Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

#slr; petrichor

kitap: secret little rendezvous
ship: yoonmin
kelime sayısı: 1385

yazar notu: bunu içinizden bazılarına okutmuştum iki yıl önce:) iyi okumalar herkese



Her gece olduğu gibi, bu gece de çalmıştı telefonum. Akşam dokuz sularıydı, benim aksime annem saat farkını hesaplayabiliyor ve her gün, aramalarını yanıtlamadığım halde, üşenmeden arıyordu beni. Normalde bu odaya girerken telefonumu dışarıda bırakırdım ama aklıma gelen bir şarkının sözlerini not düştüğüm için yanımda getirmiştim. Şimdi de masamın üstünde, klavyemin yanındaydı. Titriyor, ahşabın üzerinde hafifçe hareket ediyordu. Bakışlarım parlayan ismine takılı kalırken aramasını reddetmeyi bırakın, zil sesini kısmaya bile tenezzül etmemiştim. Zaten bir oğlu vardı, benden umudunu kesme vakti gelmişti de geçiyordu.

Telefonum sustu, ekran son kez parlayıp karardığında derin bir nefes almış ve bakışlarımı yeniden monitöre çevirmiştim. Nafileydi, dikkatim çoktan dağılmıştı, şarkıya bu gece devam edemeyeceğimi biliyordum. Parmaklarımı klavyeden çekip öylece arkama yaslandım.

Her geceden kastım son birkaç ay değil, birkaç yıldı. Kore'den ansızın ayrılıp Amerika'ya kaçalı beş yılı geçiyordu bugün. Babam beni evlatlıktan reddederek tavrını güzel bir şekilde ortaya koymuştu ama annem? Annem babama karşı gelmemişti, hala onunla aynı evde yaşıyor olmasından çıkarabiliyordum bunu. Her gün aramak dışında benimle iletişime geçtiği de yoktu, ne beklemem gerekiyordu ki? Büyük ihtimalle benden nasıl da nefret ettiğini, evlatların yüz karası olduğumu, abim olamadığımı söyleyecekti. Seni doğurduğuma pişmanım, diyecekti. Evet, bunun içindi gün atlamadan telefonumu çaldırması, sahip olduğum azıcık huzuru da buhar etmesi.

Eve gelmeden önce Jungkook'u aramış, bu gece bir şeyler içmek ister mi diye sormuştum. Neredeyse bir haftadır göremiyordum küçüğü, biraz dertleşmek ikimize de iyi gelir diye düşünmüştüm ama meşguldü. Yine şirketle meşguldü, peşimden gelip gencecik yaşında benim kaçmayı başardığım yükün altına girmişti ve elimden gelen hiçbir şey yoktu. Tamam, demiş ve kapatmıştım telefonu. Ne diyecektim?

Çalışmamın son halini kaydedip bilgisayarımı kapattım. Jungkook'u hatırlayınca moralim iyice bozulmuştu, bana kendimi kendim gibi hissettiren bu odada bile nefes alamaz hale gelmiştim. İç geçirerek oturduğum sandalyeden kalktım. Telefonum elimde çıktım odadan, kapısını kilitledim her zaman yaptığım gibi. Jungkook birkaç kez gizlice girmeye çalışmıştı, durumu riske atmamak da bir alışkanlık olmuştu bende. Evde tek olsam da kilitliyordum ufak stüdyomun kapısını.

Alt kata inip salona girdiğimde Holly uzandığı yerden başını kaldırıp bana bakmış ve dilini sarkıtarak gülümsemişti. Evet, köpekler de gülümserdi, en azından benim oğlum gülümsüyordu işte. Çok da güzel gülümsüyordu, koltuğa oturup onu yanıma çağırdığımda hevesle kucağıma koşmuştu.

Yarım saat boyunca Holly'yle uğraştım, koltukta mayışmış uyuyakalmak üzereydim ki çalan telefonum beni kendime getirmişti. Annem iki kere aramazdı, Jungkook meşguldü.

Seokjin hyung arıyordu.

Gözlerim şüpheyle kısılırken aramasını yanıtlayıp telefonu kulağıma dayamıştım. "Hyung?"

"Yoongi, bir soru soracağım." diye girdi konuya hemen. "Evet ya da hayır cevabı vereceksin, lafı uzatmanı istemiyorum. Bugün Namjoon'u gördün mü?"

Evet ya da hayır dememi istiyordu, sorduğu soru da oldukça basitti ama ben dilim tutulmuş gibi öylece kalıvermiştim. Ses tonu endişeliydi, bu saatte araması da normal değildi. Bir felakete yol açmadığımı umarak, yavaşça "Hayır." dedim. "Görmedim."

Seokjin hyung derin bir nefes aldı ama aldığı nefes bile ne kadar gergin olduğunu belli ediyordu. "Hyung?" dedim soru sorarcasına. "Neyin var?"

"Namjoon-" dedi ve sesi çatlayınca duraksadı. "Namjoon beni aldatıyor."

Böyle bir cümle duyduğunuzda yapmanız gereken son şey gülmektir herhalde, ama ben kendimi tutamamış ve kıkırdamıştım. "Hyung, uyku vaktin gelmiş."

"Son bir aydır sürekli New York'a gidiyor, Yoongi. Sende kaldığını söylemişti ama fark ettim ki senden hiç ses çıkmıyor. Son bir saat içinde yirmi defa aramış olmalıyım, telefonlarımı açmıyor."

"Hey, hey, sakin ol." Koltukta doğrulurken Holly bile durumun ciddiyetini fark etmiş gibiydi, üzerimden inip rahat hareket etmeme yardımcı oldu. "Ben bir şeyler düşüneceğim, ama ortada belli bir şey yokken çirkin sonuçlara varma."

Birkaç saniye boyunca sessiz kaldı, söylediklerimi düşündüğünü ve hak verdiğini biliyordum. Panik haliyle hareket etmiş olmalıydı, Namjoon'un onu aldatmış olması için... şey, Namjoon olmaması gerekiyordu. "Ben yarın sabah onu bulurum, sen sakin ol." diye devam ettim. "Benden haber bekle, hyung."

Teşekkür ederek aramayı sonlandırdı ama ses tonu ruh halinin ne kadar da karmaşık olduğunu ortaya seriyordu, bu gece gözüne uyku girmeyeceğini biliyordum. Tam da bu sebepten aşık olmadığıma dua ediyordum işte, biri yüzünden kendimi böyle yiyip bitireceğim düşüncesi beni dehşete düşürüyordu.

Ertesi gün Namjoon'u aramıştım, o da ortada hiç garip bir durum yokmuş gibi "Hyung!" diye açmıştı telefonu. "Bugün New York'a geliyordum, ben de."

Bir an için hattın ucunda donup kalmıştım, yalan söylüyordu. Seokjin hyung'un cevapsız aramalarına ne yanıt vermişti? Hyung'la aramın iyi olduğunu biliyorken bu cesaret gösterisi de neyin nesiydi, yalanını ortaya çıkarmak iki dakikamı bile almayacakken, hem de? Buluşmak isteyip istemediğini sormuştum, uçağım inince ararım, demişti. Yalan söylemeye devam ediyordu.

Seokjin hyung'u arayıp durumun kontrolüm altında olduğunu söylemiştim ve bu kocaman bir palavraydı, Namjoon'la ne yapacağım hakkında bir fikrim yoktu. Gün içinde buluşmuş ve gözden uzak bir mekanda birer kahve içmiştik. Neden bende kalmadığını sorduğumdaysa, bu gece kaldığı otele New York'taki arkadaşlarını çağıracağını söylemişti. Vedalaşıp ayrılmıştık, daha doğrusu Namjoon, ayrıldığımızı sanmıştı. Otelinin önüne kadar onu takip etmiş, akşam odasına atacağı arkadaşlarını beklemek üzere arabamın içinde adeta pusu kurmuştum. Seokjin hyung bana çok fena borçluydu.

Orada ne kadar beklemiştim, bilmiyordum ama hava çoktan kararmıştı. Telefonum annemin aramasıyla titremeye başlayınca anlamıştım işin ne kadar da absürt bir hal aldığını. Odasına gidip derdinin ne olduğunu soracaktım. Neden yalan söylüyordu? Kim gelecekti bu akşam?

Namjoon otele dalıp suratını dağıtacağımı hissetmiş gibi çıkmıştı kapıdan. Şok içinde arabama geri binmiştim, direksiyonun başındayken ne yaptığını izliyordum. Onun dışarıya çıkmasıyla beraber bulunduğu kaldırıma bir taksi yanaşmıştı, Namjoon eğilerek şoföre camdan bir şeyler söyledi ve aldığı cevapla gülümseyerek arka koltuğa oturdu.

Peşlerine takıldım.

Yarım saat sonra Namjoon'un varmak istediği yerdeydik, takip mesafemi koruyarak taksiden inişini izledim. Fazlasıyla tenha bir semtti burası, aklıma gelen düşünceyle buz kestim. Geneleve falan mı gelmişti yoksa? Seokjin hyung'a ne diyecektim, adam beni aldatıyor dediğinde suratına gülmüştüm resmen.

Taksi ortadan kayboldu ve Namjoon'un da görünürde olmadığını o an anladım. Panik içinde arabadan inip onu en son gördüğüm yere doğru koşmaya başladım ve ben o noktaya yaklaştıkça hafif bir müzik sesi duyulmaya başladı. Hafif diyorum, çünkü sesin kaynağının yer altı olduğu belliydi. Bakışlarım yanımda kalan binaya, eski görünen ve dökülmek üzereymiş gibi duran paslı metal kapıya kaydı.

Namjoon neye bulaşmıştı?

Kapının kolayca itilmesine şaşırsam da orada daha fazla oyalanmadım ve merdivenleri hızla inmeye başladım, müzik çok daha net bir şekilde duyuluyordu artık ve ne olduğunu anlamadan bir grup insanın içindeydim. Yukarıdaki kapının aksine temiz görünen bir tanesinin önünde neredeyse on kişilik bir sıra vardı, içeriye girmek için kapının önündeki kaslı herife kimliklerini gösteriyorlardı. Eh, benim de gizli ajan rolüm buraya kadardı, beklemeden sıranın sonundaki Namjoon'a yaklaştım.

"Namjoon-ah."

Yerinde zıplamış, irice açtığı gözleriyle bakışlarını bana çevirmişti. "Hyung?" dedi dehşet içinde. "Burada ne işin var?"

"Aynı şeyi ben de sana sormak isterim, Kim Namjoon." Gözlerimi kısmış, kendimi suçlarcasına konuşmaktan alamamıştım. "Şu an Los Angeles'ta, sevgilinin yanında olman gerekirken, hem de."

"Hyung, açıklayabilirim." dedi ve sustu. Sanırım karşılık verip onu susturacağımı falan ummuştu ama ben tepki vermeden suratına baktığımda omuzları öylece çöküverdi. Yakalanmıştı, kaçışı olmadığını biliyordu artık.

Öyle epey vakit harcamış olmalıyız zira içeriye girme sırası Namjoon'a gelmişti. Kapıdaki adam ıslık çalarak dikkatimizi kendine çekti ve Namjoon'un pes edercesine iç çektiğini duydum. Paltosunun cebinden kimlik olduğunu düşündüğüm bir şey çıkarıp adama uzattı, adam onun elindekini görünce özür dilercesine eğilmişti. "Üzgünüm, RM."

RM? Soru soran bakışlarımı küçüğe çevirdim ama o bana bakmıyordu. "Misafirim." dedi adama ve benden bahsettiğini birkaç saniye içinde beni kapının ardına sürükleyene kadar fark etmedim. "Yanına gelirim." diyerek kolumu bıraktı ve irileşmiş gözlerimle ona baktım, bakışlarımın çığlık çığlığa olduğuna emindim ama Namjoon beni umursamadı. "Üzgünüm." dedi ve yüksek sesle çalan Eminem şarkısına eşlik eden kalabalığın içinde gözden kayboldu.

Siktir. Çok fazla insan vardı, çok fazla. Namjoon'la uğraşırken etrafıma dikkat etmemiştim ama yalnız kaldığım an bütün duyu organlarım normalin beş katı bir duyarlılıkla çalışmaya, etrafımda olup bitenleri algılamaya başlamıştı. Yüzümü avuçlayıp yere çökmek üzereydim, sikeyim, çok fazla insan vardı.

Tam o an kalabalıktan biri bana sürtünerek önümden geçti, normalden daha güçlü çalışan burnum kokusuna tutunmuş ve başım bir kancanın ucuna takılmışım gibi bana sürtünen bedene dönmüştü.

Pembe saçları dikkatimi çeken ilk şey olmuştu, beni rahatsız ettiği düşüncesiyle özür dilemek üzere başını çevirdi ve Tanrı'nın her bir karesine ter döktüğü o güzel suratıyla göz göze geldim. Yarım ay şeklindeki gözleri, şiş kapakların altına gizlenmişti ama o şişlikler dudaklarının yanında hiçbir şeydi. Pembe dudakları nemli görünüyordu, yanaklarının rengiyle muhteşem bir uyum içindeydi. Hafifçe basık olan burnu klasik dönem sanatçılarının yıllarını verip de taşlara oyamayacağı kadar eşsiz bir güzelliğe sahipti. Tanrım, cidden çok güzeldi. Öyle güzeldi ki yalnızca duyu organlarımın değil, vücudumdaki her bir hücrenin dikkatini üzerinde toplamıştı. Çok fazla insan yoktu, yalnızca o vardı.

Dudakları aralandı ve "Özür dilerim." deyişini yüksek sesli müziğe rağmen duyabildim.

Sonra ortadan kayboldu, ben de o kalabalığın içinde yalnız kaldım. Yeniden çoktu insanlar, yeniden boğuluyor gibiydim. Öyle çoktular ki onun pembe saçlarını bile seçemiyordum aralarında. Geriye sadece kokusu kalmıştı ve ben, Min Yoongi, hayatımda ilk defa sosyal anksiyetemi bastırmak için başka bir insanı kullandım.

Pembe saçlı çocuğun kokusunu düşündüm.

Toprak kokusu.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro

Tags: #bts