IV
Jonathan Harker'ın güncesi (devam)
Kendi yatağımda uyandım. Eğer rüya görmediysem, Kont beni buraya taşımış olmalı. İnandırıcı bir açıklama bulmaya çalıştım, ama kesin bir sonuca ulaşamadım. Kuşkusuz, giyeceklerimin katlanıp âdetim olmayan biçimde yerleştirilmiş olması gibi kimi küçük kanıtlar vardı. Saatim kurulmamıştı ve yatmaya gitmeden önce yaptığım son şey mutlaka onu kurmak olurdu; bunun gibi daha birçok ayrıntı. Fakat bunlar kanıt olamaz, zira bunlar zihnimin her zamanki gibi olmadığının delili olabilir ve şu ya da bu nedenle, allak bullak olmuş olduğuma kuşku yok. Kanıt bulmak için dikkatli olmalıyım. Bir şeyden memnunum: Eğer Kont beni buraya taşıyıp soyduysa, bunu aceleyle yapmış olmalı çünkü ceplerime dokunulmamış. Eminim ki bu günce onun için dayanamayacağı bir gizem olurdu. Onu almış ve yok etmiş olurdu. Benim için korku dolu olsa da, odama bakıyorum da şimdi bana bir tür sığınak gibi görünüyor çünkü hiçbir şey kanımı emmek için bekleyen -beklemeyi sürdüren- o korkunç kadınlardan daha dehşet verici olamaz.
18 Mayıs. - O odaya bir daha gün ışığında bakmak için aşağı indim, çünkü gerçeği öğrenmem şart. Merdivenlerin tepesindeki kapıya vardığımda kapalı olduğunu gördüm. Pervazı öyle büyük bir güçle itilmişti ki, ahşap doğramanın o kısmı parçalanmıştı. Kilidin dilinin içeride olduğunu görebiliyordum, fakat kapı içeriden sürgülenmişti. Korkarım yaşadıklarım rüya değildi ve bu kanıya göre hareket etmeliydim.
19 Mayıs. - Bir hayvan gibi tuzağa düştüğüm kesin. Dün gece Kont hoş ama aldatıcı bir tavırla, biri buradaki işimin neredeyse bitmek üzere olduğunu ve birkaç gün içinde eve doğru yola çıkacağımı, bir diğeri, mektubu yazdıktan bir gün sonra yola çıkacağımı ve üçüncüsü şatodan ayrıldığımı ve Bistriţa'ya vardığımı söyleyen üç mektup yazmamı istedi. Buna karşı çıkmak isterdim, ama mevcut durumda tümüyle kontrolü altındayken Kont'la açık açık tartışmanın delilik olacağını hissediyordum ve isteğini reddetmek kuşkulanmasına neden olacak ve onu kızdıracaktı. Çok şey bildiğimi ve onun için tehlikeli olmayayım diye ölmem gerektiğini biliyor; tek şansım, fırsatlarımı sürdürmek. Bana kaçma şansı verecek bir şey ortaya çıkabilir. Gözlerinde, o sarışın kadını kendinden uzağa savururken ortaya çıkan gazaba benzeyen bir tür gazap toplanıyor. Posta servisinin az ve güvenilmez olduğunu, şimdi yazmamın dostlarımın içlerinin rahat olmasını sağlayacağını söyledi ve burada kalışımı uzatma şansım olması durumunda, zamanı gelinceye kadar Bistriţa'da tutulacak ileri tarihli mektupları iptal ettireceği konusunda beni öyle ısrarla temin etti ki, ona karşı çıkmak yeni kuşkular doğuracaktı. Bu yüzden onunla aynı fikirdeymişim gibi yaptım ve mektuplara koymam gereken tarihleri sordum. Bir dakika hesap yaptı ve ardından şöyle dedi:
"İlki 12 Haziran, İkincisi 19 Haziran ve üçüncüsü 29 Haziran olmalı."
İşte şimdi kalan ömrümü biliyorum. Tanrım, sen bana yardım et!
28 Mayıs. - Bir kaçış ya da en olmadı, eve haber gönderebilme şansı var. Şatoya bir Çigan topluluğu geldi ve avluda kamp kurdu. Bu Çingenelere ilişkin defterimde notlar var. Dünya genelindeki sıradan Çingenelerle akraba olmalarına karşın, dünyanın bu kısmına özgüler. Macaristan ve Transilvanya'da, neredeyse tümü kanun tanımaz binlercesi bulunuyor. Kural olarak, büyük bir soyluya ya da boyar a bağlanıyorlar ve kendilerine onun adını veriyorlar. Korkusuzlar, batıl inançlar dışında dinsizler ve sırf Rumen dilinin kendilerine özgü türünü konuşuyorlar.
Eve birkaç mektup yazmaya ve bu Çingenelerin onları postalamalarını sağlamaya çalışacağım. Onlarla bir tür tanışıklık kurabilmek için penceremden konuştum bile. Şapkalarını çıkarttılar, önümde eğildiler ve konuşma dillerini anlayamadığım gibi anlam veremediğim pek çok işaret yaptılar...
Mektupları yazdım. Mina'nınkini stenoyla yazdım ve Mr. Hawkins,ten yalnızca Mina'yla konuşmasını istedim. Mina'ya sırf kestirimlerde bulunabildiğim dehşetlere değinmeden, durumumu açıkladım. Yüreğimi ona açarsam bu onu çok sarsar ve korkudan öldürür. Mektuplar gitmezse, Kont yine de sırrımı ve bildiklerimin boyutunu öğrenmiş olur.
Mektupları verdim; onları bir altın parayla birlikte penceremin parmaklıklarının arasından attım ve postaya verilmeleri için yapabileceğim tüm işaretleri yaptım. Mektupları alan adam onları göğsüne bastırıp eğilerek selam verdi ve onları şapkasının altına koydu. Daha fazla bir şey yapamazdım. Çalışma odasına döndüm ve kitap okumaya başladım. Kont gelmediği için buraya yazmayı...
Kont geldi. Yanıma oturdu ve iki mektubu açarken en yumuşak sesiyle şöyle dedi: "Çingeneler, nereden geldiklerini bilmememe karşın elbette ilgileneceğim bu mektupları verdi. Bakın!" - İçine bakmış olmalıydı. "Biri sizden arkadaşım Peter Hawkins'e; öteki,' -burada mektubu açar açmaz tuhaf simgeleri gördü, yüzüne karanlık bir ifade yerleşti ve gözleri günahkârca alevlendi- "öteki aşağılık bir şey, dostluğa ve konukseverliğe büyük bir hakaret! İmzalanmamış. Evet! Demek ki bizi ilgilendiriyor olamaz." Soğukkanlılıkla mektubu ve zarfı yanana kadar lambanın alevine tuttu. Sonra sözlerini sürdürdü:
"Hawkins'e olan mektubu, sizin olduğu için, elbette göndereceğim. Mektuplarınız benim için kutsaldır. Bilmeden mührü kırdığım için beni bağışlayın dostum. Onu yine mühürlemeyecek misiniz?" Mektubu bana uzattı ve kibarca eğilerek bana temiz bir zarf verdi. Tek yapabildiğim adresi yeniden yazıp zarfı Kont'a sessizce uzatmak oldu. Odadan çıktığında anahtarın yavaşça döndüğünü duydum. Bir dakika sonra kapıya bakıp denedim, kapı kilitliydi.
Bir ya da iki saat sonra Kont sessizce odaya girişiyle beni uyandırdı, çünkü kanepede uyuyakalmıştım. Çok nazik ve çok neşeli bir tavır içindeydi ve uyuduğumu görünce şöyle dedi:
"Demek, yorgun düştünüz dostum. Yatağa gidin. En iyi dinlenme odur. Yapmam gereken çok iş olduğu için bu gece sizinle konuşma zevkinden mahrum kalabilirim; fakat rica ediyorum siz uyuyun." Odama geçip yattım ve söylemesi tuhaf, ama hiç rüya görmeden uyudum. Ümitsizliğin kendine has yatıştırma yolları var.
31 Mayıs. - Bu sabah uyandığımda, elime fırsat geçmesi durumunda yazabileyim, diye çantamdan biraz kâğıt ve zarf alıp onları cebimde saklamayı düşündüm; fakat yine bir şaşkınlık, yine bir şok!
Bütün kâğıt parçaları ve onlarla birlikte tüm notlarım, demiryollarına ve yolculuğa ilişkin notlarım, kredi mektubum, aslında, şatodan çıkmam durumunda bana yararı olabilecek her şey gitmişti. Bir süre oturup düşündüm ve derken aklıma bir fikir geldi; giysilerimi koyduğum portmantomu ve gardırobumu aradım.
Yolculuğumda giydiğim takım elbise ve paltomla battaniyem gitmişti; hiçbir yerde izlerini bulamadım. Bu, yeni bir tür şeytanlık planı gibi görünüyordu...
17 Haziran. - Bu sabah, yatağımın kenarında oturmuş zihnimi yorarken dışarıdan, kırbaçların şakladığını ve atların toynaklarının avlunun ötesindeki taşlı yolu dövdüğünü duydum. Neşe içinde pencereye koştum ve avluya, her biri sekiz gürbüz at tarafından çekilen ve her çift atın başında geniş şapkası, çivi kakmalı kemeri, kirli koyun derisi ve yüksek çizmeleriyle bir Slovak'ın olduğu iki büyük yük arabasının girdiğini gördüm. Uzun değnekleri de ellerindeydi. Aşağı inip onlar için açılmış olabileceğini düşündüğüm ana salonda onlara katılmak amacıyla kapıya koştum. Bir şok daha: Kapım dışarıdan kilitlenmişti.
Sonra pencereye koştum ve onlara seslendim. Aptal aptal yukarı, bana bakıp işaret ettiler, ama tam da o sırada Çingenelerin hetman'ı dışarı çıktı ve adamların penceremi gösterdiklerini görünce onlara güldükleri bir şeyler söyledi. Bundan böyle, hiçbir çabam, hiçbir acıklı haykırış ya da acı yakarış onların bana bakmasını bile sağlamayacaktı. Kararlılıkla dönüp gittiler. Yük arabalarında kalın iplerden yapılma tutacakları olan büyük kare sandıklar vardı; Slovakların onları nasıl kolay taşıdıklarına ve kabaca hareket ettirilirlerken çıkarttıkları seslere bakılırsa sandıklar belli ki boştu. Tümü arabalardan indirilip avlunun bir köşesine yığın halinde taşındıklarında Slovaklara Çingene tarafından biraz para verildi ve şans getirmesi için paraya tükürerek tembel tembel atlarının başına gittiler. Kısa süre sonra, kırbaçlarının şaklamasının uzaklarda kayboluşunu duydum.
24 Haziran, gün dogmadan. - Kont, dün gece yanımdan erken ayrıldı ve kendini odasına kapattı. Cesaretimi toplar toplamaz sarmal merdivene koştum ve güneye açılan pencereden dışarı baktım. Kont'u izlemeyi düşündüm, çünkü bir şeyler dönüyordu. Çingeneler şatoda bir yere yerleştirildiler ve bir çeşit iş yapıyorlar. Bunu biliyorum, çünkü ara sıra uzaklardan gelen boğuk kazma kürek sesleri duyuyorum ve bu her ne ise, gaddar bir kötülüğün sonuna geliniyor olmalı.
Kont'un penceresinden bir şeyin dışarı çıktığını gördüğümde yarım saatten az süredir penceredeydim. Geri çekilip dikkatlice izledim ve adamın tüm bedeninin dışarı çıktığını gördüm. Kont'un üzerinde, buraya yolculuk ederken giydiğim giysilerin olduğunu ve kadınların alıp gittiği o korkunç çantayı omzuna astığını görmek benim için yeni bir şoktu. Ne aradığına ve bunu benim giysilerim içinde yaptığına hiç kuşku yoktu! Demek ki yeni kötülük planı buydu: Başkalarının, akıllarınca, beni görmelerini sağlayacak ve böylece hem kendi mektuplarımı postaya verirken köylerde ve kasabalarda görüldüğüme ilişkin izler bırakabilecek hem de yapabileceği her türlü kötülük yerel halk tarafından benden bilinecekti.
Burada gerçek bir tutuklu gibi kapalı kalmışken ve suçluların bile hakkı ve avuntusu olan yasanın korumasından yoksunken bunun sürebileceğini düşünmek beni öfkelendiriyor.
Kont'un dönüşünü bekleyeyim, diye düşündüm ve inatla uzun süre pencerede oturdum. Derken, ay ışığının içinde küçük tuhaf noktaların süzüldüğünü görmeye başladım. Minicik toz zerreleri gibiydiler ve bulut misali dönüp bir araya geldiklerini fark ettim. Onları huzur içinde izledim ve üzerime bir tür sükûnet çöktü. Bu hava oyununun tadını daha iyi çıkartabileyim diye, pencere boşluğunda, daha rahat bir pozisyon alıp arkama yaslandım.
Bir şey; gözümden uzak, vadinin aşağılarından gelen alçak, yürek parçalayıcı köpek havlamaları irkilmeme neden oldu. Havlamalar kulaklarımda daha yüksek sesle çınlıyor ve havada süzülen toz zerreleri ay ışığında dans ederken yeni şekiller alıyor gibiydi, içgüdülerimin çağrısına uyarak uyanmaya çalıştığımı hissettim; yok! Ruhum buna çalışıyor ve yarı anımsadığım duyarlılıklarım çağrıya karşılık vermek istiyordu. Hipnotize oluyordum! Tozlar gittikçe daha da hızlı dans ediyordu ve ay ışıkları yanımdan geçip ötedeki kasvet kitlesine doğru ilerlerken titreşiyorlardı sanki. Belirsiz siluetlere dönüşüyor gibi görünene dek daha da toplandılar. Ve derken, irkildim, tümüyle uyandım ve tüm duyularıma hâkim biçimde çığlık atarak oradan kaçtım. Ayın ışınlarından gittikçe maddeleşen siluetler, kötü kaderim, o üç hayalet benzeri kadına aitti. Kaçtım ve kendimi bir biçimde, ay ışığının girmediği ve lambanın ışıl ışıl yandığı odamda daha güvende hissettim.
Birkaç saat geçtikten sonra, Kont'un odasında bir şeyin kıpırdadığını duydum, çabucak bastırılan keskin bir feryat gibi bir şey; ardından sessizlik - tüylerimi ürperten derin ve korkunç bir sessizlik oldu. Yüreğim küt küt atarak kapıyı denedim; ama hücremde kilitliydim ve yapabileceğim bir şey yoktu. Oturdum ve ağladım.
Otururken dışarıdaki avluda bir ses duydum - bir kadının acı dolu haykırışıydı bu. Pencereye koşup açtım ve parmaklıkların arasından baktım. Gerçekten de saçı başı dağılmış, koşmaktan tükenmiş gibi ellerini kalbinin üstünde tutan bir kadın vardı. Yüzümü pencerede görünce öne fırladı ve tehdit dolu bir sesle bağırdı:
"Canavar! Çocuğumu ver!"
Kendini .dizlerinin üstüne attı ve ellerini kaldırarak aynı sözleri yüreğimi burkan tınılarda haykırdı. Sonra saçını başını yolup göğsünü dövdü ve kendini abartılı duyguların şiddetine bıraktı. Sonunda, kendini öne attı; her ne kadar onu göremesem de çıplak elleriyle kapıya vuruşunu duyabiliyordum.
Yukarılarda bir yerlerde, muhtemelen kulede, Kont' un sert, metalik fısıltısıyla seslendiğini duydum. Seslenişine uzaklardan kurtların uluması yanıt veriyor gibiydi. Fazla zaman geçmeden, bir kurt sürüsü, suları serbest bırakılan baraj misali, geniş kapıdan geçerek avluya döküldü.
Kadından çığlık yükselmedi ve kurtların uluması kısa sürdü. Uzun süre geçmeden, dudaklarını yalayarak teker teker geri döndüler.
Çocuğunun başına ne geldiğini artık bildiğim için kadına acıyamadım, ölmesi daha iyiydi.
Ne yapacağım? Ne yapabilirim? Gecenin, kasvetin ve korkunun bu tüyler ürpertici tutsaklığından nasıl kaçıp kurtulabilirim?
25 Haziran, sabah. - Hiç kimse gecenin acısını çekmeden, sabahın yüreğine ve gözüne nasıl da tatlı ve değerli gelebileceğini bilmez. Bu sabah güneş, penceremin karşısındaki büyük kapının tepesine çarpacak kadar yükseldiğinde, dokunduğu yüksek noktada sanki kemerdeki güvercin aydınlanmış gibi göründü gözüme. Korkum, sanki sıcakta eriyip giden, buhardan yapılma bir giysiymiş gibi üzerimden aktı. Gündüzün cesareti üzerimdeyken bir biçimde harekete geçmeliyim. Dün gece, ileri tarihli mektuplarımdan biri postaya gitti; varlığımın tüm izlerini yeryüzünden silecek ölümcül dizinin ilki.
Bunu düşünmemeliyim. Eylem zamanı!
Taciz ya da tehdit edildiğim ya da bir biçimde tehlike ya da korku içine düştüğüm zamanlar hep geceydi. Kont'u henüz gün ışığında görmüş değilim. Başkaları uyanıkken uyuyup onlar uyurken uyanık olabilir mi?
Ah, odasına girebilsem! Fakat bu mümkün değil. Kapı hep kilitli, gidebileceğim yol yok.
Evet, eğer cesaret edilebilirse bir yol var. Onun bedeninin gittiği yoldan neden bir başka beden gitmesin? Penceresinden sürünerek çıktığını kendi gözlerimle gördüm; neden ona öykünüp camından içeri girmeyeyim ki? Şans az, ama durumum şansımdan da ümitsiz. Tehlikeyi göze alacağım. En kötüsü olsa olsa ölüm olur. İnsan ölümü, buzağı ölümü gibi değildir ve "Öbür Dünya "nın dehşeti hâlâ bana açık olabilir. Tanrım, görevimde bana yardım et! Başarısız olursam hoşça kal Mina; hoşça kal sadık dostum ve ikinci babam; elveda hepinize ve son olarak Mina!
Aynı gün, daha sonra. - Elimden geleni yaptım ve Tanrı'nın da yardımıyla sağ salim bu odaya döndüm. Tüm ayrıntıları sırasıyla yazmalıyım. Henüz cesaretim tazeyken dosdoğru şatonun güney yakasındaki pencereye gittim ve hemen binanın bu yakasını çevreleyen dar taş çıkıntıya çıktım. Taşlar iri ve kaba kesilmişti ve aralarındaki sıva, zaman içinde aşınmıştı. Botlarımı çıkarttım ve bu umutsuz yola atıldım. Korkunç derinliği aniden görüp ona yenilmeyeyim, diye bir kez aşağı baktım, ama sonra gözlerimi ondan uzak tuttum. Yönü ve Kont'un penceresinin uzaklığını oldukça iyi biliyordum ve elimdeki fırsatı kaçırmamak için olabildiğince iyi şekilde oraya yöneldim. Başım dönmedi -sanırım fazlasıyla heyecanlıydım- kendimi pencere eşiğinde durup kanadı açmaya çalışırken bulana dek geçen süre, komik biçimde kısa göründü. Fakat eğilip önce ayaklarım pencereden içeri kaydığı zaman gerildim. Sonra çevreye bakınıp Kont'u aradım fakat şaşkınlık ve hoşnutlukla bir şey keşfettim. Oda boştu! Hiç kullanılmamış gibi görünen az sayıda tuhaf eşyayla döşenmişti; odadaki mobilyalar güney kanadındaki odalarla aynı tarzdaydı ve tozla kaplanmıştı. Anahtarı aradım ama kilitte değildi ve hiçbir yerde bulamadım. Onun yerine bulduğum tek şey, köşelerin birindeki büyük altın yığınıydı - her türlü altın, uzun süredir yerde duruyorlarmışçasına üzerleri toz tabakasıyla kaplı Roma, İngiliz, Avusturya, Macaristan, Yunan ve Türk paraları. Dikkatimi çekenler arasında üç yüz yıldan yeni olan yoktu. Kimi değerli taşlarla süslenmiş zincirler ve süs eşyaları da vardı fakat hepsi eski ve lekeliydi.
Odanın bir köşesinde ağır bir kapı vardı. Bu kapıyı denedim, çünkü araştırmamın ana konusu olan oda anahtarını ya da dış kapının anahtarını bulamadığım için daha fazla araştırma yapmalıydım ya da tüm çabalarım boşa gidecekti. Kapı açıktı ve dik biçimde aşağı inen sarmal merdivene çıkan taş koridora açılıyordu. Sadece ağır taş duvarlardaki mazgal deliklerinden aydınlanan basamaklar karanlık olduğu için bastığım yere dikkat ederek aşağı indim. Dipte, altüst edilmiş eski toprak kokusu gibi, öldürücü, bayıltıcı bir kokunun geldiği karanlık, tünel benzeri bir koridor vardı. Koridorda ilerledikçe koku daha da yaklaştı ve ağırlaştı. Sonunda, aralık duran ağır kapıyı açtım ve kendimi, belli ki mezarlık olarak kullanılan eski, metruk bir şapelde buldum. Çatı çökmüştü ve iki yerde yer altı mezarlarına inen basamaklar vardı, ama zemin yakın zamanda kazılmıştı ve toprak belli ki Slovaklar tarafından getirilen büyük tahta sandıklara doldurulmuştu. Çevrede kimse yoktu, başka bir çıkış yolu aradım ama bulamadım. Sonra, herhangi bir şansı yitirmemek için zeminin her santimetrekaresini taradım. Ödümü kopartmış olmasına karşın, sönük ışığın çırpındığı mezar odalarına bile indim. Bunların ikisine girdim, fakat eski tabut parçaları ve toz yığınlarından başka bir şey görmedim; fakat üçüncüsünde bir şey keşfettim.
Toplamda elli kadar olan büyük sandıklardan birinin içinde yeni kazılmış toprak yığınının üstünde Kont uzanıyordu! Ya ölüydü ya da uyuyordu, hangisi olduğunu söyleyemiyordum, çünkü gözler açık ve sertti -fakat ölümle gelen cam gibi görüntü yoktu- tüm solukluğuna karşın yanaklarında yaşamın sıcaklığı vardı ve dudakları her zamanki gibi kırmızıydı. Fakat herhangi bir hareket, nabız, nefes, kalp atışı belirtisi yoktu. Üzerine eğildim ve bir yaşam göstergesi bulmaya çalıştım, ama boşunaydı. Burada uzun zamandır yatıyor olamazdı çünkü birkaç saat içinde toprağın kokusu geçmiş olurdu. Sandığın yanında, orasına burasına delikler açılmış kapağı duruyordu. Anahtarların üzerinde olabileceğini düşündüm, fakat aramaya kalktığımda ölü gözlerini ve gözlerinde -ölü olmalarına karşın- benim ya da varlığımın bilincinde olmasa da, öylesine nefret dolu bir bakış gördüm ki, oradan kaçtım ve Kont'un odasını pencereden terk ederek yine şatonun duvarlarında süründüm. Odama geri dönerek nefes nefese kendimi yatağa attım ve düşünmeye çalıştım...
29 Haziran. - Bugün, son mektubumun günü ve Kont, onun gerçek olduğunu kanıtlamak için gereken adımları attı çünkü onu yine şatoyu aynı pencereden ve benim giysilerim içinde terk ederken gördüm. Duvardan kertenkele gibi inerken onu yok edebilmem için bir tabanca ya da ölümcül bir silahım olmasını diledim; fakat korkarım yalnızca insan elinden çıkma hiçbir silahın onun üzerinde etkisi olamaz. O tuhaf kız kardeşleri görmekten çekindiğim için Kont'un dönüşünü beklemeye cüret edemedim. Kütüphaneye döndüm ve uykuya dalana kadar orada kitap okudum.
Bana, bir insanın bakabileceği en vahşi ifadeyle bakan Kont tarafından uyandırıldım; şöyle dedi:
"Yarın, dostum, ayrılmalıyız. Siz güzel İngilterenize dönün, ben de sonucunda belki bir daha asla karşılaşmamamıza neden olacak bazı işlerime döneyim. Eve yazdığınız mektup gönderildi; yarın burada olmayacağım, fakat yolculuğunuz için her şey hazır olacak. Sabah, burada kendilerine göre bazı işleri olan Çingeneler ve Slovaklar gelecek. Onlar gittiğinde arabam sizi almaya gelecek ve Bistriţa'dan Bukovina'ya giden at arabasıyla buluşmak üzere sizi Borgo Geçidi'ne götürecek. Ama sizi Dracula Şatosu'nda daha fazla görmeyi ümit ediyorum." Ondan kuşkulanıyordum ve içtenliğini sınamaya karar verdim. İçtenlik! Bu sözcüğü böyle bir canavarla ilişkilendirerek yazmak saygısızlık olur; bu yüzden ona açık açık sordum: "Neden bu akşam gidemiyorum?"
"Çünkü sevgili beyefendi, arabacım ve atlarım işleri olduğu için burada değiller."
"Ama memnuniyetle yürürüm. Bir an önce uzaklaşmak istiyorum."
Gülümsedi; öyle yumuşak, sakin ve şeytani bir gülümsemeydi ki, yumuşaklığının altında bir tür hile olduğunu biliyordum. Şöyle dedi:
"Peki ya bavullarınız?"
"Umrumda değil. Onları sonra aldırtabilirim."
Kont ayağa kalktı ve gözlerimi ovuşturmama neden olan ve oldukça gerçek görünen tatlı bir incelikle şöyle dedi:
"Siz İngilizlerin bana çok hitap eden bir deyişi var çünkü boyar'larımıza bu sözün özü hükmeder: 'Konuğun gelişini hoş karşıla, gidişini çabuklaştır. Benimle gelin, sevgili genç dostum. Her ne kadar gidişinize ve bunu böyle birdenbire arzulamanıza üzülsem de evimde bir saat bile arzunuz dışında kalmayın. Gelin!" Elinde lamba, görkemli bir ağırbaşlılıkla merdivenlerden aşağıya inip koridor boyunca önümden ilerledi. Birdenbire durdu. "Dinleyin!"
Yakından çok sayıda kurdun uluması duyuluyordu. Ses, tıpkı bir şefin yönetimindeki geniş bir orkestranın müziği gibi neredeyse Kont'un elini kaldırmasıyla başlamıştı. Bir anlık bir duraksamadan sonra kendi görkemli tavrıyla kapıya ilerledi ve ağır sürgüleri çekti, ağır zincirleri çengellerinden çıkarttı ve kapıyı açmaya başladı.
Büyük bir şaşkınlıkla kapının kilitli olmadığını gördüm. Kuşkuyla her yere baktım, ama anahtar benzeri herhangi bir şey göremedim.
Kapı açılmaya başladığında dışarıdaki kurtların uluması daha da yükseldi ve öfke doldu; birbirine çarpan dişleriyle kırmızı çeneleri ve kör pençeli ayakları açılmakta olan kapıdan içeri girdi. O an, Kont'a karşı çıkmanın faydasız olduğunu anladım. Emrinde böyle müttefikler varken hiçbir şey yapamazdım. Fakat yine de kapı yavaşça açılmayı sürdürüyordu ve aralıkta yalnız Kont'un bedeni duruyordu. Birdenbire bunun, sonumu getirecek an ve yöntem olabileceği kafama dank etti; kurtlara verilecektim ve bu kendi önerim sonucunda olacaktı. Bunda, Kont'a yaraşır büyüklükte şeytani bir kötülük vardı ve son bir şans için bağırdım:
"Kapıyı kapatın; sabaha kadar bekleyeceğim!" Ve ardından acı hayal kırıklığının neden olduğu gözyaşlarımı saklamak için yüzümü ellerimle örttüm. Kont, güçlü kolunun tek bir hareketiyle kapıyı kapattı, büyük sürgüler tıngırdadı ve yerlerine yerleşirken ses, koridor boyunca yankılandı.
Sessizlik içinde kütüphaneye döndük; bir-iki dakika sonra da kendi odama gittim. Kont Dracula'yı son gördüğümde, gözlerinde zaferin kırmızı parıltısı ve Cehennemdeki Yahuda'yı gururlandırabilecek bir gülümsemeyle bana bakarak kendi elini öpüyordu.
Odamda yatmak üzereyken kapımda bir fısıltı duyduğumu sandım. Sessizce kapıya gidip dinledim. Eğer kulaklarım beni aldatmadıysa Kont'un sesini duydum: "Geri gidin, geri gidin, yerinize dönün! Henüz zamanınız gelmedi. Bekleyin. Sabırlı olun. Yarın gece, yarın gece sizin!" Alçak, tatlı bir kahkaha dalgası oldu ve öfkeyle kapıyı açtım ve dışarıda dudaklarını yalayan üç korkunç kadını gördüm. Ben belirince dehşet verici bir kahkaha atıp kaçtılar.
Odama döndüm ve kendimi dizlerimin üstüne attım. Sonum bu denli yakın demek, öyle mi? Yarın! Yarın! Tanrım, bana ve beni sevenlere yardım et.
30 Haziran, sabah. - Bunlar, bu günceye yazdığım son sözler olabilir. Şafaktan hemen öncesine kadar uyudum ve uyandığımda kendimi dizlerimin üstüne attım çünkü Ölüm'ün gelmesi durumunda beni hazır bulmasına karar vermiştim.
Sonunda havadaki hafif değişikliği hissettim ve sabahın geldiğini anladım. Ardından, sabahı karşılayan horoz ötüşü geldi ve güvende olduğumu hissettim. Hoşnut bir kalple kapımı açtım ve aşağıya, hole koştum. Kapının kilitli olmadığını görmüştüm ve şimdi kaçış önümdeydi. Hevesle titreyen ellerle zincirleri kancalardan çıkarttım ve heybetli sürgüleri çektim.
Fakat kapı yerinde oynamadı. Ümitsizliğe kapıldım. Çektim, çektim, heybetli olsa da çerçevesinde çatırdayana dek onu sarstım. Kilit dilinin içeride olduğunu görebiliyordum. Kapı, ben Kont'un yanından ayrıldıktan sonra kilitlenmişti.
Sonra, her tehlikeyi göze alarak o anahtarı ele geçirmeye ilişkin yabanıl bir arzu beni ele geçirdi; hemen oracıkta, bir kez daha duvara tırmanıp Kont'un odasına ulaşmaya karar verdim. Beni öldürebilirdi, fakat ölüm kötülüklerden oluşan seçeneklerin iyisiydi. Hiç zaman kaybetmeden, doğu penceresine koştum ve daha önce yaptığım gibi duvar boyunca sürünerek aşağı, Kont'un odasına indim. Boştu, ama bunu bekliyordum. Hiçbir yerde anahtar göremedim, fakat altın yığını oradaydı. Köşedeki kapıdan geçip sarmal merdivenden aşağı indim ve eski şapele giden karanlık koridordan geçtim.
Artık aradığım canavarı nerede bulacağımı yeterince biliyordum.
Büyük sandık aynı yerde, duvara yakın duruyordu ama kapağı, sağlamlaştırılmamış olsa da üzerine konmuştu; çiviler de yuvalarına çakılmak üzere yerlerinde hazır duruyorlardı. Anahtarı bulmak için üstünü aramam gerektiğini biliyordum, bu yüzden kapağı kaldırdım ve duvara yasladım; sonra ruhumu korkuyla dolduran bir şey gördüm. Kont orada yatıyordu, ama sanki yarı yarıya gençleşmiş gibi görünüyordu, çünkü beyaz saçı ve bıyığı koyu demir grisine dönüşmüştü; yanakları daha dolgundu ve beyaz derisinin altı yakut kırmızısı görünüyordu; ağız hiç olmadığı kadar kırmızıydı, zira dudaklarında ağzının kenarlarından süzülen ve çenesiyle boynundan akan taze kan damlaları vardı. Çukura kaçmış, parıldayan gözleri bile şişmiş etlerin arasında kaybolmuş gibiydi, çünkü gözkapakları ve gözaltı torbaları şişmişti. Korkunç yaratık sanki tıka basa kanla dolmuş gibiydi; aşırı doygunluktan bitkin düşmüş iğrenç bir asalak gibi yatıyordu. Ona dokunmak için üzerine eğildiğimde tüylerim ürperdi ve bu temas karşısında tüm duyularım baş kaldırdı; fakat aramak zorundaydım, yoksa mahvolmuştum. Yaklaşmakta olan gece, bedenimi benzer biçimde o dehşet verici üçlüye ziyafet olarak sunabilirdi. Tüm bedeni aradım, ama anahtardan tek bir ize bile rastlamadım. Sonra durdum ve Kont'a baktım. Şiş yüzünde, beni deliye döndürüyormuş gibi görünen alaycı bir gülümseme vardı. Belki de gelecek yüzyıllar boyunca şehrin bereketli milyonları arasında kan arzusunu doyurmak ve umarsızlarla tıkanan yeni ve sürekli genişleyen bir yarı iblisler çemberi yaratmak için Londra'ya taşınmasına yardım ettiğim yaratık buydu. Bu düşünce beni deli etti. Dünyayı böylesi bir canavardan kurtarmak için korkunç bir arzuya kapıldım. Yakınlarda öldürücü bir silah yoktu fakat işçilerin sandıkları doldurmak için kullandıkları küreği, ucu aşağı bakacak şekilde, nefret verici surata vurmak üzere yukarı kaldırdım. Fakat tam böyle yaptığım anda baş döndü; mitolojik yılanların dehşetini andıracak şekilde alev alev yanan gözleri bana çevrildi. Bu görüntü beni felç etmiş gibiydi ve kürek elimde dönüp yüzü ıskalayarak alnın üstünde derin bir yara açtı. Kürek elimden kayıp sandığın üzerine düştü ve kenarı kapağın köşesine takıldı; kapak tekrar kapandı ve dehşet verici şeyi gözlerimden sakladı. Gördüğüm son şey, kana bulanmış ve en derin cehennemdeki yerini koruyan kötülük dolu bir sırıtışla sabitlenmiş şiş bir yüzdü.
Bir sonraki hareketim ne olmalı diye düşündüm durdum, fakat beynim yangın yeri gibiydi ve içimde büyümekte olan ümitsiz bir duyguyla bekledim. Beklerken, gittikçe yaklaşan neşeli seslerin söylediği bir Çingene şarkısı ve şarkıların arasından ağır tekerleklerin dönüşünü ve kamçıların şakırtısını duydum; Kont'un sözünü ettiği Çingeneler ve Slovaklar geliyorlardı. Çevreye ve iğrenç bedeni saklayan sandığa son kez bakıp, kapı açılır açılmaz dışarı fırlama kararıyla oradan kaçarak Kont'un odasına ulaştım. Büyük dikkatle sesleri dinledim, alt katta anahtarın çevrildiğini ve ağır kapının geri çekildiğini duydum. Başka giriş yolları daha olmalıydı ya da birinde kilitli kapılardan birinin anahtarı vardı. Sonra, koridorda yankı yaparak gürültü çıkartan ve uzaklaşan ayak sesleri duyuldu. Yeni girişi bulabileceğim mezar odasına koşmak üzere döndüm; fakat o anda şiddetli ve ani bir rüzgâr çıktı ve sarmal merdivene açılan kapı üst pervazındaki tozları uçurarak çarptı. Kapıyı açmak üzere koştuğumda ümitsizce sıkışmış olduğunu gördüm. Yine tutsaktım ve kader, ağlarını çevremde daha da sıkı sıkı örmekteydi.
Ben bunları yazarken aşağıdaki koridorda çok sayıda ayak sesi ve sertçe yere konan ağırlıkların gürültüsü var; yere konanlar kuşkusuz toprak yüklü sandıklar. Çekiçle dövme sesi duyuluyor; çivileri çakılan sandık bu. Şimdi, yere sert basan ayakların, arkalarından da çok sayıda başka ayakların koridor boyunca çıkarttıkları sesi duyabiliyorum.
Kapı kapandı, zincirler şıngırdadı; anahtar kilitte dönüyor; anahtarın çıkartıldığını duyabiliyorum; sonra başka bir kapı daha açılıyor ve kapanıyor; kilit ve kilit dilinin gıcırtısını duyuyorum.
Dinleyin! Avluda ve taşlı yolda ağır tekerleklerin dönüşü, kamçıların şakırtısı ve uzaklaşırlarken şarkı söyleyen Çingene korosunu dinleyin. Şatoda o korkunç kadınlarla yalnızım. Ah! Mina da kadın ve hiç ortak noktaları yok. Bunlar, cehennem çukurunun iblisleri!
Onlarla yalnız kalmamalıyım; şato duvarından, şu âna kadar denediğimden daha aşağıya inmeye çalışacağım; ileride gereksinim duyabilirim diye altının bir kısmını yanıma alacağım. Bu korkunç yerden çıkmanın bir yolunu bulabilirim.
Ve sonra eve! En hızlı ve en yakın trene! Şeytan ve çocuklarının hâlâ dünyevi ayaklarla yürüdükleri bu lanetli yerden, bu lanetli topraklardan uzağa!
En azından Tanrı'nın merhameti bu canavarlarınkinden daha iyi; uçurum dik ve yüksek. İnsan, onun ayaklarının dibinde -insan gibi- uyuyabilir. Herkese elveda! Elveda Mina!
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro