Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

On Altıncı Bölüm

On Altıncı Bölüm

Soğuk bir yağmur inmeye başlamıştı; şıpırtılı sisin içinde bulanık sokak fenerleri ölü gözlerini andırıyordu. Tam meyhanelerin kapanma saatiydi; kapı önlerinde silik erkek ve kadın karaltıları dağınık gruplar oluşturuyorlardı. Barların kimilerinden tüyler ürpertici kahkaha sesleri yansıyor, kimilerinde sarhoşlar bağırarak dövüşüyorlardı.

Arabada arkasına yaslanarak şapkasını gözlerine indirmiş oturan Dorian büyük şehrin pis, aşağılık rezilliğini donuk bakışlarla süzüyor ve arada, tanıştıkları o ilk gün Lord Henry'den duyduğu sözleri kendi kendine yineliyordu: "Ruhu duyular yoluyla, duyuları da ruh yoluyla şifaya kavuşturmak..." Evet, işin püf noktası buydu. Dorian çok kez denemişti bunu, şimdi de deneyecekti. "Unutuş"ların parayla satın alınabildiği afyon tekkeleri vardı ya, eski günahların anılarını yepyeni günahların çılgınlığıyla silebileceğiniz ürkü üreten izbeler.

Ay ufkun üzerinde sarı bir kurukafa misali sallanıyordu. Arada kocaman, yamuk bir bulut upuzun kolunu uzatıp ayı gözden gizliyordu. Şimdi sokak fenerleri seyrelmiş, sokaklar daha dar, daha kapanıktı. Bir ara arabacı yolunu şaşırdı, neredeyse yarım kilometre geri dönmek zorunda kaldı. Su birikintilerini sıçratarak ilerleyen atın bedeninden buhar tütmekteydi. Gri kumaştan biçilmiş bir sis arabanın yan pencerelerini örtmüştü.

"Ruhu duyular yoluyla, duyuları da ruh yoluyla şifaya kavuşturmak!" Bu sözcükler nasıl da çınlıyordu kulaklarında! Sahiden de ruhu ölümcül hastaydı şu sırada. Duyuların ruhu şifaya kavuşturabilmesi olası mıydı gerçekten? Masum bir kan akıtılmıştı. Neyle ödenebilirdi bunun bedeli? Yok, hiçbir şeyle ödenemezdi bu. Gelgelelim bağışlanmak mümkün değilse bile unutmak hâlâ olasıydı. Dorian da unutmaya, bu anıyı silmeye kişinin kendini sokan zehirli bir yılanı ezmesi gibi, ezip yok etmeye kararlıydı. Hem zaten Basil ona hangi hakla söylemişti o lafları? Başkalarının tepesine kim dikmişti onu yargıç olarak? Öyle şeyler söylemişti ki feci, iğrenç, dayanılmaz.

Araba hâlâ yol alıyor, ama Dorian'a her adımda daha yavaşlıyormuş gibi geliyordu. Dorian öndeki kapağı kaldırarak daha hızlı sürsün diye arabacıya bağırdı. Afyona duyduğu iğrenç istek içini kemirmeye başlamıştı. Boğazı yanıyor, o ince elleri sinirden kilitlenip açılıyordu. Bastonuyla delicesine ata vurdu. Arabacı gülerek kamçısını şaklattı. Dorian da karşılık olarak gülünce adam sesini kesti.

Yolun sonu hiç gelmeyecek gibiydi, yollar kocaman bir örümceğin simsiyah ağını andırıyordu. Gidişin tekdüzeliği çekilmez olmuştu. Sis yoğunlaştıkça Dorian korkmaya başladı.

Derken ıssız tuğla tarlalarının önünden geçmeye başladılar. Burada sis hafiflemişti; Dorian o garip, şişe biçimi ocakları, ocakların içlerindeki yelpaze biçimi turuncu yalazları seçebiliyordu. Bir köpek arabanın ardından havladı, karanlıkların içinde, uzakta bir yerde gezgin bir martı çığırdı. Yoldaki bir çukura giren at tökezleyerek yalpaladı; sonra şaha kalktı.

Bir süre sonra balçık yoldan ayrılıp yamru yumru parke döşeli sokaklardan tangır tungur geçtiler. Buralardaki pencerelerin çoğu karanlıktı, gene de arada bir, lambayla aydınlanmış bir perdeye acayip gölgeler vuruyor ve Dorian bunlara merakla bakıyordu. Gölgeler dev kuklalar gibi oynaşıyor, canlı birer yaratıkmışçasına el kol sallıyorlardı. Dorian nefret ediyordu onlardan. Yüreğini donuk bir hınç bürüyordu. Bir köşeyi dönerlerken açık bir kapı aralığından bir kadın onlara bağırarak bir şeyler söyledi; iki adam yüz adım kadar arabanın ardından koştular. Arabacı onlara kırbacıyla vurdu.

Derler ki tutku kişinin düşüncelerini çember gibi çevirip gene başladığı noktaya getirirmiş. Gerçekten de Dorian kemirip durduğu dudaklarıyla, ruh ve duyu konusundaki o anlamlı sözleri iğrenç bir zikir gibi yineleyip duruyordu. Öyle ki en sonunda bu sözlerde ruhsal durumunun tam açıklamasını bulmaya başladı ve böylece tutkularını zihninin onayıyla haklı çıkardı. Ama bu onay olmasa da bu tutkular onun benliğinden ellerini çekmeyeceklerdi, nasılsa. Bu bir tek düşünce, onun beynindeki bir hücreden ötekine süzülüyor ve çılgın yaşama arzusu, insanoğlunun bu en ürkünç iştahı, titreyen sinir ve liflerinin her birine özsuyu gibi yürüyerek güç veriyordu. Bir zamanlar, her şeye gerçeklik kattığı için nefret ettiği çirkinliği şimdi aynı nedenle kendine yakın buluyordu. Tek gerçek çirkinlikti. Adi kavgalar, iğrenç izbeler, başıboş yaşantıların haşin şiddeti, hırsızların, itin, uğursuzun pespayeliği, çirkinliğin ürünleri, yarattıkları izlenimlerin elle tutulur yoğunluğu yüzünden sanatın girdiği bütün güzel biçimlerden, şarkının söylediği bütün düşsel gölgelerden daha canlı, daha belirgindi. Dorian'ın unutabilmek için gereksindiği şeyler işte bunlardı. Üç gün içinde özgürlüğüne kavuşacaktı.

Karanlık bir toprak yolun başında arabacı birden dizginleri çekerek durdu. Buradaki evlerin alçak damlarının, çentikli baca kümelerinin ardından kara gemi direkleri yükseliyordu. Beyaz sis halkaları avluların, serenlerin üzerinde hayalet yelkenler gibiydi.

Arabacı kapağın ardından boğuk sesle, "Buralarda bir yerde, değil mi, efendim?" diye sordu.

Dorian irkilerek çevresine bakındı. "Burası iyi," diyerek çarçabuk indi, arabacıya vaat ettiği ücreti ödedi, sonra hızlı adımlarla rıhtıma doğru yürüdü. Ötede beride, kocaman bir yük gemisinin kıçındaki bir fener parlıyordu. Parıltı sallandıkça su birikintileri de bin bir parçaya bölünüyordu. Denize açılmaya hazırlık olarak kömür ikmali yapan bir buharlı gemiden kıpkızıl bir aydınlık vurmuştu. Sıvışık kaldırım ıslak bir yağmurluğu andırıyordu.

Dorian hızlı adımlarla sola saptı. Arada, peşine takılan olup olmadığını görmek için arkasına bakıyordu. Yedi sekiz dakikada, iki ulu fabrikanın arasına sıkışmış duran, küçük, yoksul görünümlü bir eve ulaştı. Evin üst kat pencerelerinin birinde bir lamba vardı. Dorian durdu, özel bir parolayla kapıya vurdu.

Biraz sonra koridorda ayak seslerinin yürüdüğünü, zincirin çengelden çıkartıldığını işitti. Kapı usulca açıldı. Dorian, o geçerken gölgelerin arasına gerileyip büzüşen bodur, yamuk karaltıya tek söz söylemeden içeri girdi. Koridorun ucundaki ipil ipil yeşil perde, Dorian'ın peşinden içeri girmiş olan rüzgârın sert esintisiyle dalgalanıp sarsılıyordu. Dorian perdeyi bir yana iterek, eskiden üçüncü sınıf bir dans salonu olarak kullanılırmışa benzeyen basık tavanlı, uzun bir odaya girdi. Duvarlarda sesli sesli yalazlanan gaz lambalarının aydınlığı önlerindeki sinek pislikli aynalara körelip çarpılarak vuruyordu. Lambaların arkalarındaki yağlı, oluklu teneke yansıtıcılar titrek ışıktan birer daire oluşturuyorlardı. Yerler, yer yer çiğnenip çamurlaşmış, dökülen içkilerle halka halka simsiyah lekelenmiş sarı talaş tozuyla kaplıydı. Küçük bir kömür sobasının başında çömelmiş oturan birkaç Malayalı kemik fişlerle oynuyor, çene çaldıkça bembeyaz dişleri görünüyordu. Bir köşede, başı kollarının arasında olarak bir masaya abanıp kalmış bir gemici vardı. Bütün bir duvarı baştan başa kaplayan çiy boyalı barın önünde iki kılıksız, sıska kadın, ihtiyar bir adamı alaya almışlardı. Adam yüzünde bir tiksinti ifadesiyle ceketinin manşetlerini silkeleyip duruyordu. Dorian yanlarından geçerken kadınlardan biri, "Üstünde kırmızı karıncalar var sanıyor," diyerek güldü. Adamcağız dehşet içinde ona bakarak içini çekip hıçkırdı.

Odanın dibindeki alçak bir merdiven karanlık bir bölmeye çıkıyordu. Dorian merdivenin sallantılı üç basamağını koşarak çıkarken afyonun ağır kokusu onu karşıladı. Dorian derin derin soludu, burun delikleri hazla titreşiyordu. O içeri girdiği zaman, bir lambanın üzerine eğilmiş elindeki ince uzun çubuğu yakmakta olan düz, sarı saçlı bir genç adam başını kaldırıp ona baktı, sonra, biraz kararsızlıkla selam verdi.

Dorian, "Buradasın ha, Adrian?" diye söylendi.

Öteki durgun bir sesle, "Ya başka nerede olayım?" diye yanıtladı. "Bizim çocukların hiçbiri benimle konuşmuyor ki artık."

"Ben senin İngiltere'den ayrıldığını sanıyordum."

"Darlington'un hiçbir şey yapacağı yok. Ağabeyim sonunda hesabı ödedi. George da konuşmuyor benimle..." Sonra genç adam bir göğüs geçirerek, "Umurumda değil," diye ekledi. "Bu insanın elinin altında bulunduktan sonra arkadaşa ne gerek var! Zaten fazla arkadaşım vardı, galiba."

Dorian irkilerek yüzünü buruşturdu; çevresine, eski püskü şiltelerin üzerinde, olmayacak biçimlerde serilip yatmış duran biçimsiz şeylere baktı. Çarpılmış bacaklar, açılmış ağızlar, boş bakan fersiz gözler onu büyülüyordu sanki. Onların hangi garip cennetlerde azap çektiklerini, hangi nursuz cehennemlerin yepyeni zevklerinin gizini öğrendiklerini biliyordu. Onların durumu kendisininkinden iyiydi. Kendisi düşüncelerinin zindanı içindeydi çünkü. Anılar, korkunç bir hastalık gibi ruhunu kemirip bitirmekteydi. Durup durup Basil Hallward'ın ona bakan gözlerini görür gibi oluyordu. Gene de burada kalabileceğini sanmıyordu. Adrian Singleton'un varlığı tedirgin ediyordu onu. Kimsenin kendisini tanımayacağı bir yerde olmak istiyordu. Kendi kendisinden kaçmayı istiyordu.

Bir duralamadan sonra, "Ben öbür yere gidiyorum," dedi.

"Rıhtımdakine mi?"

"Evet."

"O kuduz kedi kesin oradadır. Buraya sokmuyorlar artık."

Dorian omuz silkti. "Bana âşık olan kadınlardan bıktım. İnsana diş bileyen kadınlar daha ilginç oluyor. Hem zaten oranın malı daha iyi."

"Al birini vur ötekine."

"Oradaki benim daha çok hoşuma gidiyor. Gel de bir şeyler iç. Ben içmek ihtiyacındayım."

Genç adam, "Ben bir şey istemiyorum," diye söylendi.

"Aldırma."

Adrian Singleton bitkin bir tavırla yerinden kalkarak Dorian'ın peşi sıra bara yürüdü. Partal türbanlı, yıpranmış paltolu bir melez pis bir sırıtışla onları selamlayarak önlerine bir şişe brendiyle iki bardak sürdü. Kadınlar yanaşarak çene çalmaya giriştiler. Dorian onlara sırtını döndü, Adrian Singleton'a alçak sesle bir şeyler söyledi.

Kadınlardan biri yüzünde Malaya hançerleri gibi eğri bir gülüş belirerek alaylı alaylı, "Bu gece kibrimizden başka bir şey gözükmüyor," diye dudak büktü.

Dorian ayağını yere vurarak, "Tanrı aşkına konuşma benimle!" diye bağırdı. "Ne istiyorsun? Para mı? Al. Bir daha konuşayım deme benimle."

Kadının içki bulanığı gözlerinde bir an iki kızıl kıvılcım çaktı, sonra söndü ve gözler gene donuklaşıp camlaştı. Kadın başını şöyle bir arkaya atarak, bar tezgâhının üstündeki çil paraları açgözlü parmaklarla tarayıp avuçladı. Arkadaşı onu hasetle süzüyordu.

Adrian, "Boşuna," diye içini çekti. "Dönmek istemiyorum. Ne fark eder? Burada bal gibi mutluyum ben."

Bir duralamadan sonra Dorian, "Bir şeye ihtiyacın olursa bana yazarsın, değil mi?" diye sordu.

"Belki."

"İyi geceler, öyleyse."

Genç adam, "İyi geceler," diye yanıtladı, kavrulmuş dudaklarını mendiliyle silerek merdivenden yukarı çıktı.

Dorian yüzünde acı çektiğini belli eden bir ifadeyle kapıya doğru yürüdü. Perdeyi araladığı sırada biraz önce parasını almış olan kadının o boyalı dudaklarından çirkin bir kahkaha koptu. Kadın taraz taraz bir sesle, hıçkırık tutmuş gibi, "İşte, şeytanın satın aldığı adam!" diye konuştu.

Dorian, "Allah belanı versin," dedi. "Söylemesene bu lafı."

Kadın parmaklarını şaklattı. "Tatlı Prens adını seversin sen, öyle değil mi?" diye onun arkasından bağırdı.

Onun bu sözleri üzerine masa başında uyuklayan gemici ayağa fırladı ve çılgın gözlerle çevresini taradı. Kulağına kapanan kapının sesi geldi. Adam kovaladığı biri varmış gibi dışarı koştu.

Dorian Gray yağmur çisentisinin altında hızlı adımlarla rıhtım boyunca ilerliyordu. Adrian Singleton' la karşılaşmak onu tuhaf biçimde duygulandırmıştı: Bu taze hayatın mahvolmasındaki suç gerçekten de, Basil Hallward'ın öylesine alçakça bir hakaretle ileri sürdüğü üzere, onun omzuna mı yüklenecekti? Dorian dudağını kemirdi, gözleri bir an üzüntüyle doldu. Öte yandan bu işin onunla ne ilgisi vardı ki? İnsan hayatı, başkalarının yaptığı hataların ağırlığını yüklenemeyecek kadar kısaydı. Herkes kendi hayatını yaşıyor ve yaşamak karşılığında kendine çıkan faturayı ödüyordu. İşin acıklı yanı şuydu ki insan tek bir hata için bir sürü ödeme yapmak zorunda kalıyordu. Durmadan ödeme yapmak zorunda kalıyordu, işin en doğrusu. İnsanla olan alışverişlerinde Kader, alacak defterini hiç kapamıyordu. Ruhbilimcilerin dediğine bakılırsa hayatta öyle anlar vardır ki, günaha –ya da toplumun günah saydığı şeylere– duyulan tutku kişinin huyuna öylesine el koyar ki, bedenin her lifi, beynin her hücresi sanki ürkünç itkilerle ayaklanır. Böyle zamanlarda kadınlar ve erkekler iradelerinin bağımsızlığını yitirirler. Kurgulu birer makine gibi kendilerini bekleyen sona ilerlerler. Seçme yeteneği ellerinden alınmıştır. Vicdan öldürülmüştür, varsa da salt başkaldırıya çekicilik katmak dikbaşlılığı sevimli göstermek için yaşamaktadır. Çünkü bütün günahların kaynağı, dinbilimcilerin bıkıp usanmadan söyledikleri gibi, büyük sözünden çıkmaktır. Günahın sabah yıldızı olan o yüce ruh cennetten kovulduysa isyankâr olduğu için kovulmuştu.

Günah düşüncelerine saplanmaktan yüreği taşlaşmış, zihni kararmış, ruhu isyana acıkmış durumdaki Dorian Gray adımlarını gitgide sıklaştırarak son hızla yürümeyi sürdürüyordu. Derken, gittiği kötü yere kestirmeden ulaşmak için çoğunlukla yaptığı gibi loş bir kemer altına saptığı sırada birinin onu apansız arkadan kavradığını hissetti. Daha kendini savunmaya fırsat bulamadan duvara doğru itildi, acımasız bir el boğazına yapıştı.

Dorian, canını kurtarmak için delicesine çırpınmaya başladı, boğazını sıkan parmakları müthiş bir çabayla çekip attı. Ânında bir tabanca tıkırtısı duydu, tam kafasına çevrilmiş cilalı bir namlunun ışıltısıyla önünde duran kısa boylu, tıknaz yapılı adamın karaltısını seçti.

"Ne istiyorsun?" diye kesik kesik sordu.

"Kes sesini," dedi adam. "Kıpırdarsan vururum."

"Deli misin sen? Ben ne yaptım sana?" Adam, "Sibyl Vane'in hayatını söndürdün," diye yanıtladı. "Sibyl Vane de benim ablamdı. Kendi canına kıydı. Bundan eminim. Ölümüne sebep sensin. Karşılığında seni öldürmeye yemin etmiştim. Yıllardır seni arıyorum. Hiçbir iz, bir ipucu yoktu elimde. Seni tanımlayabilecek olan iki kişi ölmüşlerdi. Seninle ilgili olarak onun sana taktığı o addan başka hiçbir şey bilmiyordum. Bu gece bir rastlantıyla bu adı duydum. Tanrına dua et, çünkü bu gece ölüyorsun."

Dorian Gray korkudan bayılacak gibi oldu. "Onu tanımıyorum," diye kekeledi. "Adını bile duymuş değilim. Sen delisin."

"İyisi mi sen günahını itiraf et, çünkü benim adımın James Vane olduğu nasıl kesinse senin öleceğin de öylesine kesin." Korkunç bir an geçti. Dorian ne diyeceğini, ne yapacağını bilemiyordu. Adam, "Diz çök!" diye hırladı. "Son duan için bir dakika veriyorum sana; başka vaktin yok. Bu gece Hindistan'a gidiyoruz. Gemiye binmeden önce bu işi bitirmem gerek. Bir tek dakika. Hepsi bu."

Dorian'ın kolları yanlarına düştü. Dehşetten felce uğramış gibi, ne yapacağını bilemiyordu. Birden kafasının içinden çılgın bir umut uçup geçti. "Dur!" diye bağırdı. "Ablan öleli ne kadar oluyor? Çabuk söyle bana!"

Adam, "On sekiz yıl," diye yanıtladı. "Ne soruyorsun? Yılının ne önemi var?"

Dorian Gray, "On sekiz yıl ha!" diye güldü. Sesinde bir zafer tınısı vardı. "On sekiz yıl! Beni şu fenerin dibine götür de yüzüme bak!"

James Vane bir an, denilenden hiçbir anlam çıkartamayarak duraksadı. Sonra Dorian Gray'i kavrayarak kemerin altından dışarı çekti.

Rüzgârda sallanan fenerin ışığı sönük ve dalgalı olmakla birlikte gemiciye düştüğü feci yanılgıyı göstermeye yetti, çünkü öldürmeye kalkıştığı adamın yüzünde delikanlılığın olanca tazeliği, gençliğin kirlenmemiş saflığı okunuyordu. Yirmi yaşında bir delikanlıdan pek de büyük durmuyordu bu adam; yıllar önce ayrıldığı ablasının öylece kalıp kalan yaşından pek büyük durmuyordu. Sibyl'in hayatını söndüren kişinin bu olmadığı ortadaydı.

James Vane, Dorian'ı bırakarak geriye doğru sendeledi. "Ulu Tanrım!" diye inledi. "Aman Tanrım! Ben de seni öldürecektim."

Dorian Gray derin bir soluk aldı. Karşısındaki adama sert sert bakarak, "Neredeyse korkunç bir suç işlemek üzereydin, ahbap," dedi. "Bu sana ders olsun da öç almayı Tanrı'ya bırak."

James Vane, "Bağışlayın beni, beyefendi," diye mırıldandı. "Aldanmışım. O Tanrı'nın belası izbede kulağıma çalınan bir söz beni yanılttı."

Dorian, "Artık evine gitsen de şu tabancayı kaldırsan iyi olur, yoksa başın belaya girebilir," diyerek döndü, ağır ağır yürüyerek uzaklaştı.

James Vane kaldırımda, dehşet içinde kalakalmıştı. Tepeden tırnağa zangırdıyordu. Biraz sonra, deminden beri ıslak duvar dibinden usul usul yaklaşmakta olan ufak, siyah bir karaltı ışığa çıktı, sessiz, sinsi adımlarla ona yaklaştı. James Vane koluna bir elin dokunduğunu duyup irkilerek döndü. Barda kafayı çekmekte olan kadınlardan biriydi bu.

Kadın o çökmüş yüzünü adamınkine yaklaştırarak tiz bir fısıltıyla, "Neden gebertmedin onu?" diye sordu. "Daly'nin oradan fırlayıp çıktığında ben anladım onun peşine düştüğünü. Sersem! Gebertecektin onu. Dünya kadar parası var. Kendi de kötünün kötüsü."

James Vane, "Aradığım adam o değil," diye yanıtladı. "Kimsenin parasında gözüm yok benim. Bir adamın canını istiyorum. Canını istediğim adam şimdi kırk yaşlarında olmalı. Bu desen daha küçük çocuk. Tanrı' ya bin şükür ki ellerim onun kanına bulanmadı."

Kadın acı acı güldü. "Dünkü çocuk mu dedin?" diye alayla dudak büktü. "Anam, Tatlı Prens beni bu hallere düşüreli neredeyse on sekiz yıl oluyor be!"

James Vane, "Yalan söylüyorsun!" diye bağırdı.

Kadın elini göğe doğru kaldırdı. "Tanrı'nın huzurunda doğruyu söylüyorum."

"Tanrı'nın huzurunda mı dedin?"

"Yalan söylüyorsam iki gözüm önüme aksın. Buraya dadananların en kötüsü odur. Diyorlar ki yüzü güzel kalsın diye ruhunu şeytana satmış. Ben onu tanıyalı on sekiz yıl kadar oluyor. Bu arada hemen hiç değişmedi. Ama ben değiştim," diye kadın acı bir sırıtışla ekledi.

"Yemin eder misin buna?"

Kadının o dümdüz ağzından, "Yemin ediyorum," diye boğuk bir yankı yükseldi. Sonra, "Sakın ona söyleme," diye mızıldanarak yalvardı. "Korkarım ben ondan. Hadi, bana biraz para ver de bu gecelik yatacak bir yer bulayım."

James Vane bir sövgü savurarak kolunu kadının elinden kurtardı, köşe başına koştu, gelgelelim Dorian Gray görünürlerde yoktu. James Vane arkasına baktığında kadının da ortadan kaybolmuş olduğunu gördü.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro