8.Bölüm
Savaşta esir aldığı bir kişiye, konuşmakta bu kadar kötü bir şekilde yenilen İranlı komutan Hamza Mirza, çok fazla üzüldü. Ama, makamını ve şanını düşünerek üzüntüsünü hiç belli etmedi. Yine bir başka bir konudan bahsedersek konuyu değiştirdi.
Osman Paşa'ya yardım için gelen Tatar askerinin kırk bin kişiden fazla olduğunu Mirza Süleyman da biliyordu. Fakat, bu kuvvetin önemli bir kısmının yine Kırım'a döndüğünden haberi yoktu. Dört bin Tatar'ı yok edene kadar İran ordusunun da yarıdan fazlası ölmüştü. Osman Paşa'nın ordusu ile geri kalan Tatar kuvvetlerini kafasında kırk bin kişiden fazla olarak tahmin ediyor ve planlarını ona göre yapıyordu. Bu duruma göre, oralarda daha fazla kalmak, İran ordusu için aslan yuvasında uyumak gibi bir şeydi. Hamza Mirza kahramanlığın birçok niteliklerini taşımakla birlikte, yine o niteliklerin birbiriyle alakalı olan darbelere dayanma ve şehvet duygularını kontrol altına gibi nitelikler yoktu. Gençliğinin en parlak zamanlarını orduda harcamak istemiyor, bir taraftan da Cengiz'in torunlarından iki kahraman şehzadeyi esir olarak başkente götürdüğü zaman kazanacağı şan ve şöhret, gururunu pek okşuyordu. İşte bu düşünceler altında, Mirza Süleyman'ın Şirvan'da daha fazla kalamayıp, İran'a hemen dönme fikrine ısrarla taraftar oldu.
İran'a dönmeyi en çok isteyenlerden birisi de Şehriyar Begüm'dü. Bunun sebebi, önceden planladığı gibi, ordu içinde başkentteki nüfuzu kadar nüfuz sağlamaya fırsat ve imkân bulamamasıydı. Ama; asıl neden, Adil Giray'dı. Bu asil genç, İran'da eşi olmayacak kadar yakışıklı, Şehriyar ise, şehvetine son derece düşkün bir kadındı. Hem de Adil Giray'a tümden âşık olmuştu. Onun güçlü kolları arasında yaşayacağı aşk ve zevk dakikalarını, İran devletinin bütün dünyaya hâkim olmasından daha üstün ve daha önemli sayıyordu. Hem İran ordusu da bu üç kuvvetin, yani Süleyman Mirza, Hamza Mirza ve Şehriyar üçgeninin düşüncelerine ve emellerine bağlı idi. Üçü de değişik fikirler savundukları ve değişik amaçlar peşinde koştukları halde, bu dönüş konusunda birleştikleri için hemen Karabağ ve Mogan'a doğru çekilmeye başladılar. Diğer yandan Osman Paşa, Adil Giray'la kardeşinin esir düştüklerini duyunca son derece üzülmüş, intikam arzusu ile delirecek hale gelmişti. Ancak, elindeki kuvvetlerinin sayısı kaleden bir adım bile olsa dışarı çıkmasına imkan vermediğinden, zincire vurulmuş aslanlar gibi, kükreyerek ve acı bir şekilde gülümseyerek zaman geçiriyordu. Olaya en çok üzülenlerden biri de Cezmi'ydi. Çünkü Adil Giray'ı çok sevmişti. Keza, savaş sırasında yanında bulunmadığına da ayrıca kızıyordu. O tehlikeli anlarda yanında olsaydı, Derviş Paşa gibi, onu da belki kurtarabilirdi.
Tatarlar at otlatmaya çıktıkları zaman beraber gitmediğine, hatta gitmediği için dünyaya geldiğine bile son derece pişmandı ve kederinden kahroluyordu. Bu sırada Mirza Süleyman, Şirvan'dan çekilirken, Türklerin takip etmesinden korkarak, asıl amacını belli etmemek için, bir süre Karabağ taraflarında asker toplamakla meşgul olmuştu. Bu haber, Şamahi'ye gelince Osman Paşa, Tatarlar gelinceye kadar, İranlıların bir defa daha üzerimize saldırabileceklerini düşündü. Bu durumda Şamahi sığınmaya uygun bir yer değildi. Benzeri düşüncelerle karargâhını, hem ordunun ihtiyaçlarını sağlamak, hem de düşman saldırılarına karşı savunmak için Demirkapı'ya nakletti. Elbette Cezmi de Paşa ile birlikte gitmişti. Türk ordusu Şamahi'den ayrıldığı sırada, dostlarından, kendilerini koruyanlardan yoksun kaldıkları için, Sünnilerin hepsi son derece üzgündüler. Ama, bilhassa Ayşe'nin kederi ve yası hepsinden daha büyüktü. Çünkü Cezmi, kendisinin hem hocası, hem eğlencesi, hem muhafızı, hem yardımcısı kısacası onun her şeyiydi. Ayrıca, babasının "Büyüsün de sana vereyim" tarzındaki şakalarından, evlenmenin ne demek olduğunu bile henüz düşünemediği halde, bu küçük çocuğun gönlünde hayatının sonuna kadar Cezmi'den ayrılmamak istekleri de belirmeye başlamıştı. Şimdi ondan ayrılmak, Ayşe için hayatın tüm güzelliklerinin hepsini birden kaybetmek demekti.
Kafkas halklarından olan on beş bin kadar Nogay ile Dağıstan emiri Şemhal'in gönderdiği on beş bin okçu kahraman Demirkapı'ya karargâh kuran Özdemiroğlu Osman Paşa'nın etrafa gönderdiği yardım haberleri üzerine gelip imdada yetiştiler. Bu taze kuvvetler gelince, Özdemiroğlu, hemen Adil Giray'ın intikamını almak için Karabağ üzerine saldırı hazırlıklarına başladı. Fakat, o sıralarda İran ordusunun Kazvin'e çekildiği anlaşıldı. Osman Paşa'nın komutasındaki kuvvet ise, İran'ın merkezine kadar sokularak düşman aramak için yeterli sayıda değildi. Neticede ordu komutanı Mustafa Paşa'nın harekete geçmesini bekledi. Ancak, bu arada zamanını da boş geçirmedi. İleride savaş başladığı zaman ordunun malzeme işlerini ve arkasını önceden güven altına almak için, Dağıstan beylerini ayrı ayrı ziyaret ederek, tatlı sözlerle ve güzellikle gönüllerini aldı. Özdemiroğlu, bu ziyaretlerden döndüğü zaman, bedenen oldukça zayıflamış, yüzüne bir solgunluk, zihnine, dikkatli bir gözden kurtulamayacak şekilde hafif bir ağırlık gelmişti. Yakınları, bu değişikliği Ordu Komutanı Mustafa Paşa'nın istediği hızla orduyu çıkarmamasından ileri gelen üzüntülerine yordular. Paşa'daki bu değişiklik, aslında bununla da alakalıydı. Ordu komutanına içerliyordu. Bunun için Demirkapı'ya geldiği günden bu yana Lala Mustafa Paşa'yı neredeyse yok sayarak genel durumu ve düşüncelerini doğrudan İstanbul'a haber etmeye başlamıştı. Ama, asıl sebep o değildi. Hiç beklenmeyen bir gönül meselesiydi ki, onu da ancak Cezmi bilebilirdi.
Özdemiroğlu Osman Paşa, savaşlardan ve siyasi işlerinden biraz boş vakit buldukça, gönlünü rahatlatmak için, sakin, huzurlu bir yere çekilir, biraz saz dinler, birkaç kadeh demlenir, sonra da yakınlarından birinin dizine veya omzuna dayanarak bir parça uyur, sonra da ya işiyle ya da ibadetiyle ilgilenirdi. Cezmi ise, savaş günlerinde Paşa'nın emir subayı, diğer vakitlerde ise fikir yardımcısı, eğlence dünyasında da kadeh ve sohbet arkadaşı olacak kadar güven ve sırdaşlığını kazanmıştı. Yine böyle bir meşk âlemindeydi ki, Paşa, her zaman olduğu gibi biraz eğlendikten sonra, mecliste bulunanlara dinlenmek için izin verdi. Yanında sadece Cezmi'yi alıkoydu. Başını Cezmi'nin dizlerine dayadı. Ancak, bu defa uyumak yerine, savaş vaziyetine ve alınan ülkelerin elde nasıl tutulacağına dair uzun uzun görüşmelere ve bu konularda Cezmi'nin de fikirlerini sormaya başladı. Cezmi, Paşa'nın hiç adeti olmadığı halde, bu şekilde zamansız olarak açtığı konuşmanın sonunun nereye varacağını bekliyor ve bu merak arasında komutanının sorularına da hızlıca bulabildiği cevaplar veriyordu. Osman Paşa ise, girdiği konunun derinlerine de inerek, konuşmayı uzattıkça uzatıyordu. Sonunda konuyu döndürdü dolaştırdı ve Şirvan'ın ileride daha güvende tutabilmesi için Şemhal ile bir akrabalık kurmaktan başka çare olmadığını söyledi. Sonra da şöyle dedi: "Rahmetli babam da Mısır'dayken, rahmetli annemle evlendikten sonra, bir kat daha itibar kazanmış ve Yemen'deki başarılarını da ancak bu sayede elde etmişti. Şimdi ben de Şemhal'den bir kadını alırsam, bütün Çerkezleri ve Dağıstan halkını kendime candan ve gönülden bağlarım. Ancak böyle hareket edersem İran'ın başına büyük belalar açarım..."
Paşanın söylediği bu sözlerin ileride ne anlam ifade edeceğini hemen anlayamayan Cezmi, onun sözlerini her türlü gizli düşüncelerden uzak, siyasi bir tedbir diye yorumladı. "Ama Paşam, bilemem ki, Şemhal'de böyle bir kadın var mıdır?" diye sordu.
Paşa; "Evet, Şemhal'in kardeşi Tocalâvik'in güzel bir kızı olduğunu söylediler. Ben de evinde misafir kaldığım gece uzaktan böyle bir gölge görmüştüm." cevabını verdi.
Cezmi'nin aklını bu "gölge görmek" konusu epey kurcaladı. Hele göz ucu ile biraz dikkat edip de Paşa'nın yüzünün sarardığını, dudaklarının hafifçe titremeye başladığını görünce, Paşa'nın bu kızı sevdiğini hemen anladı. Bu tahmininde gerçekten de yanılmamıştı. Özdemiroğlu Paşa, henüz gençliğindeyken, yüksek komutanlar arsına katılmış, hayatını orduda geçirmiş, bütün gençlik arzularını ve dünyanın bütün lezzetlerini devlet hizmetinde çalışarak iyi bir şöhret kazanmaya feda etmiş, hayatının baharını Yemen çöllerinde harcamış, içindeki aşk ateşini, tüm sevme kabiliyetini, daha kırk beş, kırk sekiz yaşlarına gelmeden kalbinin derinliklerine hapsekmişti. Şemhal'in güzel yeğenini gördüğü an, kalbindeki aşk ateşi aniden şiddetle alevlenmiş ve tüm vücuduna yayılmıştı.
Malum olduğu üzere, insanlar yaşlansalar da, gönülleri hiç yaşlanmıyor. Hem Osman Paşa, gönül meselesinden uzak kalacak kadar yaşlı da değildi. Yirmi yirmi beş yaşlarında bir delikanlı gibi kanı kaynıyor ve tüm sevme kabiliyetiyle ve tüm vücudu ile aşka susamış bulunuyordu. Misafir kaldığı evde tutulduğu Rabia Mihridil Hanım ise, güzellikleriyle ünlü Dağıstan kızlarının belki de en güzeliydi. Güzellikte akrabası Perihan'dan bile daha üstündü. Yüzü kadar ahlakı da güzeldi. Hatta o zamanlar, Yunanlılar, Macarlar, İtalyanlar ve Çerkezler gibi, güzelleriyle meşhur milletlerin en güzel, en şehvetli kadınlarıyla dolu olan İstanbul'a geldiği zaman, başkentin en güzel kadınları bile onun güzelliği karşısında, güneş doğunca kaybolan yıldızlar gibi gözden kaybolmuşlardı. Dönemin tanınmış şairleri, onun hakkında birçok aşk şiiri yazmışlar ve tanınmış müzik adamları da bunların birçoğunu bestelemişlerdi. Özdemiroğlu gibi, dik duruşlu, olgun, ciddi bir askerin nasıl olup da böyle delice sevdiğine şaşırmamalı. Aslanlar da ava çıktığı zaman güneşe bakarlarsa, gözlerinden yaş akmaması mümkün müdür? Paşa'nın yanında bulunan Cezmi ise, o güne kadar ciddi bir gönül meselesiyle karşılaşmadığı için, Paşanın bu halini garip bulmuş ve Şirazlı Hafız'ın "Şu ihtiyarlığımda gençlik aşkım yeniden başladı. Halbuki ben aşkı yıllardır kalbime gömmüştüm." Manasına gelen,
"Pirâne serem ışk-ı cevâni beşer üftâd
Vanârz ki der-dil binehüftem bider uftâ"
dizesini birkaç defa içinden tekrarladı. Paşa'nın yüzüne karşı söylemeye cesaret edememekle beraber, halden anlamaz davranmayı da küçüklük saydığı için, olanca şairliğini ele alarak, konuşmasına başka bir akıcılık ve tatlılık verdi:
"Paşam, dedi, ne mutluymuşsunuz ki, devletimizin muhafızı, adaşınız Sultan Osman Gazi tarzında yaratılmışsınız! O da güzel eşini, misafir olduğu yüksek bir dergâhtan seçmişti. Soyundan şu koca devlet çıktı ve halifelik de onlara nail oldu. İnşallah Paşamız da beğenip arzuladığınız nurdan vücudu... hani şu gördüğünüzü biraz önce anlattığınız gölgeyi alırsınız da, bu millete, bu devlete hizmet edecek kıymetli bir nesil bırakırsınız. Toçalâvik, kızını, Osmanlı Padişahı'nın ve halifenin, krallardan daha şerefli ve şanlı bir vezirine vermeyip de kime verecek? Şemhal, hem kendinin büyüğü, hem Dağıstan'ın emiri, hem de Sünni iken yine de kızı Şii Şah'ın nikâhı altında." gibi aldatıcı sözlerle Osman Paşa'nın isteğini destekler görünmeye başladı.
Paşa ise, Cezmi'nin söylediklerini hafif bir gülümsemeyle karşılayarak:
"Bana göre de Şemhal ve yakınları bu isteğimize "Hayır" demezler. Kızı babasından istemek için tarafımdan seni vekil göndermeyi düşünüyorum. Sohbeti açmam da bunun içindi." deyince Cezmi, Paşa'nın kendisine duyduğu güven ve sırdaşlığın böyle yeni bir göstergesi karşısında gerçekten duygulanarak bu görevi memnuniyet ve iftiharla kabul etti. Hemen ertesi günü yanına iki kişi alarak Toçalâvik'in yanına gitti.
Şemhal ve yakınlarının en büyük emeli, İran'ın boyunduruğundan kurtulmaktı. Bunun çaresi de, Osmanlı Devleti'nin korumasına ve yardımına sığınmaktı. Bu nedenle Cezmi'nin teklifini büyük bir sevinçle kabul ettiler. Bu şekilde Cezmi, görevini kısa bir süre içinde ve tam bir kolaylıkla yapmış, bir hafta sonra da gelinle beraber Demirkapı'ya dönmüştü. Osman Paşa, istediği gibi arzusu yerine gelmiş, Mihridil de bu kadar anlı şanlı ve her bakımdan değerli bir kocaya düştüğü için son derece mutlu olmuştu. İkisi de mutluydular. Şu dünyada her aile onlar kadar mutlu olsaydı, yeryüzü bir cennete dönerdi. İşte tam bu sıralarda İran ordusu Karabağ'dan Kazvin'e doğru çekilirken, Şehriyar da, her duraklamada bir ilgi ve münasebet kurarak Adil Giray'ın yanına gidiyor, İran'da gerek Şah'ı, gerek devletini kendisinin yönettiğine dair çeşitli açıklamalar yapıyor, savaşa, barışa ve ittifak konularına ve özellikle Kırım Hanlığı'nın gelecekteki durumuna dair aptalca şeyler söylüyordu. Bu konuşmalar sırasında Şah'ın kör olması konusu gelince, körlüğün güzel bir yüzü ne kadar çirkinleştireceği, ama Şah'ın zaten doğuştan çirkin bir adam olduğu, körlüğün yüzüne daha fazla bir çirkinlik eklemediği hakkında uzunca açıklamalara girişiyor, arada bir, derin bakışlarla ve imalı sözlerle Adil Giray'a aşkını göstermeye çalışıyor, konuşma sırasında örtündüğü çarşafı düzeltmek bahanesiyle güzelliğini göstermekten çekinmiyordu.
Adil Giray buna karşılık, soy olarak Tatar, fakat tüm kalbiyle Türk olduğu için, dinlediği sözlerden Osmanlılar adına mümkün olduğunca istifade etmekle beraber, Kırım'ın bağımsızlığı fikrine hiç yanaşmadığı gibi, Şehriyar'ın manalı bakışlarına ve cilvelerine dikkat bile etmiyordu. Şehriyar, gerçekten güzel bir kadındı, ama Adil Giray'ın beğeneceği tarzda, ahlak ve ruh güzeli değil, vücut ve şehvet güzeliydi. Hem yaşları arasında da büyük bir fark vardı. En azından Adil Giray'ın annesiyle aynı yaştaydı. Şehriyar'ın bir şeytanlığı da, Gazi Giray'a karşı tutumuydu. Kazvin'e geldikleri zaman, iki kardeşi aynı şekilde ağırlamak, aynı dairede bulundurmak ve hiç olmazsa, her zaman beraber bulunmalarına izin vermek, yüksek mevki sahiplerinin, hatırlı esirlerine karşı eskiden beri gösterdikleri bir incelik icabı olduğu halde, Şehriyar, buna bile mani oldu. Sebebi de, Adil Giray'dan beklediği gizli yakınlığa, Gazi Giray belki engel olabilirdi. Bu yüzden iki şehzadenin arasında sanki ahlaki bir fark varmış gibi göstererek haklarında yapılacak işlemin de birbirinden farklı olması fikrini ileri sürdü ve başarılı da oldu. Adil Giray'la konuşurken oldukça nazik ve kibar davranıyor ve şehzadeyi de, terbiyesi gereği, kendisine karşı nazik davranmaya mecbur ediyordu. Oysaki Gazi Giray'ı gördüğünde imalı bir takım acı sözlerle gururuna, onuruna ve şerefine dokunuyor, ondan da aynı şekilde cevap alıyordu. İran ordusu Kazvin'e yaklaştığı sırada Mirza Süleyman, başarısını halka göstermek amacıyla, iki şehzadeyi esirler gibi Hamza Mirza'nın önünde elleri bağlı olarak yan yana yürüterek alçakça bir gösteri yapmak istemişti. Hamza Mirza ile annesi, farklı düşüncelerin tesiri altında oldukları için buna şiddetle engel oldular. Hamza Mirza da aslında zalim bir adamdı, ama bu kadar alçakça davranışlara gerek duymayacak kadar yüksek karakterliydi. Şehriyar'a göre, Adil Giray'ı incitmek, kendi kalbini yaralamak demekti. Bu nedenle, vezirin bu fikrine ana oğul, ikisi de şiddetle karşı çıktılar. Düzenlenen törende Hamza, Mirza, Adil Giray'ı sağına, Gazi Giray'ı da soluna alarak, Kazvin'e üçü beraber girdiler.
Kazvin'e gittiğinde Şah'ı gören Şehriyar, savaşın nasıl nasıl bir seyir izlediğine ve dönüş sebeplerine dair, kocasına gereken ayrıntıları anlattı. Sonra da bir konu düşünerek, sözü esir olan iki kardeşe getirdi. Her söylediğine Hamza Mirza ile Mirza Süleyman'ı şahit göstererek, Adil Giray'ın eşsiz cesaret ve kahramanlığını, kültürünü, iyi ahlakını, terbiyesini ayrıntılı bir şekilde övdü. Onun gibi kahraman bir insana esir dahi olsa, saygı göstermek, Şah'ın namusu gereği olduğu gibi, gönlünü İran'a bağlamak ve bu suretle Osmanlı devletinin başına Kırım üzerinden bir bela çıkarmanın da mümkün olduğunu ve bunun için hemen girişimde bulunmak gerektiğini söyledi. Ayrıca Adil Giray'ın saray içinde bir daireye misafir edilmesi ve göz hapsinde tutulmasını, yanına serbestçe girip çıkabilmesine izin verilmesi fikrini savundu. Diğer kardeş Gazi Giray'a gelecek olursak, kendisinin kışkırtması neticesi birkaç sertçe davranışından ve sert karakterli ve terbiyesi kıt olduğuna dair birtakım şeyler anlattı durdu. Fırsatını bulur bulmaz kaçmaya teşebbüs edeceğini ve Şehzade Bayezit için taraftarlar toplayarak ve isyanlarla uğraşmak gibi işlerden çekinmeyeceği kendine göre kesin olduğuna dair birtakım kandırıcı sözlerle Şah'ı ikna etti. Onun da Kahkaha Kalesi'nde hapsedilmesinin uygun olacağını belirtti.
Şehriyar'ın gizli emellerini anlayabilecek kadar akıllı olmayan, Şah ile veziri Mirza Süleyman, bu konudaki sözlerini gerçek, düşüncelerinin de en doğru tedbir olduğunu sandılar. Sadece Hamza Mirza, Mahmudâbâd Savaşı'nda, Gazi Giray'ın ne kadar büyük bir kahraman olduğunu yakından görmüştü. Ona göre böyle kahramanların affedilmesi gerekiyordu, Kahkaha'ya gönderilmesine razı olmak istemedi, ama annesinin şeytanca düşüncelerinin engellenemeyeceğini bildiğinden, o da daha fazla ısrarcı olmadı. Bu konuda susmayı tercih etti.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro