Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

19. Bölüm


Ali Kuli Han'ın Cezmi hakkında söylediklerine bütünüyle inanmış gibi davrandı, böyle basit ve uydurma bir habere fazla önem verilmemesi konusundaki öğütlerini de sanki uygun ve takdire değer bulmuş gibi yaptı. Kendisinden gördüğü büyük yardımları Şah'a da arz edeceğini ekleyerek, Ali Kuli Han'ı da oldukça büyük övgülere boğdu. Bu davranıştan amacı, Han'ı iyi niyetlerine mümkün olduğu kadar inandırmak ve inandıramadığı takdirde, en azından gereken önlemleri alabilmek için zaman kazanmak üzere, darbecilerin harekete geçmelerini biraz olsun geciktirebilmekti. Çünkü Ali Kuli Han'ın korkusuz davranışları ve cesur konuşmaları, tehlike bulutlarının elle tutulacak kadar yaklaştığını gösteriyordu. Fırtına neredeyse başlayacaktı. Kurt Vezir, Ali Kuli Han'a daha çok güven vermek için, Abbas'ı yanına çağırtmayı bile bir aralık düşündü. Ama araştırdığı bu önemli meselenin ayrıntılarını çok iyi bilmiyordu. Abbas'ın ağzından belki bir şeyler alabilirdi. Ama, yine Ali Kuli Han'a güveninde bir eksiklik göstermemek fikrindeydi. "Zaten ortada bir şey yok ki. Olmayan bir şey hakkında ne bilgisi alınacak? Ortalıkta dolaşan dedikoduların tamamen asılsız olduğu anlaşılıyor. Ama çaresiz, görevde kusur etmeye gelmez. Bir kere de Abbas'tan soralım. Bir adamı sorguya çekmek de devletin haysiyetine dokunacak değil ya!.." diyerek Abbas'ı huzuruna getirtti ve onu sorgulamaya başladı:

Mirza Süleyman: "Cezmi Bey adında birisini tanıyor musun?"

"Hangi Cezmi Bey?"

"Hangi Cezmi Bey mi? Şemhal'den Perihan efendimize hediye getirmek gayesiyle Anadolu'dan gelen Cezmi Bey..."

"Uzun zaman önce Dağıstan'dan bir Mirza Cezmi gelmişti... Sorduğunuz adam o ise kendisiyle bir kez görüşmüştüm. Şimdi görsem tanımam bile..."

"Kendisiyle hangi konuda görüştün?"

"Dağıstan'da çok yaşlı bir babam vardı. Ondan haber sordum, o da bir şey bilemedi. Meğer Dağıstanlı değilmiş..."

Mirza Süleyman: "Peki nereliymiş?

Abbas kendini toplayarak: "Nereli olduğunu bilemiyorum. Bu beni ilgilendirmediği için sormadım. Dağıstanlı değilmiş ve bana babamdan haber veremedi."

Abbas'ın yaptığı yanlışı düzeltme gereği duyan Ali Kuli Han, lafa karıştı:

"Yok efendim, adam Dağıstanlı'ydı. Bu zavallının babası ölmüş. Kötü bir haberi vermemek için Dağıstanlı olmadığını söylemek mecburiyetinde kaldı."

Bunun üzerine Mirza Süleyman kuşku dolu bir halle Ali Kuli Han'a baktı ve: "Görüştüklerinde siz de yanlarında mıydınız?"

Abbas, Ali Kuli Han'dan daha hızlı hareket ederek: "Kesinlikle efendim. Yanımızdaydılar. Ben basit bir muhafızım. Subayım yanımda olmadan, düşman memleketinden gelmiş bir adamla nasıl görüşebilirim? Casus mudur? Neyin nesidir? Nereden bileyim? Bakınız zavallı babacığım ölmüş de Han hazretleri acıyıp bana haber vermediler. Keşke haberim olsaydı da beş vakit namazdan sonra ruhuna birer fatiha okusaydım..."

Mirza Süleyman: "Fazla konuşmanın gereği yok... Sadece sorduklarıma cevap ver!"

Abbas: "Şimdiye kadar ne sordunuz da cevap vermedim? Sadece bir kere görüştüm. Onda da Han hazretleri benimle beraberdiler."

"Cezmi Bey'le kaç defa görüştünüz? Doğru söyle!"

"Hayatımda yalan söylemiş adam değilim."

"Yalan söylüyorsun. Sana, doğru söyle diyorum. Sonra yalanın ortaya çıkarsa, adamıöldürürler. Orasını akletmiyor musun?"

"Yemin ederim doğru söylüyorum. Yalanım meydana çıkarsa istediğiniz cezayı verirsiniz."

"Sen şimdi, Cezmi'nin neden buraya geldiğini bilmiyorsun ha?"

"Nasıl bileceğim? Hiç benim gibi garibin ağzına düşecek kadar kolay bir iş için düşman memleketinden buralara adam mı gelir?"

"Sen kurnaz ve fitneci bir düzenbaza benziyorsun. Seni cellat elinde bülbül gibi konuştururlar."

Ali Kuli Han yine korkusuz bir şekilde söze katılarak gülümsedi ve: "Bu garip mi fitneci düzenbaz?"

Abbas, Ali Kuli Han'a: "Beni siz çok iyi tanıyorsunuz. Allah rızası için söyleyiniz!"

Mirza Süleyman: "Gevezeliğin lüzumu yok diyorum sana. Sorduğum sorulara cevap ver."

"Ne emrederseniz işte onlara cevap veriyorum ya!"

"Sen şimdi, Cezmi'nin neden geldiğini bilmiyorsun öyle mi?"

"Nereden bileceğim? Anadolu'dan gelmiş bir adam. Belki daha önceden ruhlarımız bile görüşmemişken koca Kazvin'de sırrını paylaşmak için bu fakir Abbas'ı mı bulacak?"

"Cezmi Bey'in şu anda nerede olduğunu da bilmiyorsun, onu da söylemeyeceksin değil mi?"

"Ben o adamcağızı sadece bir kez gördüm efendim. Ondan beri ayaklı canavarın nereye gittiğini, şimdi nerede bulunduğunu müneccimlik yaparak mı bileceğim?"

"Cezmi ile beraber muhafızları kışkırtıp ayaklandırmaya kalkışan, sonra da hadise duyulunca Cezmi'yi saklayan sen değil misin,köpek? Yaptıklarının, bildiklerinin hepsini şimdi tek tek söyleyecek misin? Aksi takdirde senin vücudunu parçalatırım."

"Size yanlış haber vermişler. Boş yere günahımı alıyorsunuz. Ben kimim ki, muhafızları ayaklandırmaya kalkışacağım? Benim gibi zavallının sözüne kim itimat eder? Hayatımda bir köpek besleyip de onu bile arkadan gezdirmeyi beceremedim."

"Seni uyanık seni! Bir gram aklı ile devleti kandırmaya çalışıyor... Sorduğum şeyleri şimdi söylemezsen, sonra cellat önünde hepsini bülbül gibi söylersin... Ama o zaman iş işten geçmiş olur. Han hazretleri, şimdi bu adamı götürün! Muhafızların zindanında zincire vurun!"

"Ne isterseniz yapabilirsiniz güç ve kudret elinizdedir. Zavallılara Allah yardım etsin."

Bu sert konuşmaların havası içinde Abbas odadan çıkarılınca, Ali Kuli Han, sinirli ve şüpheli bakışlarla Vezir'i süzerek:

"Mirza Bey, bu zavallıyı hangi suçundan ötürü zindana atalım?" diye konuşmaya başladı. Mirza Süleyman, Abbas'tan bir şeyler öğrenmenin mümkün olmayacağını daha konuşmasının başında anlamıştı. Sonraki konuşmaları, Ali Kuli Han'ın giriştiği işlerden haberi olduğunu göstermek ve üstü kapalı bir tehditle cevap vermek gayesini güdüyordu. Bu gayeyi gerçekleştikten sonra Abbas'ın hapsedilmesini emretmesi ise, soruşturmasını bir sonuca bağlamış olmak içindi. Gülümseyerek cevap verdi:

"Maksadım Abbas'ın gerçekten hapsedilmesi değildir. Sarayın bazı dairelerinde birtakım dedikodular baş göstermiş. Şah hazretleri de meraklanıyorlar. Konunun incelenmesi için emir aldık. Herkesi yatıştırmak için Abbas'ı sorumlu tuttuk. Konunun incelenmedik bir tarafı kalmadığına dair her türlü kuşkuyu ortadan kaldırmak için kendisini biraz korkuttuk. Ortada bir şey olsaydı, bu tehditlerimiz karşısında elbette söyleyecekti. Demek ki bir şey yokmuş. Bununla birlikte, ifadelerine hemen inandığımızı gösterseydik, bunca tehditlerimiz sonunda haksız ve yersiz bir şüpheden ibaret kalacak, bu ise, devletin onuruna zedeleyecekti. Onun için böyle davranmaya mecbur kaldık. Zaten Abbas'ın hapsini de size havale etmedik mi? Hakkında güvence vermiş, affetmiş ve hapis emrinizi geri aldırmış olur, kendisini yine görevine devam ettirirsiniz. Konu da böylece kapanır gider."

Mirza Süleyman'ın bu sözlerine karşı, Ali Kuli Han: "Allah uzun ömürler versin." diyerek kibarca teşekkür etti. Saatlerce devam eden bu rezil komedi de böylece sona erdi ve oyunun bir perdesi kapandı.

Vezirlik makamındaki Mirza Süleyman'ın yanından ayrılan Ali Kuli Han, Abbas'ı, Cezmi'nin Dağıstanlı olmadığına dair ağzından kaçırdığı sözler yüzünden sert bir şekilde azarladı. Abbas da istemeyerek yaptığı bu hatadan ötürü çok üzgündü ve komutanından özür diledi. Gece olmuştu. Ali Kuli Han çok planlı hareket ederek ve dolambaçlı yollardan geçerek Cezmi'nin yanına gitti. Vezir'le aralarında geçen olayı ayrıntılarıyla ona anlattı. İkisi kafa kafaya verdiler ve bu durum karşısında nasıl davranılması gerektiği hakkında fikirlerini açıkladılar. Konuşmalarının özeti, Adil Giray ile Perihan'ın kan dökme işine bir çare bulmaktı. Konu bu kadar tartışıldıktan ve iş bu seviyeye geldikten sonra kaybedilecek vakit yoktu. Bir gün bile geçirmek, bütün bir hayat boyunca yalnız bir kere ele geçecek olan fırsatı bir anda yok etmek ve kendilerini de uçuruma sürüklemek demekti. Hemen harekete geçmezler ise, hepsinin yok olacağı, gün gibi ortadaydı. Perihan'la Adil Giray'ı ikna etmek için onlara başvurmaya karar verdiler. İkna edilmeleri mümkün olmazsa, kendi düşüncelerine göre davranmaya karar verdiler. Ancak, şu okuduğunuz trajedinin son perdesini, bu oyunun esas sahneleyicisi olan Şehriyar, iki gece sonrası için hazırlamış bulunuyordu. Bu yüzden kararlarını uygulamaya fırsat ve olanak bulamadılar...

Perihan'a yaptıklarına sinirlenerek Adil Giray'ın Şehriyar'a gönderdiği son mektubu okumuştunuz. Kadın kendini, parlak ümit güneşinin doğuşunda hayatın en büyük, en mutlu bayram sabahında sanırken, Adil Giray'dan o hakaret ve tehdit dolu mektubu alınca, kudurmuş bir köpeğe döndü. Damarlarında kan yerine korkunç bir ateş dolaşmaya başladı. Kalbindeki o tatlı hayaller, tıpkı çürümüş ve kurtlanmış meyveler gibi zehirli bir kine dönüştü. Kadının yüreğinde beslediği şey, zaten gerçek bir aşk değil, sönmek bilmez bir aşk ateşiydi. Adil Giray, onun şehvet arzularına hizmet edemeyeceğini açıkça bildirince, genç adam onun gözünde Perihan'dan daha kötü görünmeye başladı. Henüz birkaç saat önce Adil Giray'ın yolunda canını bile feda edeceğinden dem vururken, birkaç saat içinde o kadar değişti ki, zavallının canına kastetmekten başka bir şey aklına gelmez oldu. Arzu ve istek dolu bedeninden kaçan Adil Giray'ı mezarın kucağına teslim etmekten başka bir maksadı kalmadı. Bu canice hedefini nasıl gerçekleştirebileceğini düşünmeye başladı. Kişiliğine en uygun gelen şekil, bir gece yanına cellatları alarak, habersizce Adil Giray'ın odasına girmek ve talihsiz gencin boğulmasını zevkle seyretmekti. Çünkü şehzadenin son mektubundaki o müthiş hakaretlerin intikamını ancak bu şekilde alabilecekti. Bir de Adil Giray can çekişirken elbette kendisine daha müthiş hakaretler yağdıracak, kendisi de o hakaretlere karşı, hakaret, sövüp sayma ve beddualarla vereceği cevaplarla içindeki domuz kinini bir dereceye kadar söndürmüş olacaktı. Ancak bu iş, sandığı kadar basit değildi. Hayal ettiği ölüm sahnesini ve bunu seyretmekten duyacağı zevki gerçekleştirmeye fırsat göremiyor, sinirinden deliriyordu. Çünkü Perihan'la taraftarlarının Adil Giray'ı her ne olursa olsun, sonuna kadar koruyacakları ve bunun için gereken tedbiri alacakları kesindi. Kadın, Adil Giray'ı öldürtmeyi başarsa bile sonunda bin canı olsa, Perihan'ın kılıcından, bu canlarının hiçbirini kurtaramayacağını da çok iyi biliyordu. Oysaki tatlı canı çok kıymetliydi. Onu koruyabilmek için, sadece Adil Giray'ı öldürtmek yetmeyecek, bu kıyamet yolculuğunda Perihan'ı da ona arkadaş yapmak gerekecekti. 

Namussuz kadının en çok güvendiği şey, kocası üzerindeki tesiriydi ama amacına ulaşmak için bu etkisinde de faydalanamazdı. Çünkü Perihan'ın Şah üzerindeki nüfuzu da kendi nüfuzundan az değildi. Bu şartlar altında, Perihan'ın cezalandırılması için kocasına gidecek olsa, Şah, hemen kararını vermeyecek, kız kardeşini de mutlaka dinleyecek ve belki kendisiyle yüzleştirecekti. İş bu noktaya geldikten sonra, Perihan'ın güzel konuşma kabiliyeti ve ikna gücü karşısında başarılı olma şansı sıfırın da altına düşebilir ve sonuç kendi zararına olurdu. Tüm bu düşündüklerinin yanında, Adil Giray'ın elinde güçlü bir silah da vardı. Kendi el yazısıyla yazıp gönderdiği aşk mektubu... Bu kadar tehlikeli bir iş kendi eliyle kendi mezarını kazmakla eşdeğerdi. Bu işte oğlu Hamza Mirza'dan yardım istemeye de cesaret edemezdi. Çünkü Adil Giray'la Perihan'ın kötü işlerle uğraştıklarını söylese, halasını eskiden beri meleklerden daha temiz bilen Hamza Mirza'yı buna ikna etmek asla mümkün değildi. Bu durumda yine soruşturmalara, yüzleştirmelere dönülecek ve sonuç kendi zararına olacaktı. Oğluna Adil Giray'la Perihan'ın seviştiklerini söylese ikisini de çok seven ve üstün niteliklerine hayran olan Hamza Mirza, bunu da çok uygun bulacak ve bir an önce evlenmeleri için belki de çareler aramaya kalkışacaktı. Bu da işine gelmiyordu... Amacına ulaşabilmek için, para kuvvetiyle muhafızları kışkırtmaktan başka yol kalmıyordu. Bu işi nasıl yapacağını planlarken, Mirza Süleyman'ı da yanına alabilme ümidine kapıldı. Çünkü ihtiyar vezir, bu makamı Hamza Mirza sayesinde elde ettiği gibi, ileride makamını koruyabilmesi de, İran tahtının tek mirasçısı olan Hamza Mirza'ya bağlıydı. Bu düşüncelerle Vezir'i yanına çağırttı.

Aralarında uzun bir konuşma geçti.

Şehriyar: "Adil Han ile kardeşimiz Perihan'ın düzenledikleri olay hakkında kulağınıza gelen haberleri ne kadar araştırabildiniz?"

Mirza Süleyman: "Efendim, incelemelerime göre, böyle bir olay ya hiç yoktur, ya da çok akıllıca düzenlenmiştir."

"Siz ileri görüşlülüğünüzü bugünlerde keramet derecesine götürmeye başladınız Mirza Efendi! Sanki yolda hamile bir kadına rastlasanız karnındaki çocuğun kız mı, erkek mi olduğunu da bileceksiniz..."

"Lütfen merhamet ediniz hanımefendi! Ben öyle alay edilecek bir laf etmedim. İzin verirseniz açıklayayım."

"Sizi bunun için çağırdığımı bildiğiniz halde açıklama yapmak için ayrıca izin istemenize gülmemek mümkün mü?"

"Efendim başından anlatayım! Şu derviş kılıklının dilekçesinde isimleri yazılı olan Musa Kâzım'la Abbas'ı arattım. Abbas bulundu. Musa Kâzım'ı bulduramadım. Mirza hazretlerinin yanına gitmiş. Abbas'ı getirttim ve iyice sorguya çektim, korkuttum. Dağıstan'daki yaşlı babasından haber alabilmek için Cezmi Bey'i sadece bir defa gördüğünü söyledi. Ne kadar sıkıştırdımsa da aynı ifadede ısrar etti. Sözlerinin doğruluğuna komutanı Ali Kuli Han'ı da tanık etti. Ali Kuli Han da kendisini onaylıyor. Cezmi Bey buraya geldiği zaman kendisini Perihan hazretleriyle Ali Kuli Han görüştürmüş. Cezmi, geldiğinin üçüncü günü de dönüp gitmiş. Ali Kuli Han efendimizin güvenlerine lâyık, sadık bir adam ise dervişin dilekçesi yalandır, ortada öyle isyan falan yoktur. Ali Kuli Han, şayet ahlâkını bozup da isyancılarla işbirliği yaptıysa, çok büyük bir tehlikeyle karşı karşıya bulunduğumuzu söylemeye bile lüzum yok... Sözlerimden amacım bu gerçeği arz etmekti."

"Nerden bilebiliriz, belki de isyan olacaktır ve Ali Kuli Han'ın da bundan haberi yoktur."

"Bu şekil bir ihtimali akla getirmek bile abestir Sultanım! Çünkü Ali Kuli Han, Cezmi'nin gittiğine ve Abbas'ın da hiçbir şeyden haberi olmadığına dair o kadar güçlü güvence verdi ki, bu söyledikleri doğru ise, dervişin dilekçesi baştan aşağı yalandır. Dilekçede yazılı olanları yalan kabul edersek, fitnenin varlığını düşünmeye bile gerek kalmaz. Dilekçenin doğruluğunu kabul edecek olursak, bu takdirde Ali Kuli Han'ın güvencesi, amaçlarını gizlemek için başvurulan bir çaredir."

"Siz ortada duran iki ihtimalden hangisine inanıyorsunuz?"

"Ben öncelikle işin kötü ihtimalini düşünmek zorundayım, bu genel bir kuraldır efendimiz! Biz de konuyu kötü tarafından düşünelim, tedbirimizi ona göre alalım, eğer şansımıza iyi çıkarsa ne kaybetmiş oluruz?"

"Ne demek ne kaybetmiş oluruz? Lüzumsuz birtakım tedbirlere kalkışılacak... Belki arada kan da dökülecek..."

"Biz konuyu iyi tarafından ele alır da hiçbir tedbire gerek görmezsek sonunda koca bir devlet yok olmaz mı?"

"Hepiniz erkek milletisiniz! Hiç merhametiniz yok. Bununla beraber devletimizi fitneden, kötülükten korumak için gerekli bazı ön tedbirleri almaya, gerektiğinde güç kullanmaya ben de taraftarım. Ben size olayın gerçek olup olmadığını bir iki saate kadar öğrenirim. Eğer varsa, önüne geçmek için nasıl bir tedbir düşünüyorsunuz?"

"Konuyu Şah hazretlerine bildirmez miyiz?"

"Sen iyice yaşlandın be adam. Perihan'ın böyle bir suçuna, sadece bizler değil, bütün dünya şahitlik etse, efendimizi inandırmak imkânı yoktur."

"Peki Hamza Mirza'ya haber ulaştırsak nasıl olur?"

"Memleketin halinden hiç haberin yok? Mirza Hamza'nın, halasına ne kadar düşkün olduğunu bilmiyor musun? Gökten melekleri indirip şahit göstersek, o çatlağı buna inandıramayız."

"Demek ki güçsüzlük devlete, güç ise fesatçılara geçmiş. Onlar her istediklerini yapacaklar. Biz ise karşılarında eli kolu bağlı olarak duracağız."

"Ben kadın olduğum halde umutsuzluğa kapılmadım. Sen koca bir vezir iken ümitsizliğe düşersen onlarla nasıl mücadele edebiliriz?"

"Şah'tan da, Şah adayı olan Şehzade'den de güç alamayınca, bir aciz vezir tek başına ne yapabilir?"

"Tuhaf! Katilleri, fitnecileri devletin askeri, jandarması yola getirmez de bunu şahlar, şehzadeler mi yapar?"

"Özür dilerim! Öyle demek istemedim. Elbette devletin askeri ve jandarması yapar. Lakin onlara gereken emri kim verecek?"

Bu müzakerelerin akışından da anlaşılıyordu ki, hem Şehriyar'ın, hem de vezirin maksatları, muhafızları ayaklandırmak ve bu kuvvet yoluyla Perihan taraftarlarını ortadan kaldırmaktı. İkisinin de amacı buydu. Ancak Mirza Süleyman'ın bir gayesi daha vardı. Bu kargaşa ortamında Şehriyar'ı da, karmaşadan faydalanarak öldürmek ve planladıkları kıyamet yolculuğunda diğerlerine arkadaş yapmaktı. Şehriyar, tüm kurnazlığına rağmen, Vezir'in bu gizli amacını anlayamamıştı. İhtiyar ve tecrübeli Vezir, ileride Şah'a ve hanedan üyelerine karşı sorumlu duruma düşmemek için, kendisi perde ardında saklanarak, Şehriyar'ı maşa gibi kullanmak, muhafızları ayaklandırma işini ona ayarlatmak, ayaklanma emrini de yine ona verdirmek ve kadını böylece kendi eliyle kazdığı kuyuya düşürmek istiyordu. Şehriyar ise, bu işte her emri vermeye dünden hazırdı. Ama Mirza Süleyman'ın ahlakını ve karakterini henüz tam anlamıyla bilmediği için, makamından ve hatta canından korkup konuyu Şah'a veya Hamza Mirza'ya açması olasılığını hesaba katıyor, bu durumda doğacak tehlikeyi peşinen önlemek için de teşebbüse Vezir'in başlamasını ve gerekli emri de yine onun vermesini istiyordu. Bu şekilde iki cambaz, asıl hedeflerini gizli tutarak, aynı ip üzerinde hüner göstermek için birleşmiş ve anlaşmış bulunuyorlardı. Vezir'in en büyük korkusu, makamını korumaktı, bunun için konuşmalarında çok tedbirli davranıyordu. Şehriyar'ın davranışlarında ise, düşmanını kahretmek, intikam alma istekleri önemli rol oynadığından konuşmalarında Mirza Süleyman gibi tedbirli hareket edemiyordu. Birden sert bir çıkış yaparak Vezir'i âdeta azarlamaya başladı:

"Bu ne demektir vezir efendi! Bu kadar gücünüz yoksa en azından istifa ediniz de yerinize daha iyisini bulalım... Bir esir, kendi hayatını bağışlayan Mirza'nın askerlerine, adamlarına, efendileri aleyhine hareket etmeleri için emir verebiliyor da Şah'ın koskoca bir Vezir'i öyle nankör bir esirin öldürülmesi için emir veremiyor. Doğrusu şaşılacak bir hal."

Şehriyar'ın aldığı cevap çok mantıklıydı:

"Pekâlâ, efendimiz, nasıl oluyor da Şah'ın kız kardeşi, devleti yıkmak için, hükümdarın askerini kışkırtıyor da eşi, onun saltanatını korumak için askerin harekete geçmesini emretmiyor."

Şehriyar birden asabileşmişti: "Kim söyledi sana bunları? Emretmediğimi sana kim söyledi? İçimde ne varsa hepsini ortaya döktürmek istiyorsun... Bunları öldürmeden, Şah için de kurtuluş yoktur, devlet için de, senin için de, benim için de... Perihan her gece Adil'in odasında..! Muhafızlara emir ver. Hemen bu gece köşke saldırsınlar, ikisinin de öbür dünyaya göndersinler."

"Emrinizi yerine getirebilmek için kendilerini ne gibi bir hainlikle suçlayayım? Siz de ara sıra Adil'in odasına gidermişsiniz..."

Bu son cümlesiyle vezir, kadının can damarına basmıştı...

"Aman Allah'ım! Şimdi bayılacağım. Yüreğim parçalanacak. Evet, ben giderdim. Ancak o yalancı, o arsız adamın sözlerine inanır da giderdim. Sınırı geçecekti, Kırım'ı bize verecekti. Bunları Şah da bilir..."

"Bunlara nasıl inandınız?"

"Nasıl itimat ettim! Aman Allah'ım, nasıl güvendim? Orasını ben de bilmiyorum. Hatta o Perihan cadısını da ben götürdüm. Bilseydim hiç götürür müydüm? Ben ne düşünüyordum, onlar ne düşünmüşler. Ben Kırım'ı almak istiyordum, onlar bizden İran'ı almayı kendilerince daha uygun görmüşler."

"Orduya bu gerçeği nasıl açıklayabilir ve nasıl inandırabiliriz?"

"Bu Perihan cadısı isyan etmek peşinde koşmuyorsa herkesten, hatta benden gizli olarak, gece vakti bir esirin odasında işi nedir?"

"Zannımca başka sebepler de olabilir. Utanmasam söylerdim..."

Vezir, kadının can damarına bu sefer daha güçlü bir şekilde basmıştı.

Şehriyar, tüm dikkatini gözlerinde toplayarak Vezir'in yüzüne öfkeyle baktı ve sordu:

"Söyle bakayım! İzin verdim, ne demek istiyorsun?"

"İkisi de genç... Birbirlerinin dengi oldukları da bir gerçek. İhtimal ki aralarında..."

Konuşmalar bu şekle girince, Perihan'ın ve özellikle kendisinin Adil Giray'ı sevdiklerinden Vezir'in bilgisi olduğunu Şehriyar hemen anlamıştı. Ama Süleyman'ın bu düşüncesini kuvvetlendirecek küçük bir ipucu vermenin kendisi için ne kötü sonuçlar doğurabileceğini düşündü. Tüm bilincini ve şeytanlığını bir araya toplayarak ve içinden kopup gelen heyecanı belli etmemeye çalışarak hemen tavrını değiştirdi. Kızgınlık ve alay dolu bir gülümsemeyle konuşmayı şu yola döktü:

"Demek, aralarında aşk var demek istiyorsunuz."

"Tahmin ediyorum..."

"O zaman sevişmelerinde bir sakınca görmüyorsunuz demek. Mademki birbirlerinin dengiymişler."

"Ben, dengi olduklarında şüphe yok, demiştim."

"Zamanında sizin kız kardeşinizi, dengi olan bir adam, aylarca gece yarıları tenha odalarda görüştükten sonra mı nikâhına almıştı?"

"Hayır, efendim, o nedenle söylemedim. Sanki asker takımı böyle bir fikre kapılırsa..."

"Askerler öyle bir fikre kapılırsa aferin! der, alkışlarlar öyle mi? Şah'ın muhafızları umumhane bekçisi, Veziri de çöpçatan mıdır? Senin beynin sulanmış. Şu bunaklığı bırak da git, şimdi muhafızlara emir ver! Bu gece, olmazsa yarın gece saat dörtten sonra köşkün etrafını sarsınlar, bir silah sesi duydukları zaman aniden daireyi bassınlar, ikisini de öldürsünler... İki münafık için hem devlet elden gidiyor, hem de Şah'ın namusu ayaklar altına alınıyor... "

Kadın, bu davranışı ve kesin emriyle Vezir'i etkisi altına almak istemişti. Ancak Mirza Süleyman, bu lanet olası kadını çok iyi tanıdığı için, sözlerinin ve hareketlerinin yapmacık olduğunu hemen anladı. Ama belli etmedi. Gerçek düşüncesini açığa vurup da durup dururken kadının kinini ve düşmanlığını üzerine çekmek hiç işine gelmiyordu. Onun için, kadının doğru söylediğine inanmış gibi görünmekle beraber, kendi durumunu da güven altına almayı ihmal etmedi. Sanki korkuyormuş gibi tavırla konuşmaya devam etti:

"Çok iyi düşünmüşsünüz efendim! Her emriniz gerçeğin ta kendisi. Ama bu emrinizi yerine getirecek olursam Şah'ın ve Mirza'nın fermanından ve intikamından beni kim kurtaracak?"

"Çok aptalca! Muhafızları sizin kışkırttığınızı fal bakıp mı öğrenecekler?"

"Olur da bir gün, herhangi bir nedenle kulunuza kızar da efendimize söyleyebilirseniz. Söylemeyeceğinize nasıl emin olabilirim? O takdirde benim de çok söyleyeceklerim olduğu için bundan da çekinmem. İşte o zaman; "Madem benim düşmanlarımı biliyormuş, neden zamanında haber vermemiş? O zaman susup da şimdi söyleyenler yalancıdır, ya da benimle suç ortağıdır" der; ya kendimi kurtarırım veya haber verenlerin başlarını belaya sokarım... Ama "Sen burada ne yapıyordun? Vezir değil miydin? Neden gözünü dört açmadın da böyle bir fitneye fırsat verdin?" diye sorarlarsa, işte buna cevap veremem. Cevap veremeyince Şah'ımızın ve oğlunun kılıçlarından kellemi nasıl kurtarabilirim?"

"Peki Adil Giray'la Perihan'ın düzenledikleri isyan meydana çıkarsa başını nasıl kurtarabileceksin? Sonuçta bu da aynı kapıya çıkmaz mı?"

"Böyle bir isyanın gerçekten var olduğunu bilsem, Şah hazretlerine söylerim, Hamza Mirza'ya da yazarım. Onların verecekleri emre göre şimdiden isyanın önünü keserim. Ortada dolaşan şeyler bir dedikodudan ibarettir. Oysaki yapmak istediğimiz şeyle biz kışkırtıcı olacağız."

"Bu durumda seni Şah'tan ve Hamza'dan ben kurtaramaz mıyım?"

"Kırk seneye yakındır devlet işlerindeyim. Hiçbir zaman sağların koruyuculuğunu ölülerin intikamından daha etkili bulmadım."

"Tavrın ve sözlerin bende gerçekten şüphe uyandırmaya başladı. Ne demek istiyorsun? Daha bir saat önce; "Tedbiri elden bırakmayalım, konunun kötü tarafını düşünelim de iyi tarafı çıkarsa bir şey kaybetmeyiz." diyen sen değil miydin?"

"Haklısın! Ama kaybedeceğimiz şeyleri sayıp döken de sizsiniz."

"Vezir! Sende birtakım gizli korkular ve düşünceler var. Böyle karşı karşıya birbirimizi üzmektense, bana güvenip amacını açıkça söylesen de mümkünse birbirimize yardım etsek ve devletimize bir hizmette bulunsak daha iyi olmaz mı?"

"Başımla, canımla buna hazırım. Ama başımdan, canımdan korkarım."

"Bu korkuyu kafandan nasıl satacağız?"

"Çok basit! Bana güven ve söz veriniz! Güven elbette karşılıklı olur. Adetlerimize göre de önce büyüklerin küçüklere güvenmesi gerekir. Efendim, ben de efendimize güvenir ve düşündüklerimi söylerim."

"Pek iyi! Güvendiğime seni nasıl inandırabileceğim?"

"Bu da çok basit! Sözlerime doğru cevap verirseniz bana karşı güvendiğinizi anlarım."

"Hangi sözünüze yanlış cevap verdik ki?"

"Yok yanlış oldu. Sorduklarıma diyecektim, efendimize karşı saygımın büyük olduğundan "soru" yerine "söz" kelimesini kullandım.

Bu sözler üzerine Şehriyar, kuşkudan çok cesur bir eda ile devam etti:

"Sor bakalım!"

"Ancak küstahlık edersem umarım uyarılara, işkencelere uğramam, değil mi?"

"Ne soracaksan çabuk sor! Konu ile ilgisi olmayan bu gereksiz sözlerle beni şimdi delirtip öldüreceksin."

"Efendim, bu kadar iyiliğinize, korumanıza layık olan Adil Giray'ı seviyorsunuz, değil mi?"

"Hay senin dilin kurusun! Ali hakkı için sevmiyorum, aksine kanını içmek istiyorum. Kör müsün, görmüyor musun? Deli misin, anlamıyor musun?"

"Affınıza sığınırım. Dilim dolaştı, kelimeyi yanlış söyledim; "seviyorsunuz" yerine "sevmiyorsunuz" dedim."

"Ağzın cehennem ateşiyle dolsun aptal adam! Ne söylemek istiyorsun? Farz et ki seviyordum. Adamı, sözüne güvenilir, asil bir han sanmış, Türklere karşı kendisiyle bir birlik yapmak istemiştim. Sonra hainliğini öğrendim. Şimdi korumacılığımı üzerinden aldım. O, beni aldırmakla övünüyor. Ben onu cehenneme göndermekle intikam alacağım. Amaç Şah'a bir hizmet değil mi, bir memleketi alamadıysak bir düşman defetmiş oluruz..."

"Sultanım, fikirlerinizi böyle politik açıdan yürüttükçe ben de resmi görevimin dışında hiçbir söz etmem. Allah'nın yardımı ve Şah'ımızın gayretiyle inşallah Kırım'ı alır, belki Üsküdar'a kadar gideriz. Düşman saydığınız adama gelince; onun hiçbir önemi yoktur. Şimdi Şah hazretlerinden emir alır. Kahkaha zindanına gönderirim. O da, kardeşi Gazi Giray gibi, eceli gelmeden mezarına çekilmiş olur..."

"Anlaşmamız bu muydu? Bana böyle mi güven verecektin?"

"Anlaşmamız bu muydu? Kulunuza bu dolambaçlı yollardan giderek mi güven verilecekti?"

"Ben sana nerede güvensizlik gösterdim?"

"Peki kulunuz efendimize hangi itaatsizliği etti?

"Benimle eğleniyor musun? Maksadın nedir? Açık söylesene! Ben sana başımızdaki belayı nasıl defedeceğimizi soruyorum. Sen oturmuşsun Adil Giray'ı Kahkaha'ya gönderelim diye hayaller kuruyorsun. O alçağı bu sarayda tutan ben değil miyim? Hadi hainliğini önlemiş olalım, Perihan'ın şerrinden, hilelerinden nasıl kurtuluruz? Kadının ne şeytan ve özellikle ne kadar güçlü olduğunu bilmez gibi konuşuyorsun. Mademki bir kere Adil Giray'ı sevmiş, mademki bir kere bu devleti sevdiği insana teslim etmeye karar vermiş. O, sağ kaldıkça bizim yaşamamıza imkân var mıdır? Bu gerçekleri hiç düşünmüyor musun?"

"Konuyu açığa kavuşturalım efendim! Zamanında efendimiz Adil Giray'ı sevmişsiniz. O yolla bir de Kırım'ı almak hayaline kapılmışsınız. Sonra Adil'i Perihan sevmiş, elinden Kırım'ı almaktansa kendisine İran'ı vermek istemiş. Adil Giray ise, Perihan'ı daha genç ve teklifini de daha uygun bulmuş. Şimdi efendimize göre onların öldürülmesi gerekiyor, bu hizmet de kulunuza teklif ediliyor. Uzun sözün kısası bu değil mi?"

Şehriyar, kalbini açıkça okuyan bu ihtiyar kurda alaycı bir şekilde ile cevap verdi: "Şeytan olsanız da insanın içine girseniz sırrımı bundan daha iyi bilemezsiniz... Gerçekleri mademki bu kadar yakından biliyordunuz, beni söyletmeye çalışmaktan ne zevk aldınız?"

Vezir, aynı alaycı eda ile devam etti: "Duyduklarımın ve kanaatlerimin doğruluğuna iyice inanabilmek için bunları bir defa da bizzat efendimizin ağzından duymak istemiştim. Şimdi o da gerçekleşti. Ama bilmem ki emredilen işi, yüzüme gözüme bulaştırmadan başarabilecek miyim?"

"Gerçekten beceremez misin? Yoksa sen de mi fesat topluluğuna dâhil oldun?"

"Estağfurullah, o da ne demek! İkisi de değilim. Ancak kafamı kurcalayan birkaç nokta var. Onlara bir türlü karar veremiyorum."

"Nedir buşüpheler? Senin zihnini kurcalayan şeyler nedir?"

"Bir kere Ali Kuli Han'a hiç güvenmiyorum. Hem Şah'ın, hem de Mirza Hamza'nın benden kuşkulanmamaları için olayların geçtiği sırada ben Kazvin'de olmamalıyım. Bilmem endişelerimi gerektiği açıklayabildim mi?"

Kadın, bu kadar basit engellerle azminden geri kalacak değildi. Hiç düşünmeden cevap verdi:

"Madem Ali Kuli Han'a karşı itimadınız bu derece sarsılmıştır. Şimdi boğduruveririz, olur biter. Kim karışacak? Dünyada bahanenin, vesilenin sonu mu geldi?"

"Aynı bir çocuk gibi konuşuyorsunuz. Bana göre bundan büyük dikkatsizlik olamaz. Çünkü Kürtlerden, Dağıstanlılardan, Gürcülerden ve aşiretlerden ne kadar muhafız varsa, adamın arkasındadır. Bilinen plan eğer gerçekse, mutlaka bunların arasında pek çok isyankâr da olacak! Ali Kuli Han'ı hangi bahaneyle öldürtürsek öldürtelim, onlar bu hareketimizi planlarının duyulduğuna kesin bir delil sayacaklar ve canlarını kurtarmak için derhal büyük bir isyana kalkışacaklardır. Bunda hiç şüpheniz olmasın..."

"Doğru söylüyorsun... Ali Kuli Han'ı muhafızlarıyla birlikte şimdiden sınır boyuna göndersek nasıl olur?"

"Bence bu da fena olur. Perihan'a güvenirler ve gitmezler. Belki tertipledikleri isyanı meydana çıkarmaya, sınıra gitmeleri için uğrayacakları zorlamayı bahane ederler ve işi çabuklaştırmaya kalkışırlar."

"Peki sonra ne yapacağız?"

"Benim aklıma bir çare geliyor. Bilmem sultanımızca doğru olacak kadar iyi bir çare midir?"

"Söyle bakalım, neymiş görelim!"

Vezir: "Epeydir sınır boyundan yüzlerce feryat ve imdat çığlıkları gelip duruyor. Türk ordusunun bir taraftan Tebriz'e, bir taraftan da Karabağ'a doğru saldırıya geçtiğini hanlara, emirlere bildiririz. Karabağ tarafından gelecek düşmana zaten Hamza Mirza karşı koyacak değil mi? Onların öncü kuvveti olmak bahanesiyle ben Ali Kuli Han kuvvetlerini alır, Kazvin'den giderim. Rüstem Han'ı da kendi güçleriyleTebriz'i savunmak için burada tutarız. Ali Kuli Han'a çok fazla ileri gitmeyeceğimizi söylerim. Bu hareketimizin, düşmanı kandırmak için bir gösteriden ibaret olduğuna onu ikna ederim. Hele Ali Kuli, Rüstem Han'ın kendinden önce Kazvin'den çıktığını görünce, hiçbir şeyden şüphelenmez. Şüphelense de gitmem diyemez. Çünkü gitmemek için haklı bir sebep gösteremez. Ben Ali Kuli Han'la gider, iki üç saatlik bir konakta otururum. Rüstem Han da Kazvin'den çıkar. Rüstem Han zaten güvenilir bir adamımızdır. Komutasındaki askerlerin hepsi de saf Acem ve Şii'dir. Ne yapılacaksa onun gücüyle yapılacak. Rüstem Han, Kazvin'den çıktığı günün gecesi, kentte isyan çıkmış bahanesiyle askerini toplar, yine buraya döner... Emrettiğiniz hizmeti yapar. Böylece muradımız hasıl olur."

"Sonunda herkesi hayran bırakacak bir tedbir duydum. Erkeklerin bizden çok kurnaz olduğuna hiç ihtimal vermezdim."

"Karakterimde olan bir kurnazlık değildir, efendim! Anne, kız kardeş terbiyesinden kalma, ya da eş, sevgili meclislerinde sonradan yine kadınlardan öğrenilmiştir."

"İşin en mühim tarafını unuttuk. Muhafızlar ikisini bir arada nasıl bulacaklar?"

"Az önce her akşam buluştuklarını söylemiştiniz. Bir silah sesine hareket emrediyordunuz."

"kesinlikle, aynen öyledir. Tembih et, hemen yarın gece gelsinler, bir silah sesine kulak versinler. Duydukları gibi Adil'in dairesine saldırsınlar. Diğeri, yerin dibine geçmiş olsa iki üç dakika içinde onun yanına yetişir."

"O zaman yarın hareket ederim. Rüstem Han'a da gerekli talimatları veririm. Gece döner, silahın sesine bakar."

Vezir ile kadın planladıkları cinayet planının tatbikinde bu şekilde anlaştıktan sonra, Mirza Süleyman, Şehriyar'ın yanından ayrıldı.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro