yukarı bakındı.
"Ruh istemiyorum!" dedi cılız, özür dileyen bir tavırla. Konu, aklını kemiriyor gibiydi ve bu nedenle, onu kullanmaya - "iyilik için zalim olmaya" - karar verdim. Bu yüzden şöyle dedim:
"Yaşamı seviyor ve yaşam mı istiyorsun?"
"Ah, evet! Ama bunda sorun yok; bunun için kaygılanmanıza gerek yok."
"Ama," diye sordum, "ruhu da almadan yaşamı nasıl alacağız?" Bu onun kafasını karıştırmışa benziyordu, bu nedenle, peşini bırakmadım:
"Bir gün, çevrende vızıldayan, cıvıldayan ve miyavlayan binlerce sineğin ve örümceğin ve kuşun ve kedinin ruhuyla orada uçarak giderken iyi zaman geçireceksin. Onların yaşamlarına sahipsin, biliyorsun ve ruhlarına da dayanmak zorundasın!" Bir şey hayal gücünü etkilemiş gibiydi, çünkü parmaklarını kulaklarına götürüp gözlerini, yüzü sabunlanan küçük bir erkek çocuk gibi sıkı sıkı kapattı. Bunda, bana dokunan içler acısı bir şey vardı; ayrıca bana ders de vermişti; çünkü karşımda çocuk -hatları yıpranmış, çenesindeki sakalı beyaz olsa da sadece çocuk- varmış gibi görünüyordu. Bir tür ruhsal bozukluk sürecinden geçtiği belliydi ve geçmişteki ruh hallerinin, kendisine yabancıymış gibi görünen şeyleri nasıl yorumladığını bildiğimden, elimden geldiğince zihnine girmeyi ve onunla ilerlemeyi düşündüm. İlk adım yeniden güvenini kazanmaktı, bu yüzden, beni tıkalı kulaklarına karşın duyabilsin diye oldukça yüksek sesle şunu sordum:
"Yine çevrende sineklerin olsun diye biraz şeker ister misin!" Hemen uyanmışa benziyordu ve başını iki yana salladı. Gülerek yanıt verdi:
"Pek istemem! Sonuç olarak, sinekler zavallı canlılar!" Biraz duraksadıktan sonra ekledi. "Gelgelelim, ruhlarının çevremde vızıldamalarını istemem."
"Ya da örümcekler," diye sürdürdüm.
"Örümcekleri uçurmak mı? Örümceklerin ne yararı var ki? Onlarda yenecek ya da..." Sanki yasaklı bir konu hatırlatılmış gibi birdenbire durdu.
"Demek öyle!" diye düşündüm kendi kendime, "Bu, 'içmek' sözcüğünde birdenbire ikinci duruşu; bu ne anlama geliyor?" Renfield, hata yaptığının farkında gibiydi, çünkü sanki dikkatimi bundan uzaklaştırmak istercesine telaşla sözlerini sürdürdü:
"Böyle şeylerin hesabını yapmam. Shakespeare'in dediği gibi, 'Fareler ve sıçanlar ve küçük karacalar'; 'ambardaki tavuk yemi' de denebilirler. Tüm bu saçmalıklar benden geçti artık. Önümdekinin ne olduğunu bilince, daha düşük etoburlarla ilgimi çekmeye çalışana kadar adamın tekinden çubuklarla molekül yemesini isteyebilirsiniz." "Anlıyorum," dedim. "Dişine gelecek büyük şeyler istiyorsun, öyle mi? Kahvaltını bir fille yapmaya ne dersin?" "Ne saçma konuşuyorsunuz!" Gittikçe ayılıyordu, bu nedenle üzerine daha çok gidebilirim, diye düşündüm. Onu yansıtan biçimde, "Bir filin ruhu," dedim, "Neye benzer merak ediyorum!" Arzuladığım etki olmuştu, çünkü hemen yelkenleri suya indirdi ve yine çocuklaştı.
"Fil ruhu istemiyorum; hiçbir ruh istemiyorum!" dedi. Birkaç saniye umutsuzluk içinde oturdu. Birdenbire gözleri parlayarak ve yoğun bir zihinsel heyecan belirtisiyle ayağa fırladı. "Sizin de, ruhlarınızın da canı cehenneme!" diye haykırdı. "Ruhlarla başımın etini yemeyin. Halihazırda, ruhları düşünmek dışında beni kaygılandıracak, acı çektirecek, aklımı karıştıracak başka derdim yok mu!" Öyle saldırgan görünüyordu ki yeni bir adam öldürme nöbetine girdiğini düşündüm ve bu nedenle, düdüğümü çaldım. Ama, bunu yaptığım anda dinginleşti ve özür dileyerek şöyle dedi:
"Beni bağışlayın, Doktor; kendimi unuttum. Yardıma gereksiniminiz yok. Öyle kaygılıyım ki çabuk kızma eğilimim var. Göğüs germem gereken ve çözmeye çalıştığım sorunu bir bilseydiniz, bana acır, beni hoş görür ve bağışlardınız. Yalvarırım bana deli gömleği giydirmeyin. Düşünmek istiyorum ve bedenim kısıtlanınca rahat düşünemiyorum. Anlayış göstereceğinize eminim!" Belli ki kendine hâkim olabiliyordu; bu nedenle, hastabakıcılar geldiğinde aldırmamalarını söyledim ve çekildiler. Renfield onların gidişini izledi; kapı kapandığında büyük bir ağırbaşlılık ve tatlılıkla şöyle dedi:
"Dr. Seward, bana karşı çok anlayışlı oldunuz. Size çok çok minnettar olduğuma inanın!" Onu bu ruh halinde bırakmanın iyi olduğunu düşündüm ve böylece odadan ayrıldım. Kuşkusuz, bu adamın durumunda üzerinde düşünülüp taşınılması gereken bir şey vardı. Eğer insan doğru sıralayabilirse, Amerikalı muhabirlerin "öykü" dediği şeyi oluşturacak çok sayıda nokta var gibi, işte bunlar:
"İçmek"ten söz etmiyor.
Herhangi bir şeyin "ruh"unun yükünü taşımaktan korkuyor.
Gelecekte "yaşam" eksikliği çekmeye ilişkin çekincesi yok.
Ruhlarının peşine düşmesinden korkmasına karşın, daha düşük yaşam biçimlerini tümden küçümsüyor.
Mantıksal olarak bütün bunlar tek bir şeyi gösteriyor! Bir biçimde, daha yüksek bir yaşamı olacağına dair güvencesi var. Bunun sonucundan korkuyor - ruhun yükü. O zaman, bel bağladığı şey insan yaşamı!
Peki ya güvence?
Bağışlayıcı Tanrım! Kont ona gitmiş ve yeni bir dehşet dolabı çevrilmekte!
Daha sonra. - Turumu tamamladıktan sonra Van
Helsing'e gittim ve ona kuşkumu anlattım. Çok ciddileşti ve konu üzerine bir süre düşündükten sonra onu Renfield'a götürmemi istedi. Öyle yaptım. Kapıya geldiğimizde, akıl hastasının, artık çok geçmişte kalmış gibi görünen zamanlarda yaptığı gibi, neşe içinde şarkı söylediğini duyduk. İçeri girdiğimizde, şaşkınlık içinde eskisi gibi şekerini yaydığını gördük; sonbaharla uyuşuklaşan sinekler odanın içinde vızıldamaya başlamışlardı. Onun, daha önceki görüşmemizdeki konu üzerine konuşturmaya çalıştık, ama bize katılmıyordu. Sanki orada değilmişiz gibi şarkı söylemeyi sürdürdü. Bir kâğıt parçası bulmuştu ve onu katlayarak defter yapıyordu. İçeri girdiğimiz kadar bilgisiz biçimde oradan ayrıldık.
Gerçekten de görülmemiş bir vakaydı; bu gece onu gözetim altında tutmalıyız.
Mitchell, Oğulları & Candy'den Lord Godalming'e mektup
1 Ekim
Lordum,
Arzularınızı yerine getirmekten her zaman büyük mutluluk duymaktayız. Lord hazretlerinizin, sizin adınıza Mr. Harker tarafından dile getirilen arzularına dayanarak, Piccadilly, 347 numaranın alım satımına ilişkin şu bilgiyi vermeyi arz ederim. İlk satıcılar merhum Mr. Archibald Winter-Suffield'in vasileri. Alıcı, satın alım işlemini kendi gerçekleştiren ve eğer Lord hazretleriniz, böyle kaba bir tabir kullandığım için beni bağışlarlarsa, satış bedelini nakit olarak "tezgâh üstünde sayan", Kont de Ville adında yabancı bir soylu. Bunun dışında, kendisi hakkında bilgimiz yok.
Siz Lordumuzun hürmetkâr kulları
MİTCHELL, OĞULLARI & CANDY
Dr. Seward'ın güncesi
2 Ekim. - Dün gece koridora bir adam yerleştirdim ve ona Renfield'ın odasından gelebilecek her sesi eksiksiz not etmesini, tuhaf bir şey olması durumunda beni çağırmasını söyledim. Akşam yemeğinden sonra hep birlikte çalışma odasındaki ateşin çevresinde toplandığımızda -Mrs. Harker yattıktan sonra- o günün girişimlerini ve bulgularını tartıştık. Sonuç elde eden tek kişi Harker'dı ve bulduğu ipucunun önemli olabileceğine ilişkin büyük umutlar içindeyiz.
Yatmadan önce hastanın odasının oraya gittim ve gözetleme deliğinden baktım. Deliksiz uyuyordu ve düzenli nefes alıp verişiyle göğsü inip kalkıyordu.
Bu sabah, görevli adam bana, gece yarısını biraz geçince huzursuzlandığını ve dualarını biraz yüksek sesle okuduğunu bildirdi. Ona hepsinin bu olup olmadığını sordum; duyduğu her şeyin bu olduğunu söyleyerek yanıtladı. Tavrında öyle kuşku uyandırıcı bir şey vardı ki ona doğrudan, uyuyup uyumadığını sordum. Uyuduğunu yadsıdı, ama bir süreliğine "kestirdiğini" kabul etti. Gözetlenmedikleri sürece, insanlara güvenilememesi çok kötü.
Bugün Harker ipucunun izini sürmek için dışarıda, ve Artla Quincey atlara bakıyor. Godalming, her zaman hazırda bekleyen atların olmasının iyi olacağını düşünüyor çünkü aradığımız bilgiyi elde ettiğimizde kaybedecek zamanımız olmayacak. Dışarıdan getirtilen tüm toprağı gün doğumuyla günbatımı arasında arındırmalıyız; böylece Kont'u en zayıf durumunda, hızla kaçabileceği bir sığınağı olmadan yakalayacağız. Van Helsing, eski zaman ilaçları konusunda uzman birilerini bulmak için British Museum'a gitti. Eski hekimler, kendilerinden sonraki nesilden hekimlerin kabul etmediği şeyleri göz önüne alırlardı ve Profesör, daha sonra işimize yarayabilecek cadı ve iblis tedavi yollarını arıyor.
Zaman zaman, hepimizin deli olması gerektiğini ve deli gömlekleri içinde akıl sağlığının farkına varacağımızı düşünüyorum.
Daha sonra. - Yine bir araya geldik. En azından, iz üstündeymişiz gibi görünüyor ve yarınki işimiz sonun başlangıcı olabilir. Renfield'ın dinginliğinin bununla bir ilgisi var mı merak ediyorum. Ruh halleri, Kont'un eylemlerine öyle uyuyordu ki, canavarın yaklaşan yok edilişinden bir biçimde haberdar olmuş olabilir. Bugün onunla yaptığım tartışmayla sinek yakalamaya yeniden başlaması arasındaki sürede zihninden neler geçtiğine ilişkin bir fikir edinebilseydik, bu bize değerli bir ipucu vermiş olabilirdi. Şimdi bir büyüyle dinginleşmiş gibi görünüyor... Öyle mi? - Bu vahşi çığlık onun odasından geliyor gibi...
Hastabakıcı odama daldı ve Renfield'ın bir çeşit kazaya uğradığını söyledi. Bağırışlarını duymuş, yanına gittiğinde yüzüstü yerde yatıyormuş ve her yer kanla kaplıymış. Hemen gitmeliyim...
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro