7. Bölüm
Gemiciler durmadan içiyorlar, şişeleri birbiri arkasına deviriyorlardı. Eski tayfalarla yeniler içki sayesinde dost olmuşlar, kaynaşmışlardı. Ertesi günü yapacakları avı konuşuyorlar, gürültüyle bağrışıyorlar, neşeyle gülüyorlardı. Gemide içmeyen Bayan Bewster, Ben, Louis ve Kaptan Larsen'di. Hayret!.. Kaptan ağzına bir damla içki koymamıştı. Mutlu bir gülümseyişle içenleri seyrediyordu. Gözleri ışıl ışıldı, yüzüne renk gelmişti.
Gemimizin bütün ışıkları söndürülmüştü. Birden bir gemici:
"Arkamızda bir ışık var!" diye bağırdı.
Kaptan arkasına döndü:
"Macedonia!" diye mırıldandı. "Susun! Yarınki avı görmeyi istiyorsanız hiç sesinizi çıkarmayın."
Susarak birkaç mil açığımızdan Macedonia'nın hızla geçişini izledik. Kaptan, kardeşinin gemisi geçip giderken:
"İyi ki projektörü yok!" diye söylendi. "Olsaydı bizi görürdü."
"Görseydi ne olurdu?" diye sordum.
"Ne olacak, her şey biterdi. Her şey!"
Kaptanı denemek için:
"Peki şu anda ben Macedonia'ya bir işaret verecek olsam, o zaman da her şey sona ererdi değil mi?" diye sordum.
"Ama daha önce sizin işiniz biterdi Bay Van Weyden."
Kaptan bunları söylerken yumruklarını sıkıyordu.
Bayan Brewster söze karıştı:
"Peki aynı şeyi ben yapsaydım?" diye sordu.
"Size aynı şeyi yapamazdım Bayan. Sizden hoşlanıyorum çünkü. Ama sizin yerinize dostumuza yapardım yapacağımı."
Herhalde beni öfkelendirmek istiyordu. Meydan okurcasına:
"Öyleyse hemen işaret edin Bayan Brewster!.." diye atıldım.
Kaptan:
"Umarım bayan böyle bir şey yapmaz." dedi. "Bu kadar basit bir şey için Amerika'nın ünlü bir yazarını kurban etmeye kalkmaz."
Aramızda başka bir konuşma geçmedi. Kamaramıza döndük.
Kaptan kamarada bir süre daha oturduktan sonra:
"Louis'ten dümeni teslim alayım." diye yerinden doğruldu. "Geceyarısı da siz gelin Bay Van Weyden. Hadi şimdilik iyi geceler dilerim sizlere."
Kaptan gidince ben de iyi geceler dileyerek Bayan Brewster'in yanından ayrıldım. İçimdeki garip bir duyguyla üstümdekileri çıkarmadan yattım, uyudum.
***
Bir sesle aniden uyandım. Kalkıp çevreyi dinledim. Sesler Bayan Brewster'in yattığı yerden geliyordu. İçeri girince Kaptan Larsen'in öfkeyle kadının kolunu tuttuğunu gördüm.
"Kaptan! Kadının kolunu derhal bırakın!" diye bağırdım.
Bana hiç aldırmadan kadının üstüne yürüdüğünü görünce öfkem tepeme çıktı ve kaptana bir yumruk salladım. Elim acımıştı, ama bu ona çok hafif gelmiş olacaktı ki, gülerek yüzüme bakıyordu. Beni şöyle bir itti, kapıya doğru uçtum ve tahta kaplamaya çarparak yere düştüm. Hiddetle elimi belime attım ve bıçağımı çektim. Bayan Brewster dehşetle:
"Ne yapıyorsunuz Van Weyden?" diye bağırdı.
Onu dinlemedim ve bıçağımı kaptanın omzuna batırıverdim. Bıçak kemiğe dayandı ve kaptan hafifçe inleyerek Bayan Brewster'i bıraktı, köşeye oturdu. Oysa ben üstüme saldıracağını sanıyordum.
Bayan Brewster'i kapının önüne çıkarıp geri döndüm. Kaptan oturduğu yerde alnını ovuşturuyor, şaşkın şaşkın etrafına bakınıyordu. Yarası kanıyordu.
Yanına yaklaştığımı görünce:
"Ben... Ben..." diye inleyerek konuştu. "Ben çok hasta olduğumu sanıyorum. Şiddetli bir baş ağrım tuttu gene Bay Van Weyden... Çok!"
Sayıklar gibi konuşuyordu. Sanki beni görmüyormuş gibi gözlerini bir yere dikmişti. Onun bu bilinçsiz durumunu görünce öfkem yatıştı. Kaptan inleyerek:
"Beni yalnız bırakın... Yarına kalmaz, iyileşirim." dedi.
Güverteye gidip Bayan Brewster'in ellerini tuttum.
"Maud..." diye fısıldadım. "Benimle bu gemiden kaçmaya var mısınız?"
"Bu gemide kalmak isteyeceğinizi sanıyordum." dedi. "Bana gelince... Tek istediğim buradan bir an önce gitmek. Gidelim. Ama nereye gidebiliriz ki?"
"En yakın kara neresiyse oraya." dedim. "Japonya'ya gideriz.... Altıyüz millik bir yolumuz var. Kolay değil. Ama gene de bir kurtuluş umudu var... Buradaysa..."
"Burada kalırsak o da yok değil mi? Peki öyleyse sizinle geleceğim Bay Van Weyden..."
Sevdiğim kadının bana güvenmesi içimi bir hoş etti. Hemen birlikte, sandalların bulunduğu yere koştuk. Sağlam bir kayığın içine tatlı su fıçıları koydum. Yiyecek torbası, erzak, araç gereç aldım. Maud Brewster'e dönerek:
"Çok kalın giyin." diye fısıldadım. "Kamarandaki battaniyeleri de al getir. Hemen gitmeliyiz."
Koşarak dediklerimi yaptı. Gökyüzü açıktı. Yıldızlar pırıl pırıl parlıyorlardı. Kayığı yavaşça denize indirdim. Çevreme göz gezdirdikten sonra Maud'un sandala binmesine yardımcı oldum. kürek çekerek uzaklaştım. Rüzgarı kontrol ederek yelkenleri açtım. Hayalet arkamızda görünmez oldu. Rahatlayarak arkama yaslandım. Maud Brewster gülerek yüzüme baktı. Memnun bir tavırla:
"Ne kadar cesur bir kişi olduğunun farkında mısın Humprey Van Weyden?" dedi.
Yüzümün kızardığını görmesin diye başımı çevirdim.
Ufuk aydınlanıyor, yavaş yavaş sabah oluyordu.
***
Eldivenlerim vardı, ama dümeni tutan elim soğuktan kaskatı olmuştu. Ayaklarım da ıslanmıştı. Rüzgar üşütüyordu. Güneşin doğup her tarafı ısıtmasını dört gözle bekliyordum. Maud battaniyelerin altında üşümüyordu. Bir süre daha yol aldıktan sonra battaniyesini aralayıp doğruldu. Gülümseyerek:
"Günaydın..." dedi. "Daha kara görünürlerde yok mu?"
"Daha dur bakalım. Saatte altı mil gidebiliyoruz. Yolumuz çok uzun..."
Umudu kırılmıştı.
"Demek daha çok yolumuz var ha..."
"Rüzgar böyle eser ve fırtına çıkmazsa..."
"Fırtına mı dedin? O zaman bu küçük sandalla ne yapacağız?"
"Fırtına çok şiddetli olmazsa atlatırız..."
"Dümen kullanmasını öğrenmeliyim öyleyse. Günlerce dümen tutacak değilsin ya. Biraz uyumaya bak."
Saçlarını taradı, üstünü başını düzeltti. Ben de dümeni aralayıp yiyecek torbasından peksimetle kurutulmuş et çıkardım. Birlikte yedik. Lokmasını çiğnerken yüzüne baktım:
"Kusura bakma. Sıcak bir şey sunamıyorum sana." dedim. "Günlerce hep böyle şeyler yiyeceğiz. Denizde ateş yakamayız."
"Önemi yok." dedi. "Bana dümen tutmasını öğret de yat. Laf dinlemesini öğren."
Ona dümen tutmasını öğrettim. Yelkenleri kontrol etmeyi de öğrendi. Sonra battaniyeleri düzelterek beni yatırdı. Uyuyamayacağımı sanıyordum. Oysa yatar yatmaz hemen uyudum.
Uyandığımda hemen saatime baktım. Yedi saattir uyuduğumu anladım. Kalkınca, gülerek bana baktığını gördüm. Kolundan tutarak battaniyeyi kendisine uzattım ve yatmasını söylemek istedim.
"Öyle yorgunum ki." diye mırıldandı.
"Niye beni uyandırmadın öyleyse?" diye sordum.
"Öyle güzel uyuyordun ki..."
"Hadi bakayım. Söz dinle. Kendini yıpratma. Bu sandalın kaptanı benim."
Gülerek gözlerini kapadı.
Gece şiddetli bir soğuk vardı. Ayaz çıktı, iyice üşüdük. Rüzgar da gittikçe artıyordu. Yalpaya düşmeye başlamıştık. Durumumuz tehlikeliydi. Avcıların yöntemini uygulayarak yelkeni serene iyice sardım ve denize attım. İple sandalın önünde tutuluyordu iki küreğe bağladığım ve denize attığım seren. Böylece, denizin üstünde, rüzgarın estiği yönde yüzen bir tür duba meydana getirmiştim. Bu da sandalımızın dalgalara ve rüzgara karşı baş vermesini sağlıyordu. Maud sandalda dümenden dolaşmaya alışmıştı. Ortalığı toplamaya başladı.
"Artık Japonya'ya gitmiyoruz." dedim.
"Nereye gidiyoruz öyleyse?"
"Güneye, güney doğuya..."
"Bu gece bana dümen nöbeti var mı?"
Şaka ediyordu. Oysa havanın şakaya gelir yanı yoktu.
"Hayır!" diye bağırdım. "Kesinlikle olmaz. Yatıp dinlen. Ben yarın uyurum. O zaman da sen çalışırsın."
Sesini çıkarmadı. Hemen yatıp uyudu. Kendimi şöyle bir yokladım. Yalnızlıktan, fırtınadan hiçbir şeyden korkmuyordum. En önemlisi kendime güveniyordum. Kaptan Larsen'in hakkı vardı. Artık kendi ayaklarımın üstünde durmasını öğrenmiştim.
Ve hayatımda ilk kez kendimi değil, bir başkasını, bir kadının hayatını kurtarmayı düşünüyordum.
***
Günlerce bir oraya, bir buraya sürüklendik durduk. Nereye gittiğimizi bilemiyordum. Elimde sadece bir pusula vardı. O da kuzey noktasını gösteriyordu sadece. Günlerce soğuktan ve ıslaklıktan kurtulamamıştık. Her tarafımız yaştı. Giysilerimiz, battaniyelerimiz, eşyalarımız, her şeyimiz ıslanmıştı.
Sandalımızın sularını küçük bir konserve kutusuyla boşaltmaya çalışıyor, bir yandan da dümeni tutuyordum. Kırksekiz saattir yorgun, uykusuz ve ıslaktım. Kuzeye, Berring Boğazı'na sürükleniyorduk. Orada fırtına ve soğuk daha çoktu. Bunu biliyordum, ama sandalı güneye çeviremiyordum.
Zavallı Maud'un dudakları mosmor kesilmişti, yüzü bembeyaz olmuştu. Gene de bana cesaret vermeye çalışıyordu.
Dördüncü gün... Fırtına şiddetini arttırmıştı. Dümenin başında onar dakika kestiriyordum. Görme ve duyma duyularım çok zayıflamıştı.
Güneşin yüzünü görünce sevinçle birbirimize baktık. Kayığın içine uzanarak kurumaya çalıştık. Çok mutluyduk. Ama Hayalet'ten pek uzaklaştığımızı sanmıyordum. Av bölgesinden bir türlü ayrılamamıştık. Etrafımızda ayıbalığı sürüleri görülüyordu.
Yağmur, fırtına, sis dolu günler geçti. Gücümüzün tükenmemesi için konuşmaya bile çekiniyorduk. Gün geçtikçe Maud'a olan sevgim artıyordu. Onun cesaretini takdir ediyordum. Ama sevgimi kendisine açıklamaya çekiniyordum.
Umudumuzu iyice yitirdiğimiz bir gündü. Maud korkuyordu, ama korkusunu belli etmemeye çalışıyordu. İşin aslına bakılırsa, ben de öyleydim. Korkumuzu birbirimize belli edersek yaşama gücümüzün azalacağına, kaybolacağına inanıyorduk. Öğleden sonra başımı çevirip ufuklara bakınca gözlerime inanamadım.
"Sen de bak, yanılmıyorum değil mi?"
"Evet. Kara bu! Acaba neresi? Alaska mı?"
"Yok canım. O kadar sürüklenmedik! Yüzebilir misin?"
Başını hayır anlamında salladı.
"Ben de pek yüzemem." dedim. "Sandalı o tarafa yöneltmeye çalışacağım. Bakalım parçalanmadan karaya ulaşabilecek miyiz?"
Rüzgar yön değiştirdi ve sandalımızı bir koya sürükledi. Kayaların açığından geçtik ve on dakika kadar sonra sandalımızın altı kumlara değdi. Kurtulmuştuk. Su dizlerime kadar geliyordu ancak. Elimi Maud'a uzatarak inmesine yardım ettim. Kıyıya ulaşınca biraz oturdu. Ben de sandalı kumsala çektim.
Biraz ötemizdeki kayalıklara bakarak derin bir oh çektim. Ölümden dönmüştük!
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro