Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

XII

Dr. Seward'ın güncesi

18 Eylül. - Hemen arabayla Hillingham'a gittim ve erken saatlerde oraya vardım. Arabamı bahçe kapısında bekleterek eve giden ağaçlıklı yolda tek başıma yürüdüm. Yavaşça kapıyı vurdum ve olabildiğince sessizce zili çaldım çünkü Lucy ya da annesini rahatsız etmekten korkuyordum ve kapıya yalnızca hizmetçilerden birini getirtmeyi umuyordum. Bir süre sonra, yanıt alamayınca kapıyı bir kez daha vurup zili çaldım; yine yanıt yoktu. Bu saatte -çünkü saat on olmuştu- yatakta olabilecek hizmetçilerin tembelliğine lanet ettim ve bu yüzden daha sabırsızca bir kez daha kapıyı vurup zili çaldım, ama hâlâ yanıt yoktu. Şimdiye dek yalnız hizmetkârları suçlamıştım, ama şimdi içime büyük bir korku dolmaya başlamıştı. Bu terk edilmişlik, çevremizi gittikçe daha da sıkı saran kötü haberler zincirinin yeni bir halkası mıydı? Gerçekten de çok geç kaldığım bu ev, geldiğim bir ölüm evi miydi? Birkaç dakika, hatta saniye geç kalmanın, sorununun nüksetmesi durumunda Lucy için uzun saatler sürecek tehlike anlamına gelebileceğini biliyordum; şans eseri herhangi bir yerde giriş bulabilir miyim diye evin çevresini dolaştım.

Eve girmek için bir yol bulamadım. Tüm kapı ve pencereler kapatılıp kilitlenmişti ve şaşkınlık içinde sundurmaya döndüm. Oraya gittiğim sırada, fişek gibi sürülen bir atın ayaklarından gelen hızlı sesi duydum. Sesler kapıda sona erdi ve birkaç saniye sonra ağaçlıklı yola koşan Van Helsing'le karşılaştım. Beni gördüğünde nefes nefese konuşmaya başladı:

"Demek o şendin ve yeni geldin. O nasıl? Çok mu geç kaldık? Telgrafımı almadın mı?"

Elimden geldiğince hızlı ve anlaşılır biçimde telgrafını ancak bu sabah erken saatlerde aldığımı ve buraya gelmek için bir dakika bile kaybetmediğimi ve evde kimsenin beni duymasını sağlayamadığımı açıkladım. Durdu ve şapkasını çıkartırken ciddiyetle şöyle dedi:

"O zaman, korkarım çok geç kaldık. Tanrı'nın iradesi olur!" Her zamanki iyileştirici enerjisiyle sözlerini sürdürdü: "Gel. Eğer içeri girmemiz için açık bir yol yoksa, o zaman biz yol açmalıyız. Zaman artık bizim için her şey." Mutfak penceresinin bulunduğu evin arka tarafına dolandık. Profesör, çantasından ufak bir cerrahi testere çıkarttı ve onu bana uzatarak pencereyi koruyan demir parmaklıklara işaret etti. Hemen hamle yaptım ve kısa süre içinde üç tanesini kestim. Sonra, uzun, ince bir bıçakla pencere kanatlarının mandallarını geri ittik ve pencereyi açtık. Profesör'ün içeri girmesine yardım ettim ve onun ardından gittim. Mutfakta ya da hemen yakınındaki hizmetçi odalarında kimse yoktu. İlerlerken tüm odaları denedik ve kepenklerin arasından giren ışıkla belli belirsiz aydınlanan yemek odasında dört hizmetçi kadını yerde yatarken bulduk. Öldüklerini düşünmek için neden yoktu, çünkü hırıltılı nefes alış verişleri ve odadaki kekremsi afyonruhu kokusu, durumlarına ilişkin kuşkuya yer vermiyordu. Van Helsing'le ben birbirimize baktık ve yürürken, "Onlarla sonra ilgilenebiliriz," dedi. Sonra, Lucy'nin odasına çıktık. Bir-iki saniyeliğine içeriyi dinlemek için odanın kapısında durduk, ama duyabileceğimiz bir ses yoktu. Bembeyaz suratlar ve titreyen ellerle kapıyı yavaşça açtık ve odaya girdik.

Gördüğümüz şeyi nasıl anlatabilirim ki? Yatakta iki kadın, Lucy ve annesi yatıyordu. Annesi daha ötede yatıyordu ve üzerine, kırık pencereden giren rüzgârla köşesi süzgün, beyaz ve korkuyla donakalmış yüzünü gösterecek biçimde açılmış beyaz bir örtü örtülmüştü. Yanında bembeyaz yüzü ve daha da süzgün görüntüsüyle Lucy yatıyordu. Daha önce boynunda duran çiçekleri annesinin göğsünde bulduk ve boğazı, daha önce fark ettiğimiz iki küçük yarayı gösterecek biçimde çıplaktı, ama dehşet verici derecede beyaz ve ezilmiş görünüyordu. Profesör, tek kelime etmeden, başı neredeyse Lucy'nin göğsüne değerek yatağa eğildi; sonra dinleyen birinin yaptığı gibi başını hızla çevirdi ve ayağa fırlayarak bana doğru bağırdı:

"Henüz çok geç değil! Çabuk! Çabuk! Brendiyi getir!"

Aşağı koştum ve brendiyle döndüm; bunun da masanın üstünde bulduğum şeri sürahisi gibi ilaçlanıp ilaçlanmadığını anlamak için onu koklamayı ve tatmayı ihmal etmedim. Hizmetçiler hâlâ nefes alıyorlardı, ama nefes alış verişleri daha da huzursuzlaşmıştı ve uyuşturucunun etkisini yitirmeye başladığını düşündüm. Emin olmak için orada kalmak yerine Van Helsing'in yanına döndüm. Başka bir seferinde yaptığı gibi, Lucy'nin dudaklarına, dişetlerine, el bileklerine ve avuç içlerine brendi sürdü. Bana şöyle dedi:

"Bunu yapabiliyorum, şu an için yapabileceğimiz tek şey bu. Sen gidip şu hizmetçileri uyandır. Yüzlerine ıslak bir havluyla vur; sıkı vur. Ateş yakmalarını ve sıcak banyo hazırlamalarını sağla. Bu zavallıcık, neredeyse yanındaki kadıncağız kadar soğuk. Başka bir şey yapabilmemiz için önce ısıtılması gerekiyor."

Hemen gittim ve kadınların üçünü uyandırmakta pek güçlük çekmedim. Dördüncüsü, genç bir kızdı ve belli ki ilaç onu daha güçlü etkilemişti, bu yüzden onu kanepeye taşıdım ve uyumasına izin verdim. Ötekiler, önce biraz sersem gibiydiler, ama hafızaları yerine gelince isterik biçimde bağırıp ağladılar. Ama onlara karşı serttim ve konuşmalarına izin vermedim. Onlara, bir can yitirmenin yeterince kötü olduğunu ve eğer gecikirlerse Miss Lucy'yi kurban edeceklerini söyledim. Böylece, hıçkıra hıçkıra ağlayarak yarı giyinik vaziyette işe koyuldular ve ateşle suyu hazırladılar. Neyse ki, mutfak ve buhar kazanının ateşi hâlâ yanıyordu ve sıcak su sıkıntısı yoktu. Banyoyu hazırladık ve Lucy'yi olduğu gibi taşıyıp küvete yerleştirdik. Biz kollarını bacaklarını ısıtmakla uğraşırken, hol kapısı vuruldu. Hizmetçilerden biri koştu, aceleyle üzerine bir şeyler daha giydi ve kapıyı açtı. Geri geldi ve Mr. Holmwood,dan mesaj getiren genç bir beyefendinin geldiğini fısıldadı. Ondan, adamın beklemesi gerektiğini söylemesini istedim, çünkü şu an kimseyi göremezdik. Bu mesajla gitti ve işimize odaklanıp adamı tümüyle unuttum.

Profesörü hayatımda hiç böyle ölümüne çalışırken görmemiştim. Onun gibi, ben de ölüme karşı savaş verdiğimizi biliyordum ve ara verdiğimizde bunu ona söyledim. Anlamadığım bir biçimde ve yüzünün takınabileceği en ciddi ifadeyle karşılık verdi:

"Eğer sırf öyle olsaydı şimdi olduğumuz yerde durur, huzur içinde sönüp gitmesine izin verirdim, çünkü ufukta hiç yaşam ışığı görmüyorum." İşini -eğer böyle bir şey olanaklıysa- yenilenmiş ve daha coşkulu bir güçle sürdürdü.

Biraz sonra, ikimiz de ısının biraz işe yaramaya başladığını fark ettik. Lucy'nin kalbi stetoskopta birazcık daha duyularak atıyordu ve ciğerlerinde somut bir hareket vardı. Van Helsing'in yüzü neredeyse ışımıştı ve Lucy'yi banyodan çıkartıp kurutmak için sıcak bir örtüye sararken, bana şöyle dedi:

"İlk raund bizim! Şah!"

Lucy'yi o zamana kadar hazırlanmış olan öteki odaya götürdük ve yatağa yatırıp zorla boğazından aşağı birkaç damla brendi akıttık. Van Helsing'in, Lucy'nin boynuna yumuşak, ipek bir mendil doladığını fark ettim. Lucy, hâlâ kendinde değildi ve daha kötü olmasa da onu biraz önce gördüğümüz kadar kötüydü.

Van Helsing kadınlardan birini çağırdı ve Lucy'nin yanında kalmasını, biz dönene kadar gözlerini ondan ayırmamasını söyledi ve sonra bir işaretiyle beni dışarı çıkarttı.

Merdivenleri inerken, "Ne yapılması gerektiği konusunda fikir alışverişinde bulunmalıyız." Holde, yemek odasının kapısını açtı ve o, arkasından dikkatlice kapıyı kapatırken içeri geçtik. Kepenkler açılmıştı, ama perdeler, altsınıf İngiliz kadınlarının her zaman sıkı sıkıya uydukları ölümde uygulanan görgü kurallarına uygun biçimde çoktan kapatılmıştı. Bu nedenle oda loştu. Yine de amaçlarımız için yeterince aydınlıktı. Van Helsing'in sertliği bir tür şaşkınlık nedeniyle azalmıştı. Belli ki zihnine bir konuda işkence ediyordu, bu yüzden biraz bekledim; sonra konuşmaya başladı:

"Şimdi ne yapmalıyız? Yardım için nereye bakmalıyız? Bir kan nakli daha yapmalıyız ve yakında olmalı yoksa o zavallı kızın ömrü bir saat bile sürmeyecek. Sen çoktan tükendin; ben de tükendim. Kabul edecek cesaretleri olsa bile o kadınlara güvenmeye korkuyorum. Onun için damarlarını açacak birini bulmak için ne yapmalıyız?"

"Bende ne sorun var ki?"

Ses, odanın karşısındaki kanepeden gelmişti ve ses tonu yüreğime rahatlama ve neşe getirdi çünkü ses,

Quincey Morris'e aitti. Van Helsing sesi ilk duyduğunda öfkeyle yerinden fırladı, ama sonra yüzü yumuşadı ve ben "Quincey Morris!" diye haykırıp ellerimi uzatarak ona doğru koşarken, gözlerine memnun bir ifade geldi.

"Seni buraya hangi rüzgâr attı?" diye sordum ellerimiz birleşirken.

"Sanırım, Art."

Bana bir telgraf uzattı:

Seward'dan üç gündür haber almadım ve çok kaygılıyım. Buradan ayrılamıyorum. Babam hâlâ aynı durumda. Bana Lucy'nin nasıl olduğunu söyle. Gecikme. - HOLMWOOD.

"Sanırım tam zamanında geldim. Bana ne yapmam gerektiğini söylemen yeterli, biliyorsun."

Van Helsing uzun adımlarla ilerledi ve elini tuttu, doğrudan gözlerine bakarak şöyle dedi:

"Bir kadının başı dertteyken cesur bir adamın kanı bu dünyadaki en iyi şeydir. Siz bir erkeksiniz, buna kuşku yok. Evet, şeytan tüm gücüyle bize karşı çalışıyor olabilir, ama Tanrı ne zaman ihtiyacımız olsa bize adam gönderiyor."

Yine o korkunç işlemi gerçekleştirdik. Ayrıntılara girecek yüreğim yok. Lucy müthiş bir sarsıntı geçirmişti ve üzerindeki etkisi her zamankinden fazla olmuştu, çünkü damarlarına bol miktarda kan gitmesine karşın, bedeni tedaviye önceki seferlerde olduğu gibi iyi yanıt vermiyordu. Yaşama dönmek için verdiği savaş, görülmesi ve işitilmesi korkunç bir şeydi. Ama hem kalbin hem de ciğerlerin işlevi iyiye gitti ve Van Helsing, önceden olduğu gibi deri altına morfin enjekte etti; bu, yine çok işe yaradı. Baygınlık hali yerini hafif bir uykuya bıraktı. Ben Quincey Morris'le birlikte aşağı inip hizmetçilerden birini, beklemekte olan arabacılara para verip yollamaları için gönderirken Van Helsing, Lucy'nin başında nöbet tuttu. Bir bardak şarap aldıktan sonra uzanan Quincey'nin yanından ayrıldım ve aşçıya iyi bir kahvaltı hazırlamasını söyledim. Sonra aklıma bir düşünce geldi ve Lucy'nin şimdi bulunduğu odaya gittim. Yavaşça içeri girdiğimde Van Helsing'i elinde bir-iki not kâğıdıyla buldum. Belli ki onu okumuştu ve elini alnına götürmüş otururken onun üzerine düşünüyordu. Yüzünde, bir kuşkuyu gideren bir insana ait tatsız bir doygunluk ifadesi vardı. Bana kâğıdı uzatırken yalnızca şunu dedi: "Onu banyoya taşıdığımız sırada Lucy'nin göğsünden düştü."

Onu okuduktan sonra Profesöre bakarak durdum ve biraz bekledikten sonra şunu sordum: "Tanrı aşkına, tüm bunlar ne demek oluyor? Deli miydi ya da deli mi? Ya da bu ne tür bir korkunç tehlike?" Öyle afallamıştım ki, ne diyeceğimi bilmiyordum. Van Helsing elini uzattı ve kâğıdı alırken şöyle dedi:

"Şimdi bu konuda kaygılarıma. Şimdilik bunu unut. Zamanı gelince her şeyi öğrenip anlayacaksın; ama daha sonra. Peki şimdi bana ne demek için geldin?" Bu, beni gerçeklere döndürdü ve yine kendime geldim.

"Ölüm belgesi hakkında konuşmaya geldim. Eğer uygun biçimde ve akıllıca hareket etmezsek soruşturma açılabilir ve bu belgenin sunulması gerekebilir. Umarım, soruşturmaya gerek olmaz, çünkü eğer öyle olursa başka bir şey olmasa da, bu mutlaka zavallı Lucy'nin ölümüne neden olur. Mrs. Westenranın kalp hastası olduğunu ben biliyorum, siz biliyorsunuz ve onunla ilgilenen doktor biliyor; bu hastalıktan öldüğünü doğrulayabiliriz. Gelin, hemen bu belgeyi dolduralım; ben nüfus memuruna götüreyim ve oradan cenazeyi kaldıracak görevliye geçeyim." "Güzel, ah dostum John! İyi düşünmüşsün! Gerçekten de Miss Lucy çevresini kuşatan düşmanlarla üzülüyor olsa da, en azından onu seven dostlarla mutlu oluyor. Biri, ikisi, üçü, hepsi ve bir de yaşlı adam onun için damarlarını açıyorlar. Ah evet, biliyorum, John dostum; kör değilim! Seni bunun için daha da seviyorum! Şimdi git."

Holde, elinde Arthura Mrs. Westenra,nın öldüğünü, Lucy'nin de hasta olduğunu, ama artık daha iyiye gittiğini ve Van Helsing'le benim de onun yanında olduğunu haber veren telgrafı tutan Quincey Morris'le karşılaştım. Ona, nereye gittiğimi söyledim ve beni aceleyle uğurladı, ama tam ben giderken şöyle dedi:

"Jack, geri geldiğinde, seninle baş başa iki kelime konuşabilir miyim?" Başımı sallayarak evet dedim ve çıktım. Kayıt konusunda hiç zorlukla karşılaşmadım ve cenazeyi kaldıracak görevliyi, akşam gelip tabut için ölçü alması ve düzenlemeleri yapması için ayarladım.

Geri geldiğimde Quincey beni bekliyordu. Lucy hakkında bilgi alır almaz onu göreceğimi söyledim ve Lucy'nin odasına çıktım. Hâlâ uyuyordu ve Profesör de görünüşe göre yatağının yanındaki iskemleden kıpırdamamış gibiydi. Parmağını dudaklarına götürmesinden, Lucy'nin çok geçmeden uyanmasını beklediği ve doğal akışın önüne geçmekten korktuğu sonucuna vardım. Bu yüzden, Puincey'nin yanına indim ve onu, perdelerin kapalı olmadığı ve öteki odalara kıyasla biraz daha neşeli -ya da daha az neşesiz- kahvaltı salonuna götürdüm. Yalnız kaldığımızda şöyle dedi:

"Jack Seward, kendimi olmaya hakkım olmadığı bir yere sokuşturmak istemiyorum; ama bu sıradan bir durum değil. Bir zamanlar o kızı sevdiğimi ve onunla evlenmek istediğimi biliyorsun; ama tüm bunlar geçmişte kalmış olsa da onun için kaygılanmaktan kendimi alamıyorum. Sorunu ne? Hollandalı adam -ve iyi bir adam olduğunu görebiliyorum- odaya girdiğiniz sırada, bir kan nakli işlemi daha gerçekleştirmeniz gerektiğini ve senin de onun da tükenmiş olduğunuzu söyledi. Siz tıp adamlarının aranızda özel konuştuğunuzu ve sıradan bir insanın onların aralarında görüş alışverişinde bulundukları konuları öğrenmeyi beklememeleri gerektiğini biliyorum. Ama bu sıradan bir durum değil ve her ne ise payıma düşeni yaptım. Öyle değil mi?"

"Evet, öyle," dedim; o da sözlerini sürdürdü:

"Hem senin hem de Van Helsing'in, bugün yaptığım şeyi önceden yapmış olduğunuzu sanıyorum. Öyle değil mi?"

"Evet, öyle."

"Ve sanırım Art da işin içinde. Dört gün önce kendi evinde onu gördüğümde tuhaf görünüyordu. Güney Amerika bozkırlarındayken sevdiğim bir kısrağın bir gece içinde ölüp gitmesinden beri hiçbir şeyin bu denli çabuk çöktüğünü görmemiştim. Vampir dedikleri büyük yarasalardan biri gece ona yapışmış ve tıka basa doyduktan sonra damarını açık bırakmıştı ve onu ayakta tutmaya yetecek kanı kalmadığı için yatarken ona bir kurşun sıkmak zorunda kalmıştım. Jack, güvene ihanet etmeni istemiyorum, ama Arthur ilkti, değil mi?" Konuşurken, zavallı dostum son derece kaygılıydı. Sevdiği kadınla ilgili kuşkuyla işkence çekiyordu ve sevdiği kadını çevreleyen o korkunç gizeme ilişkin hiçbir şey bilmemesi acısını artırıyordu. Yüreği kan ağlıyordu ve tümüyle kendini kaybetmesini engellemek tüm erkekliğine -ve onda, krallara layık miktarda bulunuyordu- mal oluyordu. Yanıtlamadan önce durdum, çünkü Profesör'ün sır olarak saklanmasını istediği hiçbir şeyi açık etmemem gerektiğini hissediyordum; ama zaten öyle çok şey biliyor ve tahmin ediyordu ki yanıt vermemek için neden olamazdı, bu yüzden aynı şekilde yanıtladım: "Evet, öyle."

"Ve bu ne kadar süredir böyle sürüyor?"

"Yaklaşık on gündür."

"On gün mü! Öyleyse, Jack, bu süre içinde hepimizin sevdiği o zavallı güzel yaratığın damarlarına dört güçlü adamın kanını aldığını sanıyorum. Onun tüm bedeni bu kadar kanı taşıyamazdı." Sonra, bana yaklaşarak sert biçimde yarı fısıldayarak şöyle dedi: "Kanı çeken ne?"

Bilmiyorum anlamında başımı salladım. "İşte," dedim, "sorun bu. Van Helsing bu konuda çok heyecanlı ve ben de ne yapacağımı bilemiyorum. Tahminde bulunmaya bile cüret edemiyorum. Lucy'nin uygun biçimde izlenmesine ilişkin tüm hesaplarımızı çöpe atan bir dizi ufak olay meydana geldi. Ama bunlar bir daha olmayacak. Her şey düzelene -ya da bozulana- kadar burada kalacağız. Quincey elini uzattı. "Beni de sayın," dedi. "Sen ve Hollandalı adam bana ne yapacağımı söyleyeceksiniz, ben de onu yapacağım."

O akşamüstü geç saatlerde uyandığında, Lucy'nin yaptığı ilk şey, göğsünü yoklamak ve beni şaşırtacak biçimde, Van Helsing'in okumam için bana verdiği kâğıdı göğsünden çıkartmak oldu. Dikkatli Profesör, uyandığında kaygılanmasın, diye onu çıktığı yere geri koymuştu. Sonra, gözü Van Helsing'le bana kaydı ve sevindi. Sonra, odaya bakındı ve nerede olduğunu görünce irkildi; yüksek sesle çığlık attı ve zavallı incecik elleriyle solgun yüzünü kapadı. Bunun ne anlama geldiğini -annesinin ölümünü tümüyle algıladığını- ikimiz de anladık; bu yüzden onu rahatlatmak için elimizden geleni yaptık. Kuşkusuz duygudaşlık onu biraz rahatlattı ama zihinsel ve ruhsal olarak çok güçsüzdü; uzun uzun sessizce ve güçsüzce ağladı. Ona birimizin ya da ikimizin birden hep onunla kalacağını söyledik; bu onu biraz rahatlatmış gibiydi. Alacakaranlığa doğru hafif bir uykuya daldı. Bu sırada çok tuhaf bir şey oldu. Uykusunda kâğıdı göğsünden çıkarttı ve yırttı. Van Helsing yanına gitti ve kâğıt parçalarını elinden aldı. Ama buna karşın, Lucy sanki kâğıt hâlâ elindeymiş gibi yırtma eylemini sürdürdü; sonunda ellerini kaldırdı ve sanki parçaları saçıyormuş gibi ellerini açtı. Van Helsing şaşırmış göründü ve kaşları, düşünceye dalmışçasına birleşti, ama bir şey söylemedi.

19 Eylül. - Dün gece boyunca, hep uyumaktan korkarak ve her uyanışında bir biçimde daha da güçsüzleşerek kesik kesik uyudu. Profesör ve ben nöbetleşe başında bekledik ve onu bir an bile yalnız bırakmadık. Quincey Morris, planı konusunda hiçbir şey söylemedi, ama bütün gece boyunca evin çevresinde devriye gezdiğini biliyordum.

Gündüz olduğunda, gün ışığı, zavallı gücünün nasıl hasar gördüğünü gözler önüne serdi. Kafasını zar zor çevirebiliyordu ve alabildiği az miktarda gıdanın da ona yararı dokunmuyormuş gibi görünüyordu. Zaman zaman uyuyordu ve Van Helsing'le ben uyuduğu ve uyanık olduğu zamanlar arasındaki farkı görebiliyorduk. Uyurken daha çelimsiz ve nefes alış verişi daha hafif olsa da daha güçlü görünüyordu; açık ağzı çekilmiş, solgun dişetlerini ortaya seriyordu ve bu yüzden dişleri kesinlikle daha uzun, daha sivri görünüyordu; uyandığında gözlerindeki yumuşaklık belli ki ifadesini değiştiriyordu, çünkü ölmekte olsa da kendi gibi görünüyordu. Öğleden sonra Arthur'u istedi ve ona telgraf çekti. Quincey onu karşılamak için istasyona gitti.

Arthur geldiğinde saat neredeyse altı olmuştu; güneş batıyor, kırmızı ışık pencereden içeri akıyor, solgun yanaklarına biraz daha renk veriyordu. Onu gördüğünde, Arthur heyecandan boğulacak gibi oldu, hiçbirimiz konuşamadık. Geçen saatler içinde, sağlıklı uykular ya da öyle kabul edilen koma benzeri durumlar daha sıklaştı ve bu yüzden konuşmanın olası olduğu aralar kısaldı. Ama Arthur'un varlığı, uyarıcı işlevi görüyordu; Lucy biraz kendine gelmişti ve onunla konuşurken buraya geldiğimizden bu yana olmadığı kadar canlıydı. Arthur da kendini toparlamıştı, olabildiğince neşeli konuşuyordu, böylece her şey olabildiğince iyiye gidiyordu.

Saat neredeyse bir olmuştu ve Arthurla Van Helsing, Lucy'nin yanında oturuyorlardı. On beş dakikaya kadar nöbeti onlardan devralacağım ve bu kaydı Lucy'nin fonografında yapıyorum. Saat altıya kadar dinlenmeye çalışacaklar. Korkarım yarın nöbetimizi sona erdirecek, çünkü bu sarsıntı fazlasıyla büyüktü; zavallı çocuk iyileşemeyecek. Tanrı hepimize yardım etsin.

Mina Harker'dan Lucy Westenra,ya mektup (Alıcı tarafından açılmamış.)

17 Eylül

Çok sevgili Lucy

Senden haber almayalı ya da aslında sana yazmayalı, bir asır geçmiş gibi. Tüm haberlerimi okuyunca hatalarımdan ötürü beni bağışlayacaksın biliyorum. Pekâlâ, kocamı sağ salim teslim aldım; Exeter'a vardığımızda orada bizi araba bekliyordu ve gut hastalığı geçirmekte olmasına karşın Mr. Hawkins arabadaydı. Bizi, bize ayrılan tüm odaların hepsinin çok hoş ve rahat olduğu kendi evine götürdü ve birlikte akşam yemeği yedik. Yemekten sonra Mr. Hawkins şöyle dedi:

"Canlarım, sağlığınıza ve mutluluğunuza içmek istiyorum; dilerim tüm güzellikler sizinle olsun. İkinizi de çocukluğunuzdan beri tanıyorum ve sevgi ve gururla büyümenizi izledim. Şimdi yuvanızı burada yanımda kurmanızı istiyorum. Ne karım, ne çocuğum kaldı; hepsi gitti ve vasiyetimde her şeyi size bıraktım." Jonathan ve yaşlı adam el sıkışırlarken ağladım, Lucy'ciğim. Akşamımız çok çok çok mutlu geçti.

İşte buraya, bu güzel eski eve yerleştik ve hem yatak odamdan hem oturma odasından yakındaki katedralin, büyük kara gövdeleri katedralin eski sarı taşlarına karşı koyan büyük karaağaçlarını görebiliyorum; başımızın üstündeki kargaların bütün gün ses çıkardıklarını, cırcır ettiklerini ve kargalarla insanların tavırları hakkında dedikodu yaptıklarını duyabiliyorum. İşler ve ev yönetimi konusunda düzenlemeler yapmakla uğraştığımı söylememe gerek yok. Jonathan ve Mr. Hawkins bütün gün çalışıyorlar; çünkü artık Jonathan ortak oldu. Mr. Hawkins ona müşterilerle ilgili her şeyi anlatmak istiyor.

Sevgili annenin durumu nasıl? Keşke sizi görmek için bir-iki günlüğüne kasabaya gelebilseydim canım ama omzumda bunca yük varken henüz buna cesaret edemem; Jonathan'ın da hâlâ bakıma ihtiyacı var. Kemiklerinin üstü biraz et dolmaya başladı, ama uzun süren hastalıktan fena halde zayıflamıştı; şimdi bile bazen uykusunda birdenbire yerinden fırlıyor ve ben onu tatlı dille her zamanki uysallığına döndürebilene kadar tir tir titreyerek uyanıyor. Yine de, Tanrıya şükür, bu durumlar günler geçtikçe daha az sıklıkta oluyor ve zamanla tümden yok olacaklarına inanıyorum. Evet, işte sana haberlerimi verdim, seninkileri sorayım. Ne zaman ve nerede evleneceksiniz, düğünü kim yönetecek ve ne giyeceksin, davetlilere açık bir düğün mü olacak yoksa aranızda mı yapacaksınız? Bana her şeyi anlat canım; bana tüm bunlarla ilgili her şeyi anlat çünkü seni ilgilendirip de benim için önemli olmayan hiçbir şey yok. Jonathan sana "en derin saygılarını" iletmemi istedi, ama bunun HaWkins & Harker şirketinin küçük ortağından gelecek bir selamlama için yeterli olduğunu sanmıyorum; bu yüzden, sen beni sevdiğine ve o beni sevdiğine ve ben seni sözcüğün tüm zamanları ve anlamları ile sevdiğime göre, sana onun yerine kısaca Jonathan'ın "sevgilerini" yolluyorum. Hoşça kal sevgili Lucy ve tüm iyilikler üzerinde olsun.

Sevgilerimle,

MINA HARKER

Patrick Hennessey; M.D., M.R.C.S.,L. K.P.C.P.I. vs. vs.denJohn Seward; M. D.ye rapor

20 Eylül

Sayın Beyefendi,

İstekleriniz doğrultusunda, sorumluluğuma bırakılan şeylere ilişkin raporu ekte gönderiyorum. Hastaya, Renfield'a ilişkin daha söylenecek şeyler var. Korkunç bir sonu olabilecek, ama şansımıza öyle sonuçlanmayan bir nöbet daha geçirdi. Bugün öğleden sonra üzerinde iki adamla bir taşımacı arabası arazisi bizimkine bitişik boş eve -hatırlarsınız, hastanın iki kez kaçtığı ev- geldi. Adamlar buranın yabancısı oldukları için kapıcıya yolu sormak için kapımızda durdular. Ben, yemekten sonra sigaramı içerken çalışma odasının penceresinden dışarı bakıyordum ve adamlardan birinin eve yaklaştığını gördüm. Renfield'ın odasının penceresinin önünden geçtiğinde hasta onu içerden azarlamaya başladı ve ona ağzına gelen her türlü kötü sözle seslendi. Yeterince efendi birine benzeyen adam ona, "Kes sesini seni küfürbaz dilenci," demekle yetindi, bunun üzerine adamımız onu kendisini soymakla ve öldürmekle suçladı ve eğer asılacak bile olsa, onu engelleyeceğini söyledi. Pencereyi açtım ve adama önemsememesi için işaret ettim, böylece, adam, etrafa şöyle bir bakıp geldiği yerin nasıl bir yer olduğuna karar verdikten sonra, "Tanrı sizi korusun beyefendi, lanet olasıca bir tımarhanede bana ne dendiğini önemsemem. Onun gibi vahşi bir hayvanla birlikte bu evde yaşamak zorunda olduğunuz için size ve müdüre acıyorum," demekle yetindi. Sonra kibarca yolu sordu; ona boş evin kapısının nerede olduğunu anlattım; adamımızın tehditlerini, küfürlerini ve sövmelerini peşine takıp uzaklaştı. Neden bu şekilde öfkelendiğini anlayabilir miyim diye aşağı indim, çünkü genelde çok terbiyelidir ve vahşi nöbetleri dışında bu tarz bir şey daha önce hiç yaşanmamıştı. Çok şaşırtıcı, ama onu oldukça sakin ve ılımlı bir tavır içinde buldum. Onu olay hakkında konuşturmaya çalıştım, ama bana tatlılıkla ne demek istediğimi sorup durdu ve konudan tümüyle habersiz olduğunu düşünmeme neden oldu. Üzülerek belirtmeliyim ki, bu yalnızca şeytanlığının bir başka göstergesiymiş, çünkü yarım saat sonra ondan yeni bir haber daha aldım. Bu sefer, odasının penceresinden çıkmış ağaçlıklı yoldan aşağı koşuyordu. Hastabakıcılara peşimden gelmelerini söyleyip hastanın ardından koştum çünkü birine zarar vermesinden korkuyordum. Üzerinde birkaç büyük tahta sandıkla, demin geçen arabanın yolda ilerlediğini gördüğümde korkumda haklı çıktım. Adamlar, sanki vahşice egzersiz yapmışlar gibi alınlarını siliyorlardı ve yüzleri kızarmıştı. Ben daha ona ulaşamadan, hasta, adamların üstüne atıldı ve içlerinden birini arabadan indirerek başını yere vurmaya başladı. Eğer zamanında onu yakalamasaydım sanırım adamı hemen oracıkta öldürecekti. Öteki adam aşağı atladı ve kırbacının küt tarafıyla hastanın kafasına vurdu. Korkunç bir darbeydi; ama aldırmışa benzemiyordu ve onu da yakalayıp sanki kedi yavrusuymuşuz gibi bizi bir ileri bir geri çekiştirerek üçümüzle birden mücadele etti. Biliyorsunuz, hafif değilim, öteki ikisi de cüsseli adamlardı. Önceleri, kavga ederken sessizdi; ama onu bastırmaya başladığımızda ve hastabakıcılar ona deli gömleği giydirirlerken bağırmaya başladı: "Onları engelleyeceğim! Beni soyamayacaklar! Beni yavaş yavaş öldüremeyecekler! Efendim için savaşacağım!" Bu ve buna benzeyen abuk sabuk şeyler söyledi. Onu hatrı sayılır güçlükle eve götürüp minderli odaya koydular. Hastabakıcılardan birinin, Hardy'nin bir parmağı kırıldı. Ama her şeyi yoluna koydum ve artık durumu iyi.

İki taşıyıcı, önceleri verilen zarar için alınacak hukuki önlemlere ilişkin tehditlerini bağıra bağıra savurdular ve hukukun verebileceği tüm cezaları üzerimize yağdıracaklarını söylediler. Ama tehditleri, ikisinin de çelimsiz bir deli tarafından yenilmelerine ilişkin dolaylı bir savunmayla iç içe geçmişti. Güçleri yola gidecek ağır sandıkları taşıyıp arabaya kaldırmakla harcanmış olmasaydı adamı çabucak halledebileceklerini söylediler. Yenilgileri için bir başka neden olarak mesleklerinin tozlu doğası gereğince içine düştükleri alışılmamış susuzluk durumu ve işlerinin herhangi bir eğlence mekânına ayıplanası derecede uzak olmasını gösterdiler. Amaçlarını çok iyi anladım; bir ya da birden fazla kadeh rom ve her birinin eline bırakılan birer altınla saldırıyı önemsememeye başladılar ve size bu satırları yazan böylesi "lanet olasıca iyi bir herifle tanışma zevkine erişmek için daha beter bir deliyle karşılaşmayı kabul edeceklerine yemin ettiler. İleride gerekli olursa diye adlarını ve adreslerini aldım. Bilgileri şöyle: Dudding Evleri, King George Yolu, Gre-at Walworth,tan Jack Smollet ve Peter Parley Evleri, Gu-ide Meydanı, Bethnal Green'den Thomas Snelling. İkisi de Orange Master's Yard, Soho'da bulunan Harris & Oğulları Taşıma ve Nakliye Şirketi'nde çalışıyorlar.

Burada meydana gelen ve ilgi çekebilecek her konuyu size yazacak ve önemli bir şey olması durumunda bir an önce telgraf çekeceğim.

Bana inanın, Efendim.

Saygılarımla,

PATRICK HENNESSEY

Mina Harker'dan Lucy Westenra'ya mektup (Alıcı tarafından açılmamış.)

18 Eylül

Çok sevgili Lucy

Öyle büyük bir felaket yaşadık ki! Mr. Hawkins birdenbire öldü. Bazıları, bunun bizim için çok üzücü olmadığını düşünebilir, ama ikimiz de onu öyle sevmiştik ki, cidden sanki babamızı yitirmişiz gibi geliyor. Annemi de babamı da tanımadığım için bu sevgili yaşlı adamın ölümü benim için büyük şok oldu. Jonathan oldukça sıkıntılı. Yalnızca yaşamı boyunca ona arkadaşlık etmiş ve sonunda ona kendi oğlu gibi davranıp bizim gibi alçakgönüllü yetiştirilmiş kişilere hayallerinin ötesinde bir servet bırakan bu iyi adam için üzüntü, büyük üzüntü duymakla kalmıyor, Jonathan başka konuda da sıkıntı yaşıyor. Bu durumla birlikte üzerine yüklenen sorumluluk miktarının onu tedirgin ettiğini söylüyor. Kendinden kuşku duymaya başlıyor. Onu neşelendirmeye çalışıyorum ve ona olan inancım, onun kendine inanmasına yardımcı oluyor. Ama yaşadığı bu ağır şok onu en çok bu konuda etkiliyor. Ah, onunki gibi tatlı, sade, soylu, güçlü bir yaradılışın -sevgili, iyi dostumuzun yardımıyla onu birkaç yıl içinde hukuk danışmanlığından ustalığa yükselten yaradılış- gücünün özünü yok edecek biçimde yaralanmış olması çok zor. Kendi mutluluğunun ortasında seni dertlerimle kaygılandırıyorsam beni bağışla canım; ama sevgili Lucy, birine anlatmalıyım çünkü Jonathan'ın karşısında cesur ve neşeli görünmeye çabalamak beni yoruyor ve burada sırrımı paylaşabileceğim kimse yok. yarın Londra'ya gelmek zorundayız, ama buna çekiniyorum; Mr. HaWkins vasiyetinde babasıyla aynı mezara gömülmek istediğini söylemiş. Başka hiç akrabası olmadığı için, Jonathan'ın cenaze sahibi görevini üstlenmesi gerekiyor. Bir-iki dakikalığına da olsa, seni görmeye geleceğim, canım. Canını sıktığım için beni bağışla. Tüm iyi dileklerimle.

Seni seven

MİNA HARKER

Dr. Seward'ın güncesi

20 Eylül - Yalnızca kararlılık ve alışkanlık bu gece buraya not düşmeme izin verebilir. Öyle acması durumdayım, öyle üzgün, yaşam da dahil, dünyadan ve içindeki her şeyden öylesine bıktım ki, şu an ölüm meleğinin kanat çırpışını duysam umursamam. Ve son zamanlarda o acımasız kanatlarını belli bir amaç uğruna çırpıyor -Lucy'nin annesi, Arthur'un babası ve şimdi de... İşime döneyim.

Van Helsing'den Lucy'nin başında nöbet tutma görevini tam zamanında devraldım. Arthur'un da gidip dinlenmesini istedik, ama önce kabul etmedi. Ancak, gün içinde yardımını isteyeceğimizi ve Lucy'nin kötüye gitmesi durumunda dinlenme ihtiyacıyla bitkin düşmememiz gerektiğini söylediğimde gitmeyi kabul etti. Van Helsing ona karşı çok sevecendi. "Gelin çocuğum," dedi; "gelin benimle. Hasta ve güçsüzsünüz ve gücünüzü yoran o bildiğimiz yükün yanı sıra büyük üzüntü ve zihinsel acı da yaşadınız. Yalnız kalmamalısınız; çünkü yalnız kalmak, korku ve dehşetle dolmak demektir. Büyük bir ateşin yandığı ve iki kanepenin bulunduğu oturma odasına gelin. Siz birine, ben birine uzanırız ve konuşmasak ve hatta uyusak bile duygudaşlığımız birbirini avutur." Arthur, Lucy'nin, yastığındaki ve neredeyse keten bezinden bile daha beyaz yüzüne özlemle bakarak Profesörle birlikte odadan çıktı. Lucy, oldukça hareketsiz yatıyordu ve ben de her şeyin olması gerektiği gibi olduğunu görmek için odaya bakındım. Profesör'ün öbür odada olduğu gibi bu odada da sarmısak kullarıma kararlılığını sürdürdüğünü görebiliyordum; tüm pencere çerçeveleri sarmısak kokuyordu ve Lucy'nin boynunda, Van Helsing'ın takmasını istediği ipek mendilin üstünde aynı kokulu çiçeklerden yapılma kaba bir girland vardı. Lucy'nin nefes alış verişi biraz hırıltılıydı ve yüzü, açık ağzından solgun dişetleri meydana çıktığı için berbat durumdaydı. Loş ve belirsiz ışığın altında dişleri sabahkinden daha uzun ve sivri gibi geliyordu. Özellikle, bir tür ışık oyunuyla, köpekdişleri ötekilerden daha uzun ve sivri görünüyordu. yanına oturdum ve hemen sıkıntılı biçimde hareket etti. Tam da o anda pencerede tekdüze kanat sesleri duyuldu. Yavaşça pencereye gittim ve perdenin köşesinden dışarı baktım. Dolunay vardı ve gürültünün dönüp duran -çok loş olsa da kuşkusuz ışığın çekiciliğine kapılan- ve ara sıra kanatlarıyla pencereye vuran büyük bir yarasa tarafından yapıldığını görebildim. Koltuğuma döndüğümde, Lucy'nin hafifçe kıpırdamış olduğunu ve sarmısak çiçeklerini boğazından kopartıp atmış olduğunu fark ettim. Onları elimden geldiğince yerlerine yerleştirdim ve onu izlemek üzere oturdum.

Biraz sonra uyandı ve ona, Van Helsing'in reçetelediği biçimde yemeğini verdim. Çok az yedi ve isteksizdi. Şimdiye dek hastalığının göstergesi olan yaşam ve güç savaşımı yok gibiydi. Bilinci yerine gelir gelmez sarmısak çiçeklerini göğsüne bastırması tuhafıma gitmişti. Ne zaman hırıltılı nefes alış verişle o uyku haline girse çiçekleri kendinden uzaklaştırması, ama uyandığında onlara sıkı sıkı sarılması kuşkusuz tuhaftı. Bu konuda hata yapmanın olasılığı yoktu, çünkü takip eden uzun saatler içinde çok sayıda uyku ve uyanına dönemi geçirdi ve bu iki eylemi de çok kere yineledi.

Saat altıda Van Helsing nöbeti benden devralmaya geldi. Bu süre içinde Arthur uyuyakalmış ve Profesör de acıma duygusuyla, onun uyumaya devam etmesine izin vermişti. Lucy'nin yüzünü gördüğünde, nefes alışındaki tıslamayı duyabiliyordum ve sertçe fısıldayarak şöyle dedi: "Perdeyi aç; ışık istiyorum!" Sonra eğildi ve yüzü neredeyse Lucy'ninkine değerek dikkatli biçimde onu inceledi. Çiçekleri ve ipek mendili boynundan aldı. Bunu yaparken irkildi ve sanki boğulurcasına, "Mein Gottl" dediğini duydum. Ben de eğilip baktım ve Van Helsing'i ürküten şeyi gördüğümde içimi tuhaf bir ürperti sardı. Lucy'nin boğazındaki yaralar tümüyle yok olmuştu. Tam beş dakika boyunca Van Helsing, en sert yüz ifadesiyle Lucy'ye bakarak orada durdu. Sonra bana döndü ve soğukkanlı biçimde şöyle dedi:

"Ölüyor. Artık uzun sürmeyecek. Dikkat et; bilinci yerindeyken ya da uykusunda ölmesi pek çok şeyi değiştirecek. O zavallı çocuğu uyandır, gelip onu son kez görsün; bize güveniyor ve ona söz verdik."

Yemek odasına gittim ve Arthur'u uyandırdım. Bir an sersemledi, ama kepenklerin kenarlarından süzülen gün ışığını gördüğünde geç kaldığını sandı ve korkusunu dile getirdi. Onu Lucy'nin hâlâ uyuduğuna inandırdım, ama elimden geldiğince nazik biçimde Van Helsing'in de benim de sonun yakın olduğundan korktuğumuzu söyledim. Yüzünü elleriyle örttü ve kanepenin dibinde dizlerinin üstüne düştü; orada belki bir dakika boyunca başı eğik dua ederek ve o sırada omuzları üzüntüden sarsılarak kaldı. Elinden tuttum ve onu ayağa kaldırdım. "Gel," dedim, "sevgili eski dostum, tüm cesaretini topla; onun için en iyisi ve en kolayı bu olacak."

Lucy'nin odasına geldiğimizde Van Helsing'in her zamanki sağduyusuyla her şeyi düzelttiğini ve olabildiğince hoş hale getirdiğini görebildim. Lucy'nin saçını bile fırçalamıştı, böylece saçları yastığında her zamanki güneşli dalgalarla uzanıyordu. Biz odaya girdiğimizde gözlerini açtı ve onu gördüğünde yavaşça fısıldadı:

"Arthur! Ah, sevgilim. Geldiğin için çok mutluyum!" Tam Lucy'yi öpmek üzere eğiliyordu ki Van Helsing onu geri çekti. "Hayır," diye fısıldadı, "henüz olmaz! Elini tutun; bu, onu daha çok rahatlatacak."

Böylece Arthur onun elini tuttu ve yanına diz çöktü; Lucy gözlerinin meleksi güzelliğine uyan yumuşak çizgileriyle her zamankinden güzel görünüyordu. Sonra yavaş yavaş gözleri kapandı ve uykuya daldı. Kısa süreliğine, göğsü hafifçe inip kalktı, nefes alıp verişi yorgun bir çocuğunki gibiydi.

Ve sonra belli belirsiz biçimde, gece fakına vardığım tuhaf değişim meydana geldi. Nefes alış verişi hırıltılı bir hal almaya başladı, ağzı açıldı ve geri çekilmiş solgun dişetleri dişlerini hiç olmadığı kadar uzun ve keskin gösterdi. Uykudan uyanırcasına, belli belirsiz, bilinçsiz biçimde birdenbire donuklaşan ve katılaşan gözlerini açtı ve daha önce dudaklarından çıktığını hiç duymadığım yumuşak, şehvetli bir sesle şöyle dedi:

"Arthur! Ah, sevgilim. Geldiğin için çok mutluyum! Öp beni!" Arthur onu öpmek için hevesle eğildi, ama tam o anda, Lucy'nin sesiyle tıpkı benim gibi irkilen Van Helsing, Arthur'un üstüne çullandı ve iki eliyle onu boynundan yakalayarak asla sahip olamayacağını düşündüğüm bir güçle onu geri çekti - daha doğrusu onu neredeyse odanın öbür ucuna fırlattı.

"Hayatta olmaz!" dedi, "senin ve onun yaşayan ruhu için hayatta olmaz!" Ve bir kapları gibi ikisinin arasına dikildi.

Arthur öylesine afallamıştı ki bir an için ne yapacağını ya da ne diyeceğini bilemedi; herhangi bir şiddet dürtüsü onu ele geçirmeden önce yeri ve durumu algılayıp sessiz kalıp bekledi.

Gözlerim, tıpkı Van Helsing'inkiler gibi Lucy'ye dikiliydi; bir gölge gibi, yüzünden bir öfke kasılmasının geçtiğini gördük; sivri dişleri birbirine vurdu. Ardından, gözleri kapandı ve derin derin nefes aldı.

Oldukça kısa süre sonra, tüm yumuşaklığıyla gözlerini açtı ve kendi zavallı solgun, ince elini uzatıp Van Helsing'in iri, kahverengi elini tuttu; eli kendine çekerek öptü. "Gerçek dostum," dedi, bitkin bir ses ve sözlerle anlatılamayacak kadar büyük bir dokunaklılıkla, "benim ve Arthur'un gerçek dostu! Ah, onu koruyun ve beni huzura erdirin!"

Van Helsing, "Söz veriyorum!" dedi ağırbaşlılıkla ve Lucy'nin yanında diz çökmüş yemin eden biri gibi elini kaldırarak. Sonra Arthur'a döndü ve ona şöyle dedi: "Gelin, oğlum, elini elinize alın ve onu alnından öpün, yalnızca bir kez."

Dudakları yerine gözleri buluştu ve böylece ayrıldılar.

Lucy'nin gözleri kapandı; onları yakından izleyen Van Helsing, Arthur'un kolunu tuttu ve onu uzaklaştırdı.

Ve ardından, Lucy'nin nefes alışı yine hırıltılı hal aldı ve birdenbire durdu.

"Her şey bitti," dedi Van Helsing. "Öldü!"

Arthuru kolundan tuttum ve oturma odasına götürdüm, orada oturdu ve görünce neredeyse içimi parçalayacak biçimde hıçkırarak elleriyle yüzünü örttü.

Odaya geri döndüm; Van Helsing'i zavallı Lucy'ye bakarken buldum, Profesörün yüzü her zamankinden daha katıydı. Lucy'nin bedeninde bazı değişiklikler olmuştu. Ölüm, güzelliğinin bir kısmını geri vermişti, çünkü alnı ve yanakları akıcı hatlarının bir kısmını geri kazanmıştı; hatta dudakları ölüyü andıran solgunluğunu yitirmişti. Sanki artık kalbi çalıştırmak için gereksinim duyulmayan kan, ölümün acımasızlığını olabildiğince daha az kaba kılmak için oralara gitmişti.

Uyurken ölüyor sandık,

Ve öldüğünde uyuyor.

Van Helsing'in yanında durdum ve şöyle dedim: "Ah, işte zavallı kız, sonunda huzur içinde. Son geldi!" Bana döndü ve ağır bir ciddiyetle yanıt verdi: "Hayır; heyhat, öyle değil. Bu, yalnızca başlangıç!" Ne demek istediğini sorduğumda yalnızca başını salladı ve şöyle dedi:

"Şu an için bir şey yapamayız. Bekle ve gör."

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro