17. Bölüm
Şehriyar'dan Adil Giray'a Mektup
Hey gidi zalim Adil! Benim seni gerçekten sevdiğime dair hâlâ nasıl kesin söz istiyorsun? Senin için koca bir saltanattan vaz geçiyorum. Kocamdan ve iki oğlumdan ayrılmayı, dünyada lânetlenmeyi, her şeyi, kısaca her şeyi göze alıyorum. Ama sen hâlâ aşkıma inanmıyorsun. Seni, içinde bulunduğun esaretten kurtaracağıma dair ayrıca söz istemeye ne gerek vardı? Esirlikten kurtulmayınca sana nasıl sahip olabilirim? Sana sahip olamazsam, dünyada nasıl yaşayabilirim? Bir zavallıya "Ruhun azap içindedir, onu kurtarmaya çalışır mısın?" diye sorulur mu? Sen benim ruhum değil misin? Sensiz yaşamaktansa, ölümü tercih ettiğime hâlâ inanamadın mı? Üzülme, iki gözüm, neredeyse beş on günümüz kaldı. Ne tarafa gideceğini anlamak için Hamza'ya mektup göndereyim. Cevap gelir gelmez seninle buradan çıkarız, onun olmayacağı bir tarafa gideriz. Allah hemen seni bana bağışlasın! İsterse benim ömrümü de alıp, senin ömrüne katsın!
Şehriyar
Adil Giray umutsuzluktan delirmek üzereyken, muhafız kapıdan girerek, Şehriyar'ın mektubunu uzattı. Her kelimesi soğuk bir duş etkisi yapan bu mektubu okuduktan sonra, kadını beş on gün oyalayabileceğini anladı. Saatlerden beri çektiği işkence, biraz hafifledi. Durumu Perihan'a derhal bildirmek amacıyla yanıp tutuşuyordu. Lakin nöbetçiler arasında kendi adamlarından kimse olmadığı için, Perihan'a mektup yazmayı ertesi güne bırakmak mecburiyetinde kaldı. Yatağına uzandı ve uzun gecelerden sonra ilk defa rahat bir uykuya daldı.
Şehriyar ise, ondan aldığı son mektubun tesiri altında hayatından oldukça memnun, yakında amacına ulaşacağından emin, sevgilisinin güçlü kolları ve bu kolların arasında geçireceği unutulmaz dakikaları daha şimdiden yaşıyormuş gibi tatlı bir hayal dünyasında yaşıyor, kanatlanmış bir kuş gibi uçuyordu. Kadın, bu tatlı hayaller içindeyken, haremağası içeri girdi. Biraz önce Adil Giray'dan mektup getiren muhafızın geldiğini ve kendisine bazı gizli şeyler söylemek istediğini bildirdi. Şehriyar, Adil Giray'ın kendisine yine bazı sevinçli haberler gönderdiğini sanarak: "Bu ne dikkatsizliktir! Hiç muhafız takımına güvenilir mi? Kendisine benden mektup götürdüğü için herhalde kendisini özel bir adam sanmış olmalı... Aslında tedbirsizlik bile etse, sanki ne olabilir? Bundan sonra korkulacak ne kaldı? Muhafız eğer uygunsuz bir davranış yaparsa işini bitiriveririz, cehennemi boylar gider. Hiç işim kalmadı da şimdi muhafızı mı düşüneceğim? Zaten asker olmuş, ölmek için maaş alıyor." diye kendi kendine biraz söylendikten sonra, haremağasına, muhafızı içeri göndermesini emretti. Bir iki dakika geçmeden adam kapıdan göründü.
Şehriyar adama öfkeli bir şekilde sordu: "Ne istiyorsun sen? Mektubumu Adil Giray'a götürdün mü?"
Adam: "Götürdüm efendim."
"Şehzade Adil bir şey söylemedi mi?"
"Hayır, hiçbir şey söylemedi."
"Şimdi benden ne istiyorsun? Mademki bir şey söylememiş. Bu gece vakti insanı rahatsız etmenin anlamı nedir?"
"Evet efendim. Adil Giray'a o kadar güvenmeseniz iyi olur..."
"Senin ne üstüne vazife? Pislik, defol git şuradan!"
"Tamam efendim. Fakat kulunuz öfke adamı değildir."
Şehriyar, bu "öfke adamı değilim" sözü ile hemen uykudan uyanır gibi silkindi. Gözlerinin önünde dolaşan tatlı gelecek hayalleri yerine, geçmişin müthiş gerçekleri şekillenmeye başladı. Muhafızın, Mirza Süleyman'a ünlü dilekçeyi veren, birkaç gece önce de kendisiyle konuşan adam olduğunu hemen anlamıştı. Söylemek istediği şeyler, elbette iyi şeyler değildi. Adamı hiç konuşturmamak daha doğruydu. Ancak bir defa içine merak ve şüphe düşmüştü. Bu şüpheden kurtulmadıkça rahat edemeyecekti. Çaresiz, konuşmaya devam etti ve kapıdan çıkmak üzere olan adama seslendi:
"Muhafız! Dur bakalım! Ne söyleyeceksin?"
"Geçen gece, 'Perihan'la Adil Giray, birbirlerini seviyorlar mı?' diye sormuştunuz. Onun yanıtını verecektim."
"Söyle bakalım o zaman! Neler öğrendin? Birbirlerini seviyorlar mı?
"Bilmiyorum efendim."
"Seni gidi domuz suratlı! Bildiğin tek şey bir şey bilmemek midir? Buna cevap mı derler? Şah'ın eşiyle dalga geçmeye mi geldin? Vallahi seni yarı beline kadar gömdürür de öyle öldürürüm. Doğru konuş!"
"Hayır! İkisinin de birbirlerini sevip sevmediklerini bilmiyorum demek istemedim... Biri ötekini seviyor! Ama, öteki de onu seviyor mu, sevmiyor mu, işte orasını anlayamadım."
"Be geveze adam! Biri hangisi, öteki hangisi? Bu saçmalıkla beni çatlatmaya mı çalışıyorsun? Söyle kim kimi seviyor?"
"Beri taraftaki öte taraftakini..."
"Allah canını alsın be adam! Beri taraftaki ne demek, öte taraftaki ne demek? Bunların adları yok mu?"
"Var efendim!"
"Söylesene o zaman yezit oğlu yezit!"
"Daha fazla açıklamaya gerek kaldı mı?"
"Aman Allah'ım! Aklım fikrim sana emanet. Bu köpek mutlaka bu gece gebermek istiyor. adlarını söylemeyecek misin? Dilini ta kökünden söktürüp de köpeklere mi atayım?"
"Peki, isimlerini söyleyeyim efendim. Perihan... Adil Giray..."
"Şu domuzun inadına bak! Bak, senin tüm kemiklerini kırdırırım da, gebermek için yalvarırsın."
"Aman efendim, bunda anlaşılmayacak ne var? Perihan, Adil Giray'ı seviyor işte..."
"Bunca zamandır lafı ne dolaştırıp duruyordun? Böyle insan gibi söylesen olmaz mıydı? Peki, Adil Giray'ın Perihan'ı sevip sevmediğini nerden biliyorsun?"
"Onu bilmiyorum işte!"
Herif, gerçekten geveze bir şeydi. Şehriyar, bu adamı boğacak kadar öfkelendiği halde, yine sabırla sordu:
"Onun sevdiğini nereden öğrendin?"
"Dün gece nöbetteydim. Gece yarısına doğru, harem merdiveninin bahçeye bakan kapısı açıldı, bir gölge çıktı. Bu, siyah bir gölgeydi. Gecenin karanlığına rağmen yıldız aydınlığında fark edilebiliyordu. Bir iki dakika çevresine bakındı, sonra yürümeye başladı. Gölge yürümez ya! Anladım ki bir insandır. Olduğum yerde hiç hareket etmeden durdum, ne yapacağına dikkat ettim. Yürüyerek Adil Giray'ın dairesine gitti. Olaylardan haberim var ya! Eğer maksadı kötü ise, yakalamak amacıyla arkasına düştüm. Baktım ki, şehzadenin kapısı önünde nöbetçi yok. Gölge, aralanan kapıdan içeri girdi. Orada durdum, konuşmaları dinlemeye koyuldum. Ama hiçbir şey duymadım. Bir buçuk saat sonra kapıya biraz daha yaklaşarak içeriye kulak kesildim. İçeridekinin Perihan olduğunu ve Adil Giray'ı sevdiğini anladım."
"Neler konuşuyorlardı? Ne gibi sözler duydun?"
"Perihan'ın Adil Giray'a aşkını açıklayan birkaç söz..."
"Allah'ın belası cehennem zebanisi! Nasıl birkaç söz? Söyleyecek misin? Yoksa kalbini yardırayım da içinde sakladığın sırları öyle mi alayım?"
"Efendimiz, büyüklerin şanı, böyle hizmetleri ödüllendirmektir. Hizmet eden kulu ölümle korkutmak değil! Kulunuz, şimdiye kadar verdiği haberlere karşılık sizden takdir bekliyor, sizse beni sürekli can korkusuna düşürüyor, ne söylediğimi, ne söyleyeceğimi unutturuyorsunuz."
Kadın adamın gayesini anlamıştı.
"Allah kahretsin! Maksadı para koparmakmış da cellatlar gibi benden işkenceyle para alacak. Al bakalım, gözünü toprak doyursun!" diyerek adamın önüne altın dolu bir kırmızı atlas kese attı. Muhafız, İran'daki o zamanın geleneklerinden olan teşekkürünü etmek için yere kapanmış, keseyi alarak içindeki altınları bir kuyumcu dikkatiyle saymaya ve altınları gözden geçirmeye başlamıştı. Şehriyar, adamın bu vaziyetine birkaç dakika sinir ve nefretle baktıktan sonra, haykırdı:
"Köpek! Ne sayıyorsun?"
"Aman efendim. Bu da sorulacak şey mi? Kesedeki altınlar tamam mıdır, değil midir, onu anlamak istiyorum."
"Şeytan! Alacağını mı tahsil ediyorsun? İyiliğin tamamı, eksiği mi olurmuş?"
"Aman efendimiz! Gayem o değil. Fakat bu keseler yüz altınlıktır da, eksik mi, tamam mı diye bakıyordum."
"Yüz altın yerine elli altın verseydim ne yapacaktın?"
"Ben de duyduğum sözlerin yarısını söyleyecektim."
"Yezit oğlu yezit! Seni orta yerinden ikiye kıydırırım."
"Ama bu sefer de meraktan kurtulamazsınız. Çünkü bildiğim şeylerin yarısı o iki parça bedenimde kalır..."
"Şu kafire bak! Hâlâ altınları elinde sayıyor."
"Nasıl olur da saymam. Ya içlerinde kalp altın varsa! Ya eksik varsa!"
"Pis domuz seni! Bizim elimizde eksik altın mı olur?"
"Kalpazanlar, hilekârlar, gözlerinde paranın zerre kadar kıymeti olmayan büyükleri ve zenginleri bırakıp da bizim gibi, bir altını yüz kontrolden sonra alan fakirleri mi kandıracaklar."
Şehriyar, adamın yüzüne bir kese altın daha atarak: "Allah canını alsın! Aç gözlü herif! Al, bunu da, eksiği, hilelisi çıkarsa tamamlarsın! Yeter ki, söyleyeceğin şeyleri çabuk söyle!"
"Gördünüz mü? Tehdidin ne kadar büyük zararı, iyiliğin ne kadar büyük yararı oluyor. Demin korkuttuğunuz için, bildiklerimin birazını sakladım. Şimdi iki katı bahşiş veriniz, bende iki kat bilgi vereceğim..."
"Konuşmayı bırak da söyleyeceklerini çabuk söyle bakalım!"
"Bana takdiriniz olan altınları saymama, kontrol etmeme izin vermez misiniz? İçinde belki sahteleri vardır."
Kadın: "Bana baksana, haberden filan vazgeçer, seni şimdi cehenneme postalarım."
"Tamam söyleyeyim, efendimiz! Perihan, Adil Giray'ı seviyor, fakat Adil Giray, Perihan'ı sevmiyor."
"Nereden biliyorsun, pis domuz!"
"Vallahi yalan değil. Onu da işittiklerimden anladım."
"Şimdi sana bir kese altın daha verirsem, saymadan duyduğun sözleri aynen söyler misin?
"Saysam daha iyi olur, ama mademki öyle emrettiniz dışarıda sayarım.
Şehriyar, adamın yüzüne bir kese altın daha fırlatarak: "Al bakalım! Daha sonra dışarıda sayarsın. Eksiği, bozuğu varsa yine değiştiririz. Alçak domuz! Hadi hemen söyle! Hem de hiç noksansız olarak!"
Adam: "Peki eksik, ya da bozuk çıkıp da değiştirmek için getirdiğim zaman bozukları, eksikleri başka yerden buldum da karıştırdım zannederseniz?"
Şehriyar'ın artı sabrı taşmıştı. Adamın üzerine yürüyerek: "Sana İran devletinin hazinelerini versem doymayacak, daha da isteyeceksin! Para koparmak için işkence etmekten vazgeçmeyecek misin? Seni şimdi cellâda teslim edeyim de o zaman bozuk akçe gibi kara topraklar içinde kal emi!" diye bağırdı. Sonra adam çağırmak için kapıya doğru yürüdü.
Muhafız, gevezeliğe daha fazla sabrı olmadığını anlamıştı. Hemen tavrını değiştirerek yalvardı:
"Durun, efendim! Ben itaatsizlik etmedim.İşittiklerimi, işte emrettiğiniz gibi aynen söylüyorum: "Perihan'ın, Adil Giray'ın dairesine gittiği zaman, arkasından ayrılmadığımı, ama ne kadar dinlesem de konuştuklarını duyamadığımı söylemiştim. Perihan, ayrılırken; siz yine Perihan'ı sevmeyiniz! Perihan sizin yolunuzda akrabasını, tahtını ve belki de canını verir. Buradaki planladıklarımız gerçekleşmezse, Anadolu'ya geçeriz. Ben sizin cariyeniz olurum. Sizin gibi yüksek bir kahramana İran Şah'ının kız kardeşinden daha uygun esir mi olur? dedi. Kendisi odadan çıkarken, ben de merdiven kapısının arkasına saklandım. Perihan gittikten sonra ben yine Adil Giray'ın kapısından ayrılmadım. Beklemeye ve içerisini dinlemeye devam ettim. İçerden Adil Giray'ın; 'Allah'ım! Şu kadının elinden nasıl kurtulacağım?' diye kendi kendine söylendiğini duydum. Sanırım ki bu sözler, onun Adil'i sevdiğini, fakat Adil'in kızı sevmediğini açıkça gösteriyor."
Şehriyar, bir kese altın daha atarak:
"Budala herif! Eline böyle bir fırsat geçti de Perihan fahişesini neden tutmadın? Koca aptal! Niçin tutmadın? Tutmuş olsaydın seni İran'ın en varlıklı adamlarından biri yapardım. Sana tam on bin altın verirdim." dedi.
Muhafız, altın keselerini elinde sıkıca tutarak cevap verdi: "Allah ömrünüze zeval vermesin, efendimiz! Ne buyurdunuz? Perihan hanımı mı tutsaydım? Şah hazretlerinin kız kardeşine dokunmak, benim gibi bir muhafızın ne haddine! Biraz önce sayıyordunuz; senin vücudunu yarı beline kadar baş aşağı gömdürüp öldürmek var, Kemiklerinin hepsini kırdırmak var... diye, dilini koparıp köpeklere atmak var... diye, kalbini yarıp da içinde sakladığın sırları öğrenmek var... diye. Cehenneme göndermek var... Kısaca var da var... Daha benim bilmediğim ne çeşit işkenceler var. Bunların hiçbiri dört yüz altın kazanmaya benzemiyor...
"Hadi bakalım, şimdi ortadan kaybol! Bundan sonra seni gizli işlerimde kullanacağım. Adam gibi iş yaparsan, seni zengin ederim."
"Hizmet edemezsem sonunda ölmek var, orası malum! Kulunuz işini oldukça bilir. Gönlüm, altın kesesini kefenden çok sever, efendimiz! Her emrinizi canla başla yerine getirmeye hazırım."
"Senin adın nedir bakalım? Arattığım zaman seni nerede buldurabilirim?"
"Ali Kuli'nin muhafızlarındanım. Şimdilik adım Şirvanlı Cafer'dir."
"Şimdilik de ne demek oluyor? Zaman geçtikçe insanın ismi mi değişir?"
"Normaldir efendimiz! Zaman her şeyi değiştirebilir..."
Muhafız bu sözlerinden sonra teşekkürlerini sunma âdetini bir kez daha yerine getirmek için yere kapandı. Bir iki dakika öyle kaldı, sonra da yavaşça kalktı ve oradan çekilip gitti. Adam gidip de Şehriyar yalnız başına kalınca, muhafızın Adil Giray'dan duyduğunu söylediği "Allahm! Şu kadının elinden nasıl kurtulacağım?" sözünü yorumlamaya çalıştı. Bunu Perihan için söylenmiş kabul ederek Adil Giray'ın onu da sevmediğine iyice inanmaya başlamış ve yüreğine biraz su serpilmişti. Hele şehzadenin son mektubundaki "Beni gerçekten sevdiğinize kesin söz veriniz!" cümlesini de bu inancına ekleyince, artık şüphesi kalmamış; mutluluğu son derece artmıştı. Demek ki Adil Giray, kendisini seviyordu. Perihan'a güler yüz göstermesinin ve güzel davranmasının nedeni ise, sırf onun aşkından istifade ederek esirlikten kurtulmak için amacına hizmet ettirmekten ibaretti. Bu defa kendisinden kesin söz istemesini de, Perihan'dan umudu kestiği şeklinde yorumlayınca, artık düşünülecek problem kalmıyordu. Hem zaten Adil Giray, kendisiyle evlenmeye karar vermişti. "Nikâhta keramet vardır" sözünü boşuna söylememişti.
Evlendikten sonra, mutlu olmamaları için ortada bir neden de yoktu. Perihan, gerçi kendisinden daha güzel ve gençti. Şehriyar, bu yönleri hesaba katmıyor değildi. Fakat yaşı biraz ilerlemiş olmasına rağmen, kendisi de hâlâ güzeldi. Hem güzellik denilen şey herkesin zevkine göre değişebiliyordu. Şu halde Adil Giray da belki Perihan'dan hoşlanmıyor ve kendisini ondan daha güzel buluyordu. Özellikle son konuşmalarında Adil Giray'ın "Bari kendi güzelliğindeki ve kendindeki olgunluğu bilmese... Bari güzelliğinin erkekler üzerindeki etkisini yeni öğrenecek olsa..." sözlerini hatırlayarak, şehzadenin, kendisini gerçekten sevdiğine olan inancı tamamen güçlendi. İnsanda ne garip bir zayıflıktır ki, Şehriyar, bu kesin düşüncesine rağmen, Adil Giray'ın yine son konuşma sırasında, saçlarına ak düştüğüne dair sarf ettiği ağdalı sözleri de hatırlamaktan kendini alamadı. Sanki delil ortadan kalkınca, gerçekler de değişirmiş gibi, hemen aynanın karşısına geçti ve saçlarındaki tüm beyaz telleri tek tek kopardı, ancak ondan sonra içi biraz olsun rahatladı. Şehriyar, böylece aşk hedeflerini ve gelecekteki mutluluğunu tamamen gerçekleşmiş biliyor, sevgilisinin hayalini gözünün önüne getirerek daha şimdiden mutlu dakikalar yaşıyordu...
Sadece bir üzüntüsü ve bir tek endişesi kalıyordu, o da, ezilmiş düşmanı saydığı Perihan'dan korkunç bir intikam alabilmekti. Sevdiği erkeğe sahip çıkmak terbiyesizliğinde bulunan bu saygısız kız, kesinlikle cezasını bulmalıydı. Adil Giray'ın ve Şehriyar'ın daireleri, bu telaş ve acılara, bu tehdit ve aşağılamalara, bu didişme ve anlaşmalara sahne olurken, diğer yandan Perihan, her şeyden habersiz biçimde Adil Giray'ı düşünüyor ve onun hayaliyle vakit öldürüyordu. Muhafızın sözlerinden de anlaşıldığı gibi, önceki gece sevgilisiyle gizlice buluşmuşlar, bir, bir buçuk saat kadar konuşmuşlardı. Sonra Perihan, kendi dairesine dönmüş, mutlu ve huzurlu bir şekilde yatağına uzanmış, rahat bir uykuya dalmıştı.
Güzel bir aşk rüyası görüyordu. Sanki sevgilisiyle bir çöldeydiler ve çölün ortasında bir vaha vardı. Bulundukları yerin önünden küçük bir dere akıyordu. Ama o kadar hafif akıyor ve akarken öyle tatlı kıvrımlar meydana getiriyordu ki, geçtiği yerlerin güzelliğinden ayrılamıyor ve arada sırada geldiği yöne doğru, ters tarafa akmak istiyormuş da rüzgârın etkisiyle akamıyormuş gibiydi. Başuçlarında bir salkım söğüt vardı, dalları ve yapraklarıyla, kendilerini kötü gözlerden saklıyordu. Çölün ortasında her tarafı çeşitli çiçekle dolu bir sahra vardı. Çevrede ötüşen bülbüllerin sesleri o kadar hüzünlü, o kadar etkiliydi ki, her biri sanki başka bir aşk türküsü söylüyordu. Perihan o suyun kenarında oturmuş, sırtını o salkım söğüde dayamıştı. Adil Giray da onun dizlerine yatmış, tatlıca uyuyordu. Kız, dağınık saçlarını Şehzade'nin yüzüne dökerek sevgilisinin güzel yüzünü güneşten bile kıskanırcasına örtüyor, bir dakikalık olsun hasretine dayanamıyormuş gibi, saçlarını aralıyor ve onun güzel yüzüne dalarak kendinden geçiyordu... Bu rüya, o kadar tatlı bir rüyaydı ki, insan bütün hayatının böyle bir rüya içinde geçmesini isterdi. Perihan, bu tatlı rüyadayken, oda kapısı sessizce açıldı, siyah çarşafa bürünmüş bir kadın, elindeki şamdanla odanın içine doğru birkaç defa baktı, sonra şamdanı dışarıda bırakarak içeriye girdi ve kapıyı kapattı. Perihan, bedenine bir şeyin dokunduğunu ve kendisini hafifçe sarstığını hissedince, o tatlı uykusundan uyandı, uykulu gözlerle etrafına bakındı. Karanlıklar içinde, ecel gibi görünmez bir şey, yanına gelmiş, ölüm kadar soğuk elleriyle kendisini sarsıyordu. Uyku sersemliğiyle birden toparlanamadı, aklında gerçekle hayal birbirine karıştı. Biraz önce gördükleri mi, yoksa şimdi gördüğü mü, rüyaydı? Elinde olmayarak: "Kimsin? Ne istiyorsun?" diye sordu.
Odaya girenin kadın olduğu "Kim olacakmış? Sevgili Adil Giray'ınızı mı bekliyordunuz? Benim ben! Böyle karanlıklarda insanın kalbindeki kinleri yaşaması, dünyada arzuladığı emellerden daha kolay ve daha çabuk gelir. Bunu bilmiyor musunuz?" cevabıyla ortaya çıkınca, kadının ne maksatla geldiğini hemen anladı.
Yatağının içinde doğruldu ve granitten bir heykel gibi, Şehriyar'ın karşısında durdu. Aralarında öfkeli bir ağız dalaşı başladı, iki düşman kadın, sanki gönüllerinin gizli karanlıklarında saklanmış ve kökleşmiş iki intikam kılıcı gibi karşı karşıya duruyorlar, ama gözlerini kin bürüdüğü için, birbirlerini göremiyorlardı.
Perihan sordu: "Yaşlı kadın! Benden ne istiyorsun? Gecenin bu saatinde odamda ne işin var? Kâbus gibi, insanı uykusunda da mı rahat bırakmayacaksın?"
O da aynı tarzda cevap verdi: "Bırakmayacağım elbette! Senden ne mi istiyorum? Şuradaki İran tahtında oturan kişi ağabeyin olduğu halde sen onunla ortaklığı kabul edemiyorsun. Hem ortaklık ne demek!
Zaten o tahtta hiç hakkın yokken, onu efendinin elinden almak istiyorsun da, ben seni Allah'ın en büyük hediyesi olan aşkta mı ortaklığa kabul edeceğim? Senden ne mi istiyorum? Hayatımı, hayatın zevkini istiyorum. Ömrümden kesileceğini bilsem, yine alacağım.Duydun mu?"
"Gece vakti delirdinse, ben akıl hastanesinin bekçisi değilim. Ne aşkı? Hangi taht? Ne ortaklığı?"
"Ne güzel rol yapıyorsun sanki hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi. Adil'den bulaşmış, onu taklit ediyorsun. Sırlarını bilenleri delilikle suçlamayı ustasından öğrenmiş! Bilmiyor ki, taklidin en başarılısı bile rezilliktir. Rezilliği bile kendine yakıştırıyorsun. Suç ortağınız Cezmi, bugün elimizdedir. Bu adamı dayınızın yanından ne maksatla getirttiğinizi biliyoruz. Varacağınız adamı önce İran'a Şah yapacaksınız... Sonra o zavallıyı tahttan düşürüp ayağınıza merdiven yapacaksınız, ayağınızın altında çiğneyip ezeceksiniz sonra da yerine siz çıkacaksınız değil mi? Hey gidi namuslu dünya güzeli! Adil Giray, sizin gibi ikiyüzlülük perdeleri içinde saklı değil, yüzünü ben de görüyorum. Bir kere meclisine giren kadının, hele senin kadar iffetli ve namuslu olursa, onun çekici güzelliğinden kendini kurtaramayacağını düşünemez miyim sanıyorsun! Ya da, dünyada senden başka tüm kadınlar yarasa toprağından yaratılmış, hiçbir şey görmezler de o aydınlık yüzdeki güzellikleri görmek ve onlardan faydalanmak isteği sadece senin o güzel gözlerine mi bırakıldı? Doğru, Şehriyar'da Perihan kadar sevme kabiliyeti ne arar! Şehriyar, Perihan kadar zevk sahibi olabilir mi hiç?"
Perihan'ın, Cezmi'nin Şemhal tarafından gönderildiği' cümlesi, dikkatini çekmiş, o da tıpkı Adil Giray gibi, Şehriyar'ın olup bitenleri iyice bilmediğini ve Cezmi'nin yakalanmadığını hemen anlamıştı. Sonra daha emin ve daha cesur bir ifade ile:
"Bre şerefsiz kadın! Edepsizlik sana yakışır! Sen, kocanın tahtını elde edip de o tahtı dostunla kendine zevk yatağı yapmak istiyorsun ki, yüreğinde birikmiş olan bütün kötülükler, kusmuk gibi ağzından dökülüyor. Kendi kuruntularını, kendi düşüncelerini başkasına yüklemekte ne anlam var? Cesaretin varsa istediğini yap! Cesaretin varsa zerre kadar teşebbüs et! Yılan gibi yedi canlı olsan, bakalım bir tanesini Perihan'ın elinden kurtarabilir misin? Ben zaten Şah'ın kızıyım, senin gibi, çöplükten gelmedim. Kardeşimin tahtına neden göz dikecekmişim? O devlet zaten benim devletimdir. Parazitler gibi, sayesinde geçindiği vücudun kanını emmeye çalışmak, ancak senin gibi alçaklara yaraşır. Anladın mı, şehvet budalası Allah'ın belası ?"
"Doğrudur, hanımımız hiç kendi hanedanını batırmak, İran'da bir Sünni devleti kurmak gibi düşüncelere kapılır mı? Şahımızın kız kardeşi hiç Adil Giray gibi bir esirin aşkına esir olabilir mi? Dün gece saat altı sıralarında şu merdivenden bahçeye inerek Adil Giray'ın yanına giden, orada bir, bir buçuk saat sevgilisiyle baş başa oturan acaba kimdi? Sizden başkası mıydı?"
"Şunun iftiralarına bir bak hele! Hadi gitmiş olayım. Adil Giray'la beni görüştüren, Adil Giray'la daha sık buluşabilmek için, yoktan birtakım siyasi konular yaratarak o konuşmalara beni de karıştıran sen değil miydin?"
"Evet, bendim. Ama şehzadenin yanından ayrılırken, kapının önünde durarak "Siz yine de beni sevmeyiniz! Ben sizin yolunuzda akrabamı, hatta belki canımı bile feda ederim. Buradaki amaçlarımız gerçekleşmezse, Anadolu'ya geçeriz, cariyeniz olurum. Sizin gibi yüksek bir kahramana İran Şahı'nın kız kardeşinden daha uygun eş mi olur?" diye yalvarmayı da sana ben mi öğretmişim? Kendine güveniyorsan bu sözlerini inkâr et bakalım. Duyanlar, kapının önünde duruyor, teker teker yakalarından tutar, yüzüne çarparım.
Perihan, konuşma bu şekle dönüşünce, inkârda bir fayda görmedi. Adil Giray'la seviştiklerini Şehriyar biliyordu. Konuşma tarzını değiştirmeyi düşündü; "Ben, özgür bir kızım. Adil Giray'ı sevmişim, onun olmak istemişim, ayıp mıdır? Hangi şah, hangi kral, kızını veya kız kardeşini Cengizlerden birine vermek istemez? Ama işin diğer yanına gelecek olursak, pekâlâ senin zerre kadar imanın ve namusun yok mudur? Yüce bir kocan var, seni bir köyden bir saltanat sarayına getirmiş, koca bir devletin idaresini senin o kırılası ellerine teslim etmiş, esirler gibi bir köşede oturuyor sen onun yerine hükümdarlık ediyorsun. Bu nimetin, bu güçlerin hakkını hiç mi düşünmüyorsun? Gözüne dizene dursun! Yirmi yaşında bir yiğit oğlun var. Koskoca bir İran, mutluluğunu, geleceğini, her şeyini, her şeyini onun onurundan, onun kahramanlığından bekliyor... Sende zaten olmayan namusunu olmasa bile onun namusunu hiç düşünmüyor musun? Zavallı bir esire şehvet zincirleriyle bağlanıp, esir olmuşsun, hem hanedanımızın namusunu ayaklar altına alıyorsun, hem de o esiri benden ayırmak için hakkımda çeşitli iftiralara kalkışıyorsun..."
"Dur bakalım orada, öfkelenmenin gereği yok. Durumumuzu ortaya koyalım, aklımızı başımıza toplayalım da insan gibi konuşalım, söyleyeceğimiz sözleri akıllı ve mantıklı söyleyelim. Sen istediğin kadar kardeşinin nikâhı altında bulunmayı benim için bir şeref ve bir nimet gibi görebilirsin. Fakat duyan ve düşünebilen bir kadın için, bütün ömrünü, saltanat için dahi olsa, zavallı bir köre bağlanmanın çekilebilir bir işkence olmadığını, sanırım ki, sen de içinden kabul edersin. Eminim ki, Şah'ın kafasında hayalim bile kalmamıştır. Kalmış olsa da şimdiki durumuma benzemez."
"Allah sana lanet etsin, senin gibi olan bütün kadınları da..."
"Sen aklına ne gelirse söyle! Adil Giray'ı seviyorum... Onu sana kaptırmayacağım... Mutlaka senden vazgeçireceğim."
"Kendini kaderden çok mu güçlü sanıyorsun? Kaderin bile ayıramadığı iki kalbi birbirinden ayırmak hayaline kapılıyorsun?"
"Kendimde o kadar büyük güçler bulmuyorum, sadece tedbirimin etkisiz hale getirilemeyeceğinden eminim..."
"Sonucunu ikimiz de göreceğiz değil mi?"
"O kadar uzun zaman beklemeye lüzum yok! Sonuç şimdiden belli zaten. Cezmi'nin burada devrim yapmak için uğraştığına memleket halkının yarısı şahitlik eder. Konuyu Şah duyduğu zaman, Şah İsmail'e yaptıklarının cezasını o vakit görürsün."
"Dilin kopsun kahpe, lanetli alçak! İsmail'e ben ne yaptım?"
"Muhafızlara bir emir verilir, o güzel boynuna bir kılıç vururlar, ondan sonra Adil Giray'ı ancak kıyamette ya görürsün ya da göremezsin."
"Şu çatlağa bak! Aklı sıra beni ölümle korkutacak! Kendisi bir iftirayı gerçek olarak ortaya koymaya kendinde güç buluyor da bir gerçeği ispatlamaya ben de zekâ görmüyor. Fahişe kadın! Sen istediğin hayalleri kurarsın da ben bildiklerimi söylemez miyim? Benim dilim kılıca mı gelir?"
"Öyle kötü sözler söyleme! Bu gece her şeyi göze aldım. Anlıyor musun? Her şeyi. Hatta terbiyesizlikte seni taklit etmeyi bile..."
"Allah seni kahretsin!"
"Kes sesini de sözlerime kulak ver! Ben her bildiğimi söylerim, ama sen, hiçbir bildiğini söyleyemezsin. Çünkü benim şahitlerim var, seninse yok! Hem sen, şahitlerin olsa da, söyleyemezsin. Şahın kız kardeşi olacağına şeytanın kızı olmalıydın. Çünkü o sanata yakışacak kadar aklın var. Bilirsin ki, ben Adil Giray'la aranızdaki gönül işlerini açıklayacak olursam, bundan ne ona zarar gelir ne de sana. Çünkü biraz önce söylediğin gibi, sen başına buyruk bir kızsın, o da Cengizler'den bir genç, seni sevebilir, alabilir. Bu yüzden kendisini kimse ayıplamaz, benden başka kimse suçlu bulamaz. Konunun bu yönü senin içinde böyle. Ama... İran'da çıkarmak istediğiniz isyanı söyleyecek olursam, bundan ne gibi sonuçlar doğabileceğini hiç düşündün mü? Şayet düşünmedinse, ben sana söyleyeyim; O takdirde Adil Giray'a yine bir şey demezler. Çünkü esirdir, her fırsattan istifade ederek elbette kurtulmayı ister. Böyle önemli bir işi bir esirin tek başına beceremeyeceğini de herkes bilir. Bütün bu fesatların, senin başının altından çıktığı anlaşılırsa, o zaman sadece seni gebertirler, Adil'e yine bir şey yapmazlar. Sadece nöbeti biraz daha sıklaştırırlar. Sen, cehennemi boyladıktan sonra şehzadelerin güvenlik ve muhafazasını da ben kendi üzerime alır, gönlümü istediğim gibi eğlendiririm..."
"Kes sesini, alçak kahpe..!
"Bana bak, beni dinle! Heyecanlanma! Beni dinle! Seni öldürtmeyi de düşünmüyorum. Çünkü ölüm, insanlar için son kurtuluş çaresidir. Ben seni bundan da yoksun bırakacağım, hıncımı daha kötü bir şekilde çıkarmak için, seni yaşatacağım. Seni öldürdükten sonra çıkacak dedikodular, saltanatının şerefine dokunacağını söyleyerek, kardeşinin görmeyen gözleri önünde konuyu istediğim şekle sokmak benim elimdedir. Seni ölümden kurtaracağım, ama köşkümün karşısında küçük bir odaya hapsettireceğim, aşkın bir kadının yüreğinde de müthiş kinler yarattığını, alacağım intikamla sana göstereceğim. Seni öyle daracık bir odaya hapsettireceğim ki, orada zincirler içinde inleyeceksin. Ben de Adil Giray'ı yanıma alarak senin karşına geçeceğim. Her gece zevk içinde yaşayacağım. Senin kudurduğunu kendi dişlerinle kendini yiyerek öldüğünü göreceğim."
Perihan, uzun ve alaylı bir kahkahadan sonra:
"Hanımefendi, bizi o küçücük odaya hapsettirmeden önce, cadılara büyü yaptırarak dilimizi de ağzımızın içinde hapis mi edecekler acaba?"
"Büyü yaptırmaya lüzum yok! Sen zaten bildiğini söyleyemezsin. Bırakmıyorsun ki, anlatayım. Bilirsin ki benim durumum seninkine benzemez. Ben Şah'ın nikâhlı karısıyım. Adil Giray'la aramızdaki aşkı haber verdiğin anda, saltanatın namusuna saldırdığı için onu derhal öldürürler. Halbuki sözlerinden ve tavrından anlaşılıyor ki, Adil'i seviyorsun. Sevince de öldürtmeye kıyamazsın. Söyleyemezsin dediğim onun içindir. Bildiğini söyleyemeyeceğine şimdi senin de aklın erdi mi? Şimdi gücümü anladın mı?"
Perihan, yine alay ve hakaret dolu bir kahkahayla cevap verdi: "Melun köpek! Kesinlikle söylerim! Silahını iyi seçmişsin! Ama dişlerini iyice bileyememişsin. Ben Adil'i seviyorsam, bedenini ortadan kaldırıp da onu senin gibi âdi bir kahpenin eline terk etmek için mi seviyorum? Hem sokaklara fırlar da bütün Kazvin halkına duyuracak şekilde avaz avaz bağırarak söylerim. Adil'i öldüreceklermiş. Zaten ben de hayatta kalacak değilim ya! Ben öldükten sonra, Adil'i senin gibi kuduz köpekler öldürmese bile, o şüphesiz intihar eder. Biz, birbirimizden sonra dünyada bir dakika yaşamayı, sonsuz işkenceden daha şiddetli sayıyoruz. Sen işin o kısmını bilmiyor musun?"
"Adil Giray, senden sonra bir dakika bile yaşamaz, kendini öldürür ha?Geri zekalı! Ahmak kadın!"
"Kesinlikle doğru... Adil Giray benden sonra bir dakika bile yaşayamaz, ne zannediyorsun! Benim için ölmez mi sanıyorsun? Hey koca budala! Bir kere yaşını düşün, Adil kadar oğlun var, evli bir karısın. Aslanlar, başkasının artığına bakarlar mı hiç? Yaşlanmış suratınla, şu sönmüş gözlerinle o soylu adamın aşkına nasıl cesaret edebiliyorsun? Çatlasan da, patlasan da birbirimizden ayrılmayacağız işte... Ya beraber yaşayacağız, ya da öleceğiz... Kininden çatla, geber de, beni hapsettirmeyi düşündüğün küçük odaya karşılık sen, cehennemin dibine git! Ateşten dökülmüş zincirler içinde inle! Bizim bu dünyada ve öteki dünyada süreceğimiz sefayı düşün! Kininden kudur! Her dakikada bir kez daha kendini ye de bitir, sonra yeniden doğ! Her zaman değiştikçe işkencen bir kere daha yenilensin..."
"Adil, sana canını feda eder sanıyorsun, öyle mi ha?"
"Gerektiği zaman elbette feda eder. Ne zannettin?"
Konuşmaları buraya gelince Şehriyar, Perihan'ın gülüşlerini taklit ederek, daha büyük ve daha açık bir kahkaha attı. Sonra "Dünyada bazen öyle gerçekler oluyor ki, karanlıkta iyice görülemiyor..." diyerek yerinden fırladı ve dışarıda bıraktığı mumu getirdi, sonra Adil Giray'ın son mektubunu koynundan çıkarıp:
"Şunu lütfen okur musun?" diyerek Perihan'a uzattı.
"Her noktası canından can alsın! Mektup Adil Giray'dan geliyor. Okusana! Gerçeği öğrenmek istersen oku!"
Adil Giray'la alakalı olduğunu öğrenince, Perihan mektubu aldı. Şehriyar da elindeki mumu Perihan'ın yanındaki sandalyeye bıraktı ve alaylı bir eda ile:
"Adil Giray sana kurban olsun!" diyerek Perihan'ın yanından birkaç adım geri çekildi.
Mektubu eline alana Perihan, dikkatlice okurken zavallı Adil'in sırf Şehriyar'ı oyalamak için yazdığı; "Beni gerçekten sevdiğinize ve bu vaziyetten kurtaracağınıza kesin söz veriniz!" cümlesine gelince birden beyninden yıldırımla vurulmuşa döndü. Yüzünde bir damla kan ve bedeninin hiçbir yerinde en küçük bir hareket kalmadı. Sanki vücudu taş kesilmişti. Mektubu Şehriyar'ın suratına fırlatarak:
"Size kurban olsun!" diyebildi.
Sonra da yaşlı gözlerini Şehriyar'a yönelterek boş ve ölü bakışlarla düşmanını bir iki saniye süzdü, elleri ve çenesi kilitlendi, cansız bir beden gibi yatağına serildi. Bayılmıştı... Şehriyar'ın ise sevincinden ağzı kulaklarına varıyordu. Zavallı kızın başucuna dikilmiş, öyle mutlu, öyle neşeli bir hal ile seyrediyordu ki, dışarıdan biri görecek olsa, cadıyı mutlaka yeniden dünyaya gelmiş sanırdı. Lanetli kadın, bu alçakça intikamından doyasıya faydalanmış, düşmanını nasıl olsa ezdiğine ve Adil Giray'la aralarında artık hiçbir engel kalmadığına iyice inanmıştı. Şehzadenin mektubunu aldı, pençesine düşürdüğü avının kanını içip de inine dönen canavarlar gibi, salınarak odasına çekildi.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro