Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

🌠otuz yedi

10 bin kelimelik uzun bir bölüm oldu, beğenip yorum yaparsanız çok mutlu olurum. Keyifli okumalar 🩷

CORALINE YOK OLMAK İSTİYOR

Esra ve Ezgi, hangimiz daha güzel olduk kapışmasındayken sweat ve pantolonla onları izliyordum. Esra, Ezgi'den daha fazla taş yapıştırdığı için Ezgi olay çıkarmıştı ve hâlâ kendini haklı görüyordu.

Ezgi herkese güzel görünmek istiyordu, Esra sadece sevgilisine.

"İyi," dedi Esra. "Bir taşımı çıkarıyorum ama fazlası yok, azaltmam. Seninle aynı sayıda taş takacağız."

"Kabul," dedi Ezgi hevesle. "Beyaz olan gözüne çok büyük olmuştu zaten, beğenmedim."

"Gerçekten mi?"

"Evet," dedi Ezgi bilmiş bir tavırla. "Ama her hâlin güzel."

"Sevgilim benim ne hallerimi gördü bir bilsen... Hastalıktan ölmüş, kan ter içinde yatakta yatarken bile gördü... O günden sonra saldım her şeyi."

Ezgi kıkırdarken bana döndü. "Sence," dedi gözleri ikimiz arasında gidip gelirken. "Çok abartılı olmadı mı taşlar?"

"Bilmem," dedim Esra'yı incelerken. "Güzel oldu."

"O zaman çıkarmıyorum." dedi Esra. Aynanın karşısından alamıyordu kendini.

"Ne yaptın Lâl?" diye sordu Ezgi isyan eder gibi. Panik olarak "Özür dilerim," dedim. "Ama karar veremiyorum, ikiniz de çok güzelsiniz."

"Esra çıkarmıyorsa ben de bir taş takacağım," diyerek çekmecesini açıp bir kutu çıkardı. İçinden iki tane küçük beyaz taş alarak gözlerindeki taşların yanına birer tane daha ekledi. "Nasıl oldu?"

"Güzel." dedim hemen. Aslında... Bu yarışa gerek yoktu, ikisi de çok güzeldi. Ezgi lacivert saten elbisesinin içinde, Esra da krem rengi mini elbisesinin içinde hoş duruyordu.

"Ee Lâl," dedi Esra bana dönerek. "Hadi seni de hazırlayalım."

"Ben hazırım."

"Nasıl? Makyaj yok mu? Elbise yok mu? Takı yok mu? Taşlar yok mu?"

"Yok," dedim ayağa kalkarak. "Böyle iyiyim."

"Ama... Bari bir tane taş yapıştırsaydın." diyen Esra'ya kaşlarımı kaldırdım. O da anlayış göstererek daha fazla ısrar etmedi. Alt kattan zil çaldığında Ezgi koşar adımlarla odadan çıkmış, Esra ve ben de peşinden çıkmıştık.

Mustafa ve Caner gelmişti, ikisinin elinde de kocaman hediye paketleri vardı. Ezgi'ye sarılarak hediyelerini verdiler, ardından Esra ile sarıldılar. Bana döndüklerinde baş selamı vermekle yetinmişlerdi. Hareketlerim tüm okulda yayılmıştı, dokunuşlardan ve konuşmalardan rahatsız olduğumu neredeyse herkes biliyordu. Ondan böyle üzerime geliyorlardı ya...

İnsanlar, başka insanların açığını görünce vurmaktan çekinmezdi. Birine zaaflarını anlatmak, onun eline dolu bir silah vermekten farksızdı.

Salonda koyu bir sohbet ortamı oluşmuşken zil tekrar çaldı. Tanımadığım üç kişiydi, Ezgi'nin okulda çok fazla arkadaşı olduğunu biliyordum. O ve Utku, okulun sahibi olduğu için miydi bilinmez neredeyse herkesi tanıyorlardı. Herkes de onları tanıyordu.

"Belki tanıyorsunuzdur ama yine de tanıştırayım: Semih, Bera ve Kubilay. Sayısal sınıfından."

"Tanışıyoruz biz zaten," dedi Bera samimi gülümsemesiyle. "Lâl hariç. Lâl'di değil mi?"

Kafamı aşağı yukarı salladığımda Ezgi gülümseyerek "Bugün sessizlik yok," dedi. "Herkes kaynaşsın, samimi bir ortam oluşsun. Bazıları gelene kadar."

"Bazıları kim?" diye sordu Semih koltuğa otururken. Gözleri üzerimdeydi ve bu, rahatsız ediciydi.

Nasıl yapıyordum bilmiyordum ama bir erkeğin bana nasıl yaklaştığını, bana ilk baktığı andan beri anlıyordum. Mesela Bera ve Kubilay tamamen arkadaş olarak bakarken Semih öyle değildi. Utku gibi bakıyordu, Alp gibi bakıyordu, Göktuğ gibi, Anıl gibi... Bazen bazı insanlar, onlardan hoşlanan kişileri anlamıyordu ve arkadaş sanıyordu. Bu bana saçma geliyordu, özellikle kızlar olarak altıncı hissimizin çok yüksek olduğuna inanıyordum. Bir erkeğin benimle ne olmak istediğini, birkaç dakika içinde anlardım ve bunda hiç yanılmamıştım.

"Kim olacak?" dedi Ezgi baygın baygın bakarken. "Tabii ki parlamayan yıldız takımı."

"Kim ya bunlar?" diye sordu Kubilay düşünceli görünürken. Anlamamışlardı.

"Biri eski sevgilin Sude," dedi Ezgi sırıtarak. "Diğeri de kankaları işte."

"Haa..." dedi üçü birden. "Bu arada Sude ile çıkan aklımı sikeyim, saygılar."

Herkes Kubilay'a gülerken Ezgi de gülmesini zar zor durdurup "Neyse," dedi. "Yine de arkasından konuşma. Yaşadığınız şeyler var."

"Acayip takıntılı bir kız," dedi Kubilay illallah eder gibi. "Ama bana değil, Utku'ya."

"Nasıl yani?" diye sordu Ezgi. "Seninle çıkarken Utku'ya mı takıntılıydı?"

"Evet," dedi Kubilay. "Bendeki enayilik kimsede yok. Oturdum iki ay Utku'yu dinledim kızın ağzından."

"Ve iki ay boyunca, ayrılmak aklına gelmedi mi?"

"Gelmedi," dedi Kubilay yüzü düşerken. "Seviyordum o sıralar."

"Yine de sevgilinken Utku'yu anlatması... Yorumsuzum."

"Aman Ezgi," dedi Kubilay elini sallarken. "İnsanlara yaşattığını yaşıyor işte, Utku'dan yüz alamıyor."

"Utku demişken," dedi Semih öne doğru eğilerek dirseklerini dizlerine koyarken. "Onunla olduğun söyleniyor Lâl, doğru mu?"

Birkaç saniye yüzüne baktıktan sonra Ezgi'nin söyledikleri geldi aklıma. Şu an, kimse yokken birkaç cümle kurabilirdim ama etraf kalabalıklaşınca bir köşeye geçip kendi hâlimde takılacaktım. Zaten kış aylarında olduğumuz için hava çoktan kararmaya başlamıştı.

"Yok." dedim sadece. Başka bir şey söylemek istemedim.

"Anladım, olsun." diyerek tekrar arkasına yaslandı Semih. Aslında yakışıklı bir çocuktu, güzel bir bebeksi suratı ve karışık kumral saçları vardı. Karakterini bilmiyordum ama dış görünüş olarak ortalamanın üzerindeydi. Yine de ondan hoşlanamıyordum, bugünden sonra bir daha görüşmek istemezdim. Hoş, ben her erkeğe karşı böyleydim.

Onun yüzünden. Hiçbir erkeğe farklı gözle bakamazdım, konuşamazdım, dokunamazdım. İnsanlar bunu yanlış anlardı. Dikkat çekmeye çalıştığım düşünülürdü, itici kız olurdum ama ben, bir erkek yanımdan dahi geçerken göğüs kafesimi yırtmaya çalışan kalbimi çok iyi biliyordum. Onlardan korkuyordum, onlar varken savunmasız hissediyordum.

Hiç kimseye sevgili gözüyle bakamayacaktım, hayatıma kimseyi alamayacaktım. Zaten herhangi biriyle paylaşacağım kadar büyük bir hayatım yoktu, oldukça kısaydı ve renksizdi. Emindim ki insanlar rengarenk bahçeleri olan insanları, benim sürekli yağmur yağan kötü bahçeme tercih ederdi.

Kimseyi ıslatmaya, yağmurun altında bırakmaya hakkım yoktu.

"Ee," dedi Caner ortamın sessizliğini bozarak. "Anlat bakalım Ezgi, neler olacak bugün? Boşuna gelmedik inşallah, eğlendirirsin bizi."

"Şebek miyim ben? Kendi kendinize eğlence bulun işte, ben mi yapacağım?"

"Ne demek eğlence yok? Kalk gidelim Mustafa."

"Gidelim Caner," diyerek ayağa kalktı Mustafa. Daha sonra gözleri salondaki büyük masaya kaydı, geri oturdu. "Yemekleri görmemişim, kusura bakmayın."

"Ben de görmedim," diyerek ayağa kalkıp masaya baktı Caner, sonra aynı hızda geri oturdu. "Eğlence varmış, pardon Ezgi."

"Sorun değil, bir pastayı sırf siz ikiniz bitirirsiniz diye yaptırdım."

"İlk defa bizi düşünen biri," diyerek tişörtünü kaldırıp gözlerini sildi Mustafa. Çıplak karnı, ortaya çıkmıştı. "Duygulandım."

Zil çaldığında Ezgi koştura koştura kapıya gitti. Topuklu ayakkabı giydiği için zorlanıyordu. Kapı açıldıktan sonra içeri Tuğçe, Hatice ve Ceren girdi. Tuğçe mor, Ceren siyah bir elbise giymişti. Hatice ise yeşil bir takım giymişti ve ilk kez siyahtan başka şal taktığını görüyordum, gözlerine çok güzel gitmişti taktığı şal.

Hediyelerini Ezgi'ye verdikten sonra sarılıp koltuklara oturdular. "Speak Now dinlediğim günlerde olduğum için mor giydim, nasılım?" dedi Tuğçe elbisesine aşkla bakarken.

"Çok güzel olmuşsun." dedi herkes. Tuğçe aslında güzel bir kızdı. Uzun, ince vücudu ve koyu kahverengi, uzun saçları vardı. Gözleri beni bulunca içten bir şekilde gülümsedi, ilk kez gülümsüyordu bana. Aynı şekilde karşılık vermeye çalışarak önüme döndüm.

"Sevgilim gelecek Ezgi, haberin olsun." dedi Ceren telefonuna bakarken. Muhtemelen sevgilisi ile mesajlaşıyordu, sınıfta da böyleydi.

"Gelsinler gelsinler, gözümüze sokun." dedi Ezgi sitem eder gibi ama sesinin aksine yüzü gülüyordu.

"Ben fazla kalamayacağım Ezgi, kusura bakma." dedi Hatice, Tuğçe'nin yanında oturuyordu.

"Önemli değil."

Zil bir kere daha çaldığında Ezgi ayağa kalktı, yoruluyor olmalıydı sürekli oturup kalktığı için ama mutluluktan hiçbir şey anlamıyordu. Yarın, bu topuklu ayakkabıları giydiği için pişman olabilirdi.

"Ee Lâl," diyerek benim oturduğum koltuğa geldi Mustafa. Peşinden de Caner. "Ne yapıyorsun?"

"Oturuyorum," dedim Mustafa'ya garip bir şekilde bakarken. Birden neden bunu sormuştu anlamamıştım. "Sen ne yapıyorsun?"

"Ben de oturuyorum."

"Ben de." dedi Caner. Biri sağıma, biri soluma oturmuştu ama aramızda boşluklar vardı.

"Sen şimdi temastan hoşlanmıyorsun ya," dedi Mustafa. Kafamı aşağı yukarı salladım. "Ve bize tarihten ve matematikten yüksek aldırdın ya..."

"Ama matematik daha açıklanmadı."

"Olsun," dedi omuz silkerek. "Yüksek aldığımıza eminiz."

"Ee," dedim kaşlarım çatılırken. "İkisi arasındaki bağlantıyı anlamadım."

"Biz de hediye olarak temas savar olmaya karar verdik senin için."

"Anlamadım."

"Bugün burası fazla kalabalık olur, sen bizim yanımızdan ayrılma."

"Buna gerek yok," dedim Mustafa ciddi mi diye yüzüne bakarken. Ciddi duruyordu. "Ben kendim hallederim."

"Hadi ama," dedi Caner. "Yanımızda dur, hem seni koruruz hem de havamız olur. Benim tıp kazanacak eski sevgilim de gelecekmiş, beyinsiz o beyniyle anca serum olur."

"Neden böyle söyledin şimdi?"

"Çünkü babasının parası olmasaydı sınıfta kalıyordu geçen sene."

"Belki on ikinci sınıfta aklı başına gelmiştir, belki çok çalışacaktır."

"Kim altı ayda tıp kazanmış ki bu kazansın?" dediğinde bilmiyorum der gibi dudak büzdüm. Ardından aklıma gelen şeyle "Beni korumanıza gerek yok," dedim. "Kendimi koruyabilirim."

Koruyamam.

"O lafın gelişi," dedi Mustafa. "Temas savar demek istedi."

"Öyle eğlenemezsiniz, boş işlerle uğraşmayın."

"Bize bırak ve arkana yaslan." diyerek ikisi de arkasına yaslandı. Bana deyip kendileri yapmaları birden komik gelmişti, üstelik aynı anda yapmışlardı. İstemsiz bir şekilde kıkırdadığımda ikisi de bana döndü, ardından onlar da kendilerine güldü.

İki kız gelmişti ve ikisini de tanımıyordum. Mustafa ve Caner ile konuşurken Ezgi'nin tanışma faslını da kaçırmıştım. Ev, yavaş yavaş dolarken şimdiden otuzdan fazla kişi olmuştu. Pastalar mutfakta dolaptaydı, kalan bütün yiyecekler masanın üzerindeydi ve artık herkes istediğini alıp yiyordu. Yiyecekler güzel görünse de onları yersem, kusardım. Bugün kusmak istemiyordum, üstelik üzerimdeki kıyafet benim değil Ezgi'nindi. Berbat etmek istemezdim.

"Hadi yiyelim, makaron gördüm dayanamıyorum daha fazla." diyerek ayağa kalktı Caner. O kalkınca Mustafa da kalktı. Birkaç adım attıktan sonra arkalarını dönerek bana baktılar, ikisi de bana doğru yürüdüğünde "Hayır," dedim. "Yemeyeceğim."

"Yanımızda durman gerek yoksa savamayız yavşakları."

"İstemiyorum."

"Hadi Lâl," dedi Caner sırıtırken. "Buse bakıyor, çaktırma da kalk."

"İstemiyorum."

"Dokunmak zorunda bırakma bizi," diyen Mustafa'ya ters bir bakış attım. "Kalk."

"Niye zorluyorsunuz?" diyen kişi Semih'ti. İkisinin arkasında belirmişti aniden. "Gelmek istemiyor."

"Boş ver," dedi Mustafa elini sallayarak. "Yiyip gelelim Caner, kalkmaz zaten bir yere."

"Biz yemeye başlarsak tüm gece sürer." diyen Caner'e güldüm.

"Lâl buradan kalkma, tamam mı? Kusura bakma ama öğlen yediğim tostla duruyorum."

"Tamam Mustafa." dediğimde ikisi de gitti. Semih'in elinde iki tane bardak vardı, bunlar Ezgi'nin özenle hazırlattığı kokteyl bardaklarıydı. Alkol olmadığını biliyordum, Ezgi eve alkol namına hiçbir şey sokmamıştı. İçmek istemediğini, ayrıca sarhoş insanların evinde problem çıkarmasını istemediğini söylemişti.

"Oturabilir miyim?"

Bu üçlü koltuk sadece bana ait değildi, isteyen oturabilirdi. Ayağa kalmak istemiyordum çünkü dikkat çekmek istemiyordum. Bu koltukta tüm gece oturup insanlari izleyebilirdim, bu da eğlenceliydi.

"Sen bilirsin." diyerek koltuğun köşesine kayıp kucağıma yastık aldım. Yastığa sımsıkı sarılırken Ezgi'nin artık kapıyı açık bıraktığını fark etmiştim. Sürekli çalan zilden yorulmuş olmalıydı ve zaten çalan yüksek ses müzikten zili de duymazdı.

Bu gece için çevredeki tüm evlerden izin almıştı Ezgi'nin annesi. Sevilen bir insan olduğu için kimse sorun çıkarmamıştı, anladığım kadarıyla Ezgi de sevilen biriydi.

"İçmek ister misin?"

"İstemem."

"Ama senin için getirmiştim."

Omuz silktiğimde güldüğünü duydum. Ona bakmıyordum, insanlara bakıyordum. Koltukta bir sürü boş yerken varken benim çok yakınıma oturması rahatsız hissettirmişti. Ona yüz verecek değildim, zaten en küçük yüzümden cesaret alacak birine benziyordu.

İçeriye Melis, Cemre ve Sude üçlüsünün girdiğini gördüğümde kıyafetlerini süzdüm. Okulda oldukça kısa görünürken şimdi giydikleri topuklu ayakkabılar sayesinde ortalama boya yaklaşmışlardı. Cemre pembe, Melis kırmızı, Sude siyah bir elbise giymişti. Elbiseler birbirinden farklı değildi, üçü de mini elbiseydi. Üçüz kardeş gibi ortama giriş yaptıklarında gözler onlara çevrildi, onlar kimseye bakmadan bir köşeye geçip insanları süzmeye başladılar.

"Konuşmadığını söylüyorlardı ama sen konuşuyorsun."

"Konuşmuyor oluşum konuşamadığım anlamına gelmez."

"Neden konuşmuyorsun peki? Okula özel bir şey mi?"

"Değil."

"Hep böyle tek kelimelik cevaplar mı verirsin?"

"Belki."

"Peki," diyerek güldüğünde ona anlam veremiyordum. Gülünecek neyim vardı? "Belki bu gece tanışırız, çok da kötü birisi sayılmam ama sen kendini nasıl rahat hissedeceksen öyle olsun. Ben buradayım."

İçeri Alp ve birkaç kişi daha girdiğinde yüzümü buruşturdum. Bugün olanlardan sonra onu görmek istemezdim.

Bana, dayağı hak ettiğimi söylemişti.

Oysaki sadece kahvaltı yapmak istemediğimi söylemiştim.

Belki de Alp, her gün kahvaltı yapmak istemediğini söylüyordu ama kimse ona vurmuyordu. Eğer birisi ona bu nedenden dolayı vursaydı, hak etmiştir demezdim. O, demişti. Kalbimin kırıldığını hissetmiştim.

"Oo Alp," diyerek yanımda aniden bağıran Semih yüzünden irkildim. "Gelsene koçum."

Alp ve arkadaşları anlaşmış gibi siyah giymişlerdi. Bakışları buraya döndüğünde Alp'in arkadaşının elinde tuttuğu kartonu yeni fark ediyordum. Kocaman karton kutuyu salondaki masanın üzerine koyarak "İçkiler bizden," diye bağırdı. "Herkese yetecek kadar var."

Ama Ezgi istememişti. Onun doğum gününde, ona saygısızlık yapıyorlardı.

Alp, Semih'in yanına gelerek tokalaştı. Hemen çaprazımdaki tekli koltuğa oturduğunda içimden saymaya başladım. Bir yanımda Semih, bir yanımda Alp hiç de güzel olmamıştı. Mustafa ve Caner'in temas savar olmasını bile kabul edebilirdim ama onlarla oturmayı kabul edemezdim. Alp'in diğer arkadaşları da gelip oturduğunda tek kız kalmıştım beş kişilik erkek grubunun arasında. Kalkmak için yastığımı bıraktığımda Alp ayağını uzatarak "Nereye?" diye sordu. "Bir hâlimizi hatrımızı sorsaydın."

Onunla hiç konuşmamıştım, konuşmayı da düşünmüyordum. Tıpkı sevmediğim diğer insanlarla konuşmadığım gibi... Cemre, Melis, Sude, Anıl, Göktuğ...

"Gitmesene," dedi Semih. Ardından koltuğa bıraktığım yastığı alıp tekrar oturmamı sağladı. "Konuşuyoruz ne güzel."

"Konuşmaz," dedi Alp gülerek. "Dokun, makine gibi titriyor."

"Saçmalama," dedi Semih. Alp'in arkadaşının uzattığı içki şişesini almıştı. Ezgi görseydi hepsini atardı belki ama Ezgi de ortalıkta yoktu. "Ne diye dokunayım?"

"Eğlenceli oluyor."

"Ayrıca konuştu," dedi Semih kaşlarını çatarak. "Adını çıkarmışsınız dokuza, indirmiyorsunuz sekize."

"Seninle mi konuştu?"

"Evet," dedi Semih. "Ben de inanmıştım konuşulanlara, abartmışlar."

"Vay be Lâl," dedi Alp. "Sen bugün gördüğün çocukla konuş, haftalardır seninle olan sınıf arkadaşınla konuşma. Alındım, gücendim."

Alp'e cevap vermeyerek telefonumu çıkardım. Ne mesaj vardı ne de başka bir şey... Açtığım gibi kapatmak zorunda kalmıştım. Gözlerim Semih'e döndüğünde bana göz kırptı. Alp'in arkadaşı olması bile onu sevmemem için bir sebepti ama Alp, dokun dediğinde bana dokunarak gülebilirdi. Yapmamıştı, şimdilik ondan korkmama gerek yok gibi duruyordu.

Sanki etraf gittikçe kalabalıklaşıyordu, insanlar saçma sapan hareketler sergilemeye başlıyordu. Beklediğim gibi bir doğum günü değildi, daha sakin bir ortam bekliyordum. Evet, herkesin susup oturmasını beklememiştim ama bu kadar abartılacağını da bilmiyordum. Gözlerim Utku ile buluşunca içeri yeni girdiğini fark etmiştim. Üzerinde deri ceketi vardı, Ezgi ile girmişlerdi. Ezgi'ye sarıldığında gülümsedim. Ezgi, Utku'nun kolları arasında küçücük kalmıştı. Topuklu ayakkabı giymişti ama yine de sevimli duruyorlardı. Utku'nun göğsüne kafasını koyduğunda onları izlemeye dalmıştım. Aynı zamanda bir şeyler konuşuyorlardı ama duymam imkansızdı.

Demek ki Utku ve bir kız sarılınca böyle görünüyordu. Ben de bugün böyle görünmüş müydüm bodrum katta? Biz oturuyorduk ama ben de kolları arasında kaybolduğumu hissetmiştim.

Ayrıldıklarında etrafa bakındı Utku bir süre, deri ceketini çıkardığında beyaz bir tişörtle kalmıştı. Deri ceketini girişte duran kapaklı dolabın içine fırlatır gibi bırakıp tekrar bu tarafa döndü. Koltukta bir hareketlenme hissettiğimde gözlerim Semih'e döndü. Kolunu, koltuğun başına atmıştı ama biraz daha eğse benim omzuma değecekti. Yüzüme doğru eğildiğinde kaşlarımı çattım, tam itecektim ki durdu. "Bir şey söyleyeceğim, duyman için eğildim."

"Çabuk söyle, kalkacağım."

"Gözlerin ne renk?"

"Bunu mu söyleyecektin?"

"Evet, yeşil mi mavi mi?"

"Mavi ve yeşili ayırt edemeyecek kadar salak mısın?"

"Söylesene."

"Ne gördüysen o."

"Ama sen cevap vermediğin için bu şekilde daha uzun süre kalmak zorunda kalıyorum, insanlar yanlış anlarsa tamamen senin suçun."

"Mavi," dedim çekilmesi için ama çekilmedi. "Çekil, kalkacağım."

"Sakin ol, yemedim." diyerek kafasını çektiğinde koltuktan kalkarak elimdeki yastığı bıraktım. Utku yoktu, etrafta göremiyordum. Acaba görmüş müydü? Eğer dikildiği taraftan buraya bakarsa hem beni görürdü hem de üzerime eğilen Semih ile... Üstelik çok yanlış anlayabilirdi, öptüğünü sanabilirdi.

Bunları neden düşünüyordum?

Umurumda bile değildi.

Biraz yürüdüğümde ayaklarıma çarpan küçük şeyle olduğum yerde durdum. Bu, Ezgi'nin küçük kedisi Kestane'ydi. Minicikti ve az kalsın onu eziyordum, diğer insanlar da çok kolay ezebilirdi. Eğilerek kucağıma alıp "Merhaba," dedim. "Ben kedilerden nefret ediyorum ama ölmeni de istemem, bu koca kalabalıkta ezileceğini düşünüyorsun biliyorum çünkü ben de öyle düşünüyorum."

Onu güvenli bir yere koyması için Ezgi'yi aradım ama görünürde yoktu, etrafa iyice baktıktan sonra köşede bir arkadaş grubuyla olduğunu fark ettim. Ben bakar bakmaz yanlarından ayrılmış, bir diğer köşeye geçmişti. Orada Utku vardı...

Sude ise oraya yiyecek gibi bakıyordu. Tam oraya ilerleyecekken Ezgi'nin gitmesiyle durmuştu.

Adımlarımı o tarafa yönlendirirken Kestane'yi sımsıkı tutuyordum ama buna gerek yoktu, zaten çok akıllı bir kediydi. Beni diğer kediler gibi çizmek yerine uslu uslu duruyordu.

Koralin'den sonra, ilkti.

"Ezgi," dedim yanlarına ulaştığımda. "Etrafta dolanıyordu ama güvenli bir yere koysan daha iyi olur."

"Yaa... Kestane! Normal zamanda yanıma uğramaz ama partiyi duyunca nasıl çıkıyor yıkarı... Yazık, erkek kedi var sandı herhalde kızım."

Ezgi onu kucağımdan aldığında hâline kıkırdadım. Kedisi gibi değil de çocuğu gibi davranıyordu. "Hemen geliyorum." diyerek yanımızdan ayrıldığında gözlerim Utku'yu buldu. Camdan dışarı bakıyordu ve elinde Alp'in tayfasından birinin getirdiği içki şişesi vardı. İçmez sanıyordum ama içiyordu, Ezgi neden bu içkilere tepki göstermemişti?

"Selam," dedim çekinerek. Gözleri beni bulduğunda ruhsuzdu. "O çocuğu ikna ettin mi?"

"Evet, gelecek."

"Ne zaman?"

"Bilmiyorum."

"Peki." diyerek gidiyordum ki "Dur," dedi. "Ezgi gelene kadar. Sen gidersen Sude gelecek ve uğraşmak istemiyorum şu an."

"Olur, beklerim." diyerek onun gibi cama dönüp dışarıya bakmaya başladım. Benimle konuşmuyordu, her zaman baktığı gibi bakmıyordu... Bir garipti sanki. Umursadığımdan değildi, sadece merak ediyordum.

"Neden içiyorsun?"

"Canım istedi."

"Ama daha pasta kesmedi Ezgi, kafanın ayık olması lazım... Dikkat e-..."

"Bir şey olmaz."

"Peki." dediğimde Ezgi de gelmişti. Elinde iki tane bardak vardı, birini bana uzattı. "Ben bunları millet içsin diye yaptırmadım, biricik arkadaşlarıma yaptırdım. Neden içmiyorsun?"

"İçiyorum."

"Kaç tane içtin?" diye sorduğunda elimdeki bardaktan bir yudum alıp "Bir." dediğimde güldü. Tadı güzeldi ama acılık da vardı, içine katılan meyvelerden biri yüzünden olduğunu düşünüyordum.

"Alp salağı içki sokmuş, ben toplayamadan herkes almıştı. Şu şahıs dahil," diyerek Utku'yu gösterdi. "Bugün keyfimi bozmak istemiyorum ama yarın Alp'in ağzına sıçacağım."

"Sakin ol," dedim gülümserken. "Bozma bugünü."

"Evet," dedi Utku. "Neyse... Ezgi geldiğine göre gidebilirsin."

"Neden gidiyor?" diye sordu Ezgi. Anlamamıştı, benim gibi.

"İşleri vardır."

"Ne işin var Lâl?" diyerek bana döndüğünde "Doğru," dedim. "Gideyim ben."

Ezgi her ne kadar bir şey söyleyecek olsa da izin vermeden yanlarından ayrıldım. Utku ve Ezgi de olmadığına göre burada konuşacağım başka kimse kalmamıştı, mutfağa girerek boş sandalyelerden birine oturdum. Herkes salonda olduğu için burası boştu, ayrıca bütün yiyecekler de salondaki büyük masanın üzerindeydi. Elimdeki bardağı masanın üzerine bırakarak telefonumu açtım. Yapacak hiçbir şeyim kalmamıştı, takip ettiğim estetik sayfalarda gezindim bir süre. Hikaye atmışlardı, onlara baktım fakat bir türlü bitmeyi bilmiyorlardı. Sıkılarak çıktım, galerime girdim. Eski fotoğraflara bakıp kendimi üzdükten sonra iç çekerek telefonumu arka cebime koydum.

Kokteyl bardağım bitmişti, tadı fena değildi. Bir kere daha içmek istedim ama mutfaktan çıkıp almaya üşendim. Üstelik kusacak olmaktan korkuyordum.

"Her yerde seni aradık," diyerek mutfağa giren Mustafa'yla yerimde sıçradım. Bir süre kalabalıkların ve gürültünün arasından kaçmak iyi gelmişti ama buna da fırsat vermiyorlardı. "Sandık ki temas bağımlıları arasında öldün."

"Saçmalamayın." dedim bıkkın bir tavırla.

"Burada mı kalacaksın? Mutfakta mı?"

"Evet."

"Makaron getirelim mi sana?" diye sorduğunda "Hayır ama..." diyerek boş bardağıma baktım. Acaba içsem, kusar mıydım?

Pekala, umurumda değildi.

"Ama kokteyl, iki tane."

"Hangisinden?"

"Ne demek hangisi? Bunların hepsi farklı mı?"

"Evet, meyveleri farklı."

"Benim içtiğim pembe ve sarıydı."

"Anladım." diyerek çıktı Mustafa. Peşinden de Caner çıktı. Caner sersem sersem yürüyordu, sanırım çok içmişti. Birkaç dakika sonra elinde iki bardakla geldiğinde "Teşekkür ederim." dedim.

"Rica ederim," diyerek bir süre bardaklara baktı. "Az iç ama, dokunmasın."

"Bir şey olmaz."

Zaten bir bardak içsem bile kusuyordum, artık bıkmıştım.

"Gözüm burada, biri girerse gelirim." diyerek çıktı Mustafa mutfaktan. Yine Caner de peşinden ilerledi, gülüp duruyordu.

Yine kalabalıklar içinde yalnızdım, o kadar yalnızdım ki herkes arkadaş grubuyla içeride eğlenirken ben burada tek başıma oturuyordum. Hem salonda hem mutfakta aynı hareketli müzik çalıyordu ama mutfağa geçtikten sonra kafamın içinde kendi dinlediğim melankolik şarkılar çalmaya başlamıştı.

Kokteyl bardağını alarak birkaç yudum içtim. Acı olması hoşuma gitmiyordu ama garip bir şekilde de içesim geliyordu. Diğerleri gibi hemen alkol şişelerine atlamamıştım çünkü daha önce hiç içmemiştim. Halam ve eniştem bazı günler yemeğin yanında şarap içerlerdi ama hiçbir zaman onlara eşlik etmemiştim. Bence kötü görünüyordu ve kötü kokuyordu.

Masanın üzerine bir damla düştüğünde parmağımı üzerine bastırarak güldüm. Ağlıyordum ama farkında değildim. Yüzümü silerek burnumu çektim. Ezgi'nin görmesini istemezdim, bu güzel gününü benimle uğraşarak geçirmesini istemezdim. İçeride arkadaşları ve Utku'yla mutluydu.

Benim aksime.

İkinci bardağım da bittiğinde kafamı masanın üzerine koyarak gözlerimi kapattım. Bir damla gözyaşım önce burnuma, oradan diğer gözüme kaydı. Neden ağlıyordum bilmiyordum ama engel olamıyordum. Burnum sızlıyordu, dudaklarım istemsiz bir şekilde aşağı sarkıyordu, gözlerimdeki yaşlar ben engel olamadan dolup taşıyordu. Oysaki ağlamak istemiyordum.

Kafamı kaldırarak yine gözlerimi sildim, yine burnumu çektim. Birkaç yudum daha içtim, son bardağımdı ve zaten artık içmek istemiyordum. Bitirmek istediğim için kafama dikerek bardağı bıraktım.

Kafamı yeniden masaya koyduğumda ayaklarıma değen yumuşak bir şeyle aniden bacağımı yukarı çekmiş, dizimi sert bir şekilde masaya vurmuştum. Acıyla inleyerek elimi dizime koydum, aynı şey diğer bacağıma da değince eğilerek ne olduğunu anlamaya çalıştım.

Kestane'ydi.

"Yine mi sen? Dizimi kırdım senin yüzünden."

Onu yerden alarak masanın üzerine koyduğumda patisini uzatarak yanağıma dokundu, vuracağını sanarak bir an irkilmiştim. "Ne istiyorsunuz benden? Hâlâ dizim acıyor, beni neden sevmiyorsunuz?"

Ağlamaya yer arayan gözlerim tekrar dolunca Kestane'yi kucağıma alarak sarıldım. "Koralin'in ölmesini ben de istemezdim, arkadaşları olarak benden intikam mı alıyorsunuz?"

Kedilerden korkan kız, bu gece yalnızlığını bir kediyle konuşarak bastırmaya çalışıyordu.

Kestane kucağımdayken bana sırnaşmaya başladığında ağlarken güldüm. "Acıktın mı acaba? Koralin acıkınca bana sırnaşırdı."

Kucağıma yatırarak patilerinin altındaki yumuşak pembeliğe dokundum. "Arkadaşın da minicikti," dedim burnumu çekerek. "Ve siyahtı. O kadar siyahtı ki gece olunca onu göremiyordum."

Bir süre Kestane ile oynadım, bana saldırmadığını gördükçe mutlu oluyordum. Her zaman oturmak zorunda kaldığım parktaki kediler sürekli bana saldırır, çizilmedik yerimi bırakmazdı. Bir süre sonra Koralin'in intikamını almak istediklerini düşünerek onlardan uzak durmaya başladım ama yine onlar benden uzak durmayıp her seferinde saldırdılar. Tıslıyorlar, korkutucu bir biçimde üzerime atlıyorlar ve bir yerlerimi kanatıyorlardı.

Yıllar sonra bana saldırmayan, beni korkutmayan tek kedi Kestane'ydi. Onca insan bana saldırırken Ezgi benimle arkadaş olmuştu, onca kedi bana saldırırken Kestane benim yanıma gelmişti.

Koralin kadar küçük, Koralin kadar uysaldı. Koralin'den şanslıydı, ona zarar vermeyecek bir ailesi vardı. Koralin ve ben, bu dünyanın kötü tarafına denk gelirken Ezgi ve Kestane, hayatın iyi tarafında geziyordu.

Ağlamaya başladığımda "Yeter," dedim kendime. "Ağlamak istemiyorum."

Sabah yediğim tokat, iki saat boyunca parmak izleri olan yanağımla soğuk parkta kedilerle oturmam, bu şekilde Ezgi'ye görünmek zorunda kalmam, Sude'nin yüzüme ıslak mendil yapıştırıp herkese rezil etmesi, Alp'in ve diğerlerinin söyledikleri, halam görmesin diye eve gidemediğim için kendimi ait hissetmediğim bu ortam, Utku'nun soğuk bakışları ve konuşmak istemiyor gibi duran hâli, sadece iki arkadaşım olduğunu düşünürken bu ortamda yalnız bırakılmam...

Bugün berbat bir gündü.

Ve ben, her berbat günü yalnız atlattığım gibi bugünü de yalnız atlatmaya çalışıyordum. Her zaman olduğu gibi ağlayacak, sonra dünyanın en itici kızı rolüne girerek sessiz sedasız milletin içinde dolanacaktım. Kolum kopsa iyiyim diyecektim. Zaten şu an ağlıyor olmamın sebebi, sabahtan beri bulduğum tek yalnız ortamın burası olmasıydı.

Kestane kucağımda sessizce otururken ağlamaya doyamıyordum. Ellerimi yüzüme kapatarak sakinleşmeye çalıştım ama olmadı, ardından midemin bulandığını hissettim. Ezgi'nin evine kusmak, etrafı batırmak istemiyordum. Gözlerim mutfağın bahçeye açılan kapısına kaydığında ayağa kalkarak kapının önüne geçtim. "Acaba bahçeye çıkarsam kaçar mısın? Koralin kaçmazdı."

Yüzümü silerek mutfaktan çıkıp etrafa bakındım. Ezgi'yi göremiyordum ama hemen yanımdaki masanın önündeki Mustafa bir şeyler yemekle meşguldü. Yanına ilerleyerek "Bu kediyi Ezgi'ye ver," dedim. "Ezilecek hayvan bu kalabalığın arasında."

"Aa... Ezgi'nin salak kedisi."

"Hadi," dedim kediyi kucağına bırakarak. "Ezgi'ye ver."

"Ezgi de buralardaydı ama, neyse... Bulurum şimdi."

Mustafa'nın yanından ayrılarak önce mutfağa, oradan da bahçeye çıktım. Hemen yan tarafta iki kişilik salıncak vardı, üzerindeki plastiği kaldırarak minderin üzerine oturdum. Ayağımla salıncağı ufaktan sallarken başımın döndüğünü hissediyordum ve sürekli konuşasım geliyordu.

"Herkes öldü, Koralin de öldü," diyerek ağladım. "Neden öldü?"

Bir süre sonra sustum, gülmeye başladım. "Koralin benden kurtulduğu için mutludur."

Midem bulandı, kafamı salıncaktan eğerek kusacak mıyım diye kontrol ettim. Kusmadım. Muhtemelen bu mide bulantısı bana tüm geceyi zehir edecek, ben parmaklarımı boğazıma takana kadar durmayacaktı. Yapmak istemiyordum. Boğazımdan aşağı inen şeyler tekrar yukarı çıkınca canım acıyordu, tahriş olan yerler yüzünden ağlamak istiyordum acıdan.

Kokteyl içmek istiyordum, kusacak olsam bile.

Telefonumu açarak Mustafa'yı aramak için sınıf grubuna girdim çünkü numarası kayıtlı değildi. Numarasını bulana kadar tüm listeyi iki kere baştan sona gitmiştim ama bulamamıştım. Üzülerek telefonumu yanıma koyup güldüm. "Sanırım kör oldum, bir de dilsiz, bir de sağır... Körler, sağırlar birbirini ağırlar."

Ezgi'yi arayıp kokteyl istesem ayıp olur muydu? Kendi doğum gününde hizmet etmesi doğru değildi tabii ki...

Bana, Ezgi'den başka yazan tek kişi Utku'ydu. "Bana kızmasaydın seni arardım," dedim kafam aşağı düşerken. "Bana niye kızdın anlamadım ama görürsün... Ben de sana kızacağım."

Bahçeden çıkarak mutfağa geri girdim, ardından salona. Kızmak için Utku'yu arıyordum ama göremiyordum. Bir köşede Sude ile gördüğümde yanına ilerliyordum ki geri dönerek bir kokteyl bardağını kafama diktim, ardından yürümeye devam ettim. Birisi bana dokunduğunda iğrenerek yüzümü buruşturup elimi üzerimdeki sweate silmek istedim ama bu Ezgi'nindi, yapamazdım. Elimi kendime dokundurmamaya çalışarak Utku'nun yanına ilerlediğimde iki tane Utku olduğunu fark ettim.

Zavallı Utku'yu klonlamışlardı... Muhtemelen Sude yapmıştı.

Utku'nun yanına gittiğimde arkasında olduğum için beni göremiyordu. "Utku!" dediğimde duymadı. Normalde bile fısıltı gibi konuşan beni duymayan Utku, bu gürültülü yerde tabii ki duymayacaktı...

Az önce birinin dokunduğu elimi kaldırarak işaret parmağımla Utku'nun sırtına iki kere dokundum. Arkasını döndüğünde önce önüne baktı, sonra kafasını aşağı eğerek beni buldu. "Utku..." dediğimde Sude yanımıza gelmişti. "Geldi yine sarı çıyan."

"Hmm," dedi Utku bana bakarken. "Ne oldu?"

"Sude gelmiş ya..."

"Utku bu benim adımı ağzına almasın ya..." diye bağıran Sude'yle yüzümü buruşturdum. Zaten incecik olan sesi bağırınca daha da inceliyordu.

"Bir kere daha alabilir miyim Sude? Rica ediyorum."

"Alma," dedi Sude omuz silkerek. "Adımdan soğuyorum."

"O zaman ben de sana bu derim."

"Sensin bu." dediğinde onu bırakarak Utku'ya döndüm. Hâlâ ne diyeceğimi merak ediyordu. "Neyse... Bu geldiğine göre gidebilirsin."

"Anlamadım." dedi Utku kaşlarını çatarak.

"Ben de sana kızdım."

"De derken? Ben sana ne zaman kızdım ki?"

"Bir de elimi üzerine silebilir miyim?" dediğimde gözlerini ellerime indirdi. Görünürde bir şey yoktu ama o çocuğun ellediği elimi havaya kaldırdım sanki bir şey görecekmiş gibi.

"Bir şey yok elinde."

Sude'den çekindiğim için işaret parmağımı kaldırarak iki kere kırıp aşağı eğilmesini işaret ettim. Beni dinleyerek kafasını bana doğru eğdiğinde Sude kollarını göğsünde başlamış, bir ayağını yere vurarak beni bekliyordu. Sanırım konuşacakları vardı, acele ederek gitmeliydim.

"Birisi elime dokundu da, sana silebilir miyim?"

"Kim dokundu eline?"

"Kalabalıktı, göremedim."

"Ama bana silersen, sen de bana dokunmuş olursun." dediğinde kaşlarımı çattım. Bunu hiç düşünmemiştim.

"Sen de Sude'ye silersin."

Güldüğünde izin verecek mi diye bekliyordum. Yüzünü bana doğru eğdiği için sessiz konuşuyorduk, umarım Sude adını duyup bana kızmazdı. İnsanlar bana kızınca kalbim kırılıyordu ama onlar görmüyordu. Keşke kalbim içimde değil de dışımda olsaydı, o zaman onlara kırıldığını gösterirdim.

"Sen bana dokunursan ben silmem."

"Yani, elimi sana silebilir miyim?"

"Silebilirsin." dediğinde elimi uzatarak tişörtünün üzerine elimi sildim. Elimi çektiğimde o kafasını çekmemişti, hâlâ bana bakıyordu. "Sen içtin mi?"

"Hayır içmedim," dedim bir adım geri çekilerek. O sırada sırtım birine çarptığı için tekrar öne doğru ilerledim. Arkamı döndüğümde tanımadığım bir çocuktu. "Pardon," dedim çekinerek. "Görmemiştim ki seni."

"Sen de kusura bakma." diyerek gittiğinde yüzümü buruşturdum. Ben sırtımı kime silecektim? Evde olsaydım hemen kıyafetlerimi değişirdim. Acaba Ezgi benimle bir kazağını daha paylaşır mıydı?

"Utku..." dedim tekrar ama Sude kolunu tutmuş, bir şeyler anlatmaya çalışıyordu.

"Hmm," dedi bıkkın bir şekilde. "Ne oldu?"

Sanırım benimle konuşmak istemiyordu.

"Neyse, en iyisi ben gideyim. Yine kızma." diyerek onları orada bırakıp mutfağa ilerledim. Ben de kendim silerdim, zaten Sude bir şeyler anlatıyordu ve onları bölmem ayıptı.

Giderken bir kokteyl daha alıp kafama diktim. Midem çalkalanıyordu ama sorun değildi, ben parmağımı takmadan kusacak gibi durmuyordum. Mutfağa girdiğimde etrafta peçete aradım bir süre, en sonunda bulduğumda birkaç tane alarak musluğun altında biraz ıslattım. Tekrar arka bahçeye çıktığımda kimse yoktu, üzerimdeki sweati çıkararak yere oturdum. Çimlere değil, fayans kısmına oturmuştum. Üzeri kapalı olduğu için ıslak değildi. Sweati yere sererek sırtını çevirip elimdeki ıslak peçetelelerle silmeye çalıştım. Üzerimde siyah, ince bir bluz vardı o yüzden hemen geri giymek istiyordum.

"Lâl," diyen kişiyle kafamı yukarı kaldırdım. "Sen ne yapıyorsun?"

"Neden geldin? Bakma bana."

"Neden?"

"Bekle, silip giyineceğim. Arkanı dön."

"Çıplak değilsin." diyerek güldü. Yanıma oturduğunda hâlâ silmeye çalışıyordum ama boşunaydı, parçalanmış peçetelelerle kalmıştım.

"Bakma bana, rahatsız oluyorum." dedim kızar gibi. Üzerimde bol bir şey yoktu, bakmasını istemiyordum.

"Tamam, bakmıyorum," diyerek sweate döndü. "Ne yaptın sen bunu? Peçete ıslatılır mı?"

Üzerine dökülen peçete parçalarını almaya çalıştım ama kumaşa yapışmıştı hepsi. Dudaklarım aşağı bükülürken "Ezgi bana kızacak," dedim. "İsteyerek yapmadım."

"O Ezgi'nin değil, benim." 

"Hayır Ezgi'nin," dedim burnum sızlarken. "Sadece silmek istemiştim."

"Gerçekten benim."

"Ama dolabından çıkardı... Sen de mi burada yaşıyorsun?"

"Hayır, geçen hafta benden çalmıştı... Sence Ezgi buna girer mi?"

"Ben girdim ama, o da girer."

"Siz bunun içine düştünüz ama..."

"Eğer seninse, sen de bana kızarsın yine," dedim burnumu çekerek. "Ama halledeceğim, biraz zaman ver."

Peçete parçalarını toplamaya çalışıyordum ama yapamıyordum, tırnaklarım uzun değildi diğerlerinin aksine. Sürekli yediğim için artık uzamıyorlardı bile.

"Gerek yok, uğraşma boşuna."

"Biliyorum kızacaksın ama benim suçum değil, arkamı göremem. Çarpışmak istememiştim."

"Kalk hadi, yere oturma."

"Az kaldı," diyerek peçeteleri toplamaya devam ettim. "Sude'nin yanına gidebilirsin, rahatsız etmem bir daha."

"Ben kaçıyorum, sen geri git diyorsun."

"Kimden kaçıyorsun?"

"Az önce kimden bahsettik biz?"

"Ezgi."

"Daha sonra?"

"Bilmem," dedim tek omzumu kaldırarak. "Unuttum."

"Sude," dedi bıkkın bir şekilde. "Kaçtım."

"Ama konuşuyordun... Benden kurtulmak istiyordun asıl, yalancı."

"Ondan kurtulmak istiyordum, senden değil," dedi yere serdiğim sweati alarak. "Ojelerini anlatıyordu, sıkılmıştım."

"Niye aldın? Versene."

"Boş ver uğraşmayı, kalk yerden."

"Nereden aldığını söylersen sana yenisini alırım, söz veriyorum. Ya da... Parasını söyle, ben sana veririm çünkü ben dışarı çıkmayı sevmi-..."

"Lâl, alt tarafı peçete oldu. Kuruyunca geçer."

"Geçer mi sahiden?" dediğimde sweatin arkasına birkaç kere vurarak peçeteleri döktü. "Bak, geçiyor bile."

"Giyinebilir miyim yine? Söz veriyorum yine kirletmeyeceğim, böyle kalmak istemiyorum."

"Giyebilirsin," diyerek eteklerini toplayıp kafamdan geçirdi. Kolayca girmişti kafamdan, kolumu sokmam için tuttuğunda önce sağ kolumu sonra da sol koluma giydim. Sweati bıraktığı gibi aşağı dökülmüştü. "İyi ki çok ıslatmamışsın, hasta olurdun. Ayrıca ne yapıyorsun bahçede tek başına?"

"Oturuyorum." diyerek onu arkamda bırakıp salıncağa oturdum. Yanıma doğru gelerek "Ben de oturabilir miyim?" diye sordu.

"Ama bu var..." dediğimde plastik örtüyü kaldırarak kenara bıraktı.

"Artık yok."

"İstiyorsan otur," dedim omuz silkerek. "Ezgi'nin evi."

"Ezgi'nin evi olunca ne oluyor?"

"Ondan izin alman gerek," dedim kafamı koltuğa yaslayarak ona çevirirken. Artık ben sallamıyordum, o sallıyordu salıncağı. "Çünkü onun evi olduğu için."

"Niye buradasın?"

"Sen bana kızdın." dediğimde dudaklarımdan bir hıçkırık kaçtı. Elimi ağzıma bastırarak nefesimi tutmaya çalıştım ama yediye geldiğimde tekrar hıçkırdım.

"Salak kız," dedi gülerek. "Ağzını tutuyorsun ama burnundan nefes alıyorsun."

"Haa..." dediğimde diğer elimle burnumu tutmaya çalıştım. Beşe geldiğimde yine hıçkırdım. "Geçmiyor."

"Ben tutayım mı?"

"İstemiyorum," diyerek bir süre bekledim. Geçmeyince pes ederek bıraktım. "Artık böyle yaşayacağım."

"Geçer birazdan, su getireyim mi?"

"Gerek yok."

"Ben sana ne zaman kızdım?" diye sorduğunda ne zaman olduğunu ben de unutmuştum. Biraz düşünerek "Kedi varken," dedim. "Keşke kızmasaydın, üzüldüm."

Mutfak kapısından arka bahçeye birisi girdiğinde gözlerimi kısarak kim olduğunu anlamaya çalıştım. Tabii ki Mustafa ve Caner'di. "Selam gençler," dedi Mustafa. Artık Caner gibi gülüyordu. "Lâl'i kontrole gelmiştik."

"Ne kontrolü?"

"Bilmiyor musun Utku? Bu gece temas savar olduk biz."

Utku, Caner'in elindeki açılmamış içki şişesini alarak "Sen artık içme," dedi. "Ben orada değilim Caner."

Caner bakışlarını bu sefer Utku'nun sağ tarafına çevirdi. Yine Utku'yu bulamamıştı, ayağa kalkarak kafasını tutup Utku'ya doğru çevirdim. "Bak, Utku burada."

"Aa... Lâl," diyerek sarıldığında gözlerimi kırpıştırdım. Ayrılmak istediğimde izin vermedi. "Bıraksana Caner," dedi Mustafa. "Koala gibi yapıştın."

"Ah Buse, beyinsiz Buse."

Utku ikimizi ayırdığında "Teşekkür ederim." diyerek eski yerime oturdum. Mustafa elindeki kokteyl bardağını bana vererek "Utku'ya güvenebiliriz," dedi. "Hâlâ güvende olduğuna göre gidelim Caner, yürü."

İkisi sallana sallana gittiğinde elimdeki bardaktan bir yudum aldım. Bu mavi ve mordu, diğeri daha güzel olduğu için dudaklarımı büzdüm.

"Bunlar ne dedi şimdi? Anlamadım."

"Temas savar."

"O ne demek?"

Bardağımı uzatarak "Tutar mısın?" diye sordum. Elimden aldığında bir elimi kaldırıp "Bu Mustafa," dedim. Diğer elimi de kaldırıp "Bu da şey olsun, kim olsun?"

"Bilmem."

"Sude olsun mu? Ama söz ver, adını kullandığımı söyleme sakın. Sır veriyorum."

"Söylemem."

"Ama... Kızlara vurulmaz, bu Alp olsun mu? Yine sır verdim sana, tamam mı?"

"Tamam." dedi kaşlarını çatarak. Herhalde ne yapmaya çalıştığımı anlamaya çalışıyordu.

"Şimdi Alp gelmiş, gelmiş, gelmiş..." diyerek elimi koluma koydum. "Sonra Mustafa da görmüş," diyerek diğer elimle Alp'e vurdum. "Ve onu savmış."

"Yazık Mustafa'ya."

"Neden ki?" diyerek bardağımı aldım. Aynı zamanda o da elindeki şişenin kapağını açtı. Birkaç yudum aldıktan sonra "Ben de aynısını yaptım bugün," dedi. "Ama onunla oturdun, boşuna uğraşıyor o da."

"Ben mi oturdum? Ben sadece seninle oturuyorum bak," diyerek dizimle koltuğa bastırarak kafamı şişesine uzattım. Aniden salıncak sallandığı için düşmemek için kolunu tutmuştum. "Nasıl kokuyor? Bakacağım."

"Elindekini koklamaya ne dersin?"

"Ben alkol almam ki," diyerek şişesini kokladığımda yüzümü buruşturdum. "Kötü kokuyor, içme bence."

"Ne demek alkol almam?"

"Hiç içmedim," diyerek eski yerime oturdum. "İğrenç kokuyor hatta."

"Anlaşıldı senin bu hâlin," diyerek elimdeki bardağı alıp bahçeye serpti. "Bunlara da kattılar, neden bilmediğin şeyi içiyorsun?"

"Ama... Ama Ezgi katmadım dedi."

"O katmadı zaten, sonradan üzerine eklediler."

"Ezgi'ye söyleme, istemediği için üzülür."

"Fark etti çoktan ama yapacak bir şey yok, herkes içti."

"Utku," dedim gözlerimi kapatarak. "Ben seninle oturdum değil mi?"

"Başka kimle oturdun?"

"Unutmuşum."

"Cidden neden?" diyerek sesini yükselttiğinde kapattığım gözlerimi açtım. "Sana yaklaşmalarına da izin verdin, demek ki o kadar da temas sevmeyen biri değilsin."

"Anlamıyorum."

"Lâl," dedi sıkıntıyla. "Ben ilk geldiğimde sen Semih'in kollarının arasındaydın. Nasıl unuttun?"

"Semih kim?"

"Ya sabır... Manyak mısın kızım?"

"Hatırlamıyorum ki... Niye kızıyorsun bana?"

"Kızmıyorum, kim olarak kızabilirim ki?"

"Semih kim Utku?"

"Nasıl anlatayım sana? İşte... Koltukta onun yanında oturuyordun, unuttun mu?"

"Haa..." dedim abartıyla. İşaret parmağımı salıncağın minderine koyarak "Ben burada, Semih burada, Alp de burada oturuyordu. O mu?"

"O."

"Ben tek oturuyordum, onlar geldi. Kalkmak istediğimde Alp izin vermedi, Semih de üzerime eğildi ama hiç korkmadım. Gözlerimin rengine baktı, sonra da kaçtım. Ama kaçmam sır, kimseye söyleme. Tamam mı?"

"Gözlerinin rengini görmüyor mu mal? Dibine girmesine gerek var mı?"

"Karanlıkta görmedi herhald-..."

"Saçmalama Lâl, sana yakın olmasına nasıl izin verdin? Onu anlamıyorum."

"İnsanların izin aldığını mı sanıyorsun?"

"Evet, ben alıyorum."

"O yüzden burada oturmana izin veriyorum, sen hiç korkutucu değilsin." dediğimde güldü. "İyisin değil mi? Hoşuna gitmeyen bir şey yaptı mı?"

"Yok, Semih iyi biri bence..."

"Bir kere gördüğün insanların iyi olup olmadığına karar veremezsin. Zaten anlamalıydım, boşuna çıkıştım sana. Özür dilerim."

"Nereye çıktın?"

"Sana boşuna kızdım diyorum, özür dilerim."

"Önemli değil," dedim omuz silkerek. "Ben de sana kızdım, özür dilerim."

"Daha beter hâllerini görmüştüm." diyerek birkaç yudum içtiğinde "İçme," dedim. Elimi uzatarak almak istediğimde engel olmadı. "Kötü kokuyor bu, güzel kokan bir şeyler içebilirsin."

"Ne içebilirim mesela?"

"Kahve güzel kokuyor."

"Şu an, kahve mi içeyim?"

"Kahve içmenin saati mi olur? İlaç mı bu?"

"Çok haklı bir isyan, öpeyim mi bir kere?" dediğinde kaşlarımı yukarı kaldırdım. "O zaman sarılayım mı?"

"Olmaz."

"Ama Caner sana sarıldı, onu bana silebilirsin."

Biraz düşündükten sonra "Tamam," dedim. "Silebilirim."

"Ciddi misin?"

"Evet," diyerek Caner'in nerelerime dokunduğunu düşünmeye çalıştım. Elimi göğsüme koyarak "Buraya dokundu," dedim. Ardından kollarımı ve omuzlarımı gösterdim. Elimi sırtıma koymaya çalışarak "Birazcık da buraya dokundu." dedim.

"Ben silerim onları, gel sen." diyerek elimdeki şişeyi alıp yere koydu dikkatli bir şekilde. Dizimi salıncağa bastırarak ona doğru atıldığımda düşmekten zor kurtulmuştum. Kucağına doğru düştüğümde indirerek salıncağa oturttu. Kollarını belime sıkıca sardığında "Caner belimden sarılmadı." dedim.

"Sarıldı, unutmuşsun sen."

"Ama boynumdan sarılmıştı."

"Ona bakılırsa sen de Caner'e sarılmamıştın," dediğinde kollarımı boynundan çekmek istedim ama engel oldu. "Pardon sarıldın, gördüm."

"Sarılmadım ki."

"Sarıldın," dedi inat ederek. "Şimdi biraz sessiz olur musun?"

"Peki."

"Ve lütfen hep içer misin?"

"Bilerek içmedim ki... Tadı hiç içkiye benzemiyordu."

"Daha önce hiç içmediğin bir şeyin tadını nereden biliyorsun?"

"Kokusunu biliyorum."

"Nereden biliyorsun?"

"Çünkü... Vedat ağabey içiyor bazen."

"O kim?" diye sorduğunda cevap vermedim. "Silindi mi?"

"Yok, duruyor hâlâ."

"Ne duruyor?"

"Caner'in parmak izleri."

Bir süre benimle böyle kaldı, kollarının gevşemesi gerekirken belimi daha fazla sıktığında "Oldu mu?" diye sordum.

"Ben de sana bir sır vereyim mi? Ama Caner'e söyleme."

"Söylemem." dedim merakla. Bana verilen bütün sırları tutardım, hiç kimseye söylemezdim. Hoş, çok fazla arkadaşım olmadığı için çok fazla sır verenim de yoktu.

"Caner bir de seni öptü."

"Gerçekten mi? Nasıl öptü?"

"Sarı kafanı öptü ama sadece ben gördüm."

"Sileyim." diyerek elimi saçlarımın üzerine attığımda bir kolunu belimden çekerek elimi indirdi. "Sen elini bulaştırma, ben silerim."

"Teşekkür ederim."

Eliyle kafamı silmesini beklerken dudaklarını kafamın üzerinde hissettim. "Dudakların kirlendi," dedim kıkırdayarak. "Caner ile aynı yeri öptünüz..."

"Ben ve dudaklarım hiç bu kadar mutlu olmamıştık."

"Silindi mi?"

"Hep böyle kalsan ne olur?"

"Belim ağrır." dediğimde güldüğünü duydum. "Çok romantik bir kızsın gerçekten."

Kollarını benden ayırdığında her zaman yaptığı gibi ellerini saçlarımın önüne koyarak bebek saçlarımı arkaya attı. Gevşeyen at kuyruğumu sıkarak düzelttiğimde "Lâl," dedi tekrar. "Ben gelmeden önce hoşuna gitmeyen bir durum oldu mu, olmadı mı? Alp canını sıkacak bir şey dedi mi? Hatırlıyor musun? Semih dokundu mu sana istemediğin hâlde?"

"Dokunmadı."

"Alp bir şey dedi mi?"

"Demedi."

"Doğruyu söyle." dediğinde kafamı aşağı yukarı salladım. "Doğruyu söylüyorum."

Kolundaki saate baktıktan sonra "Beş dakikaya içeri geçelim," dedi. "Ezgi pasta kesecek."

"Sen geç, kuzenisin."

"Sen de arkadaşısın ama..."

"Onu üzmek istemiyorum," dedim ayaklarımı yere koyarak salıncağı sallamaya çalışırken. Utku ayağıyla yere bastırdığı için itemiyordum. "Ayağını kaldırır mısın lütfen?"

"Sen yorulma, ben sallarım," dediğinde geriye yaslanarak yavaşça sallanmaya başladım. "Ne demek üzmek istemiyorum?"

"Sallama ya da," dedim gözlerimi kapatarak. "Midem bulanıyor."

Salıncağı durdurduktan sonra bir süre bekledi. "Nasılsın şu an? Hâlâ bulanıyorsa banyoya gidelim."

"Yok, kusmam kendi kendime."

"Anlamadım."

"Bir şey yok," dedim omuz silkerek. "Sen geç içeri."

Ayağa kalkarak elini uzattı. İkinci kere elini uzatıyordu bana fakat şu an yalnızdık. "Sen de geliyorsun sarı."

"Yine elini tutmazsam küser misin? Ama tutmak istemiyorum."

"Neden?"

"Çünkü görürl-..."

"Kim görür?" diye sordu cümlemi tamamlamama izin vermeden. "Bırak artık insanları umursamayı, ben umursuyor muyum?"

"Niye kızıyorsun?"

"Sana kızmıyorum, sen öyle anlıyorsun."

"Ama kızgın gibi geliyor sesin."

"Sen normalde böyle davranmazsın," dedi salıncağın direğine yaslanarak. "Ya içtiklerin seni hassas yaptı ya da zaten hassas bir gündeydin."

İşaret parmağım ve orta parmağımı uzatarak "Seç birini," dedim. "Bakalım hangisi çıkacak?"

İşaret parmağımı avuç içiyle tuttuğunda "Zaten hassas bir gündeymişim," dedim. "Sence doğru mu?"

"Doğru." dediğinde hâlâ parmağımı tutuyordu. "Kalk artık," dedi. "Zaten soğuk, çok bile oturdun."

Herkes kalpleri ikiye bölünmüş şekilde hayatına devam edemez, zaten soğuk.

"İyi ki kediler yok," dedim elimin tersiyle alnımı silerek. "Park hem soğuk hem de kediler geliyor."

"Sen kedilerden korkuyorsan Ezgi'nin kedisini nasıl kucağına aldın?"

"Ben kedileri seviyorum, onlar beni sevmiyor. Korkutuyorlar beni."

"Senin için kedi savar olabileceğimi söylemiştim," dedi gülerek. Parmağımı sağa sola sallamaya başladığımda eli de sallanmaya başladı. Ayakta dikildiği için oturduğum yerde kafamı kaldırmam gerekiyordu, boynum ağrıdığı için kafamı koltuğun sırtına yasladım. "Kabul etmedin. O zaman Mustafa'nın temas savar görevini neden kabul ettin?"

"Etmedim ki... Kendi kendine göreve başladı."

"O zaman ben de başlıyorum kendi kendime."

"Kedi yok ki... Vardı, öldü. Boğuldu."

"Ne?"

"Gece karası Koralin, gözleri bile... Gece görürsen göremezsin aslında onu, bir de minicik."

"Anlamıyorum güzelim, Koralin senin kedin miydi?"

"Öldü," dedim gözlerim dolarken. "Aslında ölmek istemiyordu, gözlerinden belliydi."

"Neden öldü?"

"Boğuldu."

"Suda mı?"

Sessiz kaldığımda tekrar saatine baktı. "Hadi gel, gidelim."

"İstemiyo-..."

"Sana dokunurlarsa bana silebilirsin."

"Ondan değil, Ezgi üzülmesin."

"Ezgi neden üzülsün ki? Ona hiçbir şey olmaz, gel sen." diyerek parmağımı bırakıp elimden tuttu. Kendine doğru çektiğinde salıncaktan kalkmıştım, elimi alarak birkaç adım attığımda "İstersen yanımda durabilirsin," dedi. "Ben temas savar işini de yaparım."

"Mustafa küser mi sence?"

"Yok küsmez, Mustafa ayakta duramıyordur şimdi."

"Tamam bekle," dediğimde durdu. Tam yanında durarak ayakkabılarımı ayakkabılarıyla aynı hizada tuttum. "Bak, tam yanındayım. Eşit olduk."

"Hadi yürü." diyerek bir adım attığında onun kadar büyük bir adım atmak için bacaklarımı açtım. Birkaç adım bu şekilde gittiğimde yorulmuştum. "Biraz küçük yürür müsün?"

"Biraz daha küçük yürürüm." diyerek adımlarını küçülttüğünde artık daha rahat yürüyordum. Birlikte salona geldiğimizde gözlerim Ezgi'yi aradı, hemen masanın yanında duruyordu. "Utku," dedi bizi görünce. "Neredesiniz siz? Alçaklar."

"Hava aldık biraz."

"Ben bu gece için çalışan tutmadım ama pastamı kim getirecek?"

"Ben getiririm güzelim, ne dert ediyorsun?" diyerek geri döndü Utku. Ezgi'nin yanında kalmakla onun peşinden gitmek arasında kalmıştım. Eğer peşinden gidersem Utku pastayla içeri girdiğinde insanlar dikkatini ona çevirecekti ve ben de bu dikkatten yararlanacaktım. Sessiz bir köşeye geçerek duvara yaslandım, masanın üzerine düşmüş sarı balonu almış uğraşıyordum.

Esra ve Mustafa pasta için müziği durdurmuş, insanların dikkatini çekmişti. Mustafa daha iyi görünüyordu ama Caner, sandalyelerden birine oturup kafasını masanın üzerine koymuştu. Sanırım sızmıştı. Müzik değişti, happy birthday to you çalmaya başladı. Utku da kocaman pastayla içeri girmişti, insanlar alkışlarken ben de elimdeki balona vurdum küçük küçük. Ezgi çok mutlu görünüyordu, dudakları kıvrılmaktan kulaklarına değmek üzereydi.

Ezgi, Utku'ya teşekkür edip sarıldıktan sonra masanın üzerindeki pastasına döndü. Utku'yla göz göze geldiğimde eliyle gel işareti yaptı ama omuz silktim. Utanıyordum, kalabalığın arasına girmek istemiyordum. Sanki herkes bana bakıyordu, sanki her an beni eleştireceklerdi. Sude birden yüzüme ıslak mendil yapıştırabilirdi, Alp bana dokunabilirdi, insanlar gülebilirdi...

Tekrar gel yaptığında yine omuz silktim. Sabır çekerek yanıma gelmeye başladığında sanki beni koruyacakmış gibi sarı balonu önümde tutuyordum. "Gel deyince neden gelmiyorsun?"

"Utanıyorum."

"Neden?" dediğinde sessiz kaldım. Kolumdan çekiştirerek Ezgi'nin yanına getirdiğinde kalbim çok hızlı atıyordu, sanki yine herkes bana dönmüştü ama bu imkansızdı. Herkes Ezgi'ye bakıyordu.

"Dilek tut artık, hadi." dedi Esra. Yanında elini tutan bir çocuk vardı, muhtemelen sevgilisiydi. Sınıfta fotoğraflarını Ezgi'ye gösterirken görmüştüm birkaç kez. Gözlükleri vardı ve kemikli yüzüne yakışıyordu. Yazın çekildileri fotoğraflarda sarı, kışın çekildikleri fotoğraflarda kahverengi oluyordu saçları. Keşke ben de onun gibi olabilseydim, en azından bir dönem sevmediğim sarı saçlarımı görmemek bana iyi gelirdi.

Ezgi dilek tutarak üflediğinde giderek kalabalıklaşan ortamdan kaçmak istedim. Utku'nun yanından çekilerek arkasına geçtiğimde hemen anlayarak bana doğru dönüp kafasını eğdi. "Neden annesinin arkasına saklanan çocuklar gibi davranıyorsun?"

"Böyle dur, sayende görünmüyorum."

"Ama ben senin karanlıkta kalmanı istemiyorum." diyerek önüne çekti. Kollarını omzumun iki yanından sarkıtarak birleştirdiğinde "Utku..." dedim.

"Hmm..." diyerek yüzünü eğdiğinde "İnsanların içinde seni itip kafanı pastaya sokmamı istemiyorsan beni bırak." dedim. Bir kere onu herkes içinde reddetmiştim, ikinci kez yaparak kırmak istemiyordum. Üstelik şu an sınıfta değildik, tanımadığım pek çok kişi vardı.

"Kalbimi kırarsın."

"Utku..." dedim sıkıntıyla. Ağlar gibi sesler çıkarıyordum.

"Yine ne oldu?"

"Sude bakıyor, Alp bakıyor, diğerleri bakıyor... Bıraksana beni."

"Duyamadım," diyerek biraz daha eğilip çenesini omzuma bastırdı. "Şimdi söyle."

Yanağı yanağıma değiyordu, kafamı çekerek "Bağırmama az kaldı," dedim. "Aramızda bir şey var sanacaklar."

"Sansınlar," dedi umursamaz bir tavırla. "Düşüncelerini kontrol edemeyiz."

"O zaman bağırıyorum, sen bilirsin."

"Sessiz olsana," dedi kızarak. "Bağırırsan düşmanlarımız mutlu olur."

"Düşmanlarımız?"

"Senin düşmanın, benim düşmanım."

"Benim düşmanım yok."

"O zaman Ezgi'nin düşmanı, bizim düşmanımız." dediğinde bir süre düşündüm. "Böyle durunca Ezgi'nin dediği gibi kuduruyorlar."

"Evet ama onlar kudurduğu için böyle durmuyorum, kollarımın arasında olmanı seviyorum."

Yanımdaki çocuk elime çarptığında elimi çekerek havaya kaldırdım. "Elimi siler misin?"

Elimi tutarak arkaya çekip tişörtünün karın kısmına sildiğinde elimi geri çektim. "Oldu mu?"

"Oldu, teşekkürler."

Esra, Ezgi'nin diğer iki pastasını daha getirdi ama onların tek mumu vardı. Sadece çok kalabalık olduğu için insanlar daha fazla pasta yesin diyeydi.

"Çabuk fotoğrafımı çekin!" diye bağırdı Cemre.

"Bu pasta ne ya?" diye sordu Ezgi. "Ben böyle bir şey almadım."

"Ben getirdim onu," dedi Cemre. "Instagram temamı pembe yaptım da, başka renk pasta paylaşamam kusura bakma."

Ezgi birçok kişiyle sarılıp konuşurken bazılarıyla da fotoğraf çekiliyordu. "Sence en güzel pasta hangisi?" diye sordum pastalara bakarken.

"Hepsi güzel gibi," dedi Utku. "Ama ilk üflediği pasta daha güzeldi."

"Bence de," dedim kafamı sallayarak. "Herkes onun fotoğrafını çekti zaten."

"Utku," diyerek yanımıza geldi Sude. O gelince çekilmek istedim ama izin vermedi Utku. Bir şey söylemedi ama kollarını sıkılaştırdı. "Utku bir gel, konuşmamız lazım. Müzik kesilmişken rahat rahat konuşalım."

"Şu an kuzenimin yanından ayrılmak istemiyorum Sude, daha sonra konuşalım olur mu?"

"Olmaz Utku, acil." diyerek kolundan çekmeye çalıştığında onunla birlikte beni de çekiyordu.

"Sude, lütfen ama... Daha sonra diyorum."

"Bu gece konuşacağız demiştin, hadi Utku. Önemli diyorum sana."

"Ama Ezgi'nin doğum günü daha önemli."

"Şu an Ezgi'yle ilgilenmiyorsun bile!"

"Ne yapayım Sude? Kucağıma alıp dolandırayım mı? Yanında duruyorum işte."

"Sen de ayrılsana ya." diyerek beni ittiğinde Utku'nun kolları sayesinde yerimden kıpırdamadım ama vurduğu kolum acıdı. Yine de belli etmeyerek sessiz kaldığımda "Sude," dedi Utku. Sesi az öncekine göre öfkeliydi. "Bu gece ne bu kızı üzebilirsin ne de Ezgi'nin doğum gününü mahvedebilirsin. Lütfen beş yaşında gibi davranmayı bırak."

"Ben mi öyle davranıyorum?"

"Eline koluna dikkat et o zaman." dediğinde eli kolumdaydı. Sude'nin vurduğu yeri tutmuş, başparmağıyla oynuyordu. Daha önce kimse bana böyle davranmamıştı ve ben, her seferinde şaşırıyordum. Eniştem beni döver, sonra da hiçbir şey olmamış gibi civciv diyerek peşimde dolanırdı. İnsanlar beni zorbalar, hiçbir şey olmamış gibi yüzüme bakıp buna devam ederdi. Utku bana hiç vurmamıştı, hiç kalbimi kırmamıştı. Üstelik ben onun kalbini defalarca kez kırmıştım ama yine de yanımdan gitmemişti. Şimdi de ilk kez birinin vurduğu yeri, benim dışımda birisi tutuyordu.

Birinin kolları arasında bu şekilde durmam imkansızdı ama ben, bu koca kalabalığın içindeyken kendimi savunmasız hissediyordum. Utku veya Ezgi yanımda olunca daha iyiydim, daha çok güvende hissediyordum. Bugün Ezgi'nin doğum günüydü ve sürekli benim yanımda olmasını beklemem anlamsızdı ama Utku vardı.

Yine de bunu istemiyordum, engel olamıyordum. Yavaş yavaş alanlarımı işgal ediyordu, kapımı kapatamıyordum.

"Utku niye böyle yapıyorsun?" dedi Sude. Sesi çaresiz çıkmıştı ya da ben insanlara hemen kandığım için öyle düşünüyordum.

"Sude... Lütfen sonra konuşalım mı? Konuşacağız tabii ki ama şu an değil, hadi yapma böyle."

"Bırak şu kızı ya!" diyerek ayağını yere vurduğunda kollarının arasından ben çıkmak istedim, yine izin vermedi. "Utku..." dediğimde her zaman ki gibi kafasını eğip "Hmm," dedi. "Ne oldu? Acıyor mu?"

"Bıraksana, acil diyor."

"Ne konuşacağını biliyorum, acil değil."

"Ama bırak, üzülüyor."

"Ben kimseyi üzmek istemiyorum Lâl ama... İnsanlar yüzünden kendi istediğimi yaşayamayacak mıyım?"

"Lütfen git konuş," dedim yüzümü ona çevirerek. İlk başta yanağına bakmıştım ama o da kafasını çevirince yüzü çok yakın gelmişti birden. "Hadi, git."

"O sana vurmaya çalışıyor, sen hâlâ git konuş diyorsun."

"Gidip konuşursan seni de rahat bırakır, hadi lütfen." dediğimde kollarını ayırdı. "Kaybolma bir yere, geleceğim hemen."

Kafamı aşağı yukarı salladığımda Sude gülerek Utku'nun koluna girdi. Köşelerde bir yere geçtiklerinde rahat konuşamazlar diye kafamı çektim.

"Lâl," diyerek yanıma geldi Ezgi. "Az önce birinin çektiği fotoğrafta gördüm, Utku sana sarılıyordu! Allah'ım bugün daha ne kadar mutlu olabilirim?"

"Ne?"

"Ne, ne?"

"Sil o fotoğrafı."

"Çok geç," diyerek elini salladı. "Kız ayrıldı bile, annesi çağırdı."

"Harika," diye homurdandım. "Bir bu eksikti."

"Ee hayatım, Utku nerede?"

"Köşede, Sude ile konuşuyor."

"Kesin Sude yapışmıştır yakasına," diyerek ofladı. "Bıktım bu kızdan."

"Boş ver," dedim gülümseyerek. "Eğlenmene bak."

"Hadi pasta yesene, hangisini istersen onu ye."

"Yerim ben, sen insanlarla ilgilen."

"Öpeyim mi bir kere?" dediğinde tereddütte kalsam da kafamı salladım. Uzanarak yanağımdan öperek gittiğinde yalnız kalmıştım. Sandalyelerden birine oturarak önüme duran kanepelere baktım. Yemek istemiyordum ama çok tatlı duruyorlardı, bir tane alarak Caner'e uzattım. Arada sırada gözlerini acıyor, bir şeyler söylüyordu.

"Yemek ister misin?"

"Hepsini biz yedik zaten," diyerek güldü. "Ama bunu da yerim."

"Hani Utku ile beraber değildin? Alp haklıymış, sen çok sinsi bir kızsın. Tüm erkekleri birbirine düşman edersin."

"Anlamadım," diyerek kafamı çevirdim. "Ne demek istiyorsun?"

Semih, elindeki içkiyi yudumlarken "Gayet açık konuştum," dedi. "Biriyle birlikteysen bunu saklamana gerek yok, insanlar senin yüzünden kavga ediyor."

"Kim benim yüzümden kavga etti? Ne biliyorsun ki, ne konuşuyorsun?"

"Hadi ama," dedi kızar gibi. "Birlikte olmadığın biriyle neden sarıldın dakikalarca? Birlikteysen neden saklıyorsun, birlikte değilsen neden birlikteymiş gibi davranıyorsun?"

"Çok fazla birlikte..."

"Farkında mısın bilmiyorum ama on iki yıllık arkadaşların arasını açtın ve bunu sadece susarak yaptın, bilerek mi yapıyorsun? İnsanların kavga etmesi hoşuna mı gidiyor?"

"Ben aralarını açmadım," dedim gözlerimi kaçırarak. "Ben bir şey yapmadım."

"Alp'i haklı buluyorum. Bir kız için arkadaşını satan Utku'ya yazık cidden."

"Olayları sadece bir taraftan dinleyerek haklı, haksız çıkaramazsın. Utku'yu dinledin mi hiç?"

"Yüzümüze baktığı mı var beyefendinin? Bir kız için değişti, yazık."

"Utku nasıl biriydi ki değişti diyorsun?"

"Alp ile arası iyiydi, sen bunu bozdun."

"Hiçbir şey yapmadım."

"Kime laf anlatıyorum ki... Şimdi benimle de arasını açarsın, çok fenasın civciv."

Civciv.

Sessiz kalarak ayağa kalktığımda bu ortama girmenin en başından beri hatalı olduğunu yeni fark ediyordum. Okulda susup burada konuşmam insanlara normal olarak tuhaf geliyordu ve okuldaki sessizliğim insanların arasını açmak olarak değerlendiriliyordu. Şu an Semih'e ne desem bana inanmayacaktı, tabii ki Alp'e inanacak. Alp'i dinledikten sonra Utku'ya bile tepkiliyken ben kimdim ki onun için?

Ayrıca bir açıklamayı hak etmiyordu.

Ben civciv değildim.

Civciv olmak istemiyordum.

Mutfağa girecekken Ezgi yanıma gelerek "Lâl," dedi. "Şu kolye saçlarıma takıldı, yardım eder misin?"

Saçına takılan kolyeyi ayırmaya çalışırken saçlarını koparmamaya çalışıyordum fakat titreyen ellerim bana hiç yardımcı olmuyordu. Nihayet ayırdığımda açtığım kolyeyi eline verdim. "Ezgi," dedim sıkıntıyla. "Yanlış anlama ama ne zaman azalacak bu kalabalık?"

"Aslında... İnan bilmiyorum."

"Peki," dedim gülmeye çalışarak, yapabildim mi emin değildim. Ellerimi arkama saklamaya çalıştım. "Nasıl gidiyor?"

"Alkol girdiğini görünce her şey mahvolacak dedim ama yok, iyi gidiyor. Sen ne yaptın? Eğlendin mi, kafan dağıldı mı? Çok kalabalık, seninle ilgilenemediğim için özür dilerim. Sürekli birileri çağırıyor, iyi dileklerde bulunuyor... Neyse, Utku'n ilgilendi seninle."

"Aynen," dedim bozmayarak. "Gördüm, bayağı eğlendin."

"Ezgi," diyen sesle gözlerini benden Utku'ya çevirdi. "Birisi bahçede seni bekliyor."

"Kim?" diye sordu Ezgi.

"Sürpriz, hadi koş. Bir sorun olursa ara, gelirim."

"Koşuyorum." diyerek yanımızdan ayrıldığında mutfağa gitmek için birkaç adım atmıştım ki mutfak kapısının önünde durdu Utku. Kapının iki tarafına kollarını koyarak "Nereye kaçak?" diye sorduğunda omuz silktim.

"Ne oldu? Niye sessizleştin yine?"

"Sude ile konuştun mu?"

"Boş ver onu, ne yapacaksın?"

"Bitti mi konuşmanız?"

"Bitti." dediğinde kafamı sallamakla yetindim ama daha sonra kendimi tutamayarak "Ne konuştunuz?" diye sordum.

"Sen merak eder miydin ya? Senin öyle bir duygun var mıydı?"

"Sadece sordum ama söylemek istemiyorsan saygı duyarım."

"Ondan hoşlanmadığımı kibar bir dille söylemeye çalıştım, umarım artık anlar."

"Alp ile konuştun mu hiç?"

"Sen beni mi merak ediyorsun sarı?"

"Her neyse, bana ne..." diyerek geri döndüm. Mutfağa geçemeyecektim, zorlamanın anlamı yoktu. Koltuklar doluydu, sandalyeler doluydu... Herkes bir yerlere oturmuş pasta yiyordu, ayakta dikilmek istemediğim için bodrum kata inen merdivenlerin başına oturarak karanlığa bakmaya başladım. Yine müzik sesi yükselmişti, yine hoşlanmadığım bu gürültünün içinde bulmuştum kendimi.

Dizlerimi kendime çekerek dirseklerimi onların üzerine koyup yüzümü de ellerimin arasına aldım. Bunalıyordum, gitmek istiyordum ama nereye gidecektim bilmiyordum.

Artık burada kalmak istemiyordum, tıpkı civciv olmak istemediğim gibi.

Sarı saçlarımı çekerek at kuyruğumu bozdum. Parmaklarımın arasındaki saçlar kopuyordu ama umurumda değildi. Sarı saçlarımdan nefret ediyordum, aynaya bakmak istemiyordum. Sabahtan beri kendimi tutuyordum, sakin kalmaya çalışıyordum ama artık olmuyordu. Her ne kadar gecenin çoğunu arka bahçede geçirmiş olsam da kalabalığa girince kalp atışlarıma engel olamıyordum. Sanki nefes alamıyor, insanlar üzerime doğru geliyor gibi hissediyordum. Sanki ben küçülüyordum bu kalabalığın arasında, onlar yürürken ayaklarından kaçmaya çalışıyordum. Sanki beni ezeceklerdi, sanki zarar görecektim.

Sanki, sanki, sanki...

Hepsi kuruntuydu, biliyordum ama yapamıyordum işte.

Karanlık bir köşede kalmaya o kadar çok alışmıştım ki birden sahnenin ortasına atılınca sudan çıkmış balık gibi çırpınmaya başlamıştım.

Yüzümü tamamen kapatarak nefes alış verişlerimi düzene sokmaya çalıştım. Kimse beni ezmeyecek, kimse beni üzmeyecekti. Belki de halam gelince arabaya atlayıp gitmeliydim. Yüzümde makyaj vardı ve hiçbir şey görmezdi, zaten eve gidince kapımı kilitler uyurdum. Belki beni sakinleştirecek şeyler yapardım, müzik dinler resim çizerdim.

Ama burası, boğucuydu. Duvarlar üzerime üzerime geliyor, önümdeki merdiven sonsuzmuş gibi uzanıyordu.

Kafamın içindeki civciv diyen ses, çalan müzik sesinden daha yüksekti.

"Bak, sana pasta getirdim." diyerek yanıma oturan Utku'ya bakmadım. Sesinden tanıyordum, hiç konuşmasa bile kokusundan anlayabiliyordum o olduğunu.

"İstemiyorum."

"Ezgi'nin pastasından yemeyecek misin?"

"Yemeyeceğim."

Elindeki tabağı bıraktığına dair küçük bir ses duydum, ardından ellerini bileğime koyarak yüzümü açmaya çalıştığında izin vermedim. Ellerinden kurtularak bileklerimi pantolonuma sildim.

"Dokunma, istemiyorum."

"Ne oldu sarı? Az önce iyi gibiy-..."

"Sarı olmak da istemiyorum, civciv değilim ben."

"Tamam, sakinleşelim. Hava almaya çıkmak ister misin?"

"İsterim," dedim kafamı sallayarak. "Gitmek istiyorum."

"Pastanı da alalım mı?"

"Yok."

"Tamam, gel." diyerek ayağa kalkıp elini uzattığında tutmadan kalktım. Kızar gibi bakmadı bu sefer, ben de gözlerine daha fazla bakmadım. Elindeki pastayı masanın üzerine bırakarak yanıma geldiğinde "Nereye?" diye sordum.

"Nereye istersen."

"Ben... Aslında eve gitsem iyi olur, yani halamı aramalı-..."

"Gitme," dediğinde gözlerim onu buldu. Titreyen ellerimi arkama saklamak yerine uzun olan sweatin kollarından içeri soktum. Şimdi annesinin kıyafetini giyen küçük kızlara benziyordum ama umurumda değildi, ellerimin görünmesini istemiyordum. "Yani, sohbet ederiz, belki bir yerlere gideriz. Kafan dağılır."

"İstemiyorum."

"Lütfen," dedi gözlerini kaçırarak. "Hâlâ bana güvenmiyor musun? Tek başına arabaya binmek istemiyor musun?"

"Eve gitmek istiyorum." dedikten sonra yüzümü buruşturdum. Aslında gitmek istemiyordum, kulaklarımda çınlayan civciv kelimesinin sahibini görmek istemiyordum ama evin dışında da güvende hissetmiyordum.

Evim de güvenli değildi, dışarısı da...

Dünya, bir kere daha benim için iyi bir yer değildi.

"Nasıl istersen," dedi pes ederek. "Kendini nasıl iyi hissedeceksen öyle olsun."

Telefonumu cebimden çıkararak halama mesaj attım ama tek tikti, görmesini bekleyecek vaktim yoktu. Arayarak kulağıma görürdüğümde birkaç kez çaldıktan sonra açıldı.

"Lâl," dedi sevecen sesiyle. "Ben de senin yanına gelecektim birazdan, istediklerini ayarlam-... Vedat, bir saniye dursana hayatım. İstediklerini ayarlamıştım."

"Ben... Aslında," diyerek derin bir nefes aldım. İş çıkışı direkt buraya geleceğini söylemişti ama önce eve gitmişti çünkü Vedat ağabey ile yalnız kalmak istemişti. Onlar da şaşkındı, yıllardır ilk kez bir akşam evde değildim. "Aslında... Hala be-..."

"Neyin var senin?"

"Bilmiyorum," diyerek telefonu kendimden uzaklaştırdım. "Konuşamıyorum." dedim sırtımı duvara yaslayarak.

"Nefes almıyorsun ki, kendini tutuyorsun," diyerek dağılan saçlarıma korkarak ellerini uzattı Utku. Tepki vermediğimi fark ettiğinde bundan cesaret alarak saçımdaki tokayı çıkardı. Saçlarımı sinirle yolduğum için muhtemelen çok kötü durumdaydılar. Birbirine giren saçlarımı parmaklarıyla açarken "Konuş, endişelenecek." dedi.

O, saçlarımla uğraşırken telefonu tekrar kulağıma koydum. Halam endişeli şekilde bir şeyler söylüyordu.

"Sakin ol hala," dedim rahatlamaya çalışarak. "Sadece kalabalıkta biraz kötü hissettim, seni aramak istedim."

"İyi misin? Geliyorum zaten şi-..."

"Gelme," dedim mırıldanır gibi. "Uyuyacağız şimdi, sabah okul var."

"Bu müzik sesinde mi uyuyacaksınız? Lâl, sana güveniyorum halacığım ama sesin kötü geliyor." dedikten sonra bir ses daha duydum. "Nesi varmış? Eve gelsin."

"Eve gelmek istemiyorum," dedim istemsizce elimi Utku'nun koluna koyarak. Sanki halam gelip beni almak istese hemen arkasına saklanacaktım. "Arkadaşımın yanında kalmak istiyorum."

"Zaten kalacaksın ama seni görmeye geliyoruz şimdi, yarım saate ge-..."

"Gelmeyin," dedim ağlamaklı sesler çıkarırken. "İstemiyorum diyorum."

"Niye ağlıyorsun hayatım? Ne oldu şimdi?"

"İstemiyorum, gelme."

"Tamam ama neden? Seni üzecek bir şey mi yaptım?"

"Kapatmam gerek, eğer gelirs-..."

"Biliyorum Lâl, yine bizimle konuşmazsın ama... Aklım kaldı şu an sende."

Yine...

Belki de devam edip sizinle hiçbir zaman konuşmamalıydım.

"Gayet iyiyim," dedim derin bir nefes alarak. "İyi geceler."

"Mesaj at bize uyumadan önce, tamam mı? İyi geceler."

Telefonu kapatarak cebime koyduktan sonra "Burada kaldım," dedim. "Ama istemiyorum."

"Eve gitmeyi de istemedin, istediğin ne?"

"Hiçbir şey." diyerek kolundaki elimi çektim, o da saçlarımdaki ellerini çekti rahatsız olduğumu düşünerek. İnsanlarla göz göze geldiğimde sanki hepsi bana kızacak gibi bakıyordu. Olduğum yerde küçülüp küçülüp yok olmak istedim ama sonra beni ezeceklerinden korktum, devasa biri olmak istedim. Ondan da vazgeçtim, beynimin bir kağıt gibi buruştuğunu düşündüm.

Herkes üzerime geliyordu.

Alnımı karşımdaki bedenin göğsüne yaslayarak ellerimle yakasının iki yanını tuttum. "Götür beni buradan. Lütfen... Bineceğim arabana, söz veriyorum."

Yumruk yaptığım ellerimi tişörtünden kurtarmaya çalıştığında izin vermedim ama benden daha güçlüydü. Sıktığım ellerimi açarak "Kafanı çekmezsen nasıl gideceğiz? Düşersin yolda, kaldır kafanı." dediğinde sesi keyfi yerindeymiş gibi geliyordu. Ya benimle eğleniyordu ya da beni rahatlatmaya çalışıyordu.

Açtığı ellerimi tekrar yakasının iki yanına koyarak tutundum. Kafamı sağa sola salladığımda "Lâl," dedi gergin bir şekilde. "Böyle yaparsan gidemeyiz buradan."

Tekrar ellerimi çekerek açtığında birkaç derin nefes alarak kafamı kaldırdım. Terlemiştim ve kafamı kaldırır kaldırmaz yine her şey üzerime gelmeye başlamıştı. Bir adım atarak merdivenlerden kurtulduğunda panik olarak "Gitme." dedim. Peşinden bir adım atarak beyaz tişörtünün ucunu tuttum.

"Gitmiyorum," dedi güven verici sesiyle. "Ezgi ile konuşacaktım ama sen de gel istersen."

Tişörtünü tutarak peşinden gittiğimde Ezgi'yi bulmamız uzun sürmemişti. Beni bu şekilde görerek üzülmemesi için Utku'nun arkasına saklanmaya çalıştım, bugün bir an önce güzel bir şekilde bitsin istiyordum. Ezgi, on sekiz olmayı çok istemişti ve yıllar sonra geri dönüp baktığında on sekizinci doğum gününü çok güzel hatırlasın istiyordum.

Utku, Ezgi'nin kulağına eğilerek bir şeyler söyledi, ardından geri çekildi. Ezgi otuz iki diş sırıtırken ona bir şeyler söylemişti, ardından gözleri beni bulmuştu. Sanırım konuştuğu o çocukla güzel bir konuşma yaşamıştı, onun adına mutluydum. Gülümsemeye çalıştım ama sanırım ilk başta fazla belli etmiştim, bana inanmayarak bir adım attığında kimseye dokunmak istemediğim için kafamı sağa sola sallayıp avuç içimdeki tişörtü sıktım. Yüzü asılmıştı, Utku ile son kez konuşarak ayrıldıklarında yine Utku'nun peşinden gidiyordum ki tişörtünden çekerek durdurduğumda "Ne oldu?" diye sordu.

İşaret parmağımla Ezgi'yi işaret ettiğimde kafasını salladı. "Ne olmuş?"

Onu orada bırakarak Ezgi'nin yanına gittiğimde bana meraklı gözlerle bakıyordu. Sonra yanına geldiğim için gülümsedi. Uzanarak yanağına belli belirsiz bir öpücük bıraktığımda "Sarılalım mı?" diye sordu hevesli bir şekilde. Kafamı aşağı yukarı salladığımda kollarını boynuma sardı, ben de onun beline sarıldım. Yüzü kulağıma yakınken "Biraz hava alın," dedi samimi bir şekilde. "Geldiğinde yüzünün güldüğünü göreceğim, tamam mı? Hem sana anlatacaklarım var."

"Tamam."

"Utku ile ilgili endişelerin varsa ben de sizinle gelebilirim, çok ciddiyim."

"Gerek yok."

"Demek beni ekip gizli gizli işler yapıyorsunuz, alçaklar," diyerek güldüğünde ben de güldüm. "Son kez soruyorum," dedi saçlarımla oynarken. Hâlâ bana sıkıca sarılıyordu. "Eğer Utku'ya güvenmiyorsan ikimiz çıkalım ya da sizin yanınızda geleyim."

"Güveniyorum."

"Beni kandırma, doğruyu söyle. Önemli olan senin rahat-..."

"Gerçekten güveniyorum Ezgi, sen bugünü güzel bitir."

"Sen geldiğin için tabii ki güzel bitireceğim. Hadi bakalım... Melis, Sude ve Cemre cadısı buraya bakarken şöyle bir çıkın mekandan el ele... Hadi kızım, yaparsın sen."

"Sırası mı Ezgi?" dedim gülerken. Ona sarılmak beni rahatlatıyordu şu an, kalabalığı birlikte yok ediyorduk sanki.

"Öyle bir sırası ki... Yüz ifadelerini düşün, onu görürsem en az elli yıl daha yaşarım."

"Çok fenasın."

"Ben daha neler yapacağım onlar neler... Melis, Alp'i gazlamış da alkol aldırmış. Görür o çakma sarı."

"Sanırım ayrılmamız gerekiyor." dediğimde "Evet," dedi. "Utku sıkkın bıkkın bekliyor."

"Teşekkür ederim Ezgi," dedim ondan ayrılarak. "Doğum gününden kuzenini çaldığım için de özür dilerim."

"Al senin olsun, tepe tepe kullan."

"İyi geceler."

"Anahtarı ne olur ne olmaz diye alacak Utku ama belki siz dönene kadar uyumuş olmam, yine de iyi geceler. Caner gibi sızma ihtimalim de var."

El sallayarak yanından ayrılıp Utku'nun yanına döndüğümde ilk işim tişörtünün eteklerinden bir parça tutmak oldu. "Bana hiç bu kadar uzun sarılmadın... Kıskandım."

"Şey," dedim ne diyeceğimi düşünürken. Ezgi'nin söylediklerini toparlamaya çalışıyordum. "Ezgi bir şey istedi."

"Ne istedi?"

"İstedi ki... Melis yani alkol almış, sonra Alp de almış... Bu yüz-..."

"Söylesene, çekinme," diyerek kafasını aşağı eğip yüzüyle yüzümü karşı karşıya getirdi. "Ne istiyor yine? Alıştım ben onun bitmeyen isteklerine."

"Dedi ki yani," diyerek yüzüme gelen saçlardan bir parça arkaya attım. "Ama ben demedim, yanlış anl-..."

"Yanlış anlamam," diyerek diğer saçımı da o arkaya attı. "Söyle de çıkalım artık."

"El ele çıkarsak mutlu olurmuş ama yemin ederim benim fikrim değ-..."

Cümlemi tamamlayamadan tişörtündeki elimi alıp parmaklarını parmaklarıma geçirdi. "O zaman doğum gününde mutlu edelim onu, değil mi?"

"E-evet."

Beni çekiştirerek yürümeye başladığında peşinden ilerliyordum. Kapının önüne geldiğimizde deri ceketini ve siyah bir çantayı dolaptan çıkardı. Çantanın içinden anahtar aldıktan sonra onu geri astı. Muhtemelen Ezgi'nin günlük hayatta kullandığı bir çantaydı.

"Montun nerede?"

"Ezgi'nin odasında ama kilitli."

"O zaman bunu sen gi-..."

Uzattığı deri ceketi iterek "Hayır," dedim. "Üşümüyorum."

"Olmaz, dışarı buz gibi."

"İstemiyorum." dediğimde "Peki," dedi. "Kaloriferi açarız senin için."

Elini çekerek deri ceketini giydiğinde ellerimi sweatin koluna sokarak sakladım. Giydikten sonra tekrar elini uzattığında "Gerek yok," dedim. "Göz önünden çıktık."

"Gösteriş için mi tuttun?" diyerek kaşlarını çattı. "Sen de az değilsin."

"Neden?"

"Ben onlar için değil, kendim için tutmuştum."

"Ben, onlar için tutmuştum."

"Kırıcısın," dedi elini çekerek. "Uzattığım elimi bir kere tutsan dişimi kıracağım."

Bir elini kapı koluna, diğerini cebine koydu. Bildikte evden çıktığımızda etrafta arabasını aradım ama göremedim. "Ben biraz geç geldim ya," dedi anlamış gibi. "Park yeri kalmamıştı, bir sokak yukarı park ettim."

"Neden geç geldin?"

"Elimi tutmayan kızlarla konuşmuyorum." dediğinde önüme döndüm. "O zaman," dedim kızların ismini düşünürken. "Sen konuştuğun tüm kızların elini tutuyorsun. Melis, Cemre, Sude, Tuğçe, Hati-..."

"Bunu nereden çıkardın?"

"Elini tutmayanlarla konuşmuyorsan eğer, konuştuğun herkesin elini tutuyorsun."

"O zaman düzeltiyorum çünkü öyle bir şey yok. Sadece elimi tutmayan Lâl kişisi ile konuşmuyorum."

"Yani hiç konuşmayacak mısın?"

"Hiç konuşmayacağım."

06.07.23 yaşadığım yerdeki piknik alanlarından birine gidince; (4 temmuz 2023 en sıcak gün olarak tarihe geçmiş ama 6 temmuz, 4 temmuzu yer arkadaşlar)

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro