Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

VIII

Mina Murray'nin güncesi

Aynı gün, gece 11. - Ah! Ne kadar yorgunum! Eğer günceyi görev edinmiş olmasaydım, bu gece onu açmazdım. Çok güzel bir yürüyüş yaptık. Bir süre sonra Lucy neşelendi; sanırım bunu deniz fenerinin yakınlarındaki tarlada bize doğru yavaş yavaş ilerleyen ve ödümüzü kopartan birkaç sevimli ineğe borçluyuz. Kişisel korkularımız dışında her şeyi unuttuğumuzu sanıyorum ve bu şekilde, geçmişe sünger çekip yeni bir başlangıç yaptık. Robin Hood Koyu'nda, kıyıdaki yosun kaplı kayaların tam üstünde kavisli penceresi olan sevimli, minik, eski moda bir handa kusursuz bir "acı çay" aldık. Eminim, iştahımız "Yeni Kadın"ı şaşkına çevirirdi. Erkekler daha hoşgörülü, Tanrı onları kutsasın! Sonra biraz, daha doğrusu çok sayıda, dinlenme molası vererek ve yüreklerimizde yabanıl boğalara karşı bitmek bilmeyen bir korkuyla eve yürüdük. Lucy cidden çok yorgundu ve elimizden geldiğince çabuk, sürünerek yataklarımıza girmeyi hedefliyorduk. Ama genç vaiz ziyaretimize geldi ve Mrs. Westenra ondan yemeğe kalmasını istedi. Lucy de ben de, onun için uyku perisiyle savaştık; benim açımdan zorlu bir savaş olduğunun farkındayım, ama oldukça kahramanca davrandım. Bence bir gün piskoposlar bir araya gelmeli ve ne kadar ısrar edilirse edilsin, yemeğe kalmayan ve kızların yorgun olduğunu anlayan yeni bir vaiz sınıfı üretmenin yolunu bulmalılar. Lucy uyudu ve hafif hafif nefes alıyor. Yanakları her zamankinden daha renkli ve ah, öyle tatlı görünüyor ki. Eğer Mr. Holmwood onu sadece salonda görüp âşık olduysa, şimdi görse ne derdi merak ediyorum. Günün birinde, kimi "Yeni Kadın" yazarlar, evlenme teklif etmeden ya da kabul etmeden önce erkek ve kadınların birbirlerini uyurken görmelerine izin verilmesi düşüncesini destekleyecekler. Fakat bence ileride "Yeni Kadın" evlenme teklifini kabul etme alçakgönüllülüğünü göstermeyecek; teklifi de kendisi yapacak. Ve bu konuda çok iyi iş çıkaracaktır! Bunda biraz avuntu bulabiliriz. Bu gece çok mutluyum, çünkü Lucy daha iyi görünüyor. Gerçekten, tehlikeyi atlattığına ve rüya görmekle ilgili sorunları aştığımıza inanıyorum. Jonathan'ın iyi olduğunu bilsem mutluluğum tam olacaktı, Tanrı onu kutsasın ve korusun.

11 Ağustos, sabah 3. - Yine günce. Şimdi uyku yok, o yüzden yazayım bari. Uyuyamayacak kadar heyecanlıyım. Öyle bir serüven, öyle şaşırtıcı bir deneyim yaşadık ki. Güncemi kapatır kapatmaz uykuya daldım. Birdenbire üzerime çöken dehşet verici bir korku ve çevremde bir tür boşluk hissiyle uyanıp doğruldum. Oda karanlıktı, bu yüzden Lucy'nin yatağını göremiyordum; usulca oraya gidip el yordamıyla Lucy'yi aradım. Yatak boştu. Bir kibrit yaktım ve odada olmadığını gördüm. Kapı kapalıydı, ama bıraktığım gibi kilitli değildi. Son zamanlarda her zamankinden daha hasta olan annesini uyandırmaktan korktum; o nedenle üstüme bir şeyler geçirdim ve Lucy'yi aramaya hazırlandım. Odadan çıkarken aklıma, üzerine giydiklerinin, uykusunda yürümesine neden olan amacı hakkında bazı ipuçları verebileceği fikri geldi. Sabahlık ev demekti; elbise dışarısı. Sabahlık da elbise de yerindeydi. "Tanrıya şükür!" dedim kendi kendime; "Uzağa gitmiş olamaz, çünkü üzerinde yalnızca geceliği var." Aşağıya koştum ve oturma odasına baktım. Orada yoktu! Sonra, yüreğimi donduran, gittikçe büyüyen bir korkuyla evdeki diğer tüm kapısı açık odalara baktım. Sonunda giriş kapısına vardım ve açık olduğunu gördüm. Sonuna kadar açık değildi, ama kapının çengeli yerinde değildi. Ev halkı kapıyı her gece kilitleme konusunda oldukça dikkatlidir, bu yüzden Lucy'nin üzerindekilerle olduğu gibi dışarı çıkmış olmasından korktum. Neler olmuş olabileceğini düşünecek zaman yoktu; anlaşılması güç, her şeye baskın bir korku tüm ayrıntıları belirsizleştiriyordu. Büyük, ağır bir şal alıp dışarı koştum. Crescent'e vardığımda saat biri vuruyordu ve görünürde tek bir kişi bile yoktu. North Terrace boyunca koştum ama beklediğim beyaz surete ilişkin hiç iz yoktu. Lucy'yi en sevdiğimiz bankta görme ümidi ya da korkusuyla -hangisi olduğunu bilemiyorum- rıhtımın üzerindeki North Cliff'in kenarından limanın öbür tarafındaki East Cliffe baktım. Parlak bir dolunay ve süzülürken tüm manzarayı ışık ve gölgeden yapılma bir görsel şölene çeviren ağır, kara, hareketli bulutlar vardı. Bir bulutun gölgesi Saint Mary Kilisesi'ni ve tüm çevresini kararttığı için bir-iki saniye hiçbir şey göremedim. Sonra, bulut geçip giderken Manastır'ın kalıntılarının yeniden ortaya çıktığını gördüm; kılıç kesiği kadar keskin dar bir ışık çizgisi ilerlerken, kilise ve kilise bahçesi giderek göz önüne çıkmaya başladı. Beklentim her ne idiyse, boşa çıkmadı, çünkü orada, en sevdiğimiz bankın üzerinde, ayın gümüş ışığı, hafifçe arkasına yaslanmış kar beyazı şekle vuruyordu. Bulut, fazla bir şey görmeme izin vermeden çabucak geri geldi; gölge, ışığı neredeyse hemen kesti, fakat beyaz şeklin parladığı bankın arkasında kara bir şey dikiliyormuş gibi geldi bana. Ne olduğunu, insan mı yoksa hayvan mı olduğunu söyleyemiyordum; bir kez daha bakabilmek için beklemedim; rıhtıma inen dik basamaklardan aşağıya koşarak indim ve balık pazarından geçerek East Cliff'e ulaşmanın tek yolu olan köprüye koştum. Kasaba ölü gibiydi, çünkü tek bir kişi bile görmedim; böyle olmasına seviniyordum çünkü Lucy'nin durumuna kimsenin tanık olmasını istemiyordum. Zaman ve mesafe sonsuz gibi geldi; Manastır'a giden bitmek bilmeyen merdivenleri çıkmaya uğraşırken dizlerim titredi ve güçlükle nefes almaya başladım. Hızlı gitmiş olmalıyım, ama yine de ayaklarıma kurşun ağırlıklar bağlanmış, bedenimdeki tüm eklemler paslanmış gibi hissediyordum. Tepeye yaklaşınca bankı ve beyaz şekli görmeye başlayabildim, çünkü artık gölgenin etkisine karşın onu ayırt edebilecek kadar yakınındaydım. Kuşkusuz, yarı yatar durumdaki beyaz şeklin arkasından eğilen uzun, siyah bir şey vardı. Dehşet içinde, "Lucy! Lucy!" diye bağırdım ve bir şey başını kaldırdı; bulunduğum yerden beyaz bir suratla kırmızı, parlak gözler görebildim. Lucy yanıt vermedi ve kilise bahçesinin girişine koştum. İçeri girdiğimde, kilise benimle bankın arasındaydı ve yaklaşık bir dakika için Lucy'yi gözden kaybettim. Tekrar görmeye başladığımda, bulut geçmişti ve ay ışığı öyle parlak vuruyordu ki, Lucy'nin başını bankın sırtına yerleştirip hafifçe uzanmış olduğunu görebiliyordum. Yapayalnızdı ve çevresinde herhangi bir canlıya ilişkin hiç iz yoktu.

Üzerine eğildiğimde hâlâ uyuduğunu görebiliyordum. Dudakları aralıktı ve nefes alıyordu - her zamanki gibi yumuşak değil, sanki her nefes alışında ciğerlerini tümüyle doldurmak istercesine uzun, derin nefeslerdi bunlar. Yanına yaklaştığım zaman, uykusunda elini kaldırdı ve geceliğinin yakasını boğazına sardı. Bunu yaparken, sanki soğuğu hissetmişçesine hafifçe ürperdi. Sıcak şalı üzerine attım ve kenarlarını boynunda iyice birleştirdim çünkü böylesine çıplakken gece havasında kötü biçimde üşütmesinden çekiniyordum. Onu birdenbire uyandırmaktan korktum, bu yüzden ellerimi boşaltıp ona yardım edebileyim diye şalı büyük bir çengelli iğneyle boğazında tutturdum; ama kaygıdan beceriksizce davranıp iğneyi boğazına batırmış ya da saplamış olmalıyım çünkü çok geçmeden, nefes alışı sakinleştiğinde elini bir kez daha boğazına götürüp inledi. Onu dikkatlice sarıp sarmaladığımda ayakkabılarımı ayaklarına geçirdim ve sonra onu yavaşça uyandırmaya başladım. Önce tepki vermedi, ama uykusunda ara sıra inleyerek ve iç çekerek giderek daha huzursuzlaştı. Zaman hızla akıp geçtiği için ve başka pek çok nedenden ötürü onu bir an önce eve götürmek istiyordum; sonunda gözlerini açıp uyanana kadar onu büyük güçle sarstım. Elbette, hemen nerede olduğunu anlamadığı için beni gördüğüne şaşırmış gibi görünmüyordu. Lucy hep çok güzel uyanır ve böyle bir zamanda, bedeni soğuktan üşümüşken, zihni gece vakti kilise bahçesinde üzerinde giysileri olmadan uyanmış olmasının etkisiyle biraz dehşete kapılmışken bile zarafetini yitirmedi. Biraz titredi ve bana sarıldı; hemen benimle eve gelmesini söylediğimde söz dinleyen çocuk gibi tek söz söylemeden ayağa kalktı. Yürürken, çakıltaşları ayaklarımı acıttı ve Lucy acıyla yüzümü buruşturduğumu fark etti. Durdu ve ayakkabılarımı almam için ısrar etmek istedi, ama kabul etmedim. Ama fırtınadan kalan bir gölcüğün olduğu kilise bahçesinin dışındaki keçiyoluna çıktığımızda ayaklarımı sırayla diğerinin üzerine basarak ikisini de çamura buladım, böylece, eve giderken biriyle karşılaşmamız durumunda kimse çıplak ayaklarımın farkına varmayacaktı.

Şans bizden yanaydı ve kimseyle karşılaşmadan eve vardık. Bir kez, önümüzdeki yoldan ilerlerken, pek de ayık olmayan bir adam gördük; ama adam, İskoçya'da wynds denilen dik patikaların birinde gözden kaybolana kadar bir kapının girintisinde saklandık. Kalbim öyle hızlı çarpıyordu ki zaman zaman bayılacağımı düşünüyordum. Lucy için çok kaygılanıyordum; yalnızca açıkta kalmaktan zarar görecek korkusuyla sağlığı için değil, aynı zamanda öykünün kulaktan kulağa dolaşması durumunda saygınlığı için de. İçeri girip ayaklarımızı yıkadıktan ve birlikte şükür duası ettikten sonra onu yatağa yatırdım. Uykuya dalmadan önce benden kimseye, annesine bile, bu uyurgezerlik serüveni hakkında bir şey söylemememi istedi, hatta bunun için yalvardı. Önce bu konuda söz vermeye çekindim; ama annesinin sağlık durumunu ve böyle bir şeyi öğrenmenin onu nasıl kaygılandıracağını düşününce ve böyle bir öykünün dışarı sızması durumunda nasıl çarpıtılabileceğini -yok, kesinlikle çarpıtılacağım- da düşününce istediğini yapmanın daha akıllıca olduğuna karar verdim. Umarım doğru yapmışımdır. Kapıyı kilitledim; anahtar elime bağlı böylece belki bir daha rahatsız edilmem. Lucy mışıl mışıl uyuyor; denizin üzerinde şafağın yansıması görünüyor...

Aynı gün, öğle. - Her şey yolunda. Lucy, ben onu uyandırana kadar uyudu ve yatağında dönmemiş gibi görünüyor. Gecenin serüveni ona zarar vermemiş gibi; tersine, ona yaran dokunmuş, çünkü bu sabah, haftalardır olmadığı kadar iyi gözüküyor. Çengelli iğneyle ilgili beceriksizliğimin ona zarar verdiğini fark ettiğim için üzgünüm. Gerçekten de, durum ciddi olabilirdi çünkü boynunun derisi hafifçe delinmiş. Gevşemiş bir parça deriyi delip geçmiş olmalıyım çünkü boynunda iğne deliği gibi iki küçük kırmızı nokta ve geceliğinin yaka bandında da bir damla kan var. Özür dileyip bu konuda kaygılandığımı söylediğimde gülüp beni okşadı ve bir şey hissetmediğini söyledi. Neyse ki, çok minik olduğu için iz bırakmaz.

Aynı gün, gece. - Mutlu bir gün geçirdik. Hava açıktı, güneş parlıyordu ve serin bir esinti vardı. Öğle yemeğimizi Mulgrave Koruluğu'na götürdük, Mrs. Westenra arabayla yoldan gitti ve Lucy'yle ben de yamaç yolundan yürüyüp onunla kapıda buluştuk. Biraz üzgündüm, çünkü Jonathan yanımda olsaydı nasıl tümüyle mutlu olacağımı hissetmeden duramıyordum. Ama işte! Sabırlı olmalıyım. Akşam, Casino Terrace'ta dolaştık, Spohr ve Mackenzie'den güzel müzikler dinledik ve erken yattık. Lucy, bir süredir olduğundan daha huzurlu görünüyor, hemen uykuya daldı. Bu gece sorun çıkmasını beklemesem de kapıyı kilitleyip anahtarı önceki gibi sağlama alacağım.

12 Ağustos. - Beklentilerim yanlış çıktı, çünkü gece boyunca iki kez Lucy'nin dışarı çıkmaya çalışmasıyla uyandım. Uykusunda bile, kapıyı kapalı bulduğu için biraz sabırsız görünüyordu ve protestocu bir tavırla yatağa döndü. Şafakla uyandım ve pencerenin önünde kuşların cıvıltısını duydum. Lucy de uyandı ve bir önceki sabahtan bile daha iyi olduğunu gördüğüme sevindim. Eski neşeli tavrı tümüyle geri gelmiş gibiydi, geldi yanıma kıvrılıp yattı ve bana Arthur'la ilgili her şeyi anlattı; ben de ona Jonathan için nasıl kaygılandığımı anlattım ve sonra beni avutmaya çalıştı. Eh, bir biçimde bunu başardı da, çünkü duygudaşlık gerçekleri değiştiremese de onları daha dayanılabilir kılmaya yardım edebilir.

13 Ağustos. - Başka bir sakin gün daha ve önceki gecelerde olduğu gibi anahtarı elime bağlayıp yattım. Gece yine uyandım ve Lucy'yi hâlâ uyur durumda yatağa oturmuş pencereyi gösterirken buldum. Sessizce kalktım ve perdeyi çekip dışarı baktım. Parlak bir ay ışığı vardı ve ışığın denizle gökyüzü üzerindeki yumuşak etkişi -bu ikisi büyük, sessiz bir gizemde birbirlerine karışmışlardı- kelimelerle anlatılamayacak kadar güzeldi. Ay ışığıyla benim aramda büyük çemberler çizerek gidip gelen büyük bir yarasa uçuyordu. Bir-iki kez oldukça yakına geldi, ama sanırım beni gördüğünde korktu, limanı geçip Manastırca doğru uçarak uzaklaştı. Pencereden döndüğümde, Lucy yine yatmış, huzur içinde uyuyordu. Gece boyunca bir daha hiç kıpırdamadı.

14 Ağustos. - Tüm gün East ClifPte okuyup yazıyorum. Lucy de burayı en az benim kadar sevmişe benziyor ve onu öğle yemeği, çay ya da akşam yemeği için buradan uzaklaştırıp eve götürmek zor oluyor. Bugün öğleden sonra tuhaf bir şey söyledi. Akşam yemeği için eve dönüyorduk ve Batı Rıhtımında başlayan merdivenlerin tepesine varmış, genellikle yaptığımız gibi manzaraya bakmak için durmuştuk. Gökyüzünde epeyce alçalmış olan güneş, neredeyse Kettleness'ın arkasından düşüyordu; kırmızı ışık East Cliff ile Manastırın üzerine saçılmıştı ve her şeyi güzel pembe bir parıltıyla yıkıyor gibi görünüyordu. Bir süre sessiz durduk ve birdenbire Lucy sanki kendi kendine konuşurcasına şöyle mırıldandı:

"Yine onun kırmızı gözleri! Tıpkı o gözler." Öylesine tuhaf, konuyla ilgisiz bir sözdü ki, beni epey ürküttü. Lucy'ye gözümü dikmiş bakıyor gibi görünmeden onu iyice görebilmek için biraz döndüm ve anlam veremediğim tuhaf bir yüz ifadesiyle yarı dalgın durumda olduğunu gördüm; bu yüzden bir şey söylemedim, ama gözlerini izledim. Bir karaltının tek başına oturduğu bankımıza bakıyor gibiydi. Biraz ürktüm, çünkü bir an için sanki yabancının alev alev yanan iri gözleri varmış gibi geldi; fakat bir kez daha baktığımda göz aldanması bozuldu. Kızıl güneş ışığı bankımızın arkasındaki Saint Mary Kilisesi'nin pencerelerinde parlıyordu, güneş batarken kırılıp yansıyarak öyle bir değişime neden olmuştu ki sanki ışık hareket etmiş gibi görünüyordu. Lucy'nin dikkatini bu olağandışı etkiye çektim; irkilerek kendine geldi, ama mutsuz görünüyordu; buradaki korkunç geceyi düşünüyor olabilirdi. O geceye hiç değinmiyoruz; o yüzden bir şey demedim ve akşam yemeği için eve döndük. Lucy'nin başı ağrıyordu, erkenden uyumaya gitti. Onun uyuduğunu görüp kısa bir gezinti için dışarı çıktım; batıdaki yamaçlar boyunca yürüdüm; içimi tatlı bir hüzün kaplamıştı çünkü Jonathan'ı düşünüyordum. Eve dönerken -ay ışığı parlaktı; öyle parlaktı ki Crescent'in bizim tarafımızda kalan bölümünün gölgede kalmasına karşın her şey çok net görülebiliyordu- penceremize bir göz attım ve Lucy'nin başının dışarı sarktığını gördüm. Belki beni arıyor olabilir diye düşündüğüm için mendilimi açıp salladım. Fark etmedi ya da herhangi bir hareket yapmadı. Tam o anda, ay ışığı binanın köşesinden kaydı ve pencereye ışık düştü. İşte açıkça Lucy, başı pencere pervazına dayanmış ve gözleri kapalı olarak oradaydı. Derin uykudaydı ve yanında, pencere eteğinde, irice bir kuşa benzeyen bir şey oturuyordu. Üşümesinden korktuğum için yukarı koştum, ama odaya girdiğimde hâlâ uyuyordu ve derin derin nefes alarak yatağına dönüyordu; elini, sanki soğuktan kö-rurcasına, boğazına götürmüştü. Onu uyandırmadım,-ama üstünü iyice örttüm; kapının kilitli olduğundan ve pencerenin iyice kapatıldığından emin oldum.

Uyurken öyle tatlı görünüyor ki; ama alışılmıştan daha solgun görünüyor ve gözlerinin altına, pek hoşuma gitmeyen yorgun ve bezgin bir gölge var. Korkarım onu kaygılandıran bir konu var. Keşke ne olduğunu öğrenebilseydim.

15 Ağustos. - Her zamankinden geç kalktım. Lucy durgun ve yorgundu ve biz aşağı çağrıldıktan sonra da uyumayı sürdürdü. Kahvaltıda bizi bekleyen mutlu bir sürpriz vardı. Arthur'un babası daha iyiymiş ve düğünün bir an önce gerçekleşmesini istiyormuş. Lucy sessiz bir sevinçle doldu; annesi aynı zamanda hem memnun hem üzgün görünüyor. Günün ilerleyen saatlerinde bana nedenini söyledi. Sevgili Lucy'ciğini kaybedeceği için üzülüyor, ama yakında onu koruyacak birine sahip olacağı için seviniyor. Zavallı tatlı kadın! Bana, ölüm fermanını aldığını söyledi. Lucy'ye söylememiş ve benden de gizlilik sözü aldı; doktoru, kalbi zayıfladığı için en fazla birkaç ay içinde öleceğini söylemiş. Her an, hatta şimdi bile, ani bir şok anneyi kesinlikle öldürürmüş. Ah, Lucy'nin uyurgezerliğine ilişkin o korkunç geceyi ondan gizlemekle akıllılık etmişiz.

17 Ağustos. - Tam iki gün günceme yazmadım. Yazacak yüreğim yoktu. Mutluluğumuzun üzerine karanlık bir örtü serilmiş gibi. Jonathan'dan haber yok ve annesinin sayılı saatleri sona ererken Lucy de gittikçe güçsüzleşiyor. Lucy'nin böyle solup gitmesine anlam veremiyorum. İyi yiyor, iyi uyuyor ve temiz havanın tadını çıkartıyor, ama hiç durmadan yanaklarındaki güller soluyor ve her geçen gün daha da güçsüzleşip durgunlaşıyor; geceleri neredeyse nefessiz kaldığını duyuyorum. Geceleri kapımızın anahtarını hep bileğime bağlı tutuyorum, ama kalkıp odada dolaşıyor ve açık pencerede oturuyor. Dün gece uyandığımda onu pencereden sarkarken buldum ve uyandırmaya çalıştığımda bunu başaramadım; kendinden geçmişti. Onu kendine getirmeyi başardığımda su kadar güçsüzdü ve nefes almak için verdiği uzun, acı dolu savaşımların arasında sessizce ağlıyordu. Ona pencereye nasıl çıktığını sorduğumda başını iki yana sallayıp arkasını döndü. Kendini hasta hissetmesinin o talihsiz çengelli iğnenin batmasından kaynaklanmadığını umuyorum. Şimdi o uyurken boğazına baktım ve minik yaralar hâlâ iyileşmiş görünmüyor. Hâlâ açıklar ve aksine, eskisinden genişler ve kenarları hafifçe beyazlamış. Ortaları kırmızı küçük beyaz benekler gibi. Bir-iki güne kadar iyileşmezlerse doktorun onlara bakması için ısrar edeceğim.

Whitby'deki Samuel F. Billington Oğlu, Hukuk Müşavirlerinden, Londra'daki Carter, Paterson Ortakları Şirketine mektup

17 Ağustos

Sayın Beyefendiler,

Great Northern Demiryolları tarafından gönderilen mallara ilişkin faturayı ilişikte bulabilirsiniz. King's Cross yük istasyonuna varır varmaz Purfleet yakınlarındaki Carfax'a teslim edilmeliler. Ev şu anda boş, ama hepsi etiketlenmiş anahtarları ekte bulabilirsiniz.

Lütfen, gönderiyi oluşturan elli adet sandığı evin bir kısmını oluşturan ve ilişikteki kabataslak krokide "A" harfiyle gösterilen kısmen yıkık binaya bırakınız. Malikânenin eski şapeli olduğu için vekiliniz yeri hemen bulacaktır. Mallar bu gece 9.30 treniyle yola çıkıyor ve yarın akşamüstü 4.30 itibariyle King's Cross'a varmış olacaklar. Müşterimiz teslimatın mümkün olduğunca çabuk yapılmasını istediğinden ekiplerinizin belirtilen saatte King's Cross'ta hazır olmaları ve malların gecikmeden varış yerine taşınmaları gerekmekte. Servislerinizdeki ödemeler gibi olağan gereksinimlerden kaynaklanabilecek herhangi bir gecikme olasılığının önüne geçmek için ekte on poundluk (10£) bir çek gönderiyoruz; lütfen teslim aldığınızı bildiriniz. Hesap bundan az tutarsa, kalanı gönderebilirsiniz; eğer fazla tutarsa, sizden haber alınca aradaki fark için hemen çek göndereceğiz. Çıkarken anahtarları evin ana salonuna bırakmanız gerekmekte; böylece mülk sahibi kendi anahtarlarıyla eve girdiğinde onları alabilir.

Lütfen, size, mümkün olan en hızlı biçimde çalışmanız için baskı yaparak iş inceliğinin sınırlarını aştığımızı düşünmeyiniz.

Saygılarımızla...

Samuel F. Billington & Oğlu

Londra'daki Carter, Paterson & Ortaklarından, Whitby'deki Billington & Oğlu Hukuk Müşavirleri'ne mektup

21 Ağustos

Sayın Beyefendiler,

10 poundun elimize ulaştığını ve ekteki alındı makbuzunda gösterilen 1 pound, 17 şilin, 9 penilik fazlalığın çekle geri gönderildiğini bilgilerinize sunarız. Mallar, tam olarak talimatlarınız uyarınca teslim edilmiş ve anahtarlar istendiği üzere ana salonda bir paket içinde bırakılmıştır.

Saygılarımızla.

Carter, Paterson & Ortakları adına

Mina Murray'nin güncesi

18 Ağustos. - Bugün mutluyum ve kilise bahçesindeki bankta oturup yazıyorum. Lucy çok daha iyi. Dün, bütün gece iyi uyudu ve beni bir kez bile rahatsız etmedi. Hâlâ üzücü derecede solgun ve bitkin görünse de yanaklarına güller geri gelmiş gibi. Eğer anemisi olsaydı, bunu anlayabilirdim, ama öyle değil. Neşesi yerinde, yaşam ve keyif dolu. Tüm o korkutucu suskunluktan uzaklaşmış gibi görünüyor ve sanki hatırlatılmasına gereksinim duyuyormuşum gibi, bana o geceyi ve onu burada, tam bu bankta uyurken bulduğumu hatırlattı. Bana bunları anlatırken botunun topuğuyla neşe içinde zemindeki taş tabakaya vuruyordu:

"O zaman zavallı küçük ayaklarım çok ses çıkartmadı! Sanırım zavallı yaşlı Mr. Swales olsaydı, bana Geor-die'yi uyandırmak istemediğim için böyle olduğunu söylerdi." Böylesine konuşkan olduğu için ona o gece hiç rüya görüp görmediğini sordum. Yanıtlamadan önce alnına, Arthur'un -Lucy'nin alışkanlığıyla ben de ona Arthur diyorum- sevdiğini söylediği o tatlı, buruşuk ifade geldi; gerçekten de Arthur'un böyle demesine şaşırmıyorum. Sonra, sanki kendine hatırlatmaya çalışırcasına, yarı dalgın biçimde sözlerini sürdürdü:

"Pek rüya görmedim; ama hepsi gerçek gibiydi. Yalnızca, burada, bu noktada olmayı istedim -neden bilmiyorum ama bir şeyden korkuyordum- ne olduğunu bilmiyorum. Sanırım uyuyordum, ama sokaklardan ve köprünün üstünden geçtiğimi hatırlıyorum. Ben geçerken bir balık sıçradı, ona bakmak için eğildim ve merdivenlerden çıkarken bir sürü köpeğin havladığını duydum -sanki tüm kasaba, bir ağızdan havlayan köpeklerle doluymuş gibiydi. Sonra, belli belirsiz biçimde, tam da günbatımında gördüğümüz gibi kırmızı gözlü uzun ve karanlık bir şeyle birlikte hem çok tatlı hem çok acı bir şeyin çevremi sardığını anımsıyorum; sonra derin yeşil sulara dalıyor gibiydim ve boğulmakta olan insanların kulaklarında olduğunu duyduğum gibi bir şarkı çalıyordu kulaklarımda; sonra her şey benden uzaklaşır gibi oldu; ruhum bedenimden çıkmış ve havada uçuyormuş gibiydi. Bir ara, Batı Deniz Feneri'nin tam altımda olduğunu hatırlıyorum, sonra sanki depremde kalmışım gibi acı veren bir duygu geldi ve geri geldim, senin bedenimi sarstığını gördüm. Seni hissetmeden önce bunu yaptığını gördüm."

Sonra gülmeye başladı. Anlattıkları bana biraz tekinsiz geldi ve nefes almadan onu dinledim. Anlattıklarından pek hoşlanmadım ve zihnini bu konudan uzaklaştırmanın daha doğru olacağını düşündüm; böylece başka konulara saptık ve Lucy yine eski haline döndü. Eve döndüğümüzde taze esinti onu güçlendirdi, solgun yanakları artık gerçekten daha pembeydi. Annesi onu gördüğünde çok sevindi ve birlikte çok mutlu bir akşam geçirdik.

19 Ağustos. - Sevinç! Sevinç! Sevinç! Her şey sevinçli olmasa da. Sonunda Jonathan'dan haber var. Zavallı sevgilim hastaymış; o yüzden yazmamış. Artık ne olduğunu bildiğim için, bunu düşünmeye ya da söylemeye korkmuyorum. Mr. Hawkins mektubu bana gönderdi, kendisi de yazmış, ah, ne incelik. Sabah buradan ayrılıp Jonathan'ın yanına gideceğim ve eğer gerekli olursa tedavisine yardım edip onu eve getireceğim. Mr. Hawkins orada evlenmemizin kötü bir şey olmayacağını söylüyor. İyi yürekli Rahibe'nin mektubunu okuyunca, öyle çok ağladım ki, şu an onu göğsümde tutuyor ve ıslaklığını hissediyorum. Mektup, Jonathan'dan geliyor ve kalbime yakın durmalı çünkü Jonathan kalbimde. Yolculuğumun ayrıntıları tasarlandı ve bavulum hazırlandı. Yanıma üzerimdekinden başka sadece bir elbise alıyorum; Lucy bavullarımı Londra'ya getirecek ve ben isteyene kadar onu orada tutacak, çünkü ... Daha fazla yazmamalıyım; bunları Jonathan'a, kocama saklamalıyım. Gördüğü ve dokunduğu mektup onunla buluşana dek beni avutmalı.

Rahibe Agatha'dan -Szent Jôzsef es Szüz Mâria Hastanesi; Budapeşte-Miss Wilhelmina Murray'ye mektup

12 Ağustos

Sevgili Hanımefendi,

Tanrı'ya, Aziz Yusuf ve Meryem Anaya şükürler olsun, durumu iyiye giden, ama henüz kendi yazacak kadar gücü olmayan Mr. Jonathan Harker'ın arzusu üzerine yazıyorum. Kendisi, şiddetli beyin hummasından muzdarip olarak yaklaşık altı haftadır bakımımız altında. Sevgilerini iletmemi ve onun adına Exeter'daki Mr. Peter Hawkins'e yazarken, en derin saygılarıyla, geç kaldığı için özür dilediğini ve tüm işlerinin tamamlandığını söylememi istiyor. Dağlardaki sanatoryumumuzda birkaç hafta dinlenmesi gerekiyor, ama sonra dönecek. Yanında yeteri kadar parası olmadığını ve yardıma ihtiyaç duyan başkaları yoksun olmasınlar diye burada geçirdiği günler için ödeme yapmak istediğini söylememi arzuluyor.

Sevgi ve kutsamalarımla...

RAHİBE AGATHA

Not: Hastam hâlâ uykudayken başka bir şeyi daha bilmeniz için mektubu açıyorum. Bana sizinle ilgili her şeyi anlattı ve kısa süre içinde karısı olacağınızı söyledi. İkinize de en iyi dileklerimi sunuyorum! Dehşet verici bir şok yaşamış -doktorumuz öyle diyor-; kendinde değilken sayıkladıkları tüyler ürpertici şeylerdi; kurtlar, zehir ve kan; hortlaklar ve kötü ruhlar ve adını anmaya korktuğum daha nicelerine ilişkin korkunç şeylerdi bunlar. İleride onu heyecanlandıracak böyle şeyler olmaması için ona hep dikkat edin; onunki gibi hastalıkların izleri kolay kaybolmaz. Size uzun zaman önce yazmalıydık, ama dostları hakkında hiç bilgimiz yoktu ve üzerinde kimsenin anlayabileceği bir şey bulamadık. Buraya, Klausenberg'den gelen trenle geldi ve istasyon şefinin kondüktöre anlattığına göre, koşarak istasyona girmiş ve bağırarak eve dönüş bileti istediğini söylemiş. Bu sert davranışından İngiliz olduğunu anlayıp, ona bu güzergâh üzerinde trenin ulaştığı en uzak istasyona bilet vermişler.

Ona çok iyi bakıldığından emin olun. Tatlılığı ve inceliğiyle tüm kalpleri kazandı. Cidden iyiye gidiyor ve birkaç hafta içinde tümüyle kendine geleceğine kuşkum yok. Ama güvenliğiniz adına ona dikkat edin. Tanrıya, Aziz Yusuf ve Meryem Anaya, önünüzde uzun mutlu yıllar olsun diye dua ediyorum.

Dr. Seward'ın güncesi

19 Ağustos. - Dün gece Renfield'da tuhaf ve ani bir değişim oldu. Saat sekiz gibi heyecanlanmaya ve köpek gibi çevreyi koklamaya başladı. Onun bu tavrından etkilenen ve ona olan ilgimi bilen hastabakıcı, Renfield'ı konuşmaya teşvik etti. Renfield, genelde hastabakıcıya karşı saygılıdır ve zaman zaman yaltaklanır da, ama adam, bu gece çok kibirli olduğunu söyledi. Onunla herhangi bir biçimde konuşmaya tenezzül etmemiş. Söylediği tek şey şu olmuş:

"Seninle konuşmak istemiyorum: Şu an önemin yok; Efendim gelmek üzere."

Hastabakıcı, birdenbire ortaya çıkan bir tür dinİ çılgınlığın hastayı etkisi altına aldığını düşünüyor. Eğer öyleyse, kopacak yaygaraya dikkat etmeliyiz, çünkü öldürmeye meyilli ve dinİ bir deliliğe kapılmış güçlü biri, birdenbire tehlikeli olabilir. Saat dokuzda onu şahsen ziyaret ettim. Bana karşı tavrı da hastabakıcıya takındığı tavırla aynıydı; yüce benlik duygu durumunda, benimle hastabakıcı arasındaki fark hiçbir şeydi. Durum dinİ içerikli bir delilik gibi görünüyor, yakında kendisinin Tanrı olduğunu düşünecek. İki insan arasındaki bu ufak fark, Kadiri Mutlak bir varlık için son derece önemsizdir. Bu deliler nasıl da kendilerini açığa vuruyorlar! Gerçek Tanrı bir serçenin düşüşünü bile önemser; fakat insan gururundan yaratılan Tanrı, kartalla serçe arasındaki farkı göremez.

Yarım saat ya da daha uzun bir süre boyunca Renfield'ın heyecanı gittikçe arttı. Onu izlemiyormuş gibi yaptım, ama yine de sıkıca gözlemledim. Birdenbire, delilerin aklına bir fikir geldiğinde gözlerinde gördüğümüz o kurnaz bakış ve akıl hastanesindeki hastabakıcıların çok iyi bildiği, başın ve sırtın o kurnaz hareketi ortaya çıktı. Hasta, çok sessizleşti, gitti ve uysalca yatağının kenarına oturup donuk gözlerle boşluğa baktı. Kayıtsızlığının gerçek mi yoksa düzmece mi olduğunu anlayabilirim diye düşündüm ve onu, ilgisini çekmekte hiç başarısızlığa uğramayan bir konu olan evcil hayvanları hakkında konuşmaya yönlendirmeye çalıştım. Başta yanıt vermedi, ama sonunda ters biçimde şöyle dedi:

"Bana ne onlardan! Umrumda bile değiller!"

"Ne!" dedim. "Örümceklerle ilgilenmediğini söylemek istemiyorsun herhalde." (Şimdiki hobisi örümcekler, defteri de küçük rakamlardan sütunlarla doluyor.) Buna gizemli bir yanıt verdi:

"Nedimeler, gelinin gelişini bekleyen gözleri memnun eder; ama gelin yaklaştığında nedimeler, o gözlerde ışıldamazlar."

Ne demek istediğini açıklamadı, ama yanında kaldığım süre boyunca bıkmadan usanmadan yatağında oturup durdu.

Bu gece bezgin ve mutsuzum. Elimden, Lucy'yi ve her şeyin ne kadar farklı olabileceğini düşünmekten başka bir şey gelmiyordu. Eğer hemen uyumazsam, o zaman kloral, modern Morpheos - C2Cl3CH(OH)2! Bunun bir alışkanlığa dönüşmemesine dikkat etmeliyim. Hayır, bu gece almayacağım! Lucy'yi düşündüm ve onunla bunu karıştırarak Lucy'ye ayıp etmemeliyim. Eğer gerekirse, bu gece uykusuz geçer...

Bu kararı verdiğim için memnunum, kararıma uyduğum için daha da memnunum. Bir o yana bir bu yana dönerek yattım; koğuştan gönderilen bekçi, Renfield'ın kaçmış olduğunu söylemek için yanıma geldiğinde saatin yalnızca iki kez vurduğunu duymuştum. Üzerime giysilerimi geçirip hemen aşağıya koştum; hastam çevrede dolaşamayacak kadar tehlikeli bir adam. Düşünceleri, başkaları için tehlikeli sonuçlara neden olabilir. Gittiğimde hastabakıcı beni bekliyordu. Kapıdaki gözlem deliğinden bakıp onu yatağında uyuyor gibi göreli on dakika bile olmadığını söyledi. Dışa doğru çevrilen pencerenin sesi dikkatini çekmiş. Geri dönüp kapıya koşmuş ve hastanın ayağının pencereden dışarı çıkıp kaybolduğunu görünce hemen beni çağırtmış. Hastanın üzerinde yalnızca gece giysisi var ve fazla uzaklaşmış olamaz. Hastabakıcı, binayı kapıdan terk ederken izini kaybedebilir diye peşine düşmektense nereye gideceğini izlemenin daha yararlı olacağını düşünmüş. Hastabakıcı cüsseli bir adam ve pencereden çıkamamış. Ben zayıfım ve böylece hastabakıcının da yardımıyla önce ayaklarım olmak koşuluyla pencereden çıktım ve yerden yalnızca birkaç metre yüksekte olduğumuz için yara almadan yere indim. Hastabakıcı, hastanın sola dönüp dümdüz ilerlediğini söyledi, bu yüzden elimden geldiğince hızlı koştum. Ağaçlıkların arasından geçerken, arazimizi terk edilmiş evinkinden ayıran yüksek duvara tırmanan beyaz bir şekil gördüm.

Hemen geri koştum ve dostumuzun tehlikeli olması durumunda, bekçiye bir an önce üç-dört adam toplayıp peşimden Carfax arazisine gelmesini söyledim. Bir merdiven aldım ve duvarı aşarak öbür tarafa atladım. Renfield'ın siluetinin evin köşesinde gözden kaybolduğunu görebiliyordum, bu yüzden peşinden koştum. Evin uzak ucunda onu şapelin demir çerçeveli meşe kapısına yaslanırken buldum. Belli ki biriyle konuşuyordu, ama onu korkutup kaçırırım diye söylediklerini duyacak kadar yaklaşmaya korkuyordum. Kaçma nöbeti geçirmekte olan çıplak bir akıl hastasını izlemenin yanında başıboş bir arı sürüsünü kovalamanın lafı olmaz! Ama birkaç dakika sonra çevresindeki hiçbir şeye dikkat etmediğini fark ettim ve böylece yanına yaklaşmayı göze aldım -

adamlarım duvarı aştığı ve ona yaklaşmaya başladıkları için de cesaretim artmıştı. Onun şöyle dediğini duydum: "Emirlerinizi yerine getirmek için buradayım, Efendim. Sizin kölenizim ve beni ödüllendireceksiniz, çünkü size sadık olacağım. Size uzun süredir ve sizin çok uzaklarda olduğunuzda bile tapıyordum. Artık yakında olduğunuza göre, emirlerinizi bekliyorum; güzel şeyleri dağıtırken beni görmezden gelmezsiniz değil mi sevgili Efendim?"

Yine de yaşlı, bencil dilencinin tekiymiş. Mutlak Güç' ün huzurunda olduğuna inandığı zaman bile ekmek ve balıkları düşünüyor. Deliliklerinin bir araya gelmesiyle şaşırtıcı bir karışım ortaya çıkıyor. Çevresini sardığımızda kapları gibi dövüştü. Çok güçlü biri ve insandan çok vahşi hayvana benziyordu. Daha önce böylesi öfke nöbeti geçiren bir akıl hastası görmemiştim; umarım bir daha da görmem. Gücünün ve yarattığı tehlikenin boyutlarını anlamış olmamız büyük lütuf. Gösterdiği güç ve kararlılıkla, kafese kapatılmadan önce vahşi şeyler yapmış olabilirdi. Neyse, artık güvende. Jack Sheppard bile onu zapt eden deli gömleğinden kurtulamaz; duvarları minderle kaplanmış odada duvara zincirlendi. Haykırışları zaman zaman korkunç oluyor, ama onları izleyen sessizlikler yine de daha ürkütücü, çünkü her dönüşü ve her hareketiyle ölüm tasarlıyor.

Az önce ilk kez mantıklı konuştu:

"Sabredeceğim, Efendim. Geliyor -geliyor- geliyor!" Ben de bu dolaylı sözden kastedilen anlamı çıkartıp buraya geldim. Uyuyamayacak kadar heyecanlıydım, ama bu günce beni yatıştırdı ve bu gece biraz uyuyacağımı hissediyorum.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro